İSLAM: DÜNYAYI AYDINLATAN IŞIK..1
İslam dini bundan 14 asır önce Arabistan Yarımadasında doğdu. Allah'ın, Hz. Muhammed (sav)'e Kuran'ı vahyetmesi ve insanlara İslam ahlakını bildirmesiyle, şiddet, barbarlık ve cehalet içindeki Arap toplumu barış, akıl ve medeniyeti öğrendi. İslam'ın doğduğu 7. yüzyılın başlarında, Arabistan dünyanın en karmaşık bölgelerinden biriydi. Bu topraklarda pek çok farklı kabile yaşıyor, her biri ayrı bir puta tapıyordu. Sapkın dinleri ve putları uğruna birbirleri ile savaşır, kan döker, hatta çocuklarını dahi öldürebilecek kadar vahşileşirlerdi. Bu batıl sistemde sevgi, merhamet, yumuşak huyluluk değil, acımasızlık, nefret ve şiddet makbul görülürdü. Kadınlar aşağı varlıklar sayılır, fakirler ve köleler alabildiğine ezilirlerdi. Bu karanlık ve kanlı dünya, İslam ahlakıyla birlikte tamamen değişti. Üstelik yalnızca Araplar değil, daha pek çok millet İslam ahlakının ışığıyla aydınlandı. İslam'ın indirilmesi ile birlikte, bilimde, kültürde, düşüncede ve sanatta daha önce eşine az rastlanan bir yükseliş yaşandı.
Allah'ın, Peygamber Efendimiz (sav)'e vahyettiği; "Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak Suresi, 1-5) ayetleriyle, karanlık bir cehalet ve kanlı bir şiddet döngüsü içindeki Araplar, ilk kez okumaya ve düşünmeye davet edildiler. Arap toplumunun yapısı İslam'la birlikte tamamen değişmeye başladı. Örneğin; Arap adetleri, savaşlarda esir alınan herkesin öldürülmesini gerektirirdi. Oysa Peygamber Efendimiz (sav), Allah'ın vahyettiği hükümler gereğince, esirlere iyi davranılmasını, Müslümanların kendi yemeklerinden onlara da vermelerini emretti. Kuran'da "Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan Suresi, 8) ayetiyle müminlerin bu özellikleri bildirilmekteydi. Esir alınan insanlardan istenen ise, eğer okuma-yazma biliyorlar ise bunu, bilmeyen Müslümanlara öğretmeleriydi. Arabistan toprakları, belki binlerce yıldır ilk kez merhamete, bağışlayıcılığa ve medeniyete tanık oluyor, insanlık tarihinin gördüğü en büyük kültürel yükselişlerden biri yaşanıyordu.
Allah'ın, Peygamber Efendimiz (sav)'e vahyettiği; "Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak Suresi, 1-5) ayetleriyle, karanlık bir cehalet ve kanlı bir şiddet döngüsü içindeki Araplar, ilk kez okumaya ve düşünmeye davet edildiler. Arap toplumunun yapısı İslam'la birlikte tamamen değişmeye başladı. Örneğin; Arap adetleri, savaşlarda esir alınan herkesin öldürülmesini gerektirirdi. Oysa Peygamber Efendimiz (sav), Allah'ın vahyettiği hükümler gereğince, esirlere iyi davranılmasını, Müslümanların kendi yemeklerinden onlara da vermelerini emretti. Kuran'da "Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan Suresi, 8) ayetiyle müminlerin bu özellikleri bildirilmekteydi. Esir alınan insanlardan istenen ise, eğer okuma-yazma biliyorlar ise bunu, bilmeyen Müslümanlara öğretmeleriydi. Arabistan toprakları, belki binlerce yıldır ilk kez merhamete, bağışlayıcılığa ve medeniyete tanık oluyor, insanlık tarihinin gördüğü en büyük kültürel yükselişlerden biri yaşanıyordu.
Yıllar ilerledikçe, İslam'ın adaleti ve yüksek ahlakı, Arabistan'da dalga dalga yayıldı. Müslümanların adaleti, mertliği ve kararlılığı, pek çok Arap kabilesinin İslam'a girmesine aracı oldu. Karşı konulamaz bir güce ulaşan İslam ordusu, 630 yılında Mekke'ye yürüdü. Mekke'nin putperestleri, yaptıkları onca zalimlikten sonra, Müslümanların kendilerinden intikam alacağından korkuyorlardı. Arapların adetlerine göre, bir savaşta yenilen kabilenin erkekleri kılıçtan geçirilir, kadın ve çocukları köle yapılırdı. Mekke'nin putperestleri, başlarına bunun geleceğinden emindiler. Ama Allah'ın sonsuz merhameti, Hz. Muhammed (sav) üzerinde tecelli ediyordu. Peygamberimiz (sav) hiçbir Mekkeliden intikam alınmayacağını ve kimsenin Müslüman olmak için zorlanmayacağını ilan ettirdi. Bu büyük affedicilik ve hoşgörü, Batılı tarihçilerin de dikkatini çekmiştir. Haverford Üniversitesi öğretim görevlilerinden Micheal Sells, Peygamberimiz (sav)'in bu üstün ahlakını şöyle ifade etmektedir: Hz. Muhammed (sav) Mekke'ye geldiğinde, hiçbir şekilde kanlı bir intikam gerçekleştirmediği gibi, kendisiyle üç yıldır savaşmakta olan ve kendisini yok etmeye çalışan Mekkelileri kucakladı. Bu, o devrin insanları için hayranlık uyandırıcı bir davranıştı. Dolayısıyla burada, bir dinin kuruluşunda, büyük bir yardımseverlik, olağanüstü bir nezaket ve merhamet yer almaktadır.
Önemli olan Mekkelilerin batıl inançlarının ortadan kaldırılmasıydı. Kenti alan Müslümanlar doğrudan Kabe'ye yöneldiler. Ardından kutsal mabede girildi ve içindeki putlar parçalandı. Bu putlarla birlikte, Mekkelilerin sapkın inanışları ve onlar adına yapılan tüm zulüm, adaletsizlik, barbarlık ve vahşet de yok edildi. Kuran ahlakıyla eğitilen Arabistan'da, cahiliye döneminin tüm haksızlıkları, sömürüleri, kan davaları ortadan kalktı. İnsanlar arasında saygı, sevgi, merhamet ve adalete dayalı bir düzen kuruldu. Bu nedenle ki, sonraki kuşaklar, bu döneme "Asr-ı Saadet", yani "mutluluk devri" diyeceklerdi.
İSLAM AHLAKININ HOŞGÖRÜSÜ, ADALETİ VE MERHAMETİ
Hz. Muhammed (sav)'in vefatının ardından da İslam'ın yükselişi hızla sürdü. İslam, birkaç on yıl içinde tüm Mezopotamya'ya, Kuzey Afrika'ya yayıldı. Batı'da İspanya'ya, Doğu'da ise Hindistan'a kadar ilerledi. Birkaç on yıl önce Arap çöllerinde hayvancılık yapan Araplar, İslam'ın onlara kazandırdığı yüksek akıl, kültür ve bilinçle büyük bir imparatorluğun yöneticileri haline geldiler. Bu, tarihte eşi görülmemiş bir büyümeydi. 100 yıl içinde, İslam İmparatorluğu, çok büyük bir alana yayıldı ve çok güçlü bir yönetim kurdu.
Bu geniş coğrafyada, Hıristiyanlar ve Yahudiler başta olmak üzere, pek çok farklı dini cemaat yaşıyordu. Müslümanlar, fethettikleri bu topraklardaki tüm farklı inanç gruplarına büyük bir hoşgörü gösterdiler. Rabbimiz'in, "Dinde zorlama (ve baskı) yoktur..." (Bakara Suresi, 256) hükmü gereği kimse dinini değiştirmesi için zorlanmadı, herkesin vicdanına saygı gösterildi. Kiliseler ve sinagoglar özenle korundu. Zorla din değiştirtmenin çok yaygın olduğu bir dönemde, Müslümanların bu toleransının benzeri yoktu.
İslami hoşgörünün en çarpıcı örneklerinden biri, Kudüs'ün fethinde yaşanmıştı. Kentteki Kutsal Mezar Kilisesi'nin patriği, Müslümanların kiliseyi yıkmasından korkuyordu. Hz. Ömer, kiliseye nezaket ziyaretinde bulundu, hiçbir endişeye gerek olmadığını söyledi. Namaz vakti geldiğinde ise, patrikten izin isteyerek kiliseden ayrıldı ve biraz uzakta namazını kıldı. El-Aksa Cami, Hz. Ömer'in Kudüs'teki ilk namazını kıldığı bu noktada inşa edildi. Dahası Müslümanlar Kudüs'e dünyanın en görkemli mimari eserlerinden birini kazandırdılar. Kubbet-üs Sahra, Hz. Muhammed (sav)'in miraca yükseldiği nokta olduğuna inanılan büyük taşın üzerine yapılmıştı.
Eşsiz motifleri ve altın kubbesiyle Kubbet-üs Sahra, İslam'ın sanat ve medeniyet anlayışının da ifadesiydi.
Bu hoşgörü ortamında, gayrimüslimlere gördükleri hataları ifade edebilecekleri demokratik bir eleştiri hakkı dahi veriliyordu. Emevi Halifeleri döneminde, Şam'da pek çok Hıristiyan, devlet idaresinde önemli mevkilerde görev almış, inançlarının gereğini diledikleri gibi yerine getirmiş ve bazıları rahatlıkla yanlışlıkları eleştiren eserler kaleme almışlardı.
Bu sıralarda Avrupa'ya ise koyu bir bağnazlık ve barbarlık egemendi. Katolik Kilisesi, Yahudilere ve hatta farklı mezheplerdeki Hıristiyanlara büyük baskı uyguluyordu. Zorla din değiştirtme, din adına işkence ve katliam, dönemin Batı dünyasının sıradan uygulamalarıydı.
Müslümanlar ise, Allah'ın Kuran'da emrettiği gibi, Kitap Ehli'ne karşı hep hoşgörülü ve merhametli davrandılar. Suriye'nin Şam kentindeki Aziz John Kilisesi, bu hoşgörünün bir diğer örneğiydi. Bölgeyi fetheden Müslümanlar, cuma namazlarını bu kilisede kılmaya başladılar, ama kilise hala Hıristiyanlara ait sayılıyordu. Onlar da pazar günleri kendi dini ibadetlerini özgürce yerine getiriyorlardı. İki dinin mensupları, aynı mabedi barış içinde kullanıyorlardı.
Müslümanların kentteki sayısı arttıkça, İslam yönetimi kentteki Hıristiyanlardan, onların da rızasıyla, kiliseyi satın aldı. Kilisenin hemen yanında bir cami yapıldı ve avludaki dekorlar İslami motiflerle zenginleştirildi. Bizans'tan miras kalan sütunların üzerine, İslam sanatının ilk çarpıcı örnekleri yerleştirildi.
Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlara olan hoşgörüsü, İslam tarihi boyunca sürdü; İspanya'daki Engizisyon vahşetinden kaçan Yahudiler, güvenlik ve hoşgörüyü Osmanlı topraklarında buldular. Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörünün kaynağı ise, Kuran ahlakıydı. Allah Kuran'da Müslümanlara; Kitap Ehli'ne, yani Yahudi ve Hıristiyanlara karşı iyilikle davranmalarını emretmişti: İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46) MÜSLÜMANLAR VE BİLİM
Astronomi konusunda yaptığı çalışmalarla ünlü olan Müslüman bilim adamlarından biri de Ali Kuşçu'dur. Kuşçu, Fatih Sultan Mehmet tarafından büyük destek görmüştür. Müslüman bilim adamlarının astronomi çalışmalarını gösteren minyatürler. |
İslam ahlakının insanlığa tuttuğu ışıklardan biri de, bilimsel düşünce oldu. İslam öncesinde Araplar ve diğer Ortadoğu toplumları, evrenin ve doğanın nasıl var olduğu ve işlediği gibi sorularla hiç ilgili değildiler. Bu sorular üzerine düşünmeyi, bunların cevaplarını araştırmayı ilk kez Kuran'dan öğrendiler. Allah Kuran'da inananlara, göklerin ve yerin nasıl var olduğunu incelemelerini emretmiştir: Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
Bu bilinç, İslam medeniyetinde büyük bir bilimsel yükseliş başlattı. Dünya tarihinde daha önce örneği görülmemiş bir bilimsel gelişmeydi bu. İslam'ın bilimsel yükselişinin merkezi, İslam imparatorluğunun başkenti olan Bağdat oldu. İslam dünyasının dört bir yanından gelen bilim adamları, düşünürler, araştırmacılar, Bağdat'ın ünlü Hikmet Evi'nde buluşur ve Allah'ın yarattığı evrenin sırlarını çözmek için araştırma ve inceleme yaparlardı. Müslüman bilim adamlarının Kuran ahlakına uymaları nedeniyle kazandıkları bu şuur, dünyanın o döneme kadar görülmüş en büyük bilimsel ilerlemesini meydana getirdi. Yine Kuran'da Müslümanlara öğretilen bir hikmet olan açık görüşlülük, Müslümanların diğer medeniyetlerin bilimsel birikimlerini ön yargısız biçimde incelemelerini ve geliştirmelerini sağladı. Müslümanların bilimsel eserleri, bilimsel konularda yapılmış sayısız araştırma, gözlem, deney ve hesapla doluydu. Bugün dünyada kullanılan onluk sayı sistemini ve rakamları geliştirenler, Müslüman matematikçilerdi. Cebir ve trigonometri, Müslüman matematikçilerin buluşuydu. Müslüman bilim adamları, astronomik gözlemlere büyük önem verdiler. Çağdaş astronomi, onların yöntemlerine dayanarak kuruldu. Müslüman alimler, Ay'ın Dünya etrafındaki hareketini de hesaplamışlar ve matematiksel formüllerle kağıda dökmüşlerdi. İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki görkemli mimari eserler, bu bilimsel alt yapı sayesinde meydana getirildi.
Müslümanlar hastalarını son derece temiz ve bakımlı hastanelerde tedavi ederken, Avrupa'da hastalar ölüme terk ediliyordu. Solda o dönemdeki İslam dünyasının ünlü Mansur Hastanesinin bir cephesi görülmektedir. Aynı dönemde Venedik sokaklarını gösteren aşağıdaki tablo ise, iki dünya arasındaki medeniyet farkını gözler önüne sermektedir.
|
Müslümanların en çarpıcı buluşlarından bazıları ise tıp alanındaydı. O sıralarda Avrupalılar, büyük bir cehaletle hastalıkları kötü ruhların laneti olarak görüyorlardı. Tedavi diye bir kavram, Avrupa'nın zihninde yoktu. Müslüman bilim adamları ise, incelemeleri sonucunda, hastalıkların gözle görülmeyen küçük canlılardan bulaştığını tespit ettiler. Bunun sonucunda da hastaların sağlıklı insanlardan izole edilerek tedavi edilmesi gerektiği sonucuna vardılar. Böylece, dünyanın ilk modern hastaneleri kuruldu. Müslüman hastanelerinde farklı tipteki hastalar için ayrılmış özel bölümler ve bilimsel tedavi yöntemleri vardı. Akıl hastalıkları bile terapi ve müzik yardımıyla tedavi ediliyordu. Aynı sıralarda Avrupa'da ise, akıl hastaları şeytanın hizmetkarı olarak kabul edilip diri diri ateşe atılıyordu. Müslüman doktorların insan anatomisi üzerindeki çalışmaları o denli isabetliydi ki, tam 6 yüzyıl boyunca Avrupa'nın tıp fakültelerinde temel kaynak olarak kullanıldı.
Ünlü İngiliz araştırmacı Terry Johns tarafından BBC televizyonu için hazırlanan ve İslam dünyasını inceleyen bir belgesel filmde, İslam'ın bu yüksek bilim düzeyinden şöyle söz edilmektedir:
Harran kentinden bir İslami düşünür, Dünya ile Ay arasındaki mesafeyi doğru olarak ölçmüştü. Bir başka Müslüman ise, eğer atom parçalanırsa, Bağdat boyutunda bir kenti yok edebilecek kadar güç ortaya çıkacağını yazmıştı. 1154'te Şam'da inşa edilen tıp fakültesinde, doktorlar anatomi, koruyucu ilaçlar, hijyenik ameliyatlar ve dolaşım sistemini öğretiyorlardı, Harvey'den yüzyıllar önce.
Avrupalılardan asırlar önce kan dolaşımını bilen Müslüman hekimler, hastalarını nabızlarını sayarak muayene ediyorlardı. Doğumlar devrin en sıhhi yöntemleriyle gerçekleştiriliyordu. Müslüman cerrahların kullandığı ve o devrin tıp kitaplarında gösterilen ameliyat araçları, son derece gelişmiş bir tıp bilgisinin kanıtlarıydı.
İslam dünyasının bilim okullarında, erkekler gibi kadınlar da eğitim görüyor, bilimin gelişimine onlar da katkıda bulunuyorlardı.
Müslüman bilim adamları ışığın yapısı ve optik konusunda da çok büyük buluşlara imza attılar. Gözün yapısını detaylarıyla ortaya koyan ilk kişi, Müslüman optikçi İbn el-Heytem idi. İbn el-Heytem'in lensler hakkında yaptığı olağanüstü derecede başarılı çalışmalar, kameranın icadına giden yolu açtı. Görme kusurlarının nedenini keşfeden Müslüman doktorlar, Avrupalıların aynı işe girişmesinden tam 1000 yıl önce, başarılı katarakt ameliyatları gerçekleştiriyorlardı.
İslam'ın büyük bilimsel mirası, Avrupa'nın 15. yüzyılda başlayacak olan bilimsel yükselişinin de en önemli kaynağı olacaktı. Hıristiyan bilim adamları, Müslümanlardan öğrendikleri bilgiler ve yöntemlerle Avrupa bilimini kurdular.
İSLAM MEDENİYETİNİN GÖRKEMİ
İslam ahlakının inananlara kazandırdığı önemli bir özellik de yüksek sanat ve estetik anlayışıdır. Kuran'da bildirilen cennet tasvirleri, olabilecek en yüksek kaliteyi, ince bir zevki ve göz kamaştırıcı bir ihtişamı tarif etmektedir. Bu anlayışı kalplerine yerleştiren Müslümanlar, eşsiz eserler ortaya koydular, yönettikleri ülkeler dünyanın en seçkin ve "modern" mekanları oldu. İslam, Arap Yarımadasından dört bir yana doğru yayılırken, beraberinde büyük bir kalkınma ve zenginleşme de getirdi. Müslümanlar, her gittikleri yere medeniyet götürdüler.
Örneğin Tunus'ta kente temiz su sağlamak için dahiyane bir arıtma sistemi kurdular. Birbirine bağlı olan iki büyük havuzda dinlendirilen su, tüm tortulardan arındırılıyor, sonra da kapalı borularla şehre dağıtılıyordu. Avrupalıların böyle bir şeyi düşünmeleri bile, ancak yüzyıllar sonra olacaktı. Suriye'deki Müslüman mühendisler suyu şehre taşımak için tasarım harikası değirmenler kurdular. Başkent Bağdat ise, dünyanın en görkemli ve en modern kentiydi. Mimari ve şehir düzenlemesi yönünden göz kamaştırıcıydı. Bağdat'a yolu düşen bir gezgin, şunları yazmıştı: Bağdat'ın tüm mahalleleri, parklarla, bahçelerle, villalarla ve meydanlarla, görkemli çarşılar, harikulade camiler ve hamamlarla dolu. Ve bu harika şehir nehrin her iki yanında kilometreler boyunca bu güzellikte uzanıyor.3
Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında (biri diğerinden) görünebilen şehirler var ettik ve orada yürüme (imkanlarını) takdir ettik: "Oralarda geceleri ve gündüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın" (dedik).
(Sebe Suresi, 18) |
Sağ üst resim, Şerif Tabataba Türbesi, 10. yüzyıl, Kahire. Alt sol resim, Tac Mahal, Hindistan. alt sağ resim, Mustansiye Medresesi, 1233, Bağdat. |
İslam dünyasının bir başka görkemli merkezi ise İspanya'ydı. Burada kurulan Müslüman Endülüs devleti, tüm Avrupa'nın en modern ve gelişmiş ülkesiydi. Başkent Kordoba, olağanüstü mimarisi, bakımlı ve ışıklı sokakları, kütüphaneleri, hastaneleri ve saraylarıyla göz kamaştırıcıydı.
O sıralarda Paris, Londra gibi büyük Avrupa kentleri, pis, karanlık ve bakımsızdı. Bu nedenle, Kordoba'ya gelen Avrupalı Hıristiyanlar, şehirde gördükleri büyük ihtişam, kültür ve sanat karşısında şaşkınlığa kapılıyorlardı. Boston Üniversitesi'nde görevli tarihçi Sheila Blair Kordoba'nın ihtişamını şu sözlerle tarif etmektedir: 9. ve 10. yüzyılda Kordoba kenti Avrupa'daki en büyük kentlerden biri ve en çekicisiydi. Şehre gelen insanların bu konudaki tasvirleri var elimizde. Bütün bu çiçekler, bu açık caddeler, bu harika ışıklandırma... Kuzeydeki (Hıristiyan) şehirleri ise karanlıktı. Sadece Kordoba'da temiz içme suyu vardı, insanlar büyük evlerde yaşıyordu. Paris'te ise insanlar nehir kenarındaki küçük kulübelerde yaşamaktaydı.
Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orda size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz? (Araf Suresi, 10) |
Kordoba'nın ihtişamından günümüze kalan çok az eserden biri, bugün kentin merkezinde yer alan Katolik katedralidir. Bu katedral gerçekte bir camiydi, sonradan kiliseye çevrildi. Caminin içi ise gelenleri büyüleyen bir estetiğe sahipti. Kordoba'ya gelen Hıristiyan gezginler, bu ihtişamdan çok etkileniyorlardı. 10. yüzyılda Horotzwither isimli Sakson kökenli bir rahibe, Kordoba'yı "dünyanın süsü" olarak tanımlamıştı. Endülüs'ün en görkemli yapılarından biri de, İslam sanatının ve estetiğinin harikulade örneklerini barındıran el-Hamra Sarayı'ydı. Sarayın her detayında, İslam'ın insanlara kazandırdığı yüksek ruhun ince zevki okunuyordu. El-Hamra'nın bahçeleri, yer çekiminden yararlanılarak yapılan kompleks fıskiye sistemleri ile doluydu. Kuran'da bildirilen cennet tasvirleri, El Hamra'yı inşa eden Müslümanların ilham kaynağı olmuştu.
İslam medeniyetini dünyanın dört bir yanına ulaştıran Müslümanlar, bu topraklarda görkemli eserler inşa ettiler. |
Kuran'da cennetle ilgili bildirilen ayetlerin bir kısmı şu şekildedir: İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır. Çeşitli-meyveler. Onlar ikram görenlerdir. Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde. Birbirlerine karşı tahtlar üzerinde (otururlar). Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır. Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. (Saffat Suresi, 41-47) Çeşit çeşit 'inceliklere ve güzelliklere' (veya her türden sık ağaçlara) sahiptirler. (Rahman Suresi, 48) Astarları ağır işlenmiş atlastan yataklar üzerinde yaslanırlar. İki cennetin de meyve-devşirmesi (ordakilere) yakın (kolay)dır. (Rahman Suresi, 54)
Kordoba Cami'nin mimarisi etkileyici bir güzelliğe sahiptir. |
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl Suresi, 90) |
Alabildiğine yemyeşildirler. (Rahman Suresi, 64) 'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler. Karşılıklı yaslanmışlardır. (Vakıa Suresi, 15-16) Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları) Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları. (Vakıa Suresi, 28-29) Yayılıp-uzanmış gölgeler, durmaksızın akan su(lar); ve (daha) birçok meyveler arasında kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler). Yükseklere-kurulmuş döşekler (sedirler). (Vakıa Suresi, 30-34)
(Sol resim) Müslümanlar tarafından Granada'da inşa ettirilen El-Hamra Sarayı, Endülüs'ün en ünlü eserlerindendir. | |
De ki: "Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız Kendisi'ne has kılarak O'na dua edin. "Başlangıçta sizi yarattığı" gibi döneceksiniz." (Araf Suresi, 29) | İçlerinde durmaksızın fışkırıp-akan iki pınar vardır. (Rahman Suresi, 66) |
Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır orada altın bileziklerle süslenirler hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu) Ne güzel sevap ve ne güzel destek. (Kehf Suresi, 31)
Müslümanlar mimarinin yanında giyim kalitesi ve zevki açısından da dünyanın en ilerisiydiler. Müslümanların tekstil tezgahlarında, o güne kadar görülmemiş güzellikte kumaşlar üretiliyordu. Avrupalıların giysileri, İslam dünyasının ürünleri karşısında çok sönük kalıyordu. Bu nedenle Müslümanlar tarafından yapılan giysi ve kumaşlar, Avrupalılar arasında en büyük lüks ve statü sembolüydü. Kiliselerdeki en değerli kutsal eşyalar, İslam ülkelerinden getirtilen kumaşlara sarılırdı. Öyle ki, Ortaçağ'da yapılan bazı Hıristiyan resimlerindeki giysilerin üzerinde, İslami yazılar yer alıyordu. Müslümanlar, dünyanın modasını da belirliyordu.
Tüm bunların yanı sıra, Batı dünyasının Müslümanlardan öğrendiği daha pek çok medeniyet alameti vardı. Örneğin, Avrupalılar banyo yapmayı ve sabun kullanmayı dahi, Müslümanlardan öğreneceklerdi. Hatta Avrupa'nın müzik kültürünün gelişiminde de, İslam medeniyetinin büyük payı vardı. İslam dünyasında yaygın olarak kullanılan telli sazlar, Avrupalılar tarafından sonradan benimsendi. Batı müziğinin temel enstrümanlarından biri olan gitar, udun adapte edilmesiyle doğacaktı. |