27 Şubat 2012

İSLAM: DÜNYAYI AYDINLATAN IŞIK..3


Türkiye'nin bir gün bile gecikmesi vebal altında bırakır. Hemen hareket edilmesi gerekiyor. Bunu teklif etsin Türkiye, eğer bir kişi itiraz ederse bana gelip söylesinler. Yani Suriye'ye gidip teklif edin Türkiye ile birleşin diye, Suriye iki gün düşünmez. Azerbaycan'a teklif edin, zaten onlar kendileri teklif ediyor. Azerbaycan kendisi istiyor. "Türkiye ile birleşelim" diye defalarca söylediler. "İki devlet bir millet olarak birleşelim" dediler. Onun için bunun resmi ağızdan söylenmesi gerekiyor. Ama resmi ağızdan söylenmesi içinde tabandan hükümete talepte bulunulması lazım. Yani, "böyle birşey istiyoruz." şeklinde bir talepte bulunması lazım, ama bunun çok ısrarlı söylenmesi lazım ki hükümet bir güç bulsun. Harekete geçsin bu çok önemlidir. Yani vakıflar olur, dernekler olur halk, bütün Müslüman kardeşlerimiz, bütün Türk Milleti olarak bunun üstünde çok durmamız lazım. İllaki Türk İslam Birliği, Türk İslam Birliği'nin lideri olarak inşaAllah Avrupa Birliğine girelim. Lider olarak girmek bize yakışır. Ve Avrupa'yı da kalkındıralım. Amerika'yı da kalkındıralım. Rusya'yı da kalkındıralım. Bütün dünyayı zengin edelim. Türkiye'nin misyonu bu dünyayı zengin etmek, güçlendirmek, barışı tesis etmek, huzur getirmek yani bizim ırkçılık iddiamız yok Türk milleti olarak.
                 Son olarak belirtmek gerekir ki, bu kitapta ele alınan çözümlerin ivedilikle hayata geçirilmesi son derece önemlidir. Çünkü bazı çevreler, İslam dünyası ile Batı arasında bir "medeniyetler çatışması" yaşanması için her geçen gün daha da fazla kışkırtmada bulunmaktadır. Türk İslam Birliği'nin kurulması ile birlikte bu tehlike tamamen ortadan kalkacaktır. Tarihte yaşanan tecrübeler açıkça göstermektedir ki, farklı medeniyetlerin birarada yaşaması, aslında çok güzel bir zenginlik ve nimettir. Farklı kültürleri birarada barındıran bir devlet, bünyesinde farklılıklar olduğu için değil, bu farklılıkları idare ediş -ya da edemeyiş- tarzı nedeniyle sorunlarla karşılaşmaktadır. Ya da yan yana gelen medeniyetler, birbirlerine karşı hoşgörülü olup olmamalarına, kendi içlerindeki hoşgörüsüz unsurları kontrol altına alıp alamamalarına göre, çatışma veya barış ve iş birliği yolunu seçmektedirler. Günümüzde de hoşgörü ve uzlaşı yerine, hem Batı'da hem de İslam dünyasında, düşmanlık ve çatışmayı seçmek isteyen bazı çevreler olabilmektedir. Bunlar nedeniyle İslam ve Müslümanlar hakkındaki bazı yanlış anlama ve ön yargılar devam etmekte ve bu, İslam dünyası için birtakım zorluklar oluşturmaktadır. Batılılar ise, çeşitli yanlış anlaşılmalar nedeniyle gereksiz yere tedirginlik duymaktadırlar. Tüm bu sıkıntıları ortadan kaldıracak bir çözüme çok acil olarak ihtiyaç vardır.
             İşte bu kitapta ortaya koyacağımız gibi, bu tehlikeli çatışma eğiliminin önünün alınmasında, İslam ülkelerinin birlikte hareket etmesinin, yani "Türk İslam Birliği"nin büyük rolü olacaktır.
Bağlantı
GİRİŞ
           20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması, İslam dünyasının 20. yüzyıldaki konumunu belirleyen önemli bir etkendi. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları arasından onlarca farklı devlet ve halk çıktı. Ancak hemen hiçbiri, Osmanlı dönemindeki huzur ve istikrara bir daha kavuşamadı.
        21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde dünyanın pek çok bölgesinde çözüm bekleyen sorunlar, üzerinde uzlaşma sağlanması gereken çeşitli anlaşmazlıklar halen devam ediyor. 20. yüzyılın başında bozulan dengelerin tam anlamıyla yeniden kurulamamış olması, çoğunluğu İslam dünyası içinde yer alan çeşitli hassas alanlar ve bölgeler oluşturmuş durumda. Bu sorunların bir kısmı üzerinde geçici mutabakat sağlandı, bazı bölgelerde ise sıcak çatışmalar veya gerginlikler sürüyor.
            Günümüzde çözüm bekleyen konuların önemli bir kısmı, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı toprakları (Filistin, Keşmir, Irak, Afganistan gibi) doğrudan ilgilendirmektedir. Bunun yanı sıra, son dönemde sesleri gittikçe yükselen "medeniyetler arası çatışma" savunucularının Müslümanları itham eden propagandaları nedeniyle, İslam dünyası, çeşitli çevreler tarafından hedef gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu da gereksiz ve suni bir gerginliğin doğmasına, tedirginliğin artmasına neden olmaktadır. Tüm bunlar, Müslümanların 21. yüzyılda nasıl bir strateji izlemeleri gerektiği sorusunu bir kez daha gündeme getirmektedir.
           Bu stratejinin doğru belirlenebilmesi için, öncelikle İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durumu iyi anlamak gerekmektedir. Yapılacak doğru tespitler, belirlenecek stratejinin temel dayanak noktasını oluşturacak, alınacak kararların isabetli olmasını sağlayacaktır.
Mogul Sultanı Şah Abbas I adına düzenlenen töreni gösteren
bir tablo
             İslam uygarlığı, Osmanlılar, Safeviler ve Mogullar gibi üç büyük imparatorluk tarafından temsil edildiği 16. ve 17. yüzyılda, Asya, Afrika ve Avrupa'nın egemen gücüydü. Hindistan'da Mogul İmparatorluğu vardı. İran ve çevresinde Safevi Devleti hüküm sürüyordu. Üçüncü ve en büyük imparatorluk ise, tüm Balkan Yarımadasını, Anadolu'yu, Mezopotamya'yı, Arap Yarımadasını ve Kuzey Afrika'yı yöneten büyük Osmanlı Devleti'ydi. Ancak bu İslami egemenlik giderek küçüldü ve zayıfladı. İlk olarak 18. yüzyılda Mogul İmparatorluğu yıkıldı. Bu, Güney Asya Müslümanları için yeni bir dönemin başlangıcı oldu; Hindistan alt kıtası İngiliz Sömürge Yönetimi'nin hakimiyetine girdi. Hindiçini olarak bilinen bölge de Fransızlar tarafından sömürgeleştirildi. Safevi İmparatorluğu'nun halefi olan Kaçar Hanedanı 1920'lere kadar varlığını devam ettirdi, ancak otoritesini ve etkinliğini çoktan yitirmişti. Zaman içinde İngiltere ve Rusya'nın hakimiyetine girdi. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu da ardı ardına gelen toprak kayıplarıyla birlikte gittikçe zayıflamıştı. 600 yıl boyunca, İslam dünyasının en geniş ve en etkili devlet sistemini oluşturan Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı ile birlikte tamamen yıkıldı.
                  Osmanlı'nın yıkılması başta Ortadoğu ve Arap Yarımadasının bazı bölgeleri olmak üzere, İslam coğrafyasında tarihi değişikliklerin yaşanmasına neden oldu. Bölgeye yabancı olan güçler tarafından kurulan ulus-devletler, bu topraklarda 20. yüzyıl boyunca devam edecek olan huzursuzlukların ve gerilimin temel nedeni oldu. Köklü bir medeniyetin kurucusu olan İslam dünyasında, içe kapanma süreci başladı. Sadece Ortadoğu'da değil, Kuzey Afrika'da, Güney Asya'da Müslümanlar sömürgeci güçler tarafından ezildi. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında bağımsızlıklarını kazanabildiler. Bağımsızlıklarını kazanma süreçleri de Cezayir gibi pek çok ülkede, çok kanlı oldu. Milyonlarca masum insan hayatını kaybetti, pek çoğu uygulanan işkence ve zulüm nedeniyle sakat kaldı. Bu bölgelerde, sömürgeci güçlerin çekilmesinin ardından da huzur ve güvenlik tam anlamı ile sağlanamadı. Kısaca, 20. yüzyıl İslam dünyasının çoğunluğu için, çatışmalarla, kavgalarla, yokluk ve yoksullukla geçen bir yüzyıl oldu.
Ancak İslam dünyası her zaman bu konumda değildi.
               Aksine, geçtiğimiz iki bin yılın tarihi incelendiğinde, ortaya günümüzden çok daha farklı bir tablo çıkmaktadır: İnsanlık tarihindeki en büyük kültürel ve bilimsel yükseliş, İslam'la gerçekleşmiştir. Batı dünyası henüz karanlık içindeyken, Müslümanlar dünyanın en göz kamaştırıcı medeniyetini kurmuş, İslam ahlakı dünyayı aydınlatan ışık olmuştur.
Bağlantı
NEDEN TÜRK İSLAM BİRLİĞİ?
             İslam dünyasının geleceğinin dünya barışını ve güvenliğini doğrudan ilgilendirdiği, günümüzde pek çok düşünür tarafından ifade edilmektedir. İslam dünyası yaklaşık 1.5 milyarlık nüfusu (Müslümanlar dünya nüfusunun yaklaşık 1/4'ini oluşturmaktadır), sahip olduğu yer altı zenginlikleri, coğrafyasının stratejik önemi ile büyük bir güçtür. II. Dünya Savaşı'na kadar çoğunluğu sömürge idaresi altında bulunan Müslüman ülkeler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan sömürge devrimleri ile bağımsızlıklarını kazanmışlar ve bu durum, İslam coğrafyasının görünümünü değiştirmiştir. İslam coğrafyasındaki asıl değişiklik ise Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte yaşanmıştır. Bu tarihe kadar, Afrika-Asya coğrafyası olarak kabul edilen İslam dünyası, Arnavutluk ve Bosna'dan, Çeçenistan ve Tacikistan'a uzanan bir Avrasya (Avrupa-Asya) coğrafyası haline gelmiştir. Seksenli yıllarda Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı'na üye tek Müslüman ülke Türkiye iken, bugün bu sayı dokuza çıkmıştır.

Oldukça geniş bir coğrafyayı kapsayan İslam dünyası başta doğal güzellikler olmak üzere pek çok zenginliğe sahiptir. İslam Birliği'nin kurulmasıyla, İslam ülkeleri bu zenginliklerini daha iyi değerlendirme imkanı bulacaklardır. 
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
(Nahl Suresi, 18)
               Bu süreç içinde, İslam dünyasının demografik dağılımında yaşanan değişim de İslam coğrafyası kavramını etkilemiştir. 20. yüzyılın başına kadar, Müslümanlar -kısa dönemli işgaller hariç- genellikle İslam topraklarında yani Müslümanların idaresi altında yaşamışlardır. 20. yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren, Müslümanlar kendi istek ve iradeleri ile çeşitli Avrupa ülkelerine ve Amerika'ya göç etmişler ve bu topraklarda önemli bir nüfus haline gelmişlerdir. Bugün Amerika'da ve pek çok Avrupa ülkesinde İslam en hızlı yükselen din konumuna gelmiş, Batı içindeki Müslümanların sayısında yaşanan artış bu toplulukların sosyal ve siyasi hayatta etkili bir rol üstlenmesini sağlamıştır. Böylece İslam coğrafyası, sadece nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ya da Müslümanların idaresi altında olan ülkelerle sınırlı olmayan çok daha büyük bir coğrafya haline gelmiştir.

Etkileyici bir doğal güzelliğe sahip olan Maldivler'de önceleri Budizm yaygındı. Ancak daha sonra Müslüman seyyahların yaptıkları tebliğ çalışması ile İslamiyet gittikçe yaygınlaştı. Bugün Maldivler'in nüfusunun tamamına yakını Müslüman'dır.
                Kafkasya'dan Tanzanya'ya, Fas'tan Fiji'ye kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan İslam dünyası, tarihin büyük medeniyetlerinin doğup geliştiği bir havzada yer almaktadır. Bölgenin sahip olduğu jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik özellikler, bu coğrafyayı bugün de uluslararası ilişkilerin ve dünya siyasetinin önemli bir yerine yerleştirmiştir.

İslam, dünyanın en hızlı yükselen dinidir. Bu haritada Müslüman ülkelerin genel dağılımı görülmektedir.
             Dünya ticaret yollarının önemli kesişme ve geçit bölgelerinin bu coğrafya içinde yer alıyor olması da önemli unsurlardandır. Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan, Akdeniz'i ve Basra Körfezi'ni Hint Okyanusu'na bağlayan boğaz ve kanalların ve Hint Okyanusu'ndaki ana geçit noktalarının Müslümanların kontrolünde olduğu düşünüldüğünde, İslam dünyasının küresel dengeler açısından taşıdığı önem daha iyi anlaşılacaktır. Buna bir de petrol, doğal gaz gibi stratejik yer altı kaynakları açısından dünyanın en zengin topraklarının İslam coğrafyasında bulunduğu gerçeği eklendiğinde, tablo daha da netleşmektedir. Bu özelliklerin hepsi İslam dünyası için birer stratejik imkandır ve bu imkanların iyi değerlendirilmesi Müslümanların dünya siyasetindeki etkinliklerinin artması anlamına gelmektedir.

Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan'daki petrol çıkarma tesisleri.
            Bugün gelinen noktada da Müslümanların doğrudan veya dolaylı olarak, 21. yüzyıldaki gelişmelerde rol oynayacağı açıkça görülmektedir. Ancak elbette önemli olan, bu rolün, başta İslam dünyası olmak üzere tüm insanlığın faydasına olmasıdır. Bu aşamada ilk akla gelen, İslam dünyasının mevcut konumu ile böyle bir rolü üstlenip üstlenemeyeceğidir. Kuşkusuz, Müslümanlar bu sorumluluğu üstlenecek yetkinliğe ve bilince sahiptirler. Ancak bugün İslam dünyasına bakıldığında, kimi ülkelerde demokrasi geleneğinin yeterince yerleşmemiş olması, teknolojide çağın gerisinde kalınmış olması, ekonomik geri kalmışlık gibi bazı sorunlar göze çarpmaktadır. Dünya siyasetinde aktif rol almaya hazırlanan bir İslam dünyasının, bunlar ve benzeri sorunları bir an önce çözüme kavuşturması zorunludur.
          Ancak, İslam dünyasının tüm bunlardan önce aciliyetle çözüme kavuşturulması gereken çok daha hayati ve temel bir sorunu vardır: Parçalanmışlık. Dünya Müslümanlarının, güçlü ve aktif bir İslam Birliği sağlayamamış olmaları, günümüzde yaşanan çeşitli sorunların temelinde yer alan önemli bir eksikliktir. Güçlü bir birlik sağlandığında bugün yaşanan sorunların benzerleriyle ya hiç karşılaşılmayacak ya da karşılaşılan tüm sorunlar tahmin edilenden çok daha kısa süre içinde çözüme kavuşturulacaktır.
          Burada hemen şunu belirtmek gerekir ki, bu parçalanmışlıkla dikkat çekilen husus, çoğulluk, yani İslam dünyası içinde farklı mezhepler ve uygulamaların var olması değildir. Müslümanların parçalanmışlıktan kurtulmaları da hepsinin tek bir uygulama ya da yöntem altında toplanması anlamını taşımaz. Önemli olan, bu farklılıkların inanç birliği altında, çoğulcu bir hoşgörü ve dayanışma içinde toplanmasının sağlanmasıdır. Görüş, düşünce ve uygulama farklılıkları her toplum içinde karşılaşılan olağan durumlardır. İslam ahlakının gereği tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler. Bu nedenle İslam dünyası içindeki farklılıklar birer zenginlik olarak değerlendirilmeli, bunlar, Müslümanların birbirleri ile çekişmesine neden olan, onları ana konulardan uzaklaştırıp, acil ve önemli sorunlara tedbir alınmasını engelleyen çatışma ve ayrılık nedenlerine dönüşmemelidir.
              Kitabın ilerleyen bölümlerinde, kurulacak bir İslam Birliği'nin Müslüman dünyası için gerekliliğini ve dünya barışı için önemini, siyasi, sosyolojik ve ekonomik bilgileri ele alarak ortaya koyacağız. Ancak bundan önce, İslam dünyasının nasıl bir süreç içinde parçalandığını ve bu durumun nasıl ortadan kaldırabileceğini inceleyeceğiz.
Parçalanmanın Nedenleri
           İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu parçalanmışlık, 20. yüzyılın başında ortaya çıkmış bir durumdur. Bundan önce ise, farklı mezhep, ırk ve dillerden Müslümanlar çeşitli İslam imparatorluklarının yönetimi altında, birarada huzur ve güvenlik içinde yaşamaktaydılar. Dahası, güçlüydüler.

Geçtiğimiz yüzyıl İslam dünyası için baskı, zulüm, savaş ve çatışmalarla geçen bir yüzyıl oldu. Binlerce masum insan hayatını kaybetti.

Hitler gibi, insanları ırklarına göre sınıflandırmaya çalışanların ortaya attığı teoriler büyük bir yanılgıdır. İnsanların farklı ırklara mensup olması bir üstünlük veya çatışma gerekçesi değildir.
           Ancak 19. yüzyılın en yıkıcı akımlarından biri olan radikal milliyetçilik, İslam dünyasında da etkisini gösterdi. Müslümanların bir kısmı, Batılı fikri akımların etkisi altında kalarak kendilerine empoze edilen bu ideolojiyi benimsediler. Bu esnada İslam imparatorluklarının zayıflamasıyla, Müslümanların büyük çoğunluğu Batılı güçlerin sömürgesi durumuna düştüler. Sömürgeci güçler İslam topraklarından çekilirken de, bu toprakları yapay sınırlarla bölüp, çeşitli devletler oluşturdular. Bu durum, bazı Müslümanlar arasında yayılan radikal milliyetçilik hareketleri ile birleşince ortaya oldukça karışık bir tablo çıktı. Müslüman toplumlar içindeki etnik farklılıklar, çatışma nedenine dönüştü. Kısa bir süre öncesine kadar aynı topraklarda birarada yaşayan halklar, bir anda farklı sınırlar içinde yaşayan, aralarında anlaşmazlıklar olan, birbirine karşıt toplumlara dönüştüler. Hemen her ülkeyle komşuları arasında başta sınır anlaşmazlıkları olmak üzere çeşitli tartışma konuları doğdu. (Bu anlaşmazlıkların bir kısmı, İran-Irak Savaşı örneğinde olduğu gibi, iki Müslüman devletin birbiriyle kıyasıya savaşmasına kadar vardı.) Böylece, İslam dünyası bir yüzyıl boyunca devam edecek bir istikrarsızlık sürecine girmiş bulunuyordu.
          
                Burada hemen belirtmek gerekir ki, millet ve vatan sevgisi, bağımsızlık talebi meşru ve asil duygulardır. Milliyetçilik duygusunun gayrimeşru hale gelmesi, sevginin saplantılı bir tutkuya dönüşmesiyle olur. Bir insan milletini severken, diğer milletlere karşı sebepsiz yere husumet beslemeye başlarsa, kendi milletinin çıkarları için diğer milletlerin ve halkların haklarını çiğnemeyi, örneğin onların topraklarını ele geçirmeyi, mallarını yağmalamayı hedeflerse, gayrimeşru bir çizgiye gelmiş demektir. Veya, kendi milletine olan sevgisini bir tür ırkçılığa dönüştürdüğünde, yani kendi milletinin kalıtsal olarak diğerlerinden üstün olduğunu iddia ettiğinde de yine gayrimeşru bir fikir geliştirmiş olur. Milliyetçiliğin, ırkçı bir düşünceye dönüştürülüp, iki Müslüman toplum arasındaki "Müslüman kardeşliği" kavramını zedeleyecek, bunu ortadan kaldırarak husumet tohumları ekecek bir şekilde yorumlanması da yine yanlıştır.
Allah bu yanlış anlayışa Kuran'da dikkat çekmektedir. Ayetlerde "öfkeli soy koruyuculuğu" olarak tarif edilen bu düşünce, cahiliyenin (din ahlakından uzak toplumların) bir özelliği olarak anlatılır:
Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu, cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve müminlerin üzerine 'güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde "kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
            Dikkat edilirse ayette "öfkeli soy koruyuculuğu"ndan söz edilmekte, buna karşılık Allah'ın müminlere güven ve yatışma duygusu verdiği bildirilmektedir. Demek ki, kendi toplumuna (aşiretine veya milletine) yönelik sevgisi sonucunda öfkeli ve saldırgan bir tavır sergileyen insanların ruh hali Kuran ahlakına aykırıdır. Ve 19. yüzyılda materyalist Avrupa'da gelişip, Müslüman toplumlara da oradan ihraç edilen milliyetçilik anlayışı, öfkeli ve aşırı bir milliyetçiliktir. Yalnız İslam dünyasında değil, neredeyse tüm dünyada çatışmalara ve siyasi istikrarsızlıklara neden olmuştur.
               Oysa insanlar arasında ırklarına ve soylarına göre ayrım yapmak, etnik farklılıkları anlaşmazlık konusu kılmak Kuran ahlakına kesin olarak aykırıdır. Rabbimiz bir ayette şu şekilde buyurmuştur:

"Arap Atlılarının Çarpışması", Kanvas üzerine yağlı boya, The Walters Sanat Galerisi, Maryland
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Allah, "Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır." (Rum Suresi, 22) ayetiyle insanların farklı ırklardan ve milletlerden olmasının Kendisi'nin ayetlerinden biri olduğunu bildirmiştir. Bu farklılıklar birer çatışma ve husumet konusu değil, bir tür zenginlik ve çeşitliliktir.
           Tarih, İslam'ın etnik ayrılıkları uzlaştırmasının örnekleriyle doludur. Hz. Muhammed (sav) sahabeyi ırk ve kabile ayrımcılığı yapmaktan, insanları milletlerine, cinsiyetlerine, dillerine, aşiretlerine göre ayırmaktan, hatta aynı toplum içinde insanları maddi imkanlarına göre sınıflandırmaktan da kesinlikle sakındırmıştır. Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesi'nde, "Ey İnsanlar! Muhakkak ki Rabbiniz bir ve atanız da birdir. Hepiniz Adem'den, Adem de topraktandır. Allah yanında en üstün olanınız O'ndan en fazla korkanınızdır. Arab'ın aceme, acemin de Arab'a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza bir üstünlüğü yoktur, takva hariç." sözleri ile Müslümanları bu konuda dikkatli olmaya davet etmiştir.
            Peygamberimiz (sav) ve dört halife döneminde arka arkaya devam eden fetihler, İslam dünyasının sınırlarını Doğu ve Batı'ya doğru genişletmiş, farklı milletlerden pek çok insan İslam bayrağı altında birleşmiştir. Kabile çatışmalarına, sonu gelmeyen kan kavgalarına boğulmuş olan Ortadoğu, İslam ahlakının yayılması ile huzura kavuşmuş, yalnız Araplar arasındaki kabile savaşları değil Müslümanların fethettikleri tüm topraklardaki çatışmalar da son bulmuştur. Kimi Hıristiyan mezhepleri arasında kıyasıya devam eden mücadeleler dahi, Müslümanların hakim olduğu topraklarda barışla neticelenmiştir. Birbiri ile savaşan kabileler, birbirlerini acımasızca yok etmeye çalışan gruplar İslam bayrağı altında birbirlerine yaşam hakkı tanır ve saygı gösterir olmuşlardır.
           Günümüz Müslümanlarının bakış açısının da bu doğrultuda olması gerekir. Müslümanların birbirleri ile olan ilişkilerinde, temel ölçü karşılarındaki kişinin ırkı, etnik kökeni, dili gibi özellikleri, sahip olduğu imkanları, makamı veya mevkisi değil, imanı ve güzel ahlakıdır. Samimi iman eden kişiler arasında sevgi, bir diğerinin Allah'tan korkup sakınmasına, Rabbimiz'e duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlaka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar. Bu kişinin derisinin rengini, ait olduğu milleti, maddi imkanlarını kıstas olarak değerlendirmezler, bunlar sevgilerinde olumlu ya da olumsuz bir etki yapmaz. Aynı kıstaslar, Müslüman toplumlar arasındaki ilişkilerde de geçerli olmalıdır. İki Müslüman toplum arasındaki ilişkinin özü, Kuran'da bildirildiği gibi olmalıdır: Müslümanlar, birbirlerinin yardımcısı ve velisidirler.
            İslam dünyasının günümüzdeki parçalanmışlığının en önemli nedenlerinden biri, bu bilincin eksikliğidir. Bunun sebebi de Kuran ahlakından uzaklaşılmış, bunun yerine din dışı fikir akımlarının ve düşüncelerin etki kazanmış olmasıdır. Bazı aydınlar, Batı'da gelişen din dışı felsefe ve ideolojilerin yanılgılarına kapılmış, bu fikirleri Müslüman topraklarına ihraç etmenin İslam dünyasını ileri götüreceğini sanmışlardır. Bu tarihi hatanın neden olduğu tahribatın izleri bugün de açıkça görülmektedir. Adaleti, fedakarlığı, merhameti, hoşgörüyü, açık fikirliliği, ileri görüşlülüğü getiren Kuran ahlakının yerine, bazı sapkın felsefe ve ideolojilerin topluma benimsetilmeye çalışılmasıyla birlikte, Müslüman dünyasında süregelen düzenin ve dayanışmanın yerini kargaşa ve parçalanmışlık almıştır. Bu kargaşayı sona erdirmek için bazı ülkelerde, yine Kuran ahlakına ters olan bir model ortaya çıkmış ve halkı acımasızca ezen despot rejimler kurulmuştur.
            Bugün de İslam dünyasının geleceğine yönelik stratejiler belirlenirken, bu tarihi tecrübeden ders alınmalı, yanlış yönlendirme ve telkinlere kapılmaktan sakınılmalıdır. Tarih açıkça göstermektedir ki, İslam dünyası, ancak kendi özündeki değerlere sahip çıktığında yükselebilir. Ve bu değerlerin en önemlilerinden biri, Müslümanların birlik ve beraberliğidir.
Tarihten Bir Örnek: Selahaddin Eyyubi'nin İslam Birliği
        Haçlılar karşısındaki İslam dünyasının durumu, bu konuda önemli bir örnektir.
         1096 yılında başlatılan ilk Haçlı seferinin orduları Ortadoğu'ya ulaştığında, Müslümanlar, aralarında çeşitli anlaşmazlıklar ve çekişmeler bulunan emirliklere bölünmüşlerdi. Bu bölünmüşlük nedeniyle Avrupa'dan gelen bu barbar işgalcilere karşı direnemediler. 1099 yılında Kudüs'te korkunç bir katliam yaparak kurulan Haçlı Krallığı, on yıllar boyunca Müslümanların bu bölünmüşlüğünden yararlandı. Ancak büyük İslam kumandanı Selahaddin Eyyubi'nin Müslüman emirlikleri tek tek kendi idaresi altına alıp birleştirmesiyle birlikte, Müslümanlar Haçlı işgalcilere karşı koyabilecek bir güce ulaştı.
Yine de Müslümanların Haçlıları yenilgiye uğratması bir günde olmayacaktı. Selahaddin Eyyubi, Müslümanları tek bir bayrak altında birleştirirken, bir yandan da ilmi ve ahlaki bir uyanış başlatmıştı. Encyclopedia Britannica'da belirtildiği gibi:

Haçlılar'ın 1099'da Kudüs'ü işgalleri sırasında yaptıkları katliamı ve yağmalamayı gösteren bir tablo.
Müslümanların dini kurumlarını teşvik etmek ve yaymak, (Selahaddin Eyyubi'nin) politikasının temel parçalarından biriydi. Bilim adamlarına ve din alimlerine sahip çıktı, onların kullanımı için üniversiteler ve camiler kurdu ve onlara İslam dünyasının yararına pek çok eser yazdırdı... Ahlaki yeniden doğuşla birlikte, ki bu onun kendi kişisel yaşamının da gerçekçi bir faktörüydü, kendisinden beş yüzyıl önce bilinen dünyanın yarısını fethetmiş olan ilk nesil Müslümanların kararlılığını ve şevkini yeniden uyandırmaya çalıştı.
           İlmi, ahlaki ve imani yükseliş, Müslümanların siyasi birliğiyle de birleşince, İslam medeniyeti bir kez daha yükseldi: Selahaddin Eyyubi'nin komutasındaki birleşik İslam ordusu 1187'deki Hıttin Savaşı'nda -kendi içlerinde parçalanmalar ve huzursuzluklar yaşayan- Haçlı ordusunu bozguna uğrattı ve ardından Kudüs dahil olmak üzere Haçlı işgali altındaki Filistin topraklarının tamamına yakını kurtarıldı.
              Selahaddin Eyyubi'nin ve onun önderliğinde kurulan İslam Birliği'nin en dikkat çeken yönü ise, Kuran ahlakının gereği olan adalet, ılımlılık ve barışçılık gibi erdemleri en iyi biçimde temsil etmesiydi. Selahaddin Eyyubi genellikle Haçlılara karşı kazandığı askeri zaferle anılır, ancak onun çok belirgin bir diğer özelliği gerek Haçlılara gerekse tüm diğer Hıristiyanlara karşı son derece adil ve bağışlayıcı davranmasıydı. Haçlılar Müslümanlara karşı çok büyük zulümler uygulamalarına rağmen, Selahaddin Eyyubi onlardan intikam almamış, Kudüs'ü fethettiğinde kentteki hiçbir Hıristiyana zarar verilmemişti. Selahaddin Eyyubi'nin bu konudaki dikkat çekici bir başka yönü, kendi tarafındaki radikalleri de dizginlemiş olmasıydı. III. Haçlı Seferi'ni yöneten İngiliz Kralı Richard'ın Akra Kalesi'nde 3 bin Müslüman sivili acımasızca katletmesi üzerine, bazı kişiler intikam arayışına girmişler ve bunu da Yafa kentindeki (bugünkü Tel-Aviv) Hıristiyanlara karşı toplu bir kıyıma girişerek uygulamak istemişlerdi. Selahhaddin Eyyubi, kendi ordusu içindeki bu radikal eğilimi durdurmak, yatıştırmak ve Yafa'daki Hıristiyanlara güvenlik sağlamak için büyük çaba gösterdi ve bunda da başarılı oldu.
               Sonunda Selahaddin Eyyubi, Haçlılara birtakım imtiyazlar ve imkanlar vererek, kutsal topraklara barış getirmeyi de başardı. 28 Ağustos 1192'de Haçlılarla Müslümanlar arasında barış anlaşması imzalandı. Bunun ardından Selahaddin Eyyubi, bu kenti ele geçirmek için binlerce Müslümanı öldürmüş olan Haçlı komutanlarına büyük bir jestte bulunarak, onları kendisinin misafiri olarak Kudüs'e davet etti. Kudüs'ü ziyaret eden Haçlı komutanlar, Müslümanlarda gördükleri bu büyük bağışlayıcılık, hoşgörü ve adalet karşısında hayranlıklarını gizleyemediler. Selahaddin Eyyubi bir keresinde, düşmanı olan İngiliz Kralı Richard'ın hasta olduğunu öğrenmiş, bunun üzerine ona özel doktorunu ve ateşini dindirmesi için kar göndermişti. Selahaddin Eyyubi'nin Kuran ahlakına dayanan bu yüksek ahlakı, onu tüm Avrupa'da efsaneleştirdi.

Sultan Selahaddin dönemi ve sonrasında Eyyubi Sultanlığı'nın sınırlarını gösteren bir harita.
          Kısacası, Selahhaddin Eyyubi'nin kurmuş olduğu İslam Birliği, Müslümanlara hem güç ve zafer vermiş, hem de İslam ahlakının özündeki adalet, hoşgörü, barışseverlik gibi erdemlerin hayata geçirilmesine imkan tanımıştı. Müslümanlar hem İslam'a hizmet etmek için harekete geçirilmişler, hem de Müslümanlar arasında doğan bazı radikal eğilimler engellenerek, Kuran ahlakına göre Müslümanların nasıl olması gerektiği gösterilmişti.
             Selahaddin Eyyubi'nin kurduğu İslam Birliği'nden bugüne dek tam 8 yüzyıl geçti. Ama, tam da onun zamanındaki nedenlerle, bugün de Müslümanlar için bir İslam Birliği gereklidir. Elbette bugün İslam dünyasına karşı Haçlılar devrinde olduğu gibi birleşik bir askeri saldırı söz konusu değildir, ama İslam dünyası, farklı coğrafyalarda farklı tehditler altındadır. Dahası, İslam dünyası diğer medeniyetlerin gerisinde kalmış, bilim, teknoloji, kültür, sanat, düşünce gibi alanlarda -uzun zaman dünyanın öncüsü olmasına karşın- geri duruma düşmüştür. Öte yandan diğer medeniyetlerde üretilen birtakım yanlış felsefe ve ideolojiler de, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasına taşınmakta, Kuran ahlakını tam anlamıyla bilmeyen bazı Müslümanları etkisi altına almaktadır. İslam'ı temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan, ama gerçekte İslam ahlakına tamamen aykırı vahşetler uygulayan bazı radikaller ise, İslam ile diğer medeniyetler arasında çatışma körüklemek isteyenlere, çoğu kez bilmeyerek, hizmet etmektedirler

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...