İnsanı tanıma sanatının temelleri, fazlaböbürlenip gururlanmaya izin verecek gibideğildir. Tersine, insanı gerçekten tanıyış, belirliölçüde bir alçakgönüllülüğün doğmasını sağlar,çünkü bunun ne çetin bir iş olduğunu öğretirbize; öyle bir iş ki, uygar yaşamlarının başındanberi insanlar üstesinden gelebilmek için uğraşıpdurmaktadır. Gelgelelim, şimdiye kadar bu işinplanlı ve sistematik şekilde ele alındığısöylenemez; dolayısıyla, insanı tanıma bilgisiyledonatılmış büyük insanlara her zaman seyrekrastlamaktayız. Bunu söylemekle nazik birnoktaya parmak basmış oluyoruz. Nedeni şu:Kendimizi önyargılara kaptırmaksızın insanlarıböyle bir bilgiye sahip olup olmadıklarıaçısından yokladık mı, genellikle sınavı
başaramadıklarını görürüz. Hiçbirimizin insanıtanıma konusunda fazla bilgisi yoktur. Bunun danedenini, toplumdan soyutlanmış bir yaşamsürmemizde aramak gerekiyor. Hiçbir dönemde,insanların bugünkü kadar soyutlanmış bir yaşamsürdüğü görülmemiştir. Hepimiz dahaçocukluktan başlayarak, yeterince ilişkilerörgüsü içermeyen bir yaşamı üstleniriz. Ailemiztoplumdan soyutlar bizi. Ayrıca tüm yaşambiçimimiz, hemcinslerimizle aramızda insanıtanıma sanatını öğrenebilmek için mutlakazorunlu içli dışlı bir ilişkinin kurulmasına fırsatvermez. İşte birbirine bağlı iki etken size; çünküinsanı doğru dürüst tanıma sanatınıkavrayamadığımızdan kendi dışımızdakilere,yabancı kimseler gözüyle bakarız; bu da onlarlailişki kurmamızı önler.İnsanı tanıma sanatının gereği gibi üstesindengelemeyişimizin en büyük sakıncalarından biride, hemcinslerimizle bir- arada yaşamayı pekbeceremememizdir. İnsanların birbirlerinigörmeden birbirleri önünden geçip gitmeleri, nesöylediklerini anlamadan birbirleriyle
konuşmaları, birbirlerinin karşısında yabancıgibi dikildiklerinden aralarında bir türlü ilişkikuramayışları, yalnızca geniş bir toplum içindedeğil, pek dar bir aile çevresinde bile bunubaşaramayışları sık sık üzerinde durulan önemlibir noktadır. Çocuklarını anlamayan anne vebabaların, beri yandan anne ve babalarıtarafından kendilerini anlaşılmamış görençocukların yakınmalarından daha sıkkarşılaştığımız bir başka yakınma gösterilemez.Oysa toplumsal yaşamın temel koşulları,insanları birbirlerini anlamaya alabildiğincezorlayıcı nitelik taşır, çünkü yanı başımızdakihemcinsimize karşı takınacağımız tutum vedavranış buna bağlıdır. İnsanı tanıma konusundadaha çok bilgi edinebilsek, bir arada yaşamanınbazı köstekleyici biçimleri silinip giderdiortadan; çünkü bunlar günümüzde varlığınısürdürüyorsa, tek nedeni birbirimizitanıyamamamız, dolayısıyla dış görünüşealdanıp birbirimizin iki yüzlü ve sinsi oyunlarınagelmemizdir.Böylesine zorlu ve çetin bir alanda insanı
tanıma sanatı diye bir disiplini kurmaya yönelikçabaların neden özellikle tıp bilimindenkaynaklandığını, böyle bir sanatın ne gibiönkoşullara dayanıp, ne gibi ödevleri üstlenmesigerektiğini ve kendisinden nelerbeklenebileceğini bu kitapta anlatmayaçalışacağız.En başta
nöroloji,
insanı tanıma sanatınaivedilikle gereksinim gösteren bir disiplindir. Birsinir hekimi, kendisine başvuran
hastaların
ruhsal yaşamıyla ilgili olarak bir an önce bir fikiredinmek zorundadır. Tıbbın bu dalındahastaların durumu konusunda işe yarar biryargıya varabilmek, tedaviye yönelik gerekliönlemleri alıp, zorunlu kürleri uygulamak ya dasalık vermek için hastanın iç dünyasında nelerolup bittiğini anlamak şarttır. Üstünkörüdavranışların burada yeri yoktur, atılacak yanlışbir adımın çok geçmeden cezası çekilir, beriyandan doğru bir yaklaşım hemen başarıylaödüllendirilir. Yani nöroloji dalında sonucu osaat alınan hayli sıkı bir sınav söz konusudur.Toplumsal yaşamda ise, bir insana ilişkin olarak
verilecek yargılarda hataya daha çok yer vardır.Gerçi burada da yapılan hatalara karşılık cezaher defasında hazırdır; ama söz konusu cezabazen kendini o kadar geç açığa vurur ki,aradaki ilişkiyi bundan böyle kavrayamaz, içinedüşülen bir yanılgının nasıl olup, belki on yıllarsonra tehlikeli sonuçlara yol açabildiğineşaşmakla kalırız. Böylesi durumlar, insanıtanıma sanatını öğrenmenin ve bu konudaderinleşmenin herkes için bir zorunluluk, birödev bilinmesi gerektiğini dönüp dolaşıpgözlerimizin önüne sermektedir.İnsanı tanımaya yönelik araştırmalarımızın,çok geçmeden ortaya koymuş olduğuna göre,günümüzde sıklıkla karşılaşılan ruhsalanormallikler, komplikasyonlar ve yetersizlikler,gerçekte normal diye nitelediğimiz insanlarınruh yaşamlarına yabancı hiçbir öğeyiiçermemektedir. Ruhsal anormalliklerde denormal ruhsal yaşamdaki aynı öğe ve durumlarlakarşılaşmaktayız; ne var ki, bunlar daha kabahatlarla ve daha belirgin olarak açığa vururkendilerini ve daha kolay teşhis edilirler. Bu da
bir avantaj sağlar bize; ruhsal anormallikleredayanarak gerekli bilgileri edinir ve anormalruhsal yaşamla normal ruhsal yaşam arasındakarşılaştırmalara giderek birtakım deneyimlerkazanır, nihayet ilgili deneyimlerden yararlanıp,normal durumları daha iyi kavrayabilecekyeteneğe kavuşuruz. Bu da her mesleğininsandan istediği egzersizden fazla bir şeyigerektirmez; ancak, bu alanda kendimizi vererekçalışmamız ve hiçbir zaman sabrı eldenbırakmamamız şarttır.Ruhsal anormalliklerin bize öğrettiği ilk şey,insanın ruhsal yaşamının oluşumunda en güçlüdürtü ve uyarıların ilk çocukluk çağındankaynaklandığıdır. Hani gerçekte pek gözdebüyütülecek bir keşif değildir bu; çünkü benzerigörüş ve düşünceler çeşitli dönemlerde çeşitlibilgin ve araştırıcılar tarafındansavunulagelmiştir. Ancak, bizim, insanı tanımasanatında yeni olan şey, çocukluktaki yaşantı,izlenim ve davranışları bireyin daha ileridekidurum ve davranışlarıyla karşılaştırarak,çocukluktaki ruhsal yaşamla daha sonraki ruhsal
yaşam arasında bağlayıcı bir ilişkinin varlığınısaptamamızdır. Söz konusu çalışmalar sırasındaele geçirdiğimiz çok önemli bir bulgu da şudur:
Ruhsal yaşamdaki olaylara, asla bir bütünlüğüiçeren kendi içinde kapalı birimler gibibakılamaz;
bunları kavramak istiyorsak, ruhsalyaşamdaki olayları bölünmez bir bütününparçaları gibi ele alıp insanın devinim çizgisini,yaşam modelini ve yaşam üslubunu saptamamız,çocuklukta izlenen yolun gizli amacının ileridekiyıllarda izlenen yolun gizli amacıyla özdeşliğinikabullenmemiz mutlaka zorunludur. Kısaca,araştırmalarımız şu noktayı şaşılacak bir açıkseçiklikle ortaya koymuştur:
Bireydeki ruhsaldevinim
hep aynı kalmakta, ruhsal olayların dışgörünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimideğişmesine karşın, bu olayların dayandığıtemeller, amaç ve dinamizm, kısaca ruhsalyaşamın amaç doğrultusunda deviniminisağlayan tüm öğeler değişmeden varlığınısürdürmektedir. Diyelim bir hastamız var,karakterinde bir korkaklık özelliği saklı yatıyor,güvensizlikle dolup taşıyor içi, başkalarından
kendini soyutlamaya sürekli çaba harcıyor; budurumda, hastanın, söz konusu karakterözelliklerini henüz üç, dört yaşındaykenedindiğini, ne var ki bunların o yaşta bir sadelikve yalınlık taşıyıp daha kolay saptanabildiğinikanıtlayabiliyoruz. Bu yüzdendir ki,çalışmalarımızı sürdürürken ilk plandadikkatimizi hastanın çocukluğuna yöneltmeyiher zaman kural edindik. Çocukluğundan yolakoyularak bir insanın ilerideki yaşamına ilişkinbirçok şeyi kestirebiliyor, bu konuda kimsedenbir açıklama beklemeksizin pek çok şeyiönceden bilebiliyoruz. Bir insanda gördüğümüzşeylere ilk çocukluk yaşantılarının izleri diyebakıyoruz. Öte yandan, çocukluğunda yaşanmışhangi olayları anımsadığını bir insanın ağzındanişitip, bunları gereği gibi yorumladık mı,karşımızdakinin nasıl biri sayılacağı konusundabir fikir edinebiliyoruz. İlgili konuda bizeyardımcı olan bir gerçek de, insanların ilk yaşamyıllarında edindikleri modelden ileride kolaykolay yakayı sıyıramamalarıdır. Bunubaşarabilenler varsa da, sayıları fazla değildir.
Gerçi erişkinlik döneminde ruhsal yaşam değişikdurumlarda değişik biçimde açığa vurur kendinive değişik bir izlenim uyandırır; ama bu, yaşammodelinin değiştiği anlamına gelmez. Ruhsalyaşam, erişkinlik döneminde de aynı temel çizgiüzerinde seyreder ve ister çocukluk, isteryaşlılıkta bireyin yaşam amacının aynı kaldığıgörülür. Dikkatimizin ağırlık noktasını çocuklukyaşamı üzerine kaydırmamızın bir nedeni de iştebudur; çünkü bir kez şunu öğrenmişbulunuyoruz ki, hastalarımızda bir değişikliğiamaçlıyorsak, sondan işe koyulup sayısızyaşantı ve izlenimlerini teker teker gözdengeçirerek işin üstesinden gelemeyiz; yapmamızgereken, hastalarımızın yaşam modellerini elegeçirmek ve ilgili modellere dayanarak onlarınnasıl kimseler sayılacakları, dolayısıylasergiledikleri hastalık belirtileri konusunda bilgiedinmektir.Bu yüzden, çocuğun ruhsal yaşamınıngözlemlenmesi insanı tanıma sanatımızınbelkemiğini oluşturmuş, şimdiye kadar ilkyaşam yıllarının incelendiği çok sayıda çalışma
yapılmıştır. Bu alanda henüz gereği gibi işlenipdeğerlendirilmemiş alabildiğine zengin birmalzeme elimizin altında bulunmaktadır; öyle ki,söz konusu malzeme topluluğu daha uzun birsüre araştırmalara yetecek düzeyde olup, isteyenbunlara dayanarak önem taşıyan yeni ve ilginçbulgulara varabilecektir.İnsanı tanıma sanatı, aynı zamanda hatalardansakınabilmemizi sağlar, çünkü salt kendisi içinvar olan bir bilim değildir bu. İnsanı tanımakonusunda öğrendiklerimiz, bizi kendiliğindeneğitsel çalışmaların içine sürüklemiştir ve yıllarvar ki ilgili alanda çaba harcayıp duruyoruz.Beri yandan, eğitsel uğraşlar, insanı tanımayıönemli bir bilim sayan, söz konusu bilimiyaşamayı ve öğrenmeyi amaç edinen herkes içinalabildiğine zengin bir maden kuyusudur; çünküböyle bir bilim, kitaptan okuyarak değil,pratikteki deneyimlerle ele geçirilebilir ancak.Nasıl ki iyi bir ressam, portresini yapmak istediğikişinin yüz hatlarına ancak o kişinin kendisindeuyandırdığı duyguları yerleştirebilirse, ruhsalyaşamdaki her olayın da insanı tanıma sanatını
öğrenecek kişi tarafından yaşanması ve kendi içdünyasına aktarılması gerekir. Dolayısıyla,insanı tanıma sanatına, öğrenilmesi için eldeyeterince araç ve gerecin bulunduğu, öbürsanatların yanında yer alıp onlardan hiç de aşağıkalmayan ve belirli bir grup insanın, yanisanatçıların büyük bir önemle el atıpyararlandığı bir sanat gözüyle bakmakgerekmektedir. Söz konusu sanat, özelliklebilgilerimizin zenginleşmesini sağlar, ki bu da enazından daha düzgün ve daha sağlıklı bir ruhsalgelişim olanağının ele geçirilmesi demektir.İnsanı tanımaya yönelik çalışmalarda sıkkarşılaşılan bir güçlük, biz insanların bu noktadason derece alıngan davranmamızdır. Az sayıdakişi vardır ki, ilgili konuda araştırma veincelemelerde bulunmamış olmalarınabakmaksızın, kendilerinden insanı tanıyankimseler olarak söz etmesin. Hele insanıtanımaya yönelik bilgilerini zenginleştirmekistemenizden ilk anda alınmayacak kimselerinsayısı daha da azdır. İnsanı tanıma sanatınıgerçekten öğrenmek isteyenler, insanın değerini
kendi yaşantılarından ya da başka kişilerinruhsal sorunlarını paylaşmaktan kaynaklanan biryaklaşımla sezip kavrayanlardır ancak. Bu da,çalışmalarımızda belirli bir taktik uygulamamızıngerekliliğini ortaya koymaktadır; çünkü ruhsalyaşamını gözlemleyerek elde ettiğimiz bilgileri,bir insanın gözlerinin önüne kabaca sermekkadar kötü bir nazarla bakılıp yergi konusuyapılan bir başka şey gösterilemez. Başkalarınındüşmanlığını üzerine çekmek istemeyen kimse,bu konuda dikkatli davranmak zorundadır. Bubilimle uğraşırken gereken titizliğe aldırmamakve ondan kötü yolda yararlanmak, diyelim birmasada başkalarıyla otururken yanıbaşınızdakilerin ruhsal yaşamı konusunda neçok şey bildiğinizi ya da sezdiğinizi kendilerinebelli etmek kadar, insanın adını kötüyeçıkaracak başka bir şey yoktur. Bu öğretinintemel görüşlerini yabancı birine hazır ürünlergibi sunmak, yine sakıncalar doğuracak birdavranıştır. İlgili konuda bazı şeyler bilenlerbile, böyle bir davranışla kendilerini haklı olarakincinmiş hissedeceklerdir. Dolayısıyla, başta
söylediğimizi tekrarlayarak diyebiliriz ki, insanıtanıma sanatı, bu sanatla uğraşanlarıalçakgönüllü olmaya zorlar, kazanılacakbilgilerin zamanından önce ya da durupdururken karşıdakilere sunulmasına izin vermezçünkü; zaten tersi bir davranış, yüksekten atmakve elinden neler geldiğini başkalarına göstermekgibi çocuksu bir kibir ve gururu sergiler.Erişkinler için böyle bir davranış çoksakıncalıdır. Dolayısıyla, bizim önerimizbeklemek, kendi kendini sınamadan geçirmekve insanı tanımaya yönelik bilgilerle kimseninbaşını ağrıtmamaktır; böyle yapılmaması,oluşum evresindeki bu bilim ve izlediği amaçkonusunda yeni birtakım güçlükler doğuracak,bizi bu bilimi öğrenenlerin coşkulu olmaklaberaber düşüncesiz tutumlarından doğmuşhataları üstlenmek zorunda bırakacaktır. Buyüzden dikkat ve ihtiyatı elden bırakmamak, şuya da bu kişi üzerinde bir yargıya varırken hiçdeğilse elimizde o kimseye ilişkin derli toplu birbilginin varlığının gerektiğini unutmamak, ancakkarşımızdakine bir yararı dokunacağına emin
olduktan sonra kendisi hakkında bildiklerimiziaçığa vurmak en iyi yoldur. Çünkü, doğrusayılsa bile, bir yargıyı zamansız ve yersizolarak kaba biçimde dile getirmek, yığınlazararlı sonucun doğmasına yol açar.Bu konuşmamızı sürdürmeden, kuşkusuzşimdiye kadar bazı kişilerin kafasında uyananbir itirazın üzerinde durmak yerinde olacaktır.Yukarıda ileri sürdüğümüz sava, yani bir insanınyaşam çizgisinin değişmeden kaldığı gerçeğinebirçok kimse akıl erdiremeyecek, insanın hayattanihayet bir sürü deneyim edindiğini ve ilgilideneyimlerin o kimsenin tutum vedavranışlarında değişikliklere yol açacağınıdüşünecektir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki,her deneyim çok çeşitli değerlendirmelereaçıktır. Şöyle iki insan gösterilemez ki, aynıdeneyimden aynı yararlı sonucu çıkarabilsin.Dolayısıyla, deneyimlerinden bir türlü dersalamadığı görülür insanların. Gerçi bazıgüçlüklerden nasıl sakınılabileceği öğrenilir,ilgili güçsüzlükler karşısında belirli bir tavırtakınılır. Ama bir insanın devinim çizgisinde bir
değişikliğe yol açmaz, bu. İncelemelerimizsırasında göreceğimiz gibi, insanlar edindiğideneyimlerden ancak belirli bir ölçüde yararlanırve deneyimlerden çıkarılan bu yararlısonuçların, daha yakından bakıldığında hep de okişinin yaşam çizgisine uyan, onun yaşammodeline güçlülük kazandıran bir nitelik taşıdığıgörülür. Dilin kendine özgü bir şekilde açığavurduğu gibi, her insan kendi deneyimleriniedinir; bununla dilin söylemek istediği şey,deneyimlerini nasıl değerlendireceği konusundaherkesin kendi başına buyruk olduğudur.Gerçekten de deneyimlerinden insanların nasılbirbirinden alabildiğine değişik sonuçlarçıkardığını, günlük yaşamda gözlemler dururuz.Örneğin birine rastlarız, alışkanlık sonucu hepaynı hatayı işlemektedir. Diyelim hatasınıgörmesini sağladık ilgili kişinin; böyle bir durumdeğişik sonuçlara yol açacaktır. Söz konusu kişi,hatasından el çekmenin zamanı geldiğisonucuna varacaktır belki. Ancak bunun, seyrekkarşılaşılan bir durum olduğunu söylemeliyiz.Bir başkası ise, bize vereceği yanıtta hatayı
hanidir işleyegeldiğini, artık ondanvazgeçemeyeceğini belirtecektir. Bir üçüncüsüise, böyle bir hatadan ötürü anne ve babasını, yada genel olarak gördüğü eğitimi suçlayacak,kimsenin zamanında kendisiyle ilgilenmediğini,şımarık yetiştirildiğini ya da kendisine sertdavranıldığını dile getirecek ve hatasındadiretecektir. Ne var ki, bu sonuncular ilgilidavranışlarıyla salt eleştirilmekten kaçmakistediklerini ortaya koyacaktır. Böyle bir yolabaşvurarak bir özeleştiriden titizlikle vegörünürde haklı olarak yakayı sıyırmayabakacaklardır. Kendileri asla bir suçukabullenmeyecek, elde edemedikleri şeylerinkabahatini hep başkalarına yükleyeceklerdir.Hatalarından kurtulmak için bizzat pek bir çabaharcamadıklarını hep görmezlikten gelecek,üstelik büyük bir inatla hatalarında ayakdireyecekler, beri yandan hatalarının suçunucanları istedikçe gördükleri kötü eğitiminüzerine yıkacaklardır. Çok çeşitli şekillerdedeğerlendirilebilecek deneyimlerden değişiksonuçların çıkarılabilmesi, bir kimsenin
tutumunu niçin değiştirmeye yanaşmadığını,neden yaşantılarını tutumuna uyacak gibibiçimlendirdiğini anlamamızı sağlar. Öylegörülüyor ki, kendini tanımak ve değiştirmek,insan için yapılması hepsinden zor bir iştir.Bu konuda işe el atmak ve insanları daha iyibir şekilde eğitmek isteyen kimsenin, insanıtanıma sanatının deneyim ve bulgularına sahipdeğilse enikonu güç durumda kalacağıkuşkusuzdur. Böyle biri belki yüzeysel birçalışma dışına çıkamayacak ve aynı durumundeğişik bir nüans kazanmasına bakarak birşeyleri değiştirdiğini sanacaktır. Böylesigirişimlerle bir insanın ne denli azdeğiştirilebileceğini, devinim çizgisinin bir başkaseyir izlememesi durumunda sözde baş gösterendeğişikliğin ileride yine silinip gidecek biryaldızdan başka bir şey sayılamayacağını pratikyaşamdan alınmış örnekler üzerinde kesinliklegörüp anlayacağız. Demek oluyor ki, insanıdeğiştirmek pek kolay gerçekleşen bir süreçdeğildir, bunun için belirli bir ihtiyat ve sabrınvarlığı, özellikle her türlü kişisel büyüklenmeden
el çekilmesi zorunludur; çünkü karşımızdaki kişibizim büyüklenmelerimize konu olmaklayükümlü değildir. Ayrıca, ilgili sürecin karşıdakikişiye cazip gelecek gibi yöneltilmesi şarttır;çünkü bir kimse normalde severek yediği biryemeği önünden itip uzaklaştırıyorsa, nedeniyemeğin uygun biçimde sunulmamasıdır.İnsanı tanıma sanatının aynı derecede önemlibir başka yönü de toplumsallığıdır. Birbirlerinidaha iyi anlayan insanların birbirleriyle daha iyigeçinip birbirlerine daha çok yaklaşacaklarıkuşkusuzdur. Çünkü birbirlerini daha iyianlamaları sonucunda insanların birbirlerinialdatma olanağı da ortadan kalkacaktır. Böylebir olanak, toplum için çok büyük bir tehlikeyiiçerir. Dolayısıyla, hayatın ortasına götürüpbırakacağımız çalışma arkadaşlarımıza sözkonusu tehlikeyi göstermemiz gerekmektedir.Bu arkadaşlarımız yaşamdaki bilinçdışı öğeyi,tüm saklayıp gizlemeleri, tüm kamuflajları,maskelemeleri, hile ve hurdaları görüp sezmegücünü, etkileme konusu yapabileceklerikişilerin dikkatini bunların üzerine çekme ve
kendilerine yardım elini uzatma yeteneğinikazanmak zorundadır. Bunu da bize ancakbilinçli şekilde uygulayacağımız insanı tanımasanatı sağlayacaktır.İnsanı tanımaya yönelik bilgileri devşirmeyeve uygulamaya en çok kimlerin elverişlisayılacağı da yine ilginç bir sorudur. Bu bilimlesalt kuramsal olarak uğraşılamayacağını dahaönce belirtmiştik. Tek başına kuralların bilinmesiyeterli değildir, bunların yalnızca incelemekonusu olmaktan çıkarılıp pratiğe aktarılması vedaha yüce bir anlayışa konu edilmesi gereklidir;öyle ki, insanın gözü şimdiye kadar edindiğideneyimlerin elverdiğinden daha çok kesinlikkazansın ve daha derinleri görebilsin. Bizi insanıtanıma sanatıyla uğraşmaya iten neden de iştebudur. Ancak, söz konusu sanatı canlıkılabilmemizin tek yolu, kuramsal olarak elegeçirdiğimiz ilkeleri yaşam içerisinde sınamadangeçirmek ve uygulamaktır. Eğitimimiz sırasındabize verilen bilgiler arasında insan bilgisinin çokaz yer alması ve bunların çoğunlukladoğruluktan uzak oluşu, bizi yukarıdaki sorunla
karşı karşıya bırakmaktadır. Ruhsal yaşamındane ölçüde bir gelişimi gerçekleştireceği,okuduklarından ve yaşadıklarından insanıtanımada ne ölçüde yararlanabileceği herçocuğun kendisine bırakılmıştır. Ayrıca, insanıtanıma sanatı bir gelenekten de yoksundur. Bukonuda henüz bir öğretinin varlığından sözedilemez. İlgili sanat, günümüzdeki durumuyla,örneğin henüz simya aşamasındaki kimyabilimine benzemektedir.Gözlerimizi eğitimimizin oluşturduğu karmaşaiçinde dolaştırıp, insanı tanıma sanatınıöğrenmeye en uygun kişileri saptamak istersek,bunların hemcinsleriyle ve yaşamla şu ya da buşekilde ilişkilerini sürdüren, henüz böyle birilişkiler örgüsünden kendilerini koparıp almamışkimseler olduğunu, yani iyimserlik taşan ya daen azından kötümserliğin kendilerini birtevekküle sürüklemediği insanlar sayılacağınıgörürüz. Ne var ki, insanı tanıma sanatınıkavramak için söz konusu ilişkilerden ayrıolarak ilgili sanatı yaşamak da gerekmektedir.Bu noktadan kalkarak şöyle bir sonuca
varabiliriz: Şimdiki kırık dökük eğitimimizidikkate alırsak, gerçek anlamıyla insanı tanımasanatını elde edecek kişiler belirli bir grupiçinden çıkacaktır; bunlar da
pişman olmuşgünahkârlar’
dır, yani ruhsal yaşama ilişkinyanılgıların içinde bulunup sonradan kendilerinikurtarmış, ya da en azından bu yanılgılarlaburun buruna gelmiş kimselerdir. Amadoğallıkla daha başkaları, hataları kendilerinegösterebilen ya da belirgin bir özdeşleşmeyeteneğine sahip olan kişiler de olabilir bunlar.Ne var ki, insanı en iyi tanıyanlar, sözü edilenyanılgıları kendi üzerlerinde yaşayanlararasından çıkacaktır. Ancak, pişman olmuşgünahkâr kimse yalnızca günümüzde değil,bütün dinlerin gelişim döneminde de hepsindençok el üstünde tutulmuş, doğru yolda yürüyenbinlerce diğer kişiden daha üstün görülmüştür.Bunun neden böyle olduğu sorusu karşısındaşunu itiraf etmek gerekiyor ki, yaşamıngüçlüklerinden geçerek gelen, harcadığı çabaylabataklıktan kendini kurtaran, tüm zorluklarıgeride bırakıp yüksek bir düzeye ulaşan biri,
yaşamın iyi ve kötü yanlarını herkesten iyi bilir.Bu konuda kimse su dökemez eline, özellikledoğru yoldan ayrılmamışlar kendisiyle boyölçüşemez.İnsan ruhunu tanımanın kendiliğindensırtımıza yüklediği bir ödev daha vardır: Birinsanın pratikte elverişsizliği görülen yaşammodelini yıkmak, hayatın içinde serseridolaşmasına yol açan o sağlıksız perspektifielinden alarak, başkalarıyla bir arada mutlu biryaşam için ona, daha uygun bir perspektifibenimsetmeye çalışmak, bir düşünmeekonomisini, ya da alçakgönüllü bir söyleyişletoplumsallık duygusunun seçkin rol oynayacağıyeni bir yaşam modelini onun elinetutuşturmaktır. İdeal bir ruhsal gelişime ulaşmakgibi bir amacımız yok asla. Ama tek başınakendisine sunacağımız yeni perspektifin, yanılgıve hatalar içinde yaşayan biri için pek büyük biryardım sayılacağı, çünkü böylelikle ilgili kişinin,hangi doğrultuda hatalara düştüğünü kesinliklegörüp anlayacağı kuşkusuzdur. İnsanla ilgili tümolayları bir neden ve sonuç ilişkisine bağlayan
katı deterministleri de bizimki gibi bir bakış açısıpekâlâ memnun bırakacaktır; çünkü insandayeni bir gücün, yeni bir etkenin,
kendi kendinitanıma
diye bir olayın, kendi içinde olupbitenleri kavrayıp, bunların nerelerdenkaynaklandığını daha üst bir düzeyde anlamayetisinin gözlerini dünyaya açması durumunda,deterministlik [gerekircilik] bir başka kılığabürünecek, bir yaşantının yol açacağı sonuçlareskisinden değişik nitelik taşıyacaktır. İnsandeğişecek ve değişik durumunu hepkoruyacaktır.
I. BÖLÜM: GENEL BİLGİ
1. İNSAN RUHURuhsal Yaşamın Tanımı ve DayandığıTemeller
Y
alnızca
devingen
canlı yaratıklarda ruhsalbir yaşamın varlığını benimsemekteyiz. Ruh,devinim özgürlüğüyle alabildiğine sıkı bir ilişkiiçindedir. Belirli bir yere kök salmış yaratıklardaruhsal bir yaşamdan pek söz açılamaz, zatenilgili yaratıklar için ruhsal yaşamın gereği deyoktur. Belli bir yere kök salmış bir bitkiyeduygu ve düşünceler yakıştırmanınkorkunçluğunu düşünebiliriz; örneğin böyle birbitkinin ileride karşılaşacağı tatsız bir durumuönceden görüp, devinim gücünden yoksunluğu
nedeniyle kendini ilgili durumdansakınamaması, ya da kendisinde bir mantığın veözgür istemin yaşayıp bunlardan yararlanacakyeteneğe sahip olamaması, ne dehşet verici birşey sayılırdı. Bitkideki irade ve akıl kısır birnesne niteliğini koruyacak, hiçbir işeyaramayacaktı. Dolayısıyla, bir ruhsal yaşamıneksikliğinin bitkiyi hayvandan ne kadar kesin birbiçimde ayırdığına tanık olmakta,
devinim veruhsal yaşam ilişkisinde
saklı yatan o pek büyükönemi görmekteyiz. Bu da, ruhsal gelişimdedevinimle ilgili tüm ayrıntıların ve yerdeğiştirmedeki tüm güçlüklerin dikkate alındığıgörüşünü, ruhsal yaşamın önceden görüpdeneyimler edinecek, bir bellek oluşturupyaşamın devingen pratiğinde ilgili bellektenyararlanacak yeteneklerle donatıldığıdüşüncesini benimsememize yol açmaktadır.Yani bir kez şu noktayı saptayabiliriz ki,ruhsal yaşamın oluşumu devinime bağlıdır veruhsal yeteneklerin gelişimi organizmanındevinim özgürlüğünü gerektirir. Çünkü böyle birözgürlük, uyarıcı ve kamçılayıcı rol oynar,
ruhsal yaşama sürekli olarak bir zenginliğin vederinliğin kazandırılmasına çalışır. Diyelim ki birkimseyi her türlü devinimden alıkoyduk; böylebir kimsenin tüm ruhsal yaşamı da etkinliğiniyitirecektir. “Ancak özgürlüktür ki, güçlüinsanlar çıkarır bağrından; baskı ise insanıöldürür, yıkıma sürükler.”
Ruhun İşlevi
Ruhun işlevini bu açıdan ele alıp incelersekgörürüz ki, doğuştan bir yeteneğin gelişimiylekarşı karşıya bulunmaktayız. Öyle bir yetenekki, görevi, organizmanın durumu bir saldırıyı mı,yoksa kendini güven altına almayı mı amaçlıyor,buna göre
bir saldırı, bir savunma ya dakorunma mekanizması
oluşturmaktadır. Yaniruhsal yaşama, çevreyi etkileyerek insanorganizmasının kalıcılığını sağlayıp gelişimini
garanti altına alacak saldırı ve güvenlikönlemlerinden oluşmuş bir yapılar bütünü diyebakabiliriz. Bir kez bu koşulu saptadıktan sonra,ruhsal organın oluşumunda rol oynayan ötekikoşullar kendiliğinden ortaya çıkar. Çevredensoyutlanmış bir ruh yaşamı düşünülemez; bizimkafamızda tasarlayabileceğimiz bir ruhsal organ,kendisini çevreleyen tüm nesnelerle bağlantıiçindedir, dış dünyadan uyarılar alıp, şu ya da bubiçimde bunlara yanıtlar verir, çevreye karşı yada çevreyle birleşerek organizmanın güvenliğinisağlamak ve yaşamını garanti altına almak içingerekli güç ve olanakları barındırır kendisinde.Bu bakımdan gözümüze çarpan ilişkiler çokçeşitlilik gösterir. Her şeyden önce organizmanınkendisinden, yani insanın kendineözgülüğünden, fizik yapısından, bu yapıdakiüstün ve kusurlu yanlardan kaynaklananilişkilerdir bunlar. Ancak, yukarıdasaydıklarımız düpedüz görece kavramlardır.Çünkü herhangi bir gücün, herhangi bir organınne zaman üstün, ne zaman kusurlu sayılacağıkesinlikle saptanamaz. Bunu belirleyecek şey,
bireyin o anda içinde bulunduğu durumdur.Örneğin ayak, bilindiği gibi, bir bakıma dumurauğramış elden başka bir şey değildir. Tırmanıcıbir hayvan için böyle bir organ son derecebüyük bir dezavantaj oluşturmasına karşın,yerde devinen insan için öylesine büyük biravantajdır ki, hiç kimse, ayağımın yerinde keşkebir elim olsaydı, diye bir dilekte bulunamaz.Doğrusu, bireylerin yaşamındaki gibi uluslarınyaşamında da gördüğümüz şey, yetersizliklerinasla her zaman dezavantajlardan oluşan bir yüksayılmaması gerektiğidir; bir yetersizliğedezavantaj gözüyle bakılıp bakılmayacağını,ilgili kişinin ya da ulusun içinde yaşadığı durumbelirler. Geceyle gündüzün değişimi, güneşinegemenliği, atomların devingenliği vb. gibi
kozmik doğa
olaylarından kaynaklananzorunlukla ruhsal yaşam arasındaki ilişkiler deyine alabildiğine bir çeşitliliği içerir. Söz konusukozmik etkilerle ruhumuzun kendine özgülüğüarasında da yine sıkı bir ilişki vardır.
Ruhsal Yaşamın Amaca Yönelikliği
Ruhsal olaylarda en başta saptayacağımız şey,yine bir amaca yönelik bir devinimdir.Dolayısıyla, insan ruhunu durağan bir bütünmüşgibi tasarlamanın yanılgıdan başka bir şeysayılamayacağını belirtmeden geçemeyeceğiz.İnsan ruhunu ancak devingen güçler şeklindekafamızda tasarlayabiliriz; kuşkusuz öyle güçlerki, birlik ve bütünlük oluşturan bir temeldendoğup, birlik ve bütünlük oluşturan bir amacavarmaya çalışır. Uyum [adaptasyon] olayında dabu amaca yöneliklik açığa vurur kendini.İçerdiği devinim ve dinamizmin ona doğru akıpgittiği bir amaçtan yoksun bir ruhsal yaşam aslatasarlanamaz.Buradan anlaşılıyor ki,
insanın ruhsal yaşamıbir amaçla belirlenir
. Bir kimsenindüşünebilmesi, hissedebilmesi, bir istektebulunabilmesi, hatta düş görebilmesi için bütünbunların bir amaçla belirlenmesi, bir amacadayanması, bir amaçla sınırlandırılması ve belirli
bir yöne yöneltilmesi gerekir. Organizmanın vedış dünyanın gerekleriyle, organizmanın bunlaravermesi gereken yanıtlar arasındaki ilişkidendoğallıkla ortaya çıkan bir sonuçtur bu.İnsandaki bedensel ve ruhsal olaylar, yukarıdabelirtilen bu temel görüşlere uygunluk gösterir.Az önce çizilmiş çerçeve dışında, belirli biramaca yönelik olmayan bir ruhsal gelişimdüşünülemez; böyle bir amaç da, daha önceanlatılan güçlerden kendi kendine doğup çıkar.Amaç değişken nitelik taşır bazen, kimi zamanda değişmeden kalır.Dolayısıyla, ruhsal olaylara ileridekarşılaşılacak bir duruma hazırlık gözüylebakabiliriz. Öyle anlaşılıyor ki, ruhsal organıamaç etkenini düşünmeden ele almanın olanağıyoktur.
Bireysel psikoloji
, insan ruhundakiolayların tümünü bir amaca yöneliklik içindegörüp kavrar.İnsan, bir başkasının amacını bilir ve dünyayıda az buçuk tanırsa, ilgili kimsedegözlemleyeceği devinimlerin anlamını daçıkarabilir ve bunların söz konusu amaca bir
hazırlık niteliği taşıdığını saptar. O zaman,havadan yere bırakılacak bir taşın hangiyörüngeyi izleyeceği nasıl bilinirse, ilgili kişininamacına ulaşmak için hangi devinimlerigerçekleştireceği de yine öylece bilinir. Ne varki, ruh, doğa yasası diye bir şey tanımaz; çünküinsanın gözüne kestirdiği amaç durağan değildir,değişebilir her zaman. Ama bir kimse gözüne biramaç kestirmişse, ruhundaki olaylar ister istemezortada uyulması gereken bir doğa yasası varmışgibi bir akış izler. Bu da, ruhsal yaşamda birdoğa yasasının söz konusu edilemeyeceği,insanın bu alanda kendi yasalarını kendilerininsaptadığı gibi bir anlamı içerir. İlgili yasalarsonradan insana doğa yasaları gibi görünüyorsa,bu bir kuruntudan başka şey değildir; çünkü sözkonusu yasaların neden ve sonuç ilişkisini içerendeğişmez yasalar olarak belirlenip kanıtlanmakistenmesinde insanın kendi parmağı bulunur.Örneğin resim yapmak isteyen kimse, böyle biramacı göz önünde tutan insanın davranışınısergiler. Resim yapma eylemi için gerekli tümadımları sanki ortada bir doğa yasası varmış gibi
şaşmaz bir tutumla atar, bu kişi. Peki ama, böylebir tabloyu yapması gerekli midir? Demekoluyor ki, doğanın devinimleriyle insanın ruhsalyaşamındaki devinimler arasında bir ayrım sözkonusudur. İnsan iradesinin özgürlüğüne ilişkintartışmalar da buradan kaynaklanmaktadır. Sözkonusu tartışmaların bugün varmış gibigöründüğü sonuç da, insan iradesinin özgürolmadığı yolundadır. İşin doğrusu, bir amacabağlanır bağlanmaz insan iradesininözgürlüğünü yitireceğidir. Amacın kendisi isekozmik, animal ve toplumsal koşullardan doğupçıktığı için, ruhsal yaşam değişmez yasalarabağlıymış gibi bir izlenim uyanmaktadır. Amadiyelim ki insan toplumla ilişkisini yadsıyor,koparmaya savaşıyor bu ilişkiyi, kendi dışındakigerçeklere uymaya yanaşmıyor... Bu durumdaruhsal yaşamdaki bütün o görünür yasallıklarsilinip gidecek, yerini yeni bir yasallık, yeniamaçtan kaynaklanan bir yasallık alacaktır.Benzer şekilde hayattan bezip toplumun birüyesi olarak yaşamına son vermek isteyen insaniçin de toplum yasası bağlayıcı niteliğini yitirir.
Böyle olunca şu noktayı saptayabiliriz ki, ruhsalyaşamda bir devinim, ancak bir amacınbelirlenmesiyle zorunlu olarak kendinigösterecektir.Bunun tersi yolu izleyerek, bir insanındevinimlerinden o insanın gözüne kestirdiğiamacı belirlemek de mümkündür. Aslındaötekinden daha da önemlidir bu; çünkü bazıkimseler vardır ki, amaçları konusundaçoğunlukla, açık seçik bir fikirden yoksundur.Gerçekten de biz, insanı tanıma sanatınıöğrenirken, her zaman ikinci yolu izlemeyiyeğleriz. Ancak, ruhsal devinimler çok çeşitlişekilde yorumlanabileceğinden, ilki kadar basitbir yol değildir, bu. Ne var ki aynı insanınbirden çok devinimini alıp bunları birbirleriylekarşılaştırarak bazı sonuçlara varmamız olasıdır.Zaman bakımından yaşamının değişik ikinoktasındaki davranışlarını ve dışavurumlarınıbir çizgiyle birleştirmeye çalışarak, bir insanıanlama olanağına kavuşabiliriz. Böyle bir yolizlediğimizde karşımızdaki insana ilişkin tutarlıbir çizginin ortaya çıktığını görür, çocukluktaki
bir yaşam modelini, çok ileri bir dönemde bazenşaşırtıcı bir şekilde yine karşımızda buluruz.Aşağıdaki vaka buna bir örnektir.Otuz yaşında olağanüstü derecede çalışkan biradam, gelişiminde karşılaştığı kimi güçlükleriyenerek önemli başarılar elde etmiş, çevresindebir saygınlığa ulaşmıştı. Günün birinde çokşiddetli bir depresyona yakalanarak hekimebaşvurmuş, çalışma ve yaşamaya karşıisteksizlikten yakınmıştı. Anlattığına göre,nişanlanmak üzereydi; ama geleceğe büyük birgüvensizlikle bakıyor, şiddetli kıskançlıkduyguları içinde kıvranıyordu; nişanın çokgeçmeden bozulma tehlikesi vardı. Bu durumuiçin ileri sürdüğü nedenler pek de inandırıcısayılmazdı. Nişanlısına karşı herhangi birsuçlama yöneltilecek gibi değildi. Adamınbelirgin olarak içinde duyduğu güvensizlik, birkimseyle tanışıp kendini o kimse tarafındanbüyülenmiş hisseden, ama aynı zamanda ilgilikimseye karşı saldırgan bir tutum takınan veyaptığı şeyi güvensizlikle yıkıp yok edenkimselerden biri olduğu kuşkusunu
uyandırıyordu. Bu durumda, daha önce sözünüettiğimiz çizgiyi çekebilmek için, adamınyaşamından bir diğer olayı alarak, bunu şimdikitutum ve davranışıyla karşılaştırmaya çalışalım.Deneyimlerimize dayanarak ilk yaptığımız şey,hastamızın çocukluk izlenimlerine el atmaktır;bu konuda hastanın bize anlatacaklarının nesnelbir eleştiri karşısında tutunamayacağını bilir,ama yine de böyle bir yolu izlemekten geridurmayız. Hastamızın çocukluğunda ilkanımsadığı şey şuydu: Kendisinden küçük birerkek kardeşi vardı, bir gün annesi ve kardeşiylebir pazar meydanında bulunuyorlardı. Meydançok kalabalıktı, dolayısıyla annesi bir arakendisini kucağına almıştı. Ama sonradan onuyine yere bırakmış, küçük kardeşini kucağınaalmıştı, kendisi de mahzun mahzun annesininyanı başında yürümüştü. Dört yaşındaydı ozaman. Buradan görüleceği gibi, şimdikiyakınmasının temel öğeleri bu çocuklukanısında da karşımıza çıkmaktadır: Hastamızkendisinin tercih edilen kişi olduğundan emindeğildir ve ileride bir başkasının kendisine üstün
tutulabileceği düşüncesine bir türlükatlanamamaktadır. Dikkatinin bu nokta üzerineçekilmesi hastamızı pek şaşırtmış, çocuklukanısıyla şimdiki şikâyeti arasındaki ilişkiyihemen kavramıştır.Bir insanın devinimlerinin yöneldiği amaç, oinsanın çocukken dış dünyadan aldığıizlenimlerin etkisi altında gelişip ortaya çıkar.Bir insanın idealinin, yani amacının yaşamınınhenüz ilk aylarında oluştuğu görülür; daha buaylarda dıştan kaynaklanan duyumları sevinçleya da hoşnutsuzlukla yanıtlar çocuk, dolayısıylasöz konusu duyumlar böyle bir idealingelişiminde rol oynar. Daha ilk aylarda,alabildiğine ilkel biçimde de olsa, bir dünyagörüşünün ilk izleri kendini açığa vurur.Bununla söylemek istediğimiz, ruhsal yaşamdasaptanan etkenlerin temellerinin henüz sütçocukluğu döneminde atıldığıdır. Söz konusutemeller, ileride sürekli pekiştirilip geliştirilir,değişken bir nitelik taşır, etkilenmelere açıkbulunurlar. Alabildiğine değişik etkiler, yaşamınkendisine yönelttiği isteklere karşı çocuğu belirli
bir tavır ve tutum takınarak yanıt vermeyezorlar.Dolayısıyla, insanın karakter özelliklerinindaha süt çocukluğu döneminde kendini belliettiğini ileri süren araştırıcılara hak vermemekelde değildir. Yine aynı nedenle, birçok kimse,karakterin doğuştan nitelik taşıdığını savunur.Ne var ki, karakterin insana anne ve babasındankalıtım yoluyla geçtiği görüşü toplum içinsakıncalı nitelik taşır; çünkü eğitimcileri güvenleişe sarılmaktan alıkoyar. İlgili görüşün sakıncalıolmasının bir başka kanıtı da şudur: Karakterininsanda henüz doğuştan varlığına inananlar, bugörüşten çoğunlukla kendilerini aklatma ve hertürlü sorumluluktan yakayı sıyırmadayararlanırlar, bunun da yine eğitimin üstlendiğiödevlerle bağdaşacak yanı yoktur.Birey tarafından belirli bir amacınsaptanmasında rol oynayan önemli bir etken de
uygarlıktır
. Çocuğun karşısına adeta bir duvargibi dikilir uygarlık ve çocuk dönüp dolaşıp buduvara toslar; ta ki izlenmeye değer gördüğü,isteklerinin gerçekleşeceği umudunu kendisine
veren, gelecek için kendisine güvence ve uyumvaat eden bir yol bulabilsin. Çocuğun ne ölçüdebir güvenliğe kavuşmayı arzuladığı, beri yandanuygarlığa teslimiyetinin kendisine ne ölçüde birgüvenlik sağlayacağı çok geçmeden açığa vururkendini. Bu, salt tehlikelere karşı bir güvenlikdeğildir; dört başı mamur bir makinedeki gibi,görevi organizmanın varlığını sürdürmesini dahaiyi garantilemek olan bir güvenlik mekanizmasıda gelip buna katılır. Çocuk ortadaki ölçüyüaşacak gibi güvenlik ve içgüdü doyumlarıardında koşarak, varlığının salt sürdürülmesi verahat gelişimi için gerekenden daha çok şeyisteyerek, ilgili güvenlik mekanizmasını sağlar.Böylelikle ruhsal yaşamı yeni bir devinimetkenine kavuşur. Bu da açıkça büyüklenmeetkenidir. Çocuk, tıpkı bir erişkin gibibaşkalarından daha çok şeye kavuşmayı arzular,üstün bir konumu ele geçirmeye bakar; öyle birkonum ki, amaç olarak ta baştan beri saptanangüvenlik ve uyumu sağlayacak, ayrıca bunlarınkaybolmamasına çalışacaktır. Dolayısıyla,çocuğun ruhunda bir dalgalanma baş gösterir,
ruhsal yaşamında bir çalkantı açığa vururkendini ve ileride çalkantı daha da güçlenir.Örneğin kozmik etkiler, bunlara daha güçlü biryanıt vermeye zorlar çocuğu. Ya da darzamanlarda ruhunu bir korku sarıp, kendiniödevlerin üstesinden gelecek güçte görmezse,durumda yeniden birtakım sapmalarlakarşılaşılır, üstünlük tutkusu kendini dahabelirgin açığa vurur.Bu arada öyle olabilir ki, çocuk büyükgüçlüklerle yüz yüze gelmekten
sakınarak
,onlardan yakasını kurtarmak ister ve bu tutumbireysel amaç olarak belirlenir. Böyleleri,güçlükleri görünce ya korkuyla gerilere kaçan,ya da kendilerine yöneltilen istekleri hiç değilsegeçici bir süre yadsıyan insan tipini oluşturur.Bu da,
insan ruhunun tepkilerinin asla nihai birkesinliği içermediğini
, her zaman geçici yanıtlarniteliğini taşıyıp, asla yüzde yüz doğrusayılamayacağını ortaya koyar. Özellikle,erişkinlerdeki ölçülere vuramayacağımızçocuğun ruhsal gelişiminde, salt geçiciamaçların söz konusu olacağını hiçbir zaman
gözden uzak tutmamamız gerekmektedir. Herzaman çocukla birlikte ileriye bakmak ve onunruhsal gelişiminde saptanan güçlerin onu hanginoktaya kadar götürebileceğini düşünmekzorundayız. Çocuğun ruhuna girebildik mi,burada karşılaşacağımız etkin güçler, çocuğunhal ve geleceğe kendiliğinden kesin bir uyumsağlamayı az çok kafasına koyduğunu bizegösterir; bunun dışında ilgili güçlerin başka türlüanlaşılması düşünülemez. Söz konusu amaçlailgili olarak çocuğun ruhsal durumu çeşitlidoğrultulara yönelebilir. Bunlardan biri
iyimserlik
’tir; karşısına çıkan ödevlerin pekâlâüstesinden gelebileceğine güvenen çocuk,ödevlerine üstesinden gelinebilir gözüyle bakanbir kişinin karakter özelliklerini geliştirir.Örneğin cesaret, açık yüreklilik, güvenilirlik veçalışkanlık gibi özellikler oluşur çocukta. Bununkarşıtı,
kötümserlik
kapsamına giren karakterözellikleridir. Ödevlerinin üstesinden gelmeyeteneğini kendisinde göremeyen çocuğunamacını düşünürsek, ruhunun nasıl bir görünümtaşıyacağını tasarlayabiliriz. Böyle bir çocukta
çekingenlik, ürkeklik, içine kapanıklık,güvensizlik gibi özelliklerle güçsüz kişilerinkendilerini savunmada başvurduğu diğerözelliklere rastlanacağı kuşkusuzdur. Çocuğunamacı erişilebilecek olanın dışında, yaşamalanının çok gerilerinde bulunacaktır.
2. RUHSAL YAŞAMIN TOPLUMSALÖZELLİĞİ
B
ir insanın içinde neler olup bittiğini anlamakistiyorsak, onun hemcinslerine karşı tutumunugözden geçirmemiz gerekir. İnsanlar arasındakiilişkilerin bir bölümü doğa tarafından belirlenirve değişime açıktır. Kısmen bunlardan sistemliilişkiler doğup çıkar, ki söz konusu ilişkileri enbaşta ulusların politik yaşamında, devletlerinoluşumunda ve toplumsal yaşamdagözlemleyebiliriz. Bu tür ilişkiler göz önündetutulmadığı sürece insanın ruhsal yaşamınıanlama olanağı yoktur.
Mutlak Gerçeklik
İnsanın ruhsal yaşamı, kendi başına canıistediği gibi davranacak gücü gösteremez,sürekli olarak sağdan soldan çıkıp gelen çeşitliödevler karşısında bulur kendini. Bütün buödevler,
insanların toplu yaşam
mantığınakopmaz biçimde bağlıdır; birey üzerine aralıksızetki yapan ve ancak belirli ölçüde onun etkisialtına giren temel koşullardan biridir bu mantık.İnsanların bir arada yaşama koşullarının bilesayılarındaki çokluk nedeniylekavranılamayacağını, ayrıca ilgili koşullarınbelirli bir değişim sürecinden geçtiğinidüşünürsek, karşımızdaki insanın ruhsalyaşamındaki karanlıkları tümüyleaydınlatamayacağımız açıktır. Bu da öyle birgüçlüktür ki, kendi koşullarımızın dışınaçıktığımız ölçüde büyüdüğü görülür.İnsanı tanıma sanatını geliştirirken göz önündetutulacak temel gerçeklerden biri burada kendiniaçığa vurmaktadır: İnsan organizması ve
işlevleri sınırlı nitelik gösterir, dolayısıyla bugezegende yaşayan her toplumun kendine özgükurallarını göz önünde tutmamız gerekmektedir;mutlak gerçek’e ise ancak yanlış ve yanılgılarınyavaş yavaş yok edilmesiyle kavuşabiliriz.Bu temel gerçeklerin önemli bir bölümü
Karl Marx
ve
Friedrich Engels
’in tarihi materyalizmgörüşleriyle saptanmıştır. Söz konusu görüşegöre, bir ulusun
ideolojik üstyapısı
ile insanlarındüşünce ve davranışı, o ulusun geçiminisağlamada başvurduğu teknoloji biçimi, yaniekonomik temel tarafından belirlenir.Tarihi materyalizm’le bizim,
toplumsalaşamdaki etkin mantık ve mutlak gerçek
konusundaki görüşümüz arasında buraya kadarbir uygunluğun varlığını söyleyebiliriz. Ancaktarihin, özellikle bireysel yaşam konusundakibilgilerimizin, yani
bireysel psikolojimizin
ortayakoyduğuna göre, insan ruhu ekonomiktemellerden kaynaklanacak dürtülere hatalıyanıtlar vermekten hoşlanmakta ve buhatalardan ancak yavaş yavaş kendisinikurtarabilmektedir. Yani mutlak gerçek’e
götüren yol çok sayıda yanılgıdan geçmektedir.
Toplu Yaşam Zorunluluğu
İnsanın toplu yaşamından kaynaklananzorunluluklar, aslında hava koşullarındankaynaklanan zorunluluklar gibi (örneğinsoğuktan korunma, evler yapıp başını sokma)doğal bir nitelik taşır. Henüz anlaşılmamışbiçimde de olsa dinin de toplu yaşamazorunluğundan doğduğu görülür; dindekutsanmış toplu yaşam biçimleri, anlayıcı vekavrayıcı düşüncenin yerine geçerek bireylerarasında bağlayıcı öğe rolü oynar. Birincidurumda yaşam koşulları evrensel nitelik taşır,ikinci durumda ise sosyal bir kökene dayanır,insanların bir arada yaşamalarına ve bununkendiliğinden doğurduğu kurallara bağlı tutulur.Toplu yaşamın zorunlulukları, öteden beri
doğallıkla ve mutlak gerçek kimliğiyle varlığınısürdüren insanlar arasındaki ilişkileridüzenlemiştir. Uygarlık tarihinde toplu haldesürdürülmemiş hiçbir yaşam biçimi yoktur.İnsanlar nerede boy göstermişse, hep toplu haldeolmuştur bu. Nedenini de açıklamak zordeğildir. Hayvanlar dünyasında egemen biryasa, temel bir kural vardır; buna göre, doğadagüçlü sayılmayacak türler bir araya gelerek yenigüçler edinir ve kendilerine özgü yeni birbiçimde dışa karşı etkinliklerini sürdürmeyeçalışır. İnsanların da bir araya gelmesi böyle biramaca ulaşmak içindir. Dolayısıyla, insan ruhuda toplu yaşamın koşullarıyla düpedüzyoğrulmuştur.
Darwin
’in işaret ettiği gibi, hiçbirzaman doğada tek başına yaşayan güçsüzhayvanlara rastlayamayız. İnsanın da sözüedilen hayvanlar arasına katılmasıgerekmektedir; çünkü insanoğlu yalnızyaşayabilecek kadar güçlü sayılamaz. Doğakarşısında ancak sınırlı bir direnç gösterir, birçokyardımcı çareye başvurmadan varlığınısürdüremez. Uygarlığın her türlü desteğinden
yoksun, balta girmemiş bir ormanda tek başınayaşayacak bir insanın durumunu düşünmek,bunu anlamak için yeterlidir. Böyle bir insanınçevresi, herhangi bir canlıdan daha çoktehlikelerle çevrilmiş olacaktır. Bir kez, bacaklarıhızlı koşmaya elverişli değildir, güçlühayvanlardaki kas kuvvetinden yoksundur,yaşam kavgasında ayakta kalabilmek için neyırtıcı hayvanların dişlerine, ne de onların hassaskulakları ve keskin gözlerine sahiptir. Yaşamhakkını bir kez güvence altına almak ve yokolup gitmekten kurtulmak için, olağanüstü birçaba harcamak zorundadır. Beslenme biçimikendine özgüdür, yaşam üslubu oldukça sıkıkorunma önlemlerini gerektirir.Dolayısıyla, insanın ancak olumlu koşullardavarlığını sürdürebileceğinin anlaşılmayacak yanıyoktur. İşte bu ortamı da kendisine toplu yaşambiçimi sağlamıştır; böyle bir yaşam biçimi birzorunluluk olarak insanın karşısına çıkmış,böylece tek kişinin başaramayacağı ödevlerin bir
işbölümüne
başvurularak üstesindengelinebilmesi mümkün olmuştur. Ancak
işbölümüdür ki, insanın saldırı ve savunmasilahlarına, kısaca yaşam kavgasında ayaktakalabilmek için gereksindiği ve bizim, uygarlıkadı altında topladığımız tüm nesnelere sahipolmasını sağlamıştır. Annelerin çocuklarını nezorluklar altında doğurduğunu, bu bakımdan nebüyük çabaların gerektiğini, tek kişinin ne denliuğraşırsa uğraşsın ilgili çabaların üstesindengelemeyeceğini, insanın özellikle süt çocukluğudöneminde ne çok hastalık ve rahatsızlığa maruzkaldığını, bu kadarına hayvanlar dünyasında bilerastlanmayacağını düşünürsek, insantoplumunun varlığının güvence altına alınmasıiçin gösterilmesi gereken olağanüstü çalışmakonusunda bir fikir edinebilir, insanların biraraya gelerek bir toplum oluşturmalarınınzorunluğunu kavrayabiliriz.
Güvenlik ve Uyum
Şimdiye kadar söylediklerimize dayanarak birnoktayı saptayabiliriz: Doğa açısındanbakıldığında insan yetersiz bir yaratıktır. Amayaradılışında var olup, bir kısıtlanmışlık vegüvensizlik duygusu şeklinde bilincine varılansöz konusu yetersizlik, insan için sürekli biruyarı kaynağıdır, onu yaşama uyumsağlayabilmek, gerekli önlemleri almak, doğadainsan olarak elinde bulundurduğu konumundezavantajlarını gidermek için bir yol aramayaiter. Bu arayışta da uyum ve güvenliği sağlamayeteneğini, yine ruhsal organın kendisi elindebulundurur. Başlangıçta bu insan–hayvanınboynuz, pençe ya da diş gibi organlarladonatılarak düşman çevre karşısındatutunabilecek bir duruma sokulması, doğa içinizlenmesi çok daha güç bir yol olurdu.Gerçekten de ruhsal organ hızla yardımakoşarak, insandaki organik eksiklikleringiderilmesini sağlamıştır. Özellikle sürekliyetersizlik duygusunun uyarılarından yararlananinsanoğlu, kendisinde
öngörü
diye bir gücüoluşturmuş, ruhunu bir gelişim sürecinden
geçirerek, bizim bugün düşünme, hissetme vedavranma diye bildiğimiz yetilerin oluşumunusağlamıştır. Söz konusu yardımlar konusunda veuyum çabalarında toplum da önemli roloynadığından, ruhsal organ, işin başından beritoplumsal koşulları göz önünde tutmak zorundakalmıştır. Tüm ruhsal yetenekler, toplumsalyaşamın damgasını içeren bir temel üzerindegelişip ortaya çıkmış, insandaki her düşünceninister istemez toplumun beklentisine yanıtverecek bir nitelik taşıması gerekmiştir.İlerleme sürecinin bundan sonra nasıl bir yolizlediği düşünülürse, kendi içinde genel geçerlinitelik taşıyan
mantık
oluşumunun başlangıçevreleriyle karşılaşılır.
Genel geçerlilik taşıyanşey
mantıksal’dır yalnızca. Toplumsal yaşamınbir başka ürününü de,
dilde
, insanın bütün ötekicanlılara karşı üstün özelliğini oluşturan bumucizevi eserde buluruz. Dil gibi bir olguyugenel geçerlilik kavramından yoksuntasarlayamayız, bu da onun toplumsal yaşamdankaynaklandığını gösterir. Tamamen tek başınayaşayan bir canlı için dilin hiç gereği yoktur.
İnsanların bir arada yaşamaları durumundagereklilik kazanır dil, toplu yaşamanın ürünüdürve toplu yaşamayı sürdürenleri birbirineperçinleyen bir bağdır. Dille toplumsal yaşamarasında böyle bir ilişkinin varlığını ortayakoyan güçlü kanıt, başkalarıyla bir aradayaşamaları engellenmiş ya da önlenmiş veyaböyle bir yaşam biçimine yanaşmayankimselerin dil ve dilsel yeteneklerinin hemenhemen her zaman birtakım kusur ve eksikleriiçermesidir. Öyle görülüyor ki, ancak insanlararası ilişkinin güven altına alındığı durumlardasöz konusu dil bağı oluşturularak insanvarlığının sürdürülmesi sağlanır. Dil, ruhsalyaşamın gelişimi açısından alabildiğine büyükönem taşır. Mantıksal düşünme, ancak bir dilinvarlığıyla mümkündür; dil, kavramlar oluşturmaolanağını sağlar, bu da bizi nesneler arasındaayrımlar yapabilme ve özel mülkiyet kapsamınagirmeyip, herkesin malı sayılan kavram vedeyimleri yaratma yeteneğiyle donatır. Ayrıca,düşünme ve hissetme yeteneğini anlamamız içinyine genel geçerlilik ilkesinden yola
koyulmamız zorunludur. Beri yandan, güzelşeylerden haz duymamız da, yine güzel’i veiyi’yi takdir edip duyumsamanın herkesin ortakmalı olmasını gerektirir. Böylece akıl, mantık,etik ve estetik gibi kavramların ancak insanlarıntoplu yaşamından kaynaklanabileceği, ayrıcabunların bireyler arasında uygarlığın yıkılıpgitmesini önleyecek bağları oluşturduğusonucuna varmaktayız.İrade dediğimiz şeyi de tek insanınkonumundan kalkarak anlayabiliriz ancak.İstem, yetersizlik duygusundan kendini sıyırıpbir yeterlilik duygusuna ulaşma yolunda ruhtaalgılanan bir kıpırtıdır. Böyle bir amacı gözönünde bulundurup ona erişme çabasını“istemek” diye nitelendirmekteyiz. Her isteyiş,bir yetersizlik duygusuyla ilgilidir, insanda birdoyum, bir hoşnutluk, bir yeterlilik sağlamaeğilim ve dürtüsünün doğmasına yol açar.
Toplumsallık Duygusu
İnsan soyunun varlığını sürdürmesini sağlamışolan eğitim, batıl inanç, totem ve tabu, yasa vekural gibi nesneler her şeyden önce toplumyaşamının gereklerine yanıt verecek bir niteliktaşır. Dinsel kurumlarda gördük böyle olduğunu;beri yandan, ruhsal organın en önemli işlevleride toplumsal zorunluluklara yanıt verecekşekilde düzenlenmiştir; ayrıca, gerek bireysel,gerek toplumsal yaşamdan kaynaklananzorunluluklarda da yine aynı durumu saptarız.
dalet
dediğimiz, insan karakterinin aydınlıkyanı diye gördüğümüz şey, anahatlarıbakımından toplu yaşamanın zorunluluklarınauyulmasıdır yalnızca. Ruhsal organı da yaratansöz konusu zorunluluklardır. Ayrıca,güvenilirlik, sadakat, açık yüreklilik, gerçeksevgisi vb. özellikler de, aslında genel geçerlitoplumsallık ilkesinin yarattığı ve ayakta tuttuğudeğerlerdir. Hangi karakter için iyi, hangisi içinkötü diyeceğimizi de, yine salt toplum açısından
belirleyebiliriz. Bilimsel, politik ya da sanatsalher başarı gibi karakteri de büyük ve değerlikılan, ancak toplum için bir önem taşımasıdır.Tek kişiyi değerlendirirken ölçüt olarakbaşvurduğumuz
ideal
de, yine bireyin toplumiçin taşıyacağı değeri, topluma yararı gözönünde tutularak saptanır. Bireyideğerlendirirken, toplum içinde yaşayan insanınidealinden yola koyuluruz; öyle bir insan ki,ödevlerini genel geçerli bir biçimde yapıpçıkarır; kendi içinde toplumsallık duygusunugeliştirmiş, Furtmüller’in deyimiyle “insantoplumunun kurallarına uyacak” aşamayagelmiştir. İlerideki incelemelerimizin ortayakoyacağı gibi, aklı başında hiç kimsetoplumsallık duygusuna sırt çevirerek, onunyeterince etkinliğinden uzak kalarak büyüyüpgelişemez.
3. ÇOCUK ve TOPLUM
T
oplum, bir dizi zorunluluğu karşımızaçıkararak, yaşamımızın bütün kural vebiçimlerini, dolayısıyla düşünme yetimizingelişimini etkiler. Ayrıca toplumsallık, organikbir temele dayanır. Bir kez insanın yapısındakiçift cinsiyetlilikle (hermafrodizm) toplumsallıkarasında birtakım ilişkiler vardır. Soyutlanmadeğil, ancak toplum içinde yaşama, bireyinyaşam içgüdüsüne yanıtverir, güven ve yaşamkıvancıyla donatır onu. Çocuğun ağır bir seyirizleyen gelişim sürecini gözden geçirirsekanlarız ki, insan yaşamının gelişimi ancakkoruyucu bir toplumun varlığıyla mümkünolmuştur. Öte yandan, yaşamın gerekleri,insanların birbirinden ayrılmasına değil,
aralarında bir dayanışmanın doğmasını sağlayanbir
işbölümü
’ne yol açmıştır. Herkes bir işibaşkalarıyla dayanışma içerisinde yapmak,başkalarıyla bir dayanışma içerisinde yaşamakzorundadır. Bu da, insanın ruhunda yükümlülükolarak yer alan birtakım büyük ilişkilerdendoğmasına neden olur. Dünyaya gözlerini açanbir çocuğun, ruhunda hazır bulduğu söz konusuyükümlülüklerden bazılarını aşağıda elealacağız.
Süt Çocuğunun Durumu
Büyük ölçüde toplumun yardımını gereksinirçocuk; doğumundan sonra kendisini bir çevreiçinde bulur; çocuktan bir şeyler alır, ona birşeyler verir bu çevre, çocuğa birtakım istekleryöneltir, ondan gelen istekleri yerine getirir.Çocuk, içgüdüleriyle birtakım güçlükler
karşısında görür kendini, bu güçlükleri yenmekonu hayli zahmet ve üzüntüye sokar. Çokgeçmeden çocuk olmasından kaynaklanangüçlükleri kavrar ve bundan kurtulmak için oruhsal organı geliştirir; öyle bir organ ki, göreviileriyi görmek ve çocuğun bir sürtüşmeye yolaçmadan içgüdülerini doyuma kavuşturmasınıve katlanılır bir yaşam sürmesini sağlamaktır.Çocuk, çevresinde içgüdülerini kendisindendaha kolay doyuma kavuşturan, yanikendisinden ileri durumda olan insanlarlakarşılaşır sürekli. Bir kapıyı açabilmek içingereken uzun boyluluğun, bir nesneyi yerdenalıp kaldırabilmek için başkalarında gördüğügücün, buyruk verip verdiği buyruğun yerinegetirilmesini istemek yetkisiyle insanı donatankonumun değerini takdir etmesini öğrenir.Büyüme, başkaları kadar, hatta başkalarından dagüçlü olmaya yönelik bir özlem fırtınası ruhundaesmeye başlar. Çevresindeki erişkinlerse,karşılarında kendilerine bağımlı eli ermez, gücüyetmez bir nesne varmış gibi davranırlar çocuğa;ama beri yandan, onun güçsüzlüğü karşısında
boyun eğerler. Bu durumda, çocuk için nasıldavranacağına ilişkin iki seçenek sözkonusudur: Ya erişkinlerdeki gücü onlarasağlayan çare ve yollara başvurarak isteğinekavuşmak, ya da erişkinler tarafından amansızbir istek diye benimsenip yerine getirilengüçsüzlüğünü sergileyerek amaca varmak.İnsanların duygularında gözlemlediğimiz budallanma çocuklarda dönüp dolaşıp karşımızaçıkarak, tek başına bir tipin oluşumuna yol açar.Bazı kimseler başkalarından takdir görme, güçlüolma ve gücünü kullanma doğrultusunda birgelişme gerçekleştirirken, bazıları dagüçsüzlükleri üzerinde birtakım spekülasyonlaragirişir, bunları alabildiğine değişik biçimlerdesergilerler. Çocukların duruş ve oturuşlarına,davranışlarına dikkat edersek, bazılarının bugruba, bazılarınınsa diğer gruba gireceklerinigörürüz. İlgili grupların bir anlam kazanmasıiçin, çevreyle ilişkilerini anlamak şarttır. Ayrıcasöz konusu tiplerdeki devinimler, genellikleçevreden alınıp benimsenmiş nitelikler taşır.Çocuğun eğitilebilirliği de işte bu yalın
koşullardan, onun güçsüzlüğünü yenme eğilimve çabasından kaynaklanır; öyle bir çaba ki, çoksayıda yeteneğin geliştirilmesi için bir uyarıkaynağı oluşturur.Çocukların konumu alabildiğine değişiktirbirbirinden. Bazıları öyle bir çevre içindeyaşarlar ki, düşmanca izlenimlere kaynaklık ederbu çevre, dünyayı çocuğa düşmanmış gibigösterir. Düşünsel organın yetersizliği dikkatealındı mı, çocuğun böylesi izlenimleredinmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Budurumda eğitim işe el atıp durumu düzeltmedimi, ruhsal gelişim çizgisi öyle bir doğrultuizleyebilir ki, çocuk ileride dış dünyayıkendisine düşman gözüyle görür. Hele özellikleyetersiz organlara sahip çocuklardaki gibibüyücek güçlüklerle yüz yüze geldi mi, çevreninkendisine düşmanca niyetler beslediği izlenimiruhunda daha da güçlenir. Yetersiz organlarladünyaya gelmiş çocuklar, görece yeterliorganlarla dünyaya gelmiş çocuklardan değişikbiçimde algılar çevrelerini.
Organ yetersizliği
,devinim yeteneğiyle ilgili kimi güçlükler ve tek
tek organlarda gözlemlenecek kimi kusurlarlakendini açığa vurur; ayrıca organizmanındirencinin azlığıyla da kendini belli eder, ilgilidirenç azlığı da çocuğun sık sık hastalanmasınayol açar.Ama karşılaşılan güçlükler, çocuğunorganizmasının yetersizliğinden ileri gelmez herzaman, çocuğun başarması gereken ödevlerinçetinliğinden de kaynaklanabilir; ilgili ödevlerya anlayışsız bir çevre tarafından çocuğunönüne çıkarılır, ya da ödevlerin çocuğun önüneçıkarılışında gereken dikkat ve özen gösterilmez;kısaca söz konusu güçlükler, çocuğun yaşadığıçevrenin kusurlu niteliğiyle ilgilidir, bu kusurlunitelik de dış dünyadan kaynaklanan bir güçlükkimliğiyle çocuğun karşısına dikilir. Çünküçevresine uyum sağlamak isteyen çocuk, ansızınbu uyumu zorlaştıran engellere çarpar. Örneğinmoral gücünü yitirmiş pısırık bir ortamdabüyüyen çocuklarda böyle bir durumlakarşılaşırız; çevrenin aşırı kötümserliğikolaylıkla çevreden çocuğa geçer.
Güçlüklerin Etkisi
Alabildiğine değişik yönlerden gelip,alabildiğine değişik nedenlerden kaynaklanarakçocuğun karşısına dikilen güçlükler dikkatealınır ve özellikle ruhunun henüz doğru dürüstgelişecek zamanı bulamadığı düşünülürse,çevrenin yadsınmaz koşullarıyla hesaplaşmakzorunda kalan çocuğun dış etkilere hatalıyanıtlar verebileceğini göz önünde tutmakgerekecektir. Böyle bir yığın
hata
toplucagözden geçirildi mi, ruhsal yaşamın ömür boyudurmadan gelişimini sürdürdüğü ve daha ileri birgelişim düzeyine ulaşmak, daha doğru yanıtlarverebilecek duruma gelmek için aralıksız çabaharcadığı görüşüne kapılmamak elde değildir.Çocukların davranış ve devinimlerinde özellikledikkatimizi çeken şey, bir olgunluğa doğruilerleyen insanın belirli bir durumda verdiğiyanıt biçimidir. Bu yanıt, yani bir insanın tutumve davranışı, onun ruh yapısına ilişkin kimiipuçları sağlar bize. Bu arada göz önünde
tutulması gereken bir nokta,
bir insanın, öteandan bir kitlenin
dışavurum biçimlerinin
kolaykolay belirli bir modele göredeğerlendirilemeyeceğidir
.Ruhsal gelişimi sırasında çocuğun savaşmakzorunda kaldığı ve hemen hemen her zamançocukta toplumsallık duygusunun gayet kusurlubiçimde oluşumuna yol açan güçlükleri ikigruba ayırabiliriz. Bunlardan birincisi, uygarlığıniçerdiği bozukluklardan kaynaklanıp çocuklaailesinin ekonomik durumunda kendini açığavuran, ötekisi ise organsal yetersizliklerdenkaynaklanan güçlüklerdir. Aslında tastamamgelişmiş organlara göre yaratılan bir dünyadayaşar çocuk. Kendisini saran uygarlık, tamanlamıyla gelişmiş güçlü ve sağlıklı organlarıgerektirir. Dolayısıyla, önemli organları birtakımengelleri içeren çocuk, yaşamın zorunluluklarınayanıt veremez. Örneğin yürümesini geç öğrenenya da kısaca devinim bakımından güçlük çekenya da geç konuşan ve uzunca bir süre yaşamiçin gerekli beceriyi gösteremeyen, çünkübeyinsel işlevleri uygarlığımızın isteklerine yanıt
verecek bir tempoyla gelişemeyen çocuklarıbunlar arasında sayabiliriz. Bilindiği üzere,böylesi çocuklar sürekli sağa sola çarpan hantalyaratıklardır, bedensel ve ruhsal sıkıntılaraçaresiz göğüs gererler. Pek kendileri içinyaratılmamış bir dünyada hiç de iç açıcı değildirdurumları. Gelişim yetersizliğinden kaynaklananböylesi güçlükler son derece sık görülür. Gerçizamanla geride bir hasar kalmaksızın birdengenin kurulma olasılığı bulunmaktadır. Nevar ki, bazen çektikleri ruhsal sıkıntıyaçoğunlukla ekonomik sıkıntı da eklenerek, ilgiliçocukların ruhunda sonradan kendinihissettirecek bir tortu bırakır. Toplumun mutlakauyulması gereken kurallarına söz konusuçocukların pek uymayışını anlamak zor değildir.Böylesi çocuklar çevrelerinde akıp gidenyaşama güvensizlikle bakarak, kendilerinitoplumdan soyutlamaya ve ödevlerden kaçmayaeğilim gösterirler. Yaşamın kendilerinedüşmanlığını tüm yoğunluğuyla sezip hissederve bu düşmanlığı abartırlar. Yaşamın karanlıkyanlarına, aydınlık yanlarından daha çok ilgi
gösterirler. Bazen her iki tarafa da aşırı değerverir, dolayısıyla ömür boyu bir savaşdurumunda bulunur, başkalarının dikkatini aşırıölçüde üzerlerine çekmek ister, herkesten çokkendilerini düşünürler. Yaşamın karşılarınaçıkardığı zorunluluklara uyarı değil de güçlükgözüyle baktıklarından, aşırı bir ihtiyatla savaşıptüm yaşantılara karşı çıktıklarından, kendileriyleçevreleri arasında derin bir uçurumun açılmasınıönleyemez, giderek realiteden uzaklaşır, dönüpdolaşıp çetin durumların kucağına yuvarlanırlar.Yakınlarının çocuğa göstereceği sevecenlikbelirli bir ölçünün
altında
kaldığı zaman da yinebenzeri güçlüklerle karşılaşılır. Böyle bir durum,yine çocuğun gelişimi için önemli sonuçlardoğurabilir. Sevme içgüdüsü gelişmeden kalırçocukta; dolayısıyla, sevgiyi tanımadığı gibi,ondan nasıl yararlanacağını bilemez, bu dadavranışını etkiler. Sevme içgüdüsü aileçevresinde gelişemeyen çocuklarda söz konusuiçgüdünün sonradan zorla uyandırılması gibisakıncalı bir durumla karşılaşılır. Böyleleriniileride herhangi bir aşk eylemini
gerçekleştirecek gibi eğitmek güçtür. Aşkduygularından ve ilişkilerinden kaçmak, sözkonusu insanların varlıklarının temelöğelerinden biri durumuna girer. Anne vebabanın, eğiticilerin ya da çevrenin başvurduğueğitsel önlemler sonucu, içinde uyanacak aşkduygularını çocuğun yersiz ve gülünç hissetmesidurumunda da yine aynı sonuçla karşılaşılır.Seyrek olmayarak sevecenliğe gülünç bir gözlebakmaya itilir çocuklar. Özellikle alay konusuyapılan çocuklarda böyle bir duruma sık sıkrastlarız. Söz konusu çocuklar
duygularını açığavurmaktan çekinir,
bu çekingenlik nedeniyle desonradan bir başkasına duyacakları sevecenlikve sevgiyi gülünç bulur,
erkeklikle bağdaşmaz
görür, kendilerini başkalarına bağımlı kılacak vebaşkalarının gözünde taşıdıkları değeri azaltacakbir duygu sayarlar. Daha çocukluklarındagelecekteki tüm aşk ilişkilerinin önüne bir duvarçektikleri görülür. Genellikle bütün aşkduygularının üzerinden atlayıp geçen
sert bireğitim
, çocuğu sevecenlikten uzak davranışlara,kendi içine kapanmaya, çok geçmeden küsüp
içerleyerek, kızıp darılarak çevresindenkendisini soyutlamaya zorlar; oysa söz konusuçevreye sahip çıkarak ruhsal yaşamının kapsamıiçerisine alması, çocuğun gelişimi açısındanbüyük önem taşır. Kendini çevreden soyutlayançocuk, çevrede ilişki kurabileceği bir kişibulduğu zaman, kurulacak ilişki alabildiğinegüçlü bir nitelik taşıyabilir. Örneğin birçokkimse vardır ki, toplumsal ilişkileri tek kişiylesınırlı kalmış, başkalarıyla bir türlü ilişkikuramamışlardır. Annesinin sevecenliğininküçük kardeşine yöneldiğini görerek bundanalınıp küsen, bundan böyle eksikliğini duyduğusıcaklık ve yakınlığı sürekli arayıp duran oğlanbunun için bir örnektir, söz konusu kişilerinhayatta ne gibi güçlüklerle karşılaşacağını ortayakoyar.Baskı altında eğitilmiş insanların oluşturduğubir gruptur bu. Buna karşıt doğrultuda dabirtakım olumsuz durumlarla karşılaşılır.Eğitimleri sırasında aşırı sevecenlik ve
şımartılmaya
konu yapılmaları, çocuklardasınırsız bir sevecenlik içgüdüsünün oluşmasına
yol açar; dolayısıyla, söz konusu çocuklar bir yada birden çok kişiye bağlanarak bir dahaonlardan ayrılmak istemezler. Şımartılma işiçeşitli hatalı davranışlarla öyle bir düzeyevarabilir ki, çocuk kendi göstereceği sevginin,büyükleri kimi yükümlülüklerle karşı karşıyabırakacağını günün birinde sezer. Örneğinbüyüklerin çocuğa, “Seni sevdiğim için, falan yada filan şeyi yapmalısın” gibi sözler söylemesi,çocuğun böyle bir şeyi kolaycacık keşfetmesinisağlar. Bir aile içinde böyle bir çıban başınınoluşumu, sık rastlanan bir durumdur. İlgiliçocuklar, büyüklerin kendilerine göstereceğiyakınlığı fırsat bilip bundan hemenyararlanmaya bakar, başkalarının kendisinebağlılığını büyükler gibi aynı çareye başvurarakpekiştirip güçlendirmek isterler. Çocuğun aileçevresindeki bir kişiye göstereceği aşırı sevgininhiçbir zaman gözden kaçırılmaması gerekir. Birinsanın yazgısının tek yanlı böyle bir eğitimleolumsuz yönde etkileneceği kuşkusuzdur. Sözkonusu durum, çocukta çeşitli belirtilerin ortayaçıkmasına yol açar. Örneğin, bir büyüğün
sevgisini yitirmek istemeyen çocuk, aklagelmedik çarelere başvurur, kendisine rakipbildiği kimseyi, çoğunlukla erkek ya da kızkardeşini bir suçlarını bulup açığa vurarak ya daonları böyle bir suç işlemeye kışkırtarak ya dadaha başka bir yol izleyerek büyükleringözünden düşürmeye çalışır. Olmadı, hiç değilseanne ve babasının dikkatini üzerine çekmek içinbaskı yapar, ön plana çıkmak, başkalarındandaha çok önem kazanmak için denemediği yolbırakmaz. Başkalarının daha çok kendisiyleilgilenmesini sağlamak amacıyla ya işi tembellikve yaramazlığa vurur ya da davranışına bir ödülolarak başkalarını kendisiyle ilgilenmeyezorlamak için uslulukta karar kılar. Kısacaruhunda izlenecek doğrultu bir kez saptanmayagörsün, çocukta öyle bir gelişim süreci başlar ki,amaca varmak için her şey bir araç durumunaindirgenebilir. Amacına ulaşmak için kötü biryolda gelişebilir çocuk ve yine aynı amacaulaşmak için gayet uslu biri olabilir. Bazıçocuklar aşırı derecede huysuzluğa kaçarakdikkati üzerlerine çekmek isterken, daha çok ya
da daha az kurnaz kimileri aşırı derecede usludavranarak aynı amaca varmaya çalışır.Hiçbir güçlükle karşı karşıya bırakılmayan,tuhaf huylarına gülümsenip geçilen, sözüedilmeye değer bir engele çarpmaksızın, canlarıistediği gibi davranabilen çocuklar, şımartılmışçocuklar arasında yer alır. Böyleleri, ileridebaşkalarıyla doğru dürüst ilişki kuracak gibihazırlanma fırsatını bir türlü ele geçiremez; heleilişki kuracakları kişiler, kendi çocukluklarındankaynaklanan güçlükler nedeniyle böyle birilişkinin kurulmasına yanaşmadılar mı, çocuğunbu amaca yönelik girişimleri tümüyle başarısızkalır. Güçlükleri yenmeye alışma fırsatıkendilerine verilmediğinden, gelecekteki yaşamayeterince hazırlanamazlar. Yaşadıkları bunaltıcıortamdan dışarı çıkıp kendilerini yaşamkarşısında bulur bulmaz, hemen her zamanbaşarısızlıkla yüz yüze gelirler. Çünküçocukluktaki aşırı sevecen eğiticiler gibi, hayattakimse abartılı bir yükümlülüğü üstlenmekistemez.Bütün bunların ortak sonucu da, çocuğun
toplumdan az ya da çok
soyutlanmasıdır
.Örneğin sindirim organları pek sağlıklıdenilemeyecek çocuklar yeme içme karşısındabir başka türlü davranır, dolayısıyla gelişimleribu bakımdan normal çocuklarınkine göre apayrıbir doğrultu izleyebilir. Organları yetersizçocukların kendilerine özgü bir yürüyüşbiçimleri vardır; ilgili çocuklar giderek birsoyutlanmanın kucağına itilir, çevreylearalarında pek bir bağlantı bulunmayan, hattaböyle bir bağlantıya düpedüz sırt çevirenkimselere dönüşürler. Arkadaşlık edecek kimsebulamaz, yaşıtlarının oynadıkları oyunlardankendilerini uzak tutar, oynanan oyunlarıkıskançlıkla uzaktan izler ya da suskun birsoyutlanmışlık içinde sürdürdükleri kendioyunlarına sığınırlar. Ağır baskı altında eğitilen,hayli sert bir eğitim gören çocukları da yinetoplumdan soyutlanma tehlikesi bekler. Bunlarda ikide bir, dört bir yandan çıkıp gelen tatsızyaşantılarla karşılaşır, yaşamı olumlu bir ışıkaltında göremezler. Ya tüm güçlükleri boynubükük sineye çekmek zorunda olan kimseler, ya
da düşman bir çevreye saldırı için hep hazırdabekleyen savaşçılar gibi görürler kendilerini.Yaşamı ve yaşamın karşılarına çıkardığı ödevleripek büyük güçlükler bilirler. Dolayısıyla, böylebir çocuğun aklı fikri kendi dünyasınınsınırlarını korumadadır; bir kayba uğramamaya,çevresini sürekli bir güvensizlikle göz altındatutmaya dikkat eder. Aşırı bir sakınmanın baskısıaltında geliştireceği eğilimle büyük güçlük vetehlikelerin kokusunu önceden almaya çalışır,düşüncesizce davranıp herhangi bir yenilgiyeuğramaktan sakınır kendini. Bu çocuklarınhepsinde ortak olan bir diğer karakteristiközellik, aynı zamanda toplumsal duygularınınsağlıklı gelişemediğini gösteren bir diğer belirtide, başkalarından çok kendilerinidüşünmeleridir. Bu da, ilgili çocukların gelişimçizgisini tümüyle gözlerimizin önüne serer. Sözkonusu çocuklar büyüdüklerinde kötümser birdünya görüşü edinir, yanlış yaşammodellerinden yakalarını kurtaramadıklarısürece hayattan bir türlü zevk alamazlar.
Toplumsal Bir Varlık Olarak İnsan
Bir bireyin kişiliği üzerinde bilgi edinmekistiyorsak, onu kendi konumu içindedeğerlendirmek ve anlamak gerektiğine dikkatiçekmeye çalıştık. Konumla da söylemekistediğimiz şey, insanın evren ve yakın çevresikarşısındaki tutumu, etkinlikte bulunma, insansoydaşlarıyla temas ve ilişki kurma gibi süreklikarşısına çıkan sorunlarla ilgili olarak takındığıtavırdır. Bu noktadan yola koyularak, gerek sütçocuğunun, gerek daha sonra çocuğun veerişkin insanın yaşam karşısındaki tutumunualabildiğine derin ve kalıcı biçimde etkileyenfaktörün çevreden edinilen izlenimler olduğunusaptamış bulunuyoruz. Daha süt çocukluğununilk birkaç ayından sonra bir çocuğun yaşamkarşısındaki tavrını gözlemleyebilmekteyiz.Böyle bir tavır bakımından ilk birkaç aydansonra iki süt çocuğunu birbirine karıştırmakolanağı yoktur, çünkü her biri belirgin bir tipicanlandırır ve bu tip giderek daha bir açık
seçiklik kazanır, bir kez izlenmeye başlanandoğrultu bundan böyle elden çıkarılmaz.Çocuğun ruhsal gelişimi, günden güne dahaçok, toplumun çocuğa karşı davranışlarınındamgasını taşır, çocukta doğuştan var olantoplumsallık duygusunun ilk belirtileri kendiniaçığa vurur, organik kökenli sevgi duygularıfilizlenip yeşerir ruhunda ve zamanla öylesineileri bir düzeye ulaşır ki, artık büyüklerin hepyakınında olmayı ister. Çocuğun sevgiduygularına Freud’un dediği gibi kendisinideğil, başkalarını konu aldığını sık sıkgözlemleyebiliriz. Söz konusu duygular değişiknüanslar gösterir ve kişiler değiştikçe değişirniteliği. İki yaşını aşkın çocuklarda budeğişikliği dille ilgili dışavurumlarda dasaptayabiliriz. Dayanışma ve toplumsallıkduygusu bir daha sökülüp atılmayacak gibiçocuğun ruhsal toprağına kök salar ve insanıancak hastalık sonucu ruhsal yaşamınalabildiğine tehlikeli yozlaşma durumlarında terkeder. Normalde ömür boyu ayrılmaz insandan,çeşitli nüanslar gösterir, kimi sınırlı bir karakter
taşır, kimi olumlu koşullarda büyüyüp serpilir,salt aile bireylerine yönelik durumundansıyrılarak, bir kavimi, bir ulusu içine alır, tüminsanlığa kucak açar. Bazen bu sınırı da aşıp,hayvanlara, bitkilere ve öbür cansız nesnelereuzanır, hatta kısaca tüm evreni kapsadığıgörülür.Böylece, insanı tanımaya yönelik çabamızdabize yardımı dokunacak önemli bir noktayı elegeçirmiş sayılırız.
Bu da, insanı toplumsal biraratık olarak ele alıp inceleme zorunluluğudur.
4. DIŞ DÜNYADAN KAYNAKLANANİZLENİMLER Genel Olarak Dünya Görüşü
Ç
evreye uyum zorunluluğundan kaynaklanıp,dışarıdan gelen izlenimleri alma yeteneği veruhsal mekanizmanın her zaman bir amaç izlemeözelliği, bir insanın
dünya görüşü
ve
idealinin
henüz çok erken bir dönemde ruhta oluştuğudüşüncesini akla yakın göstermektedir. Ne varki, ilgili dönemde dünya görüşü ve ideali henüzbelli bir biçim taşımamakta ve kesinliklesaptanamamaktadır; ama onun bizde bir aşinalıkduygusu uyandıran, bizim anlaşılabilirgördüğümüz, her zaman yetersizlik duygusuyla
karşıtlık oluşturan bir atmosfer içinde salınıpdurduğunu söyleyebiliriz. Ruhsal devinimlerdensöz açılabilmesi için, bireyin belirli bir amacayönelmesi zorunludur. Bu da, bilindiği gibi, birdevinim olanağının ya da bir devinimözgürlüğünün varlığını gerektirir. Devinimözgürlüğüyle sağlanan ruhsal zenginleşmeküçümsenecek gibi değildir. İlk kez yerdenkalkıp bacakları üzerinde dikilen bir çocuk,yepyeni bir dünyanın kapısından içeri adım atar,çevresinin düşmanca bir atmosferle çevrilmişolduğu duygusuna kapılır. Ayakları üzerindedurabilmesi, gelecek hesabına güçlü bir umutladoldurur içini; devinim yolunda harcadığıçabalar, özellikle yürümeyi öğrenmeye yönelikilk denemeler, değişen büyüklükte güçlüklerçıkarır karşısına, ama bazen de hiçbir güçlükdoğurmayabilir. Biz büyüklere çoğunluklaönemsiz görünen bütün bu izlenim ve olaylar,çocuğun ruhsal yaşamını, dolayısıylaçocukluktaki dünya görüşünün oluşumunubüyük ölçüde etkiler. Örneğin, devinimkonusunda zorluklarla karşılaşan bir çocuk, hızlı
devinimlere geniş ölçüde olanak sağlayan birideali benimser. Çocuğa en çok hangi oyunusevdiğini ve ileride ne olmak istediğini sorarakilgili ideali kolaylıkla saptayabiliriz. Örneğinarabacı, biletçi vb. yolundaki bir yanıt, çocuğunsınırlı devinim özgürlüğünden kaynaklanangüçlükleri aşmak istediğini, içindeki yetersizlikduygusunu silip atacağı bir noktaya ulaşmayıamaçladığını gösterir; çocuğun ağır aksak birtempoyla gelişmesi ve gelişiminin sağlıklı birseyir izlememesi, söz konusu istek ve amacıhayli güçlendirecektir. Beri yandan, öyleçocuklara rastlarız ki, gözlerindeki bozukluknedeniyle dünyayı gereği gibi algılayamaz,dolayısıyla onu daha güçlü ve yoğun biçimdealgılamalarına olanak verecek bir amaç peşindekoşarlar. Öyle çocuklarla da karşılaşırız ki,işitmelerindeki aşırı hassaslık nedeniyle,kulaklarına hoş gelen belirli sesleri duymakisterler yalnızca; bu gibi seslere ilgi gösterir,onları anlayışla karşılarlar; kısaca, bir müzikyeteneğine sahiptirler.Çevre üzerinde bir egemenliğin kurulmasını
sağlayan organlar arasında özellikle duyuorganları, çocuğun dış dünyayla bir dahaçözülmeyecek gibi sıkı ilişkiler kurmasınaolanak verir. Bir dünya görüşününoluşturulmasına katkıda bulunan organlardırbunlar. İçlerinde göz, baş köşede yer alır. İnsan,izlenimlerini gözle algılayabildiği dünyadanedinir daha çok; gözle algılanabilen dünya,çocuğun deneyim sahibi olabilmesinde temelkaynaktır. Zamanla
dünyanın görsel bir tablosu
doğup çıkar ortaya ve bu tablo eşsiz bir önemtaşır, çünkü hiç değişmeyen kalıcı nesneleriçocuğa buyur eder. Oysa kulak, burun, dil vebüyük ölçüde deri gibi öteki duyu organlarınınemrinde çoğunlukla geçici uyarı kaynaklarıbulunur. Bazı durumlarda işitme organıötekilerden daha büyük bir güçle öne çıkar vedünyanın algılanabilmesine yönelik ruhsal biryetinin çocukta oluşumunu sağlar
(akustik ruh)
.İlgileri yalnızca devinim üzerinde toplananinsanlara ise seyrek rastlanır. Koku ve tat almaduyularının ötekilerden daha güçlü olması, yinedeğişik tipte insanlar çıkarır karşımıza. Özellikle
koku alma duyuları fazla hassas olanlarındurumları günümüz uygarlığında pekimrenilecek gibi değildir. Öte yandan,azımsanmayacak sayıda çocukta devinimorganları önemli rol oynar. Böyleleri büyük birdevingenlikle gözlerini dünyaya açarak süreklidevinim içinde yaşar ve ileride de hep etkinlikpeşinde koşup dururlar; akılları fikirleri,başarılabilmesi kasların devinim durumunageçirilmesini gerektiren işlerdedir hep. Uyurkenbile ruhlarındaki devinim dürtüsü etkinliğinisürdürür, yatakta kendilerini tedirginlik içindeoradan oraya atarlar. Bir türlü yerinde rahatduramayan, sürekli paylanıp azarlanan çocuklarda bu gruba girer. Genellikle hiçbir çocukyoktur ki, gerek gözleri ve kulakları, gerekdevinim organlarıyla yaşam karşısına çıkarak,edineceği izlenim ve ele geçireceği olanaklardankendi dünya görüşünü kurmaya çalışmasın.Dolayısıyla, bir insanı anlamak istiyorsak, onunyaşamla ilişkisini en çok hangi organadayanarak kurduğunu bilmemiz gerekir. Çünküilişkilerin tümü önem taşır bu konuda ve dünya
görüşünün oluşumunda, dolayısıyla çocuğunilerideki gelişiminde rol oynar.
Dünya Görüşünün Oluşumunda RolOynayan Etkenler
Bir dünya görüşünün edinilmesinde ilk plandarol oynayan yeteneklerin ortak özelliği, bunlarınseçiminin, ayrıca güçlülük ve etkinlikderecesinin çocuğun izlediği amaç tarafındanbelirlenmesidir. Herkesin yaşamın, çevrenin, birolayın vb. salt bir parçasını özelliklealgılamasının nedeni de budur. İnsan ancakkendisince benimsenmiş amacın istediği şeyi,onun istediği doğrultuda değerlendirme konusuyapar. Ruhsal yaşamının bu yönünü anlamakiçin, insanın gizli amacı konusunda bir fikirsahibi olmamız ve insandaki her şeyin buamacın etkisi altında bulunduğunu bilmemiz
gerekir.
a) Algılar:
Duyular aracılığıyla dışarıdanbeyne iletilen izlenim ve uyarılar beyinde birsinyal oluşturur ve bu sinyalin kimi izleribellekte kaybolmayarak varlığını sürdürür. İlgiliizlerden de
tasarımlar ve anılar dünyası
doğuportaya çıkar. Ne var ki, algı yetisi asla birfotoğraf makinesine benzetilemez; algılar herzaman kişinin kendine özgülüğünden bir şeyleriçerir. Görülen her şeyin algılandığı dasöylenemez; aynı nesneyi gören iki kişiye neleralgıladıklarını sorduk mu; birbirinden büsbütündeğişik yanıtlar alırız. Yani çocuk, çevresindegördüklerinden o andaki kendine özgülüğüne şuya da bu bakımdan aynı düşeni algılar yalnızca.Örneğin, görme duyusu gelişmiş çocuklarınalgıları da özellikle görsel niteliktedir veinsanların çoğunda böyle bir durumlakarşılaşılır. Beri yandan öyleleri de vardır ki,kafalarında yaşattıkları dünyanın tablosunuişitsel algılarla donatır. Daha önce belirtildiğigibi, algılar gerçeğe tıpatıp uygunluk göstermez.İnsan dış dünyadan edindiği izlenimleri kendine
özgülüğünün doğrultusunda biçimlendirmekgibi bir yeteneğe sahiptir. Kısaca, bir insanınneyi nasıl algıladığı, onun kendine özgülüğünüoluşturur. Salt fiziksel bir olaydan çok daha fazlabir şeydir algı, ruhsal bir işlevdir; dolayısıyla,neyi nasıl algıladığına bakarak bir insanın içdünyasıyla ilgili çok önemli sonuçlarçıkarabiliriz.
b) Anılar:
Temelleri doğumsal nitelik taşıyanruhsal organın gelişiminin, etkinlik dürtüsüne vealgılara bağlılığını saptamıştık. Belirli bir amacayönelme eğilimini kendisinde barındıran ruhsalorgan, organizmanın devinim özgürlüğüyle sıkıbir bağlantı içindedir. Dış dünyayla ilişkileriniruhunda bir araya toplayan insan bunlara birçeki düzen verir; bir uyum organı olarak çalışanruh, bireyin güvenliği açısından gereken veonun varlığını sürdürmesini sağlayan tümyetenekleri geliştirmek zorundadır.Bu durumda, yaşam sorunlarına ruhsal
organın vereceği bireysel yanıtların kişininruhsal gelişiminde kimi izler bırakacağı,dolayısıyla bellek ve yargılama gibi güçlerin,uyum eğiliminin gösterdiği doğrultuda çalışacağıaçıktır. Ancak bellekte birtakım anılarınvarlığıdır ki, insanın gelecek için önlemleralabilmesini sağlar. Buradan, tüm anıların(bilinçsiz) bir son amacı içerdiği, öyle sus pusbizde yaşamayarak, uyarı ya da teşvik gördüğüsonucunu çıkarabiliriz. Kendi halinde anılar diyebir şey yoktur. Bir anının önemi konusundayargıya varabilmek için, o anının temelindeyatan son amacı bilmemiz gerekir.
Niçin
kiminesneleri anımsadığımız, kimilerinianımsayamadığımız önemli bir noktadır.Anımsadığımız olaylar, anımsanmaları belirli birruhsal doğrultunun varlığını sürdürebilmesiaçısından önemli olup, buna elverişli niteliktaşıyanlardır; unuttuklarımız da yineunutulmaları aynı amaca hizmet eden olaylardır.Kısaca, bellek de bireyin belirli bir amaca,gereği gibi uyum göstermesine düpedüz katkıdabulunur. Kalıcı bir anı, isterse
bir yanılgıdan
kaynaklansın
ve çocuklukta sık sık görüldüğügibi tek yanlı bir yargıyı içersin, varılmasıdüşünülen son, amaca yararlı nitelik taşıyorsa,bilinç alanından kaybolup, insanın
davranış,duyuş ve görüş
biçimine dönüşebilir.
c) Düşünce ve Tasarımlar:
İnsanın kendineözgülüğü, düşünce ve tasarımlarında daha açıkseçik dile gelir. Tasarımdan anladığımız şey, biralgının kendisine kaynaklık eden nesnedenbağımsız olarak zihinde yeniden diriltilmesidir.Böyle bir durumda söz konusu algı, saltdüşüncede doğması sağlanmış bir reprodüksiyonniteliği kazanmakta, bu da yine ruhsal organınbir yaratıcılık yeteneğiyle donatıldığınıgöstermektedir. Bir kez gerçekleşmiş olan veruhun yaratıcı gücünün damgasını taşıyan biralgının yinelenmesi gibi bir olay söz konusudeğildir; insanın tasarladığı bir algı yine onunkendine özgülüğünden kaynaklanan bir biçimiiçerir, ona özgü bir sanat eseri niteliğini taşır.
Öyle tasarımlar vardır ki, normal yoğunlukderecesini hayli aşar, tasarım niteliğitaşımıyormuş, tasarıma kaynaklık eden uyarıcınesne de gerçekten ortada bulunuyormuş gibibir gücü içerir. Sanrı (halüsinasyon) adınıverdiğimiz söz konusu tasarımlar, sankidoğrudan doğruya gerçek bir nesnedenkaynaklanır gibidir. Sanrıların doğabilmesinisağlayan koşullar da, yukarıda anlatılanlarınaynısıdır. Sanrılar da ruhsal organdakiyaratıcılığın ürünleridir; insanın hedef veamaçlarına göre belirli bir biçimde kendileriniaçığa vururlar. Bir örnekle bunu daha iyiaydınlatmaya çalışalım:Genç ve zeki bir kadın, anne ve babasınınmuhalefetine bakmayarak evlenir. Anne vebabanın bu evlilikten duyduğu hoşnutsuzluköylesine büyüktür ki, kızla ailesi arasındaki tümbağlar kopar. Zamanla kız, anne ve babasınınkendisine doğru davranmadığı kanısına varır.Gelgelelim, birçok kez yinelenen uzlaşmagirişimleri iki tarafın gurur ve inadından ötürüsonuç vermez. Yaptığı evlilik, çok saygın bir
aileden gelen kadını tam bir yoksulluğun içinesürükler. Ne var ki, dikkatle bakılmadı mı,mutsuz bir evliliğin hiçbir izine rastlanmazortada, kadının akıbetinden endişe edilmesinigerektirecek bir durum yoktur; ancak, kadındabir süredir pek tuhaf kimi belirtiler görülmeyebaşlanmıştır.Evliliğe kadar babasının gözbebeğidir kız.Babasıyla arasındaki ilişki öylesine candan birnitelik taşımıştır ki, sonradan arada biranlaşmazlığın patlak vermesi dikkatiçekmeyecek gibi değildir. Evlenme konusundababa, kıza karşı alabildiğine kötü davranmış,babayla kızın arası iyice açılmıştır. Hatta birtorunları dünyaya geldiğinde bile, anne ve babayavruyu görmek istememiş ve kızlarıylabarışmaya bir türlü razı edilememiştir. Ruhunubüyük bir hırs bürüyen hastamız, anne vebabasının davranışını bir türlü hazmedememiş,anlaşılan haklı olduğu bir davada haksız durumadüşmek kendisini fena halde üzmüştür.Ruh durumunun, tamamen içindeki hırsınegemenliği altında bulunduğunu göz önünde
tutmadan hastamızın davranışını anlamamızolanaksızdır. Ancak ilgili karakter özelliğidir ki,anne ve babasıyla bozuşmayı neden pekhazmedemediğini bize açıklamaktadır.Hastamızın annesi sert ve dürüst bir kadındı,kuşkusuz değerli özelliklere sahipti, ama kızınakarşı hoşgörüsüz davranmıştı hep. Beri yandan,hiç değilse dışarı- dan bakıldığında, kendipayesinden bir şey yitirmeksizin kocasınınegemenliği altında yaşamasını becerebilenbiriydi. Hatta söz konusu başarısını belirli birgururla ikide bir vurguluyor, bununlaövünüyordu. Derken ailede, ailenin saygınadının ileride varisi olacak bir erkek evladınsahneye çıkışı ve kendisine hastamızdan dahaçok değer verilmesi, hastamızdaki hırsı özelliklekamçılayan bir etken rolünü oynamıştı. Yaptığıevlilikle o zamana kadar tanımadığı bir sıkıntınınkucağına yuvarlanması, anne ve babasındangördüğü haksızlığa karşı hastamızın içindekihıncın giderek büyümesine yol açmıştı.Bir gece henüz uyanık bir halde yataktayatıyorken, şöyle bir sanrı görmüştü hastamız.
Ansızın kapı açılmış, Meryem Ana yanınayaklaşıp demişti ki: “Seni çok sevdiğimden,aralık ayının ortasında öleceğini haber vermekiçin geldim; ona göre hazırla kendini.”Sanrı, hastamızı korkutmamış, ama yine dekocasını uyandırıp olayı kendisine anlatmıştı.Ertesi gün de hekime duyurulmuştu olupbitenler. Hastamız bir sanrı görmüştü. AmaMeryem Ana’yla gerçekten karşılaşıp, sesiniişittiği üzerinde diretiyordu. Doğrusu ilk bakıştaanlaşılır gibi olmadığı söylenebilir budiretmenin. Ancak elimizdeki anahtarabaşvurduğumuz zaman, durumu aydınlatacakbazı bilgiler ele geçirebiliriz. Ortada anne vebabayla sürüp giden bir dargınlık vardır,hastamız sıkıntı içindedir, hırslı biridir vearaştırmalarımızın gösterdiğine göre, herkestenüstün olmak gibi bir eğilimi içindebarındırmaktadır. Bir kimsenin kendi sınırlarınındışına çıkabilmek için Meryem Ana’yayaklaşmasının ve onunla söyleşide bulunmasınınanlaşılmayacak yanı yoktur. Diyelim MeryemAna, kendisine yakaranlarda görüldüğü gibi, salt
bir hayal çerçevesi içinde kaldı, o zaman kimsedurumda bir olağanüstülük bulmayacaktı.Dolayısıyla, bu kadarını hastamız yeterlisaymakta, daha güçlü kanıtlarıgereksinmektedir. Ruh denilen şeyin bu türoyunların üstesinden gelebileceğine akılerdirebilirsek, durum tüm bilmecemsiliğiniyitirecektir. Sonuçta düş gören herkes aynıdurumda değil midir? Ortada bir ayrım varsa bu,hastamızın uyanıkken de düş görebilmesidir.Ayrıca göz önünde tutmamız gereken bir noktada hastamızın o sırada onurunun ayaklar altınaalındığı duygusunu alabildiğine büyük bir güçleiçinde yaşatmakta oluşudur. Bu durumdagerçekten bir başka annenin hastamıza gelmesidikkatimizi çekiyor; öyle bir anne ki, bütünannelerden daha iyi kalpli oluşu herkestarafından benimsenmektedir. Her iki anne,birbiriyle bir karşıtlık içerisindedir. Gerçekannesi gelmediği için, Meryem Ana kalkıphastamıza gelmiştir. Sanrı, asıl anneninsevgisindeki yetersizliğe işaret etmektedir.Hastamız, anne ve babasının haksızlığını en iyi
biçimde kanıtlayabileceği bir yol aramaktadırbesbelli. Aralığın ortası da pek önemsizsayılacak bir tarih değildir. İnsanların yaşamındaiçten ilişkilerin kotarıldığı sıcaklık ve yakınlıkduygusuna gönüllerde her zamankinden dahaçok yer verildiği, herkesin birbirine armağanlarsunduğu bir zamandır. Bu tarihte uzlaşma vebarışmalar da çok daha kolaygerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla, söz konusutarihin hastanın yaşamsal bir sorunuyla ilişkiliolduğunu anlayabilmekteyiz.Olayda yadırgatıcı görünen şey, MeryemAna’nın sevgiyle hastamıza yaklaşmasına,yakında hastamızın öleceği gibi tatsız bir haberineşlik etmesidir. Kadının, söz konusu haberikocasına adeta sevinerek duyurmasının biranlamı olması gerekir. İleriye yönelik bu haberhastamızın anne ve babasının kulağına dagitmiş, hemen ertesi gün hekimden olayıöğrenmişlerdir. Bu durumda, öz annenin kalkıphastamıza gelmesini sağlamanın bir güçlüğükalmamıştır. Ne var ki, birkaç gün sonraMeryem Ana yine hastamıza görünür ve
kendisine aynı sözleri söyler. Annesiylekarşılaşmasının nasıl geçtiği sorusuna hastamız,annesinin kendisine haksızlık ettiğini bir türlükabullenmediği yanıtını vermiştir. Burada yineeski ‘light-motif’in ön plana çıktığıngörmekteyiz; anne üzerinde sağlanmak istenenüstünlük amacına henüz ulaşılamamıştır. Derkenhastanın anne ve babasına durum açıklanmayaçalışılmış, babayla kız arasında sağlanan birbuluşma parlak bir şekilde sonuçlanmış,dokunaklı bir sahne yaşanmıştır. Ama hastamızbu kadarını yeterli saymamakta, babasınındavranışında teyatral bir hava estiğini ilerisürmektedir. Hem ne diye bu kadar zamanbabası bekletmiştir kendisini! Başkalarını haksızgörme, kendisine ise zafer kazanmış gözüylebakma eğilimi hâlâ hastamızın içindeyaşamaktadır.Şimdiye kadar anlattıklarımıza dayanarakşöyle diyebiliriz: Sanrı, ruhsal geriliminalabildiğine büyük boyutlara ulaştığı, insanınamacından itilip uzaklaştırılacağı korkusunakapıldığı durumlarda ortaya çıkmaktadır.
Sanrıların eskiden insanları önemli ölçüdeetkilediği, hatta belki şimdi bile geri kalmıştoplumlarda etkisini sürdürdüğü kuşkusuzdur.Gezginlerin yazılarından bilindiği üzere, kimisanrılar çölde yolculuk edip açlık, susuzluk veyorgunluktan bitkin düşmüş, yolunu izinikaybetmiş kimselerin gördüğü hayalleriiçermektedir. Alabildiğine büyük bir sıkıntınınyol açtığı gerilim, tasarım gücünü zorlayıpinsanın o andaki zor durumdan çıkarakkesinlikle hoşnutluk verici bir duruma geçmesinisağlamaktadır. Bu durum, bocalamakta olanyorgun kişiyi canlandırmakta, ruhunda yenibirtakım güçleri harekete geçirmekte, onu dahagüçlü ya da daha duyarsız duruma sokmakta,üzerinde tıpkı bir iksir, bir uyuşturucu etkisiyapmaktadır.Bir kez şunu belirtelim ki, sanrı bizim içinyeni bir olay değildir; benzerlerini daha öncealgıda, anımsamada ve tasarımda görmüşbulunuyoruz, ayrıca düşler bölümünde yinegöreceğiz. Tasarımın güçlenmesi ve eleştirininsaf dışı bırakılmasıyla sanrılar kolaylıkla
oluşabilmekte, her zaman da özel birtakımnedenler bunların doğmasını sağlamaktadır.Güçsüzlük duygusuna kapılıp, bu duyguyuyenmeye çalışan bir insanın başının daradüşmesi ve dışarıdan bir gücün tehdidi altındakalması durumunda sanrılarla karşılaşılmaktadır.Böyle sıkışık durumlarda gerginlik son derecebüyüdüğü zaman eleştiri yetisi pekumursanmamakta, “Kendine yardım et de, nasılyardım edersen et!” ilkesine uyularak ruhsalorganın tüm gücüyle oluşturduğu tasarımlarsanrılara dönüşebilmektedir.
Yanılsama
da (illüzyon) sanrının benzeri birolaydır. Sanrıdan ayrıldığı nokta, kendisine yolaçan somut nesnenin dış dünyada varlığıdır; nevar ki, bu nesnenin kişiye özgü biçimde yanlışdeğerlendirmelere konu yapıldığı görülür;örneğin Goethe’nin
Erilkönig
adlı şiirindeböyledir. Ne var ki, gerek sanrının, gerekyanılsamanın dayandığı temel, insanın ruhsalbakımdan içinde bulunduğu güç durumdur.Ruhsal organdaki yaratıcı gücün dardakalındığında nasıl bir sanrı ya da yanılsama
oluşturabileceğini bir başka örnek üzerindegösterelim:Saygın bir aileden gelmesine karşın, doğrudürüst bir eğitimi görmediği için hayatta pekbaşarı sağlayamamış bir adam, bir yerde yazıcıolarak sıradan bir iş görmektedir. Kendisine birgelecek ve saygınlık sağlama konusundaki tümumudunu yitirmiştir. Bütün ağırlığıyla sırtınabinen umutsuzluğa bir de çevrenin suçlamalarıkatılmakta, zaten içinde yaşadığı büyük ruhsalgerilimi daha da arttırmaktadır. Bu durumda herşeyi unutup, durumunu bağışlatacak bir nedenele geçirmek üzere içkiye verir kendini. Ne varki, kısa bir süre sonra
hezeyanlarla
hastaneyeyatırılır. Öz bakımından hezeyanlarla sanrılararasında bir benzerlik vardır. Bilindiği üzere,içkiye bağlı hezeyanlardaki normal sanrı biçimi,farelerin ya da birtakım kara hayvancıklarıngöze görünmesidir. Bunun yanı sıra, hastanın işigücüyle ilgili diğer bazı sanrılarla dakarşılaşılabilir. Bizim hastanın tedavisiniüstlenen hekimler, içkinin amansız düşmanıolduklarından hastamızın üzerinde çok sıkı bir
perhiz uygulamış, içkiden vazgeçen hastamız birsüre sonra iyileşerek hastaneden çıkmış ve üç yılağzına içki koymamıştır. Ama derken, bu kezbaşka yakınmalarla hastaneye tekrar yatmakzorunda kalmıştır. Hastamızın açıkladığına göre,iş sırasında –o sıra toprak işlerinde çalışmaktadırkendisi– karşısında hep bir adam belirerek, pispis sırıtıp onunla eğlenir. Adamın davranışına birdefasında iyice içerler hastamız, elindeki aletiüzerine fırlatır, karşısındaki gerçekten bir insanmı, yoksa bir hayal mi, anlamak ister. Amakarşısındaki bir insandır; alete hedef olmaktankendini kurtarır bu insan. Sonra üzerine atılarakhastamızı iyice pataklar.Bu durumda bir hayaletin, bir sanrının sözüedilemez kuşkusuz, çünkü karşısındakinindüpedüz gerçek yumrukları vardır ve olayı daaçıklamak güç değildir: Hastamız o zamanakadar sanrı görmüş, ama tasarladığı sınamayıgerçek bir insan üzerinde yapmıştı. Anlaşıldığınagöre, içkiden el çekmesine karşın, hastanedentaburcu edildikten sonra baş aşağı yuvarlanmayadevam etmiş, işinden olmuş, evinden kapı dışarı
edilmiş, toprak işlerinde çalışarak geçiminisağlamaya koyulmuştu; ama gerek kendisinin,gerek ailesinin pek bayağı gözüyle baktığı birişti bu. Kısaca, hastamızın yaşadığı ruhsalgerilim ortadan kalkmamıştı. İçkiden yakasınıkurtarması kendisine alabildiğine büyük yararsağlamasına karşın, elindeki avuntukaynaklarından birini de alıp götürmüştü. Hastaancak kendini içkiye vererek ilk mesleğindeçalışma gücünü gösterebilmişti. Hayatta başarısağlayamamasıyla ilgili olarak evdekilerdenişittiği suçlamalar karşısında beceriksizliğinideğil, içkiye düşkünlüğünü buna neden olarakileri sürmeyi kendisi için daha az üzücügörmüştü. Oysa iyileştikten sonra kendisinieskisinden daha az ağır ve sıkıcı sayılmayacakbir durumla karşı karşıya bulmuştu. Hayattaeskisi gibi başarı kazanamadı mı, elinde bunubağışlatacak içkiye düşkünlük gibi bir nedenyoktu artık. Böyle bir ruhsal bunalımda dayeniden sanrılar görmeye başlamıştı. Eskidurumuyla özdeşleşerek hâlâ içkiye düşkün birigibi davranmış, içkinin tüm yaşamını
mahvettiğini, artık bir düzelmenin söz konusuolamayacağını dile getirmek istemişti.Hastalanırsa, pek saygın olmayan, gözüne çirkingörünen yeni işinden kurtulması ve kendivereceği karara gerek kalmadan böyle birdurumun gerçekleşeceği umudunu artıkbesleyebilirdi içinde. Yukarıda sözü edilenhayali, hastaneye yatırılmasını sağlayacak kadaruzun süre karşısında görüp durmasının nedenide işte buydu. İçki belası yine yakasınayapışmasa, hayatta elde edeceği başarının çokdaha büyük olacağını artık rahatlıklasöyleyebilirdi. Bu yoldan kişisellik duygusunuayakta tutabilmekteydi. Söz konusu duyguyuhep canlı kılmak, içkinin hışmına uğramamışolsa büyük işler başarabileceği inancını eldençıkarmamak, işin kendisinden çok dahaönemliydi hastamız için. Böylece başkalarınınkendisinden iyi sayılamayacağını, ancak onunyolunda giderilemeyecek bir engelinbulunduğunu kendi kendisine söyleyebilmeolanağına kavuşmuştu. İçinde yaşadığı durumiçin bağışlatıcı bir bahane arayıp dururken,
karşısında sırıtan adamın hayali bir kurtarıcı gibiimdadına yetişmişti.
Hayal Gücü
Ruhsal organın bir başka artistik işlevi dehayal gücüydü. Bunun izlerini şimdiye kadar elealdığımız bütün olaylarda saptayabiliriz. Sözkonusu işlev, ruhun öteki işlevlerinden farklıdeğildir, belirli anıların ön plana çıkarılmasına,belirli tasarımların kurulup çatılmasına benzerbir nitelik gösterir. Hayal gücünü oluşturanparçalardan önemli biri, devinim durumundakibir organizmanın doğal bir zorunluluklakendisinde bulundurması gereken öngörüdür.Hayal gücü de organizmanın devingenliğinebağlıdır ve bizzat söz konusu öngörünün belirlibir şeklinden başka bir şey değildir. Çocuklar veerişkinlerdeki
“gündüz düşleri”
diye de
nitelenen düşlemlerin [fantezilerin] tümü insanınkendine özgü bir öngörüyle kurmaya çalıştığı veulaşmak için çaba harcadığı geleceğe ilişkintasarımlardır.Çocukların kurduğu düşlemleri incelediğimizzaman, bunlarda güçlülüğün önemli bir öğeolarak geniş bir yer tuttuğunu görürüz.Düşlemlerin çoğu, “Bir gün büyüyünce” gibisözlerle başlar. Beri yandan, hâlâ ileridebüyüyeceklermiş gibi yaşayan erişkinler vardır.Güç etkeninin kendini belirgin biçimde açığavurması, ruhsal yaşamın ancak ulaşılmak istenenbir amacın saptanması durumundagelişebileceğini göstermektedir. Uygarlığımızdaise söz konusu amaç
saygınlık
’ tır. Nesnelamaçlar söz konusu değildir asla, çünküinsanların toplumsal yaşamı sürekli bir boyölçüşmenin eşliğinde gerçekleşir, bu dainsanlarda bir
üstünlük
isteğinin ve yarıştanzaferle çıkma özleminin uyanmasına yol açar.Dolayısıyla, çocukların düşlerinde rastladığımızöngörü biçimleri her zaman
güçlülük tasarımlarından
oluşur.
Bu tasarımların boyutları ve düşlemlerinkapsamı konusunda kurallar saptanamaz, birbaşka deyişle ilgili konuda da genelleştirmehatasına düşmekten sakınmak gerekir. Yukarıdasöylediklerimiz çok sayıda insan için sözkonusudur; ancak bazı kişilerde durum değişikolabilir. Hayata düşman gözüyle bakançocukların öbür çocuklardan daha gelişmiş birhayal gücüne sahip olacağı düşüncesi akla yakıngörünmektedir; böyle çocuklarda öngörü dahaaktif durumdadır. Dolayısıyla, hayatta birçokkötü olayla karşılaşmış güçsüz çocukların hayalgücü üstün düzeydedir; böylesi çocuklar, düşkurup dururlar hep. Gelişimleri ileride öyle birnoktaya varır ki, hayal güçlerinin yardımıylagerçek yaşamdan kendilerini sıyırıp almayabakar, yaşamın mahkûm edilmesinde hayalgüçlerinden adeta bir araç gibi yararlanırlar.Ne var ki, düşlemlerde, güç etkeninisaptamamızın yanı sıra, toplumsallıkduygusunun da büyük rol oynadığını görürüz.Çocuk düşlemlerinde asla yalnız çocuğungüçlülük özlemi dile gelmez, aynı zamanda bu
güçten başkaları da yararlandırılır. Çocuğunkendine bir kurtarıcı gözüyle baktığı, kendinibaşkalarının yardımına koşan, insanlara zararlıbir canavarın hakkından gelen biri olaraktasarladığı düşlemleri buna örnek verebiliriz. Sıkrastlanan bir düşlemde de çocuklar kendilerinibüyüten değil, bir başka ailenin çocuklarıolduklarını hayal ederler. Hayli çocuk vardır ki,aslında bir başka ailenin evladı olduğudüşüncesinden kolay kolay vazgeçemez, gününbirinde gerçeğin gün ışığına çıkacağını ve asılbabasının (her zaman da yüksek mevkide biridirbu) çıkıp gelerek kendisini alıp götüreceğinidüşleyip durur. Bunlar ruhlarında bir aşağılıkduygusu barındıran, birtakım yoksunluklariçinde yaşayan, gerektiği gibi ilgi görmeyen yada çevrelerinden gördüğü sevecenlikleyetinmeyen çocuklardır. Kafalarındaki büyüklükdüşleri dışa karşı sergiledikleri davranışlardakendini açığa vurur, artık büyümüşler de erişkinbir insan aşamasına yücelmişler gibi bir poztakınırlar. Beri yandan, çocuklarda adeta sayrısal[marazi] nitelikte düşlemlerle de karşılaşabiliriz;
örneğin bir çocuğun sert kasketlerden ya dasigara uçlarından çok hoşlanması ya da kızlarınbir erkek olmayı hayal etmesi bu gibi düşlemlerarasındadır. Oğlan çocuklarına yakışacakdavranışlarda bulunan ya da giysiler giyen kızçocukları vardır.Bazı çocuklar da vardır, yeteri kadar bir hayalgücüyle donatılmadıklarından yakınılır hep. Bu,doğru değildir. Böyleleri ya düşlemlerini dışavurmamakta ya da söz konusu izlenimiuyandırmalarına yol açacak daha başka nedenlerbulunmaktadır; hatta ilgili nedenler kendileriniöyle bir davranışa zorlayabilir ki, kafalarındadoğabilecek her türlü düşleme karşı cephealırlar. Bazen böyle bir davranış çocuğagüçlülük duygusu sağlayabilir. Gerçeğe uyumsağlamak için harcanacak yoğun çaba karşısındakimi çocuklar düşleme, erkeklikle bağdaşmaz yada çocuksu bir şey gözüyle bakar, onlarıyanlarına yaklaştırmak istemezler. Düşlemleresırt çevirme konusunda o kadar ileri giderler ki,sanki hayal gücü denen şeyden hiç nasiplerinialmamışlardır.
Düşler (Genel Bilgi)
Yukarıda anlatılan ‘gündüz düşleri’nin[daydream] dışında çocukluğun çok erken birdöneminde, gözlemlenen bir başka ruhsal olayvardır ki, büyük bir etki gücünü içerir. Uykudagörülen düşlerdir bunlar. Genellikle gündüzdüşlerini yaratırken çocuk ruhunun başvurduğuyöntem, gece düşlerinde de karşımıza çıkar.Deneyim sahibi eski psikologlar, düşlerindenyola çıkılarak bir insanın karakterininsaptanabileceğine dikkati çekmişlerdir.Gerçekten de düş, insanları her çağdaalabildiğine düşündürmüş bir konudur. Nasıl kigündüz düşleri ileriyi görme isteğinin eşliğindegerçekleşen olaylarsa, nasıl insanın geleceğedoğru kendine bir yol açma ve açılan yolugüvenle izleme uğraşı içinde bulunduğu zamanortaya çıkıyorsa, uyurken görülen düşlerde dedurum aynıdır. Arada dikkati çekecek bir ayrımvarsa, gündüz düşlerinin zar zor da olsaanlaşılabilmesi, gece düşlerinde ise bunun
seyrek başarılabilmesidir. Bu da doğrusu tuhafbir özelliktir; ilgili özellik karşısında insan bu türdüşlerin gereksizliğini düşünebilir. Şunubelirtelim ki, düşlerin temelinde de yine geleceğiele geçirmek isteyen, bir sorun karşısında kalıpbunun altından kalkmaya uğraşan bir kişinin güçsahibi olma özlemi saklı yatar. Düşler, ruhsalyaşamı incelerken bize önemli ipuçları sağlar;bunların da neler olduğuna ileride değineceğiz.
Özdeşleşme
Hep geleceğin sorunlarıyla yüz yüzegelmelerinden ötürü devingen organizmalar içinkaçınılmaz bir zorunluluk olan ileriyi görmeişlevini yerine getirirken, ruhsal organ, yalnızcagerçekteki değil, gelecekte baş gösterecek birşeyi de hissetme ve sezme gibi bir yetenektenyararlanır. Bunu
özdeşleşme
diye nitelemekteyiz.
Söz konusu yetenek, insanlarda alabildiğinegelişmiş durumdadır. Beri yandan öylesine genişkapsamlı bir olaydır ki, ruhsal yaşamın her köşebucağında karşımıza çıkar. Bu yeteneğinoluşumunun da koşulu, yine ileriyi görmezorunluluğudur; çünkü ileride baş gösterecek birsorun karşısında nasıl davranacağımı tasarlamamgerekiyorsa, henüz yeterli olgunluğa erişmemişbir durumdan doğabilecek duygular konusundada sağlam bir yargıya varma zorunluluğukarşısında bulunuyorum demektir. Ancakdüşünme, duyulama ve hissetmenin bir arayagelmesiyledir ki, belirli bir davranış biçimigelişip çıkar ortaya; örneğin belirli bir noktavardır ve bütün güçle bu noktaya varılmayaçalışılacak ya da büyük bir dikkatle ondankaçınılacaktır. Bir kimseyle konuştuğumuzzaman bile bir özdeşleşme söz konusudur.Kendimizi konuştuğumuz kimsenin yerinekoyamıyorsak, başkalarıyla ilişki kurmamızdüşünülemez.
Tiyatroda
özdeşleşme
,
özel birsanatsal kılığa bürünür. Bazen insanların içindetuhaf bir duygunun uyanması, bir başkasının
başına gelecek bir felaketi önceden sezmeleri deyine özdeşleşmeyle açıklanacak olaylardandır.Son örnekte özdeşleşme öylesine güçlüdür ki,tehlikeyle karşılaşacak kimse kendisiolmamasına karşın, insan elinde olmayaraktehlikeyi savmak ister gibi birtakım devinimlerdebulunur. Bir bardak elimizden düştüğünde, nasılelimizi hemen geriye çekip aldığımızı hepimizbiliriz. Sık sık bowling oyunundagözlemlediğimiz bir durum vardır; oyunculardanbazıları bowling toplarının devinimine adetakatılmak ister, bütün vücutlarına buna uygun birkonum verir, sanki topların izleyeceği seyrietkilemeyi amaçlarlar. Ayrıca, bir kimseninyüksek bir apartman katında cam sildiğini ya dabir konuşmacının konuşmasının tam orta yerindeduraklamak gibi bir talihsizliğe uğradığınıgördüğümüz zaman içimizde beliren duygularıda özdeşleşmenin örnekleri arasında sayabiliriz.Tiyatroya giden bir kimse sahnede geçenlerikendi içinde hissedecek, oyundaki çeşitli rollerikendi içinde oynamadan duramayacaktır.Kısaca, tüm yaşantımızla, özdeşleşme arasında
sıkı bir bağ vardır.Bu işlevin nereden kaynaklandığını, kendinisanki bir başkasıymış gibi hissetme gücününnasıl bir kökene dayandığını araştırırsak, bunuinsanda doğuştan var olan toplumsallıkduygusuyla açıklamak gerektiği sonucunavarırız. Özdeşleşme aslında evrensel birduygudur; içimizde yaşayan, tümüyle aslakendisinden vazgeçmeyeceğimiz, bize kendibedenimiz dışındaki nesnelerle aynı duygularıpaylaşma gücünü kazandıran tüm evrenselliklerarasındaki ilişkinin bir yansımasıdır.Nasıl toplumsallık duygusunun çeşitliaşamaları varsa, özdeşleşme de çeşitli aşamalarıiçerir; bu aşamaları da yine çocukluk çağındagözlemleyebilmekteyiz. Öyle çocuklarlakarşılaşırız ki, oyuncak bebeklere sankicanlıymış gibi davranırlar; bazı çocuklar dagörürüz, bebeklere karşı duydukları bütün ilgi,içlerinde ne olduğunu anlamaktan öteyegeçmez. Hatta toplumsal ilgisini insanlardançelip cansız ya da önemsiz nesnelereyöneltmeye zorlayarak, bir insanı düpedüz
yıkıma sürükleyebileceğimizi söyleyebiliriz.Kimi çocuklarda karşılaşılan hayvanlara eziyetetme gibi davranışların tek nedeni, kendileridışındaki varlıkların duygularıyla en ufak birözdeşleşme gücünden yoksunluklarıdır. İlerideböylesi çocuklar, bir toplumun üyesi olmalarınısağlayacak gelişimleri açısından hiç önemtaşımayan nesnelere ilgi gösterir, başkalarınınçıkarlarını asla umursamaz, yalnızca kendilerinidüşünen kişilere dönüşürler. Bütün bunlar da,özdeşleşmenin asla yeterli düzeyde olmayışınınsonucudur. Nihayet özdeşleşme yetersizliğikişiyi öyle bir duruma sürükler ki, toplumsalişbölümünde üzerine düşeni yapmaya bir türlüyanaşmak istemez.
Bir İnsanın Bir Başkası Üzerindeki Etkisi:Hipnotizma ve Telkin
Bir insanın nasıl olup da bir başkasınıetkileyebileceği sorusuna bireysel psikolojininverdiği yanıt, burada da yine birbiriyle ilişkilidurumların rol oynadığı yolundadır. Tümyaşamımız, insanların birbirini karşılıklıetkileyebileceği varsayımına bağlı olarak akıpgitmektedir. Söz konusu etkileşim, bazıkoşullarda, örneğin öğretmen ve öğrenci, annebaba ve çocuk, karı ve koca arasında gayetbelirgin bir nitelik taşır. Toplumsallık duygusu,insanı belirli ölçüde bir başkasının etkisine açıkduruma sokar. Ancak, etkilenebilirlik derecesinibelirleyen bir etken de, etkileyen kişinin,etkilenmesi istenilen kişinin hak ve çıkarlarını neölçüde güvence altına aldığıdır. Kendisinehaksızlık edilen bir kişiyi sürekli etkileyebilmekolanaksızdır. Bir başkasını etkilemenin en iyiyolu, o kişiyi, hak ve çıkarlarını garanti altınaalınmış hissedeceği bir ruh durumuna sokmaktır.Bu, özellikle eğitim açısından önemli birnoktadır. Şimdikinden bir başka eğitim şekliniönermek, hatta uygulamak mümkündür. Böylebir görüş açısını göz önünde tutan bir eğitim,
insandaki toplumsallık duygusundan yolakoyulacağı için etkili olacaktır. Böyle bireğitimin başarısız kalacağı bir tek durum vardırki, o da eğitilecek kişilerin toplumun etkisindenkendilerini uzak tutmayı amaçlayan kimselerolmasıdır. Toplumun etkisinden kaçmak da,insanların durup dururken başvurduğu birdavranış değildir; önce ilgili kişilerin uzunca birsavaşımı sürdürmesi ve bu arada çevreyleilişkilerinin giderek kopması, dolayısıylatoplumsallık duygusunun tamamen karşısındayer almaları gerekir. Bu tür kimseleri etkilemekgüç ya da olanaksızdır. Her etkileme girişimiböyle kimselerce bir karşıt girişimleyanıtlandırılır, dolayısıyla komik bir durum çıkarortaya (muhalefet ruhu).Kendilerini çevrelerinin baskısı altındahisseden çocukların eğitici kişilerin etkilerinibenimseme bakımından pek bir yetenek sahibiolamayacaklarını, bu konuda pek bir eğilimgöstermeyeceklerini düşünebiliriz. Dışarıdangelecek baskının çocuktaki tüm diretmeleri silipgötürdüğüne, dolayısıyla görünürde bütün
etkilerin çocuk tarafından benimsenip, onlarıngösterdiği doğrultuda davranıldığına tanıkolduğumuz pek çok vaka vardır. Ne var ki,böyle bir uysallığın hiçbir değer taşımayıp,verimli bir sonuç sağlamadığı çok geçmedenkendini açığa vurur. Bazen söz konusu uysallıko kadar tuhaf bir şekil alır ki, yaşama gücündenyoksun bırakır insanı (körü körüne söz dinleme);adeta ortada biri vardır da hangi davranışlardabulunması, hangi adımları atması gerektiğikendisine emredilsin diye bekler durur hep. Butür çocuklar arasından ileride öyle insanlar çıkarki, kendilerini otoriteleri altına alan herkesinsözünü dinler, hatta emir üzerine suç ve cinayetbile işleyebilirler; tek başına bu durum, aşırıderecede itaatin ne gibi bir tehlikeyi içerdiğiniortaya koyar. Böyleleri, özellikle
hayduçetelerinde
son derece önemli bir rol oynar,çetenin başı olaylara karışmayıp bir kenardakalırken, onlar eylemleri gerçekleştirme göreviniüstlenirler. Bir çete tarafından işlenen hemen hersuçta söz konusu kişilerden birinin ilgili eylemigerçekleştirdiği görülür. Söz konusu insanlar
inanılmayacak ölçüde büyük bir itaat sergiler,hatta bu yoldan hırslarına bir doyum sağlarlar.Ama yalnızca normal etkileme durumlarınıgöz önünde tutarsak diyebiliriz ki, etkilenmeyeve kendileriyle bir anlaşma zeminininkurulmasına en elverişli kimseler, toplumsallıkduyguları en az baskı altına alınanlar, enelverişsizleri ise yükselme eğilimleri ve üstünlüközlemleri gayet yüksek bir düzeye ulaşanlardır.Bu durumu, her Allah’ın günü gözlemleyebiliriz.Anne ve babalar körü körüne itaatten ötürüçocuklarından alabildiğine seyrek dert yanar,oysa çocuklarının itaaatsizliğinden sürekliyakınırlar. İlgili çocukları inceledik mi görürüzki, çevrelerini hep aşma çabası içinde yaşarlar,bu arada küçük yaşamlarının normlarını delipçıkarlar dışarı, çünkü hatalı davranışlara konuedilmelerinin sonucunda her türlü eğitimgirişimlerine kapalı duruma gelmişlerdir.Dolayısıyla, bir kişinin eğitilebilirlik derecesi, okişinin güçlülük için harcayacağı çabayla tersorantılıdır. Durum böyleyken, bizim aileçevresinde çocuklar üzerinde uyguladığımız
eğitim, çocuktaki hırs duygusunu özelliklekamçılamaya ve kafasında büyüklük düşünceleriuyandırmaya yönelik bir nitelik taşır. Bu durum,bir düşüncesizliğin eseri değildir; büyüklükeğilimini içinde barındıran uygarlığımız, ailelerisöz konusu davranışa iter; dolayısıylauygarlığımız gibi aile için de önemli olan,bireyin son derece büyük bir görkem içindehayatta yerini alması ve elden geldiği kadarbaşkalarının önüne geçmesidir. Hırs veaçgözlülük duygusunu çocuğa aşılamayıamaçlayan böyle bir eğitimin ne denli elverişsiznitelik taşıyacağını, böyle bir yönteminuygulanması durumunda ruhsal gelişimin ne gibigüçlüklere çarparak amacına ulaşmadankalacağını, kibir ve büyüklenme bölümündeyine ele alacağız.İçlerindeki mutlak itaat eğilimine uyarak,çevresinden kendilerine yöneltilen istekleri genişölçüde karşılayan kimseler ne durumdabulunuyorsa, hiptonize edilen deneğin dedurumu ondan farksızdır. Belirli bir süre birbaşkasının istediği her şeyi yapmak gibi bir
davranışı sergilemek, hipnotize edilen deneğindurumunu anlamak için yeterlidir.
Hipnotizma
nın temelinde de işte böyle bir olaysaklı yatar. Bir kimse hipnotize edilmeye karşıbir eğilim taşıdığını söyleyebilir ya da bunainanabilir, ama o ruhsal itaat eğilimi yine debulunmayabilir kendisinde. Beri yandan, öylelerivardır ki, hipnotize olmamak için direnir,gelgelelim ruhunda gizliden gizliye bir itaateğilimi yaşar. Yani hipnotizmada bütün işyalnızca deneğin
ruhsal
tutumuna bağlıdır.Hipnotizmaya inanıp inanmamasıyla ilgili sözlerihiçbir önem taşımaz. Bu gerçeğin göz önündetutulmayışı büyük karışıklıklara yol açmıştır;çünkü görünürde, hipnotizmada çoklukhipnotize olmaya direnir ama sonundahipnotizörün isteklerini yapmaya eğilimliinsanlar buluruz karşımızda. Söz konusueğilimin sınırları insandan insana değişir,dolayısıyla hipnotizmadan elde edileceksonuçlar da her insanda değişik olacaktır. Amabir kişinin hipnotize edilebilirlik sınırı hiçbirzaman
hipnotizörün
iradesine bağlı değildir, söz
konusu sınırı sadece ve sadece
deneğin ruhsaltutumu
belirler.Hipnotizmanın kendisine gelince, bunu biruyku durumu olarak gösterebiliriz.Hipnotizmanın bilmecemsi bir yanı varsa, sözkonusu uykunun kendiliğinden ortaya çıkmayıpbir başkası tarafından oluşturulması, birbaşkasının isteği uyarınca denekte kendini açığavurmasıdır. Böyle bir isteğin etkisinigösterebilmesi için, onu benimsemeye hazır birkimseye yöneltilmesi zorunludur. Bu konudabelirleyici rolü oynayan, daha önce belirttiğimizgibi, deneğin kişilik yapısı ve o zamana değinizlediği gelişim çizgisidir. Ancak bir kimseninbir başkasının etkisini eleştirisiz benimsemeyeeğilim göstermesi durumunda, hipnotizma gibikendine özgü bir uyku durumu ortaya çıkar;öyle bir uyku ki, kişideki devinim gücününormal uykudan daha büyük ölçüde saf dışıbırakır ve sonunda hipnotizöre deneğin devinimmerkezlerini harekete geçirme olanağı sağlar.Hipnoz uykusundan yalnızca bir alacakaranlıkdurumu kalır geriye ve bu da, kuşkusuz
hipnotizörün istemesi halinde, deneğin hipnozsırasında olup bitenleri sonradan anımsamasınımümkün kılar. Hipnotizmada en çok saf dışıbırakılan yetenek, ruhsal organın uygarlığımızaçısından alabildiğine önemli bir işlevi olaneleştiridir. Eleştirinin tümüyle saf dışıbırakılması, hipnotizörün adeta uzanmış koludurumuna sokar deneği, onu hipnotizör adınaçalışıp iş gören biri yapar.Başkalarını etkileme eğilimini içlerinde taşıyaninsanların çoğu, etkilemenin her türü gibihipnotize etme yeteneklerinin de kendilerineözgü bir güçten kaynaklandığını ileri sürer. Buda telepati ve hipnozla uğraşanlar arasındadehşet verici rezaletlere, soysuz davranışlara,iğrenç taşkınlıklara yol açmıştır. Gerçekte bugibi kişilerin insan onurunu görülmemişderecede ayaklar altına aldığını, zararlıetkinliklerinin önüne geçmek için her çareyebaşvurmanın haklı sayılacağını belirtmekgerekir. Bununla, sergiledikleri olayların biraldatmacaya dayandığını söylemek istiyordeğiliz. İnsanoğlu başkalarının boyunduruğu
altına girmek konusunda, içinde öylesine büyükbir eğilimi barındırıyor ki, hipnotizör pozuylaortaya çıkan bir kişinin kurbanı olabiliyor;bunun da tek nedeni, insanların çoğunun körükörüne itaat etme, otorite karşısında boyuneğme, blöflere kapılma, istenen yöne çekilipgötürülme, eleştirisiz teslimiyet gösterme gibiruh durumlarını şimdiye kadar sık sık yaşamışolmalarıdır. Kuşkusuz yukarıda sayılanözellikler, insanların toplumsal yaşamına hiçbirdüzen getiremediği gibi, boyunduruk altınagirenlerin sonradan ikide bir ayaklanıpbaşkaldırmasına yol açmıştır. Telepati vehipnozla uğraşan hiç kimse yoktur ki,çalışmalarında şansları uzun süre yaver gitmişolsun. Hepsi de eninde sonunda öyle bir deneğetoslamıştır ki, bu denek tarafından düpedüzbozguna uğratılmışlardır. Etki güçlerini deneklerüzerinde denemek isteyen birçok ünlü biliminsanı böyle bir durumla karşılaşmıştır. Bazıkarmaşık vakalarda ise denek, dolandırılandolandırıcı durumunda karşımıza çıkmakta,hipnotizörü kısmen yanılmakta, kısmen onun
boyunduruğu altına girmektedir. Ne var ki,hipnotizmada rol oynadığını gördüğümüz güçasla hipnotizörün kendi gücü olmayıp, denektekihipnotizörün boyunduruğu altına girmeeğiliminden kaynaklanmaktadır. Denek üzerineetki yapan sihirli bir güç yoktur, bütün olupbiten hipnotizörün blöf yapma hünerinden başkabir şey değildir. Ama bir kimse her şeyi kendisidüşünüp taşınıyor, alacağı kararları birbaşkasının kendisine dikte ettirmesine pekyanaşmıyorsa, kuşkusuz böyle bir kimse aslahipnotize edilemeyeceği gibi, telepati denilenfenomene de asla konu olmayacaktır. Çünkügerek hipnotize edilebilirlik, gerek telepati, körükörüne itaatten kaynaklanan olaylardır.Sırası gelmişken
telkin
olayına da değinmekyerinde olacaktır. Telkini anlamanın tek yolu,onu sözcüğün en geniş anlamıyla izlenimlerarasına katmaktır. Pek doğal olarak insandışarıdan yalnızca izlenimler edinmez, bunlarınetkisinde de kalır. İzlenimlerin dışarıdanalınması pek önemsenmeden geçilecek bir olaydeğildir, alınan izlenimlerin daha sonra insanda
etkilerini sürdürdüğü görülür. Söz konusuizlenimler bir başkasının bir kişiyi belirli bir şeyeinandırma, onu bir konuda ikna etme girişimleriise, bu durumda bir telkinden söz açabiliriz. Sözkonusu izlenimler, bir kimsede açık seçik öneçıkan bir görüşü değiştirmeye ya dapekiştirmeye yöneliktir. İşin güç yanı, dışarıdangelen izlenimlere insanların değişik yanıtlarvermesidir. Telkin yoluyla sağlanacak etkininbüyüklüğü de yine ilgili kişinin özgürlükderecesine bağlıdır. Bu konuda özellikle dikkatiçeken iki tip insan vardır. Birinci tiptekilerbaşkalarının görüşüne gereğinden çok değerverme eğilimi gösterir, yani doğru olsun, yanlışolsun kendi görüşlerini pek önemsemezler.Başkalarının değerini gözlerinde büyütür,dolayısıyla onların görüşlerini kolaycabenimserler. Ayık durumda telkin ve hipnozason derece elverişli insanlardır bunlar. İkincigruptakiler ise dışarıdan gelen her telkinikendilerine yapılmış bir aşağılama gibi görür,yalnızca kendi görüş ve düşüncelerini doğrubilir, bir başkasının önlerine çıkardıkları
görüşleri horlar, bunlara kapılarını kaparlar. Heriki gruptakilerin de ruhlarında bir güçsüzlükduygusu yaşar; ikinci gruptakilerdebaşkalarından bir şey alıp benimsemeyekatlanma güçsüzlüğüdür bu. Bu gruba girenkişiler arasında öylelerine rastlarız ki,başkalarıyla kolay çatışma durumuna girer ve birbaşkasının telkinine gayet çabukkapılabilirlermiş gibi bir görüşe kafalarında yerverirler; ne var ki, içlerinde böyle bir görüşübesleyip onu güçlendirmeye çalışmalarının tekamacı, telkine karşı kendilerini
kapalı
tutmaktır;dolayısıyla, böylelerinden başka bakımdan dapek hayır çıkacak gibi değildir.
5. AŞAĞILIK DUYGUSU ve SAYGINLIKÇABASIErken Çocukluk Dönemindeki Durum
B
ugün artık, doğadan üvey evlat davranışıgörmüş çocukların yaşam ve insanlar karşısında,hayatın haz ve kıvançlarını erken yaşta tatmayabaşlamış çocuklardan ayrı bir tutum takındığınıbiliyoruz. Şunu bir temel ilke olarak önesürebiliriz ki,
yetersiz organlara
sahip çocuklaryaşamla kolaycacık bir savaşa tutulmakta, bu daonları toplumsallık duygularını sınırlandırmakgibi doğru olmayan bir davranışa zorlamaktadır;dolayısıyla bu gibilerin rahatlıkla benimsediğibir yaşam modeli vardır: Kendileriyle ve çevre
üzerine yapacakları etkiyle günden güne dahaçok meşgul olur, başkalarının çıkarlarını pekdüşünmezler. Yetersiz organların yol açtığı busonuç, dıştan etkilenmeleri çocuğun ağır bir yükgibi üzerinde hissetmesi durumunda yinekarşımıza çıkar ve çocuk sık olarak çevreyekarşı düşmanca bir tutum takınabilir, çocuğunyaşamındaki bu dönüm noktası, henüz çokerken bir zamanda açığa vurur kendini. Daha ikiyaşındayken sözü geçen çocuklar kendilerinibaşkaları gibi aynı yeteneklerle donatılmış,başkalarıyla eşdeğer kimseler gibi hissetmez,başka çocukların arasına karışmaz, onlarla kimiortak girişimlerde bulunmaya pek eğilimgöstermez, çeşitli yoksunluklardan kaynaklananaşağılık duygusuyla içlerinde öbür çocuklardandaha çok beklentilere yer verir, çevrelerineçeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi olduklarıgibi bir duyguya kapılırlar. Gerçekte herçocuğun yaşam karşısında yetersiz sayılacağı veyakınlarının önemli ölçüdeki toplumsallıkduygusu olmasa hiç de ayakta kalamayacağıdüşünülür, beri yandan çocuğun küçüklüğü ve
çaresizliği, bu çaresizliğin uzun sürekaybolmayarak çocukta hayatla kolay başaçıkamayacağı gibi bir duygunun uyanmasına yolaçtığı göz önünde tutulursa, her ruhsal yaşamınbaşında az çok bir
aşağılık duygusunun
yeraldığını kabul etmek gerekecektir. Söz konusuduygu da öyle bir itici güç oluşturur ki,çocuğun, gelecekte kendisine huzur ve güvenliksağlayacağını umduğu bir amaç belirlemesine veböyle bir amaca götürecek elverişli bir yolizlemesine yönelik tüm çabaları buradankaynaklanır.Organsal yeteneklerle sıkı sıkıya ilişkilibulunan ve söz konusu yeteneklerin de roloynadığı bu kendine özgü tutum, çocuğun
eğitilebilirliğinin
temelini oluşturur. Her nekadar bütün çocuklarda bulunursa bulunsun,ilgili temeli sarsacak özellikle iki etken vardır.Bunlardan biri normalden daha güçlü, dahayoğun ve daha uzun süreli aşağılık duygusu,ötekisiyse çocuğa yalnızca huzur, güvenlik veeşdeğerlilik sağlamakla kalmayıp, çocuğuniçinde bir
güçlülük eğiliminin
doğmasına yol
açacak ve onu çevresi üzerinde bir üstünlükkurmaya yöneltecek türden bir amacın varlığıdır.Bu yoldan, söz konusu kimseleri ileride de herzaman tanıyabiliriz. Eğitilebilmeleri güçtürböylelerinin, çünkü kendilerini her zaman ihmaledilmiş hisseder, doğa tarafından haklarınınyenildiğine ve insanlardan da gereken ilgiyigörmediklerine haklı ya da haksız inanırlar.Bütün bunları daha bir dikkatle incelediğimizde,bazen her türlü yanlışlığı içeren çarpık bir ruhsalgelişimle karşılaşabileceğimizi anlayabiliriz.Aslında her çocuk böyle bir tehlikeninkucağına yuvarlanabilir, çünkü benzeri birdurumu yaşamayan çocuk yoktur. Erişkinlerinoluşturduğu bir çevre içinde dünyaya gözleriniaçması, her çocuğu kendisini küçük, güçsüz,eksikliklerle dolu ve yetersiz görmeye iter.Böyle bir ruh durumunda da önüne çıkarılacaködevleri kendisinden beklendiği gibi kolay vehatasız yapıp çıkarabileceğine güvenemez. Birkez, bu noktada eğitimcilerin çoklukla yanlışdavrandığı görülür. Çocuktan gereğinden fazlaşey istemek, onu zaten içinde yaşayan hiçlik
duygusuyla daha bir yakından yüz yüze getirir.Hatta bazı çocukların pek bir önem taşımadıklarıve küçüklükleri üzerine sürekli dikkatleri çekilir.Kimi çocuklardan da oyun topları gibiyararlanılır, bu çocuklar bir eğlence aracı gibigörülür, büyük bir titizlikle kollanıp gözetilmesigereken bir mülk sayılır ya da bıkkınlık vericibir yük bilinirler. Bazen de bütün bu değişikdavranışlara toplu olarak rastlanır; büyüklerin bireğlencesi ya da onların bir baş belası olduğunaçocuğun dikkati çekilir. Bu şekilde çocuklarıniçinde uyanacak aşağılık duygusunayaşamımızın bazı özellikleri daha bir güçlülükkazandırır. İlgili özelliklerden biri, çocuklarıadam yerine koymamamız, aslında bir hiçsayılacaklarını, bir hak ve hukuka sahipolmadıklarını, büyüklerle hiçbir zamanyarışamayacaklarını kendilerine tekrarlayıpdurmamızdır. Bunlar arasında doğru sayılacakkimi şeyler öylesine tatsız bir biçimde çocuklarınkarşısına çıkarılır ki, bunları işiten çocuklarıntelaşa kapılmalarında anlaşılmayacak bir yanyoktur. Ayrıca, bir hayli çocuk vardır ki, ne
yapsalar
alay konusu edilecekleri
korkusunusürekli içlerinde taşırlar. Çocukları alaya almakgibi yakışıksız bir davranış, onların gelişimi içinson derece sakıncalıdır. Alay edilme korkusununbazen bu çocukların yaşamlarının çok ileri birdönemine kadar kaybolmayarak sürüp gittiğinigörebiliriz. Bu çocuklar büyür, erişkin insanlarolur, yine de bu korkuyu üzerlerinden sıyırıpatamazlar. Kendilerine doğruyu söylemeyerekonları insan yerine koymamak da, çocuklar içinçok zararlı sonuçlar doğurabilir; böylesi birdavranış, çevrelerinin ve yaşamın ciddiliğindenkolaycacık kuşku duymaya iter onları. Öyledurumlarla karşılaşılmıştır ki, okula başladıklarıilk günlerde kimi çocuklar sıraların üzerindeoturmuş ve okul işini anne ve babalarının birşakası olarak gördüklerini, dolayısıyla hiçönemsemediklerini açıklamışlardır.
Aşağılık Duygusunun Dengelenmesi,
Saygınlık ve Üstünlük Çabası
Aşağılık, güvensizlik ve yetersizlik duygularıyaşamda bir amacın saptanmasını vebiçimlendirilmesini sağlar. Daha yaşamının ilkgünlerinde ön plana çıkmak, anne ve babasınındikkatini üzerine çekmek, onları buna zorlamaközelliği kendini açığa vurur çocukta. Bu türdavranışlar insandaki saygınlığa kavuşmaeğiliminin ilk belirtileridir, aşağılık duygusununetkisiyle oluşur ve çocuğu çevresine karşı birüstünlük duygusuyla donatacak bir amaçsaptamaya iter.Üstünlük amacının belirlenmesinde roloynayan etkenlerden biri de, toplumsallıkduygusunun boyutlarıdır. İçlerindekitoplumsallık duygusunun büyüklüğüyleüstünlük ve güçlülük eğiliminin büyüklüğünübirbiriyle karşılaştırmadıkça, ne bir çocuk, ne birerişkin konusunda bir yargıya varabiliriz. Amaç,normalde o şekilde belirlenir ki, kendisineulaşılması durumunda insana başkaları
karşısında bir üstünlük duygusu sağlayabilsin yada insanın kişiliği o denli yüce bir aşamayaçıkarılabilsin ki, hayat yaşanmaya değergörülsün. Yine aynı amaç, duyguları taşıdıklarıdeğerlerle donatır, algıları yönetip etkiler,tasarımlara bir biçim verir, tasarımları oluşturanyaratıcı güce yol gösterir, anıları kotarır, ya dabir kenara itip uzaklaştırır onları. Duyguların bilemutlak büyüklükler sayılamayacağını, tersineonların da ruhsal yaşamı dolduran amacın etkisialtında bulunduğunu düşünür ve ayrıcaalgılarımızın her zaman bir seçilmişlik özelliğitaşıdığını, belirli bir gizli niyete uyarak ortayaçıktığını, tasarımların da mutlak değerleriiçermeyip, söz konusu amaç tarafından etkialtında tutulduğunu, öte yandan her yaşantınınamacımızı gözden yitirmememiz, elverişli yanınıalıp diğer yanlarını bıraktığımızı dikkate alırsak,bu noktada da her şeyin göreceli olduğu,değişmeyen ve sağlam değerlerin ancakgörünürde var olduğu anlaşılacaktır. Bir
kurgu
gibi, gerçekten yaratıcı bir güçle aslında varolmayan değişmez bir noktaya sarılır, bu noktayı
elden bırakmayız. Gerçekte insanın ruhsalyaşamının yetersizliğinden kaynaklanan buvarsayım, bilime ve yaşamdaki bir sürüdeneyime benzer. Örneğin yerküreyimeridyenlere böleriz; oysa meridyen dediğimizşeyler bir gerçekliği içermez, ama varsayımolarak büyük bir değer taşırlar. Ruhsal kökenlibütün kurgularda yapılan şey, durağan birnoktayı varsaymaktır; oysa daha yakındanbaktığımızda böyle bir noktanın gerçektebulunmadığından emin olabiliriz. Ne var ki,yaşam karmaşasında kendimize bir
yön
belirleyebilmek, bir hesap işleminebaşvurabilmek için yaparız bunu. Duygulardanbaşlayarak her şeyi hesap kitaba gelebilen biralan içine tıkıştırırız; içinde rahatlıkladevinebileceğimiz bir alandır bu. İnsan ruhunuincelerken durağan bir amacın varsayımı, bizeişte böyle bir yarar sağlar.Böylece bireysel psikolojinin tasarımlarındanbelirli bir
yöntemin
geliştiği görülür: İnsanruhunu, insanda doğuştan var olan güçlerdendoğup, bireyin belirlediği amacın etkisi altında
bir gelişim sürecinden geçerek o anki niteliğinikazanmış bir nesne gibi görüp anlamak. Ne varki, edindiğimiz deneyim ve izlenimler buyöntemin bilimin yardımcı bir aracınıoluşturmakla kalmayıp temelleri bakımından,ruhsal gelişimin kısmen bilinçli yaşanıp, kısmenbilinçaltında kalan gerçek olaylarla alabildiğinegeniş ölçüde çakıştığı inancımızıpekiştirmektedir. Dolayısıyla, ruhun amacayönelikliği, salt bizim görüşümüz sayılmayıptemel bir gerçeği yansıtır.
Güçlülük eğilimine,
uygarlığımızın bu en gözeçarpan sakıncalarından birine karşı çıkıp bunuönlemede çarptığımız bir engel var ki, o da sözkonusu eğilimin doğduğu dönemde çocuklaanlaşabilmenin zorluğudur. Durumu açık seçikgörebilmemiz ve gelişim hatalarını düzeltmeamacıyla işe el atabilmemiz ancak çok sonralarımümkün olabilmektedir. Ne var ki, ilgilidönemde çocukla bir arada yaşamamız, çocuktazaten var olan toplumsallık duygusunu doğrudürüst geliştirerek, güçlülük eğiliminin aşırı güçkazanmasını önlememizi sağlar. Güçlülük
eğilimini önleme konusunda karşılaşılan birbaşka zorluk da çocukların kendilerinde yaşayanböyle bir eğilimden açıkça söz etmemeleri, bunusaklamaları, yakınlık ve sevgi duygularınınarkasına sığınarak söz konusu eğilimlerini elaltından gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.Başkalarının kendilerini böyle bir eğilim içindeyakalamalarından utançla kaçar çocuklar. Birengelle karşılaşmayıp sürekli büyüyen güçlülükeğilimi, çocuğun ruhsal yaşamında yozlaşmalarayol açar; öyle ki, çocuğu güvenlik ve güçlülüksağlamaya iten aşırı içgüdünün etkisiyle cesaretküstahlığa, itaat korkaklığa dönüşür, sevgibaşkalarını boyun eğmeye, itaate ve teslimiyetezorlamada başvurulan bir hile olup çıkar vebütün karakter özellikleri, kurnazlık dolu birüstünlük arzusunu içerir.Çocuk üzerinde uygulanacak bilinçli bireğitim, onu, yaşadığı güvensizlik duygusununelinden kurtarmak, yaşam için beceri, bilgi,üstün bir anlayış ve başkalarına karşı ilgiyledonatmak amacını güder. Neredenkaynaklanırsa kaynaklansın bu önlemlere,
büyüyüp gelişen çocuğun önünde yeni yollarınaçılmasını, onun bu yollardan yürüyerekiçindeki güvensizlik ve aşağılık duygusundanyakasını kurtarabilmesini sağlamaya yönelikgirişimler gözüyle bakmak gerekir. Çocuğunkendisinde olup bitecekler ise, karakterözelliklerinin oluşumuyla açığa vurur kendini vebu özellikler çocuğun ruhunda geçen olaylarıdışa yansıtır.Güvensizlik ve aşağılık duygusunun etkinlikderecesi, en başta çocuğun
görüşüne
bağlıdır.Kuşkusuz, aşağılık duygusunun nesnel düzeyiönem taşır ve kendisini çocuğa açıkça hissettirir.Ne var ki, çocuğun bu konuda doğru dürüstdeğerlendirmelere başvurmasını beklemekyanlıştır; nitekim büyüklerde de aynı hatalıdeğerlendirmelerle karşılaşılmaktadır. Bunedenle, güçlükler olağanüstü boyutlar kazanır.Bazı çocuklar vardır, öyle karmaşık koşullardabüyürler ki, kendilerindeki aşağılık duygusununve güvensizliğin derecesi konusunda yanılgıyadüşmeleri adeta doğaldır. Bazı çocuklarsadurumunu daha iyi görüp değerlendirebilir. Ama
genel olarak her zaman çocuğun
duygusunu
gözönünde tutmak gerekir; her gün bir dalgalanmagösterir bu duygu; neden sonra şu ya da bubiçimde bir oturmuşluk kazanır ve bir
kendinitakdir
duygusu niteliğiyle işlev görür. Bu öztakdir duygusuna göre, çocuğun aşağılıkduygusu için aradığı denge öğesi[kompansasyon] belirlenecek, yani buna görebir amaç saptanabilecektir.Bir aşağılık duygusu karşısında ruhun herzaman bu duyguyu ortadan kaldırmaya yönelikbir yanıt vermesini sağlayan ruhsal dengemekanizmasının bir benzerini de organikyaşamın kendisinde buluruz. Herhangi biryetersizlik durumunda, yaşamsal önem taşıyanorganların çalışmalarını alabildiğine arttırarakdurumu dengelemeye çalıştığı kanıtlanmıştır.Örneğin bir dolaşım güçlüğünün baş göstermesidurumunda kalp, artan bir güçle çalışmayakoyularak, gereken gücü organizmanınbütününden çekip almakta, büyümekte vesonunda normal bir kalpten daha geniş boyutlaraulaşmaktadır. Bunun gibi ruhsal organ da
küçüklüğün, güçsüzlüğün, aşağılık duygusununbaskısı altında söz konusu duyguyu denetimaltına almak ve ortadan kaldırmak içinalabildiğine yoğun bir çaba harcamaktadır.Ne var ki, aşağılık duygusu çok güçlüyse,çocuğun ileride pek istediği gibiyaşayamayacağından korkarak normal birdengelemeyle [kompensasyon] yetinmeyip, işidaha ileriye götürme ve
aşırı ölçüde birdengelemeye
başvurma tehlikesi ortaya çıkabilir.Güçlülük ve üstünlük eğilimi oldukça aşırılığavardırılarak hastalık derecesinde bir düzeyeçıkarılır. Bu gibi çocuklar, yaşamlarındakinormal ilişkilerle yetinmez, çok yüksektesaptadıkları amaçlara uygun olarak dikkatiçeken büyük eylemlere girişir. Acele ve telaşiçindedirler hep; normal ölçünün oldukça dışınataşan güçlü içtepilerle, çevreleriniumursamaksızın, kendi konumlarını sağlamaalmaya bakarlar. Böyle davranarak herkesindikkatini çeker, yaşamlarına burunlarını sokupbaşkalarını tedirgin ederek onları, kendilerinisavunmak zorunda bırakırlar. Onlar herkese
karşı, herkes de onlara karşıdır. Ancak, sözkonusu davranışın tüm kötü sonuçları hemenkendini açığa vuracak diye de bir şeysöylenemez. Böyle bir çocuk dıştan normalgörünen bir yolu uzun süre izleyebilir, bu yoldailk edineceği karakter özelliği olan açgözlülüğü,henüz başkalarıyla belirgin bir çatışmadurumuna girmeden uzun süre kendisindebesleyip barındırabilir. Ne var ki, söz konusuyolda attığı adımların hiç kimseyi memnunbırakmadığını her zaman gözlemlemekmümkündür; kaldı ki, sahibine gerçekten yararlısayılabilecek bir sonuç sağlamayan bu adımlar,uygarlığımızda pek beğenilecek gibi değildir.Böyleleleri, çocukluklarında asla verimli olacakgibi çalıştırılmayıp sürekli aşırılığa vardırılanaçgözlülükleriyle hep başkalarının karşılarınadikilerek onların rahatını kaçırırlar. Sonradanaçgözlülüğe başka özellikler de gelip katılır.İnsan toplumunun oluşturduğu sosyal organizmaaçısından düşmanlık gibi görülecek özelliklerdirbunlar. En başta kendini beğenmişlik,büyüklenme, her ne pahasına olursa olsun
başkalarını egemenlik altına alma, ilgiliözellikler arasında yer alır. Adı geçenözelliklerden sonuncusu öyle bir süs altındakendini açığa vurabilir ki, sanki onu taşıyanlarbaşkalarından üstün bir düzeye çıkmak içinkendileri asla bir çaba harcamaz, başkalarının,bulundukları düzeyden aşağı düşmeleriyleyetinirler. Bundan böyle kendileriyle başkalarıarasına bir uzaklık koyar, bu uzaklığı korumayahepsinden çok önem verirler. Ne var ki, yaşamkarşısında takınılan böyle bir tutum yalnızcaçevreyi rahatsız etmekle kalmaz, ilgili tutumunsahipleri için de birtakım tatsız sonuçlar doğurur.Onları hayatın gölge taraflarıyla öylesine donatırki, bu kişiler yaşamın doğru dürüst tadınavaramazlar.Çevrelerini aşmak amacıyla harcayacaklarıbüyük çaba, çocukları, toplumda yapılmasıgereken ortak ödevlerle çelişki içine sürükler.Güçlülük isteğiyle yanıp tutuşan böylesiçocukların ideal bir toplumsal insanlakarşılaştırılması, onların toplumsallıkduygusundan ne denli uzaklaştıklarını biraz
deneyimli kimselerin az buçuk belirlemesinisağlar.Bu durumda insanı tanıyan birinin dikkati,büyük bir ihtiyatla da olsa söz konusukişilerdeki bedensel ve ruhsal yetersizliklereyönelecek, söz konusu yetersizlikler ruhsalgelişimde çetin bir sürecin geride bırakıldığınıortaya koyacaktır. Bunu göz önünde tuttuk mu,toplumsallık duygumuzu yeterincegeliştirmişsek, karşımızdakine hiç zararvermememiz, tersine ona yardım eli uzatmamızgerektiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayız.Diyelim ki karşımızdaki kişide bedensel birkusur saptadık ya da hoş olmayan bir karakterözelliğine rastladık, bu sevilmeyen özelliğini enson sınıra dek kendisinde alıkoyma hakkını onatanır, ilgili konuda hepimizin suçlusayılacağımızı, çünkü gerekli önlemlerizamanında almayıp, gerekli özen ve dikkatigöstermediğimizi, dolayısıyla toplumsal sefaletinortaya çıkışına bizim de katkıda bulunduğumuzubiliriz. Duruma böyle bir açıdan baktık mı,karşımızdaki kişi için bazı kolaylıklar
sağlayabiliriz. Örneğin bu tür kimseleri birsüprüntü saymaz, insanlığın soysuzlaşmasınınbir ürünü olarak görmeyiz. Karşımızdakini dahaözgür bir gelişim olanağına kavuşturacak veçevreyle ilişkisinde kendisine başkalarıylaeşdeğer gözüyle bakmasını sağlayacak bir ortamyaratmaya bakarız. Doğuştan yetersizliği dahadıştan bakıldığında kendini açığa vuran birinsanla karşılaşmanın çoğunlukla bizi ne denliduygulandırdığını düşündük mü, toplumsallıkduygusunun mutlak gerçeğiyle uyum içindeyaşamak istiyorsak, kendimizi ne denlieğitmemiz gerektiğini, beri yandan uygarlığınsözü geçen kimselere neler borçlu olduğunukestirebiliriz. Yetersiz organlarla dünyayagelenler, hayatı ağır bir yük gibi omuzlarındahissetmekle ötekilerden ayrılır, kolaylıklakötümser bir dünya görüşünün kucağınayuvarlanırlar. Kendilerinde bir organyetersizliğinin açık seçik fark edilmemesinekarşın, haklı ya da haksız olarak içlerinde biraşağılık duygusunu barındıran çocuklarındurumunun da bundan pek geri kalır yeri
yoktur. Çünkü bu tür çocuklarda aşağılıkduygusu özel birtakım koşulların, örneğin sıkıbir eğitimin olumsuz katkısıyla öylesinegüçlülük kazanır ki, bundan doğacak sonuç açıkseçik bir organ yetersizliğine sahipçocuklardakini hiç de aratmaz. Böyleleri,çocukluklarının ilk günlerinde içlerineyerleştirilen dikenden bir türlü yakalarınıkurtaramaz, çocukluklarında gördükleri soğukdavranış, çevrelerine karşı her türlü yaklaşımgirişiminden onları alıkoyar, sonunda sevgisizbir dünya karşısında bulunduklarına ve budünyayla bir ilişki kurmanındüşünülemeyeceğine inanırlar.Bir örnek verelim: Sanki sırtında bir yüktaşıyormuş gibi yürümesiyle dikkati çeken birhastamız, yüreğinin görev bilinci ve yaptığıişlerin önemiyle dolup taştığını belirtiyor sürekli.Karısıyla ilişkisi berbat mı berbat. Her iki tarafda tıpatıp aynı çizgi üzerinde deviniyor, çizgininson noktasında da birinin ötekisi üzerinde eldeedeceği üstünlük duygusu yer alıyor. Bu da ikitaraf arasında kırılıp gücenmelere, kavga ve
gürültülere yol açıyor; nihayet karı kocaarasındaki bağ kopuyor ve birbirleriyle artık birtürlü ilişki kuramıyorlar. Hastamızıntoplumsallık duygusunu tümüyle yitirmediği, birbölümünü hâlâ kendisinde saklı tuttuğukuşkusuzdur. Ne var ki, başkalarından üstün kişirolünü oynama eğilimi, karısına, dostlarına veçevresindeki diğer kişilere karşı davranışınıbaskı altında tutmaktaydı.Yaşamöyküsüyle ilgili olarak bize şunlarıanlatmıştı hastamız: On yedi yaşına kadarfiziksel bakımdan pek gelişmemişti, gereği gibibüyümemişti, sesi hâlâ bir çocuğun sesiniandırıyordu, sakalı çıkmamıştı henüz, boyu dakısa mı kısaydı. Bugün ise kendisi otuz altıyaşında. Göze batan hiçbir yanı yok. Dışarıdanbakınca bir erkek olarak görünümünde hiçbirnoksan yok. Doğa on yedi yaşına kadarhastamızdan esirgediklerini sonradan tümüylebuyur edip vermiş kendisine. Ne var ki,hastamız sekiz yıl gibi bir süre, gelişimindeki bukesintinin tasasıyla kahrolmuş, bunun sonradanyine kendiliğinden kaybolacak bir belirti
sayılacağını bilememişti. Bütün bu zamanzarfında bedensel gelişiminin gerekli düzeyeulaşamayacağı ve “tüm yaşamını” çocuk olarakgeçireceği düşüncesiyle yiyip bitirmişti kendini.Daha o zamanlar sonradan yakalanacağıhastalığın ilk belirtileri kendini açığa vurmuştu.Kiminle bir araya gelip konuşsa, ona hepgöründüğü gibi “çocuk” sayılmayacağınıanlatma gereksinimini duymuştu. Kendisinebüyük bir adam gibi bakarak, karşısındakinde deböyle bir izlenim uyandırmaya çalışmış, tümdevinim ve davranışlarını ön plana çıkma istekve çabasının hizmetine vermişti. Böyle birdavranış da, bugün kendisinde görülenbelirtilerin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Ayrıcasandığından büyük sayılacağını, dolayısıylakendisini daha çok önemsemesini karısının dasürekli kafasına sokmaya çalışmış, durumukendisininkinden farksız olan karısı da gerçektesandığından küçük sayılacağına kocasınındikkatini çekip durmuştu. Böylece karı kocaarasında iç açıcı bir ilişki bir türlü kurulamamış,daha nişanlılık döneminde açık seçik yıkılma
belirtileri gösteren evlilik yaşamları sonradaniyiden iyiye parçalanıp dağılmıştı. Ancak, evlilikdağılmakla kalmamış, hastamızın zaten haylihırpalanmış özgüveni de ağır bir darbe yemişti.Bir hekime başvuran hastamız, hekimden insanıtanıma sanatını öğrenmiş ve o zamana kadar negibi hatalar yaptığını anlamaya çalışmıştı. Sözdeyetersizlik duygusuna kapılmakla düştüğüyanılgı, tüm yaşamı boyunca yakasınıbırakmamıştı.