07 Şubat 2012

Şiraze'den Şiraze'ye Saklı Mektuplar

Şiraze'den Şiraze'ye Saklı Mektuplar
Güçlü olmak artık beni yoruyor Şiraze,
herkese karşı dimdik olmak.bir çınar gibi asırlara direnebilecekmişim gibi görünmek...Liman olmaktan yoruldum Şiraze,
artık ben de ağlamak istiyorum uluorta
susturulmuş hikayelerime ses vermek istiyorum.haykırmak...çılgınca bağırmak...
en cart pembeyi giyip yürümek yollarda, kimseyi umursamadan
ve önemsemeden kurulacak cümleleri artık ben de ağlamak istiyorum Şiraze;
sakınmadan gözlerden, sakınmadan kendimi.Kurumuş rengi bakıra çalmış,
bir bahar sonu kırgınlıklarım var içimde İçimden içime, düşlerimden gecelerime,
gecelerimden gündüzlerime... uçurduğum turnalarım var seher vakti kavak yelleriyle salınan, salındıkça cama tık’layan; beni benden alıp bilmediğim diyarlarda bana öyküler yaşatan düş kanatlarım var turnalar uçarken, başımdan allı yazmalar düşer...
ben düşerim; toprak, kokusunu salar içime; içim ürperir,
hasret türküleri yakar‘bilemedim kıymetini kadrini/hata benim,
günah benim, suç benim’düşer bakışlarım...
 sen masal uykularındayken gönderilmiş beyaz güvercinler uçuşur etrafımda çırp çırp kanat sesleri; çırp çırp... çırp çırp...
ben buralarda bilmem ki hangi uykunun hangi köşesinde beklemedeyim hiç gelmeyecek olanı bir beyaz kelebek olur umut, avuçlarıma konan biliyor musun,
bir zemheri gününde, yine elimde mektuplar yola çıktığımda tam da
başımın üzerinde beyaz bir kelebek... hafif kanatları huşu içinde dönüyor... dönüyor... dönüyor..işte o gün sonrası Şiraze,
 ben her bahar beyaz kelebekleri aradım her güne beyaz kelebek görme umuduyla başladım uyan Şiraze,
 doğrul... kelebekler seni bekliyor, düş değil gerçek kelebekler seni bekliyor...
revnakı güzelliğinin, tüm zamanlarımı doldurduğunda
en onulmaz derdin tam orta yerine düştüğümün idrakinde değildim elbet
kimseye düş bahçelerimden geçen katarların ağırlığını duyurmadım
duymayın da artık beni..bundan sonrasında mı lâl rengi masallara yelken açacağız Şiraze?lâl olup lâl’e mi boyanacağız Şiraze?
gözümüzden akan lâl, gönlümüzden taşan lâl...hepsinin içinde ben de bir lâl...biryerlerde hep yanlış yapmanın telaşlı kıpırtısını yaşıyorken, o yanlışın artık sonsuza dek düzeltilemeyeceğini bilmenin kıstırılmışlığı ile pusuyorum bazen uzun süre gecelere küsüyorum...uzun süre kendime küsüyorum...uzun süre kaleme, kağıda küsüyorum...denizin en sığ yerinden başladık yol almaya Şiraze, şimdi kara görünmüyor gerimizdeküsmeyi de boşverelim, hep ileri... hep ileri... hep ileri...bizi bekleyen sahilin taşlarında ışıltı var Şiraze.
denizin dalgalarından anemonları toplayıp dolduralım çıkınımıza
onlar da mor, düşlerimiz gibi..varacağımız sahilleri mor’a boyayıp, mor uykulara dalalım biz, denizin en sığ yerinden başladık yol almaya Şiraze.
Düş bahçesi ile..
Bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa; ‘kış’ dedim, ‘henüz gitmek için hazırlık yapmıyor’...
yukarıya gri bir kilim sermiş gökyüzü, buzlarda çatırdıyor adımlarım... ‘kış’ dedim,
 ‘en az birlikte olmak istediğim, ama hep en çok karşıma çıkan’...
renkli zarflarda içi boş kağıtlar ve üzerine var olup olmadığı bilinmeyen adresler... bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa; ‘çocuklar okulda’ dedim, ‘kızaklarına binip tepelerden bırakmıyorlar kendilerini’... vakit haylice erken,
ben mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa.
Ceviz ağaçlarının yapraksız dalları altında yürüdüm.

‘Kış beni hep karamsar yapar’ dedim, ‘103 numaralı dolmuş da gidiyor işte, kavşaktan şimdi döndü’... eğilip yerden metal bir para aldım.
Tam önümde bana parlıyordu.‘kumbarana koy bunu Şiraze
sen biriktirmeyi seversin’
kuru yaprakları, çakıl taşlarını, rengarenk boncukları, sinema biletlerini, elişi kağıtlarını, htıraları, acıları, gözyaşını, sorulamamış soruları ,senden kalan sesleri, yaşanamamış paylaşılmışlıkları, birlikte harcamak üzere siyah deri cüzdanında biriktirilmiş zamanları ve hüznü… ve özlemi...
bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa; ‘siyah’ dedim, ‘herkesin üzerinden akan renk’... bir mektup da ‘yaz mevisimine postalamalı’... ‘renklerini topla da gel’ demeli... Sen de sıcağı seversin Şiraze;

 onun sevdiği kadar hep kaynayan bir neşeyle savrulurdun hayatın içinde yön seçmeden. Ben yüzüme kondurduğum hüzünle boyardım her şeyi.
Bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa;
 sırf bir sebep üzre evden ayrılmış olmak için belki.
lombozların gerisinden bakmak benim tüm yaptığım. Yorucu...

Tüm yüz hatlarını farkettirmeden inceliyorum karşılaştıklarımın.
Tanıdık değil hiçbiri. Bu yüzden belki Şiraze,
tebessüm etmiyorlar. bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa; ‘her kapıya bırakmalı bir mektup’ dedim. ‘gülümseyin kendinize’ diye başlayan.
Yağmur da başladı Şiraze.

Rüzgarın en delisi beni buluyor yine.
O an, ‘dünyayı karış karış dolaşsam’ diyorum kendime. Gülümsüyorsun...
 ne de çok yakışıyor gözlerine tebessüm.
 Dünyayı karışlamayı unutuyorum gözlerinde. Ucu seçilmeyen bir derya uzanıyor içinde.
 Engininde martılar dalgalanıyor. Jonathan Livingston, ‘en yüksek uçan martı, en uzağı görendir’ derken aralarında çığlık çığlığa dolanıyor:
‘Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedenimiz var; öğrenmek, keşfetmek ve özgür olmak...’ Gülümsüyorsun yine.
Ne de çok yakışıyor gözlerine tebessüm. Oysa bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa... martılar dolan gözlerinde yitiverdim.
yağmur hızlandı, rüzgar da... ‘kış’ dedim, ‘çok azimli.’ Beni hırpalamak istiyor.

 Hırkamın içine gömülürken mektuplarımı aldım ellerime Şiraze.
 ‘Onları şimdi adreslerine doğru fırlatmalıyım’ dedim. Rüzgarın önüne savurdum bir bir. Uçtular... uçtular... uçtular... bugün mektuplarımı postalamak için çıktım sokağa; ben de takıldım köşelerine. En güzeli senin hiç gitmeyeceğini bilmek Şiraze.
Biz yağmur da olsa, kış da... rügar da olsa, kar da... herdem Şiraze.
şimdi adımlarım ağırlaştı, dönme zamanı dizlerimdeki ağırlık, ‘daha fazlası çok gelecek’ diyor çekilip kuytularıma, mum yakacağım; her ne varsa birikmiş içeride dökeceğim orta yere yeni mektup sayfalarına döküleceğim, akacağım tepelerden tepelere tut beni Şiraze,
Yoksa karanlıklara emileceğim...yağmur düşleri ile...
 Aşk belki bilmediğim ya da bilip de bilmediğimi sandığım ya da bilip de bilmezden geldiğim...satır aralarına bile sığdıramadığım belki, hangi renge boyasam karar veremediğim, içine düşsem bir türlü sevemediğim...aşk; acıtan, kanatan yaranın yanında gözlerinin özlemi; gözyaşının tuzlu tadı, karanlığın gölgesinin ayak izi belki belki sen, belki ben,belki aşk’ın korkuya galip gelemediği meydan
gün’e baktıkça sararan saçların kırılıp savrulması; bir bacadan tüten siyahın, bulutları bir şerit gibi boyaması; ağlaması çınar’ın, yağlı boya tablonun ve üzerinden binbir güçlükle geçilmiş toprağın...aşk belki, her şeyin tanıyıp kokladığı, benim uzanamadığım
dokunmayı denediğimde kaybolan entari; bana hoş kokan bir yemeğin nefisliği; annemin beni sallarken kucağında, alnında biriken ter ve bitmeyen emekler...belki hep sahip olduğum da hiç farkedemediğim
soracaksın belki tüm yönlendirmelerden kaçıp bulamayışımı sen’i; soracaksın belki bitmeyecekmiş gibi davrandığım bu yolculuğun neden’ini; soracaksın belki uzanıp tuttuğum ellerini her güzelliğin, varlık sebebi’ni... ne diyeceğim? şu an tasavvur bile edemediğim her şey’ini, karşımda bulduğum zaman, korkmanın da ne basit kaldığını görüp korkunun yanında, sokulacağım bir kovuk bulup kendime, yiteceğim bir zerrede, biteceğim... biteceğim... biteceğim... neye yarar? yolculuk çok oldu başlayalı; aşk, korksam da sana kavuşmamdır; belki ben etiketimi yanlış yere yapıştırmışlığımdan belki; bileğime boncuk dolayamayışımdan, sivri topuklarla salınamayışımdan belki böyleyim boynumda eski zamandan kalma bir ince halka şeffaf, sana aşık olamayacak kadar insanım toplu taşıma araçlarına binmeden istediğim yere gidemiyorum, içimdeki güç beni havalandıramayacak kadar sönük belki, kanatlarımsa ya hiç olmadı ben var sandım ya da var, kullanma klavuzum yok belki ben kendi kendine aşk’ı bulup aşık bile olamayanım yanıldığım bir gerçek aşk merdiveninden üçer-beşer yuvarlandım
Yusuf’’ un Züleyha’ sının lotus çiçekleri ile…
Önce birşeyleri resmetmenin güçlüğünü farkettim. Sen resmedilemeyecek kadar gizlerden örülme imişsin. Oysa ki, öyle garip bir acı yerleşmişken neyi söylemeli, kime ne anlatmalı, kimden ummalı bir çıkış. Olmayacağını bile bile... Seni büyüten, besleyen seni bir başka raftan alıp bir başka rafa koyan ve bir türlü en uygun mekanı bulamayan, hasılı hiçbir mekanı yakıştıramayan sana...
Aşk belki... diyerek çıktım yola. Aşk belki, her bitenle başlayandı.
Ben kapattım gözlerimi görmek için. Ben kararttım manzarayı seni bulmak için. Ben bende aramaya başladım, aşk dediğim benden doğandı. Tüm gerçek senin söylediğin hiçbir şeyi anlamayışımdı. Uzaklarına çekilip, uzaklarından bakmayı seçtim. Kim bilirdi ki gitmeye karar verenin, gitmek için hangi sözün ardına gizlendiğini? Şimdi uzakların suyuyla suladığım aşkın yeşillenişini seyretmedeyim. Çiçeklerinin kokusuyla dönen başım beni bir sandala koyup gezdiriyor bir süre. Göl kıyısını hiç bulamıyoruz. Çek kürekleri Şiraze...

 çek kürekleri Şiraze...
asla kıyılara ulaşamayacağız!

Kış yüklenmişken beyaz dallarına ağaçların. Kış ağırlığını taşıtıyorken yüreklere. Adımların yavaşlaması havanın soğukluğundadır kandırmacasındayım. Oysa ağırlığı veren içimdeki. Hüznün sertliğiyle çatlayan ellerimin oyuklarına dolan kan ve acısıyla buruşan yüzüm ve hiç bitmeyeceğini düşündüğüm siyahlığın orta yeri... Her okuduğum satırdan damlayan kederle çalkalanıyorum yeniden. ‘Eğer yeniden gelme şansım olsaydı hayata, tüm hatalarımı yeniden yaşardım’ diyen şairin inanılmaz umutsuzluğuyla karşı karşıyayım. Bir daha dönemeyecek olmak... bir daha başlayamayacak olmak... bir dahası olmayacak Şiraze...
bir dahası hiç olmayacak Şiraze...
asla yeniden doğmayacağız bu hayata!
Kıvrımlarını takipteyim şimdi yolların. Kenar örtüsü rüzgardan hafif dalgalanırken ben titrek bir mum alevinden bakmadayım. Onu titreten gözkapaklarımın sürekli açılıp kapanması. Ardında gözbebeğinin siyah noktası bir büyüyor, bir küçülüyor. Kış hâlâ duruyor olduğu yerde. Ben duruyorum. Durmayanlar yanımdan geçiyor. Uzaklara yollanacak bir mektubu taşıyorum çantamda. Adresini benim bile bilmediğim bu mektubun gideceği yerin dünyanın hangi köşesinde beklendiğinin farkında bile değilim. Yazılanlar çoktan yazıldı bitti Şiraze...
 yazılanlar çoktan yazıldı bitti Şiraze...
 asla yinelemeyeceğiz bir daha!
Buz tutmuş türkülerin dilinden damlıyorum; ben hep yabancıyım, nereye gitsem yabancı dediğim güz başka, eylül başka, havada dolaşan bulutun tadı başka
bilmiyorsun, kaç gece namludan baktım göğe; senden bittim,
senden son uçurumundan düştüm derinlere, ‘pat’ diye
kuru bir yaprak gibi çatladı yanlarım, seni aramıyorum uzun zamandır
seni yabancı topraklarda yabancılaştığım kendimde bile aramıyorum artık
bulduğum yerde yitirdiğim, yitirdiğim yerde bulacağım, bile bile kuytusunda gizli ölümlere mezar kazıyorum en’inde piramidin dalgalanıyorum,
şlapp... şlapp...ellerim havalanıp yüzüme tokat gibi iniyor
gidemediğim yerlerin hasretiyle boyadım seni, girmek isteyip giremediğim sırların giziyle sırça saraylara, elyazma evraklara kilitledim seni; boğazımda bıçak sancısı kanadıkça yanıyorum, bundan sonrası hep bu sancı, ötesi silikleşecek her habbede medet umarak, gözlerimi geceye kapatıyorum sus ebede kadar, sus ebedden de öteye kadar; ne sesini duymak dileğim ne sessizliğini... yok olmak mümkünse eğer, hiç olmamış gibi ol diliyorum bilmiyorsun içimdeki sancının kanayan yarasının derinliğini
sen ‘ol’ dediğin an olsun diyenlerdensin, kendini insanlıktan çıkarmanın bedeli mor kadar sıcak mıdır? bu kadar az olma, bu kadar az olup tükenme
kimse bir cesaret altın halatlarla uzanamaz sana, ben hem var hem yok arası serzenişlerde, bir metamorfoz öncesi aşk’ına ok saplayan divaneyim
ey’leme beni, artık hiçbir ey’ine dönmeyeceğim kararan yüzümü
seni her sabah suskun uyandırışımda bıraksaydım bu kadar yok olmayacak
bu kadar tiz’leşmeyecektin ne bir çınarım yıkılışım dört bir yandan görünsün, ne bir kasırgayım savururşum dört yanı dağıtsın, ne bir afet, ne bir güneş, ne bir... ne bir... ne bir...dünya içinde kaybolduğumu seziyorken dünya, gözlerinin parlaklığının farkındayım bu kadar büyük bir hapisanede bile daralıyorum, öylece yükseliyorum yukarılara oradan yıldız toplayıp heybeme atacağım, göktaşlarıyla oynarken biri elimden uçup
dünyaya doğru havalanacak belki, belki senin olduğun bir alana yönelecek
sen korkuyu yerleştirip bakışlarına, kaçacak yer arayacaksın küçük bedenine bulamayacaksın... bulamayacaksın postallarını çıkarmadığın yaz sıcağında terleyeceksin, alnından düşen damlaların gümbürtüsü sallayacak zemini, her hâlinden endişeye kapılacak yüreğine ‘dursun artık’ istemleriyle bakacaksın, nafile... nafile...bir kere başladın mı artık ‘bitmek’ denen kayboluyor, sürekli başlıyorsun, sürekli ardı ardına bağlanmış ip gibi asılı kalıyorsun zamana dursa ne çıkar, başladı ve bitmeyecek, yön değiştirecek, görüntü değiştirecek,isim değiştirecek, renk... mekan... dil... ama bitmeyecek hiç her şeye bir sözünüz vardı, ben ne kadar her şeye susuyorsam
siz o kadar her şeye çok tanıdıkmışsınız gibi görünüyordunuz, bilmediğimdendi susuşum, parmağına büyük gelen kara taş yüzüğün büyüklüğünden utandığım kimin aklına gelirdi,
kim bendeki benden başka bir ben oluşturmadan beni kabul etmeyi ta baştan kendine söylemişti kış kadar dayanılmazdı zaman, kitap raflarında aradığım asıl bulmak istediğimdi kış önümü kesmeyi sevdi hep, bir cümle yeterdi ısıtmaya içimi, içim kedi kadar mır’layan bir sevgi düşkünüydü, ‘hep olmayacakları mı ister insan, hep olmayacağa mı yönlendirir yoksa olayları’ takvim kağıdından damladılar ellerime, onları alıp yüzüme sürdüm şimdi yabancı takvimlerle sarılıyım, okuduğumda anlamadığım kelimelerle dolu damlıyorlar belki, parmaklarımın arasından kayıp gidiyorlar mazgallara buralarda çok mazgal var buralarda üstü açık çok mazgal var bir gece birisinin içinde kırılacağım, ‘çat’ diye
ritmik tik tak’larımı duyurmak çabasından çok uzaklaştım, benim tik tak’larım benim tik tak’larım hepsini mora boyayıp, boynuma astım; tik tak... tik tak... tik tak...bunlar eylülün dansından geri kalanlar ver elini Şiraze,

aşk’ın bizi bıraktığı sahilden başlayıp açalım içimizdeki tüm gereksiz kuşkuları, kanat takıp uçsunlar ben cebimden bilyelerimi çıkarayım, sen cebinden topacını çıkar bir hacıyatmaz yerden yere savursun kendini ver elini Şiraze,
‘her şey iyi olacak’ diye diye yolu yarıladık bak
hiç çocuk olmamışım gibi geliyor bana, hepsi bir rüyaydı başladı bitti havasında unuttuklarımı bir bilsen, hatırladıkça yeniden doğuyorum pırıl pırıl gökte Şiraze..

Gök bana beşik Şiraze, bir ucu bir ucuna erişmeyen bir beşik...
salla beni, gözlerime çöken uykunun tadına bakayım, hiçbir uyku tam değil  hiçbir uyku sona götürmüyor Şiraze...
Az zamanda öyküler biriktirdim içimde, sen öyküleri bilir misin Şiraze?
Ben bildiğini bilirim, ben bilirim bildiğini...
Anaforlarına takılıp dönenlerin öfkesinden sakınmak adına sığındığım karanlık dere veyarık kaya’nın uğuldayan dik yamaçlarının çevrintisiyle titrediğim gece...Şiraze
bir tek sendin dizinde dinlendiğim.
 Öyle bakma dedim kaç kez, öyle pencerelerden gece vakti salınışın yollara
ve bir gölge gibi süzülüp duvar diplerinden kayışın köşebaşlarına
beklediğimdin sen
sen bir ömür beklemeyi seçtiğimdin.Bir dahası olmasın görmeyeyim gözlerini,
bir dahası olmasın dolunaysız gecelerde tutmayayım elini,
bir dahası olmasın ‘yaş gidiyor’ anmaktan başka güzelliği kalmadı senliliğin.
Sen ile ben Şiraze,
öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu...
Ve bir... ve iki... ve üç... ve dört Şiraze.
Sen ve ben, ömür son demine vardığında ‘yaşandı bitti’ diyebilecek gücü şimdiden toplamalıydık. Geç mi kaldık? Geç kaldığımızı anlamak için bile mi geç kaldık?
Yok böyle bir şey; biz her şeye arası kapatılamayacak mesafelerce çoktan geç kaldık.
Bitmek varsa eğer, geçmişi ak sayfalara kaydedecek zaman bitti Şiraze.
Artık onları hiçkimse okuyamayacak, artık onları hiçkimse dost bilip sarılamayacak, artık onları hiçkimse çantasına doldurup yanında taşıyamayacak... ve bir sürü artık işte.Biz zamanın tellerinden her birine asılı kaldık.
Bir an’da, hiç olmayacak bir vakitte; nedir bu kalabalık bir kumpanya edasında? Ellerinde pankartlar: ‘Aşk bir ihtilâldir!’ – ‘Aşk bir arayıştır!’ – ‘Aşk bir tutunuştur!’ – ‘Aşk bir başkalaşımdır!’ – ‘Aşk bir yitiştir!’Sarmışlar bin yanımı; elini uzat Şiraze,
uzat elini... ben kendi ihtilâlimden endişedeyim. ‘Buralardan her kim geçerse iz bırakır, aşk’ına dideban olup asrın engebelerinde kaybolur’edasında kol kola sevdalılar; ‘aşk bir ihtilâldir’ derken gözyaşından nehirlerde boğulur bak nihan bakışlı şebnemler oynaşıyor yapraklarda yapraklar ki, bahar kadar taze...ben her dokunduğumu inciten, ben her uzandığımı dumura uğratan; bir felaket kadar felaket bir afet kadar afet...
o nihan bakışlı şebnemlerin oynundan çok ırak mekanlar seçmişim kendime Şiraze.
Bir tebessüm et yeter; yıkılsın mefhumu şiddetin
Ben seni gecelerde aradım, yıldız gibi
Ben seni denizlerde aradım, inci gibi
Ben seni türkülerde aradım...Şiraze!
Ben seni içimde, görülmemiş rüya gibi yaşadım  Aşk belki, ağlamaktır...Nasıl da yumuşatır gözyaşı insanı; nasıl da eritir, inceltir...
Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara, bir de yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara Ağlamak güzeldir Şiraze,
ağlamak yüreğin temizlik eylemidir
Bilir misin, lale’ler de işte böyle şebnemlenir
Bıraktığım hiçbir şeyin bıraktığım gibi olmadığını olmadığını kendimin bile o şehirdeki gibi...biliyorum zaman tepeleyip geçiyor her şeyi; beni, seni, damdaki kediyi, kaf dağı’nı, anıların her an’ını...zaman ilerledikçe netleşiyor geçmiş, geçmişin satıraraları canlanıveriyor isimler yüz hatlarına bürünüp çıkıyorlar karşıma, ‘bak’ diyorlar bana, ben de bakıyorum tanıdık gelen çok çizgi var yüzlerinde, onlarda bir parça benden harf görüyorum ‘zaman’ diyorum bir potin gibi ayağımda, koncu uzun mu uzun, dolanıyor... dolanıyor... dolanıyor...ürperiyorum zamandan yapılma potinler her geçen gün biraz daha sıkıyor beni
sen yoksun diye belki
sen hiç olmadın diye belki
sen hiç olmayacaksın diye belki
sen hiç...oysa seni şarkıların en manidar kelimelerinde gizledim
oysa seni ebrulî hayatların penceresinden seyrettim
oysa seni bir resim atölyesinin en karanlık köşesindeki ışık belledim
oysa...bana yakıştırılan gitmek oldu sen kal ben gideyim şimdi
sen kal ben gideyim şimdi eğer biri gitmek zorunda ise ille de, sen kal ben gideyim şimdi bir kere gitmeyi başarmış olan, artık sürekli gidebiliyor çünkü bir kere gittim Şiraze,
sen kal ben gideyim şimdi ben ürkek yaşadım hep, ürkek dolaştım yollarda, ürkek baktım dağlara, ürkek konuştum insanlarla ürktüm hep farkederler varlığımı diye
farkederler de gözlerime bakarlar diye hani gözlerime baksalar seni görürler diye
seni görür sorarlar diye ‘kim’ ben ürkek yaşadım hep, ürkek boyadım resimlerimi, ürkek yazdım, ürkek çıktım evden dışarı ürktüm hep adımı sorarlar diye
‘sorsalar ne çıkar’ ben adımı bile unuttum Şiraze,
ben adımı bile unuttum ben ürkek yaşadım hep, ürkek giydim eteklerimi, ürkek baktım aynalara, ürkek okudum şiirleri ürktüm hep beni fotoğraflarına hapsederler diye
beni ak yeleli, hırçın atın sırtından alırlar diye ne desem az, ne desem çok ne desem boş, ne desem yersiz ve yetersiz Aşk’ına vurdum başımı, iflah olmam; ne kadar su verirsen ver, artık susuzluğumu gideremezsin ne kadar ışık tutarsan tut, artık karanlığımı ışıtamazsın içimde hiç dinmeyen bir fısıltı olarak kalacaksınŞiraze...
seni kaybetmek bir daha bulamamak demekti, geç anladım Şimdi gölgemizi de alıp yanımıza, ‘ufuk’ dedikleri yeri hedefleyelim gel seninle
gel seninle Şiraze
“seninle konuşmalıydım Şirazeçok çok önceleri ilk karşılaştığımda, bir park duvarı üzerine oturmuş yoldan geçenlerin nereye gittiklerini merak eden bakışlar taşımaktaydın yanında
ben de belli ki senin henüz farketmediğin o eşsiz güzelliğini doya doya seyredebilme telaşıyla bir köşe buldum kendime affına sığınarak aşık oldum sana bilmedin
üzerindeki küçük çiçekli, fırfırları ayak bileğinizi okşayan bordo etek tüm sadeliğiyle içime akıyordu hep gözlerindeki o pus hiç gitmedi... hiç gitmedi... anladığım oydu ki; hiç de gitmeyecekti neden bu kadar üzgün sardunyalarla süslüyordun gördüklerini?
neden hep aynı yere geçip, aynı yalnızlığın içinde kayboluyordun?
neden hep susuyordun? neden hep susuyorduk? neden hep...
seninle konuşmalıydım Şiraze
ne kadar da benden olduğunu anlatmalıydım her sabah yumuşak bir buse ile seni uyandıran...her kahvaltıda demli çayını ince belli bardağına dolduran...
her aynanın karşısına geçtiğinde saçlarını okşayan...her kapıyı kapatışında ardında peşine takılan...her sokakta adım adım seni izleyen...ve içinden taşanları bir bir tutmaya çalışan...işte hepsini... hepsini... yapan benimhâsılı; ben Şiraze, sen Şiraze
...
seninle konuşmalıydım Şiraze kendini artık dinlemek zorunda olduğunu bir şekilde anlatmalıydım sana boş boş baktığın kalabalıklardan değil, kendinden medet...o, benim evet; yani sen ben Şiraze, sen  Şiraze...seninle konuşmalıydım Şiraze
zaman aktı geçti yanından, durdun hep
birşeylerin geçip giderken, sen dursan bile, senden çok şey alıp götürdüğünü,
parçaların bir bir eksildiğini artık farketmeliydin sevgililer gider Şiraze...
sevgililer hep gider biz kalırız artakalan onlardan ve bize artabıraktıkları...
sevgililer hep gider Şiraze...seninle konuşmalıydım Şiraze
birgün ‘yarın’ diye bir şey olmayacak o olmayacak yarın’ımız bize varmadan ne mümkünse yapmalıyız beraberce tut elimden Şiraze
rüzgarlara katıp kendimizi uçalım, altımızda atlas Şiraze
tut elimden yağmurlarla sulayıp yüreğimizi turnaların izini sürelim, ışık yol
tut elimden Şiraze
uyanmak için geç olmadan yola çıkalım, rüyalar bizi kilitlemeden
seninle konuşmalıydım Şiraze, ben Şiraze, senŞiraze
......
her dilden söyleniyorum sana işte, her telden çalıyorum...hayat devam ediyor Şiraze; bazen kıyısında dünyanın, bazen en içinde hayat, her şeye rağmen devam ediyor Şiraze
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Seni pamuklara yatırıp uyutmak geçti içimden.
 O kadar narindi yüreğime yansıyan duruşun. O kadar narin...
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Ben garip bir küçük kız, sana baktım uzun uzun.
Yüzümden döküldü parçalanmış yaşanmışlar.
Sen ne kadar erişilmezsen, ben o kadar çukurdaydım.
Sen ne kadar mutmain bakıyorsan dünyaya, ben o kadar eksiktim.
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
 Parıldayan bir gözlerin, bir parmaklarının ziyneti kıymetli yüzüklerin değildi. Her şeyinle, nurdu üzerinden damlayan.
Ben o damlalardan birine dokunabilsem diye iç geçirirken...
her şey karardı. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Düşlerin en güzelini en güzel yapan, senin duruşun... bakışın... ve suskunluğundu. Gökten inen her kar tanesini, her yağmur damlasını taşımakla vazifeli meleklerden biriydin belki... belki öyle gelmiştin düşüme. Bir rahmet... bir bereket...
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Bir sarkıt gibi dondum yerimde; ne bir adım ileri, ne de geri... Sen gelmiştin düş senfonime, sen gelmiştin... insan seni göürünce belki ne istemesi gerektiğini farkediyor. Ben de belki, işte sırf bu yüzden uzandım sana, ‘bir dokunsam’ dedim. Dedim de öylece kaldım. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Biri aldı götürdü beni senden. Bir evdi belki, bir oda... bir... bir... düş bu Şiraze.
Gerçeğin çizgilerine uymuyor ki. Oturdum bir başıma, gözlerimde sönmeyen ışıltın. Bembeyazlığınla kalabalıklara yön oldun. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze. ‘Yüzünü dökme küçük kız’ dedim kendime.
‘Bırak üzülmeyi’ dedim. ‘Yalnız sen misin bir düşün, unutan sevilmeyi.’
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Biliyorum, bir kere çıktın karşıma, düş olsa da farketmez. Bir kere girdin yüreğime. Biliyorum, ‘her siyahın bir beyazı, gecelerin gündüzü de vardır.’ Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
 Yürüdüğüm düş bahçeleri beni sana taşıdı. Yine de kalakalsam da böyle tek... böyle kimsesiz; dedim, ‘yüzünü dökme küçük kız, kızma onlara.’ Buruk bir tadı vardı yalnızlığımın, sen hep kalabalıklar içinde kim? Ben hep yalnızlıklar içinde kim?
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Dedim kendime, ‘yalnız sen misin bir düşün, zincir oranda buranda. Her tutsağın bir kaçışı, uykunun uyanışı da vardır.’ Uyansam yitiririm seni ben. Biliyorum ki, uyansam yitiririm seni ben. Bir daha çıkmazsın karşıma hiç. Üstelik dokunamadım da o naz ellerine. Ellerin ki belki kurtuluşum... ellerin ki belki tek umudum...
Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
‘Gördüm düşümden büyük bahçe yok.’ Ve gördüm düşümün en güzel çiçeği sensin. Kalabalıkların sevdiği, kalabalıkların sende dinlendiği... gecenin aydınlığı sensin.

Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
‘Düş’ dedim, ‘görmek istediğim mi?’ ‘Düş’ dedim, ‘geleceğimden bir mektup mu?’
Seni buldum Şiraze,
düşte de olsa... İzin ver dokunayım, belki hep kalırım yanında. Gittin... Hangi yöne? Hangi gemiyle? Yine kalan ben oldum. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
 Ve ben, ‘yüzünü dökme küçük kız’ dedim kendime. ‘Yaşamın anlamını bul, sonra dinle kendini yolunu bil’ dedim. Sen uzaklardan ses veren, bir kere çıkıp karşıma ışıltını da alıp giden Şiraze...
Sen yüreğinin götürdüğü yeri bilen, ben yüreğimin sesini bile duymaktan aciz... Aramızdaki ayrılıkların dozajının ayrımına varmak ne güç. Ne güç seni bir kere görüp yeniden bulma ümidiyle yaşamak. Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Ne kadar güzel, ne kadar derin...Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze.
Bir dahası olur mu düşlerin? Tekerrür eden düşler de var mıdır? Geceler midir düşlerin mekanı? Mekansa sınırlar mı seni? Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze. Velhasılı... Düşlerin en güzelinde çıktın karşıma Şiraze
Al yalnızlığımı ört üzerine şiraze. Al şiraze
yalnızlığımı, ört üzerine. Belki o vakit bırakıp her şeyi, gelirim biryerlerden başlamak için yeniden. Hani yalnızlığa pek alışmışların cesareti de gün gün kırılırmış da aydınlıktan dahi korkar olurlarmış. Bir yaprak hışırtısı, en şiddetli yağmurlardan birinde gökte damar damar çizilen şimşek ve ardından patlayan gürültü; konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar... Korkular çok, bil ki korkular ille de sebepli şiraze.
Al yalnızlığımı ört üzerine. Bitsin benliliğin hükmü üzerimde.
“Sevdiğini incitir insan” diyenleri haklı çıkaracak kadar kapanışım.
Rüzgar ektiğim günlerin sonrasında biçilen fırtınalarım.
Geceleri katettiğim menzillerim.
Bir şiire vurulup da hiçbir şiiri çözemeyişim.
Yapmak istediklerimi yaptıklarımla bir türlü örtüştüremeyişim.
Ve nerede, nasıl, ne zaman sonlanacağını bilemediğim hayatım.
Hepsi bir “yaşandı bitti” noktasının etrafında gezinen cümlelerim.
Al yalnızlığımı ört üzerine şiraze.
Buralardayım uzun zamandır. Birgün’ü bekliyorum sanırım, birgün’ü. Öyle büyük fırtınalarım var ki, o fırtınaların birinde “artık yeter” feryadına kapılıp kaybolacağımı sanıyorum. Yutuluyorum şiraze.


İzin vermeyeceğimi bile bile dik duruşların ardında bir söğüt eğikliği tavrında, hemen apartmanın ucunda kıvrılan sokak köşesinde, önümden gelip geçen her şeyi derin bir huşû içinde göz hapsinde tutuyorum. Sonbaharın yaprak dökümünde her yer sarı rengin hükmünde. Bu yüzden işte, al yalnızlığımı ört üzerine şiraze. 
 Orhan Pamuk’ un dediği gibi, doğru olanı yapmak her zaman mutlu etmiyor şiraze. Mutlu olmak adına tüm düşüncelerimi bir kenara bırakma arzusuyla yırtarken yazılmışları, hani “niye mutlu olmaya bu kadar çaba” cümlesiyle kol kola geçiyorum ara yolları bir bir.
Biliyorum ki artık, kendi istemedi mi gelmiyor, konuk olmuyor hayatımıza şiraze.
Bu yüzden al yalnızlığımı ört üzerine. Al yalnızlığımı şiraze.
“İnsanın hiç unutmadığı şeyler var” diyor Jean-Christophe Grange.
Ya unutamadığından, ya unutmaya meyli olmadığından, ya da hep hatırlatmaya hevesli ayrıntıların bir boşluk bulup gözlerle buluşuverdiğinden...
Ben zihin çıkınımı karıştırdığımda öyle çok unutulmuşlarla karşılşıyorum ki, “Hayret” diyorum kendi kendime. “Nasıl olmuş da bir çizgi geçmişim üzerinden.” Bu bir zihin oyunu. Bu benim zihnimin bana oyunu şiraze.  
Oyunlarım. Ben oyun oynamayı sevdiğim günlerin peşine takıldım bak yine. Hemen. Bir cümlede kayıverdim anıların içine. Anılarda mutluluk göz kırparmış. Hani insan mutlu olduğunu mutluluk anında değil de sonraları anlarmış. şiraze.  
oyun oynayalım seninle. Oynayalım ama, içinde yalnızlık olmasın. Al yalnızlığımı ört üzerine şiraze.
Al yalnızlığımı. Ört üzerine. Ve uyut ninnilerle. şakayık ki dağların lâlesi, seni bekler gizli gizli her sabah umutla döner yüzünü göğe, bir dua belki dilinde ve her akşam çöküşünde büker boynunu, döker yüzünü ertesi güne...
Ben... nereden geçersem geçeyim, hangi kapıyı çalarsam çalayım ve her kimle oturup sohbete dalarsam dalayım bir şekilde sen çıkıyorsun karşıma şiraze.
Giderken hiç gitmeyen, kaçarken hep beni izleyen, her adreste karşıma çıkan... dağ başı olsun ya da çöl... sensin  şiraze.
 atamadığım. Bak yağmur yağıyor yine, üstelik gri.
Burada yağmurların rengi hep gri. Az gri, çok gri; ama hep gri şiraze.saat dört yönünde bir yakamoz dansı büyülerken  görenleri bir necva ulaştı kulaklara, titrek dedi “olanı biteni aşk imiş”sen alevlendin, sen dillendin, sen çöktün birdenbire
çöle damladım, zamansız yine...Sen, yağmur ve bir bardak demli çay... birbirinize ne de çok yakışıyorsunuz. Ben aranızda ancak bir gölge gibi dolaşıyorum. Dizelerden sayısız ilham devşirme telaşındayken, adınla süslüyorum her mürekkebin değdiği yeri. şiraze...
çay kadar ısıtıyorsun içimi. şiraze...
yağmurlar kadar yıkıyorsun beni.  şiraze...
bilmiyorsun, “bir ömrü harcamak” dedikleri gerçeğin altını seninle çiziyorum.
billur kaseler dolaşıyordu elden ele, şerbet kokusu havada bir eğlentiye gelmişti insanlar, güle oynaya etekleri zilli göz ucuna hüzün takılmışların yeri değildi
tennurelilerin yeri hiç değildi...ne avludaki ağaç bir anlam verdi, ne çatıya serilip keyif süren asma...aradığım neydi orada, sormalıydım hem doğuyu, hem batıyı uyandıran adama Umay ana hiç çıkmadı karşıma. Bohçacı Ester, Martinikli cariye, kazak güzeli Ayzada... Yolculuklarımda kimseler yoktu satırlara boyanan. Kalabalıklarda mırıltılı günlerdi yaşanan çoğu zaman şiraze.
Hep birileri mırıldanıyordu. Kimi ağıt, kimi ninni, kimi destan... hep birileri mırıldanıyordu şiraze.
Duyuyordum. Ben de bozkırın türkülerini söyledim kendi kendime. Mor kadife fistanları diz boyunda dökülürken yanı ucumda, ben de türküler yaktım hep sana. İçimden geçenlarin adı şiraze,
yağmurlu günlerin tadı şiraze;
söyledim seni. Duyurmak için değil, duymak için. Duyurmak için hiç değil, duymak için şiraze.
Yağmurlar eşliğinde yola koyulduğum kaçıncı gece bu. Kaçıncı akşam hem senle hem sensiz gidişim guruba. “Bu gitmeler hep sürecek” nakaratı kulaklarımda saçlarına hoş kokulu buseler konduruyorum. kehribar, kekik, zencefil bir de karanfil kokusu sarmıştı havayı ipek yolu üzerindeydim, içimde arkeoloğunu bekleyen kalıntılar
ne kadar değişikti tümsekler, ne kadar başkaydı kasisler ve ne kadar sığ kalmıştım derinlerdeseni özlüyorum, yağmur penceremde seni özlüyorum hep şiraze...
 
birgün’dü birgün’ün bir günüydü, yazıldı
.......
Yolun sonu hayat. Yolun başı hayat. Yol boyu hepten hayat. Sıkışıp kaldım şiraze.
 Diyorum çoğu zaman göklere dönüp yüzümü “emanet çok ağır.” Büküldükçe bükülüyorum şiraze.
 Çatlayan ellerim acıyor. Tırnaklarım acıyor. Saçlarım, kaşlarım, kirpiklerim acıyor. Kanıyorum gün boyu. Nasıl olayım işte, bunca sıkışmışlığın arasında heyhat’ım şiraze. Düşünüyorum çok zaman, “hayat üzerine kaç cümle kurdular” diye.
 Cümleler de hayatın kendisi de, hayattan olmayan bir ben miyim ne? Bul beni şiraze.
 Daha girmeden karanlığa tüm aydınlığımı yuttum.
 Başıma bir ayla takıp, olamayacağım her ne var ise el ettim. Bul beni şiraze.
 Gözümden tut, dilimden tut... çek çıkar beni kuytularımdan şiraze. Bazen gecenin en sessiz anında göğe bir merdiven dayayıp çıkmak geçiyor içimden yukarılara. Aşağıda hayat. Yukarıda hayat. Aşağı yukarı hepten hayat
şiraze.
 Tutup askıya asamıyorum. Dolaba koyup saklayamıyorum. Sandığa kilitleyemiyorum. Kilit üstüne kilit vuramıyorum. şiraze,

 ben en var halimle yok olmanın telaşındayım. Dünyanın her anını hayata döndürememenin telaşındayım. Sonsuzluğumu yeşertememenin telaşındayım. Her mevsimi ruhuma aşılayamamanın telaşındayım. Telaş içinde bir ben’im şiraze.

İhsanı bol olana sevdalıyken, insana dair her şey ne kadar da az görünüyor gözüme. Verseler verseler ne kadarını verirler  şiraze?

Verirken kaç ölçer, kaç biçerler   şiraze?
Buralardayım. İkinci paragrafın üçüncü satır,  sekizinci kelimesinde... Sayfalardan iki-yüz-yetmiş-dokuz..Okuya okuya bul beni  şiraze. 
“Boşluk” diye bir şey yok, her kelime arası dolu.
Her satır arası dolu. Her paragraf arası dolu.
Sayfa kenarları dolu. Dopdoluyum şiraze.
“Aşk” desen aşk.
“Hasret” desen hasret.
“Acı” desen acı.
“Sevda” desen sevda.
“Renk” desen renk.
“Yol” desen yol.
“Işık” desen ışık.
Ne ise aradığın onunla doluyum  şiraze.

Gül verdiler, dikenini de istedim. Dikensiz gül kokmuyor  şiraze.

Gökyüzü verdiler, bulut da istedim. Bulutsuz gökyüzü dalgasız deniz gibi  şiraze.
Kağıt verdiler, kalem de istedim. Kalemsiz kağıt boş  şiraze.
Anladım ki, verenden hep isteniyor  şiraze.
Verdikçe isteniyor, verdikçe dahası isteniyor  şiraze.Buralarda kalakaldım gibi. Öyle bir his işte. Durağanlaşmak.
Lakin... hiçbir şey kalmıyor  şiraze.
Benimle birlikte hiçbir şey kalakalmıyor. Rüzgar katıp bulutları önüne götürüyor, pazardaki meyveler akşama satılıyor, sular akıyor, saat tik tak’larını sürdürüyor, buzdolabı gürültüyle çalışmaya devam ediyor, akşam oluyor, sabah oluyor, ağaçlar bir yapraklanıyor bir çiçekleniyor... Hiçbir şey kalakalmıyor  şiraze.“Önüm arkam, sağım solum sobe” diyorum. Kimseler yok. Sobeleyecek kimseler yok  şiraze.
Ben de duvardaki tabloyu, çekmecedeki düğmeleri, pencereden görünen evleri, yoldan geçen arabaları sobeliyorum. Sonra kaçıp saklanıyorum kendime. Kimse beni bulmuyor, bulamıyor şiraze. hep seninle...“Seni içimin en ücra köşesine gizledim; ürkek, tedirgin, temkinli...”
Her temmuz, bana şehrimi anımsatıyor dünyanın her neresinde olursam olayım. Çok zaman geçirip, çok anı biriktirdiğim; bol tuzlu denizinde, üzerimde taşıyıp da sevmediğim her ne var ise dalgalarıyla atmaya çalıştığım; salkım saçak dolaşırken, siyah etek uçlarımdan yerlere istemediklerimi saçtığım; kavurucu güneşinin altında, incir kokulu yollarda, nar çiçeği endamında her bakan göze dokunup saklandığım; aşk tadında gece yürüyüşlerine çıktığım...
Minik temmuz sıcağı şehrimi yeniden yaşamak arzusu doluverince gözlerime, yüreğimdeki pır pır eden kanatları susturamıyorum işte. Yeniden’i olmayan geçmişin, geçmişte kilitlendiği gerçeği ile ıhlamur ağacı altına uzanıp temmuz şarkıları döküyorum dilimden bu yabancı toprağa. Hüzne bulanmadan yaşanmıyor ki şiraze.
Kimseler bilmesin öykülerimi diye ketûm direnişlerle gömdüm mektuplarımı saklı kentime. İlk bûsenin açtığı yaranın bir daha kapanmayacağını, ilk bûsenin kopardığı fırtınanın ömür boyu dinmeyeceğini, ilk bûsenin tüm ‘hayır’lara bir asi yetiştirmede maharetinin yıllara değin uzanan dokunuşlarının artarak çoğalacağını, ilk bûsenin bedeni dolaşan bütün damarları nasıl da ‘çat’ diye bir bir çatlatacağını, ilk bûsenin ne varsa aniden değiştirivereceğini nereden bilebilirdin ki şiraze.
Mektuplarım benimdir, mektuplarımın ıhlamur kokusu benimdir, mektuplarımın canımı yakan her harfinin kıvrımları benimdir; temmuz sıcağında yeniden yazılıp, yeniden toprağa verilen, benimdir mektuplarım şiraze.
Şehirler değiştiriyorum, şehirlerle değişiyorum. Yüzleri yüzüme yansıyor, kokuları siniyor tenime, seslerinde yitip içimin feryatlarına sekte koyuyorum. Derûni bağlılıklarımı bir hilkat garibesi şekline bürüyüp yalnızlığına mahkum ediyorum.
Şehirler değişiyor şiraze,
Ben değişiyorum. Ben değişiyorum, dünya değişiyor şiraze.
Bir, yaşanmışlar olduğu gibi duruyor.
“Sen yok desen de, ayın tamamı orada” diyorum.
“Hayat zaten zor, onu daha da zorlaştırmak için neden bu çaba?” diye soruyorum.
“Yanlışlar birbirini izler” gerçeğine uyanıyorum.
“Yapmamız gereken, bize zaman verildiğinde yapacağımıza karar vermek” diyerek bir gayret yerimde doğrulup göğe avuç açıyorum.
Ve hayatlardan bir gölge gibi çekiliyorum uzaklarına...Ben şiraze,
her sabah yeniden doğuyorum; öykülerime bir yenisini eklemek, yeni bir mektuba başlamak için...
Seni Temmuz ile selamlıyorum...
Şiraze....Anlamı


Cinsiyet : Kız
Kökeni : Farsça
Anlamı :
1. Kitap ciltlerinin iki ucunda bulunan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit.

2. Pehlivan kispetinin parçası.

3. Esas, düzen, nizam.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...