OKURLARLA SOHBET - 31
-- Bu sayfada, yine okurlardan gönderilen bir linkten Fazlı Köksal'dan özetlenerek alınmış bir yazıyı bulacaksınız. General Mustafa MUĞLALI ve Özalp ilçesinde öldürülen 33 kişi olayını anlatıyor... Aşağıda...
Bu vesile ile, son günlerde ortaya çıkan "Dersim Katliamı" iddiası, "80.000 kişinin öldürüldüğü" palavrası üzerine de bir kaç şey söylemek istiyoruz. MUĞLALI yazısının arkasından Prof. Dr. ALİ DEMİRSOY'un bir yazısından alıntılar sunacağız. Gönderene teşekkür ederiz. Aralarda kendi düşüncelerimizi de ekleriz.
DERSİM'de bir takım hatalar yapılmıştır. Bazı masum ve silahsız kişilerin öldürülmüş olması, bazı kişilerin de haksız yere sürülmüş olması mümkündür.
Ama unutmamak gerekir ki, bir sarkıntılık olayını bahane eden ve kendini isyanın başkomutanı sayan Seyyit Rıza, (ki Seyyit olup olmadığı, yani Peygamber torunun torunu olup olmadığı da tartışmalıdır), alevi bile değildi!.. Ruhunu ve DERSİM halkını İNGİLİZLER'e satmış biriydi!.. Eylül 1937’de İNGİLİZLER'e yazdığı mektup şöyleydi:
- "BÜYÜK BRİTANYA DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NA,
Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.
Seyit Rıza Dersim Başkomutanı"
O tarihin abartılı üç milyon Kürt'ten kaç kişinin Seyit Rıza'nın peşinden gittiği mâlûm!.. 1925'de yine abartılı iki milyon Kürt'ten kaç kişinin Şeyh Said'in peşinden gittiği mâlûm!.. Bugün çoook abartılı yirmi milyon Kürt'ten (aslı yedi milyon) kaç kişinin Ahmet Kürt, Ermeni Ayna ve Artin Apo'nun peşinden gittiği mâlûm!.. Geri kalan Kürt asıllı TÜRK vatandaşlarımız sadece aş-iş-eş ve huzur istiyor!.. Yiyecek ekmeği yok!., Parasızlıktan kızlar, oğlanlar evlenemiyor!.. Bölücü Kürtler gelip evini taşlıyor, dükkânını kapattırıyor. Çocuğunu polisin önüne sürüyor!.. İktidar da bunları görmüyor, A.B. ve A.B.D.'ye uyarak bunlara daha çok demokrasi vaad ediyor!..
Sanki demokrasi karın doyururmuş gibi!..
Neyse... Biz MUĞLALI PAŞA'dan söz edelim:
GENERAL MUSTAFA MUĞLALI
Kıymeti bilinmeyen, sırf görevini yaptığı için cezalandırılan insanların başında Mustafa Muğlalı Paşa gelir. Ona millet olarak özür borçluyuz.
Vefatının üzerinden 58 yıl geçmesine rağmen Mustafa Muğlalı Paşa, Türk Milleti ile sorunu olan mâlum çevrelerin hâlâ bir numaralı boy hedeflerinden birisidir.
Mustafa Muğlalı ne yapmıştır da, yarım asırdır Türkiye'nin ve Türklüğün düşmanlarının hedefi olmaya devam etmektedir?..
1882 yılında Muğla'da dünyaya gelen Mustafa Muğlalı, 1901 yılında Harp Okulu'nu, 1904 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Balkan Savaşı'na katıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında Adana Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanlığı yaptı. Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı'nın nüvesi olan Teşkilatı Mahsusa'da çalıştı, Onun devamı niteliğindeki Zabitân Grubu'nun kurucuları arasında yer aldı. Zabitân Grubu'nun bir müddet sonra adını değiştirdiği ve yine Muğlalı Mustafa Bey başkanlığında, Yavuz Grubu olarak faaliyetini devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
Kurtuluş Savaşı'na Tümen Komutanı olarak katılan Muğlalı Mustafa, 1922'de Albay, 1927'de Tümgeneral oldu. Soyadı Kanunu çıkınca, Muğlalı soyadını aldı.
23 Aralık 1930'da Menemen'de Devlet'e karşı ayaklanıp genç Asteğmen Kubilay'ı şehit eden yobazları yargılayan Harp Divanının başkanlığını yaptı... Bir kısım medyanın Mustafa Muğlalı düşmanlığının temelinde, bu mahkemenin reisliğini yapması yatmaktadır.
1931-1939 yıllarında 1. Ordu Komutanlığı, iki kez Yüksek Askerî Şura üyeliği, ve 1943-1945 yılları arasında da 3. Ordu Komutanlığı yaptı.
Mustafa Muğlalı'nın haksızlığa uğramasına, 20 yıl hapse mahkûm edilmesine yol açan olaylar, bu görevi sırasında cereyan etmiştir.
1940'lı yıllar... İkinci Dünya Savaşı yılları... Ülkede yokluk yaşanıyor... İngiliz, Fransız, Alman, Rus ve İran casusları ülkede cirit atıyor... Doğu Anadolu ülkenin diğer kesimlerine nazaran daha karışıktır. Yabancı ülkeler lehine casusluk iddiaları her gün ilgili makamlara ulaşıyor... Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde hırsızlık, kaçakçılık, eşkıyalık, soygunculuk, ırza tecavüz eylemleri engellenemiyor...
Casus mu, hain mi, eşkıya mı olduğu belli olmayan bazı gruplar, bölgede güvenlik sağlamak için canla başla çalışan askerleri de pusuya düşürerek şehit ediyorlar ve kendilerine kucak açan Irak ile İran'a kaçıp bir süre saklandıktan sonra tekrar bölgeye dönüp eylemlerine devam ediyorlardı. Bu çeteler, Türkiye'den büyük ve küçükbaş hayvanları çalıyor, o sıralarda fiilen Ruslar'ın kontrolunda olan İran'a götürüp satıyorlardı. Bu eşkıyalar, Rus ve İran makamlarınca da korunuyordu. Bu eşkıya genelde iki nüfus kâğıdı taşıyordu. İran'da İran, Türkiye'de Türk vatandaşı gözüküyorlardı. Bölge halkı bu eylemlerden dolayı canlarından bezmişlerdi. İnsanlar kendilerini nasıl koruyacakları nı bilemedikleri için orduya ve askere sığınıyorlardı.
Bölgedeki karışıklıklar artınca Orgeneral Mustafa Muğlalı, çok deneyimli ve disiplinli bir asker olduğu için Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na getirildi. Hayatı savaşlarda geçmiş olan Muğlalı Paşa işi çok sıkı tuttu, cânilere karşı amansız bir mücadele başlattı ve birtakım tedbirler aldı. Bu tedbirlerler arasında; Siirt'teki gezici Jandarma Taburu'nun bu bölgeye kaydırılması, çobanlar silahlandırılması, gezici ekipler kurulması da vardı. Ayrıca, Paşa, eşkıyanın sınır ötesine kaçmasını önlemek için de emrindeki birliklere Irak ve İran'a kaçan eşkıyayı takip etme ve gerekirse vurma emri verdi.
1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nin sınır bölgesinde İran'a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırıldı. Çatışma çıktı ve dur emrine uymayan kürt eşkıyalardan 33 tanesi öldürüldü..
Bu olaydan sonra bölgede az da olsa sükûn sağlandı. Bölge halkı Paşa'ya minnettar oldu. İçişleri Bakanlığı'nca, bölgede sükun sağlandığı için, Valiliğe, Jandarma Komutanlığı'na teşekkür yazıları yazıldı.
20 Aralık 1943 tarihinde Van Cezaevi'nde yatan İsmail Özay isimli bir mahkûm, TBMM'ne yazdığı dilekçesinde; bu 33 kişinin kaçmalarının sözkonusu olmadığını, bilerek katledildiklerini iddia etti. Olaydan yaralı olarak kurtulup İran'da yaşayan kardeşinin affedilmesini ve olayın tahkikini talep etti.
Adalet Bakanlığı'nın Genelkurmay Başkanlığı'ndan kanunun adlî takibinin yapılmasını ilişkin talebine karşı, Mareşal Fevzi Çakmak'ın verdiği cevap yiğitçeydi, Türk'çeydi:
- "Ordu komutanı o günkü şartların gereğini yapmıştır. Memleketin yüksek menfaati için gerekli tedbirleri almıştır. Görevini yerine getiren bir komutanı mahkemeye veremem. Böyle şey olamaz."
Fevzi Çakmak'tan sonra Genel Kurmay Başkanı olan Kazım Orbay da aynı tavrı sürdürdü.
1945 yılında 2. dünya Savaşı sona erdi. Her şey normale dönüştü.
1946 seçimleri sırasında bu olayı kendi lehlerine oya tahvil etmek isteyen siyasetçiler olayı saptırdılar. Bir taşla birkaç kuş vurmak istediler.
İkinci dünya savaşı sırasında yabancı ajanların kaşıdıkları Kürtçülük çıbanı, yeniden kaşınarak olay oya tahvil edilecek, Atatürk'ün yakın bir silah arkadaşı, zor durumda bırakılarak, şuur altlarındaki Atatürk düşmanlığına dayanan aşağılık duygusu tatmin edilecek, Menemen olaylarında yargılamayı yapan kahraman bir asker yargılanarak, gerici çevrelere Menemen'in rövanşının alındığının mesajı verilecekti.
1946 seçimlerinden sonra Meclis'e giren Demokrat Parti milletvekilleri bu olayı yeniden Meclis gündemine getirdiler. Öne sürülen iddia şuydu:
- "Çatışma sırasında öldüğü iddia edilen 33 insan, masumdu ve kurşuna dizildiler."
Kıyamet koptu... Muhalefet milletvekilleri bu olaydan Cumhurbaşkanı İnönü ile Milli Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal, İçişleri Bakanı Hilmi Uran'ı sorumlu tuttular.
İktidar ise, Demokrat Parti'nin derdinin 33 masum vatandaşın öldürülmesi değil, İnönü iktidarını yıpratmak ve oy toplamak olduğunu söyleyip durdu. Aylarca süren tartışmalardan sonra bu olay hakkında Mecliste bir araştırma komisyonu kuruldu. Bu araştırma komisyonu o yılların olağanüstü şartlarını, o olay sayesinde sağlanan huzur ortamını, 33 eşkıyanın ülkeye zararlarını, Mustafa Muğlalı'nın ülke sevgisini, herşeyi memleketi için yaptığını hiç dikkate almadı. Kin ve intikam duyguları içerisinde hareket etti. Bu araştırma Komisyonu hiçbir siyasiye, hiçbir bürokrata suç yüklemedi. Tek suçlu Orgeneral Mustafa Muğlalı ile Necdet Bilgez ve Bilal Bali isimli yedek subaylardı!.. İsmet Paşa ve partisi, tıpkı işgâl sonrası hükûmetlerin İngiliz baskısı altında Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey'i suçlu buldukları gibi muhalefet baskısına boyun eğmiş, Muğlalı'yı gözden çıkarmıştı.
Meclis Araştırma Komisyonu kararından sonra dava açıldı ve 1947 yılında emekli olan kahraman Mustafa Muğlalı Paşa yargı önüne çıkarıldı.
Muhakeme, 1943 yılının şartlarına, o tarihte bölgede cereyan eden olayların vahametine, o ortamın düşünce ve gereklerine göre değil 1947 yılının normal şartlarının havasına göre yürüdü. Muğlalı Paşa, yargılama boyunca bir Türk komutanına yakışır şekilde bütün sorumluluğu üzerine aldı ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamadı.
- "Bu subaylara emri ben verdim, onların suçu yoktur. Yaptıklarım suç ise tek suçlu benim,"
dedi. Hâkimin:
- "Ya emrinizi yerine getirmeseydiler?"
Sorusuna,
- "O zaman şakileri kendim vururdum,"
cevabını verdi.
33 şakinin yok edilmesi sırasında "oh" diyenler, Muğlalı Paşa'yı takdir edenler, alkışlayanlar, adeta başka bir havanın, başka hesapların insanı olmuşlardı. Oy kaygısı her şeyin önüne geçmişti. Mustafa Muğlalı Paşa Atatürk'ün silah arkadaşı olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu olay karşısında parmağını bile kıpırdatmadı. Ve muhakeme sonucu gerçekten çok hazin oldu: Hayatını Türk Ordusu'na ve Türkiye Cumhuriyeti'ne adamış olan Mustafa Muğlalı Paşa "33 masum (!) insanı öldürmek suçundan" ölüm cezasına çarptırıldı!.. Daha sonra cezası 20 yıl hapse çevrildi...
33 tane eşkıyaya hak ettiği cezayı verdiği için ödüllendirmesi gereken Mustafa Muğlalı Paşa, politik yalakalığın, siyaset oyunlarının kurbanı oldu. Türk yargısının siyasi kararlarından birisi olan bu yargılama sonucunda, tek mahkûmiyet Mustafa Muğlalı içindi. Başka hiçbir kimse ceza almadı.
Mahkeme, eşkıya artıklarının ifadelerini Türk askerinin ifadesine tercih etmişti. Askeri Yargıtay bu kararı bozdu. İkinci bir mahkeme dönemi başladı ama bu sırada kahraman Türk Ordusu'nun bir neferi olan, bütün ömrünü Türk Yurdu'nun bağımsızlığına adayan Mustafa Muğlalı Paşa bu durumu hazmedemedi ve bulunduğu cezaevinde kahrından 11 Aralık 1951 tarihinde, 70 yaşında iken vefat etti!
Türk gibi düşünen tek kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, Mustafa Muğlalı Paşa'nın naaşını Devlet Mezarlığı'na naklettirdi ve kahraman Türk komutanlarının heykellerinin yer aldığı Genelkurmay bahçesindeki Ölmezler Yolu'na onun heykelini diktirdi.
ALLAH,MUSTAFA MUĞLALI'ya, onun gibi bu millete hizmet etmiş olup ta haksızlığa uğramışlara, canını vermişlere gani gani rahmet eylesin!
Prof. Dr. ALİ DEMİRSOY
Koçkırı Aşireti Reisi Alişan Bey 1920 yılında Wilson Prensiplerine dayanarak Hozat’ta Kürdistan’ın bağımsızlığı için toplantı yaptı ve Ankara Hükümetine aşağıdaki muhtırayı verdi:
1. Kürdistan’ın bağımsızlığına olur diyen İstanbul Saltanat Hükümeti'nin kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması.
2. Kürdistan bağımsızlık kararına Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda, Dersimlilere acele cevap verilmesi.
3. Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde mevcut bütün Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması.
4. Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurlarının çekilmesi.
5. Koçkırı mıntıkasına gönderildiği bildirilen askerî birliklerin derhal geri çekilmesi.
Alişan Bey’in, bu muhtırayla da yetinmeyip, Ankara Hükümetine; “Sevr derhal uygulansın, yoksa silahlı mücadele başlatacağız” şeklinde ultumatom verdiği de bilinmektedir.
Dersim Harekâtı Ermeni Komiteleri ile de birlikte çalıştığı söylenen Seyit Rıza'nın Ankara hükümetine verdiği şu ultumotom:
1. İçimize karakollar yapmayacaksınız.
2. Kaza ve Nahiye merkezleri kurmayacaksınız.
3. Köprü ve yol yapmayacak, silahlarımıza dokunmayacaksınız.
4. Vergilerimizi önceden olduğu gibi pazarlık usulü vereceğiz.
... ve silahlı başkaldırı (isyan) ile başladı. 1937 yılında Mustafa Kemal ve Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucundaki karakol basıldı 33 asker şehit edildi; daha sonra telefon hatları kesildi, pusu kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburuna saldırılarak, 56 asker daha şehit edildi.
Diyelim ki yabancılar kışkırtmadı; isyancı Seyit Rıza’nın talimatıyla askerî birliklere saldırılarak çok sayıda insan öldürüldü ve vergi vermeyeceklerini, askerlik yapmayacaklarını ilan ettiler. (Bilenler bilir, Peygamberimizin vefatından sonra bazı müslüman olmuş Arap kabileleri "zekat vermeyiz" diye direnince, ilk Halife Hz. Ebubekir üzerlerine asker gönderip, onları tedip etmişti... T.T.)
Böyle bir hareketin tanımı her dilde isyandır. O zamanın yöneticileri, daha sonraki gaafiller gibi (1984’den bu yana olduğu gibi)," birkaç çapulcu" diyerek hafife almadılar, ya da sınır kapılarında bu işbirlikçileri davul zurnayla karşılamadılar. Böylece neredeyse 50.000 yaklaşan insanın ölümüne neden olmadılar.
Ne yazık ki bu sefer İngiliz-Fransız oyununun değil, bu olayı çarpıtarak faturayı başkalarının üzerine yıkmaya çalışan Neo-işbirlikçilerin tuzağına düşmek üzereyiz.
Kişi bilgisiz ve bilinçsiz olabilir. Ancak devlet, bu bağlamda devlet adamları, tarihimizin geçmişindeki eylemler için bilgisiz ve bilinçsiz olamaz; çünkü bir devletin yıllarca birikmiş istihbaratı, arşivi; olayları günü gününe izleyen ilgili kurumları, gizli ve açık anlaşmalara ulaşma yetkisi, yetkili danışmanları vardır.
Yetkililerin kürsülere çıkıp devlet katliam ya da soykırım yapmıştır diyerek yeşil kalemle üzerine bir şeyler çizilmiş kâğıtları sallaması devlet adamlığına yakışmaz. Seyit Rıza’nın Türkiye Cumhuriyetinden “Ulusal Çıkarlarımız” ile başlayan taleplerini içeren mektubu belge diye sallamalıydı başbakanımız. Türk ulusunun içinde yeni bir ulusu tabii ki Atatürk ve yanındakiler kabul edemezlerdi. Gereğini de yaptılar. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin içinde başka uluslar yaratılması girişimlerine göz yumanlar, ya da öyle olmasını tezgâhlayanlar için "Seyit Rıza gözlüğü takmışlar" demekten başka içimizden bir şey gelmiyor.
Dersim Harekâtını yürüten Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi. Seyit Rıza’nın taleplerini içeren mektuplar (örneğin Dersim Başkomutanı olarak yazdığı 30 Temmuz 1937 tarihli mektup) muhakkak Genel Kurmay’ın Harp Tarihi Dairesinde de mevcuttur. Eğer yine de tatmin olmazsanız Londra’da The National Archives (Devlet Arşivi)’de “FO 371/20864/E5529” numaralı belgeye bakmanız yeterlidir. Aslında sadece Genel Kurmay Başkanlığı'nın çıkarmış olduğu “İç İsyanlar” kitabı yeter.
Oysa konuyla ilgili bilimsel cılız bir ses bile çıkmamıştır; çıkmamaya da devam ediyor. En azından üniversitelerimizin Tarihçi kadrosundan ya da İnkılâp Tarihçisi kadrosundan maaş alan, güya unvanlı bilim adamlarınca açıklama yapılması beklenirdi.
Halkın önemli bir kısmı da Dersim ile Tunceli (Hozat) arasındaki ilişki konusunda tek bir kelime bile söyleyecek durumda değillerdir. Dersim olayları ile küresel sömürgecilik arasındaki derin ilişkiyi ve bağlantıyı ise, bugün dolaylı bir şekilde devamını acı bir şekilde yaşadığımız, her gün bir ya da birçok vatan evlâdını toprağa verdiğimiz Hakkâri İlindeki olayların bir terör olayı mı, yoksa bu isyanların rövanşı ile ilgili olup olmadığını, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması ile ilgili olup olmadığını, devletin en başındaki yetkililerin bile bilemediği bir ülkede bulunmanın utancını yaşıyoruz.
Dersim olayı aslında üstü kapalı, ya da açık bir şekilde Kürtçülüğün yanısıra Alevilik ile ilişkilendiriliyor. Alevi vatandaşlarını bir yerlere çekmek için... Aslında Dersim halkı, 1515 yılında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferinde Sünni Kürt halkının desteğiyle Şah İsmail’e karşı kılıç sallaması, ve Şah İsmail’e sempati duyan Kemah civarında yerleşmiş olan Türkmen Alevi topluluğunun korkarak dağlık Tunceli’ye sığınmaları ile oluşmuş bir Türkmen-Alevi topluluğudur. (Bu noktada kimse, Osmanlı Devleti toprakları içinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin niçin Osmanlı Padişahı'nı değil de, İran Şahı'na yakınlık duyduğu üzerinde durmuyor, rahmetli Ziya Gökalp dışında... Ziya gökalp muhteşem bir tesbit ile "Osmanlı'nın Türkmen aşiretlerini sürekli yerleşik düzene zorladığını, bunun için de aşiret yapısı ve geleneklerini bozduğunu, bazı aşiretleri bölüp ayrı yerlere yerleştirdiğini -Karakeçili Aşireti gibi-, buna mukabil kendisi de bir Türkmen olan Şah İsmail'in İran'daki Türkmenler'in aşiret yapısını ve geleneklerini koruduğunu" belirtmektedir. İşte bu yüzden Anadolu'daki Türkmen aşiretleri o tarihten itibâren "Kalkın dostlar, Şah'a gidelim," diye türküler yakarlar... Sünni-Alevi meselesine gelince, Yavuz Selim Han'ın babası 2. Bayezid döneminde Pîr-i Sâni (Bektaşiliğin ikinci lideri) Balım Sultan, Bektaşî tarikatını yeniden düzenlemiş, ve Yavuz Selim de 1 numaralı yeniçeri neferi sıfatı ile ocağa kaydolmuş, mücerretlik ifadesi olarak ta kulağını deldirip küpe takmıştı. Yani Yavuz Sultam Selim de, Yeniçeriler de alevi-bektaşi idi. Hatta bu yüzden "yeniçeriler Şah İsmail'e karşı savaşmaz mı?" diye Yavuz endişeye düşmüş, yolu üzerindeki alevileri kayda aldırmış, bir kısmı da bundan ürkerek Dersim halkı gibi dağlara kaçmıştı... Bu arada belirtelim: "Yavuz 40.000 aleviyi kesti" iddiası külliyen yalandır, 40.000 kişiyi deftere yazdırıp kayda almıştır, ama hiç bir Anadolu alevisini öldürmemiştir... T.T.)
Kurtuluş Savaşının başlangıçlarında Koçkırı ayaklanması olarak bilinen hareket, bağımsız bir Kürdistan devleti kurma amacıyla başlatılmıştır. Bunu, kendisi koyu bir Kürt Milliyetçisi olan ve Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri'nin yazmış olduğu “Kürdistan Tarihinde Dersim” isimli kitapta açık açık okuyabilirsiniz. Günümüzün devlet yöneticilerine okumalarını öneririm. Koçkırlı Alişar ve Baytar Nuri, Seyit Rıza’yı etkilemişlerdir. Keşke sadece onu etkilemeyle kalsaydılar. Günümüz politikacılarını da etkiledikleri görülüyor. Örneğin Türklere ölüm diye bağıran-yazan Baytar Nuri, abartılmış ölü oranlarını da verendir (isyana katılan aşiretlerin toplam nüfusu 20.000 olmasına karşın, ölü sayısı 50.000 olarak pompalanmıştır), Kürtlerin mağaralara doldurarak zehirli gaz ile öldürüldüğünü söyleyen de odur. Ne yazık ki bugün kürsülerden hitap edenler ve satılmış köşe yazarları bu hain kaynakları kullanmaktadırlar.
Bu konunun daha iyi anlaşılması ve şu anda kimlerin gaflet içinde bulunduğunun bilinmesi için bu konuda geniş araştırmaları olan Rıza Zelyut’an, çoğunluğu Dersim Harekâtını tetikleyen Baytar Nuri’nin kitabından alınmış olan bir alıntıyı vermek istiyorum:
“Türkiye, işgal edilmiş; Ankara'da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu'dan Bursa'ya doğru işgalini sürdürmektedir. İşte tam bu sıradaki durumu Baytar Nuri şöyle anlatıyor: 'Dersim'e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (...) Artık Dersim'de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan'ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (...) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (...) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik. (...) 336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi'nin Yellice Nahiyesi'nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (...) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması'nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, Dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126) 15 Kasım 1920'de Hozat'ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan'ın tanınması için Ankara'ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)
Ne yazık ki Kuvayı Milliye güçleri Türkiye'yi kurtarmak için Batı'da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza'nın da desteği ile Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. En az başlangıçta işin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek mümkün de değildir. Daha sonra Hatay sorunu ile birlikte 1937/1938 isyanlarında Fransızlar katılmıştır.
Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkûm edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri'nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı devlet adamları ve sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki Ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler'e gayet hoşgörülü davranmıştır.”
Dersimliler bu coğrafyanın en çok ızdırap çeken halkıdır. Aşiretlerin elinde perişan olmuştur. Bölge tarıma uygun değildir, temiz hava ve suyunun haricinde bilinen zengin bir kaynağı yoktur. Başkaldırı nedenlerinin biri de devletin burada kadastro başlatarak aşiret reislerinin elindeki arazileri fakir halka dağıtma niyeti olmuştur. Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim’den başlayıp günümüze kadar uzanan süreçte her gelen vurmuştur. Küçümsenmiştir, güvenlik güçleriyle üzerlerinde baskı kurmuştur, dilleriyle ve inançlarıyla oynanmaya çalışılmıştır ; harekâtlar ve çatışmalar sırasında yurtlarından sürülmüşlerdir, Alevilik en çok onlarla özdeştirilerek ötekileştirilmişlerdir. Bunların hepsi doğrudur. Bir kısmına komşu ilde büyüdüğüm için de tanık olmuşumdur. Aslında öğrenmeye, aydınlığa ve değişmeye en yatkın olan topluluktur. Çünkü yaşadıkları coğrafyanın vahşiliği ve koşulları onları yeniliklere açık yapmıştır. Türkiye’de yönetimlerden şikâyet etmeye hak verilecek iller sıraya dizilse, en başa Tunceli konmalıdır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bütün bunlara karşın Tunceli halkı hep Atatürkçülüğün yanında, Atatürk’ün kurmuş olduğu partinin de arkasında olmuştur. Ben Kemalist partiyim diyen CHP’yi %80 oyu ile destekleyen başka bir ilimiz var mı? Anadolu’da gezmiş olduğum Alevi evlerinde muhakkak başköşede Atatürk Fotoğrafı ve Türk Bayrağı değişmez bir simgedir. Kimse Alevilerin bu fotoğrafı indirip de yerine bilmem kimin fotoğrafını asacaklarını beklemesinler; bu insanlar satılmaya yatkın değillerdir.
Ancak bütün bunlar tarihi gerçeği kendi kısa çıkarlarımız için saptırmaya yeltendirmemelidir. Osmanlının da Türkiye Cumhuriyetinin de burada sürekli askeri baskı kurmuş olduğunu kimse ret edemez. Ancak çok sayıda insan öldürülmüş olsa bile buranın halkına soykırım yapıldığını söylemek insafsızlık olur. Hele bunun Atatürk ve o günün devlet büyüklerinin talimatlarıyla yapıldığını söylemek Türkiye Cumhuriyetine ihanet olur. Çünkü silahlı başkaldırı söz konusudur ve en önemlisi bu ülkenin geleceğine göz dikmiş ülkelerin tetikçiliğine soyunma gibi küçültücü bir rolle bürünmüşlerdir. Eğer yabancı ülkelerin dersim olaylarındaki rolü göz ardı edilirse, bugün 50.000’e ulaştığı söylenen terör faillerinin ölümü de birileri tarafından gelecekte soy kırımı olarak nitelendirilecektir.
Bu gerçekler ortada iken, yöneticilerin Alevileri bir partiden uzaklaştırmak için böyle tehlikeli bir denizde yelken açmaları Türkiye’nin hem geleceği hem de geçmişteki eylemlerini savunabilmeleri açısından son derece tehlikelidir.
Bu ülkede silahlı kalkışmanın ödenmesi gereken bir bedeli vardır. Atatürk ve arkadaşları bu bedeli ödetmede kararlı olduklarını göstermişlerdir. Eğer siz kalkışmanın sonuçlarını katliam ve soykırım olarak nitelendirirseniz, bölgede hemen hemen hiçbir Ermeni’nin kalmadığı 1915 olaylarındaki Ermeni Kalkışmasını bastırmanın haklı gerekçelerine artık “hiç” sahip çıkamazsınız. En azından bugün Dersim’de Dersimliler dilleri ve inançları ile –istenen düzeyde olmasa bile- yaşamaya devam ediyor.
Kaldı ki basından edindiğimiz kadarıyla bizzat hükümet yetkililerinin açıklamalarına göre, elde tutarlı bir kanıt olmamasına karşın bu ülkenin üst düzey komutanları, askerleri, rektörleri, yazarları, çizerleri silahlı kalkışma yapacaklar kuşkusu ile idamla Silivri’de yargılanıyorlar. Bırakın eylemi, kuşkunun bile idamlık suç sayıldığı bir dönemde hükümet başkanının bu şekildeki yaklaşımı doğrusu tarihe geçecek niteliktedir. Bu tartışma tarihe geçecek başka unsurları da içinde bulundurmaktadır. Avrupa’nın birçok ülkesinde sözde Ermeni Soykırımını sözlü ya da yazılı olarak ret edenler cezalandırılacaktır diye yasa çıkarılırken, bu ülkede silahlı kalkışmayı silahla bastırmayı katliam ve soy kırım olarak nitelendirenler hakkında savcıların duyarsız kalmasını, duymazlıktan gelmesini de bu ülkenin başka talihsizliği olarak görmek gerekiyor.
Dersimle ilgili böyle bir açıklama ve tartışma gelecek açısından son derece tehlikeli görülüyor. Aynen Ermeni ve Dersim olaylarında olduğu gibi bugün de bir grup insan bağımsızlık ve özerklik istemiyle silahlı mücadeleye girmiş bulunmaktadır ve bir rakama göre de bu kalkışma şimdilik 50.000 cana mal olmuştur. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kalkışma ile mücadelesi, yarın bu ülkenin başbakanının Dersim Olaylarını tanımlaması örnek gösterilerek –hiç kuşkunuz olmasın- katliam ve soykırım olarak karşımıza dikilecektir. Her üçünün arasındaki fark nedir? Bir düşünün: Bağımsızlık, özgürlük, kendi emrinde kolluk kuvvetleri, vergi toplama yetkisi talebi ve silahlı kalkışma her üçünde de aynı; arkasında yabancı güçlerin desteği ise her üçünde de var. Türkiye bu açıklamanın altından kalkamaz; Türkiye Cumhuriyeti geçmişiyle ve geleceğiyle ateşe atılıyor. Hükümet açıklayamıyorsa lafı ağızlarında geveleyen diğer partiler şu cümleyi halka duyurmalıdırlar: Bu ülkede silahlı kalkışmanın bedeli ödetilir. Yarın çok geç olacaktır biline…
Yetkililerin –silahlı isyanın silahla bastırılmasını doğru bulmayıp da- katliam ve soykırım yapılmıştır gibi beyanları ve bunun belgeli olduğunu söylemeleri ürkütücü sonuçlar doğuracaktır. Beyanlardan anladığımız kadarıyla durup dururken hiçbir kusuru olmayan halk birden bire silahlı saldırılırla yok edilmiştir dercesine getiriliyor (sanki Tunceli halkının ortadan kaldırılması Türkiye Cumhuriyetine nasıl bir yarar sağlayacaksa). Bir devlet adamı böyle söylüyorsa ve bunun için devlet adına özür diliyorsa, dayandığı bir kanıt olmalıdır. O zaman bugün ya da yarın, birileri söylenen bu katliamın ya da soykırımın ödenmesi gereken bedelini önünüze koyacaktır. Öldürülen insanların akrabalarına tazminat ödenmesi, sürülen insanların topraklarının geri verilmesi ahlaki ve yasal bir zorunluluk olarak gündeme gelecektir. Herhalde insan haklarına önem veren hükümetimiz bunu da en yakın zamanda gündemine alacaktır… Durum hükümet başkanımızın dediği gibiyse Türkiye bu ağır bedeli ödemelidir. Doğal olarak aynı durumda olan Ermeniler ve şu anda silahlı kalkışma durumda olanların da sıraya girmesi beklenilmelidir. Emsal emsaldir…
Siyasette amaca ulaşmak için birçok araç kullanılabilir; ancak bir ülkenin geçmişini haksız yere karalayacak ve geleceğine ipotek koyduracak görüşlerin resmi ağızlardan dile getirilmesi basit bir suç olarak görülemez…
Burada gözden kaçan ve acı olan bir başka husus daha vardır. Şimdilik geçerli olan anayasamız, ülkenin bütünlüğüne yönelik her türlü eylemi suç saymıştır (yasayla değil, anayasa ile). Tarihi gerçekleri tahrif ederek ve olaylarla ilgisi olmayan tarihi kişilikleri töhmet altında bırakarak halkın bir kısmını galeyana getirmek anayasal bir suç oluşturmuyor mu? Bunları kanıtlamak için de özel belge üretmeye ya da telefon dinleyerek kanıt toplamaya gerek yok; bu beyanlar meydanlarda ve kürsülerde yapıldı. Nerede cumhuriyeti ve anayasanın amir hükümlerini kollamakla- korumakla yükümlü olan cumhuriyet savcıları, başsavcıları? Galiba onlar rektörleri, yazarları, sendikacıları, parti başkanlarını, terörle mücadele için yaşamını harcamış insanları sorgulamakla meşguller de onun için…
Ekonomik bazı rakamları gündeme getirerek kalkınıyoruz görüntüsü verme, yine tarihi birçok olayı bilmiyoruz demektir. Tarihte, zenginleşen; ancak ahlak değerlerini ve adalet duygusunu yitiren birçok toplumun ve devletin, zenginliğinin altında kaldığını biliyoruz. Ticareti ve adaleti, kendi güdümüne göre yönlendiren ve yandaşlarına peşkeş çeken tarihteki her ülkenin (Roma’nın, Bizans’ın Osmanlı’nın…) çöküşü gibi bir çöküşü görmek istemiyoruz…
Birçok ülkeye ilham kaynağı olmuş; dünya emperyalizmine ilk başkaldırı olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti devrimlerini ve onun ürünü olan Türkiye Cumhuriyetinin geçmişini kulaktan dolma bilgilerle yıpratmak hem ahlaki görünmüyor hem de sadece ülkemizi değil tüm bu coğrafyayı belirsizliğe sürükleyecek bir davranış olarak görünüyor