MERHAMETTEN Mİ, İHANETTEN Mİ?
Günümüzden iki gözlem, tarihten iki olay ve geçmişten bir ikazla merhametten ihanetin nasıl doğabileceğini anlamaya çalışalım. Sonra da bugün yapılmak istenenleri biraz değerlendirelim. İlk gözlem; Tek başına yirmi-yirmibeş metrekarelik bir yazıhanede ticaret yapıyordu. Eski İstanbullu idi. Yaşı yetmişi geçmiş eski İstanbul'u çok iyi bilen biriydi. Ermeni kökenliydi. İstanbul'da yetişmenin kibarlığıyla "iyi günler, nasılsınız, iyi akşamlar" gibisinden oldukça sınırlı konuşuyordu. Yüksek tahsilini Amerika'da yapmıştı. Bir süre orada ticareti denediği fakat başarısız olduğu söylenmişti. Türkiye'ye dönmüş, Ortadoğu'da pek çok ülkeye bir takım endüstriyel ürünlerin pazarlanmasında komisyon karşılığı genel dağıtıcılık yapıyordu.
Arapça dahil sekiz, dokuz dil bildiğini eski iş komşuları söylüyorlardı. Yazıhanede üç sandalye, telefon, faks ve fotokopi makinesi dışında hiçbir lüks eşyası yoktu ama arı gibi çalışıyordu. Tek başına o kadar işi organize etmesi çevrede hayretle karşılanırdı. Belki gençliğinde daha çalışkandı. Biz onu 1990'lı yıllarda tanımıştık. Yaşlanmıştı ve biraz durgundu. Karşısındaki konuşmak istediğinde konuyu sürekli eski İstanbul'a çeker ve çok kere "Taksim Bahçesi'ni biliyor musunuz?" sorusuyla konuşmasını bitirirdi. Durgunluğunun yaşlılıktan kaynaklandığını düşünüyorduk. Sonradan kendisi distrübütörlüğünü iptal edecekleri kaygısıyla işine olan şevkinin kırıldığını, kendini bir ömür boyu kullandıklarını, çok düşük yüzdelerle çalıştırdıklarını konuşma arasında geçiştirince, durgunluğunun gerçek sebebini anladık.
Asıl düşündüğüm yüzyılın başındaki Ermeni meselesini konuşmaktı. Dalgınlığı ve az konuşması istediğim konuyu konuşma fırsatının doğmasını engelliyordu, nitekim o gün yine soramadım. Ermeni soykırımı tasarısının Amerikan Senatosu'nda görüşülmesinin Türkiye gündemini etkilediği günlerde dayanamayıp iş yerine gittim. Selâmdan sonra kararlı ama kızgınlık göstermeden açıkça sordum. "Nedir bu soykırım hikâyesi, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?" Başını kaldırdı, düşünceli düşünceli yüzüme baktı. Bir şeyler söyleyecek gibi hafifçe doğruldu fakat söylemekten vazgeçerek gözlerini kaçırdı. Bu fırsatı bir daha yakalayamayacağımı düşünerek ve onu suskunluğundan vazgeçirmek için kararlı bir sesle; "Bak Agop; biz öyle çoluk, çocuk, kadın, kız, ihtiyar topluca bir insan grubunu öldürmeyi bilmeyiz. Bizim kültürümüzde böyle bir alçaklık yoktur. Bazı aydınlarımız da o dönemde savaştan sonra Alman sermayesine çalışma alanı açmak için bu durumun yaratıldığını iddia ediyorlar" dedim.
Nihayet suskunluğunu bozdu. "O kadar değil, dahası var" dedi. Dahası neydi ? Anlatmaya başlamıştı. -Aptal Taşnaklar, tezgâhlanan oyuna düştüler. Türkleri düşman seçtiler. Başkalarının aklına uydular. Dışarıdan Almanlar, içeriden başkaları aradıkları fırsatı buldular ve geliştirdiler.-İçerden kimler ?-Türk ekonomisinin büyük sektörlere dağılmış sermaye yapısı nasıl şekillendi ve şimdilerde nasıl çalışır ? -Yahudiler mi demek istiyorsun Agop ? -Açık ve saklı Yahudiliği beraber düşündün mü? Nasıl çalışmışlar, hangi sektörlere hakim olmuşlar? Büyük ticaretle siyaset arasındaki ilişkiler nelerdir? Bak ben Agop değil de "Berk" ya da "man" olsaydım, o zaman komisyoncu değil pek çok fabrikanın sahibi olurdum. Onu bile çok gördüler, şimdi daha yüksek komisyonlarla bir İngiliz Yahudisine verecekler, şimdi bahane arıyorlar. Soykırım tasarısı neden hep Amerika'da veriliyor ve neden Musevi Lobisinin etkisiyle geri çekiliyor? Bu durum Türkiye'yi ne yönde etkiliyor ? Aptal Taşnak politikasına Ermeniler Amerika'da alet ediliyor, yine kullanılıyorlar. Aslında Türklerle yaşamak çok zevklidir. İnsanın bunu anlaması için Batı Avrupa uygarlığının içinde bir dönem yaşaması gerekir. Batıda yaşayıp Türkiye'ye dönen birinin Türklerle barışı yaşamanın anlamını kavraması çok başkadır.
Ama Türkleri kızdırmayacaksın, ayranlarını kabartmayacaksın. Sonrası çok kötü olur. Durdu aklına birşey takılmış gibi düşündü. Birden sordu: -Siz Türkler böyle şeyleri düşünmez sormazsınız, bunları neden sordun ? -”Müsaade et Agop. 1950'den sonra başlayan köylerden şehirlere ilk yığılma ve şehirleşme dönemini yaşıyoruz. Yeni yeni, mektepler bitirip okumaya ve yeni bilgilerle düşünmeye başladık. Ve ülkemizi bir kargaşaya sürükleyecek yeni karışıklıklar da nedense hızla gelişmeye başladı. Geçmişte Ermenilere oynatılan senaryo şimdi Kürtlere mi oynatılmaya çalışılıyor, onu anlamak için sordum. Ama görüyorsun ki henüz kızmadık sabırla bekliyoruz. Siz Türkleri birşey bilmez , öğrenmez mi zannediyorsunuz? Taksim Bahçesi'ni de öğrendik.
Bugün üstünde Hilton, Şeraton, Divan, The Marmara otellerinin bulunduğu saha aslında II. Abdülhamid'in Kurmay Mektebi için kamulaştırdığı Harbiye meselesine dayanmıyor mu? Galiba evvelden Ermeni mülkü imiş.” Deyince; -”Tamam Beyefendi. Ben de anlıyorum ki artık Türkler öğreniyor ve düşünüyorlar. Nereden öğrendiniz Taksim Bahçesi'ni ?” dedi.-”Kitaplardan Beyefendi kitaplardan” dedim. Komşumuz Agop'la sohbetimiz o gün için böyle bitti. Sonrasında Agop sohbet etmiyor, karşılaştığımızda zaman zaman ; -”Artık, Türkler öğreniyor ve düşünüyorlar. Türkiye'de ticaret ve siyaset yapacak adamların işi zor” diyordu. Havadan, mevsimden, trafikten, enflasyondan yakınıyor başka bir konuya girmiyordu.
İkinci Gözlem :Kadın Adanalı idi. Kastamonulu biriyle evlenmişti. Adamın babası Kastamonulu, annesi ise Yahudi asıllı idi. Başlangıçta onun bu durumu kadına pek mahzurlu gelmemişti. Kocasının işleri yıldan yıla bozulmuştu. İşlerini yeniden düzenlemek için, kimin aklına uymuşsa İsrail'e gitmeye karar vermişti. Ve gitti, bir süre sonra işlerini yoluna koydu. Sıra çocuklarının ve hanımının İsrail'e götürülmesine gelince bir türlü aşılamayan bir engelle karşılaştılar. Bizim kültürümüzün mantığı içinde vatandaş olarak kocanın İsrail'e kabul edilmesi durumunda kadın ve çocuklarında kabulü gerekiyordu. Ama orası İsrail'di ve İsrail'de işler bizim bildiğimiz gibi yürümüyordu. Adam ana tarafından Yahudi olmasından ötürü vatandaşlığa kabul edildi, İsrail'e yerleşti, iş güç sahibi oldu. Kadın ve çocuklar ana tarafından Türk oldukları için vatandaşlığa kabul edilmediler. Geçen zaman içinde adam İsrail'de, kadın ve çocuklar ise Türkiye'de oturmak zorunda kaldılar. Aile parçalandı, kadın ve çocuklar için mutsuzluk ve çile dolu yıllar birbirini kovaladı.
Evlenme çağındaki kız için kaynanasının Yahudi asıllı olması belki pek mühim görünmemişti. Anneden aldığı terbiye ile kocasının İsrail'e yerleşip sorumsuzca kendini terk etmesinin neticelerini görünce ne düşündü bilemiyoruz. Bu olayı gözlemledikten sonraki araştırmalarımızdan; İsrail vatandaşlığına kabulde yasal hükümlerin anne tarafından Yahudi olma zorunluluğu koyduğunu tesbit ettik. Kadın kocasını görebilmek için kaç defa müracaat ettiyse de İsrail'e turist olarak dahi kabul edilmedi. Dünyada, turist kabul etmeyen belki de tek devlet İsraildir. Koca, anneden aldığı genetiğe veya eğitime çok bağlı olmalı ki kazancını insana hemde öz çocuklarına tercih etmişti. İsrail devlet politikası anne soyu hakkında dahi bu kadar katı davranıyordu. Oysa dünya çapında etkili sayılabilecek Yahudi informasyonu ve ona bağlı medya, ırkçılık karşıtı propaganda yapmaya devam ediyordu. Pek çok ülkede aynı kökten veya ayrı köklerden olan insanları birbirlerine ırkçılık yaptıkları yolunda yoğun telkinlerle karşı karşıya getiriyordu
Emperyalizmin ve sömürünün bağlarından kurtulmak isteyen milletlerin anti emperyalist milliyetçilikleri hemen medya tarafından ırkçılık şeklinde propaganda ediliyor, böylece ırkçılık imajı mazlum milletlere karşı bir nevi psikolojik taarruz silahı olarak kullanılıyordu. Her ulusun içinde az çok mutlaka bulunan başka kökten insanlar da devleti kuran ulusa karşı tavır almaya itiliyordu. Devlet ise propagandanın etkisiyle egemenlik ulusundur prensibinden sürekli taviz vererek, kendini kuran ulusun hakimiyet hakkını yitiriyordu. Hakimiyetin zayıfladığı sahalarda icra edilen sömürü planları da işin cabası. Tarihten iki olay sanki tek bir planın iki ayrı parçasıymışçasına birbiri ile ilgili görünüyor. Bunlar iki ayrı kaynaktan anlatıldığı için iki ayrı olaymış gibi algılanabilir. "Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Almanya da Berlin-Bağdat demiryolu projesi ile Musul üzerinde tasarruflarda bulunmak istemişti. Bölgede petrol bulunmasından sonra İttihat Terakki Cemiyeti içinde Rıza Tevfik ve Dr. Nazım Beyler gibi üyeler (Demek ki başkaları da var) ekonomik potansiyeli olan bu bölgeye Musevi göçmenler yerleştirmeyi düşünmüşlerdir.
Bu takdirde Filistin'i İmparatorluktan koparmaya azmetmiş siyonistlerin Osmanlı Musevileri üzerindeki nüfuzu azalmış olacak (Ne parlak bir zeka ürünü). Çünki İttihatçılar Musevilere yurt diye Musul'u sunmaktaydılar ! Bu alışverişten Osmanlıların da kârı olacaktı. (Nasıl?). İttihatçılar Osmanlı azınlıkları içinde en fazla Musevilerin devlete sadık olduklarını düşünüyorlardı. (Hangi İttihatçılar, Dr. Nazım Bey mi ?) Musul'a yerleştirilmeleri ile buraya hem ekonomik canlılık getirecek hem de yabancı güçlere bilhassa İngilizlere karşı da bir nevi set oluşturacaklardı." (Mim Kemâl Öke-Musul-Kerkük Dosyası)"......
Maliye Nazırı Cavit Bey Sultan Abdülhamit Han'ın öz malı olan Musul petrollerini satmak veya herhangi bir teklifte (?) bulunmak için Londra'ya gider. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisine bütün selahiyetleri vermiştir. Cavit Bey Londra'ya giderken yanına çok iyi tanıdığı (!) Dûyun-u Umumiye memurlarından Ermeni Gulbenkyan'ı (mâlûm) kâtip olarak alır. ......Musul petrolleri üzerinde Cavit Bey ve Ermeni kâtibi Gulbenkyan İngilizlerle pazarlığa otururlar... Müzâkereler devam ederken Cavit Bey İstanbul'dan bir telgraf alır. Acele dönmesi istenmektedir. Cavit Bey kâtibi Gulbenkyan'a "Ben gidiyorum. Çabuk döneceğim, sen kal benim yerime müzâkerelere devam et" der.
Ve Gulbenkyan Musul petrolleri üzerinde tam selahiyetle söz sahibi olur. Cavit Bey Londra'ya dönemez...Sonrası cümlenin malûmu. (Gulbenkyan hadisesi ve %5, Münevver Ayaşlı.) İki olayda da adı geçen şahıslardan Gulbenkyan Ermeni, Dr. Nazım ve Cavit Bey de Yahudi dönmesi (Sabatayist) idiler.
Olayın esası ise Musul petrollerinin kârının kimler tarafından elde edileceğine ilişkindi. Birincide Musul'a bizzat Yahudi yerleştirip menfaatin ele geçirilmesi, ikincide büyük ihtimal imtiyazın Yahudi sermayeli bir şirkete devredilmesi sözkonusu olmalıdır. Her iki olayda da siyasi meselelere çözüm üretiyor mazeretiyle çok yüksek ticari potansiyelleri ele geçirmek hedeflenmiş olmalıdır. Dr. Nazım ve Cavit Bey'in bu çözümde Yahudileri tercih etmiş olmaları adlarına rağmen tercihlerinin kimler oldukları ile ilgilidir. Petrol Ofisi gibi bir şirketle petrolün bütçeye ve ulusa kazanç sağlaması düşünülebilecekken (ki Mustafa Kemâl Atatürk'ün stratejisi) azınlıklardan Yahudiliğin yararına sunulması fikri ile bu yol izlenmiş.
Şahısların akibeti malûm İzmir suikastı tertibinden yargılanarak idamla hayatları son bulmuştur. 1934 yılındakı bir yazısından Atsız Beğ'in ikazı:"...Onun Allah’ı paradır. O cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yaşadığı bayrağı satmaktan çekinmeyen namussuz bir bezirgândır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır. Fakat düşmanlığını yüze gülerek, teşekkür ederek yapar. Yahudi mayi gibidir. Derhal bulunduğu kabın şeklini alır. Yer yer kurulan Yahudileri Türkleştirmek cemiyetleri bu şekil politikanın neticesidir. Bununla Cihan Savaşında düşmanlarımıza casusluk ettiklerini, mütarekede Türklüğü tahkir ettiklerini unutturmak isterler.
Hatta daha ileri giderek kendilerine Türk adları takarlar. Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudidir, Bu dilinden tanınır. Biri Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudiyle Yahudi dönmesinin hiçbir farkı yoktur. Biri "Biz Yahudiler " derse, öteki de "Siz Türkler " der. Gazetelerin birinde bir Yahudi mektebinde Yahudilerin Türkleşmeğe (!) karar vererek adlarını değiştirdikleri, bazılarının da Attila, Cengiz gibi kahramanların adlarını takındıkları yazılmıştı....Eğer gazetenin verdiği haber doğru ise hükümet buna derhal engel olmalıdır."
1934 soyadı kanunu ile birlikte bir grup Yahudi Türk adları alarak Cumhuriyetle birlikte yeni bir politika için hiç bir zorlama olmadığı halde isimlerini değiştirmişlerdir. Sayılarının ne kadar olduğu meçhuldur. Pek çoğu tahsil görmüş meslek ya da ticaret erbabı. Daha önceki Sebetay Cemaatinin Osmanlı toplumundaki yaşayış tecrübeleri nasıl davranmaları gerektiğinin rehberi olabilecek birikime de sahiptir. 1992 yılında ise Yahudilerin İspanya'dan kovuluş ve Osmanlıya kabul edilişlerinin 500. yılı olması münasebetiyle Türkiye'de anma toplantıları düzenlenmişti.
Bu toplantılar 500. yıl olmasına izafeten 500. Yıl Vakfı adıyla kurulan bir vakfın organizatörlüğü ile tertiplenmiş ve icra edilmiştir. Kamuoyuna Türklerin 500 yıl önce gösterdikleri iyiniyet ve merhamet duygularının ne kadar yüksek olduğunu aktaran imajlar verilmiş idi. Yahudilerin ve Türklerin aynı devlette dostça yaşadıkları sık sık empoze edilmiş ve hâlâ fırsat buldukça edilmektedir. Türklerin iyi niyet ve merhamet sahibi bir millet oldukları doğrudur. Diğerleri bakımından ise zaman içindeki yaptıkları ve çalışma metodları açısından bakıldığında, topyekün dostça, iyiniyet ve doğruluk esasına bağlı kaldıkları kesinlikle söylenemez. Ermenilerle tanış-mamız, ve aynı devlette yaşamaya başlamamızın üzerinden dokuz yüzyılı aşkın bir süre geçmiştir. Ve sekiz yüzyıla yakın bir süre çatışmamız da olmamıştır.
1900'lere gelindiğinde ise çeşitli sebep ve tesirlerle bu yaşayış bozulmuş sonu çatışmaya varan olaylar yaşanmıştı. Sekiz yüzyıl birlikte yaşamanın dahi, tahammül etmenin sınırlarını aşan hareketleri mazur görmeyi gerektirecek kadar hatırı olmasa gerek. Nihayetinde Türk milletinin ayranını taşırıncaya kadar sabrının sınırları ısrarla ve vahşice zorlanınca, Ermenilere tahammül edilmemiştir. Bunun nedenlerini ve sonuçlarını bizden daha çok düşünenler olmalı ki Agop gibi yorumlayanlara da rastlayabiliyoruz. Bir topluluk adına beşyüz yıllık dostluk telkininde bulunan 500. Yıl Vakıflarının dediğinin aksini gösteren durumlar da olmuştu.
Fakat Vakıf propagandanın sürekli tekrar ve ısrar prensibine göre hareket ediyor, nedense olumsuzlukları hiç hatırlatmadan geçiştiriyordu. Hâlâ geçiştiriyor. Oysa şu beşyüz yıllık birlikte yaşayış içinde olanlar, bu gün olanlar,olabilecekler. Hepsinin birlikte düşünülmesi icabediyordu. İçlerinde pek çok Türk isimli politikacı, bürokrat ve iş adamının da bulunduğu vakfın gerçekleştirdiği ilk işlerden biri yüzmilyarın üstünde para harcayarak ilk, orta, lise İbranice dahil eğitim verecek bir özel Musevi okulunun açılması oldu. Musevileri anladık ancak vakıftaki Türk isimli şahısların Musevi Lisesi ile ilgileri ne olabilirdi? Demek ki durum başka türlü tezahür edecekti. Geçmişte Dr. Nazım ve Rıza Tevfik ile Cavit Bey'in yaptıkları gelecekte yapabilecekleri hakkında çok şey anlatıyordu.
1934'te ikaz da edilmiştik. 1980'lerde İsrail; 2000'li yıllarda otuz milyonluk İsrail hedefini açıklamış, 1990'lardan sonra Arap-İsrail barışı gibi bir politikayı uygulamaya koyuyordu. Başka bir denge söz konusu olabilirdi. Araplar dışındaki çevre ülkelerin politikalarına Yahudiliğin tesiri bu dengede 1990'lardan öncekinden farklı olacaktı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Yahudilik, Ortadoğuda Arap ve İngilizlerle anlaşmıştı. Neticesi bugünkü Ortadoğu şeklinde oldu. 2000'li yıllar için başka bir hesap yavaş yavaş icra ediliyordu. Öyle ise Türkiye'yi ilgilendiren şu beşyüz yıllık dostluğu ve bugünkü durumun hepsini yeniden gözden geçirmeliyiz.
1492'de İspanya'dan kovulan Yahudiler II. Beyazıt tarafından Osmanlıya kabul edilmiş, bir kısmı da İtalya ve Fransa tarafından kabul edilmiştir. Osmanlıda Selanik, Mora, Balkan vilayetleri, İzmir, İstanbul, Ege adaları, Girit, Kıbrıs, Beyrut gibi şehirlerde yerleşip yaşamalarına müsaade edilmiştir. İyi tüccarlar olan cemaat şehirlerde oldukça yüksek standartlarda hayatlarını sürdürmüşlerdir. 1660'lara gelindiğinde cemaatten birisi kendisinin "Mesih" olduğunu, Osmanlı ülkesinin onsekiz parçaya bölüneceğini bunlardan birinin kendi devletleri olacağını, payitahtın ve hanedanın yok olacağını iddia etmiş, cemaatten bir hayli taraftar da toplamıştır.
Osmanlı, Sebetay Sevi adındaki bu adamın tutularak huzura çıkarılmasını istemiş, Sebetay Sevi'ye yaptığının anlamı sorulup sıkıştırıldığında inkâra yönelmiş, Hahambaşılara sorulmuş, onlar iddianın doğruluğunu beyan etmişlerdir. Sebetay Sevi'nin inkârı hapsedilmesini engelleyememiş ancak hapisle cezalandırılan Sebetay'ın ünü Lehistan, Almanya, İngiltere, İtalya ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılmıştır. Para karşılığı dahi olsa Müslümanlardan taraftar toplamaya devam eden Sebetay ve Museviler, Hahamların ve ahalinin şikayeti üzerine huzura çıkarılmış ancak cezasının idam olacağına anlayınca Müslüman olmuş ve Mehmet Aziz Efendi adını almış bilahare cemaati de aynı yolu izlemiştir.
Ancak cemaat hem Yahudilik hem de Müslümanlık dışında kalmayı tercih etmiş, zahiren Müslüman fiilen Sebetay'ın Mesih olduğuna inanan Museviliğin bir tür mezhep ya da tarikatı denilebilecek kapalı bir cemaat doğmuştur. Dönmeler ya da Sebetaycılar diye anılan işte bu gruptur. Kimliklerinin bir sır gibi saklandığı iddia edilir. 1700'lü yıllara gelindiğinde bu davranış Hristiyan toplumlarda; İspanya'da Maranlık, Polonya'da Frankistlik, İngiltere'de Püritenlik vs. değişik isimlerle ortaya çıkmıştır. Osmanlı'da zaman zaman siyasî gailelere neden olan sabotajları, ne yaptıkları çok kere hahamlara ve Musevi cemaat liderlerine sorulmuştur. Cemaatin sırlı karakteri ne olup bittiğinin anlaşılmasına mâni olmuştur. Esasen II. Abdülhamit fırkaların, dönmelerin, Yahudilerin ve Masonların kontrolüne geçtiğini düşünerek hahambaşına sabotajcıları sormuş, aldığı cevap ise muğlak olmuştur. Balkan Harbi neticesinde Yunan sıkıştırmasıyla Türk kontrolündeki sahalara büyük bölümü sürgün edilmiş, Cumhuriyet kurulunca Yunanistan'la mübadelede
Selanik ve geldikleri diğer yerlere dönmek konusunda ikiliğe düşmelerinden Türkiye ve Yunanistandakilerin bir bölümü Müslüman ve Türk olmadıklarını Musevi ve Yahudi olduklarını yazılı ve sözlü açıkça beyan etmişlerdir. Türkiye'de kalmak isteyenler ise Müslüman olduklarını böyle bir cemaat olmadığını ileri sürerek cemaatin kalmasını sağlamışlardır. Konu T.B.M.M.'de tartışılacak boyutlar kazanmıştır. Birikim Dergisinin Nisan 1995 sayısında, İsrail'de tahsil görmüş, muhtemelen kendisi de dönme nesilden Sebetaist olan Ilgaz Zorlu'nun "gizli bir etnik cemaat; Türkiye Sebetaycıları" başlıklı yazısında kaba bir tahminle Türkiye'de bugün yüzbin Sebetaycı kökenli kişi bulunduğundan bahsedilmektedir.
Osmanlıyı mesih gailesiyle uğraştıran Sebetay Sevi'den sonra kendilerinin ne olduğunu çok iyi bilen üstelik başkasına bildirmeyen halkın dönme, Osmanlı bürokrasisinin avdeti, günümüz terminolojilerinin Sebetayist dediği bu gruptur. Zaman içinde bir kısmı tekrar din değiştirmiş, hatta bazıları İsrail'e yerleşmiştir. 1660'tan 1995'e kadar geçen 335 yıllık süreden sonra hâlâ " gizli bir etnik cemaat; Türkiye Sebetaycıları" başlığıyla varlıklarının yüzbin kişi olduğu iddia edilen bu unsurun ne kadarı işçidir, köylüdür veya düşük dereceli memurdur.
Veya ne kadarı patrondur, bürokrattır, müsteşardır, parlamenterdir, bakandır, genel müdür, müdür yardımcısıdır. Diplomattır, elçidir belli midir? Belli ise de sadece kendileri için mi bellidir? Neden milletin malumu değildir? Yoksa üst seviyelerde işlerinin başında bulunan değişik siyasi kanatlarda hareket eden, geniş kadrolu; esnek davranışlı bir gizli örgütlenmenin metodunu mu geliştirmiş ve uygulamaktadırlar? En önemlisi neden gizlidirler? İsrail'de yüzbin Arap, Yahudi taklidi yaparak Araplara yardımcı Yahudiliği tahripkâr politikalar üretecek biçimde toplumsal üst katmanlara yerleşseler normal karşılanır mı? Ahlâken uygun mudur?
Hoşgörü yılı ilan edilen 1995'te dünya, hoşgörünün insanlığın mutluluğu için ne kadar gerekli olduğunu yeni yeni anlamaya çalışıyor. Oysa Türkler tarihte savaşı savaşın kuralları içinde yapan, barışta engin hoşgörü ve iyiniyete sahip bir millet olduklarını gösterdiler. Ta ki hoşgörülü davrandıkları bünyedeki unsurlar cephe açıp savaş düzeni alıncaya kadar. Ne yapsalardı, hoşgörü ve iyiniyette ısrarla öldürülmeyi mi bekleselerdi? Sekizyüz yıllık hoşgörüden sonra olanları anlamakta Ermeni asıllı Agop'un idrak ettiği doğal gerçek bu olsa gerekti. Cephe açan Ermeniler açısından yaptıkları hatadan yararlananlara ait bir hile seziyordu. I. Dünya Savaşını Almanlar kazanırsa Almanlarla, İngiliz, Fransız ve Amerikalılar kazanırsa onlarla savaş sonrası bir ticaret düzeni söz konusu olacaktı. Almanlar ve diğerleri Ortadoğu ve Türkiye'ye bu işlerin sağlanması için büyük bir nüfus aktaramayacaklar ancak içerden bir grubu bu yöndeki politikaların icrasına alacaklar ve birlikte kârı paylaşacaklardı.
Dr. Nazım ve Cavit Bey takımı da çoktan Musul ve Kerkük'te petrolün %25'ini Deutsche Bank'a vermişlerdi. Diğer yandan Ortadoğu'ya Musevi göçmen yerleşmesine müsade etmişlerdi. Savaştan sonra Alman Bankasının hisseleri Lozan'da tartışılan ana maddelerden biri olmuştu. Nihayet bu hisse İngilizlere devredildi. 1926'da Atatürk Musul-Kerkük meselesini sıcak tutarken, İngiliz oyunuyla Şeyh Sait ayaklandırılırken, Cavit Bey takımı Atatürk'e İzmir suikasti tertibiyle meşguldür. Standart Petrol, Mobil ve Shell'in sermaye yapılarının milliyetleri o yıllarda neydi acaba? Muhatap olduğumuz zeka ve karakter, engin hoşgörü ve iyiniyetimizi zaman zaman istismara yönelmiştir. Belki hâlâ yöneliyor. Çoğu zaman bizden istenen derin bir iyiniyet uykusunda yaşamamız.
Thedor Herzl, II. Abdülhamit' ten Filistin'i istediğinde yıl 1890'dı ve Osmanlı uykuda yakalanmıştı. 1918'den sonra Wilson prensipleri çerçevesindeki Amerikan politikası uygulanabilse idi belki 1920'lerde Filistin'de İsrail kurulmuş olacaktı. İngiliz politikası Ortadoğu'ya hakim olunca 1948'e sarkmak zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı sonrasındaki dünyanın belirleyiciliğinde Amerikan etkisi artınca ancak sonuç alabildiler. Halide Edip ve diğer Amerikan mandacılarının mütarekedeki tutumlarını açıklayacak mantalite bu olmalıdır. Türk politikasında değişik kanatlarda Yahudilerin düşmanımız olmadığı , onlarla hiç savaşmadığımız gibi safça, gafilce ya da planlı ifadeler kullanan tipler çıkabilmiştir. Ordusu olmayan milletle savaş olur muydu? Saf mısınız, Türkleri mi kandırıyorsunuz?
Kaldı ki bu da gerçek değildir. I. Dünya Savaşında Filistin cephesinde, İngilizler lehine casusluk ve sabotaj hareketlerine girmediler mi? Yedi-sekizyüz bin kişilik (Filistin'e yeni yerleştikleri halde bu faaliyetlere girmekten çekinmeyen ) bu muhacir grubun bir bölümü yine engin hoşgörümüzden kaynaklanan biçimde hiç dokunulmadan İngiliz tarafına Mısır'a geçirildi. Bunlar bilahare İngiliz üniformasıyla lojistik ve destek taburları oluşturup Türklerele savaştılar. Hatta Çanakkale'de çıkarmaya katıldılar. Altıbin kişisi orada Türklerle savaşmanın ne demek olduğunu diğerleri gibi öğrenmiş oldular.
Sağda veya solda bu tip politikacılara düşen, biliyorlarsa doğruyu söylemeleri, bilmiyorlarsa susmalarıdır. Hoşgörü ve iyiniyet sahibi olduğumuz doğrudur. Sadece Museviler değil, içte ve dışta bunu bilenler zaten biliyor, bilmeyenlere tarih teminattır. Yine hoşgörü ve iyiniyet, karşılıklılık esasına dayanmalıdır. Türkiye'de klasik Yahudi ( kendilerini her ne olarak kabul ediyorlarsa) Sebetayistlerin üst katmanlarda hayat sürdürdükleri de biliniyor. İş ve ticaret dünyasıyla medyadaki tesir kabiliyetleri de malûm.
Karşılıklı iyiniyet esası, 500. Yıl Vakfı'nı kuranların, üyelerinin, kısacası bu yoğunlaşmanın,tesir ve kabiliyetini Türkiye lehine kullanmalarını zorunlu kılar. Aynı yoğunluğun kurduğu Darüşşafaka Vakfı'nın yaptığı gibi, hayır kurumunun arsalarını yağmaya yönelmelerini değil. Yine aynı yoğunluğun kurduğu Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın yaptığı da; YDH'nin kuruluşuna destek ve yardımcı hizmet sağlayıp, YDH ile Ortadoğu ve Türkiye'de banka politikaları manivela ettirmek de olmamalı. Patronu oldukları gazete ve televizyonların haber bölümlerinde, iç sayfalarda ve program muhtevalarında Türkiye aleyhine siyasi çözüm ve mozaik saçmalığını işleyen yayın politikası da olmamalı. PKK ve Apo başka birşey mi istiyor? Otuz milyonluk İsrail politikası, Ortadoğuda Kürt kartına oynayacak ise ve bunun için Türkiye'deki gelişmeyi etkileyecek destek faaliyetinin yardımcısı olmayı üstlenecek olur ise karşılıklı hoşgörü ve iyiniyet yok demektir. Ortada sadece Türkiye'nin iyiniyet uykusuna yatırılışı sözkonusu olur ki, asla kabul edilemez.
Doğrusunu en iyi şekliyle gelişmeler ortaya koyacaktır. Eğer sahibi oldukları gazetelerde iki yıl önce Saip Molla Korusu için orman yağması ve Bakan yolsuzluğu başlığı atıp şimdide 300.000 dolar fiyatla aynı gazetenin pazarlama şirketi yoluyla sattıkları gibi yapacak iseler iyiniyetlerinin inandırıcılığı da o kadar olacaktır.
Aynı şekilde, " ordumuz Kuzey Irak'ta eşkıyanın peşinde" deyip ertesi gün hemen çekilmemiz gereğini söylemeleri, samimiyetleri konusunda ne düşünmek gerektiğini daha iyi anlatıyor olsa gerek. Yeni dünya düzeni Ortadoğu'yu etkileyerek yeni Ortadoğu düzeni kuracak olur bu da Türkiye'yi zarara uğratmaya yönelirse ve taşeronluğunu da Kürt guruplar üstlenir, bir de cepheyi tabanlarını kapsayacak şekilde genişletirlerse, Agop gibi Türklerle dost kalmamaktan kaçırdıkları fırsatı ve hissettiği hileyi ileride anlayacak çok insan olur. Ancak iş işten geçmiş olur. Son pişmanlık fayda etmez. Theodor Herzl'den günümüze kadar yapılanlar ayrıca etüd edilerek, gelişmeler ve sonuçları daha sonra değerlendirilecektir. Ancak günü geldiğinde ve gerektiğinde, "tavşana kaç tazıya tut" kabilinden politikalar izleyenlerin iktidar çarkları da paramparça edilmeden bırakılmayacaktır.
Günümüzden iki gözlem, tarihten iki olay ve geçmişten bir ikazla merhametten ihanetin nasıl doğabileceğini anlamaya çalışalım. Sonra da bugün yapılmak istenenleri biraz değerlendirelim. İlk gözlem; Tek başına yirmi-yirmibeş metrekarelik bir yazıhanede ticaret yapıyordu. Eski İstanbullu idi. Yaşı yetmişi geçmiş eski İstanbul'u çok iyi bilen biriydi. Ermeni kökenliydi. İstanbul'da yetişmenin kibarlığıyla "iyi günler, nasılsınız, iyi akşamlar" gibisinden oldukça sınırlı konuşuyordu. Yüksek tahsilini Amerika'da yapmıştı. Bir süre orada ticareti denediği fakat başarısız olduğu söylenmişti. Türkiye'ye dönmüş, Ortadoğu'da pek çok ülkeye bir takım endüstriyel ürünlerin pazarlanmasında komisyon karşılığı genel dağıtıcılık yapıyordu.
Arapça dahil sekiz, dokuz dil bildiğini eski iş komşuları söylüyorlardı. Yazıhanede üç sandalye, telefon, faks ve fotokopi makinesi dışında hiçbir lüks eşyası yoktu ama arı gibi çalışıyordu. Tek başına o kadar işi organize etmesi çevrede hayretle karşılanırdı. Belki gençliğinde daha çalışkandı. Biz onu 1990'lı yıllarda tanımıştık. Yaşlanmıştı ve biraz durgundu. Karşısındaki konuşmak istediğinde konuyu sürekli eski İstanbul'a çeker ve çok kere "Taksim Bahçesi'ni biliyor musunuz?" sorusuyla konuşmasını bitirirdi. Durgunluğunun yaşlılıktan kaynaklandığını düşünüyorduk. Sonradan kendisi distrübütörlüğünü iptal edecekleri kaygısıyla işine olan şevkinin kırıldığını, kendini bir ömür boyu kullandıklarını, çok düşük yüzdelerle çalıştırdıklarını konuşma arasında geçiştirince, durgunluğunun gerçek sebebini anladık.
Asıl düşündüğüm yüzyılın başındaki Ermeni meselesini konuşmaktı. Dalgınlığı ve az konuşması istediğim konuyu konuşma fırsatının doğmasını engelliyordu, nitekim o gün yine soramadım. Ermeni soykırımı tasarısının Amerikan Senatosu'nda görüşülmesinin Türkiye gündemini etkilediği günlerde dayanamayıp iş yerine gittim. Selâmdan sonra kararlı ama kızgınlık göstermeden açıkça sordum. "Nedir bu soykırım hikâyesi, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?" Başını kaldırdı, düşünceli düşünceli yüzüme baktı. Bir şeyler söyleyecek gibi hafifçe doğruldu fakat söylemekten vazgeçerek gözlerini kaçırdı. Bu fırsatı bir daha yakalayamayacağımı düşünerek ve onu suskunluğundan vazgeçirmek için kararlı bir sesle; "Bak Agop; biz öyle çoluk, çocuk, kadın, kız, ihtiyar topluca bir insan grubunu öldürmeyi bilmeyiz. Bizim kültürümüzde böyle bir alçaklık yoktur. Bazı aydınlarımız da o dönemde savaştan sonra Alman sermayesine çalışma alanı açmak için bu durumun yaratıldığını iddia ediyorlar" dedim.
Nihayet suskunluğunu bozdu. "O kadar değil, dahası var" dedi. Dahası neydi ? Anlatmaya başlamıştı. -Aptal Taşnaklar, tezgâhlanan oyuna düştüler. Türkleri düşman seçtiler. Başkalarının aklına uydular. Dışarıdan Almanlar, içeriden başkaları aradıkları fırsatı buldular ve geliştirdiler.-İçerden kimler ?-Türk ekonomisinin büyük sektörlere dağılmış sermaye yapısı nasıl şekillendi ve şimdilerde nasıl çalışır ? -Yahudiler mi demek istiyorsun Agop ? -Açık ve saklı Yahudiliği beraber düşündün mü? Nasıl çalışmışlar, hangi sektörlere hakim olmuşlar? Büyük ticaretle siyaset arasındaki ilişkiler nelerdir? Bak ben Agop değil de "Berk" ya da "man" olsaydım, o zaman komisyoncu değil pek çok fabrikanın sahibi olurdum. Onu bile çok gördüler, şimdi daha yüksek komisyonlarla bir İngiliz Yahudisine verecekler, şimdi bahane arıyorlar. Soykırım tasarısı neden hep Amerika'da veriliyor ve neden Musevi Lobisinin etkisiyle geri çekiliyor? Bu durum Türkiye'yi ne yönde etkiliyor ? Aptal Taşnak politikasına Ermeniler Amerika'da alet ediliyor, yine kullanılıyorlar. Aslında Türklerle yaşamak çok zevklidir. İnsanın bunu anlaması için Batı Avrupa uygarlığının içinde bir dönem yaşaması gerekir. Batıda yaşayıp Türkiye'ye dönen birinin Türklerle barışı yaşamanın anlamını kavraması çok başkadır.
Ama Türkleri kızdırmayacaksın, ayranlarını kabartmayacaksın. Sonrası çok kötü olur. Durdu aklına birşey takılmış gibi düşündü. Birden sordu: -Siz Türkler böyle şeyleri düşünmez sormazsınız, bunları neden sordun ? -”Müsaade et Agop. 1950'den sonra başlayan köylerden şehirlere ilk yığılma ve şehirleşme dönemini yaşıyoruz. Yeni yeni, mektepler bitirip okumaya ve yeni bilgilerle düşünmeye başladık. Ve ülkemizi bir kargaşaya sürükleyecek yeni karışıklıklar da nedense hızla gelişmeye başladı. Geçmişte Ermenilere oynatılan senaryo şimdi Kürtlere mi oynatılmaya çalışılıyor, onu anlamak için sordum. Ama görüyorsun ki henüz kızmadık sabırla bekliyoruz. Siz Türkleri birşey bilmez , öğrenmez mi zannediyorsunuz? Taksim Bahçesi'ni de öğrendik.
Bugün üstünde Hilton, Şeraton, Divan, The Marmara otellerinin bulunduğu saha aslında II. Abdülhamid'in Kurmay Mektebi için kamulaştırdığı Harbiye meselesine dayanmıyor mu? Galiba evvelden Ermeni mülkü imiş.” Deyince; -”Tamam Beyefendi. Ben de anlıyorum ki artık Türkler öğreniyor ve düşünüyorlar. Nereden öğrendiniz Taksim Bahçesi'ni ?” dedi.-”Kitaplardan Beyefendi kitaplardan” dedim. Komşumuz Agop'la sohbetimiz o gün için böyle bitti. Sonrasında Agop sohbet etmiyor, karşılaştığımızda zaman zaman ; -”Artık, Türkler öğreniyor ve düşünüyorlar. Türkiye'de ticaret ve siyaset yapacak adamların işi zor” diyordu. Havadan, mevsimden, trafikten, enflasyondan yakınıyor başka bir konuya girmiyordu.
İkinci Gözlem :Kadın Adanalı idi. Kastamonulu biriyle evlenmişti. Adamın babası Kastamonulu, annesi ise Yahudi asıllı idi. Başlangıçta onun bu durumu kadına pek mahzurlu gelmemişti. Kocasının işleri yıldan yıla bozulmuştu. İşlerini yeniden düzenlemek için, kimin aklına uymuşsa İsrail'e gitmeye karar vermişti. Ve gitti, bir süre sonra işlerini yoluna koydu. Sıra çocuklarının ve hanımının İsrail'e götürülmesine gelince bir türlü aşılamayan bir engelle karşılaştılar. Bizim kültürümüzün mantığı içinde vatandaş olarak kocanın İsrail'e kabul edilmesi durumunda kadın ve çocuklarında kabulü gerekiyordu. Ama orası İsrail'di ve İsrail'de işler bizim bildiğimiz gibi yürümüyordu. Adam ana tarafından Yahudi olmasından ötürü vatandaşlığa kabul edildi, İsrail'e yerleşti, iş güç sahibi oldu. Kadın ve çocuklar ana tarafından Türk oldukları için vatandaşlığa kabul edilmediler. Geçen zaman içinde adam İsrail'de, kadın ve çocuklar ise Türkiye'de oturmak zorunda kaldılar. Aile parçalandı, kadın ve çocuklar için mutsuzluk ve çile dolu yıllar birbirini kovaladı.
Evlenme çağındaki kız için kaynanasının Yahudi asıllı olması belki pek mühim görünmemişti. Anneden aldığı terbiye ile kocasının İsrail'e yerleşip sorumsuzca kendini terk etmesinin neticelerini görünce ne düşündü bilemiyoruz. Bu olayı gözlemledikten sonraki araştırmalarımızdan; İsrail vatandaşlığına kabulde yasal hükümlerin anne tarafından Yahudi olma zorunluluğu koyduğunu tesbit ettik. Kadın kocasını görebilmek için kaç defa müracaat ettiyse de İsrail'e turist olarak dahi kabul edilmedi. Dünyada, turist kabul etmeyen belki de tek devlet İsraildir. Koca, anneden aldığı genetiğe veya eğitime çok bağlı olmalı ki kazancını insana hemde öz çocuklarına tercih etmişti. İsrail devlet politikası anne soyu hakkında dahi bu kadar katı davranıyordu. Oysa dünya çapında etkili sayılabilecek Yahudi informasyonu ve ona bağlı medya, ırkçılık karşıtı propaganda yapmaya devam ediyordu. Pek çok ülkede aynı kökten veya ayrı köklerden olan insanları birbirlerine ırkçılık yaptıkları yolunda yoğun telkinlerle karşı karşıya getiriyordu
Emperyalizmin ve sömürünün bağlarından kurtulmak isteyen milletlerin anti emperyalist milliyetçilikleri hemen medya tarafından ırkçılık şeklinde propaganda ediliyor, böylece ırkçılık imajı mazlum milletlere karşı bir nevi psikolojik taarruz silahı olarak kullanılıyordu. Her ulusun içinde az çok mutlaka bulunan başka kökten insanlar da devleti kuran ulusa karşı tavır almaya itiliyordu. Devlet ise propagandanın etkisiyle egemenlik ulusundur prensibinden sürekli taviz vererek, kendini kuran ulusun hakimiyet hakkını yitiriyordu. Hakimiyetin zayıfladığı sahalarda icra edilen sömürü planları da işin cabası. Tarihten iki olay sanki tek bir planın iki ayrı parçasıymışçasına birbiri ile ilgili görünüyor. Bunlar iki ayrı kaynaktan anlatıldığı için iki ayrı olaymış gibi algılanabilir. "Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Almanya da Berlin-Bağdat demiryolu projesi ile Musul üzerinde tasarruflarda bulunmak istemişti. Bölgede petrol bulunmasından sonra İttihat Terakki Cemiyeti içinde Rıza Tevfik ve Dr. Nazım Beyler gibi üyeler (Demek ki başkaları da var) ekonomik potansiyeli olan bu bölgeye Musevi göçmenler yerleştirmeyi düşünmüşlerdir.
Bu takdirde Filistin'i İmparatorluktan koparmaya azmetmiş siyonistlerin Osmanlı Musevileri üzerindeki nüfuzu azalmış olacak (Ne parlak bir zeka ürünü). Çünki İttihatçılar Musevilere yurt diye Musul'u sunmaktaydılar ! Bu alışverişten Osmanlıların da kârı olacaktı. (Nasıl?). İttihatçılar Osmanlı azınlıkları içinde en fazla Musevilerin devlete sadık olduklarını düşünüyorlardı. (Hangi İttihatçılar, Dr. Nazım Bey mi ?) Musul'a yerleştirilmeleri ile buraya hem ekonomik canlılık getirecek hem de yabancı güçlere bilhassa İngilizlere karşı da bir nevi set oluşturacaklardı." (Mim Kemâl Öke-Musul-Kerkük Dosyası)"......
Maliye Nazırı Cavit Bey Sultan Abdülhamit Han'ın öz malı olan Musul petrollerini satmak veya herhangi bir teklifte (?) bulunmak için Londra'ya gider. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisine bütün selahiyetleri vermiştir. Cavit Bey Londra'ya giderken yanına çok iyi tanıdığı (!) Dûyun-u Umumiye memurlarından Ermeni Gulbenkyan'ı (mâlûm) kâtip olarak alır. ......Musul petrolleri üzerinde Cavit Bey ve Ermeni kâtibi Gulbenkyan İngilizlerle pazarlığa otururlar... Müzâkereler devam ederken Cavit Bey İstanbul'dan bir telgraf alır. Acele dönmesi istenmektedir. Cavit Bey kâtibi Gulbenkyan'a "Ben gidiyorum. Çabuk döneceğim, sen kal benim yerime müzâkerelere devam et" der.
Ve Gulbenkyan Musul petrolleri üzerinde tam selahiyetle söz sahibi olur. Cavit Bey Londra'ya dönemez...Sonrası cümlenin malûmu. (Gulbenkyan hadisesi ve %5, Münevver Ayaşlı.) İki olayda da adı geçen şahıslardan Gulbenkyan Ermeni, Dr. Nazım ve Cavit Bey de Yahudi dönmesi (Sabatayist) idiler.
Olayın esası ise Musul petrollerinin kârının kimler tarafından elde edileceğine ilişkindi. Birincide Musul'a bizzat Yahudi yerleştirip menfaatin ele geçirilmesi, ikincide büyük ihtimal imtiyazın Yahudi sermayeli bir şirkete devredilmesi sözkonusu olmalıdır. Her iki olayda da siyasi meselelere çözüm üretiyor mazeretiyle çok yüksek ticari potansiyelleri ele geçirmek hedeflenmiş olmalıdır. Dr. Nazım ve Cavit Bey'in bu çözümde Yahudileri tercih etmiş olmaları adlarına rağmen tercihlerinin kimler oldukları ile ilgilidir. Petrol Ofisi gibi bir şirketle petrolün bütçeye ve ulusa kazanç sağlaması düşünülebilecekken (ki Mustafa Kemâl Atatürk'ün stratejisi) azınlıklardan Yahudiliğin yararına sunulması fikri ile bu yol izlenmiş.
Şahısların akibeti malûm İzmir suikastı tertibinden yargılanarak idamla hayatları son bulmuştur. 1934 yılındakı bir yazısından Atsız Beğ'in ikazı:"...Onun Allah’ı paradır. O cebine birkaç para koyabilmek için gölgesinde yaşadığı bayrağı satmaktan çekinmeyen namussuz bir bezirgândır. Hangi memlekette oturuyorsa oranın düşmanıdır. Fakat düşmanlığını yüze gülerek, teşekkür ederek yapar. Yahudi mayi gibidir. Derhal bulunduğu kabın şeklini alır. Yer yer kurulan Yahudileri Türkleştirmek cemiyetleri bu şekil politikanın neticesidir. Bununla Cihan Savaşında düşmanlarımıza casusluk ettiklerini, mütarekede Türklüğü tahkir ettiklerini unutturmak isterler.
Hatta daha ileri giderek kendilerine Türk adları takarlar. Yahudi iki türlüdür. Biri asıl Yahudidir, Bu dilinden tanınır. Biri Yahudi dönmesidir. Bu dilinden tanınmaz. Bunu tanımak için yüzünün mütereddi hatlarına dikkatle bakmak lazımdır. Yahudiyle Yahudi dönmesinin hiçbir farkı yoktur. Biri "Biz Yahudiler " derse, öteki de "Siz Türkler " der. Gazetelerin birinde bir Yahudi mektebinde Yahudilerin Türkleşmeğe (!) karar vererek adlarını değiştirdikleri, bazılarının da Attila, Cengiz gibi kahramanların adlarını takındıkları yazılmıştı....Eğer gazetenin verdiği haber doğru ise hükümet buna derhal engel olmalıdır."
1934 soyadı kanunu ile birlikte bir grup Yahudi Türk adları alarak Cumhuriyetle birlikte yeni bir politika için hiç bir zorlama olmadığı halde isimlerini değiştirmişlerdir. Sayılarının ne kadar olduğu meçhuldur. Pek çoğu tahsil görmüş meslek ya da ticaret erbabı. Daha önceki Sebetay Cemaatinin Osmanlı toplumundaki yaşayış tecrübeleri nasıl davranmaları gerektiğinin rehberi olabilecek birikime de sahiptir. 1992 yılında ise Yahudilerin İspanya'dan kovuluş ve Osmanlıya kabul edilişlerinin 500. yılı olması münasebetiyle Türkiye'de anma toplantıları düzenlenmişti.
Bu toplantılar 500. yıl olmasına izafeten 500. Yıl Vakfı adıyla kurulan bir vakfın organizatörlüğü ile tertiplenmiş ve icra edilmiştir. Kamuoyuna Türklerin 500 yıl önce gösterdikleri iyiniyet ve merhamet duygularının ne kadar yüksek olduğunu aktaran imajlar verilmiş idi. Yahudilerin ve Türklerin aynı devlette dostça yaşadıkları sık sık empoze edilmiş ve hâlâ fırsat buldukça edilmektedir. Türklerin iyi niyet ve merhamet sahibi bir millet oldukları doğrudur. Diğerleri bakımından ise zaman içindeki yaptıkları ve çalışma metodları açısından bakıldığında, topyekün dostça, iyiniyet ve doğruluk esasına bağlı kaldıkları kesinlikle söylenemez. Ermenilerle tanış-mamız, ve aynı devlette yaşamaya başlamamızın üzerinden dokuz yüzyılı aşkın bir süre geçmiştir. Ve sekiz yüzyıla yakın bir süre çatışmamız da olmamıştır.
1900'lere gelindiğinde ise çeşitli sebep ve tesirlerle bu yaşayış bozulmuş sonu çatışmaya varan olaylar yaşanmıştı. Sekiz yüzyıl birlikte yaşamanın dahi, tahammül etmenin sınırlarını aşan hareketleri mazur görmeyi gerektirecek kadar hatırı olmasa gerek. Nihayetinde Türk milletinin ayranını taşırıncaya kadar sabrının sınırları ısrarla ve vahşice zorlanınca, Ermenilere tahammül edilmemiştir. Bunun nedenlerini ve sonuçlarını bizden daha çok düşünenler olmalı ki Agop gibi yorumlayanlara da rastlayabiliyoruz. Bir topluluk adına beşyüz yıllık dostluk telkininde bulunan 500. Yıl Vakıflarının dediğinin aksini gösteren durumlar da olmuştu.
Fakat Vakıf propagandanın sürekli tekrar ve ısrar prensibine göre hareket ediyor, nedense olumsuzlukları hiç hatırlatmadan geçiştiriyordu. Hâlâ geçiştiriyor. Oysa şu beşyüz yıllık birlikte yaşayış içinde olanlar, bu gün olanlar,olabilecekler. Hepsinin birlikte düşünülmesi icabediyordu. İçlerinde pek çok Türk isimli politikacı, bürokrat ve iş adamının da bulunduğu vakfın gerçekleştirdiği ilk işlerden biri yüzmilyarın üstünde para harcayarak ilk, orta, lise İbranice dahil eğitim verecek bir özel Musevi okulunun açılması oldu. Musevileri anladık ancak vakıftaki Türk isimli şahısların Musevi Lisesi ile ilgileri ne olabilirdi? Demek ki durum başka türlü tezahür edecekti. Geçmişte Dr. Nazım ve Rıza Tevfik ile Cavit Bey'in yaptıkları gelecekte yapabilecekleri hakkında çok şey anlatıyordu.
1934'te ikaz da edilmiştik. 1980'lerde İsrail; 2000'li yıllarda otuz milyonluk İsrail hedefini açıklamış, 1990'lardan sonra Arap-İsrail barışı gibi bir politikayı uygulamaya koyuyordu. Başka bir denge söz konusu olabilirdi. Araplar dışındaki çevre ülkelerin politikalarına Yahudiliğin tesiri bu dengede 1990'lardan öncekinden farklı olacaktı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Yahudilik, Ortadoğuda Arap ve İngilizlerle anlaşmıştı. Neticesi bugünkü Ortadoğu şeklinde oldu. 2000'li yıllar için başka bir hesap yavaş yavaş icra ediliyordu. Öyle ise Türkiye'yi ilgilendiren şu beşyüz yıllık dostluğu ve bugünkü durumun hepsini yeniden gözden geçirmeliyiz.
1492'de İspanya'dan kovulan Yahudiler II. Beyazıt tarafından Osmanlıya kabul edilmiş, bir kısmı da İtalya ve Fransa tarafından kabul edilmiştir. Osmanlıda Selanik, Mora, Balkan vilayetleri, İzmir, İstanbul, Ege adaları, Girit, Kıbrıs, Beyrut gibi şehirlerde yerleşip yaşamalarına müsaade edilmiştir. İyi tüccarlar olan cemaat şehirlerde oldukça yüksek standartlarda hayatlarını sürdürmüşlerdir. 1660'lara gelindiğinde cemaatten birisi kendisinin "Mesih" olduğunu, Osmanlı ülkesinin onsekiz parçaya bölüneceğini bunlardan birinin kendi devletleri olacağını, payitahtın ve hanedanın yok olacağını iddia etmiş, cemaatten bir hayli taraftar da toplamıştır.
Osmanlı, Sebetay Sevi adındaki bu adamın tutularak huzura çıkarılmasını istemiş, Sebetay Sevi'ye yaptığının anlamı sorulup sıkıştırıldığında inkâra yönelmiş, Hahambaşılara sorulmuş, onlar iddianın doğruluğunu beyan etmişlerdir. Sebetay Sevi'nin inkârı hapsedilmesini engelleyememiş ancak hapisle cezalandırılan Sebetay'ın ünü Lehistan, Almanya, İngiltere, İtalya ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılmıştır. Para karşılığı dahi olsa Müslümanlardan taraftar toplamaya devam eden Sebetay ve Museviler, Hahamların ve ahalinin şikayeti üzerine huzura çıkarılmış ancak cezasının idam olacağına anlayınca Müslüman olmuş ve Mehmet Aziz Efendi adını almış bilahare cemaati de aynı yolu izlemiştir.
Ancak cemaat hem Yahudilik hem de Müslümanlık dışında kalmayı tercih etmiş, zahiren Müslüman fiilen Sebetay'ın Mesih olduğuna inanan Museviliğin bir tür mezhep ya da tarikatı denilebilecek kapalı bir cemaat doğmuştur. Dönmeler ya da Sebetaycılar diye anılan işte bu gruptur. Kimliklerinin bir sır gibi saklandığı iddia edilir. 1700'lü yıllara gelindiğinde bu davranış Hristiyan toplumlarda; İspanya'da Maranlık, Polonya'da Frankistlik, İngiltere'de Püritenlik vs. değişik isimlerle ortaya çıkmıştır. Osmanlı'da zaman zaman siyasî gailelere neden olan sabotajları, ne yaptıkları çok kere hahamlara ve Musevi cemaat liderlerine sorulmuştur. Cemaatin sırlı karakteri ne olup bittiğinin anlaşılmasına mâni olmuştur. Esasen II. Abdülhamit fırkaların, dönmelerin, Yahudilerin ve Masonların kontrolüne geçtiğini düşünerek hahambaşına sabotajcıları sormuş, aldığı cevap ise muğlak olmuştur. Balkan Harbi neticesinde Yunan sıkıştırmasıyla Türk kontrolündeki sahalara büyük bölümü sürgün edilmiş, Cumhuriyet kurulunca Yunanistan'la mübadelede
Selanik ve geldikleri diğer yerlere dönmek konusunda ikiliğe düşmelerinden Türkiye ve Yunanistandakilerin bir bölümü Müslüman ve Türk olmadıklarını Musevi ve Yahudi olduklarını yazılı ve sözlü açıkça beyan etmişlerdir. Türkiye'de kalmak isteyenler ise Müslüman olduklarını böyle bir cemaat olmadığını ileri sürerek cemaatin kalmasını sağlamışlardır. Konu T.B.M.M.'de tartışılacak boyutlar kazanmıştır. Birikim Dergisinin Nisan 1995 sayısında, İsrail'de tahsil görmüş, muhtemelen kendisi de dönme nesilden Sebetaist olan Ilgaz Zorlu'nun "gizli bir etnik cemaat; Türkiye Sebetaycıları" başlıklı yazısında kaba bir tahminle Türkiye'de bugün yüzbin Sebetaycı kökenli kişi bulunduğundan bahsedilmektedir.
Osmanlıyı mesih gailesiyle uğraştıran Sebetay Sevi'den sonra kendilerinin ne olduğunu çok iyi bilen üstelik başkasına bildirmeyen halkın dönme, Osmanlı bürokrasisinin avdeti, günümüz terminolojilerinin Sebetayist dediği bu gruptur. Zaman içinde bir kısmı tekrar din değiştirmiş, hatta bazıları İsrail'e yerleşmiştir. 1660'tan 1995'e kadar geçen 335 yıllık süreden sonra hâlâ " gizli bir etnik cemaat; Türkiye Sebetaycıları" başlığıyla varlıklarının yüzbin kişi olduğu iddia edilen bu unsurun ne kadarı işçidir, köylüdür veya düşük dereceli memurdur.
Veya ne kadarı patrondur, bürokrattır, müsteşardır, parlamenterdir, bakandır, genel müdür, müdür yardımcısıdır. Diplomattır, elçidir belli midir? Belli ise de sadece kendileri için mi bellidir? Neden milletin malumu değildir? Yoksa üst seviyelerde işlerinin başında bulunan değişik siyasi kanatlarda hareket eden, geniş kadrolu; esnek davranışlı bir gizli örgütlenmenin metodunu mu geliştirmiş ve uygulamaktadırlar? En önemlisi neden gizlidirler? İsrail'de yüzbin Arap, Yahudi taklidi yaparak Araplara yardımcı Yahudiliği tahripkâr politikalar üretecek biçimde toplumsal üst katmanlara yerleşseler normal karşılanır mı? Ahlâken uygun mudur?
Hoşgörü yılı ilan edilen 1995'te dünya, hoşgörünün insanlığın mutluluğu için ne kadar gerekli olduğunu yeni yeni anlamaya çalışıyor. Oysa Türkler tarihte savaşı savaşın kuralları içinde yapan, barışta engin hoşgörü ve iyiniyete sahip bir millet olduklarını gösterdiler. Ta ki hoşgörülü davrandıkları bünyedeki unsurlar cephe açıp savaş düzeni alıncaya kadar. Ne yapsalardı, hoşgörü ve iyiniyette ısrarla öldürülmeyi mi bekleselerdi? Sekizyüz yıllık hoşgörüden sonra olanları anlamakta Ermeni asıllı Agop'un idrak ettiği doğal gerçek bu olsa gerekti. Cephe açan Ermeniler açısından yaptıkları hatadan yararlananlara ait bir hile seziyordu. I. Dünya Savaşını Almanlar kazanırsa Almanlarla, İngiliz, Fransız ve Amerikalılar kazanırsa onlarla savaş sonrası bir ticaret düzeni söz konusu olacaktı. Almanlar ve diğerleri Ortadoğu ve Türkiye'ye bu işlerin sağlanması için büyük bir nüfus aktaramayacaklar ancak içerden bir grubu bu yöndeki politikaların icrasına alacaklar ve birlikte kârı paylaşacaklardı.
Dr. Nazım ve Cavit Bey takımı da çoktan Musul ve Kerkük'te petrolün %25'ini Deutsche Bank'a vermişlerdi. Diğer yandan Ortadoğu'ya Musevi göçmen yerleşmesine müsade etmişlerdi. Savaştan sonra Alman Bankasının hisseleri Lozan'da tartışılan ana maddelerden biri olmuştu. Nihayet bu hisse İngilizlere devredildi. 1926'da Atatürk Musul-Kerkük meselesini sıcak tutarken, İngiliz oyunuyla Şeyh Sait ayaklandırılırken, Cavit Bey takımı Atatürk'e İzmir suikasti tertibiyle meşguldür. Standart Petrol, Mobil ve Shell'in sermaye yapılarının milliyetleri o yıllarda neydi acaba? Muhatap olduğumuz zeka ve karakter, engin hoşgörü ve iyiniyetimizi zaman zaman istismara yönelmiştir. Belki hâlâ yöneliyor. Çoğu zaman bizden istenen derin bir iyiniyet uykusunda yaşamamız.
Thedor Herzl, II. Abdülhamit' ten Filistin'i istediğinde yıl 1890'dı ve Osmanlı uykuda yakalanmıştı. 1918'den sonra Wilson prensipleri çerçevesindeki Amerikan politikası uygulanabilse idi belki 1920'lerde Filistin'de İsrail kurulmuş olacaktı. İngiliz politikası Ortadoğu'ya hakim olunca 1948'e sarkmak zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı sonrasındaki dünyanın belirleyiciliğinde Amerikan etkisi artınca ancak sonuç alabildiler. Halide Edip ve diğer Amerikan mandacılarının mütarekedeki tutumlarını açıklayacak mantalite bu olmalıdır. Türk politikasında değişik kanatlarda Yahudilerin düşmanımız olmadığı , onlarla hiç savaşmadığımız gibi safça, gafilce ya da planlı ifadeler kullanan tipler çıkabilmiştir. Ordusu olmayan milletle savaş olur muydu? Saf mısınız, Türkleri mi kandırıyorsunuz?
Kaldı ki bu da gerçek değildir. I. Dünya Savaşında Filistin cephesinde, İngilizler lehine casusluk ve sabotaj hareketlerine girmediler mi? Yedi-sekizyüz bin kişilik (Filistin'e yeni yerleştikleri halde bu faaliyetlere girmekten çekinmeyen ) bu muhacir grubun bir bölümü yine engin hoşgörümüzden kaynaklanan biçimde hiç dokunulmadan İngiliz tarafına Mısır'a geçirildi. Bunlar bilahare İngiliz üniformasıyla lojistik ve destek taburları oluşturup Türklerele savaştılar. Hatta Çanakkale'de çıkarmaya katıldılar. Altıbin kişisi orada Türklerle savaşmanın ne demek olduğunu diğerleri gibi öğrenmiş oldular.
Sağda veya solda bu tip politikacılara düşen, biliyorlarsa doğruyu söylemeleri, bilmiyorlarsa susmalarıdır. Hoşgörü ve iyiniyet sahibi olduğumuz doğrudur. Sadece Museviler değil, içte ve dışta bunu bilenler zaten biliyor, bilmeyenlere tarih teminattır. Yine hoşgörü ve iyiniyet, karşılıklılık esasına dayanmalıdır. Türkiye'de klasik Yahudi ( kendilerini her ne olarak kabul ediyorlarsa) Sebetayistlerin üst katmanlarda hayat sürdürdükleri de biliniyor. İş ve ticaret dünyasıyla medyadaki tesir kabiliyetleri de malûm.
Karşılıklı iyiniyet esası, 500. Yıl Vakfı'nı kuranların, üyelerinin, kısacası bu yoğunlaşmanın,tesir ve kabiliyetini Türkiye lehine kullanmalarını zorunlu kılar. Aynı yoğunluğun kurduğu Darüşşafaka Vakfı'nın yaptığı gibi, hayır kurumunun arsalarını yağmaya yönelmelerini değil. Yine aynı yoğunluğun kurduğu Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın yaptığı da; YDH'nin kuruluşuna destek ve yardımcı hizmet sağlayıp, YDH ile Ortadoğu ve Türkiye'de banka politikaları manivela ettirmek de olmamalı. Patronu oldukları gazete ve televizyonların haber bölümlerinde, iç sayfalarda ve program muhtevalarında Türkiye aleyhine siyasi çözüm ve mozaik saçmalığını işleyen yayın politikası da olmamalı. PKK ve Apo başka birşey mi istiyor? Otuz milyonluk İsrail politikası, Ortadoğuda Kürt kartına oynayacak ise ve bunun için Türkiye'deki gelişmeyi etkileyecek destek faaliyetinin yardımcısı olmayı üstlenecek olur ise karşılıklı hoşgörü ve iyiniyet yok demektir. Ortada sadece Türkiye'nin iyiniyet uykusuna yatırılışı sözkonusu olur ki, asla kabul edilemez.
Doğrusunu en iyi şekliyle gelişmeler ortaya koyacaktır. Eğer sahibi oldukları gazetelerde iki yıl önce Saip Molla Korusu için orman yağması ve Bakan yolsuzluğu başlığı atıp şimdide 300.000 dolar fiyatla aynı gazetenin pazarlama şirketi yoluyla sattıkları gibi yapacak iseler iyiniyetlerinin inandırıcılığı da o kadar olacaktır.
Aynı şekilde, " ordumuz Kuzey Irak'ta eşkıyanın peşinde" deyip ertesi gün hemen çekilmemiz gereğini söylemeleri, samimiyetleri konusunda ne düşünmek gerektiğini daha iyi anlatıyor olsa gerek. Yeni dünya düzeni Ortadoğu'yu etkileyerek yeni Ortadoğu düzeni kuracak olur bu da Türkiye'yi zarara uğratmaya yönelirse ve taşeronluğunu da Kürt guruplar üstlenir, bir de cepheyi tabanlarını kapsayacak şekilde genişletirlerse, Agop gibi Türklerle dost kalmamaktan kaçırdıkları fırsatı ve hissettiği hileyi ileride anlayacak çok insan olur. Ancak iş işten geçmiş olur. Son pişmanlık fayda etmez. Theodor Herzl'den günümüze kadar yapılanlar ayrıca etüd edilerek, gelişmeler ve sonuçları daha sonra değerlendirilecektir. Ancak günü geldiğinde ve gerektiğinde, "tavşana kaç tazıya tut" kabilinden politikalar izleyenlerin iktidar çarkları da paramparça edilmeden bırakılmayacaktır.