25 Aralık 2019

İNSANI TANIMA SANATI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM





Ana Çizgi ve Dünya Görüşü
Bu konuda araştırmalara girişilmekisteniyorsa, bir çocukluk izlenimini başlangıçnoktası yapıp ortadaki duruma kadar bir çizgiçekecekmiş gibi davranmak, dünya görüşüylekişi arasındaki ilişkiyi bu yoldan ele geçirmeyeçalışmak yerinde olacaktır. Böyle davrandık mı,

bir insanın şimdiye kadar izlediği ruhsal çizgiyipek çok durumda başarıyla belirlebiliriz. Öylebir çizgi ki, insanın yaşamı çocukluğundanbaşlayarak bu çizgi üzerinde belirli bir şemayauygun olarak devinip durur. Bazı kimseler belkiböyle söylemekle yazgı denilen şeyi güzelgöstermeye çalıştığımız, sanki insanın yazgısınıkendisinin belirlemesini sağlayan özgür biriradeyle donatıldığını yadsımak istediğimiz gibibir izlenime kapılacaktır. Böyle bir izlenim, sonbölümüyle gerçekten de doğrudur; çünkü sözkonusu eğilimi hakikaten içimizde taşırız.Gerçekten etkili olan bir şey varsa, her zamaninsanın devinim çizgisidir; bu çizginin biçimindezamanla kimi değişiklikler gözlemleyebiliriz;ama içeriği, dinamizmi, anlam ve amacıçocukluktan başlayarak değişmeden kalır;çocuğun, sonradan yerini daha geniş çaptakiinsan topluluğuna bırakacak çevresiyle dekuşkusuz ilişki içindedir. Bir insanınyaşamöyküsünü çocukluğunun ta başlarınakadar izleme yöntemi hiçbir zaman eldenbırakılmamalıdır; çünkü daha süt çocukluğu

dönemindeki izlenimler kişiyi belirli bir amacayöneltir ve onu yaşamın sorunlarına belirliyanıtlar vermeye zorlar. Bu yanıtlarda çocuğundoğarken beraberinde getirdiği tüm gelişimolanaklarından yararlanılır ve daha sütçocukluğu döneminde gördüğü baskı, hayatabakış tarzını ve
dünya görüşünü
 ilkel biçimdeetkiler.Dolayısıyla, insanların yaşam karşısındakitutumu, ilk yaşam döneminde pek değişikbiçimlerde kendini açığa vursa da, ilgili tutumunsüt çocukluğu döneminden bu yana pekdeğişmeden kalması şaşırtıcı bir şey sayılmaz.Bu yüzden, bir insanın daha süt çocukluğundakolay kolay olumsuz bir dünya görüşüedinemeyeceği koşullar içinde bulunmasınadikkat etmek gerekir. İlgili konuda kesin roloynayan etkenler, çocuğun organizmasının güçve dayanıklılığı, çocuğun toplumsal konumu veeğiticilerin özelliğidir. Başlangıçta yanıtlarotomatik olarak adeta refleks biçiminde verilsebile, çok geçmeden amaca uygunluk açısındançocuğun tutumunda öyle bir değişiklik baş

gösterir ki, bundan böyle yardım gereksinimiçocuğun mutluluk ve sefaletini belirleyenetkenler olma niteliğini yitirir ve çocuk ilgilietkenlerin baskısından kendi gücüyle yakayısıyıracak düzeye gelir. İçindeki saygınlıkeğilimiyle çocuk, eğiticilerin baskısındankendisini kurtarmaya çalışarak onların karşısındayer alır. Bu olay, çocuğun
kendi ‘ben’ini elegeçirdiği,
 yani kendisinden söz açmaya ya da‘ben’ zamiriyle konuşmaya başladığı dönemerastlar. Bu dönemde çocuk, çevreyle değişmezbir ilişki içerisinde bulunduğunu anlar, hiç denesnel sayılamayacak çevrenin, kendisini birtavır takınmaya ve çevreyle ilişkilerini, dünyagörüşünün doğrultusunda aradığı rahatlığıngerektirdiği gibi düzenlemeye zorladığını bilir.İnsan ruhunun amaca yönelik oluşukonusunda şimdiye kadar söylediklerimizi birkez daha düşünürsek, söz konusu devinimçizgisinin ayırıcı bir özellik olarak yok edilmezbir tutarlılığı içereceği kendiliğindenanlaşılacaktır. Beri yandan, böyle bir tutarlıçizgi, bizim bir insana tutarlı bir gözle

bakabilmemizi sağlar. Bu da, bir insanınbirbiriyle çelişir görünen davranışlardabulunması durumunda özellikle önem taşır. Öyleçocuklar vardır ki, okulda aile çevrelerindekinedüpedüz karşıt bir davranış sergiler. Yine öyleinsanlara rastlarız ki, karakter özelliklerigörünürde alabildiğine çelişik biçimdekendilerini açığa vurur, dolayısıyla söz konusuinsanların gerçek karakterleri konusunda biziyanılgıya sürüklerler. Ayrıca, iki insanındavranışları birbirine tam bir benzerlikgösterebilir; ama yine de, biraz alıcı gözüylebakıldı mı, ilgili davranışların temelindekidevinim çizgileri birbirine düpedüz karşıt niteliktaşıyabilir. İki kişinin aynı şeyi yapması, aynışey değildir; ama aynı şeyi yapmasalar da,yaptıkları aynı şey olabilir.Yani önemli olan, ruhsal olayları
çok anlamlılıkları
 dolayısıyla tek tek, yanibirbirinden soyutlayarak değil, bunun tam karşıtıbir yol izleyerek birbirleriyle ilişkili durumda,tümünü ortak bir amaca yönelik olarak ele alıpincelemektir. Bir olay yaşamın tüm ilişkiler

örgüsü içinde insan açısından nasıl bir anlamtaşıyor, bütün iş bunu saptamadadır. Bir insandakendini açığa vuran her şeyin tutarlı bir doğrultudışına çıkamayacağı düşüncesidir ki, onunruhsal yaşamını anlamamızı sağlayacak kapılarıbize aralar.Bir insanın düşünce ve davranışlarının belirlibir amaca yönelik olduğunu, bir amaçtankaynaklanıp bu amaç doğrultusunda bir seyirizleyeceğini kavradık mı, insan için en büyükhata kaynağının ne olduğunu da anlarız; ilgilikaynak da, insanın, ele geçireceği tüm başarı vekazanımlarla kendine özgülüğü arasında ilişkilerkurması ve bunlardan bireysel davranışmodelini, davranışının bu ana doğrultusunupekiştirmede yararlanmasıdır. Böyle bir şeyolabiliyorsa tek nedeni, bireyin tüm eldeettiklerini asla sınamadan geçirmeyerekbilincinin karanlığında ya da bilinçaltında saklıtutup bunları yönetmesidir. Ancak insanı tanımasanatıdır ki, bu konuya ışık tutarak olayıtümüyle saptayıp kavramamızı ve nihayet ondadeğişikliklere gidebilmemizi sağlar.

Bu noktaya yönelik konuşmalarımızı birörnekle kapayalım; bu arada bütün olaylarışimdiye kadar edindiğimiz bireysel psikolojikbilgilerden yararlanarak tek tek ele alıpçözümlemeye ve açıklamaya çalışacağız.Günün birinde bir kadın, hekime başvurur veiçinden bir türlü söküp atamadığı birhoşnutsuzluk duygusundan yakınır; buduygunun nedeni de, kendisine sorarsanız herçeşitinden bir yığın uğraşla tüm günününharcanıp gitmesidir. Dışarıdan bakınca kadındagözlemleyebileceğimiz tek şey, bir acelecilik vetelaş, gözlerini bürüyen bir tedirginliktir. Biryere gitmeye kalktığında ya da herhangi bir işeel atmak istediğinde üzerine çullanan aşırıhuzursuzluktan dert yanar. Çevresinden duyupişittiğimize bakılırsa, gerçek neden, her şeyigözünde büyütmesi ve yaptığı işlerin yüküaltında neredeyse yığılıp kalacak olmasıdır.Üzerimizde bıraktığı ilk izlenime göre, her şeyiaşırı derecede önemseyen biridir kadın; bu dapek çok insana özgü bir durumdur.Çevresindekilerden biri “kadının hep olay

çıkardığı gibi” ilginç bir açıklamadabulunmuştur.Bir kimsenin üzerine düşen işleri gözündebüyütme ve fazla önemseme eğilimini önem veağırlık bakımından yoklayıp, böyle birdavranışın toplum içinde ya da evlilikyaşamında ne anlama geleceğini kafamızdacanlandırmaya çalıştık mı, onun en gerekliişlerin bile doğru dürüst altından kalkamadığınıileri sürüp, daha fazla yük yüklenemeyeceğiniçevreye duyurmayı amaçladığı izleniminekapılmaktan kendimizi alamayız.Buraya kadar hasta hakkında öğrendiklerimizhenüz yeterli değildir. Onun bize daha başkaaçıklamalarda bulunmasını sağlamakzorundayız. Bu gibi çalışmalarda uygun birincelikle davranmak şarttır; kendine bir payevermek ve büyüklük taslamak hastanın hemenbir savunma durumuna geçmesine yol açar;dolayısıyla tahminler yürüterek, ayrıca hastanınsorular sormasını bekleyerek böyle bir çalışmayıyürütmek durumundayız. Diyelim ki hastayla birsöyleşi olanağı ele geçirildi, o zaman –bizim

vakadaki gibi– davranışıyla belki kocasıolabilecek bir başkasına daha fazla yükkaldıramayacağını, kendisine kollayışla vesevecenlikle davranılmasını istediğini anlatmayıamaçladığı, acele etmeden ve ima yolluaçıklanmaya çalışılır. Derken ihtiyatı eldenbırakmadan biraz daha ileriye gidilip, işin birbaşlangıcı olması gerektiği ve kimi koşullarınhastalığı kamçılayıcı etken rolü oynadığı yineüstü kapalı belirtilir. Bunun üzerine kadın yıllarönce kötü bir dönem yaşadığını, ilgili dönemdesevecenlik yüzü görmediğini doğrular. Artıkkadının davranışını biraz daha iyi anlarız,kollanıp gözetilme isteğini destekleyici bir roloynar bu davranış, yine sevecenlikgereksiniminin umursanmayacağı bir döneminçıkıp gelmesini önleme isteğini açığa vurur.Bu bulgumuz, kadının bir başka açıklamasıylasağlamlığa kavuşur. Kadın, bir hanımarkadaşından söz açar bize; arkadaşı pek çokbakımdan kendisine karşıt bir tiptir, mutsuz birevlilik hayatı sürmekte ve tam o sırada bu evlilikhayatından yakayı kurtarmak istemektedir. Bir

gün hastamız arkadaşını elinde bir kitapla görür;kocasına, o gün öğle yemeğini zamanındahazırlayabileceğini pek sanmadığını söylerarkadaşı ve bu davranışıyla kocasını öylekızdırır ki, adam sert bir dille karısını eleştirmeyekoyulur. Bu olay konusunda hastamız şöyle der:“Durumu biraz dikkatle gözden geçirdim mi,benim yöntemimin daha iyi sayılacağı sonucunavarıyorum. Benim, arkadaşım gibi suçlama veeleştirilere konu yapılmam düşünülemez; çünküsabahtan akşama kadar işten göz açtığım yok.Öğle yemeğini zamanında hazırlayamadım diye,benim gibi bütün gün koşturup duran, telaştangöz açamayan birine hiç kimse bir şeysöyleyemez. Şimdi bu yöntemden el miçekeceğiz?”Kadının ruhunda neler olup bittiğigörülmektedir! Görece masum bir yoldanüstünlüğe kavuşmaya, her türlü suçlamaya karşıkendini bağışık kılmaya ve kendisine hepsevecenlikle davranılmasını sağlamaya çalışırhastamız. Bunu da izlediği yöntemle elegeçirdiğine göre, ilgili yöntemden el çekmesinin

istenmesine pek akıl erdiremez. Ancakhastamızın davranışının gerisinde daha başkaşeyler de saklıdır. Nihayet aynı şekilde başkalarıüzerinde üstünlük sağlamaya yönelik sevecenlikçağrısı, kadının kendi açısından gereği kadaretkili şekilde yapılamamaktadır. Dolayısıyla,birbirinden değişik terslikler gelip kadını bulur.Bakarsın bir şeyi kaybeder, ara ara bulamaz, birhay huydur sürüp gider evde, işlerin bir türlüaltından kalkamaz, başına ağrılar girer sürekli,rahat bir uyku uyuyamaz, çünkü tasa içindedirhep, uğraşıp didinmesine haklılıkkazandırabilmek için olağanüstü bir gözle bakarbu tasaya, onu abarttıkça abartır. Bir yeregitmesini gerektiren bir davet bile, çetin bir işolup çıkar gözünde; davete ancak büyükhazırlıklardan sonra katılabilir. Habbeyi kubbeyapar hep. Dolayısıyla, birini dolaşmak, bir yeremisafirliğe gitmek, saatlerce, hatta günlercesürecek bir hazırlığı gerektirir. Bir davetdurumunda bazen gelemeyeceğini bildirir karşıtarafa ya da en azından geç gider. Toplumyaşamı, böyle bir kişinin yaşamında belirli

sınırları aşmaz.Kuşkusuz iki insanın arasındaki evlilik gibi birilişkide, sevecenlik çağrısının özel bir ışıkaltında gösterdiği birçok durum vardır. Öyleolabilir ki, erkek, iş gereği bir yere gitmekzorunluluğunu duyar, bir dost çevresi vardır datek başına şu ya da bu kimseye gitmesi ya daüyesi bulunduğu bir derneğin toplantısınakatılması gerekir. Peki böyle durumlarda karısınıevde tek başına bırakması, onun sevecenlikisteğine aykırı düşmeyecek midir? İlk andaevliliğin taraflara, birbirlerini elden geldiğinceeve bağlama hakkını verdiğini kabul etmeyeeğilim göstereceğiz belki; bu da pratikte sıkkarşılaşılan bir durumdur. Taraflardan birinin buyolda duyacağı istek ne denli sevimli görünürsegörünsün, iş sahibi biri için gerçekte altındankalkılamaz bir güçlük oluşturur. Karşı tarafı isteristemez rahatsız edici durumlar ortaya çıkacak,örneğin, bizim vakadaki gibi, cümle kapısınınkapanma saatinden sonra kimseyi rahatsızetmemeye çalışarak süklüm püklüm yatağınagirmeye çalışan erkek, karısını hâlâ uyanık

bulup şaşıracak, karısının sitem dolu bir edaylakendisini karşılamasını sineye çekecektir.Herkesin yeterince bildiği böylesi durumlarınüzerinde daha fazla durmanın gereği yok. Beriyanda, gözden kaçırılmaması gereken bir noktavarsa, burada yalnızca kadının hatalarının sözkonusu olmaması, aynı davranışı sergileyecekerkeklerin de sayıca kadınlar kadar çokluğudur.Ancak, bizim için asıl önemlisi, geniş ölçüdekisevecenlik isteğinin bazen bir başka yoldankendini açığa vurabileceğidir. Bizim vakada iseböyle bir olayın aşağıdaki seyri izlediğinigörmekteyiz: Kadın, bir akşamı ev dışındageçirmesi gereken kocasına, insan arasına pekseyrek çıktığını, dolayısıyla bu kez rahatlıkla evegeç dönebileceğini açıklar. Her ne kadar bunuşakayla karışık bir edayla dile getirirse de,sözleri pek ciddi bir özü içermekte ve şimdiyekadar kadınla ilgili belirlemelerimizlebağdaşmaz görünmektedir. Ne var ki, daha biryakından bakıldığında, aradaki uygunluk hemenfark edilir. Kadın o kadar akıllıdır ki, kocasınakarşı bilinçli olmasa bile fazla sert davranmak

istemez. Ayrıca, dıştan bakıldı mı, her yöndenson derece sevimli bir izlenim bırakır insanınüzerinde. Ele aldığımız bu vaka öyle iler tutaryeri olmayan bir nitelik taşımaz; üzerindedurmamız, salt psikolojik bakımdan ilgimiziçektiği içindir. Kadının kocasına söylediğisözlerle gerçekte ulaşmak istediği, yapacağışeyin kocasına, tarafından dikte edilmesidir.Kocasının eve geç gelmesine kendisi izinvermiştir, dolayısıyla kocası eve geç gelebilir,oysa adamın kendiliğinden eve geç gelmesikadını incitecek, küstürecektir. Yani kadınınsözleri gerçek durumu kamufle edici bir roloynar. Kadın, kocasına ilgili sözleri söyleyerekkocasının yapacağı davranışı ona kendisi dikteeden biri aşamasına yükselmekte, kocası ise salttoplum içindeki bir yükümlülüğü yerinegetirmek için evden ayrılıp gitmesine karşın,kadının istek ve iradesine bağlı bir aşamayaindirgenmektedir.İçindeki aşırı sevgi isteğini, hakkındaedindiğimiz bu yeni bilgiyle birleştirirsek,hemen şunu anlarız ki, bu kadının tüm yaşamı

her zaman başrolü oynamak, başkalarına karşıhep üstünlüğü elde tutmak, hiçbir sitem vesuçlamayla bulunduğu konumdan alaşağıedilmemek, çevresinin hep odak noktasında yeralmak gibi görülmedik derecede güçlü biriçgüdüyle yoğurulmuştur. Hangi durumda olursaolsun, kadının yukarıda belirtilen çizgi dışınaçıkmadığını görürüz. Diyelim ev işlerindekendisine yardım eden hizmetçi işten atılıpyerine bir başkası alınacaktır; son derece büyükbir tedirginliğe sürüklenir kadın; tedirginliğininde nedeni, yeni hizmetçi karşısında belki ozamana kadar alıştığı gibi diktatörcedavranamayacağı düşüncesidir; bu düşünce,açıkça tasalara sürükler kadını. Diyelim sokağaçıkacak oldu, yine benzeri bir durum sözkonusudur. Otoritesi kayıtsız şartsız güvencealtına alınmış bir ortamda yaşamak başka, evdençıkıp “yabancı” bir bölgeden içeriye adımatmak, kimsenin kendi iradesine bağlı olmadığı,yoldan geçen arabaların önünden bir kenarakaçması gerektiği, kısaca küçük bir rolleyetinmek zorunda olduğu sokağa çıkmak

başkadır. Demek oluyor ki, ancak bu kadınınevde ele geçirmeyi arzuladığı olağanüstü otoriteve güç düşünüldüğü zaman, yaşadığı geriliminneden ve anlamı ele geçirilebilecektir.Söz konusu belirtiler çoğunlukla o kadarsevimli bir şema içinde kendini açığa vurur ki,ilk anda bir insanın bu şekilde kendini kahredipduracağı hiç akla gelmez. Çekilen sıkıntı vekahır, bazı vakalarda çok daha büyük boyutlaraulaşabilir. Bizim vakadaki gibi gerilimleri dahageniş çapta zihinde tasarlamak, bunu anlamakiçin yeterlidir. Öyle insanlar vardır ki, topluulaşım araçlarına binmekten ürker, çünkü oradakendi sözlerinin geçmeyeceğini bilirler. Ürkekliköylesine ileri bir noktaya ulaşabilir ki, bundanböyle evden hiç ayrılmak istemezler.Sonradan izlediği gelişimi dikkate alırsak,bizim vaka, çocukluk izlenimlerinin insanınyaşamında hiçbir zaman etkisini yitirmediğinigöstermesi bakımından oldukça öğretici birörnektir. Bizim vakadaki kadının
kendi
açısından haklı sayılacağı yadsınamaz. Çünkübir kimse görülmedik bir diretişle çevresinden

yakınlık, sıcaklık, saygınlık ve sevgi bekleyipkendini buna göre ayarlayıp da, tüm yaşamınıbuna göre yönlendirdi mi, isteklerinekavuşabilmek için kendini aşırı yük altındaeziliyor göstermesi, telaşlı ve tedirgin birdavranışı sergilemesi pek fena bir yol sayılmaz;böylelikle her türlü eleştiriden yakasınıkurtarabileceği gibi, durmadan yapacağıyumuşak uyarılarla çevresindekilerin dekendisine yardım etmesini, ruhsal dengesinibozabilecek her türlü davranıştan kaçınmalarınısağlayabilecektir.Yaşamöyküsünde biraz daha gerileregidersek, hastamızın henüz okuldaykenödevlerini yapamadığı zaman, alabildiğine telaşakapıldığını ve bu yoldan öğretmenlerinikendisine pek nazik davranmaya zorladığınıöğreniriz. Ayrıca hastamız bu konuda bize şubilgiyi verir: Üç kardeşten en büyüğüdür;kendisinden sonra erkek kardeşi dünyayagelmiş, onu da bir kız kardeş izlemiştir. Erkekkardeşiyle bir türlü geçinememiş, kavga edipdurmuş, aile içinde onun el üstünde tutulduğunu

görmüştür hep. Özellikle kızıp içerlediği bir şeyvardır ki, kardeşinin okulda kazandığıbaşarıların evdekiler tarafından dikkatleizlenmesidir; oysa başlangıçta iyi bir öğrencisayılacak kendisinin elde ettiği başarılar,öylesine bir ilgisizlikle karşılanmıştır ki, sonundabu duruma pek katlanamaz olmuş, niçinkardeşiyle kendi başarılarının ayrı terazilerdetartıldığını kötü kötü düşünmeye başlamıştır.Bu durumda hastamızın çevresindekilerdeneşit davranış görmek istediğini, çocukluğundanberi güçlü bir aşağılık duygusunu içindetaşıdığını ve bunu dengelemeye çalıştığınıanlamaktayız. Söz konusu amaca da okuldaiyiyken kötü bir öğrenciye dönüşerek ulaşmayaçalışmış, okuldan eve kötü karneler getirerekkardeşini aşmayı arzulamıştır. Anne vebabasının dikkatini özellikle kendi üzerineçekmek gibi çocuksu bir düşünceyle söz konusuyola başvurmuştur. Hastamızın bugünaçıkladığına göre, o zamanlar gerçekten kötü biröğrenci sayılmayı açık seçik
istemiştir
. Ne varki, anne ve babası okuldaki başarısızlıklarıyla da

en ufak bir şekilde ilgilenmemiştir. Derkenhastamız yine ilginç bir davranışa başvurmuş,okulda tekrar başarılı bir öğrenci aşamasınayükselmiştir. Ama işte bu sırada küçük kızkardeşi, kardeşlerden en küçüğü sahnede boygöstererek dikkatleri üzerine çekmiştir. Kızkardeşi de kendisi gibi okuldan kötü karneler,kırık notlar getirmiştir eve. Gelgelelim, annesierkek kardeşinin başarılarına nasıl ilgigöstermişse, kız kardeşinin başarısızlıklarıyla daaynı şekilde ilgilenmiş, bu ilgi de tuhaf birnedenden kaynaklanmıştır: Hastamız normalderslerden kötü not alırken kız kardeşi ahlakdersinden kötü not almış, böylelikle evdekilerindikkatini kendi üzerine çekmeyi çok daha iyibaşarmıştır; nedeni de, ahlak dersinden kötü notalmanın öteki derslerden alınacak kötü notlarlakıyaslanamayacak kadar ayrı bir toplumsalönem taşımasıdır. Bu durum okulca özelbirtakım önlemlere başvurulmasına yolaçabileceğinden anne ve babayı ister istemezçocukla daha çok ilgilenmek zorunda bırakır.Bu durumda, hastamızın eşitlik uğruna savaşı

geçici bir süre için başarısızlıkla sonuçlanmışolmaktaydı. Ancak, şurası unutulmamalıdır ki,böyle bir başarısızlık ilgili süreçte asla birduraklama anlamına gelmez. Çünkühastamızınki gibi bir duruma katlanabilecekkimse yoktur. Söz konusu durumdan aralıksızyeni duygular fışkırıp yeni çabalarkaynaklanacak ve tümü de ilgili kişininkarakterinin alacağı biçime katkıda bulunacaktır.Hastamızın telaşının, başkalarının önündekendini yük altında ezilmiş ve bunalmışgösterme eğiliminin nedenini de artık daha iyianlamaktayız. Başlangıçta hastamızın sergilediğidavranışlar anneyi hedef almıştır; anne vebabasını zorlamak, kız kardeşi gibi kendisine deaynı ilgiyi göstermelerini sağlamak, beri yandankendisine kız kardeşinden daha kötüdavrandıkları için onları suçlamak istemişti.Hastamızın o zamanki ruh durumunun temelöğeleri, bugüne kadar kaybolmadan varlığınısürdürmüştür.Hastamızın yaşamında daha da gerilereuzanabiliriz. Çocukluğunun özellikle kendisini

etkilemiş bir yaşantısı olarak açıkladığına göre,üç yaşındayken henüz kısa süre önce doğanerkek kardeşine bir ara bir odun parçasıylavurmak istemiş, annesinin uyanık davranışıylaolay büyük bir kazaya yol açılmadanatlatılmıştır. Demek oluyor ki, hastamızkendisini ihmal etmelerinin ve kendisinegereken değeri vermemelerinin salt bir kızolmasından kaynaklandığını son derece ince birsezgiyle daha çocukken anlamış bulunuyordu. Ozamanlar belki binlerce kez keşke bir kızolmasaydım sözlerinin dilinin ucuna geldiğinianımsıyor hastamız. Yani erkek kardeşinindünyaya gelmesiyle sıcak yuvasını elindenalınmış gördüğü gibi, kardeşine erkek olduğuiçin kendisinden daha çok ilgi göstermelerineçok üzülmüştür. Söz konusu eksikliği gidermekiçin de zamanla bir yol bulmuş, başkalarına karşıkendini hep aşırı yük altında göstermiştir.Bir insanın devinim çizgisinin ruhsalyaşamının ne kadar derinliklerine köksalabileceğini şu düş de yine açıkça ortayakoymaktadır. Hastamız düşlerinin birinde

kocasıyla konuşur. Ama kocasında hiç de birerkek hali yoktur, bir kadına benzer daha çok.İlgili ayrıntı, tıpkı bir simge gibi, hastamızınyaşantı ve ilişkilere yaklaşımda başvurduğuşemayı ortaya koyar. Düşün içerdiği anlamagöre, hastamız kocasıyla kendisi arasındaamaçladığı eşitliğe kavuşmuştur. Kocası, birzaman erkek kardeşinin olduğunu düşündüğügibi, kendisinden üstün bir erkek değildir artık,neredeyse bir kadına dönüşmüştür. Kocasıylabundan böyle aynı aşamada yer alır. Aslındaçocukken elde etmek için can atıp durduğu şeyidüşünde ele geçirir.Böylece, ruhundaki iki noktayı birleştirerekbir insanın yaşam çizgisini ve ana doğrultusunusaptamış olduk ve kendisi hakkında tutarlı birizlenim edindik; ilgili izlenimi de: “Sevimlibirtakım çarelerden yararlanarak üstün kişirolünü oynamak isteyen bir kimse karşısındabulunuyoruz” cümlesiyle özetleyebiliriz.

6. YAŞAMA HAZIRLIK
B
ireysel psikolojinin dayandığı
ilkelerden biri
şöyledir:
 Ruhsal yaşamda geçen bütün olaylar,birey tarafından saptanan bir amaca hazırlık niteliği taşır.
 Ruhsal yaşamın, buraya kadaranlattığımız gelişim sürecinin amacı, bireyinisteklerinin gerçekleşeceği bir geleceğe hazırlıkoluşturmaktır. Tüm insanlara özgü bir durumdurbu; bütün insanlar böyle bir süreçten geçer. Eskimitler, destanlar ve söylencelerde de aynı durumgörülür; hepsinde de ileride gerçekleşecek olanya da zamanında yaşanan ideal bir durumdanhayranlıkla söz açılır. Geçmişte bir cennetinyaşandığına ilişkin olarak bütün kavimlerderastladığımız inancı da yine buraya katmakgerekir. Ayrıca, insanlığın içinde barındırdığı bu

özlemin bir yansıması, her türlü güçlüğünaltedildiği bir gelecek düşüncesine yer verenbütün dinlerde karşımıza çıkar. Öldükten sonrainsanın kavuşacağı mutluluk, o ezeli yinelenme,ruhun aralıksız bir gelişim süreci geçireceğiinancı da başka türlü yorumlanacak gibideğildir. Elimizdeki bütün masallar, insanlarınmutlu bir geleceğe kavuşma umudunugönüllerinde sürekli yaşattığını kanıtlamaktadır.
Oyun
Çocukların yaşamında bir olay vardır ki,geleceğe açık seçik hazırlık niteliği taşır, bu daoyundur. Kimi anne ve babalar ya da eğiticilergibi oyunlara asla bir kapris ürünü gözüylebakamayız; bunları eğitimin yardımcı araçlarısaymak, çocuğun ruhunun, hayal gücünün vebecerisinin gelişimine katkıda bulunan uyarı

kaynakları olarak görmek gerekir. Bütünoyunlarda gelecek için hazırlık özelliği açığavurur kendini. Örneğin çocuğun oyunkarşısındaki tutumunda, oynayacağı oyununseçiminde ve ona verdiği önemde bu durumugözlemleyebiliriz. Ayrıca, oyunda bir şey dahaaçığa vurur kendini; bu da, çocuğun çevreyleilişkisinin ne durumda olduğu, insan soydaşlarıkarşısında nasıl bir tutum takındığı, ilgilitutumun dostça mı, yoksa düşmanca mı niteliktaşıdığı, tahakküm eğiliminin söz konusututumda özellikle yer alıp almadığıdır. Bunundışında oyun, çocuğun yaşam karşısındakitavrını da ele verir, kısaca çocuk içinalabildiğine önem taşır. İlgili gerçekleri buluportaya çıkaran bilgin, pedagoji profesörü Grossolmuş, çocukların oyunlarına gelecek içinyapılan hazırlıklar gözüyle bakılması gerektiğinibize öğreten Prof. Gross, ayrıca hayvanlarınoyunlarının da aynı amaca yönelik olduğunukanıtlamıştır.Ancak oyunun işlevi konusundasöyleyeceklerimiz bu kadar değildir. Her şeyden

önce oyunda bir toplumsallık duygusunun daetkinliğini saptarız. Bu toplumsallık duygusuçocukta öylesine büyüktür ki, ne olursa olsunoyun oynayarak ilgili duyguya doyumsağlamaya çalışır ve oyun oynamaya karşıiçinde güçlü bir eğilim duyar. Oyun oynamaktankaçan çocukların ruhsal gelişimlerinde herzaman bir aksaklık söz konusudur. Böylesiçocuklar başkalarına pek sokulmak istemez,başkalarıyla bir araya geldiler mi, genellikleoyunbozanlıktan başka bir şey yapmazlar.Bunun da başlıca nedeni, büyüklük taslama, özdeğerini gereği gibi saptayamama, dolayısıylarolünü doğru dürüst oynayamama korkusudur.Normalde çocuklardaki toplumsallıkduygusunun kapsamını büyük bir kesinliklebelirlememizi sağlayacak tek şey oyunlardır.Oyunda pek belirgin gözlemleyeceğimiz birdiğer etken de üstünlük amacı olup, çocuğunsağa sola emirler yağdırması ve ona bunahükmetmek istemesiyle ele verir kendini.Başkalarından öne çıkmaya çalışıpçalışmadığına, egemen biri gibi davranmasını

sağlayacak oyunlara öncelik tanıyıptanımadığına bakarak, çocuğun böyle birüstünlük amacını ruhunda taşıyıp taşımadığınıanlayabiliriz.Çok az oyun vardır ki, yaşama hazırlık,toplumsallık duygusu ve hükmetme isteğindenoluşan bu üç etkenin en azından birini kendiiçinde barındırmasın.Ancak, oyunda rol oynayan bir başka etkendaha var ki, o da çocuğun oyun sayesinde bireylemsellik içinde bulunmasıdır. Oyun oynayançocuk, az çok kendi güçleriyle yalnız kalır,başarılarını diğer çocuklarla ilişkiyi koruyarakoyun aracılığıyla gerçekleştirir.Çok sayıda oyun vardır ki, çocuğun en baştayaratıcılık özelliğini ön plana çıkarır. İçlerindekiyaratıcılık eğiliminin at koşturacağı kadar büyükbir alanı buyur edip çocuklara sunan oyunlar,ileride seçilecek meslek açısından da büyükönem taşırlar. Diyelim ki, çocukken bebekleriiçin giysiler diken kimilerinin sonradan aynı işibüyük insanlar için yaptıklarını o kimselerinyaşamöykülerinden bilmekteyiz.

Oyun, çocuğun ruhsal gelişimine ayrılmazbiçimde bağlıdır. Adeta mesleki uğraşıdırçocuğun ve gerçekten bu gözle görülmesigerekir. Dolayısıyla, çocuğu oyun oynarkenrahatsız etmek, hiç de bağışlanacak bir davranışdeğildir. Oyunla harcanan zamana, hiç de boşagitmiş bir zaman gözüyle bakılmamalıdır.Gelecek için hazırlanma amacı dikkate alınırsa,her çocuğun daha çocuk yaşta, ileridesergileyeceği büyük insanın kimi özellikleriniiçerdiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden, üzerinde biryargıya varmak istediğimiz kimseninçocukluğunu öğrenmemiz, işimizi büyük ölçüdekolaylaştırır.
Dikkat ve Dalgınlık
Ruhsal organda bulunup, insanın çalışmagücünün ön planında yer alan bir yetenek de

dikkattir. Duyu organlarımızla içimizde ya dadışımızdaki bir olay arasında yoğun bir ilişkikurmaya kalktık mı, ruhumuzda özel bir gerilimduygusu uyanır; öyle bir gerilim ki, bedenimizintümünde kendini açığa vurmayarak, ancakbelirli bir alanla, örneğin gözle sınırlı kalır veilgili alanda sanki bir şeyler hazırlanıyormuşduygusuna kapılırız. Bizde bu gerilimduygusunu veren nesnenin devingen organlarolduğunu (göz örneğinde göz eksenlerinin belirlibir yöne yönelmesi) gerçekten de saptayabiliriz.Dikkatin, ruhsal organımızın ve devinimsistemimizin belirli bir bölgesinde bir gerilimeyol açtığını söylemekle şunu da belirtmişoluyoruz ki, ilgili gerilimle daha başkagerilimlerin organizmanın ortaya çıkmasıönlenmektedir. Bunun için de, dikkatimizi belirlibir şeye yöneltmeye kalktık mı, hemen onudağıtabilecek etkenleri tümüyle bir kenaraitmeye çalışırız. Yani dikkat, ruhsal organınalarma geçişi, olaylarla ruhsal organ arasındatamamen kendine özgü bir bağlantınınkuruluşudur, tüm gücümüzü belirli bir amacın

hizmetine vermemizi gerektiren zor birkonumdan ve olağanüstü bir durumdankaynaklanabilecek bir saldırı ya da savunmagirişimine hazırlık anlamını içerir.Dikkat yetisi, hasta ya da ruhsal bakımdanyetersiz olmamak koşuluyla, her insanda vardır.Ama bir insanda bu yetinin etkinliğinerastlanmadığı durumlarla da karşılaşılır sık sık.Bunun da nedenleri çok çeşitlidir. Bir kezyorgunluk ya da hastalık, söz konusu yetiningelişimini kısıtlayan etkenlerdir. Ayrıca bazıinsanların dikkatlerindeki yetersizlik, pek dikkatetmek istememelerinden, dikkatleriniyöneltecekleri şeyin yaşam karşısındakitutumlarına, yani kendi devinim çizgilerineuygun düşmeyişinden kaynaklanır. Amadevinim çizgileriyle bağdaşan bir şey karşısındadikkat hemen uyanıp çalışmaya başlar. Beriyandan, dikkat yetersizliği, kişideki muhalefeteğiliminden de ileri gelebilir. Çocuklar,muhalefete son derece büyük bir eğilimgösterirler. Böyle bir eğilimi içlerinde taşıyançocuklar, dışarıdan kendilerine yöneltilecek her

öneriyi ‘hayır’la yanıtlandırır, ama, bunuyaparken muhalefet eğilimlerini doğrudansergilemeyebilirler. Muhalefete eğilimli çocuğaöğretecek nesnelerle çocuğun bilinçsiz yaşamplanı ve izlediği ana çizgi arasında birbağlantının kurulması ve çocuğun söz konusunesnelere barışık bir gözle bakmasınınsağlanması, öğretim yöntemine ve eğiticilerinbecerisine kalmış bir iştir.Öyle insanlar vardır ki, her şeyi görüp işitir,her olayı, her değişikliği algılar. Bazıları da saltgörme duyularıyla dünya karşısında yer alır;yine bazıları vardır, aynı işi işitme duyularıylayapar; bu sonuncular hiçbir şey görmez, hiçbirşeyin görerek ayrımına varmazlar, nerede gözlegörülecek nesneler söz konusuysa, orada yokturkendileri. Bütün bunlar da yine bir kimseninbelirli bir durumda dikkat göstermesibeklenirken, böyle bir şeyle karşılaşılmamasınınnedenleri arasındadır.Bir kimsede dikkatin uyanmasını sağlayan enönemli etken, sağlam bir temele dayanacak‘ilgi’dir. İlginin yeri, dikkate göre ruhun çok

daha derin bir katmanıdır. Nerede ilgi varsa,dikkat de doğal olarak orada demektir,eğitimden yararlanılarak uyandırılmasına gerekkalmaz. Dikkat, ilgi duyulan bir nesnenin belirlibir amaçla ele geçirilmesini sağlayan bir araçtır.İnsanın gelişimi hiç hatasızgerçekleşmediğinden, dikkatin de hatalı yollarizlediği görülür, sürekli. Bir insanın hatalıtutumundan, doğal olarak ilgisi de olumsuzyönde etkilenir ve yaşama hazırlık bakımındanbir önem içermeyen nesnelere yönelebilir.Örneğin ilgisi aşırı derecede kendi şahsına,özellikle elinde bulundurduğu güç ve otoriteyeyönelik bir insan, nerede güçlülük çıkarıylabağdaşır bir durum varsa, nerede ele geçirilecekbir şeyler bulunuyor ya da iktidarı ve gücütehlikeye düşüyorsa, orada dikkat yetisiniçalıştıracaktır. Güçlülüğe karşı ilgisinin yerini birbaşka ilgi almadığı sürece, göstereceği dikkat birtürlü frenlenemeyecektir. Özellikle çocuklardaaçıkça gözlemleriz bu durumu; saygınlık eldeetmek söz konusu olunca hemen dikkatleriçalışır; ama ortada kendilerine yarar sağlayacak

bir durumun bulunmadığı duygusuna kapıldılarmı, çarçabuk sönüp gider dikkatleri. Bu konudaalabildiğine değişik ve ilginç durumlarlakarşılaşabiliriz.Dikkatin yetersizliği, gerçekte insanın dikkatgöstermesinin beklendiği bir konu ya danesneden uzak kalmak istemesinden başka biranlam taşımaz. Dikkatin bir nesneden çekilipalınması, kısaca onun bir başka nesne üzerineyöneltilmesiyle sağlanır. Dolayısıyla, birkimsenin dikkatini belirli bir şey üzerineyoğunlaştıramadığını söylemek doğru değildir.Bir şeye gereği gibi dikkatini veremeyen birkimsenin, bir başka nesne söz konusu oluncaaynı işin pekâlâ üstesinden gelebildiği, herzaman gözlemlediğimiz bir durumdur.
 Konsantre olma yetersizliğinin
 bir benzeriniirade güçsüzlüğü ve enerji yoksunluğudurumlarında da karşımızda buluruz. İradesiz veenerjiden yoksun bir gözle bakılan insanlardabeklenen değil de, bir başka doğrultuda çelikgibi bir irade ve aynı şekilde büyük bir enerjiyerastlarız.

Böylesi kişiler kolay tedavi edilemez. Bununiçin önce söz konusu kimselerin yaşam planlarıüzerindeki örtünün tümüyle aralanması gerekir.Ama bütün vakalarda şunu kabul etmek gerekirki, belirli bir konuda gözlemlenen eksiklik veyetersizlik, kişinin bir başka konuyayönelmesinden kaynaklanır.Dikkatsizlik ya da dalgınlık çok insandazamanla sürekli bir karakter özelliğine dönüşür.İkide bir öyle insanlara rastlarız ki, kendilerinebelirli bir iş verilmiştir, ama şu ya da bu şekildeyadsırlar bu işi ya da üstünkörü yapıp çıkarır vebu davranışlarıyla başkaları için bir yükoluştururlar. Dikkatsizlik, karakterlerinin kalıcıbir özelliğine dönüşmüştür, kendilerinden bir işeel atmaları istenir istenmez, sesini duyururhemen.
İhmal ve Unutkanlık

Gerekli titizlik ve özen gösterilmediği içininsanın güvenlik ve sağlığının tehlikeye düşmesidurumunda normal olarak ihmalden söz ederiz.İhmal, bir insanın tam anlamıyla dikkatsizliğinigösteren bir durumdur. Dikkat yetersizliği,insanın hemcinsleri için gösterdiği ilgininyetersizliğinden kaynaklanır. İhmalden yolakoyularak, örneğin çocukların oynadıklarıoyunlarda başkalarını yeterince düşünüpdüşünmediklerini saptayabiliriz. Bu tür ihmaller,insandaki toplumsallık duygusunun derecesinisaptamada sağlam bir ölçüt oluşturur.Toplumsallık duygusu istenildiği gibigelişmemiş insan, davranışı cezayla karşılanacakbile olsa, başkalarına karşı ilgi göstermekteoldukça zahmet çeker, oysa toplumsallıkduyguları gelişmiş kimseler böyle bir ilgiyizahmetsizce içlerinde yaratabilir ya da süreklikendilerinde barındırırlar.Dolayısıyla ihmal, toplumsallık duygusununbir eksikliğidir. Ama bu konuda da gereğindenfazla bir hoşgörüsüzlüğe kapılmanın yeri yoktur.Çünkü hiçbir zaman araştırıp incelemeden

geçemeyeceğimiz bir şey varsa o da, neden birinsanın kendisinden beklenen ilgiye sahipolmadığı sorunudur.Dikkatin zayıflamasından
unutkanlık 
 doğar,ayrıca önemli nesneleri kaybetme gibi bir durumortaya çıkar. Unutkanlıkta da kuşkusuz büyükbir dikkat potansiyeli, yani ilgi vardır, ama tamdeğildir bu ilgi, isteksizlikten kaynaklanan birbulanıklığı içerir ve söz konusu isteksizlik dekaybetmeyi ya da unutmayı başlatır, kamçılar yada doğurur. Örneğin çocukların kitaplarınıkaybetmeleri buna bir örnektir. Çokluk okuldakikoşullara henüz gereği gibi uyum sağlayamamışçocuklardır bunlar. Ayrıca, öyle ev kadınlarıvardır ki, durmadan anahtarlarını bir yere koyar,koydukları yeri bulamaz ya da anahtarlarınıkaybederler. Bunlar da, çoğunlukla evkadınlığına pek ısınamamış kimselerdir.Unutkan insanlar öyle kişilerdir ki, açıkçabaşkaldırmaya pek yanaşmaz, ama unutkandavranışlarıyla ödevlerine karşı yeteri kadar ilgiduymadıklarını ele verirler.

Bilinçaltı
Şimdiye kadar ele alıp incelediğimiz olaylardadikkati çekmiş olması gereken bir nokta, ilgiliolayları yaşayanların yaşadıkları olaylarüzerinde bir şey söyleyememeleridir. Diyelim kidikkatli bir insan, niçin çok çabuk her şeyigörebildiğini açıklayamayacaktır bize. Kısaca,ruhsal organın öyle yetileri vardır ki, bunlarıbilinç alanında aramak boşunadır. Bilinçli birdikkati belirli bir ölçüye kadar çalışıp elde etmeolanağı varsa da, dikkati uyaran kaynak bilinçtedeğil, ilgide saklı yatmakta, ilgi ise büyükbölümüyle bilinçaltında bulunmaktadır.Bilinçaltı tümüyle ruhsal organın bir işlevi, aynızamanda ruhsal hayatta en güçlü etkendir. Birinsanın devinim çizgisini biçimlendiren,(bilinçsiz) yaşam planını oluşturan güçleriburada aramak gerekir. Bilinçte yalnızca biryansıması, hatta bazen tersi vardır bunların.Örneğin kendini beğenmiş biri, çoğunlukla ilgiliözelliğinin hiç farkına varmaz, tersine öyle

davranır ki, sanki alçakgönüllülüğü herkesindikkatine çarpmaktadır. Kendini beğenmişolmak için bunu bilmek, bunun bilincine varmakgerekmez. Hatta böyle bir şeyi fark etmesininilgili kişinin amacına uygun düşmediğinisöyleyebiliriz; çünkü böyle bir şeyi fark etmesidurumunda kendini beğenmiş biri gibidavranamaz. Kendini beğenmiş kişi bir tiyatrooyuncusunu andırır; güven içinde davranışınısağlayan şey, çoğu kez kendini beğenmişliğinigörmeyerek, dikkatini başka bir nesne üzerineyöneltmesidir. Dolayısıyla, bütün olay, büyükbölümüyle karanlıkta bir seyir izler. Böyle birkişiyle kendini beğenmişlik konusunda birsöyleşide bulunmak istendi mi, söyleşinin hiç dekolay gerçekleşmediği görülecektir; çünkü ilgilikimse arkasını dönecek, rahatsız edilmekistemeyerek soluğu kaçmakta alacaktır. Ancakböyle davranmasıyla da bizim görüşümüzüpekiştirecektir. Yani ileride de kendini beğenmişbiri rolünü sürdürmek isteyen böyle bir kimse,oyun üzerindeki örtüyü aralamak isteyenherkese oyunbozan gözüyle bakacak, ona karşı

kendini savunmaya çalışacaktır.Bu davranış biçimine göre, insanları, içlerindegeçen olayların normal bir insana göre daha çokya da daha az bilincine varanlar, yani bilinçalanları daha geniş ya da daha dar olanlar diyeikiye ayırabiliriz. Çoğunlukla bu da, dikkatlerineyaşamın küçük bir alanını konu alanlar ve çokyönlü ilişkilere sahip olup dikkatlerini yaşamınve dünyada geçen olayların büyük bir bölümüüzerine yöneltenler ayrımıyla bir yerde aynıkapıya çıkar. Kendilerini ezik durumdahissedenlerin yaşamın küçük bir kesitindendışarı çıkamayanlar arasında yer alacağını,hayattan biraz yüz çevirmiş kişilerin yaşamınsorunlarını, yaşama gereği gibi ayak uyduranlarkadar açık seçik göremeyeceğini söyleyebiliriz.Böylelerinin incelikleri pek kavrayacağıdüşünülemez, çünkü ilgileri sınırlıdır, yaşamınkarşılarına çıkardığı sorunun ancak küçük birbölümünü görebilir, güçlerini bu yoldaharcamaktan kaçtıkları için ilgili sorunu tümboyutlarıyla kavrayamazlar. Hayatın tek tekolayları bakımından sıklıkla gözlemlediğimiz bir

şey var ki, o da bazı kimselerin yaşamkonusunda kendilerinde var olan yeteneklerdenhaberlerinin bulunmayışı ve ilgili yetenekleriküçümsemeleridir. Ama aynı kişilerin, yanılgılarıkonusunda da yine pek bilgileri yoktur;kendilerine iyi bir insan gözüyle bakar, oysayaptıkları her şeyi gerçekte bencillikten yaparlar;bazen de yine aynı kişiler tersi bir davranışlakendilerini bencil biri gibi görür, oysa yakındanbakıldı mı kendileriyle pekâlâ konuşulabilecekbiri karşısında bulunulduğu anlaşılır. Birkimsenin kendisi hakkında ya da başkalarınınonun üzerinde ne düşündüğü değil, toplumiçindeki genel tutumu önemlidir; bu dünyadanasıl bir amaç güttüğü ve neyin kendisiniilgilendirdiği, söz konusu tutum tarafındanbelirlenir.Gerçekten de iki tip insan vardır. Birinci tipte,bilinçli yaşayan, hayatın çeşitli sorunlarıkarşısında nesnel bir tavır takınabilen,gözlerinde meşin gözlükler taşımayanlar yer alır;öteki tipte ise, önyargıyla yaşamın ancak küçükbir parçasını görebilen, her zaman bilinçaltından

yöneltilip, bilinçaltının kanıtlarıyla tartışaninsanlar bulunur. Hani bazen öyle olur ki,birlikte yaşayan iki insan, içlerinden birininsürekli muhalefeti yüzünden sürekli güçlüklerlekarşılaşır. Sık sık rastlanan bir durumdur bu.Ama daha sık rastlanan bir durum vardır ki, heriki tarafın da aralıksız muhalif rolünüoynamasıdır. Muhalefette bulunan kendidavranışının farkına varmadığı gibi, hep dirlikdüzenliği savunduğuna, barış ve uzlaşmaya herşeyden çok değer verdiğine inanır ve bunun içinbirtakım kanıtlar öne sürer. Ne var ki, olgularsöylediklerini her zaman çürütür. Muhalefetruhuna sahip olup da bir arada yaşayan ikikişiden birinin ağzından daha bir söz çıkarçıkmaz, ötekisi hemen saldırıya geçer, karşıt birgörüşü dile getirir. Dıştan bakınca belki pekönemsenecek ve dikkati çekecek yanı yoktursöylenen sözün; ama yakından bakıldığı zaman,düşmanca ve savaşçıl bir ruh durumundankaynaklandığı anlaşılır.Yani pek çok insan kendi içinde öyle güçlergeliştirir ki, ilgili güçler günlük yaşamda

etkinliğini sürdürmesine karşın kendileri bununbilincine varmaz pek. Bilinçaltında yuvalanmışgüçler insanların yaşamını etkiler veüzerlerindeki örtü kaldırılıp ortayaçıkarılmadıkça ciddi sonuçlar doğurabilirler.Dostoyevski böyle bir olayı
“Budala”
romanında bütün psikologların hayranlığınıuyandıracak şekilde anlatmıştır. Olay şudur: Birkadın bir toplantıda romanın baş kahramanıPrens Mişkin’e, biraz iğneleyici bir tonla dikkatliolmasını, yanı başındaki değerli Çin vazosunudevirip de kırmamasını söyler. Prens de, dikkatedeceğini belirtir. Gelgelelim, aradan henüzbirkaç dakika geçmiştir ki, vazo yeri boylar,kırılıp dökülür. Salondakilerden hiçbiri bunukazara olmuş saymaz, evin hanımınınsözlerinden alınan Prens’in karakterindendoğmuş düpedüz hesaplı ve planlı bir eylem gibigörür.Bir insan üzerinde yargıya varırken, saltbilinçli eylem ve sözlerinden sonuçlarçıkarmakla yetinmeyiz. Onun düşünce vedavranışında yer alıp kendi gözünden kaçan

küçük ayrıntılar, pek sık olarak bize çok dahagüvenilir şekilde izleyeceğimiz doğru yolugösterir. Örneğin tırnak kemirme ve burunkarıştırma gibi dikkati çeken kötü alışkanlıklarasahip insanlar, ilgili davranışlarıyla inatçıkimseler olduklarını ele verdiklerini bilmez,çünkü kendilerinde söz konusu alışkanlıklarayol açan nedenlerden habersizdirler. Bu türçirkin davranışlarından ötürü bir çocuğun tekrartekrar uyarılmış olacağı, bu alışkanlıklarından elçekememişse çocuğun dikkafalı biri sayılacağıaçıktır. Yeter ki bakışlarımız biraz keskinlikkazansın, bir insanın her hareketinden kimsefarkına varmadan en kapsamlı sonuçlarıçıkarabileceğimiz kuşkusuzdur. Çünkü birinsanın tüm varlığı, aynı zamanda bu küçükayrıntılarda saklı yatar.Vereceğimiz iki örnek, aşağıda sözünüedeceğimiz olayların bilincine varılmayışının vevarılmak istemeyişinin ne gibi bir anlamiçerdiğini bize gösterecektir. Bu anlam da, insanruhunun bilinci yönetmek, yani ruhsal devinimaçısından gereklilik taşıyorsa bir şeyi bilinçli

duruma getirmek ya da ilgili amaç için gerekligörülüyorsa bir şeyi bilinçaltında tutmak ya daonu bilinçsiz duruma sokmak gibi bir yetenekledonatılmış olmasıdır.Birinci vaka genç bir adamla ilgilidir. Aileninilk çocuğu olan adam, kız kardeşiyle beraberbüyümüştür. On yaşındayken annesi ölmüş, ogünden sonra çocukların eğitimini zeki, iyikalpli ve ahlak açısından toz kondurulamayacakbaba üstlenerek, oğlandaki hırs duygusunugeliştirmeye ve kamçılamaya özen göstermiştir.Oğlan da hep ilk sırada yer almaya çalışmış,gelişimi kusursuz bir seyir izlemiş, gerçekten deahlak ve bilim bakımından çevresinde hep en önplanda yer tutmuş, kendisini daha küçük yaştahayatta önemli bir rolü üstlenecek gibi eğitipyetiştiren babası için büyük bir kıvanç kaynağıoluşturmuştur.Ne var ki, delikanlının yaşam karşısındakitutumunda baş gösteren kimi tuhaflıklar babasınıtasalandırmış, babası da bunları ortadankaldırmak için çalışmaya koyulmuştur. Kızkardeşi, inatçı bir rakip olarak oğlanın günün

birinde karşısına dikilmiştir. Gelişimi ağabeyigibi kusursuz bir seyir izleyen kız, güçsüz birkişinin silahlarıyla zafere ulaşmak için aralıksızçaba göstermiş, saygınlığını ağabeyinin sırtındanarttırmaya bakmış, küçük evde hayli büyük biryeri ele geçirmişti. Ağabey için kız kardeşiyleböyle bir savaşı sürdürmek doğrusu güçtü.Arkadaşları başarılı çalışmaları karşısındakendisini el üstünde tutuyor, onu sayıyor, onunsözünden çıkmıyorlar, gelgelelim kız kardeşininkarşısında başkalarına karşı o kadar kolaykazandığı üstünlüklerin hiçbirini eldeedemiyordu. Babasının çok geçmeden fark ettiğigibi, oğlan özellikle ergenlik dönemine ayakbasar basmaz toplumsal yaşam konusunda tuhafbir davranışı sergilemeye başlamıştı; insanarasına karışmıyor, tanıdık kimseler heleyabancılarla bir araya gelmekten nefret ediyor,kızlarla bir tanışma söz konusu oldu mu soluğudüpedüz kaçmakta alıyordu. Başlangıçta bababunda kötü bir yan görmemişti; ama sonradan işbüyümüş, oğlanın hiç evden ayrılmakistemeyeceği, akşam saatleri dışında gezmeye

bile çıkmayacağı kadar büyük boyutlaraulaşmıştı. Oğlan kendisini dış dünyadan öylesinesoyutlamıştı ki, bildik tanıdık kimseleriselamlamak istediğini bile artık hissetmezolmuştu. Okuldaki durumuna ve babasına karşıdavranışına ise her zamanki gibi diyecek yoktu;okuldaki başarılarından kuşku duyulacak gibideğildi.İş daha da büyüyüp, oğlan hiçbir yere gitmeyeyanaşmayınca, baba hekime başvurmak zorundakalmıştı. Bir, iki konuşmadan sonra hekiminsaptadığına göre, oğlan kulaklarının aşırıderecede küçük olduğu ve bu yüzden kendisineçirkin bir gözle bakıldığı kanısındaydı. Oysagerçekte böyle bir şey asla söz konusu değildi.Davranışı için öne sürdüğü kanıtların geçerlisayılamayacağı açıklanınca, bu kez saçlarının vedişlerinin de çirkinliğini belirtmişti, ama bununda yine doğru bir yanı yoktu. Şurası açıkçaanlaşılmıştı ki, oğlanın içini, alabildiğine bir hırskaplamıştı. Oğlan böyle bir hırsı içindebarındırdığını biliyor ve nedenini biraz babasınınüzerine düşmesinde, yüksek bir mevkiye

ulaşması için kendisini hep çalışmayazorlamasında görüyordu. Gelecek için yaptığıplanların başında kendini bilime adaması yeralmaktaydı. Ne var ki, buna bağlı olaraktoplumdan kaçıp hemcinslerine sırt çevirmekgibi bir eğilimi içinde yaşatmasa, böyle birplanın pek yadırganacak yanı yoktu. İnsanarasına karışmamak için ileri sürdüğü adetaçocuksu denilebilecek nedenler aklına nasılgelmişti peki? Nedenler gerçekten bir doğruluktaşısa, delikanlının belirli bir ihtiyat ve korkuylainsan içine çıkmasını haklı gösterebilirdi elbette;çirkinliğin, çirkin kişiyi bazen güç durumlarasokacağı kuşkusuzdu.İlerideki araştırmalar şu sonuca varılmasınısağlamıştı: Delikanlının gözüne kestirdiği biramaç vardı ve bu amacı alabildiğine bir hırslaizlemekteydi. Şimdiye kadar hep birinci olmuştuve bundan sonra da öyle kalmak istiyordu. İlgiliamaca ulaşabilmesi için yoğun dikkat, çaba vebenzeri çeşitli olanaklar vardı elinde. Besbellisöz konusu olanakları asla pek yeterli saymamış,bunlara ek olarak yaşamından gereksiz gördüğü

ne varsa hummalı bir şekilde çıkarıp atmayakoyulmuştu. Kesinlikle bilinçli olarak şöylesöyleyebilirdi kuşkusuz: “Mademki ünekavuşmak ve kendimi bilimsel çalışmalaraadamak istiyorum, her türlü toplumsal yaşamdanelimi eteğimi çekmem gerekiyor.” Ama bunu nesöylemiş, ne aklından geçirmiş, toplumdan uzakkalması için sözde çirkinlik gibi ufak bir bahaneuydurmuştu. Bu pek önemli sayılamayacakneden üzerinde durması, gerçekte arzuladığışeye kavuşabilmesi bakımından bir önemtaşımaktaydı. Büyük bir coşkuyla ortaya yanlışnedenler sürmesi, kanıtlama işinde aşırılığakaçması yetecek, bu yoldan gizli amacını izlemeolanağına kavuşacaktı. Oysa birinci olmak içintoplumsal yaşamdan elini eteğini çekmekistediğini söylese, gizli amacını herkes o saatgörecek ve anlayacaktı. Birinci kişi rolünüoynama düşüncesine içten içe aşina olsa da,ilgili düşüncenin bilincine vardığı söylenemezdi.Çünkü izlediği amaç için her şeyi gözdençıkarabileceğini
aklından geçirmemişti
. Amacıuğrunda her şeyi feda etmeyi bilinçli tasarlamış

olsa, çirkin biri sayıldığını, dolayısıyla toplumiçine
çıkamayacağını
 söylemek hiç de kendisineşimdiki güveni sağlayamayacaktı. Kaldı kibirinci olmak, dolayısıyla insanlarla her türlüilişkiyi gözden çıkarmak istediğini hiçsaklamadan açığa vursa, çevresindekilere karşıgülünç duruma düşecek, bundan kendisi deürkecekti.Böyle bir düşünce, düşünülecek gibi değildir.Öyle düşünceler vardır ki, insan hembaşkalarından, hem de kendisinden gizlemek,kaçırmak ister, dolayısıyla açık seçik zihnindengeçiremez. Hastamızın düşüncesinin bilinçsizkalması da haklı olarak bu nedenedayanmaktadır.Davranışını sürdürebilmek için kendikendisine açıklayamadığı gerçek nedenleri böylebir kimseye açıklamaya kalkmak, kuşkusuzonun bütün ruhsal mekanizmasını alt üst etmekolur. Çünkü böyle bir durumda kendisinin ozamana kadar engellemek zorunda kaldığı şeygerçekleşmiş, yani düşünülemeyecek,düşünebilme yeteneğinden yoksun, bilinçli

duruma gelmesi tüm niyetini çelmeleyecek birdüşünce açık seçik bir nitelik kazanır, günışığına çıkar. Bir kimsenin kendisine ayak bağıolan düşünceleri bir kenara itip, tutum vedavranışını pekiştirecek düşüncelere kapılarıaçması üzerinde biraz düşünürsek, bunun tüminsanlara özgü bir olay sayılacağını anlarız.Çünkü insanların hepsi genellikle görüş vetutumlarına yararı dokunacak şeyleri düşünür.Kısaca bizi yolumuzdan alıkoymayacak şeylerbilinç alanında yer alır, tutum ve davranışımızıaçıklamada başvurduğumuz nedenlerizayıflatacak şeylerse bilinçaltını boylar.Örnek olarak vereceğimiz ikinci vakada isegayet yetenekli bir genç söz konusudur.Öğretmen olan babası bütün sertliğiyle onu hepbirinci olmaya zorlamıştır. Hastamız dabirinciliği hiç elden bırakmamış, bulunduğuhiçbir yerde üstünlüğü başkasına kaptırmamıştır.Toplum içinde en sevilen kişilerden biridir vebazı dostları da vardır.Ne var ki, on sekiz yaşındayken yaşamındabüyük bir değişiklik baş gösterir, her şeyden

elini eteğini çeker, hiçbir şeyden zevk almazolur, suratını asar, somurtup durur hep. Birkimseyle dostluk ilişkisi mi kurdu, bu ilişki gözaçıp kapamadan kopup gider. Davranışındanbabası dışında kimse memnun değildir; baba,çocuğun kendini soyutlamasına olumlu bir gözlebakar, böylelikle oğlunun kendini daha sıkı birşekilde okumaya vereceğini düşünür.Tedavi sırasında hastamız babasının kendisinehayatı zehir ettiğinden dert yanmış, özgüveninive yaşama cesaretini yitirdiğinden, bundanböyle kendisine, yalnızlık içinde her türlü neşeve kıvançtan yoksun bir ömür sürmekkaldığından yakınmıştı. Öğrenim hayatında eldeettiği başarıların arkası kesilmiş, üniversitedesınıfta kalmıştı. Anlattığına göre, bir gün birtoplantıda, çağdaş edebiyat konusunda pek birşey bilmediği için alay konusu yapılmış, bu dakendisindeki değişikliğin başlangıç noktasıolmuştu. Sonradan benzeri durumlar sık sıkyinelenmiş, bunun üzerine giderek kendinisoyutlamaya, toplumsal ilişkilerinden elçekmeye koyulmuştu. Bu arada tüm

başarısızlığından babasının suçlu sayılacağıdüşüncesi kafasına iyice yerleşmiş, baba ve oğularasındaki ilişki günden güne kötüleşmişti.Örnek olarak sunduğumuz her iki vaka kimibakımdan birbirine benzerlik göstermektedir. İlkvakada kız kardeşinin engellemesi hastayıbaşarısızlığa sürüklemiş, ikinci vakada ise burolü hastanın kendisiyle pek geçinemediğibabası oynamıştır. Her iki hasta da bizimg e n e l l i k l e
kahramanlık ideali
 diyenitelendirdiğimiz bir ideali benimsemişti. Herikisi de
kahramanlık 
 sarhoşluğundan öyleansızın ayılmış, kendilerine gelmişlerdi ki, herşeyden ellerini eteklerini çekseler, Tanrı’danbaşka bir şey istemeyeceklerdi. Ancak ikincihastamızın günün birinde kendi kendine, “Bukahramanlık yaşamını bundan böylesürdüremeyeceğime ve başkaları benden üstünsayılacağına göre, en iyisi, kendimi çekip geriyealmam ve tüm yaşamımı kendime zehir etmem,”gibi bir laf ettiğine ihtimal vermek, biryanılgıdan başka bir şey olmazdı. Babasıkuşkusuz haksızdı davranışında, hastamız kötü

eğitilmişti. Bu kötü eğitim üzerinde durduğudikkati çekmekteydi. Ama gerçekte böyle birdüşünceyi savunmasının, durmadan gördüğüeğitimin kötülüğüne yaslanmasının nedeni,kendini toplumdan soyutlamasına haklı gözüylebakmak istemesiydi. Bu yoldan elde ettiği birşey varsa, artık herhangi bir başarısızlığauğramaması, başına gelenlerin suçunu babasınınüzerine yıkabilmesiydi. Böylece onurunun vesaygınlığının bir bölümünü geri kazanabilmişti.Ne de olsa parlak bir geçmişi vardı; zaferkoşusunun yarıda kesilmesinin tek nedeni,babasının kendisini kötü eğitmesi ve böylecegelişimini baltalamış olmasıydı.O da şu düşüncenin bilincine varmaktankendisini esirgemişti: “Hayatın daha biryakınında bulunup, birinci olmayı artık pekkolay başaramayacağıma göre, hayattan elimieteğimi çekmek için elimden geleni yapmamgerekiyor.” Ne var ki, hiç kimse kendi kendineböyle bir şey söyleyemezdi. Ama yine de böylebir düşünceyi sanki planlı bir şekilde gözünekestirmiş gibi davranabilir, babasının eğitim

konusunda işlediği hatalarla sürekli uğraşaraktoplumdan ve yaşamın kendisini almayazorladığı kararlardan kaçabilirdi. Bunun içinyapması gereken, daha başka kanıtlarabaşvurmaktı. Oysa yukarıda sözü edilendüşüncenin bilincine varması, gizli amacınıgerçekleştirmesini engelleyecekti, dolayısıylasöz konusu düşüncenin bilinçsiz kalmasıgerekiyordu. Nihayet kendi kendisine yeteneksizbiri sayılacağını söyleyemezdi, çünkü parlak birgeçmişi vardı. Artık eskisi gibi zaferden zaferekoşamıyorsa bundan kendisi suçlu bulunamazdı.Derken davranışıyla, babasından gördüğüeğitimin kötülüğünü kanıtlayacak bir fırsatgeçirmişti eline. Yani hem yargıç, hem davacı,hem de sanıktı; böyle bir konumu şimdi eldenmi çıkaracaktı? Ne var ki, gözden kaçırdığı birşey vardı, baba kendisinin istediği, yani elindekikaldıraçtan yararlandığı sürece suçluydu.

Düşler
Düşlere dayanarak bir insanın ruhsal yaşamıkonusunda birtakım sonuçlara varılabileceğiöteden beri ileri sürülür. Goethe’nin çağdaşı olanLichtenberg, bir kimsenin yaratılış vekarakterinin o kimsenin söz ve davranışları değilde, düşlerinden yola çıkıldığında çok daha iyianlaşılabileceğini söyler. Bu sözlerin birazabartılı olduğu kuşkusuzdur. Bizim görüşümüzegöre, her
ruhsal olayın
 üzerine ihtiyatla eğilmekve söz konusu olayı ancak daha başka olaylarlailişki içinde açıklamak gerekir; dolayısıyla, birdüş yorumunun bize kazandıracağı bilgilergerçek olaylar tarafından desteklenmediğisürece, düşlerinin yorumundan kalkarak birinsanın kişiliği konusunda sonuçlar çıkarmamızdoğru sayılmaz.Düşlerin incelenmesinin çok eski bir geçmişivardır. Uygarlığımızın gelişiminde ve onunçökeltileri sayılan mitlerle destanlardakarşılaştığımız çeşitli öğeler, düşler üzerinde

eskiden daha çok durulduğu sanısını bizdeuyandırmakta, yine eskiden düşlere şimdikindençok daha önem verildiğini ortaya koymaktadır.Örneğin, düşlerin eskiden Yunanistan’daoynadığı o pek büyük rolü anımsayalım: ayrıcaCicero’nun salt düşler üzerine bir kitap kalemealdığını ve Tevrat’ta yine çeşitli düşler anlatılıp,bunların son derece zekice yorumlandığını, yada bir düş salt anlatılmaya görsün, herkesindüşün içeriğini hemen kavradığını düşünelim.Örneğin, kutsal kitaplarda Yusuf’un kardeşlerineanlattığı buğday demetleriyle ilgili düşügetirelim aklımıza. “Nibelungen” destanından,yani bambaşka bir kültür çevresinde doğmuş biryapıttan, düşlerin bir zamanlar kanıtlayıcı bir roloynadığı sonucunu çıkarabiliriz.Düşlerden insan ruhunu tanımadayararlanacağımız ipuçları ele geçirmeyeçalışıyorsak, düşte doğaüstü güçlerin parmağınıgören düş yorumlarının izlediği düşseldoğrultudan enikonu uzak bir tutumla bunuyaptığımızı söylemek isteriz. Bizim izlediğimizyol, deneyimlerin, değeri kanıtlanmış yoludur

yalnızca; düşlerden çıkardığımız sonuçlara da,ancak bu sonuçları daha başka alanlardayapacağımız gözlemlerin doğrulaması halindebaşvuracağız.Her şeye karşın, bugüne kadar düşlere,geleceği öğrenme bakımından ayrı bir önemverilmesi dikkate değer bir noktadır. Hattagördükleri düşleri kendilerine kılavuz edinecekkadar ileri giden kimselerin varlığını belirtmekisteriz. Örneğin, hastalarımızdan biri tümuğraşlara sırt çevirerek kendini borsa oyunlarınavermiş ve bu oyunları oynarken her seferindegördüğü düşlere tam bir uygunluk içindedavranmıştır. Hatta bir düşün istediği doğrultudadavranmadı mı, durumun her seferindealeyhinde sonuçlandığına ilişkin tarihseldenilebilecek bir kanıt ortaya koymuştur.Burada hastamızın düşünde gördüğü şeyeuyanık durumda da sürekli dikkatini yönelttiğini,normalde kendisini bir dereceye kadar iyitanıdığı için düşünde kendi kendisine bir ipucuverdiğini düşünmek akla yakın görünmektedir.Hastamızın düşlerinin etkisiyle bol kazançlara

kavuştuğunu hayli zaman ileri sürebilmesi, işteburadan kaynaklanmaktadır.Ne var ki, aradan uzunca bir zaman geçmiş,hastamız bir gün artık düşlerine hiç kulakasmayacağını açıklamıştır, çünkü o zamanakadar kazandıklarının tümünü yine borsadaelden çıkarmıştır. Kuşkusuz düşsüz degerçekleşebilecek bir şeydir bu ve bizim birmucizeye inanmamızı sağlayacak yanı yoktur.Çünkü bir işle yoğun olarak uğraşan kimse,geceleri de aynı işle uğraşmadan rahat edemez.Kimileri bunu hiç uyumamak, hep söz konusu işüzerinde kafa yormakla yapar, kimileri de uyur,ama gördükleri düşlerde soluğu hep kurduklarıplanlarının kucağında alırlar.Uyurken düşünce dünyamızda pek tuhafbiçimlerde olup biten şey, bir önceki günden birsonraki güne bir köprünün kurulmasıdıryalnızca. Genellikle bir kimsenin yaşamkarşısındaki tutumunu ve geleceğe uzananköprüyü normalde nasıl kurmaya alışıkolduğunu bilirsek, düşsel köprüleri kuruşundakituhaflığı da anlayabilir ve bundan birtakım

sonuçlar çıkarabiliriz. Kısaca, düşün temelindekişinin yaşam karşısındaki tutumu saklı yatar.Bir ara genç bir kadının ağzından şöyle birdüş dinlemiştim: Kadın, rüyasında kocasınınevlenme yıldönümlerini unuttuğunu görmüş,kendisine sitemler yöneltmişti. Bu düş tek başınakimi şeyler anlatır bize. Eğer bir evlilikte düştesergilenen durum gerçekten baş gösterebiliyorsa,o evlilik birtakım sorunları içeriyor ve kadınkendini ihmal edilmiş hissediyor demektir. Gerçikadın evlenme yıldönümlerinin kendisinin deaklından çıktığını belirtmiştir; ama söz konusugünü sonradan anımsayan yine kendisi olmuş,kocasına da kendisi anımsatmıştı. Yoksakocasının bundan haberi olmayacaktı.Dolayısıyla, kadın, bir evliliği oluşturantaraflardan daha iyisidir. Bir soru üzerine verdiğiyanıt, böyle bir unutma olayının gerçekteşimdiye dek asla görülmediği yolundadır. Bunagöre, düşün odak noktasında gelecek hesabınaduyulan bir korku yer almakta, kadın böyle birdurumla günün birinde karşılaşabileceğindentasalanmaktadır. Dolayısıyla, düşten

çıkarabileceğimiz bir sonuç, gerçekliktenyoksun bir nedenle kocasına suçlamalaryöneltme, belki günün birinde bulunacağı birdavranıştan ötürü kocasına sitemde bulunmaeğiliminin kadının içinde yaşamakta olduğudur.Ne var ki, çıkardığımız sonuçları doğrulayıppekiştirecek başka kanıtlar ele geçiremediğimizsüre, kesinlikle böyledir diye kestirip atamayız.İlk çocukluk izlenimleriyle ilgili bir sorumuzüzerine, kadın bize şimdiye kadar hiçbelleğinden çıkmayan bir olayı anlatmıştır. Üçyaşındayken, bir gün teyzesi kendisine tahtadanoyma bir kaşık armağan etmiş, bu da onusevince boğmuş. Bir ara bir çay kenarındaoynarken, kaşık suya düşmüş ve akıntıylasürüklenip gitmiş. Buna günlerce üzülüpdurmuş; o kadar üzülmüş ki, çevresindekilerindikkatini çekmiş durum.Burada düşle ilişki kurarak şunu belirtebilirizki, düşü gördüğü sırada kadın bir zamanlarolduğu gibi elinden bir şeyin, yani evliliğinin“kayıp gidebileceğinden” korkmaya başlamıştı.Ya kocası evlenme yıldönümlerini unutursa!

Bir başka düşte ise kocasının kendisini yüksekbir binanın merdivenlerinden çıkardığınıgörmüştü kadın. Basamaklar arttıkça artmış,gereğinden çok yükseğe çıkmış olabileceklerinidüşünür düşünmez kadının başı fena haldedönmeye başlamış, derken bir korku nöbetineyakalanarak olduğu yere yığılıp kalmıştı.Yüksekte başı dönen insanlar vardır ve böyle birbaş dönmesinde de kendini açığa vuran şeyyüksek yerde bulunmaktan çok, derinlikkorkusudur. Söz konusu durum işte bu türkimselerin uyanıkken de başına gelebilir. İkincidüşle birincisi arasında bir bağlantı kurulupiçerdikleri düşünce ve duygu malzemesi biraraya getirilirse, kadının çok derinlere düşmekorkusunu yaşayan, yani bir felaketin başgöstermesinden tasalanan bir kimse sayılacağıizlenimine kapılmamak elde değildir. Sözkonusu felaketin de nasıl bir şey olduğunusezgisel yoldan çıkarabiliriz: Adamın kendisiniartık sevmeyeceği vb. bir durumdur bu. Adamşu ya da bu nedenle evlilik için işe yaramaz birduruma gelir ve evlilik yaşamında birtakım

aksaklıklara yol açarsa ne olacaktır? Bunuumutsuzluktan kaynaklanan birtakım eylemlerizleyecek, sonunda belki kadın olduğu yerecansız yığılıp kalacaktır. Ve evde geçen bir olaysırasında gerçekten benzer bir durumyaşanmıştır.Böylece düşün anlamına biraz daha yaklaşmışolduk. Düşünce ve duygu dünyasının düşsırasında hangi malzemeyle kendini açığavurduğu, insanın sorunlarını düşte hangimalzemeyle dile getirdiği önemsizdir; yeter kiilgili malzemeyle ruhundakilere bir dışavurumsağlayabilsin. Bir insanın yaşam sorunu düşte
mecaz yoluyla
 (fazla yükseğe çıkma ki, fazladerine düşmeyesin!) ele verir kendini. Buradabir düşün sanatsal reprodüksiyonu olanGoethe’nin
 Evlenme Şarkısı
’nı anımsayalım. Birşövalye evine dönüp geldiğinde, şatosunubakımsız durumda bulur. Yorgun argın yatağauzanır ve düşünde küçük küçük birtakıminsanların yatağın altından çıkıp geldiğini görür;gözlerinin önünde cüceler bir düğün şenliğidüzenler. Düş, tatlı bir izlenim bırakır şövalyenin

üzerinde. Adeta şatoya bir hanım gerektiğidüşüncesinin onaylanıp doğrulanmasınıarzulayarak düşü görmüş gibidir. Düşte küçükbir örneğine tanık olduğu tören, çok geçmedenbüyük çapta gerçekleşir ve şövalye kendi düğünşenliğini yaşar.Bu düş, bizim daha önceden bildiğimiz kimiöğeleri içerir. Herhalde düşün gerisinde ozanınkendi evlilik sorunu üzerinde kafa yorduğugünlere ilişkin bir anımsama yer almaktadır.Düşü görenin, dış güçlükler nedeniyle yaşadığıdurum karşısında nasıl bir tutum takındığı belliolmakta, ilgili tutum da onun bir an önceevlenmesini istemektedir. Düşte düşü görenevlilik sorunuyla uğraşıyor, ertesi gün degerçekten evlenmesinin en iyi çıkar yol olacağıkararına varıyor.Şimdi de 28 yaşındaki bir adamın düşünekulak verelim. Düşte bir aşağı bir yukarı inipçıkan çizgi, bir ateş eğrisi gibi bu insanın ruhunudolduran devinimi gösteriyor. Yukarıya,üstünlüğe kavuşmak uğrunda harcanançabaların kaynaklandığı aşağılık duygusu, düşte

açıkça seçilmektedir. Adamın ağzından şunlarıdinliyoruz:“Büyük bir kalabalıkla bir gezintiyeçıkıyorum. Bindiğimiz gemi küçük bir şey;dolayısıyla bir ara iskelede inip, kenttegecelememiz gerekiyor. Gece olunca gemininbatmakta olduğu haberini alıyoruz; geziyeçıkanlardan tulumbalarla suyun boşaltılıpgeminin kurtarılmasına yardımcı olmasıisteniyor. Birden bagajımın altında değerlieşyalarımın bulunduğunu anımsıyor, hemengemiye seğirtiyorum; bakıyorum ki herkestulumbaların başında. Ama ben bu işe yançiziyor, bagajların yerleştirildiği salonuarıyorum. Bir pencereden sırt çantamı çekipalmayı başarıyorum derken. Sırt çantamınyanında bir kalemtıraş gözüme çarpıyor, pek hoşbir şey; alıp cebime atıyorum. Gemi giderekdaha çok sulara gömüldüğünden, oradarastladığım bir başka tanıdıkla geminin gizli biryerinden denize atlıyorum. Hemen dibiboyluyorum. Dalgakıran fazla yüksek olduğuiçin ileri doğru yürüyor, derken derin ve dik bir

çukurun kenarına geliyorum; içine inmemgerekiyor çukurun. Aşağı doğru kaymayabırakıyorum kendimi –gemiden ayrıldığımızdanbu yana arkadaşımı görmedim– giderekhızlanıyor kaymam, bir yere vurup kafamıgözümü patlatmaktan korkuyorum. Sonundaçukurun dibine varıyor, tam da bir tanıdığımınönüne düşüyorum. Kendisini pek detanımıyorum doğrusu, yalnızca bir grevsırasında grev yönetim kurulundaki hamaratlığıve nezaketiyle üzerimde hoş bir izlenimbırakmış gençten biri. Sanki gemidekileriyüzüstü bıraktığımı biliyormuş gibi, suçlamaylakarşılıyor beni: “
Sen
 ne arıyorsun burada?”diyor. Sonra çukurdan çıkmaya çalışıyorum;dört bir yanı sarp duvarlarla çevrilmiş çukurun,duvarlardan aşağı ipler sarkıyor. Çok inceşeyler; onlardan yararlanmayı göze alamıyorum.Tırmanıp yukarı çıkmaya uğraştıkça ikide biryine çukurun içinde buluyorum kendimi. Ensonunda yukarı çıktım, ama şu anda nasılolduğunu anımsamıyorum; bana öyle geliyor ki,düşün bu bölümünü kasten görmüyor, adeta

sabırsızlıkla üzerinden atlayıp geçiyorum.Yukarıda uçurumun kenarında bir yol gidiyor;uçurumdan bir korkulukla ayrılmış yoldan gelipgeçenleri görüyorum, güler yüzle beniselamlıyorlar.”Yaşamında gerilere doğru uzandığımız zaman,düşü görenin beş yaşına kadar ağırhastalıklardan göz açamadığını, beş yaşındansonra da sık sık hasta yattığını öğreniyoruz.Sağlık durumunun bozukluğundan ötürü anneve babası üzerine titriyor, başka çocuklarlahemen hiç bir araya gelemiyor. Beri yandan, nezaman büyükler arasına karışmak istese,çocukların her yere burnunu sokmamasıgerektiğini, büyüklerin arasında işlerininolmadığını söyleyen anne ve babası tarafındanitilip uzaklaştırılıyor. Dolayısıyla, daha küçükyaşta başkalarıyla birlikte yaşamanın gerektirdiğidavranışlardan habersiz yaşamaya başlıyor,insanlarla arasında bu davranışlarınöğrenilmesini sağlayacak ilişkileri kurulamıyorbir türlü. Çocukluktaki yaşam biçiminindoğurduğu bir başka sonuç da düşü görenin

yaşıtı olan arkadaşlarını gelişim açısından birhayli geriden izlemesi, onlara ayakuyduramaması oluyor. Dolayısıyla,arkadaşlarının kendisine hep aptal gözüylebakmasının ve çok geçmeden sürekli alaykonusu edilmesinin şaşılacak yanı kalmıyor. Budurum da, kendisine arkadaş arayıp bulmaktanonu alıkoyuyor.Sözü geçen olaylar sonucunda zaten içindeyaşayan alabildiğine güçlü aşağılık duygusudoruk noktasına ulaşıyor. İyi yürekli olmaklabirlikte ansızın kızıp parlayan asker bir babaylagüçsüz ve anlayışsız, ama son derece zorba biranne tarafından eğitiliyor. Her ne kadar anne vebaba ikide bir iyi niyetlerini belirtmişlerse de,hastamızın gördüğü eğitimi hayli sert olaraknitelemek yanlış sayılmaz. Bu eğitimdeaşağılama önemli rol oynuyor. Hastamızdan,eski bir çocukluk anısı olarak bellekte kalmışilginç bir olay öğreniyoruz. Henüz üçyaşındayken annesi yarım saat bezelyelerüzerinde diz çöküp oturtmuştu kendisini; çünküonun söylediği bir şeyi yapmaya yanaşmamıştı,

nedeni de –annesi çok iyi bilmekteydi bunedeni, çünkü söylediği şeyi niçin yapmakistemediğini annesine açıklamıştı– atlı biradamdan korkmasıydı; dolayısıyla annesininsözünü dinlememiş, çarşıdan alması istenilen birşeyi gidip almaktan kaçınmıştı. Doğrusuevdekilerin, hastamızı pek sık dövdüğüsöylenemezdi. Ama bir kez dövecek oldular mı,bunu köpekler için kullanılan çok sırımlı birkırbaçla yapmışlar, her seferinde de dayaktansonra onu af dilemek ve bu arada niçin dayakyediğini kendi ağzıyla söylemek zorundabırakmışlardı. “Yaptığı edepsizliği çocukbilmeli,” demişti babası hep. Ama bir defasındahastamız haksız yere dayak yemiş, sonradan nekabahat işlediğini söyleyememişti; bununüzerine yeniden sopadan geçirilmiş, yine bir şeysöyleyememiş, yine dövülmüş, sonunda ancakkafasından bir suç uydurup dayaktankurtulabilmişti.Görülüyor ki, daha erken bir dönemde anneve babayla çocuk arasında düşmanca bir havaesmeye başlamıştı. Çocuğun ruhuna çöreklenen

aşağılık duygusu öylesine geniş boyutlaraulaşmıştı ki, çocuk bir üstünlük duygusundandüpedüz habersiz yaşamıştı. Gerek evde, gerekokuldaki yaşamı irili ufaklı utançların aralıksızuç uca ulanarak oluşturduğu bir zinciriandırıyordu. En küçük bir başarı bile ona çokgörülmüştü. On sekiz yaşına gelmiş, okulda hâlâkendisiyle gülünüp eğlenilen bir kişidurumundan kurtulamamıştı. Hatta bir defasındaaynı işi öğretmenlerden biri yapmıştı; başarısızbir sınav kağıdını sınıfta herkesin önündeokumuş, arada sert sözler söyleyerek onunlaalay etmişti.Bu tür olaylar hastamızı giderek daha büyükbir soyutlamanın kucağına itmiş, sonundakendisi de başkalarından uzak durmak içinelinden geleni yapmaya koyulmuştu. Anne vebabasıyla arasındaki mücadele, etkili olmasınakarşın kendisi için tehlikeli sonuçlar doğuracakbir silaha kavuşmasını sağlamış, kısacasıkonuşmaktan el çekmişti. Bu da, onu çevreyleilişki kurmada en önemli araçlardan birindenyoksun bırakmıştı. Çok geçmeden hiç kimseyle

konuşamaz duruma gelmiş, katıksız biryalnızlığın kucağına yuvarlanmıştı. Kimsekendisini anlamadığı için, anne ve babası baştaolmak üzere kimseyle konuşmaya yanaşmıyor,kimse de artık kendisine bir şey söylemiyordu.Çevresiyle ilişki kurmasını sağlamadabaşvurulan tüm girişimler sonuç vermemişti.Ama sonradan aşk ilişkileri kurmaya yöneliktüm girişimleri de başarısız kalmış, bu da kendisiiçin büyük bir üzüntü kaynağı olmuştu.Hastamızın yaşamı yirmi sekiz yaşına kadarböylece sürüp gitmişti. Ruhunu baştan başakaplayan o güçlü aşağılık duygusunun etkisiylegörülmedik bir hırs, dizginlenemeyen birsaygınlık ve üstünlük eğilimi yakasına yapışıpbir türlü koyvermemiş, toplumsallık duygusunugörülmedik ölçüde zayıflatıp azaltmıştı. Nekadar az konuşursa, ruhsal yaşamı o kadarçalkantılı durum almış, gece ve gündüz içi hertüründen zafer ve başarı düşleriyle doluptaşmaya başlamıştı.Anlattığımız bütün bu ruhsal olayların izlediğidevinim çizgisini ele veren düş de işte bu

dönemde görülmüştü.Son olarak Cicero’nun sözünü ettiği o en ünlükehanet düşlerinin birine kısaca değinelim:Günün birinde yol kenarında tanımadığıbirinin kendi haline bırakılmış cesedinerastlayarak, bir ölüye yaraşır biçimdegömülmesini sağlayan Ozan Simonides,günlerden bir gün gemiyle bir yolculuğa çıkacakolur, ama yaptığı iyiliği unutmayan ölü,geceleyin düşüne girer, uyarır kendisini,yolculuğa çıkarsa geminin batacağını veöleceğini söyler. Bunun üzerine Simonidesvazgeçer yolculuktan ve gemi gerçekten batar,yolcuların hiçbiri kurtulamaz. Bize kadar ulaşanbilgilere göre, görülen düşün sonradangerçekleşmesi yüzyıllar boyu insanlar içinbüyük bir heyecan kaynağı olmuş, onlarıderinden etkilemiştir.Bu olay karşısındaki düşüncemizi açığavurmak istersek diyebiliriz ki, bir kez odönemde pek sık gemiler batmakta, ikincisi yineo dönemde pek çok insana tasarladıkları biryolculuğa çıkmamaları için düşte uyarılar

yöneltilmekteydi; ilgili düşler arasında daSimonides’in düşü sonradan gerçekleşmiş, buözelliğinden ötürü de düş unutulmayaraksonraki kuşaklara aktarılmıştı. Yaradılıştangizemli ilişkiler arayıp bulmaya eğilimliinsanların, bu tür anlatımlara karşı büyük bir ilgiduymalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur.Ancak biz nesnel bir tutumla davranarak, düşüşu şekilde yorumlayabiliriz: Bizim OzanSimonides, can korkusundan yolculuğa çıkmakiçin pek de hevesli davranmaz. Yolculuk içinkarar saati gelip çattığında da, içindekiyolculuğa çıkmama eğiliminin
güçlenipekişmesini
 sağlayacak bir çareye başvurur: Birzaman yol kenarından rastladığı ölüyü sahneyeçıkararak, yaptığı iyiliğin karşılığını kendisineödetir. Bundan böyle yolculuğa çıkmamasıdoğaldır. Simonides’in bineceği gemibatmasaydı, bütün bu olaydan belki de dünyanınhiç haberi olmayacaktı. Çünkü biz, yalnızca bizitedirginliğe sürükleyen, yerle gök arasında akılve hayalimizden geçirmeyeceğimiz kadar çokgizin saklı bulunduğu inancını bize vermeye


elverişli olayları duyar, işitiriz. Düş ve gerçeğininsanın aynı tutumunu yansıtmasından ötürü,düşte rastlanacak kehanet özelliğinin akılerdirilemeyecek yanı yoktur.Ancak bizi düşündüren bir şey varsa, herdüşün bu kadar kolay anlaşılamaması, ancakpek az düşte bunu başarabilmemizdir.Gördüğümüz düşü hemen unutur ya daüzerimizde belirli bir izlenim bırakmışsa, ardındasaklı yatan anlamı çıkaramayız; meğer ki, düşleriyorumlama tekniğini öğrenmiş olalım. Kolayanlaşılmayan düşler için de yukarıdasöylediklerimizi tekrarlayarak, düşün benzeti[mecaz] ve simge yoluyla bir insanın devinimçizgisini yansıttığını ileri sürebiliriz. Bir benzetibir sorunun çözümüyle uğraşıyor ve kişiliğimizbelirli bir yöne doğru meylediyorsa,deneyimlerin ortaya koyduğu gibi, bir
hız alma
gereksinimi duyarız. Düş de, bir sorunun belirlibir biçimde çözümü için gereken heyecanıgüçlendirmeye son derece elverişlidir. Düşgörenin düşle arasında böyle bir ilişkinin varolduğunu bilmemesi, durumu değiştirmez.

Gereken malzeme ve hıza kavuşması yeterkendisi için. Bunları ele geçirdi mi, düş, düşügörenin düşünsel etkinliğine damgasını vurur,yani düşü görenin devinim çizgisini belirler. Birduman gibidir tıpkı düş, ateşin olduğu yeri bizegösterir. Hatta deneyimli biri, dumandan yolakoyularak ateşte yanan odunun cinsi konusundakimi sonuçlara varabilir.Özetlersek diyebiliriz ki, düş, düşü göreninkafasının bir sorunla meşgul olduğunu, ayrıcabu sorun karşısında ne gibi bir tutum takındığınıortaya koyar. Düşte düşü görenin çevresine karşıtutumunu etkileyen toplumsallık duygusu vegüçlülük eğilimi gibi iki etken özellikle roloynar, en azından bunların düşte hafiften izleriniele geçirmek mümkündür.

Yetenek

Bir insanın yaradılışı konusunda sonuçlarçıkarabilme ve yargılar verebilmemizi sağlayanolaylardan düşünme alanına giren bilmeyeteneğiyle ilgili bir tanesini gözden uzak tuttuk.Bir insanın kendisi hakkında düşündükleri vesöylediklerini pek önemsemedik; bunun danedeni, herkesin yanılabileceğine, bencil veahlaksal vb. çeşitli çıkar ve düşüncelerlebaşkalarına karşı kendi ruhsal tablosunda kimidüzeltmelere (rötuş) başvurabileceğineinanmamızdı. Ama yine de bazı düşünselolaylardan ve bunların dil aracılığıyladışavurumundan sınırlı ölçüde de olsa bazısonuçlar çıkarabiliriz. Bir kimse üzerinde biryargıya varmak istiyorsak, ilgili kimsenindüşünce ve konuşmalarını da incelemekapsamına almamız gerekir.Şunu belirtelim ki, bir kimsenin genellikleyetenek/eğilim sözcüğüyle nitelendirilenusavurum yeteneğini saptamada sayılamayacakkadar çok gözlem, araştırma ve testlerdenyararlanılır. Bunlar özellikle çocuklarlabüyüklerin zekâlarını belirlemeye yönelik

testlere benzeyen, yetenek testleri denilentestlerdir. Şimdiye kadar bu tür testlerin pekbaşarılı sonuçlar verdiği söylenemez; çünküalınan sonuçlar, öğretmenlerin testsizsaptadıkları sonuçlardan hiç de farklı değildir.Söz konusu durum her ne kadar deneyselpsikolojiyle uğraşanlar tarafından büyük birhoşnutlukla karşılanmışsa da, aslında bununortaya koyduğu gerçek, yetenek testlerinin birbakıma yararsızlığıdır. Ayrıca, testlerinuygulanmasına karşı açığa vurulan bir kaygı dadüşünme ve usavurum yeteneğinin çocuklarıntümünde aynı ölçüde gelişmemesi, üzerlerindeuygulanan testlerden kötü sonuç alınan kimiçocukların aradan birkaç yıl geçer geçmez çokgüzel bir gelişim sürecini geride bırakmalarıdır.Testlere karşı ileri sürülen bir başka eleştiri de,büyük kentlerden ya da çok yönlü bir yaşamaaçık belirli çevrelerden gelmiş çocukların saltegzersiz sonucu elde edilen hazırcevaplıklarıylabüyük bir yeteneğe sahipmiş izlenimiuyandırmaları ve bu konuda her türlü hazırlıktanyoksun diğer çocukları gölgede bırakmalarıdır.

Genellikle sekiz on yaşlarındaki burjuvaçocuklarının emekçilerin çocuklarından dahahazırcevap olduğu bilinmektedir. Ne var ki, sözkonusu durum burjuva çocuklarının dahayetenekli sayılacağını göstermez; bununnedenini yalnızca onların geçmişinde aramakgerekir.Böylece, yetenek testlerinden fazla bir şeyelde edilmiş değildir. Kaldı ki, Berlin veHamburg’ta alınan hazin sonuçlar ortadadır; adıgeçen kentlerde yetenek testinden büyük birbaşarıyla çıkmış çocukların dikkati çekecekkadar büyük bir bölümü, ileride kendilerindenbeklenen başarıyı gösterememiştir. Bu da,yetenek testiyle çocuğun gelişim düzeyininsağlam bir biçimde saptanamayacağınıkanıtlamaktadır. Oysa bireysel psikolojiyöntemiyle sürdürülen araştırmalardan ilgilikonuda çok daha güvenilir sonuçlaralabilmekteyiz; çünkü söz konusu araştırmalarçocuğun gelişim düzeyini belirlemeklekalmayıp, nedenlerini de saptamaya ve gerekirsegelişim noksanlığını giderecek yolları

göstermeye çalışmakta, ayrıca çocuğundüşünme ve usavurum yeteneğini ruhsalyaşamından soyutlayarak değil, bu yaşamla birarada incelemektedir.

7. ERKEK ve KADIN İLİŞKİSİİşbölümü, Kadınlık ve Erkeklik
Ş
imdiye kadar söylediklerimizden bir sonuççıkarmak istersek diyebiliriz ki, ruhsal yaşamdaegemenliğini sürdüren iki temel ilke vardır;ruhsal olayları etkileyen bu ilkeler, yaşamkoşullarını hazırlayıp güvence altına alırken,sevgi, iş ve toplumdan oluşan üç ana ödeviyerine getirirken insanın hem toplumsallıkduygusunu etkin durumda tutmasını, hem desaygınlık eğilimini, güçlülük ve üstünlük isteğinidoyuma kavuşturmasını sağlamaktadır.Nasıl bir durum baş gösterirse göstersin ruhsalolayları değerlendirirken adı geçen iki etkenin

nicelik ve nitelik bakımından birbiriyle ilişkisinigöz önünde tutmamız, insan ruhunu anlamakistiyorsak bu nicelik ve nitelik ilişkisini hiçbirzaman boşlamamamız gerekiyor. Çünkü ilgilietkenlerin varlığı bir insanın toplumsal yaşammantığına ne ölçüde akıl erdirebileceğini ve sözkonusu mantığın bir zorunluluk olarak karşısınaçıkaracağı işbölümüne ne ölçüde uyabileceğinibelirler.
 İşbölümü,
 insan toplumunun ayaktakalabilmesi için mutlaka gerekli bir etkendir. Herbireyin toplumda belirli bir yeri doldurmasızorunluluğunu içerir. Bu zorunluluğa uymayanbir kimse toplumsal yaşamın, kısaca insansoyunun varlığını sürdürmesini istemiyordemektir; dolayısıyla, toplumun bir üyesi olarakoynadığı rolden el çekip bir oyunbozanadönüşür. Böyle bir davranışın hafif şekillerinidensizlik, arsızlık, burnunun doğrultusuna gitmediye nitelendirir, ağır şekillerine ise yoldançıkma ve suça yönelme gibi adlar veririz.Toplumsal yaşamın gereklerinden kendiniuzakta tutmak, bunlarla uzlaşmaya yanaşmak

ilgili davranışları olumsuz bir özellikle donatır.Bu yüzden, bir insanın değeri, toplumsalişbölümünde üzerine düşen yeri ne ölçüdedoldurduğuna bakılarak belirlenir. Bireytoplumsal yaşama evet demekle başkaları içinönem kazanır ve insan yaşamının ayaktakalmasını sağlayan zincirin binlerce halkasındanbirini oluşturur; halkaların sayısında görülecekfazlaca bir eksiklik durumunda toplumsal yaşamçöker. Sahip oldukları yetenekler, bireyintoplumsal ortak üretim süreci içindeki yerlerinibelirler. Ne var ki, söz konusu işbölümünde dekimi karışıklıklar baş göstermiştir; bunun danedeni güçlülük eğiliminin, başkaları üzerindeegemenlik arzusunun ve daha başka yığınlayanlış davranışın işbölümünde gerekli düzeyeulaşılmasını aksatması ya da engellemesi,insanın değerinin saptanmasında doğrusayılamayacak ilkelerin benimsenmesine yolaçması ya da bireylerin toplum içindeki yerleriniherhangi bir nedenle gereği gibidolduramamasıdır. Bazen de karşılaşılansorunlar kimi bireylerin güçlülük hırsından ve

açgözlülüğünden doğmuş olup, söz konusubireyler toplumsal yaşamın ve dayanışmanın butürlüsünü kendi bencil çıkarları uğrundaönlemeye çalışmıştır. Daha başka bazı güçlüklerise toplumun sınıfsal düzenindenkaynaklanmakta, kişisel güç ve ekonomikçıkarlar, işbölümünü etkileyerek daha çok güçsağlayan rahat yerlerin toplumdaki belirligrupların eline geçmesini sağlamakta, ötekigruplara ise bu gibi yerlerin kapıları kapalıtutulmaktadır. Söz konusu olaylarda güçlülükeğiliminin oynadığı büyük rolü bilirsek,işbölümü sürecinin neden asla doğru dürüst birseyir izlemediğini anlayabiliriz. Zorbalıkdediğimiz şey bu konuya sürekli el atmış,çalışmayı bazıları için bir ayrıcalık, bazılarıiçinse bir işkence durumuna sokmuştur.Böylesine sağlıksız bir işbölümüne yol açanbir neden de, insanların
iki ayrı cinsiyete
 aitolmalarıdır. Daha baştan beri insanlardan birbölümü, yani kadınlar bedensel özellikleridolayısıyla belirli işlerden uzak tutulmuş, belirliişler de yine bedensel özellikleri bakımından

daha yararlı olabilecekleri düşünülerek erkeklereverilmiştir. Aslında bir işbölümününönyargılardan düpedüz uzak bir ölçütebaşvurularak yapılması gerekirdi; savaşınkızışmışlığı içinde yayı fazla germekten kaçınanfeministler de bu tür bir işbölümünün temelindeyatan mantığı benimsemişlerdir. Kadınlığıkadınlığından yoksun bırakmak ya da kadınlaerkeğin kendilerine uygun işlerle doğalilişkilerini yok etmek gibi bir amaç, ilgilimantığın çok uzağında bulunmaktadır.İnsanlığın gelişim sürecinde işbölümü öyle birbiçim kazanmıştır ki, kadın normalde erkeğingöreceği işlerden bir bölümünü üstlenmekte, buda erkeğin sahip olduğu gücü insanlığa dahayararlı alanlarda kullanmasını sağlamaktadır. İşgücü yararlanılmadan bırakılmadığı, ruhsal vebedensel yetenekler kötü yolda kullanılmadığısürece, böyle bir işbölümü mantığa aykırı olaraknitelenemez.

Bugünkü Uygarlıkta Erkeğin Üstünlüğü
Uygarlığın güçlülük eğilimi doğrultusundagelişmesi ve kendilerine ayrıcalıklar sağlamakisteyen bazı bireylerin ve grupların çabalarısonucu, işbölümü, özel birtakım yollar izlemekzorunda bırakılmıştır; öyle yollar ki, bugün hâlâönemini korumakta ve erkeğe üstün değerverilmesinin günümüz uygarlığının karakteristikbir özelliğini oluşturmasına yol açmaktadır.Günümüz uygarlığında işbölümü öyle bir niteliktaşıyor ki, ayrıcalıklı grup sayılan erkeklere özelbirtakım haklar tanınıyor. Erkekler de ellerindekiayrıcalıklı konumdan ötürü üretim sürecindekiişbölümünde kadının yerini kendi amaç veçıkarları doğrultusunda etkileyebiliyor, kadınıniçinde yaşaması gereken alanı belirliyor, kendihoşlarına giden yaşam biçimlerini ele geçiriyor,kadın için söz konusu olacak yaşam biçimleriniise yine kendi çıkarlarını göz önünde tutaraksaptayabiliyor.Bugüne kadarki duruma bir göz attık mı,

erkeğin kadına üstünlük sağlamak için aralıksızçaba harcadığını, dolayısıyla erkeklerin sahipolduğu ayrıcalıklardan ötürü kadınlarda süreklibir hoşnutsuzluğun yaşandığını görürüz. Kadınlaerkeğin ne sıkı bir bağla birbirine bağlıbulunduğu düşünülürse, böyle bir gerilimin,böylesine sürekli sarsıntıların ruhsal uyumdageniş ölçüde bozukluklara yol açması, sonuçtaher iki taraf için de pek tatsız genel bir havanıngelişip ortaya çıkması doğaldır.Tüm kurumlarımız, geleneklerimiz,yasalarımız, törelerimiz erkeğin ayrıcalıklıdurumunun kanıtlarını oluşturmakta, ilgiliduruma uygun bir doğrultu izleyip, bu durumtarafından ayakta tutulmaktadır. Bütün busaydıklarımız, evlerde çocuklarımızın odalarınakadar sokulmakta, ruhlarını müthişetkilemektedir. Her ne kadar erkek ve kadınilişkisine pek akıl erdirebileceğini söyleyemesekde, çocuklardaki duygu içeriğinin alabildiğinederinlik taşıdığını ileri sürebiliriz. Örneğin kızlargibi giydirilmek istenen bir erkeğin böyle birdavranışı öfke nöbetleriyle karşılaması gibi kimi

olaylar, erkek ve kadın ilişkilerini araştırmakonusu yapmamız için yeterli bir nedenoluşturmaktadır. Bu da, bizim bir başka açıdanyine güçlülük eğilimini incelememizigerektiriyor.İçindeki saygınlık eğilimi belirli bir dereceyeulaştı mı, erkek çocuğu öncelikle dört bir yandagözüne çarpan erkek ayrıcalıklarının güveniliryolunu izleyecektir. Günümüzde aile içindekieğitimin güçlülük isteğini, dolayısıyla erkekayrıcalıklarına büyük değer verme ve bunları elegeçirme eğilimini kamçılayıp geliştirici niteliktaşıdığına daha önce değinmiştik. Çünküçocuğun evde gücün simgesi olarak karşısındabulduğu kişi genellikle babadır. Baba, belirlizamanlarda evden bilmecemsi ayrılışları ve evedönüşleriyle oğlanın dikkatini daha çok üzerineçeker. Kısa bir süre sonra babasının evdeherkesten üstün bir rol oynadığını, evde onunsözünün geçtiğini, gerekli kararları babasınınaldığını ve her şeyi onun yönettiğini anlarçocuk. Evde herkesin babasının direktiflerineboyun eğdiğine, annesinin ikide bir babasının

adını ağzına aldığına tanık olur. Erkekler,çocuğun gözüne her bakımdan kadınlardan dahagüçlü ve kudretli görünür. Çocuklar vardır,babalarına öylesine önemli kişiler gözüylebakarlar ki, ağzından çıkan her sözünkutsallığına inanırlar, ileri sürdükleri bir şeyingerçekliğini kanıtlamak için onu babalarındanişittiklerini söylerler. Babanın nüfuzununkendini pek açık seçik belli etmediği durumlardabile, oğlanların babalarının üstünlüğü izleniminekapıldıkları görülür, çünkü ailenin bütün yükünübaba sırtında taşıyor gibidir; oysa gerçekteyalnızca işbölümü babaya güçlerini annedendaha iyi değerlendirme olanağı sağlar.Erkeğin toplumdaki egemen konumununtarihsel kökeni konusunda şunu belirtelim ki,söz konusu egemenlik doğal bir hak gibi kendiniaçığa vurmuş değildir. Erkeğin egemenliğinigüvence altına almak için yığınla yasanınçıkarılmasının gerekmesi bir kez bunukanıtlamaktadır. Aynı zamanda söz konusuyasaların kanıtladığı bir başka şey de, erkekegemenliğinin yasalarla saptanmasından önce

erkek ayrıcalığının pek sağlam temelleredayanmadığı başka dönemlerin yaşanmışolmasıdır. Tarihte böyle bir dönemin yaşandığıgerçekten de belirlenmiştir.
 Anne hukukunun
sözünün geçtiği ve hayatta başlıca rolü kadınınoynadığı bir dönemdi bu. Anne hukuku, hiçdeğilse kabiledeki bütün erkeklerin kendisinekarşı bir yükümlülük üstlendiği çocukla ilgiliolarak böyle bir konumu elinde bulundurmuştu.Bugün bile bazı gelenek ve görenekler –örneğinçocuğun her erkeğe amca demeye alıştırılması– bunu gösteriyor. Ancak zorlu bir savaşımınsonundadır ki, anne hukukundan babahukukuna geçilmiştir. Böyle bir savaşımın dagerçekleşmesi, doğanın kendisine verdiğini ilerisürmekten hoşlandığı ayrıcalıklara erkeğin hiçde baştan beri sahip olmadığını, bunları elegeçirebilmek için savaşmak zorunda kaldığınıortaya koymaktadır. İlgili savaştan erkeğinzaferle çıkması, kadının boyunduruk altınaalınması anlamını taşımıştır; söz konusu amaçuğrunda çıkarılan yasalar, bunun doğruluğunuinandırıcı biçimde kanıtlamaktadır.

Demek oluyor ki, erkeğin toplumdaki egemendurumu hiç de doğadan kaynaklanmamaktadır.Eldeki bazı bilgilerden anlaşıldığına göre, ancakkomşu kabilelerle sürüp giden savaşlar sırasındaböyle bir egemenliğe gereksinim duyulmuş,ilgili savaşlarda önemli bir rol üstlenen erkek burolden yararlanarak toplumda önderliği elinealmıştır. Böyle bir gelişime paralel olarak da
özelmülkiyet 
 ve miras hukukunda bazıdeğişikliklerin gerçekleştiği görülüyor; budeğişiklikler, mirasa konabileceği ve özelmülkiyet sahibi olabileceği ilkelerini getirerek,erkeğin toplum içinde egemenliğinin temelinioluşturuyor.Bu konuda bilgi sahibi olmak için yeni yetişenbir çocuğun kitaplar okuması gereksizdir.Yukarıda anlatılanları hiç bilmese de, erkeğinyasalarca kayırılışının sonuçlarını günlükyaşamda görür, kadın ile erkek arasında eşitliğisağlamak isteyen anne ve babaların, geçmiştengünümüze aktarılagelmiş ayrıcalıklardan elçekmeye hazır olmasına karşın sezip hissederbunu. Ev işlerini gören annenin baba gibi aynı

haklarla donatılmış biri sayılabileceğini çocuğunkafasına sokmak hayli güçtür. Gözlerinidünyaya açtığı ilk günden başlayarak nereyebaksa babasının egemenliğini görmenin biroğlan için ne anlama geleceğini düşünelim bir.Oğlan çocukları henüz doğar doğmaz kızçocuklarından çok daha büyük bir kıvançlakarşılanır ve prensler gibi bağra basılır. Anne vebabaların, doğacak çocuklarının daha çok erkekolmasını istedikleri herkes tarafından bilinen vepek sık karşılaşılan bir durumdur. Oğlan çocuğu,bir erkek evlat olarak nasıl el üstündetutulduğunu her adımda görüp hisseder.Kendisine söylenen ve bazen de kendisininkulak misafiri olduğu çeşitli sözlerden erkeklerintoplumdaki rolünün kadınlarınkinden dahabüyük önem taşıdığı sonucunu çıkarır. Erkeklikilkesinin üstünlüğünü çocuğun gözleri önüneseren bir başka durum da, evde kadınların pekfazla önemsenmeyen işlerde çalışması venihayet çevredeki kadınların her zamanerkeklerle eşit haklara sahip oldukları kanısınıhiç de içlerinde taşımamasıdır. Kadınlar

genellikle, yaşamda pek değerli bir gözlebakılmayan ikinci derecede bir rolü üstlenirler.Her evlilikten önce aslında kadının erkeğesorması gereken çok önemli bir soru vardır:“Uygarlığın o üstün erkeklik ilkesi karşısındaki,özellikle aile konusundaki tutumun nedir?”Soru, çoğunlukla yaşam boyu bir kararabağlanmadan kalır. Bunun da sonucu, bazenkadının erkekle eşit haklara sahip olmak içinbüyük bir çaba harcaması, bazen de çeşitliderecelerde bir teslimiyettir. Taraflardan diğerierkek, yani baba ise çocukluğunda erkeğinkadından daha büyük bir rol üstlenmesigerektiği inancı içinde yetişir, bu inanç dakendisini bir yükümlülük duygusuyla donatır,yaşamın ve toplumun karşısına çıkardığısorunları her zaman erkek ayrıcalığıdoğrultusunda çözümler.Bu koşullardan kaynaklanan bütün durumlarıçocuk da ailesiyle birlikte yaşar. Böyleliklekadın üzerinde yığınla bilgi ve görüş edinir,hepsinde de kadın pek parlak denilemeyecek biryer işgal eder. Dolayısıyla, çocuğun ruhsal

gelişimi erkeksi karakter kazanır. Güçlülükeğiliminde varılmaya değer gördüğü amaç,neredeyse tümüyle erkeksi özellikler vetavırlardır. Sözü edilen güç ilişkilerinden bir türerkeksi erdem doğup çıkar, erkeksi erdeminkendisi de tümüyle böyle bir kökene dayanır.Bazı karakter özelliklerine
erkeksi
, bazılarına da
kadınsı
 damgası vurulur; oysa böyle birdeğerlendirmeyi haklı gösterecek temelgerçekler ortada yoktur. Diyelim ki erkeklerlekızların ruh durumlarını karşılaştırdık da, böylebir sınıflandırmayı doğrulayacak kimi ipuçlarıele geçirdik, bunların doğal gerçeklersayılacağını söyleyemeyiz. Çünkü söz konusuipuçlarını bize kazandıran incelemeleri belirli birçerçeve dışına çıkamayan, yaşam planları veyaşamda izleyecekleri ana doğrultuları tek yanlıgüç yargılarıyla belirlenmiş olan insanlarüzerinde yaparız. Güç ilişkileri, bu insanlarınellerine, gelişimlerini gerçekleştirecekleri alanızorunlu olarak tutuşturmuştur bir kez.Dolayısıyla, erkek ve kadının karakter özellikleridiye bir ayrıma gitmek haklı bir temelden

yoksundur. Gerek kadınsal, gerek erkekselkarakter özelliklerinin de güçlülüğün gereklerinenasıl cevap verebildiğini, itaat ve boyun eğmegibi kadınsal çarelerden yararlanılarak dabaşkalarının nasıl egemenlik altınaalınabileceğini göreceğiz. Uysal bir çocukla sözdinlemeyen bir çocuğu ele alalım örneğin ve herikisi de güçlülük eğilimiyle donatılmış olsun; budurumda uysal çocuk, uysallığından sağlayacağıyararlarla söz dinlemeyen çocuktan daha ileri birnoktaya ulaşabilecektir. Bir insanın ruhsalyaşamını anlamamızı sıklıkla zorlaştıran biretken, güçlülük amacına ulaşabilmek içininsanın birbirinden alabildiğine değişik karakterözellikleri edinmesidir.Erkek çocuğu büyüdü mü, erkekliğinin önemineredeyse bir görev olarak yüklenir sırtına.İçindeki hırs, güçlülük ve üstünlük eğilimitümüyle birbirine bağlanır, adeta erkeklikyükümlülüğüyle özdeşleşir. Güç peşinde koşançocukların çoğu salt erkekliklerinin bilinciyleyetinmez, aynı zamanda erkek olduklarını,dolayısıyla birtakım ayrıcalıklara sahip olmaları

gerektiğini çevrelerine göstermek ve kanıtlamakister, bunu da bir yandan başkalarından hep önegeçmeye çalışıp erkeksi karakter özellikleriniabartarak, beri yandan despot kimseler gibidavranıp çevrelerindeki kadınlar karşısındaüstünlüklerini sergileyerek yaparlar, gördükleridirencin büyüklüğü oranında da sergileme işigüçlü bir nitelik taşır. Bütün bunlar için deizledikleri yol ya inatçılık, ya çılgınca öfkenöbetlerine kapılmak ya da sinsi bir kurnazlığabaşvurmaktır.Bugün insanın değeri ayrıcalıklı erkek idealinegöre belirlendiğinden, ilgili ölçütün oğlançocuklarının da hep karşısına çıkarılmasında venihayet bunların kendilerini söz konusu ölçütevurmaya alışmasında, izledikleri yaşam yolununher zaman erkeksi sayılıp sayılmayacağını,yeterince bir erkekliğe kavuşupkavuşmadıklarını sürekli gözlemleyip saptamakistemelerinde şaşılacak yan yoktur. Bugün,erkeksi denilince insanların kafasında ne türçağrışımların uyandığı bilinmektedir. Her şeydenönce katıksız bir bencillik, aşk duygusunun

doyuma kavuşturulması, kısaca üstünlüğe erişipbaşkalarından öne geçmek anlamına gelir, ilgilisözcük; bütün bunları da yüreklilik, gurur,kadınlar üzerinde her türlüsünden zaferkazanma, mevki, paye ve ad sahibi olma,kadınsal duygulara karşı kendiniduyarsızlaştırma gibi sözümona aktif karakterözelliklerinden yararlanarak ele geçirmek, yineilgili sözcüğün anlam kapsamı içinde yer alır.Kişisel üstünlük uğruna sürekli bir boğuşmadır
erkeksilik 
, çünkü üstün olmaya da
erkeksi
 birgözle bakılır.Dolayısıyla erkek çocuğu zamanla öylekarakter özellikleri kazanır ki, bunlar için gereklimodelleri yalnızca büyüklerde, özelliklebabasında ele geçirir. Nereye bakılsa, yapayyoldan üretilen bu büyüklük hezeyanının izlerinigörmek mümkündür. Erkek çocuğu, daha erkendönemde yanlış bir davranış izleyerek aşırıölçüde güç ve ayrıcalığa kavuşmaya itilir.Bunlar kendisi için erkeklik anlamını taşır. Böylebir erkeklik de, olumsuz koşullarda, herkesçebilinen kabalık ve zorbalığa dönüşür.

Erkek olmanın sağladığı çok yönlü yararlar,erkek çocuklar için büyük bir ayartı kaynağıdır.Kızların da yaşamlarının ana doğrultusu olarakiçlerinde erkeksi bir ideal taşımaları bizişaşırtmamalıdır; kız çocuklarında böyle bir idealya gerçekleşmeden kalan bir özlem, yadavranışların değerlendirilmesinde başvurulanbir ölçüt, ya da bir davranış biçimi olarak açığavurur kendini. İçlerindeki önüne geçilmez birdürtüye uyarak, vücut yapısı bakımından dahaçok erkek çocuklarına yakışacak oyunlaroynamayı ve işler yapmayı yeğleyen kızları bugruba sokabiliriz. Böylesi kızlar, örneğintırmanmadık ağaç bırakmaz, erkeklerin arasındazaman geçirmekten hoşlanır, kadınların yaptığıbütün işlere yüzkarası olarak bakar, bunlardanhiçbirine el sürmek istemezler. Genellikleerkekler gibi davranmak haz verir, doyumakavuşturur onları. Bütün bunları, uygarlığımızdaerkekliğin kadınlığa yeğ tutulduğu gerçeğindenyola koyularak anlayabiliriz. Üstün bir konumuele geçirmek uğruna boğuşmanın, üstünlüğekavuşmak için çalışmanın gerçeğe ve yaşamda

izlenecek tutuma kadar uzanamayıp saltgörünüşle sınırlı kaldığını açık seçikgözlemleyebilmekteyiz.
Kadının Yetersizliğine İlişkin Önyargı
Toplumdaki egemen konumuna haklılıkkazandırmak için, ilgili konumun kendisinedoğa tarafından bağışlandığını ileri sürmesininyanı sıra erkeğin başvurduğu bir başka kanıt dakadının yetersiz bir yaratık sayılacağıdır.Kadının yetersizliği görüşü o kadar yaygındır ki,sanki bütün insanlar böyle bir görüşübenimsemiştir. Buna paralel olarak, erkekte hepbir tedirginlik açığa vurur kendini; öyle birtedirginlik ki, anne hukukuna karşı sürdürdüğüsavaş döneminden, kadının erkek için gerçektentedirgin edici bir öğe oluşturduğu çağdan kaldığısöylenebilir. Çünkü tarih ve edebiyat

kitaplarında her an buna ilişkin ipuçlarınarastlamaktayız. Örneğin bir Romalı yazar
“Mulier est hominis confusio”
 der. Birçokruhaniler meclisinde kadının bir ruhu bulunupbulunmadığı hararetle tartışılmış, kısaca bir insansayılıp sayılmayacağı konusunda çeşitlibilginlerce çeşitli yazılar kaleme alınmıştır.Yüzyıllar boyunca etkinliğini sürdüren cadıhezeyanı ve cadıların ateşte yakılması, busorunla ilgili olarak bir zamanlar içine düşülenyanılgıları, o müthiş bocalamaları ve şaşkınlığıhazin şekilde belgelemektedir. Kadın, sık sıkbütün bela ve musibetlerin nedeni olarakgösterilir. Örneğin, Tevrat’ta insanlarıncennetten kovulmalarına yol açtığı anlatılır.Homeros’un
“İliada”
sında ise bir yığın ulusufelaketin kucağına bir tek kadının sürüklediğihikâye edilir. Her çağın destan ve masallarındakadının ahlaksal yetersizliğine, rezilliğine,hainliğine, iki yüzlülüğüne, bir karardadurmayışına ve güvenilemeyecek karakterinedeğinildiği görülür. Hatta “Kadınlara özgü birhafifmeşreplik” deyimi yasalarda bile yer

almıştır. Ve yine kadın, becerikliliği ve çalışmayeteneği bakımından aşağılanmalara konu edilir.Her ulusun anekdotlarında, atasözlerinde venüktelerinde yukarıdan bakılarak yerilir kadın,geçimsiz, titiz, kuş beyinli ve aptal (saçı uzun,aklı kısa!) diye gösterilir. Bütün bir zekâ gücüseferber edilerek kadının yetersizliğikanıtlanmaya çalışılır. Örneğin Strindberg,Moebius, Schopenhauer, Weininger gibiyazarlar, kadın karşısında böyle bir tutumsergiler. Üstelik bu kişilere azımsanmayacaksayıda kadının da katıldığı görülür; ilgilikadınlar, boyunlarını bükerek durumukabullenip kadının yetersizliği ve onun yaşamdaancak ikincil derecede bir rol üstlenebileceğigörüşünü paylaşır. Kadınlara çalışma hayatındaödenen ücret de, erkeklere ödenen ücretten çokdaha düşük tutulmakta, bu da yine kadının pekönemsenmediğini açığa vurmaktadır.Yetenek testi sonuçları karşılaştırılarak,örneğin matematik gibi bazı derslerdeerkeklerin, dil gibi bazı derslerde ise kızlarındaha yetenekli sayılacağı gerçekten saptanmıştır.

Erkek olarak ileride tutacakları işe kendilerinihazırlayacak dersleri erkekler kızlardan daha iyibaşarabilmektedir. Ne var ki bu, erkeklerinkızlardan genellikle daha yetenekli sayılacağınınancak sözde bir kanıtıdır. Kızların durumudikkatle incelendi mi, kadınların erkeklerdendaha az yetenekli olduğu savının bir masaldan,gerçekmiş izlenimini veren bir uydurmacadanbaşka nitelik taşımadığı görülecektir.Kızlar, Tanrı’nın her günü adım başında vealabildiğine değişik şekillerde oğlanlardan dahaaz yetenekli sayılacaklarını, oğlanlara göre dahahafif, daha önemsiz işlere yatkın olduklarınıişitip dururlar. Çocukluğundan kaynaklanan birgüçsüzlükle söz konusu yargılara ne ölçüdedoğru bir gözle bakacağını bilemeyen bir kızınkadınsal yetersizliği kadınların değişmez yazgısıgibi göreceğini ve sonunda kendiyeteneksizliğine gerçekten inanacağını anlamakzor değildir. Dolayısıyla, daha baştan gözleriyılar kızların, kadının toplumsal konumunailişkin sorunlarla karşılaşmak istemez pek ya dabunlara gereken ilgiyi gösteremez, böyle bir ilgi

besliyorsa onu kaybeder, gelecekteki yaşam içinedinmesi gereken iç ve dış hazırlıktan yoksunkalır.Buradan anlaşıldığı üzere, kadın yetersizliğiiçin ileri sürülen kanıtlar ancak sözde birdoğruluğu içerir. Böyle bir yanılgının da ikinedeni vardır. Birincisi, çoğu kez tek yanlı vesalt bencil düşüncelere dayanılarak, insanın hâlâticari alanda elde edeceği başarılara göredeğerlendirilmesidir; ticari açıdan da hareketedilince, iş gücüyle ruhsal gelişim arasındakiilişki pek incelenip araştırılmaz. Oysa sorunungereğince üzerinde duruldu mu, kadınınerkekten daha az bir iş gücüne sahip olduğuyanılgısının doğmasına pek büyük katkıdabulunan öteki temel neden de ele geçirilecektir.Çocukluğundan başlayarak bütün dünyanın,kızlara belirli bir önyargıyı benimsetmeyeçalıştığı, böyle bir önyargının da kızların kendideğerlerine olan inancını ve kendi özgüvenlerinisarsmaktan, doğru dürüst işler becerebilmeumutlarını yıkmaktan başka şeye yaramadığıgözden kaçırılır çoğunlukla. Hayatta kadınların

nasıl ikinci derecede rol oynamakla yükümlükılındığını gören bir kızın cesaretini yitirip,kendisini bekleyen işlere pek istenildiği gibi elatamayacağı, yaşamın karşısına çıkaracağıödevlerden korkup soluğu kaçmakta alacağıdoğal,
bunun da
 kendisini işe yaramaz birduruma sokacağı kuşkusuzdur. Bir kimseninkarşısına geçip, ona genellikle paylaşılan yanlışbir görüşe karşı bir saygı duygusu aşılamayaçalışır ve bir baltaya sap olacağı konusundakitüm umudunu yıkıp cesaretini kırarsak, onunileride bir varlık gösteremediğini sezdik miyetersizliği konusundaki düşüncemizde haklısayılacağımızı söyleyemeyiz. Bu durumda bütüntersliğin
bizim
 başımızın altından çıktığını itirafetmemiz gerekir. Yani uygarlığımızda bir kızınözgüvenini ve cesaretini yitirmemesi kolaydeğildir. Kaldı ki, ilgili testlerden alınan dikkatedeğer bir sonuç 14-18 yaşları arasındaki kızlarınoluşturduğu bir grubun, erkekler de dahil bütündiğer yaş gruplarından üstün bir yeteneğe sahipolduğunu kanıtlamıştır. Araştırmalara göre, sözkonusu gruptaki kızlar, kadının, yani annenin de

serbest meslek sahibi olduğu ya da yalnızcaannenin böyle bir meslekte çalıştığı ailelerdengeliyordu. Buradan da anlaşılmaktaydı ki, ilgilikızlar kadının çalışma yetersizliğine ilişkinönyargıyla karşılaşmadıkları ya da çok azkarşılaştıkları evlerde yetişmiş, özellikleannelerinin kendi becerisiyle neler başardığınıgözleriyle görmüşlerdi. Dolayısıyla, gelişimleriçok daha özgür ve bağımsız bir yol izleyebilmiş,yukarıda sözü edilen önyargının doğuracağı tümengelleme ve tutukluluklardan uzak kalmışlardı.İlgili önyargının temelsizliğini gösteren birbaşka kanıt da, edebiyatın, sanatın, tekniğin vetıbbın birbirinden alabildiğine değişik dallarındaüstün başarılara ulaşmış, erkeklerinkine tümüyleeşdeğer çalışmalar ortaya koyabilmiş kadınlarınsayıca hiç de az olmayışıdır. Bir yandan, parlakhiçbir başarı elde edemeyerek ileri derecede biryetersizliği sergileyen erkeklerin sayısı o kadarkabarıktır ki, buradan kadınların yetersizliği içinileri sürülenler kadar çok kanıt ele geçirip,kuşkusuz aynı haksız davranışa başvurarakerkeğin yetersizliği önyargısına varabiliriz.

Ciddi sonuçlara yol açan bir durum da kadınınyetersizliği önyargısının kavramlarda kendineözgü bir ikili bölünmeye yol açışı, bir yandanerkeksi, değerli, güçlü, muzaffer; öte yandankadınsı, uysal, boyun eğen, ikinci derecede roloynayan, gibi sözlere yer verilmesidir. Budüşünüş biçimi insanların kafasında öylesinederinlere kök salmış bulunuyor ki,uygarlığımızda mükemmel sayılan her şeyeerkeksi gözüyle bakılıyor, pek değer taşımayıpyadsınan şeylerse kadınlara mal edilmeyeçalışılıyor. Bilindiği üzere öyle erkekler vardırki, kendilerine yapılacak en büyük aşağılamakadınsı bir karakter taşıdıklarını söylemektir;oysa kızlar, erkeksiliğe hiç de sakıncalı gözüylebakmazlar. Kadını anımsatan her şeye daima biryetersizlik yaftası yapıştırılır.Böyle bir önyargıyı çoğu kez alabildiğine biraçık seçiklikle haklı gösteren durumların,yakından bakıldığında engellenmiş bir ruhsalgelişimin sonuçlarından başka şeylersayılamayacağı görülür. Bunları söylemekle, herçocuğu “yetenekli” diye nitelendirip elinden

olağanüstü derecede iş gelen bir insanyapabileceğimizi ileri sürmek istiyor değiliz;ama her çocuğu genellikle “yeteneksiz” denilenbir insana dönüştürebileceğimizi söyleyebiliriz.Ne var ki, biz şimdiye kadar asla böyle bir yolabaşvurmadık; ama bazı kimselerin bu işinüstesinden geldiğini biliyoruz. Günümüzdeerkeklerden çok kızların böyle bir akıbetlekarşılaştığını rahatlıkla düşünebiliriz.Çalışmalarımız sırasında, “yeteneksiz” denilençocukları sık sık görüp inceleme fırsatını bulduk;bazılarında gün gelip öylesine büyük biryetenekle karşılaştık ki, sanki yeteneksizçocuklar zamanla yetenekli çocuklaradönüşmüştü.
Kadın Rolünden Kaçış
Erkeğin ön plana çıkması kadının ruhsal

gelişimini önemli ölçüde aksatmış, içinde kadınolarak üstlenmesi gereken role karşı neredeysegenel bir hoşnutsuzluğun doğmasına yolaçmıştır. Kendi konumları dolayısıyla güçlü biraşağılık duygusuna kapılan bütün insanlar gibikadının da ruhsal yaşamı aynı yolu izler, aynıkoşullar altında devinir. Buna, kadının ruhsalgelişimini güçleştirici bir öğe olarak, sözdedoğal nitelikteki yetersizlik önyargısı gelipkatılır. Ama yine de çok sayıda kız biraz olsunduruma karşı koyabiliyorsa, bunu karakteryapılarına, zekâlarına ve ellerindeki birtakımayrıcalıklara borçludur; söz konusu ayrıcalıklarda, nasıl bir hatalı adımın, hemen peşindenbaşka hatalı adımları sürükleyip getireceğiniortaya koymaktadır yalnızca. Kollanıpgözetilmelerden, lüksten ve komplimanlardanoluşan bu ayrıcalıklar hiç değilse kadınıntoplumda yeğlendiği gibi bir görünüm taşımakta,kadına karşı büyük bir saygı beslendiğiizlenimini uyandırmaktadır. Kadını idealizeetmelerin de bu konuda rol oynadığını belirtmekisteriz; böyle bir yola başvurulmasının da amacı,

gerçekte erkeğin çıkarlarına uygun bir kadınidealini yaratıp ortaya koymaktır. Bir ara birkadının ağzından çok yerinde olan şu sözüişitmiştim:
“Kadının erdemi, erkeklerin güzel biruydurmasıdır.”
Kadın rolüne karşı mücadelede genelliklekadınları iki tipe ayırabiliriz. Birinci tiptekileredaha önce değinmiştik. Gelişimleri aktif veerkeksi bir doğrultu izleyen kimselerdir bunlar.Son derece enerjik ve haristirler, altın madalyaiçin savaşırlar. Erkek kardeşlerini ve erkekarkadaşlarını aşıp geçmeye bakar, daha çokerkekler için öngörülmüş uğraşlara yönelir, hertürlü sporu yaparlar vb. Çoğunlukla sevgi veevlilik ilişkisi kurmaya yanaşmazlar. Diyelimböyle bir ilişki kurulup çıktı ortaya,karşısındakine herhangi bir şekilde üstünolmaya, karşısındakine söz geçirmeye çalışarakbunu hemen yine yıkmanın yolunu ararlar.Ev işlerinin her türlüsünden alabildiğine nefreteder, ilgili duygularını ya doğrudan açığa vurur,ya dolaylı bir yol izleyip ev işlerine karşı aslayetenekli sayılmayacaklarını söyleyerek yapar,

hatta bazen bunu açıkça kanıtlamaya kalkarlar.Bunlar, erkeksi bir davranışa başvurarakyazgılarını düzeltmeye çalışan kimselerdir.Kadın rolüne karşı kendilerini savunmaları,varlıklarının temel özelliğidir. Bazen böylelerininitelemek için “erdişi” deyimi kullanılır.Gelgelelim, sakat bir görüşe dayanır bu deyim;çünkü çoğu kimse sanır ki, söz konusu kızlardadoğuştan erkeksi bir yan, erkeksi bir öz vardırda, kendilerini sergiledikleri tutumu takınmayazorlamaktadır. Ne var ki, uygarlık tarihiningösterdiğine göre, kadının baskı altındatutulması, kadının davranışına günümüzdegetirilen kısıtlama ve sınırlamalar dayanılacakgibi olmayıp, insanı başkaldırmaya zorlayacakniteliktedir. Eğer kadın “erkeksi” sayılan birdavranışa başvuruyorsa, nedeni dünyada dikiştutturabilmesi için iki olanağın varlığıdır ki,bunlardan biri kadının, ötekisi erkeğin idealyoludur. Dolayısıyla, kadın rolünden her sapışerkeksi, erkek rolünden her sapış ister istemezkadınsı bir izlenim uyandıracaktır. Ne var ki, sözkonusu duruma yol açan neden gizemli özlerin

kadın ve erkekte rol oynaması değil, mekânsalve ruhsal bakımdan başka türlüsünündüşünülemeyeceğidir. Dolayısıyla, kızlarınruhsal gelişiminin ne güçlükler altındagerçekleştiğini her zaman göz önünde tutmamızgerekir; öyle ki, erkekle eşitliği benimsenmediğisüre, yaşamla, uygarlığımızın gerçekleriyle vetoplu yaşam biçimleriyle eksiksiz bir uzlaşmayıkadından beklememiz boşuna zahmettir.Bir tür tevekkül ve teslimiyetle yaşamlarınısürdüren ve inanılmayacak derecede büyük biruyum, itaat ve alçakgönüllülük sergileyenkadınlar ise, ikinci tipte yer alır. Böyle kadınlarher duruma uyum sağlar, hangi iş olursa el atar,ama öylesine beceriksizlik gösterir ve öylesinedar görüşlü davranırlar ki, hiçbir şeyi doğrudürüst yapıp çıkaramaz, insanı iyi niyetlerindenkuşkuya düşürürler. Bazen de sinirsel birtakımbozukluklar gösterir, güçsüzlüklerini bu yoldangereği gibi sergiler, dikkate alınmak istedikleriniaçığa vururlar. Beri yandan, kendini böyle zorakoşmanın, böylesine bir despotluğa konuolmanın nasıl bir sinirsel hastalıkla

cezalandırıldığını ve toplumsal yaşam içininsanın nasıl işe yaramaz duruma sokulduğunuortaya koyarlar. Bu tiptekiler, dünyanın en iyiinsanlarıdır; ama toplumun beklentilerine birtürlü yanıt veremez, çevrelerinin hoşnutluğunusürekli ellerinde tutamazlar. Boyun eğmelerinin,alçakgönüllülüklerinin ve kendi davranışlarınagetirdikleri kısıtlamaların temelinde, ilk tiptekikadınlarda gördüğümüz aynı başkaldırı saklıyatar; öyle bir başkaldırı ki, “ne zevksiz yaşam”sözü ağızlarından açık seçik dökülür gibidir.Kadın rolünü yadsımamalarına karşın, yetersizyaratıklar kimliğiyle yaşamda ikinci derecede birrol oynamaya mahkûm edildiklerinin kahredicibilincini içlerinde taşıyan kadınlarsa, bir üçüncütip oluşturur. Bunlar, kadının yetersizliğine veancak erkeklerin elinden iyi işler çıkabileceğineyürekten inanmışlardır. Dolayısıyla, kendileri deerkeklerin toplum içindeki ayrıcalıklı durumunusavunurlar hep. Böylelikle başarılı işler görmeyeteneğini yalnızca erkekte bulan ve onuntoplumda ayrıcalıklı bir yer işgal etmesiniisteyen seslerin oluşturduğu koroya güç katarlar.

Kendi güçsüzlük duygularını öylesine belirginaçığa vururlar ki, adeta karşılığındaçevresindekilerce takdir edilmeyi bekler vedesteklenmeyi umar gibidirler. Ne var ki, bu daöteden beri hazırlanan bir başkaldırının patlakvermesinden başka bir şey değildir; başkaldırı,çoğunlukla kadının evliliğin ödevlerini süreklikocasının üzerine yıkması, bunların üstesindenancak bir erkeğin gelebileceğini açıkça itirafetmesiyle belli eder kendini.Eğitim gibi yaşamın en önemli, aynı zamandaen çetin ödevlerinden birinin, kadınınyetersizliği önyargısına karşın, pek büyükbölümüyle yine kadınların eline bırakıldığınıdüşünürsek, bu üç tipteki kadının eğiticikimliğiyle nasıl bir davranış sergileyeceğine birgöz atmak yerinde olacaktır. Bu arada, tiplerarasında saptadığımız ayrımları biraz dahagenişletebileceğiz. Yaşam karşısındaki erkeksitutumuyla ilk tipteki kadınlar, çocuklarınıeğitirken astıkları astık, kestikleri kestik birdavranışa başvuracak, bağırıp çağıracak,çocuklarını sürekli cezalandırıp onları aşırı bir

baskı altına almaya çalışacak, çocuklar da doğalolarak bu baskıdan kendilerini kurtarmayabakacaktır. Böyle bir eğitimle olumlu koşullardaelde edilecek başarı, hayvanlar üzerindeuygulanacak bir eğitimin sağlayacağı başarıdanileri geçmeyecek, en küçük bir değertaşımayacaktır. Böyle bir eğitime konu edilençocuklar, genellikle annelerine eğiticiyeteneğinden yoksun kimseler gözüyle bakarlar.Eğitim uğrunda koparılan o büyük fırtınaçocukları oldukça olumsuz yönde etkiler, kızlarıannelerine öykünmek gibi bir tehlikeyle karşıkarşıya bırakırken, erkeklerin yüreğini korkuyladoldurup, gelecekteki yaşamları konusundakendilerini tasalara sürükler. Böyle bir anneninbaskısı altında yetişmiş çocukların dikkatiçekecek kadar büyük bir çoğunluğu, ileridekadın gördüler mi yollarını değiştirir; sankikadınlara karşı içlerine nefret duygusu ekilmiştirde, onlara karşı bundan böyle en küçük birgüven duymazlar. Böylece erkeklerle kadınlarınarası açılır, iki taraf sürekli uzaklaşır birbirinden,sonunda açık seçik bir hastalık tablosu ortaya

çıkar; gelgelelim böyle bir durumda bile“erkeklik ve kadınsallık öğesinin ilgili kişilerdegereği gibi bir dağılım göstermediğini” ilerisürme saçmalığında bulunacak kişiler vardır.Öteki iki tiptekiler de, eğiticilik açısındanbaşarısız ve kısır kimselerdir. Kimi kararsız vekuşkucu bir davranışı sergiler, kendilerindekiözgüvenin yetersizliğini hemen fark edençocuklarına sözlerini dinletemez olurlar. Anne,eğitsel girişim ve çabalarını aralıksız tekrarlar,durmadan uyarır çocukları, yaptıklarınıbabalarına söylemekle çocukların gözlerinikorkutur. Ne var ki, çocukları eğitecek bir erkeğiarayan davranışlarıyla eğitsel çabalarının olumlusonuca ulaşacağına inanmadıklarını ele verirler.Böylece eğitim konusunda da gözleri hep geriyeçekilmededir; sanki yalnızca erkeğin elinden işgeleceği, dolayısıyla eğitim sorununda damutlaka bir erkeğin gerektiği yolundakafalarında yaşattıkları düşünceye pratiktehaklılık kazandırmayı kendilerine ödevedinmişlerdir. Bazıları da hiçbir şeyin hakkındangelemeyecekleri duygusuyla herhangi bir eğitim

işini üstlenmekten kaçar, böyle bir sorumluluğukocalarının, mürebbiyelerin ya da daha başkakişilerin üzerine yıkarlar.Kadın rolünü üstlenmekten duyulanhoşnutsuzluk, bazı “yüce” nedenlerle örneğinbir manastıra kapanarak ya da evliliğe kapılarıkapayan bir işte çalışarak yaşamdan elini eteğiniçeken kızlarda daha belirgin olarak açığa vururkendini. Böyleleri de, kadın rolüyleuzlaşamadıkları için ilerideki asıl ödevleriningerektirdiği hazırlıkları yapmaya yanaşmayankadınlar arasında yer alır. Beri yandan, çokgeçmeden kendilerine bir iş edinmeye bakankızların bu davranışlarının nedeni de, çalışmahayatının sağlayacağı bağımsızlığa, bir evliliğinkucağına yuvarlanmaktan kendilerini rahatlıklakoruyacak gözüyle bakmalarıdır. Evliliğe karşıtakınılan bu tutum da, yine geleneksel kadınrolüne karşı duyulan nefrette itici etken olarakkarşımıza çıkar.Bir evliliğin gerçekleşip kadının böyle bir rolüisteyerek üstlendiği sanılsa bile, bir evlilikanlaşmasının hiç de kadın rolüyle uzlaşmanın bir

kanıtı sayılmayacağı sık sık görülür. Şu andaotuz altı yaşındaki bir kadın hastamızı buna tipikbir örnek olarak gösterebiliriz. Çeşitli sinirselyakınmaları vardır hastamızın. Yaşlı bir adam veiçi zorbalık hırsıyla dolup taşan bir kadınarasındaki evlilikten doğmuş iki çocuktanbüyüğüdür. Öncelikle, pek güzel bir kadınsayılan annenin, yaşlı bir adamla evlenmesi,böyle bir evlilikte kadın rolünü üstlenmedekiduraksamanın da rol oynadığını ve kocaseçimini etkilediğini ortaya koymaktadır.Hastamızdan öğrendiğimize göre, anne babaarasındaki evlilik pek iyi yürümemişti. Evdekesinlikle annenin sözü geçiyordu; annekimsenin gözünün yaşına bakmıyor, evdekilereher istediğini yaptırıyor, yaşlı kocasını herfırsatta köşeye sıkıştırıyordu. Kocasının şöyle biranlığına, bir sıranın üzerine uzanıp dinlenmesinebile katlanamıyor, kafasında pişirip kotardığı vehiçbir şekilde çiğnenmesine izin vermediği birilkeye uyarak evi çekip çeviriyordu.Pek yetenekli bir çocuk olan hastamız, babasıtarafından pek şımartılmıştı. Annesi ise hiçbir

zaman kendisinden hoşnut kalmamış, hepkarşısında yer almıştı. Hele sonradan bir erkekçocuğu dünyaya gelip, anne çok daha büyük birsevecenlikle ona kucak açınca, durum iyideniyiye katlanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Normaldepek kayıtsız ve yumuşak bir adam sayılan, amakendisi söz konusu oldu mu çok sert tepkigösterebilen babasından destek göreceğibilinciyle davranan kızın içinde, sürüp gidenkavgaların sonunda annesine karşı oldukçabüyük bir kin ve nefret duygusu uyanmıştı. Buarada hastamızın saldırılarına hedef almaktanhoşlandığı bir şey de, annesinin temizliktutkusuydu; ilgili tutku öylesine aşırılığavardırılıyordu ki, örneğin annesi ev işlerineyardım eden kadının kapının koluna bile elinisürmesine dayanamıyor, hemen kalkıp el değenyeri tekrar silerek temizliyordu. Dolayısıyla,hastamız evde üstü başı kir pas içinde dolaşarakher şeyi pisletmekten zevk almaya başlamıştı.Kısacası, annesinin kendisinden beklediklerinintam tersi özellikler ediniyordu. Bu da, karakterözelliklerinin doğuştan insanda var olduğu

görüşünü çürüten bir durumdu. Eğer hastamızannesini ölesiye kızdıran özellikler sergiliyorsa,yalnızca bilinçli ya da bilinçsiz bir plandankaynaklanabilirdi, bu. Anneyle kız arasındakisavaş, bugün de hâlâ sürüp gidiyor; öyle birsavaş ki, çetinlikte eşine rastlanacak gibi değil.Hastamız sekiz yaşına geldiğinde durum aşağıyukarı şöyleydi: Baba kızın tarafını tutuyor,anne hain ve sert bir yüz ifadesiyle ortadadolaşıp iğneleyici söz ve suçlamalarını sağa solayöneltiyordu; hastamız ise arsız, hazırcevap vealabildiğine esprili bir tavırla annesinin karşısınadikiliyor, onun tüm çabalarını boşa çıkarıyordu.Derken annenin gözbebeği sayılan ve şımartılıpel üstünde tutulan erkek kardeşin, kalpkapakçıklarındaki bir bozukluk nedeniyleannenin daha çok bakım ve ilgisini üzerineçekmesi, var olan durumu daha dakötüleştirmişti. Böylece, anne ve babanınçocuklarına karşı gösterdiği ilgi, sürekli olarakbirbirine zıt bir doğrultu izlemiş, işte hastamız bukoşullar altında büyümüştü.Sonunda öyle olmuştu ki, kimsenin pek

açıklayamadığı ciddi bir sinirsel hastalığayakalanmıştı hastamız. Annesini konu alan kötüdüşünceleri bir türlü kafasından kovamıyor,dolayısıyla kendi kendini yiyip bitiriyordu. Sözkonusu düşüncelerden söz açıp, hiçbir şeyyapacak durumda değildi. Sonunda ani birkararla dindarlığa verdi kendini, ama bu da hiçişe yaramadı. Bir süre sonra kafasındaki kötüdüşünceler biraz azaldı; alınan ilaçlardan birininetkili olduğu şeklinde yorumlandı durum; amabelki de anne biraz susturulmuş, kendinisavunma durumuna itilmişti. Ne var ki, hastalıktümüyle kaybolmayarak birazı kalmıştı geride,bu da belirgin bir fırtına korkusuyla kendiniaçığa vuruyordu. Hastamızın kuruntusuna göre,fırtına korkusu vicdanının rahat sayılmayışındankaynaklanmaktaydı ve annesine karşı içindehaince düşünceler beslediği için, günün birindebir felaket gibi başına çullanacaktı. Buradananlaşıldığına göre, hastamız daha o yaştaannesine karşı duyduğu nefret ve kinden bizzatkendisini kurtarmaya çalışıyordu. Beri yandanhastamızın gelişimi seyrini sürdürmüş, sonunda

her şeye karşın güzel bir gelecek kendisine gözkırpar gibi olmuştu. Günün birinde bayanöğretmenlerinden biri hastamız için, bu kızisterse her şeyi yapabilir gibi bir söz kullanmış,bu da onu pek etkilemişti. Aslında böylesisözlerin pek bir önem taşıdığı söylenemez, amahastamız bu sözlerden şunu anlamıştı. Bir şeyi
kafasına koymayagörsün
, onu mutlaka yapar.Bu da, annesiyle yeniden savaşmak gibi birhırsın içinde uyanmasına neden olmuştu.Derken ergenlik dönemine giren hastamızgüzel bir kız olup çıkmış, evlenecek çağa ayakbasmış ve pek çok kişiden evlenme önerisialmıştı. Ne var ki, bir evlenmeye yol açabilecekher türlü ilişkiyi sözleriyle bir bıçak gibi kesipatmıştı. Çevresinde yaşlı bir adam vardı ki,hastamız yalnızca ona karşı özel bir yakınlıkduyuyor, onunla evleneceğinden korkuyorduhep. Ama bu adamdan da bir süre sonravazgeçmiş, yirmi altı yaşına kadar bir taliptenyoksun yaşamıştı. Bu da hastamızın bulunduğuçevrede oldukça dikkat çekmiş, yaşamöyküsübilinmediğinden kimse davranışına bir anlam

verememişti. Çocukluğundan beri annesine karşısürdürdüğü çetin savaşta hastamız geçimsiz vehuysuz birine dönüşmüştü. Savaş, onun içinzaferler sağlayan bir araçtı. Annesinin davranışıkendisini kamçılayarak hep zafer peşinde koşanbiri durumuna sokmuştu; şöyle yaman bir ağızdalaşı kadar hoşlandığı başka bir şey olamazdı.Gurur ve kibri böylece kendini açığa vurmaolanağına kavuşuyordu. Bir rakibin yenilgiyeuğratılmasını öngören oyunları ötekilere üstüntutması da, yine “erkeksi” tavrını bellietmekteydi.Yirmi altı yaşında çok saygın bir erkekletanışmış, erkek onun geçimsiz ve cadaloztavrından yılmayarak kendisine ciddi birevlenme önerisinde bulunmuştu. Erkeğindavranışı pek alçakgönüllü ve otoriteye boyuneğer nitelikteydi. Akrabalarının böyle bir erkekleevlenmesi için üzerine düştüklerini görenhastamız, ona karşı büyük bir nefret ve soğuklukhissettiğini, böyle bir erkekle yapacağı evliliğinsonunun hayırlı çıkmayacağını söylemişti. Onundurumunda söz konusu kehanette bulunmak

kuşkusuz güç değildi. İki yıllık bir direniştensonra nihayet evlenmeyi kabul etmiş, kocasıolacak adamı bir köle gibi kullanıp ona istediğigibi davranabileceği inancı bu kararında roloynamıştı. Hiçbir dileğini geri çevirmemiş olanbabasının bir kopyasını evleneceği adamdabulacağı umudu, içten içe yaşamıştı ruhunda.Ama çok geçmeden yanıldığını anlamıştı.Daha evlilikten birkaç gün sonra kocasınıağzında pipoyla odada oturmuş, gel keyfim gelgazetesini okurken görmüştü. Kocası sabahleyinevden çıkıp bürosuna gidiyor, zamanında eveyemeğe geliyor, yemek henüz hazırlanmamışsahomurdanıp söyleniyordu. Karısından temizliksevgi ve titizlik bekliyor, hastamızınaçıklamasına göre hiç aklından geçirmediğitümü de haksız isteklerde bulunuyordu.Kocasıyla arasındaki ilişkinin, babasıylailişkisini uzaktan yakından anımsatacak yanıyoktu. Bütün umutlar suya düşmüştü. Hastamızadamdan ne kadar çok şey isterse, adamisteklerini karşılamaya o kadar az eğilimgösteriyor, adam hastamızın dikkatini ne kadar

üstlenmesi gereken kadın rolüne çekerse,hastamız bu rolü üstlenmeye o kadar az isteklidavranıyordu. Bu arada kendisinden böyleisteklerde bulunmaya hiç de hakkı olmadığınıkocasına sürekli hatırlatıyor, çünkü kendisindenhoşlanmadığını evlenmeden önce kesinlikle onasöylediğini belirtiyordu. Ne var ki, budavranışından hiç etkilenmeyen kocası,kendisine çeşitli istekler yöneltmektenvazgeçmiyordu bir türlü. Bunu da öylesine biramansızlıkla yapıyordu ki, hastamız giderekgeleceğini pek karanlık görmeye başlamıştı.Görev duygusuyla dolup taşan dürüst denilecekadam, bir sarhoşluk içinde kendinden geçerekhastamızla evlenmiş ama hastamızı kesinlikle elegeçirdiğine inanır inanmaz söz konusu sarhoşlukuçup gitmişti.Derken, hastamız anne olmuş, ama kocasıylaaralarındaki uyumsuzlukta yine bir şeydeğişmemişti. Hastamızın yeni ödevlerüstlenmesi gerekiyordu. Var gücüyle damadıntarafını tutan annesiyle arası günden güne dahaçok açılmıştı. Evdeki savaş hiç ara verilmeden

çok ağır silahlarla sürdürüldüğünden, adamınbazen çirkin ve saygısız davranışlarabaşvurması, böylece kadının zaman zamandavranışında haksız sayılmaması şaşılacak birşey değildi. Erkeğin o türlü davranışına yol açanneden, hastamızın, yanına yaklaşılmaz tutumu,kadınlık rolüyle bir türlü uzlaşamamasıydı.Aslında kafasından geçirdiğine göre kadınrolünü öyle oynayacaktı ki, evde hep birhükümdar gibi dikilecekti, tüm isteklerini yerinegetirmek zorunda olan bir kölenin yanında yürürgibi kocasıyla yaşam yolunu yürüyüp gidecekti.Belki o zaman üstlenebilirdi böyle bir rolü.Peki şimdi ne yapacaktı? Boşansın, annesininyanına dönsün de yenilgiye uğratıldığınıaçıklasın mıydı? Tek başına ve bağımsızyaşayamazdı, böyle bir yaşama hazırlıklı değildi.Boşanması, gururuna ve kendini beğenmişliğineindirilmiş bir darbe anlamını taşıyacaktı. Yaşamıbir işkence gibi görüyordu. Bir yanda kocası herşeye kusur bulurken, diğer yanda annesidurmadan kendisini topa tutuyor, heptemizlikten ve düzenden dem vuruyordu.

Sonunda hastamızda da bir temizlik ve düzenmerakı baş göstermişti. Bütün gününü şunubunu yıkamak ve temizlemekle geçiriyordu.Annesinin o zamana kadar hep kafasınasokmaya çalıştığı öğütleri sonunda kavramıştısanki. Kızını böyle gören anne belki ilkinnazikçe gülümsemiş, beri yandan kocası dakarısında ansızın baş gösteren düzenlilikmerakından, onun habire dolapları boşaltıpyeniden yerleştirmesinden bir bakıma hoşnutolmuştu. Ne var ki, aşırılığa vardırılabilirdi böylebir davranış; nitekim hastamızda da böyleolmuştu: Her şeyi öylesine ovup temizliyordu ki,evde bir toz zerresi bile barınamıyordu. Ortalığıtemizleyip çeki düzene sokarken herkesinrahatını kaçırarak hamaratlığını açığa vuruyor;öte yandan çalışırken herkes kendisini rahatsızediyordu. Birisi, yıkayıp temizlediği bir şeye elsürdü mü, kalkıp yeniden yapıyordu aynı işi; bu,yalnızca onun üstesinden gelebileceği bir şeydi.
Yıkayıp temizleme hastalığına
 kadınlardaalabildiğine sık rastlanır. Böyle davrananlarıntümü de kadınlık rolünü üstlenmeye karşı

koyanlardır; ilgili davranışlarıyla kendilerini birtür mükemmelliğe kavuşmuş görür, her günkendileri gibi sık sık temizliğe başvurmayankadınlara tepeden bakarlar. Temizliğe yönelikbütün bu çabaların bilinçaltında yatan nedeni,evin canını cehenneme yollama isteğidir. Beriyandan, hastamızdaki gibi hiçbir kadında okadar pisliğe rastlanmayacağını belirtmek isteriz.Çünkü hastamızın amacı temizlik değil,davranışının çevresindekilere vereceğirahatsızlıktı.Kadınlık rolüyle gerçek bir uzlaşmayıbaşaramayıp, kendilerine salt böyle bir süs verenbir yığın kadın gösterebiliriz. Açıkladığına göre,hiçbir arkadaşı yoktur hastamızın; kimseyleanlaşamayan ve hiçbir şeyi umursamayanbiridir, bu da yine onun durumuna uygun düşer.Uygarlığımızdan en kısa zamandabekleyeceğimiz bir şey varsa, yaşamla dahauygun bir uzlaşmayı mümkün kılacak şekildekızlarımızı eğitmenin yollarını bizegöstermesidir; çünkü bugün en olumlukoşullarda bile söz konusu uzlaşma

gerçekleştirilecek gibi değildir. Gerçekliklebağdaşmamasına ve aklı başında herkestarafından yadsınmasına karşın, kadınınyetersizliği görüşü hâlâ yasalarda vegeleneklerde yer almaktadır. İlgili konuda herzaman gözümüzü açık tutmak, toplumdüzenimizdeki bu hatalı tutumun mekanizmasınıtümüyle kavrayıp ona karşı savaşmakzorundayız. Ne var ki, böyle düşünmemizörneğin kadına karşı hastalık derecesindeabartılmış bir saygıdan değil, söz konusudurumların toplumsal yaşamımızı yok edeceğidüşüncesinden kaynaklanmaktadır.Bu arada kadını küçük düşürücü eleştirilerekonu yaparken çoğu kez ileri sürülen birnoktaya değinmek isteriz, bu da kadının tehlikeliyaşıdır. Bu dönem, elli yaş civarında bazıkarakter özelliklerinin daha bir belirginlikkazanarak ön plana çıkmasından oluşan ruhsaldeğişikliklerle kendini açığa vurur. Söz konusudeğişiklikler sonucu kadın, o zamana kadargüçlükle elinde tuttuğu zaten pek fazladenilemeyecek saygınlığı tümüyle yitireceği gibi

bir düşünceye kapılır. O zamana kadar işgalettiği konumu ele geçirmesini ve elde tutmasınısağlayan her şeyi, bundan böyle ağırlaşankoşullar altında elden çıkarmamak içineskisinden daha yoğun bir çaba harcar.Yaşlanan kimselerin durumu uygarlığımızdakiegemen iş ilkesinden ötürü genel olarak iyisayılmaz; ama yaşlanan kadınlar için durumdaha da kötüdür. Yaşlanan kadınları bekleyentehlike, taşıdıkları değerin tümüyleyadsınmasıdır; ancak bu, bir başka şekildeherkesi bekleyen tehlikedir, çünkü günümüzdeinsan yaşamına verilen değer zamana bağlıolarak değişim gösterir. Aslında bir insanınyaşamının en güçlü ve dinamik dönemindekihizmetleri, elden ayaktan düştüğü zamanyararlanması için o insanın alacak hanesineyazılması gerekirdi. Yaşlandı diye bir insanımaddi ve manevi ilişkilerden koparıp atmak,hele yaşlanan kadınlarda adeta aşağılamayavaran bir davranışla böyle bir yola başvurmakolacak şey değildir. Büyüme çağındaki bir kızın,ileride kendisini de bekleyen böyle bir dönemi

ne büyük bir korkuyla düşündüğünü kuşkusuztasarlayabiliriz. Kaldı ki, kadınlık denilen şeyinelli yaşından sonra yitip gideceği söylenemez;bu tarihten sonra da insan onuru eski görkemiylevarlığını sürdürür ve korunup kollanmasıgerekir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...