KİTABIN İÇİNDEKİ HİKAYELER
PARA İLE İMANIN KİMDE OLDUĞU BİLİNMEZMİŞ
SİNEĞİN KENDİNİ BEĞENMİŞİ
PADİŞAHIN AŞKI
BAKKAL VE PAPAĞANI
CAHİLLERİN BABASI
TAVŞANIN FENDİ, ASLANI YENDİ
PAPAĞANIN ALDIĞI MESAJ
MEYVELERİ KİM YEDİ ACABA?
DÜNYADA AVANAK MI YOK?
PADİŞAHA HEDİYE
DÖVME YAPTIRAN YİĞİT !
SUSAYAN IRMAK ARARMIŞ.
EN BÜYÜK PAY KİMİN?
GURURUN SONU
PADİŞAH DA KİM OLUYOR?
İŞİTME ENGELLİ BİRİNİN HASTA ZİYARETİ
RESSAMDAN RESSAMA FARK VAR
İKİ KÖRLÜK NE DEMEK?
AKILLI ADAM !
DİKEN YETİŞTİREN ADAM
GÖNÜLDEN YAPILAN İBADET
DERVİŞLERİN HERŞEYİ ALLAHTIR
AYI AYILIĞINI YAPACAKTIR
BABASININ ÖLÜMÜNE ÜZÜLEN ÇOCUK
BİLAL-İ HABEŞİ’NİN YANLIŞI
SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR
GERÇEK DOST
ALLAH BİZİ DUYUYOR MU?
KARGA KARGALIĞINI, BÜLBÜL BÜLBÜLLÜĞÜNÜ YAPAR
KARANLIK AHIRDAKİ FİLİN TARİFİ
OLMAYACAK ŞEYİ İSTEMEK
HER KUŞ KENDİ CİNSİYLE UÇAR
İNSANLAR NİÇİN ANLAŞAMIYORLAR?
GÖRME ENGELLİ BİRİNİN KURANI YÜZÜNDEN OKUMASI
KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞİN SONU
İHTİYARLIK HASTALIĞI
KÖPEĞİN SÖZ VERMESİ
AKLI KULLANMANIN ÖNEMİ
GÜZELLİK BAŞA BELA MI?
KÖTÜLER İÇİN DUA
BENCİLİN KÖPEĞİ
GERÇEK SEVGİ
ALAH’IN GAZABINDAN NASIL KURTULUNUR?
SAHTEKARLIĞIN SONU
HANGİSİ DAHA ÖNEMLİ? FİZİKİ GÖRÜNÜM MÜ YOKSA RUHSAL YAPI MI?
HİÇBİR ŞEY OLMAYAN EV NEYE YARAR?
MİDEDEKİ YILAN NASIL ÇIKARILIR?
İŞİN SONUNU GÖREMEYEN ADAM
HAKİKİ GÖZ KARANLIKTA GÖREN GÖZDÜR
PADİŞAH VE ŞEHZADE
HER NİMETİN BİR KÜLFETİ VARDIR
EBUBEKİR İSTEYEN PADİŞAH
NE İÇTİ ACABA?
DELİ OLMADAN VELİ OLUNMAZMIŞ
PADİŞAHIN SÖZÜ MÜ YOKSA DEĞERLİ TAŞ MI ÖNEMLİ?
BÖL, PARÇALA,YOKET
EŞŞEKLERİ TOPLAYAN GÖREVLİLER
ÇİRKİN SESİN YAPTIĞI KÖTÜLÜK
HÜRRİYET, HÜRRİYET, HÜRRİYET
BAĞIRMAK İŞE YARAR MI?
BİR İŞİN SONUNU DÜŞÜNMEK
PADŞSHTAN PADİŞAHA FARK VAR
KİM DAHA YAŞLI ACABA?
AŞIKIN BÖYLESİ
HIRSIZA KİLİT OLMAZMIŞ
DOKTOR DEDİĞİN BÖYLE OLMALI
HAZIRCEVAP OLMAK VE KURNAZLIK
GÖNÜLDEN YAPILAN TÖVBE
BEYİNSİZ EŞŞEK
AHMAK KÖLE
KÜSTAH HİZMETÇİ VE LA HAVLE YİYEN EŞEK
HADDİNİ BİLMEYEN YOKSUL ADAM
HIRSIZIN YEDİĞİ DAYAK KİMİN DAYAĞI?
AZRAİLDEN KURTULUŞ VAR MI?
ÖLMEYEN BİRİ VAR MI?
İSHAK ORHAN HAKKINDA
İshak Orhan 1960 yılında Konya’nın Doğanhisar ilçesine bağlı olan Yenice beldesinde doğdu. İlkokulu Yenice’de, ortaokulu ilçede bitirdikten sonra Çankırı Sağlık Kolejini Devlet parasız yatılı olarak okudu. Ve 1978 yılında Konya’da sağlık memuru olarak göreve başladı. Aynı yıl Konya Yabancı Diller Yüksek Okulu İngilizce bölümünde yüksek öğretimine başladı. 1981 yılında mezun olup pedagojik formasyon kursunu da tamamladıktan sonra 1983 yılında Konya Sağlık Meslek Lisesi’ne İngilizce Öğretmeni olarak tayin oldu. 1985 yılında S.Ü.Eğitim Fakültesi’nin açmış olduğu lisans tamamlama programını bitirdi.
1993 yılında Konya Sağlık Eğitim Enstitüsü’ne İngilizce Okutmanı olarak atandı. 1998 yılında bu okul Sağlık Bakanlığınca kapatıldı.
1998 yılında Niğde Üniversitesi Aksaray İ.İ.B.Fakültesine İngilizce Okutmanı olarak atandı. Aynı yıl S.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Eğitim Programları ve Öğretim ana bilim dalında yüksek Lisansa başladı ve 2001 yılında tamamladı. 2002-2004 yılları arasında Aksaray Polis Meslek Yüksekokulu’nda İngilizce derslerine de girdi. 2004 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Selçuk Üniversitesinde İngilizce ve Pedagoji derslerine girmekte ve özel çalışmalar yapmaktadır.
İshak Orhan 1981 yılından beri Mevlana’nın eserleri üzerinde çalışmaktadır. Ancak bunları şimdiye kadar kitap haline getirmeyi düşünmemişti. Evli ve iki çocukludur. Konya’da ikamet etmekte olup irtibat kurmak isteyenler ve eleştirisi olanlar 0 505 409 69 80 no’lu telefonla veya orhanishak@gmail.com elektronik posta ile ulaşabilirler.
PARA İLE İMANIN KİMDE OLDUĞU BİLİNMEZMİŞ
Hazreti Ömer zamanında pek güzel, pek latif sesi ve sazı olan bir çalgıcı vardı. O güzel sesi dinleyenlerin neşeleri yüz kat artardı. Meclisleri, toplulukları onun sesi ve nefesi süslerdi.
İhtiyarlayıp sesi çirkinleşince kimse onu dinlemez olmuştu. Artık hiç kimse o sese önem vermez oldu.
İşte böyle zamanlarda Allah’a yalvararak:
Ey Allah’ım! Artık kazancım yok. Elim ermez, gücüm yetmez oldu. Evet, bana uzun bir ömür verdin. Bir gün olup rızkımı kesmedin. Ey Allah’ım, ben artık bugün senin için çalacağım.
İhtiyar çalgıcı çengi omuzladı. Allah’a sığınmak, ona çengi çalmak için ah vah ederek Medine Mezarlığına yöneldi. Kendi kendine dedi ki:
“Ben çalacağım çengin ücretini Allah’tan isterim. Çünkü O, özü doğru olanları kabul eder.”
Bir hayli çaldı, ağladı, sonra çengi yastık yaptı. Mezarın yanında başını çenge koyup yattı.
Uyku, onu kendisinden aldı. Can kuşu hapisten kurtuldu. Çalgıyı da çalmayı da bıraktı gitti. Çalgıcının ruhu mana âleminde gezip duruyordu.
“Ah, diyordu. Beni burada bıraksalar, bana burada bir yer verseler, ne iyi olurdu. Burada bu mana âleminde başsız ayaksız yolculuklar ederdim. Dudaksız dişsiz şekerler yerdim.”
O sırada Hazreti Ömer’e, evinde otururken bir uyku geldi ki bu uykudan başını kaldıramadı.
Hazreti Ömer:
“Ey Allah’ım! Böyle uykuya alışık değilim. Bu uyku sebepsiz değildir. Her halde gizli âlemden geliyor.”
Başını yastığa koydu yattı. Bir rüya gördü. Rüyasında Hak tarafından bir ses geldi. Bu sesi ruhu işitti. Bu ses:
“Ey Ömer! Kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Bu kulumuz has ve muhterem bir kuldur. Onu görmek için mezarlığa kadar git. Ona hazineden ihtiyacı olan yedi yüz dinarı ver. O parayı ona götür ve de ki: “Ey Allah’ın kulu, şimdilik bunu getirdim, bu senin ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bunu harca tükenince buraya gel.”
Hazreti Ömer rüyasında işittiği sesin heybetinden uyandı, yerinden sıçradı, kalktı ve bu hizmeti görmek için hazırlandı. Parayı koltuğuna aldı ve mezarlığın yolunu tuttu.
Koşa koşa Allah’ın bu has kulunu aramaya koyuldu. Mezarlığın çevresinde bir hayli döndü, dolaştı. Fakat uyuyan o ihtiyar çalgıcıdan başka kimseyi göremedi. Kendi kendine:
“Allah’ın has kulu bu olamaz,” dedi.
Fakat aradı, taradı başka kimseyi de göremedi. “Cenab-ı Allah tertemiz has kulum var diye buyurdu. Bu ihtiyar nasıl has bir kul olabilir.” diye düşündü.
Sonra geldi ihtiyar çalgıcının önünde saygıyla durdu. Bu sırada Hazreti Ömer onu korkutmadan uyandırmak için eline taş alıp vurdu. İhtiyar uyandı, sıçradı kalktı. Hazreti Ömer’i gördü, şaştı kaldı. Gitmek istedi ve korkudan titremeye başladı. İçinden “Ya Rabbi! yardım et. Nasıl oldu da halife geldi, benim gibi bir ihtiyar çalgıcıya çattı?”
Hazreti Ömer ihtiyarın yüzüne baktığı zaman onu utanmış, beti benzi sararmış bir şekilde görünce ona:
“Benden korkma. Sana müjde getirdim. Allah seni o kadar övdü ki sonunda Ömer senin yüzüne âşık oldu. Gel şöyle yanıma otur. İşte ihtiyacın olan birkaç altın. Bunları harca, yine buraya gel.”
İhtiyar bu sözü duyunca titreyip ağlamaya başladı.
SİNEĞİN KENDİNİ BEĞENMİŞİ
Bir zamanlar bir sinek gururlu gururlu dolaşır ve kendini kanatlıların şahı, zümrüdü ankası yerine koyardı. Bir gün yolu seyahat etmekte olan bir gemiye düştü. Ve şaşkınlığa uğradı, hayretler içinde kaldı. Kendi kendine “Allah Allah! Koskoca bir denizde, kocaman bir gemiyi küçücük bir adam idare ediyor. Bu nasıl iştir?” Diye.
Gemi kıyıya yanaşınca sinek de karaya uçtu ve bir eşeğin önce ayağını basıp ta çiş yaptığı yerde bulunan saman çöpüne kondu. Saman çöpü sallandıkça sinek biraz önce gemide iken hayret ettiği işin şu anda kendi başına geldiğini fark etti. Ve yahu ben niye bu kadar hayret ettim ki? İşte burası bir deniz, ve ben de bir gemide (saman çöpü üzerinde) kaptanım diye artık gururundan yanına hiç yaklaşılmaz oldu.
PADİŞAHIN AŞKI
Padişah bir gün ava giderken ana caddede bir genç kız gördü. Genç kız, bir evin hizmetçisi idi.
Padişah, bu kızı çok sevdi ve bedelini ödeyerek sahibinden satın aldı.
Bu durum genç kızı mutlu etmedi. Üzüntüsünden hasta oldu. Padişah, bu duruma çok üzüldü. Oradaki bütün ünlü hekimleri kızı iyileştirmeleri için sarayına çağırdı.
Hekimler, ne yaptılarsa kızı iyileştiremediler. Padişah üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyordu. Bir gece ağlayarak kızın iyileşmesi için dua etti. Bu esnada hafif bir uykuya dalmıştı. Rüyasında ona birisi göründü ve şöyle dedi:
“Allah dileğini kabul etti. Yarın saraya yabancı biri gelecek. O gerçek bir doktordur. Onun ilacı hastanı iyileştirecek.”
Padişah, sabah uyanır uyanmaz o hekimi beklemeye başladı. Biraz sonra saray kapısına ihtiyar bir adam geldi. Padişahla görüşmek istediğini söyledi. Adamı padişahın huzuruna çıkardılar. Bu adam, padişahın rüyasında gördüğü adamın ta kendisiydi. Yani o hekimdi.
Hekimi hemen kızın yanına götürdüler. Hekim, hastayı muayene etti. Sonunda kızın bedeninde bir rahatsızlığı olmadığını anladı. Kızın derdi gönül derdiydi.
Bunu anlayan hekim padişaha dedi ki:
“Benim bu hastayla baş başa kalmam gerekir. Herkes dışarı çıksın.”
Oda boşaltıldı. Hekim, hasta ile baş başa kaldı ve ona “Memleketin neresidir? Orada akrabandan kimler var? Kimlere yakınsınız? Gibi sorular sordu. Bir taraftan da kızın nabzını sayıyordu.
Kız, sorulan sorulara tek tek cevap verdi. Hekim son olarak en son hangi şehirde bulunduğunu sorduğu zaman kızın nabız atışları değişti. Bu şehir Semerkant’tı. Çünkü o, buradaki bir kuyumcuya aşıktı. Hekim, böylece kızın asıl derdinin ne olduğunu anlamış oldu.
Hekim, daha sonra padişahın huzuruna çıktı. Meseleden birazcık bahsetti ve:
“Bu kuyumcuyu buraya getirmemiz gerekir,” dedi.
Padişah, söyleneni yerine getirdi. Kuyumcuyu saraya getirdiler.
Hekim, bu defa da:
“Padişahım dedi. Kızı bu kuyumcuya vermelisiniz. Başka türlü iyileşmez.”
Padişah, kızı öylesine çok sevmekteydi ki tek derdi onun iyileşmesi ve mutlu olmasıydı. Hiç tereddüt etmeden söyleneni yaptı. Kızı, kuyumcuya verdi.
Kız, artık kuyumcuyla birlikteydi. Her gün biraz daha iyileşmekteydi. Altı ay içinde tamamen kendine geldi.
Kızın derdini anlayan hekim bu defa da kuyumcuya bir şerbet yaptı. Kuyumcu, bunun etkisiyle hastalandı. Günden güne çirkinleşmeye başladı. Kızın gönlü de ondan soğudu.
Bu durum kuyumcunun onurunu çok incitti. Üzüntüsünden çok geçmeden öldü. Ve padişaha karşı gönlüne sevgi doğdu. Padişah da mutlu bir hayat sürdü.
BAKKAL VE PAPAĞANI
Bir zamanlar bir bakkal vardı. Bu bakkalın güzel sesli bir papağanı vardı. Papağan dükkânda bekçilik yapar, müşterilere nükteler söyler, hoş latifeler yapardı. İnsanlarla insan gibi konuşurdu.
Dükkânın sahibi bir gün evine gitmişti. Papağanı dükkânı koruması kollaması için tembih etmişti.
Bir ara kedinin biri, kovaladığı bir fareyi yakalamak için ansızın dükkâna girdi. Bu gürültü esnasında korkan papağan can korkusundan yerinden fırlayıp, dükkânın bir köşesine kaçtı; oradaki gül yağı şişelerini devirdi.
Gül yağı şişeleri devrilince kırıldı ve şişedeki yağlar etrafa döküldü.
Biraz sonra dükkân sahibi evden geldi. Bir de ne görsün, her taraf yağ içindeydi. Bu durumu papağanın yaptığını anlamakta gecikmedi. Bu hale çok sinirlenerek hayvanın başına vurup tüylerini döktü. Papağanın başı kel oldu.
Başı kel olan papağanın dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu artık. Bakkalın öfkesi dinmişti. Ama şimdi de pişmanlık içerisindeydi. Papağanın eski haline dönmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Yoksullara sadakalar verdi; doktorlara başvurdu. İlaçlar yaptırdı.
Fakat boşunaydı.. Zavallı papağan hem dilsizdi, hem de keldi.
Aradan uzun bir zaman geçti. Bir gün dükkânın önünden başı kel bir adam geçiyordu.
Papağan bu adamı görünce konuşmaya başladı:
“Ey yolcu! Senin başın niye kel? Yoksa sen de benim gibi gül yağı şişelerini mi kırdın?”
Papağanın bu sözleri karşısında orada bulunan insanlar gülmeye başladılar. Papağanın yaptığı bu benzetme hoşlarına gitmişti.
CAHİLLERİN BABASI
Ebu Cehil bir gün avucuna aldığı taş parçalarını gizleyerek Peygamberin karşısına dikilir ve “ peygamber olduğunu iddia ediyorsan, elimde ne var, bil bakalım, eğer bilirsen sana inanabilirim” der.
Peygamberimiz : “Ben mi onların ne olduğunu söyleyeyim, yoksa onlar mı benim kim olduğumu söylesinler?” deyince Ebu Cehil:
“Madem ki bu kadar iddialısın. O zaman onlar senin kim olduğunu söylesinler” diyerek peygamberimizle güya alay eder.
Bunun üzerine peygamberimizin avucundaki taşlar” Allah birdir ve Muhammed onun kulu ve elçisidir” diye şahitlikte bulunmaya başlarlar.
Bunun üzerine Ebu Cehil inanmak şöyle dursun avucundaki taşları sinirle yere fırlatarak peygamberimize ” bu cihana senin gibi usta bir sihirbaz asla gelmemiştir” diyerek meydanı terk eder.
TAVŞANIN FENDİ, ASLANI YENDİ
Yemyeşil ağaçlarla kaplı güzel bir orman vardı. Her tarafından şırıl şırıl sular akıyordu. Bütün hayvanlar, burada mutluluk içinde yaşıyorlardı.
Hayvanların bu mutlulukları uzun sürmedi. Ormanlar kralı aslan hayatı onlara zehir etmeye başladı. Hayvanlar korku içindeydiler. Çünkü, aslan olur olmaz yerlere tuzak kuruyor, her gün içlerinden birini yiyordu.
Bu durum, hayvanları çok endişelendirdi. Hiç biri ormanda rahatça gezip dolaşamaz oldu. Çünkü her yer tuzak doluydu. Böyle bir korku içinde yaşamak çok kötüydü.
Hayvanlar, bir gün aslandan gizli olarak toplandılar. Bu meseleye bir çare bulmalıydılar. Uzun tartışmalardan sonra bir karara vardılar. Ve aslanın yanına gittiler:
“Efendimiz, dediler. Sen bütün gün tuzak kurup yoruluyorsun. Biz de her gün ölüm korkusu içinde yaşıyoruz. Şöyle yapalım. İçimizden biri her sabah yanınıza gönüllü olarak gelsin. Böylece sen tuzakla uğraşma, biz de rahat rahat gezelim dediler.”
Bu teklif aslanın hoşuna gitti. Ama bir endişesi vardı. Hayvanlar acaba sözlerinde dururlar mıydı?
Hayvanların sözcüsü ileri atıldı:
“Söz veriyoruz, dedi. Sen bizim kralımızsın. Sana hainlik yapamayız. Sen tahtında otur. Keyfine bak. Sana her gün birimiz geleceğiz. Sen de onu afiyetle ye… Onu beğenmezsen başkasını göndeririz. Yeter ki yavrularımıza dokunma.”
Aslan, keyiflenmişti:
“Ben tembelliği sevmem dedi. Av peşinde koşmak hoşuma gidiyor. Ama sizi de kırmak istemiyorum. Madem sözünüzde duracaksınız. Öyle yapalım. Fakat bir hainlik yaparsanız canınıza okurum. İntikam çok acı olur.
Hayvanlar:
“Söz veriyoruz,” diyerek oradan ayrıldılar.
Ertesi gün, yine toplandılar. Çünkü ortada bir problem vardı. Bugün aslana kim gidecekti. Yarın öbür gün….
Uzun tartışmalardan sonra buna da bir çare buldular. Bu işi kura yoluyla yapmaya karar verdiler. Her gün kura çekilecek kurada kim çıkarsa aslana o gidecekti.
O günden sonra kurada çıkan hayvan istemeyerek de olsa aslanın yanına gidiyor ve tabi ki geri dönmüyordu.
Sıra o gün tavşana gelmişti. Tavşan hiç oralı olmadı.
Diğer hayvanlar:
“Oyunbozanlık etme tavşan kardeş. Acele et. Aslanı kızdırmayalım. Sonra zararı hepimize dokunur.
Tavşan:
“Bu, böyle olmaz arkadaşlar. Bir planım var. Bana bir fırsat verin. Aslana öyle bir oyun oynayacağım ki dünyaya geldiğine pişman olacak. Sonra hepimiz bu ormanda korkusuzca yaşayacağız.”
Hayvanlar, tavşanın planını öğrenmek istediler.
Tavşan:
“Söyleyemem, dedi. Bu bir sırdır. Sır söylenmez. Siz bana güvenin yeter.”
Tavşan, arkadaşlarını ikna etmeyi başardı. Planını uygulamak üzere yola çıktı.
Aslanın yemek saati çoktan gelmiş hatta geçmişti. Açlıktan midesi kazınıyordu. Yerinde duramıyor, öfkesinden deliye dönüyordu. Saatler sonra tavşanı karşısında görünce:
“Seni terbiyesiz, dedi. Sen koskoca bir kralı böyle nasıl bekletirsin? Neden geciktin?”
“Size yiyecek olmak benim için şereftir efendim. Ama çok önemli bir şey oldu. Onun için geciktim. İzin verin anlatayım ondan sonra ne yaparsanız yapın.”
“Çabuk söyle,” diye bağırdı aslan.
“Efendim,” diye söze başladı tavşan. “Sabah erkenden sizin yanınıza gelmek için yola çıktım. Yanımda çok besili bir tavşan vardı. Hangimizi beğenirseniz onu yersiniz diye düşündük. Derken yolda başka bir aslanla karşılaştık. Bize saldırdı.”
Ben de:”Bize dokunmayın diye yalvardım. Biz kralın yiyecekleriyiz.”
Bu söz üzerine ne dese iyi…
“Kral da kimmiş? dedi. Sonra o size hakaretler etti. Bense çok yalvardım. Hiç değilse izin verin kralımızın yüzünü son kez göreyim, diye. Bana:”Besili tavşan burada kalsın. Sen git. Ona söyle buraların kralı artık benim,” dedi.
Aslan bu sözü duyunca iyice deliye döndü. Açlık, zaten başına vurmuştu. Şimdi de ortaya kendisine hakaretler eden bu münasebetsiz çıkmıştı. Ona meydan okuyordu. Olacak şey miydi bu?
“Düş önüme.” dedi tavşana. “Çabuk beni onun yanına götür.”
Tavşan aslanın önüne düştü. Önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Kuyunun başına geldiklerinde tavşan ürpererek geri çekildi:
Bu durum aslanın dikkatinden kaçmadı.
“Niye geri çekildin?”
“Efendim, o aslan bu kuyunun içinde oturuyor.”
“Bak bakalım hâlâ orada mı?”
“Ben bakamam siz beni kucağınıza alırsanız ancak öyle bakabilirim.”
Aslan, bunu tavşanın korkaklığına yorumladı. Onu kucağına aldı ve kuyuya eğildi.
Suyun içinde iri yapılı bir aslan vardı. Kucağında da besili bir tavşan.
Aslında görünen tavşanla kendisiydi. Su onları daha şişman göstermişti. Fakat aslan bunu anlayamadı. Tavşanı elinden bıraktığı gibi kuyuya atladı.
Tavşan amacına ulaşmıştı. Hoplaya zıplaya diğer hayvanların yanına döndü.”Gözünüz aydın olsun diye seslendi. Artık o aslan yok. Bana inanmayan gidip kuyunun içine baksın.”
Sonra bütün hikâyeyi anlattı. Hayvanlar ona inandılar. Ormandaki mutlu hayatları yeniden başladı.
PAPAĞANIN ALDIĞI MESAJ
Bir zamanlar zengin bir tüccarın güzel sesli bir papağanı vardı. Adam onu yıllar önce bir satıcıdan yüklü miktarda bir paraya satın almıştı.
Papağan o günden sonra zengin tüccarın en yakın can yoldaşı olmuştu. Adam, bu durumdan çok memnundu. Fakat papağan için böyle değildi. Gerçi sahibi ona iyi bakıyordu ama papağan özgürlüğünden yok- sundu. Bir kafes içinde ömrünü geçirmek hiç de hoş değildi.
Tüccar, bir gün Hindistan’a gitmeye karar verdi. Yol hazırlığına başladı. Derken yola çıkacağı gün geldi. Ev halkıyla vedalaştı. Hepsine tek tek sordu:
“Söyleyin bana… Size gelirken ne getireyim. Neler istiyorsunuz?”
Tüccarın bu sözü üzerine herkes isteklerini söyledi. Sıra papağana gelmişti. O da ev halkından biri sayılırdı.
“Söyle bakalım güzel kuşum. Sana ne getireyim.”
Papağan boynunu büktü. Adamın yüzüne şöyle bir baktı. Ve şöyle dedi:
“Mademki Hindistan’a gidiyorsunuz. Orada birçok papağan göreceksiniz demektir. Onlara benim halimi anlatın ve selâmımı söyleyin. Hepsini çok özlediğimi anlatın. Deyin ki onlara: Gökyüzünde bir de benim için uçsunlar, gül bahçelerinde yeşil ağaçlar arasında benim için de gezsinler.” Adam:
“İstediğin bu olsun,” dedi. “İlk gördüğüm papağana bunları söyleyeceğim.”
Günler süren uzun bir yolculuktan sonra tüccar Hindistan topraklarına ulaştı. Biraz dinlenmek için bir ağacın altına oturdu. Az sonra birkaç papağan da gelip ağaca kondular. Şarkı söylemeye başladılar.
Adam bir süre onları dinledi. Onları dinlerken de kendi papağanının söylediklerini hatırladı. Ve papağanlara şöyle dedi:
“Ey güzel sesli kuşlar. Size papağanımın selâmı var. Hepinizi çok özlemiş. Dedi ki; kardeşlerim benim için de uçsunlar gökyüzünde, ağaçlarda benim için de şarkılar söylesinler, gül bahçelerinde benim için de gezsinler.”
Bu sözleri duyan papağanlardan birisi tir tir titremeye başladı. Az sonra da nefesi kesildi düştü öldü.
Tüccar bu duruma çok üzüldü. Verdiği haberden dolayı pişmanlık duydu. Kendince şöyle dedi:
“Herhalde bu papağan benimkinin akrabalarından birisiydi. Onun hasretine dayanamayıp öldü.”
Yapılacak bir şey yoktu. Adam şehre girdi. Alış verişini yaptı. Ülkesine dönmek üzere yola çıktı. Yakınlarının istediği her şeyi almıştı ama papağanına ne diyecekti? Kara kara bunu düşünüyordu.
Ev halkı, tüccarı sevinçle karşıladı. Hele getirilen hediyeler hepsinin çok hoşuna gitti.
Papağan:”Efendim bana papağanların selamını getirmedin mi yoksa” dedi üzgün bir sesle…Tüccar, olanları önce anlatmak istemedi. Fakat papağan ısrar ediyordu:
“Ey güzel kuşum! dedi. Çok üzgünüm. Selamını ilk gördüğüm papağanlara söyledim. Fakat içlerinden birisi senin selamını duyunca titremeye başladı, sonra kaskatı kesildi ve öldü.”
Papağan, bu sözleri işitince titremeye başladı. Biraz sonra da kaskatı kesildi.
Tüccar çok şaşırmış ve üzülmüştü:
“Eyvahlar olsun bana dedi. Ben ne yaptım. O papağanın öldüğü yetmiyormuş gibi şimdi de kendi papağanımın ölümüne sebep oldum. Keşke dilim kopsaydı da hiç konuşmasaydım.”
Adam kaskatı kesilen papağanını ölmüş sanarak kafesten çıkardı. Bir kenara koydu. Serbest kalan papağan birden kendine gelerek karşıdaki bir ağacın dalına kondu.
Adamın şaşkınlığı iyice artmıştı.
“Ne oluyor, nedir bu hal”diye söylenmeye başlamıştı.
Papağan:
“Efendim,” dedi. “Buradan ayrılmadan ne olduğunu anlatayım. Hindistan’daki papağan siz selam söyleyip gökyüzünde benim için de uçsunlar deyince tutsak olduğumu anladı ve o davranışlarıyla bana bir yol gösterdi. Yani sen de böyle yap demek istedi. Çünkü ölmüş bir papağanı kim ne yapsın. Ben de onun dediğini yaptım ve kafesten kurtuldum. Siz iyi bir insansınız ama beni de anlayın. Ben gökyüzünde olmalıyım. Şarkılarımı orada söylemeliyim. Ve kendi cinslerim arasında yaşamalıyım. Haydi, hoşça kalın.”
Papağan, bunları söyledikten sonra havalandı. Adam ardından bakakaldı.
MEYVELERİ KİM YEDİ ACABA?
Efendisi kölelerinden en çok Lokman’ı severdi. Bu sebeple diğer köleler Lokman’ı kıskanırlar ve onu gözden düşürmek için fırsat arar dururlardı.
İşte tam ellerine fırsat geçmişti. Köleler hep beraber bağa meyve toplamaya gitmişler ve dönüş yolunda da topladıkları meyveleri yiyip bitirdiler ve efendilerine Lokman yedi dediler.
Efendi Lokman’a kızmıştı. Lokman buna çok üzüldü ve efendisine:
“Ey efendim! Siz meyveleri kimin yediğini öğrenmek ister misiniz? Hepimize bol sıcak su içirin ve şu düz ovada bizi koşturun. O zaman meyveleri kimin yediği ortaya çıkacaktır.” Dedi.
Lokman’ın dediğini yapan efendisi ovada koşarken meyveleri kusan diğer köleleri gördü. Ve böylece Lokman temize çıkmış, diğer köleler de rezil olmuşlardı.
DÜNYADA AVANAK MI YOK?
Adamın biri bir gün Hazret-i Musa’ya giderek:
“Ey Musa! Bana hayvanların dillerini öğret,” dedi. “Hayvanların sözlerini duyayım da onlardan ibret alayım. Belki hayvanların bizim bilmediğimiz bazı marifetleri vardır.”
Hazret-i Musa adama:
“Sen bu hevesten vazgeç, çünkü onların dilinden anlamanın bazı tehlikeleri vardır. Sen ibret almayı, marifeti Allah’tan iste.”
Hazret-i Musa adamı bu işten yasakladığı halde adam bu işin üzerine daha fazla düştü. Zaten insan yasaklanan şeylerin üzerine daha çok düşer.
Adam: “Ya Musa! Beni bu isteğimden mahrum etme. Bu senin lütfuna uygun düşmez. Çok üzülürüm,” diyordu.
Hazret-i Musa:
“Ya Rabbi! Bu saf adamı galiba şeytan aldatıyor. Eğer istediğini ona verirsem zararına olacak, vermesem gönlü kırılacak.”
Hazret-i Musa’ya “Öğret!” diye emir gelince Musa adamı çağırdı:
“Bak!” Dedi. “İstediğin şey, sana zarar verecektir. Bu sevdadan vazgeç. Allah’tan kork. Şeytan seni aldatmış.”Adam:
“ Hiç olmazsa bana şu kapı önünde yatıp duran, ev bekçiliği yapan köpekle horozun dilini öğret,” dedi.Musa Peygamber:
“Pekâlâ, sen bilirsin. Haydi git. Artık onların dilini öğreneceksin”dedi.
Adam sabahleyin:
“Bakalım sahiden dillerini öğrendim mi?” Diye kapı eşiğinde bekledi.
Hizmetçi kadın sofra örtüsünü silkerken bir büyük parça ekmek yere düştü. Horoz ekmek parçasını hemen kaptı. Köpek, horoza çıkıştı:
“Sen yanlış yaptın. Çünkü sen küçük taneleri de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem. Bizim nasibimiz olan ekmeği yiyorsun.”
Horoz köpeğe:
“Sus! Ev sahibinin atı ölecek. Yarın doya doya kemik yersin. Kendini üzme,” dedi.
Ev sahibi bu sözleri duyunca hemen atı sattı. Köpeğe karşı horoz yalancı çıktığı için, yüzü sarardı, utandı.
Ertesi gün yine ekmeği kapınca köpek ağzını açtı:
“Ey yalancı Horoz! Sen yalancının birisin. At ölecek demiştin. At öldü belki , ama başka bir yerde.”
Bu işten haberi olan horoz:
“Merak etme, yarın katırı ölecek, o zaman bol ziyafet var size,” dedi.
Ev sahibi bu sözleri duyunca götürüp katırı da sattı. Kederden de, zarardan da kurtuldu.
Üçüncü gün köpek horoza dedi ki:
“ Ey yalancılar beyi! Hani sözün nerde kaldı?” Horoz:
“Hemencecik katırı sattı, ama yarın kölesi amansız bir hastalığa tutulacak. Kölesi ölünce size güzel bir ziyafet olacak.”
Adam bu sözleri duyar duymaz götürüp köleyi de sattı.
“Şükürler olsun, başıma gelecek üç felaketten de kurtuldum. Horozla köpeğin dilini öğrendiğimden beri, kötü kazalardan kendimi kurtardım.”
Ertesi gün hayal kırıklığına uğrayan köpek:
“Ey saçma sapan konuşan horoz! Dediklerinin hiçbiri çıkmadı. Senin bu yalanlarının sonu gelmez,” diye sitem etti.Horoz:
“Haşa. Ben yalan söylemiyorum. Yarın da ev sahibi ölecek, bol yemekler yapacaklar , o zaman bayram edersin. Sadece sen değil, bütün köy halkı.”
Adam horozun sözlerine kulak kabarttı. Ondan kendi ölümüne dair sözleri duyunca, bedenine bir ateş düştü. Hemen Hazret-i Musa’nın huzuruna vardı.
“Ya Musa! Feryadıma yetiş, beni ölümden kurtar, diye korkudan yalvardı.” Hazret-i Musa:
“Atı, katırı, köleyi sattığın gibi kendini de sat ve kurtul. Madem satış işinde usta oldun, bu sefer de yine öyle yap.” Adam yine:
“Ey iyi huylu peygamber! Yaptıklarımı yüzüme vurma. Beni kurtar.
Musa Peygamber:
“Evlat! Ok yaydan fırladı. Allah’ın verdiği hüküm geri dönmez. Yalnız Allah’tan dilerim ki ahirete imanlı gidesin.”
Tam o sırada adamın midesi bulandı, tas getirdiler. Dört kişi onu aldı, eve götürdüler. Seher vaktinde Hz. Musa onun imansız ölmemesi için Allah’a dua etti.
PADİŞAHA HEDİYE
Adamın biri karısıyla küçük bir köyde bir kulübede yaşıyordu. Belli bir mesleği yoktu. Bu yüzden geçimi pek iyi değildi. Kısacası yoksul bir adamdı.
Fakat bu durumdan ne kendisi ne karısı şikâyetçiydi. Namuslarıyla yaşamak ve çalışmak onlara yetip artıyordu. Bir dilim kuru ekmek bulsalar o günü mutlu geçiriyorlardı.
Günler böyle geçip giderken karısının huyu değişmeye başladı. Hallerinden artık şikâyet ediyordu. Bir gün kocasına:
“Efendi, dedi. Ne olacak bizim halimiz böyle? Bir gün toksak diğer gün açız. Hadi biz neyse… Bak, artık çocuklarımız var. Onlar, iyi giyinmek, iyi beslenmek isterler. Bu işe bir çare bulalım.”
Genç adam, ne yapabilirdi ki?
“Karıcığım,” dedi. “Elimden geleni yapıyorum. Bu kadar oluyor işte.”
Kadın, bu sözlerle ikna olmadı:
“Diyorum ki, dedi. Bir yol padişahımıza gitsen, halimizi anlatsan. Bize belki yardım eder. Çünkü cömertliği dillere destan.”
Bu fikir, genç adamın da aklına zaman zaman geliyordu. Ama koskoca padişahın huzuruna nasıl gidecekti? Birinden bir şey istemeye giderken hiç değilse çam sakızı çoban armağanı bir hediye götürmek gerekirdi.
Ne götürecekti ki… Fakir bir adamdı.
Kadın, kocasına hak verdi. Aradan birkaç gün daha geçti. Kadının, su içerken aklına bir fikir gelmişti.
“Padişaha ne götüreceğini buldum,” dedi. “Sen ona bir testi su götür.”
Bir testi su hediye olur muydu? Adam, bunu duyunca gülmeye başladı. Ama daha sonra bu fikre aklı yattı:
“Olabilir” dedi, karısına.”Bizim buraların suyu güzeldir. Padişahın oturduğu yer koca bir şehir olmalı. Böyle güzel suyu var mı bakalım?”
O köyün suları gerçekten de dillere destandı. Hem padişah dediğin alçakgönüllü olmalıydı. Getirilen bir hediyeyi küçümsemek böyle birine yakışmazdı.
Yolculuk zamanı geldi. Kadın en güzel testisini su ile doldurdu. Kocasının eline vererek onu uğurladı.
Adam, az gitti uz gitti, derken padişahın bulunduğu şehre vardı. Burası, gerçekten de kocaman bir şehirdi. Adam etrafına şaşkın şaşkın bakarken nöbetçiler yanına gelip ne istediğini sordular:
“Padişahı görmek isterim,” dedi.
Padişahın sarayı zengin, fakir herkese açıktı. Nöbetçiler adamı hiç bekletmeden huzura çıkardılar.Padişah sordu:
“Söyle bakalım, derdin nedir?”
“Fakirlik,” dedi genç adam.”Ama size derdimi anlatmadan önce getirdiğim hediyeyi vermek isterim.”
“Neymiş hediyen. Söyle bakalım, ne getirdin bana?”
“Bir testi su.”
Padişah da vezirler de çok şaşırmışlardı. Çünkü bugüne kadar böyle bir hediye hiç almamışlardı.
“Neden su getirdin?”
“Sudan başka getirecek bir şeyim yoktu. Gelirken de yol boyu çölde yürüdüm. Bu yüzden en iyi hediye su olur diye düşündüm.
“Aferin,” dedi padişah. “Bize en güzel hediyeyi getirmişsin.”
Sonra adamlarına emretti:
“Tez bu adama bir kese altın verin, ihtiyaçlarını karşılayın.”
Ardından da padişah ve adamları suyu içtiler.
“Suyun da çok güzelmiş, sağ ol,” dediler.
Genç adam, mutluydu. Padişaha en güzel hediyeyi getirdiğine şimdi daha çok inanıyordu.
Derken, dönmek zamanı geldi. Genç adam, padişahla vedalaşarak yola çıktı. Bu defa başka bir yoldan yürümeye başladı. Bir süre sonra ne görsün? Şehrin yakınından kocaman bir ırmak akmıyor mu?
“Eyvah,” dedi. Ben bu şehirde su yok sanmıştım. Ne kadar ayıp oldu padişaha!..
Sonra her şeyi daha iyi anladı. Padişah, onu mahcup etmemek için suyunu beğenmiş, bir testi suya karşılık bir kese altın vermişti.
Adam, bunu anlayınca:
“Bu, bana yeter,” dedi.”Böyle bir padişahımız olduktan sonra daha ne isterim ben. Bugün var, yarın yok. Önemli olan sevgi ve merhamet…”
DÖVME YAPTIRAN YİĞİT !
İran’ın Kazvin şehrinde yaşayanlar, eski bir geleneğe uyarak bedenlerine, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeyecek şekilde iğne ucu ile dövme yaptırırlardı.
Bir gün Kazvinlinin biri dövmeciye giderek:
“ Bana bir dövme yapmanı istiyorum, ama canımı acıtma,” dedi.
Dövmeci:
“Söyle yiğidim” dedi, “ne resmi yapayım?”
“Benim burcum Aslan burcudur. Kükremiş bir Aslan resmi yap. Fakat biraz özenerek yap ki görenler korksun..”Dövmeci:
“Peki, vücudunun neresine dövme yapayım,” deyince, Kazvinli:
“İki omzumun arasına,” dedi.
Dövmeci, dövme yapmak için iğneyi batırınca adamın sırtı acımaya başladı. İnleyerek:
“Aman usta! Beni öldürdün. Ne resmi yapıyorsun sen?” diye sordu.
“Aslan resmi yap demedin mi?” deyince,
Kazvinli genç:“Neresinden başladın?” Dövmeci:
“Kuyruğundan başladım,” dedi.
Kazvinli genç:
“Aman iki gözüm bırak kuyruğunu. Kuyruğunun acısı beni öldürdü. Bırak, aslan, kuyruksuz olsun. Bana fenalık geldi. Neredeyse bayılacağım.”
Dövme ustası, Kazvinli gencin hissettiği acıları düşünmeden Aslanın başka bir tarafını yapmak için tekrar iğneyi batırdı.
Kazvinli genç:
“Burası neresidir Aslanın?”diye bağırdı.
“Kulağı,” dedi dövmeci.
“Bırak kulağı da olmasın,” dedi.
Dövmeci bu kez iğneyi başka bir tarafa batırınca Kazvinli yine sızlanmaya başladı. Konuşma daha sonra şöyle devam etti:
“Bu üçüncü iğne aslanın neresini dövüyor?” “Karnını.”
“Bırak Aslan karınsız olsun. Duyduğum acı arttıkça arttı. İğneyi çok batırma.”
Dövmecinin şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Sonra iğneyi öfkeyle yere atarak:
“Böyle bir iş, dünyada kimsenin başına gelmemiştir. Kuyruksuz, başsız, kulaksız aslanı kim görmüştür? Allah bile böyle bir Aslan yaratmadı,” diyerek adamı iş yerinden kovdu.
SUSAYAN IRMAK ARARMIŞ.
Susuzluktan cayır cayır yanmakta olan adam nihayet bir ırmak bulmuştu. Fakat suya yetişmesine mani olan yüksek bir kerpiç duvar vardı. Adam suya baktıkça susuzluğu bir kat daha artıyor ve nasıl ulaşacağını düşünüyordu. O sırada eline duvardan kopan bir kerpiç tanesi geldi ve onu suya attı. Suyun sesi o kadar hoşuna gitti ki duvardan kerpiçleri birer birer söküp atmaya başladı.
Bunu gören bir adam seslendi.” Hey! Böyle durmadan kerpiçleri suya atmaktan ne umuyorsun?” Susuz adam:
“Bundan iki fayda ummaktayım. Birincisi: suyun sesini duymak susayan insanlara bir enstrüman dinlemek gibi hoş gelir. İkincisi ise: duvardan çıkarıp suya attığım her kerpiç beni biraz daha suya yaklaştırmaktadır.”
EN BÜYÜK PAY KİMİN?
Aslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Bütün gün hayvanların peşinde koşturduktan sonra akşama doğru bir öküz, bir dağ keçisi, bir de besili bir tavşan yakaladılar. Avlarını güzel bir ağacın altına sürüklediler.
Sıra bunları paylaşmaya gelmişti. Aslan, kurda:
“Bunları aramızda paylaştır ama adaletli bir şekilde,” diye emir verdi. Kurt:
“Padişahım,” dedi.” Yaban öküzü, bunların içinde en büyüğüdür. O size layıktır. Keçi, orta boyda ve irilikte… O da benim olsun. Tavşanı da tilkiye verelim.”
Aslan, bu paylaşıma karşı çıktı:
“Sen kim oluyorsun ki!” dedi. Benim olduğum yerde kendine pay istiyorsun. Bu cesareti nereden aldın. Sana büyüklerin yanında nasıl davranman gerektiğini öğretmediler mi?”
Sonra da öfkeyle kurda saldırıp onu parçaladı.
Sonra Aslan tilkiye dönüp:
“Haydi,” dedi. “Avlarımızı sen bölüştür.”
Tilki, kurdun başına gelenleri gördüğü için korku içindeydi. Ama bunu belli etmemeye çalışıyordu:
“Aman efendimiz,” dedi.”Pay etmek de neymiş? Siz ki padişahlar padişahısınız. Her şeye layıksınız. Madem emrediyorsunuz söyleyeyim: Bu besili öküz sizin öğle yemeğiniz, keçiyi akşam yersiniz, tavşan da sabah kahvaltınız.”
Aslan, tilkinin bu taksimini çok beğenmişti. Yüzü gülmeye başladı:
“İşte adaletli paylaşım böyle olur. Ama merak ediyorum böyle paylaştırmayı sen kimden öğrendin?”
Tilki, başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi:
“Padişahım,” dedi “tabii ki kurdun halinden.”
Aslan, bu cevaba da çok memnun oldu:
“Aferin sana,” dedi. “Büyüklerinin yanında nasıl davranacağını öğrendiğin için avların üçünü de sana veriyorum.”
GURURUN SONU
Bir gramer bilgini seyahat amacıyla bir gemiye binmişti. Bu adam, kendini çok beğenmiş birisiydi. Kendisinden başka kimseyi beğenmezdi. Gemiciyi de basit bir adam sanarak küçümsedi ve ona şöyle bir soru sordu:
“Sen hiç gramer okudun mu?”
Gemicinin bütün ömrü denizlerde geçmişti. Ancak, mesleğiyle ilgili bilgilere sahipti. Kendisi için bu meslekte hiç faydası olmayacak bir bilgiyle hiç ihtiyacı yoktu.
“Hayır, okumadım.” dedi.
“Öyleyse,” dedi bilgin. “Senin yarı ömrün boşuna geçmiştir.”
Gemici bu sözden çok incindi. Kalbi kırıldı. Bilgin, onu bilgisizlikle suçlayarak aşağılıyordu. Fakat sustu ve hiçbir cevap vermedi.
Derken, bir süre sonra rüzgâr, gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, aradığı fırsatı bulmuştu. Bilgine seslendi:
“Yüzme bilir misin?” Nahiv bilgini:
“Bilmem.” dedi. “Benim böyle bir yeteneğim yok.”
“Öyleyse,” dedi gemici. “Şimdi senin bütün ömrün boşa gitti. Çünkü gemi birazdan batacak. Senin nahiv bilgin kurtarsın bakalım. Nasıl kurtaracaksa…”
PADİŞAH DA KİM OLUYOR?
Padişah bir gün bir alimle karşılaşır ve bir dileği olup olmadığını sorar. Alim:”Padişahım biz dünya padişahından bir şey beklemeyiz. Benim iki kölem var. Onlar bile sizi yenerken sen beni nasıl küçümsersin?” dedi.
Padişah bu sözlere çok kızdı. Ve alime:” Sen ne konuştuğunun farkında mısın? Kim imiş bakayım o köleler?” diye sorar.
Alim gülerek:” Birisi hiddet, diğeri ise şehvet padişahım. Bunların alt edemediği bir kimse neredeyse yok gibidir.” Deyince Padişah inanan birisi olunca hatasını anladı ve alimden özür diledi.
İŞİTME ENGELLİ BİRİNİN HASTA ZİYARETİ
Anlayışlı, hal hatır ve yol yordam bilen, işaret dilinden anlayan birisi işitme engelli birine:
“Komşun hastalanmış,” diye haber verdi.
İşitme engelli kişi, bu haberi öğrenince kendi kendine dedi ki:
“Bu duymayan kulakla ben onun sözünü nerden anlayacağım. Hele hasta olduğu için sesi de az çıkarsa… Fakat komşumdur gitmek gerekir. Öyleyse şöyle yapayım: Dudağını oynar görünce kıyas yoluyla kendiliğimden düşünür bulurum,” dedi.
Ben önce ona “Ey sıkıntıya düşmüş dostum nasılsın?” derim, o da elbette “iyiyim” diyecektir. Ben “Allah’a şükür!” derim.
Sonra “Ne yedin ne içtin?” derim. O da herhalde “Mercimek çorbası filan içtim” der. Ben de “Afiyet olsun” derim.
Sonra “Doktorlardan kim geliyor?” diye sorarım. O da “Filan geliyor” der. “Çok iyi, çok iyi. O doktorun ayağı çok uğurludur. O geliyorsa işin yoluna giriyor demektir” derim.
O saf ve işitme engelli adam, bu düşüncelerle hastanın yanına gitti. Hasta komşusuna şifalar diledikten sonra:
“Komşum, nasılsın?” dedi. Hasta:
“Çok fenayım, ölüyorum,” cevabını verdi. Sağır:
“Allah’a şükürler olsun,” dedi.
Hasta, bu söze çok öfkelendi. Canı pek sıkıldı. “Bu nasıl şükür? Demek ki komşumuz ölmemi istiyor.” diye düşündü.
İşitme engelli kişi daha sonra:
“Ne yediniz ne içtiniz?” diye sordu.
Hasta, can sıkıntısı ve kızgınlıkla:
“Zehir,” dedi.
İşitme engelli kişi:
“Afiyetler olsun efendim,” deyince hastanın kederi büsbütün arttı.
Bundan sonra İşitme engelli kişi :
“Seni tedavi için Doktorlardan kim geliyor?” diye sordu.
Hasta, yine aynı öfkeyle:
“Azrail geliyor. Ama yetti artık buradan defol,” diye bağırdı.
İşitme engelli kişinin ne söylendiğinden haberi yoktu:
“Efendim!” dedi. “Onun ayağı çok uğurludur. O geldiği için sevinin.”
İşitme engelli kişinin tasarladığı sorular bitmişti. Zor zamanında böyle bir hasta ziyareti yaptığından ve komşuluk hakkını gözettiğinden memnun, evden çıktı. Bir yandan da kendi kendine:
Allah’a şükür. Böyle rahatsız bir zamanında komşumun halini hatırını sordum. Gönlünü aldım diye mutlu oldu. Hasta ise:
“Ben bu adamı gerçek bir komşu, samimi bir dost sanıyordum. Meğerse değilmiş,” diye kahırlandı. İyileşir iyileşmez ona neler söyleyeceğini düşünmeye başladı.
RESSAMDAN RESSAMA FARK VAR
Padişahın sarayında değişik milletlerden ressamlar vardı. Bunların en ünlüleri ise Rum ve Çinli ressamlardı.
Çinli olanlar, devamlı olarak:
“Biz çok yetenekliyiz. Bizden üstün kimse yok,” iddiasında bulunurlardı.
Rum ressamlar da bu meydan okuma karşısında sessiz kalmazlar onlar da:
“Bizim resimdeki ustalığımız sizden daha üstündür” derlerdi.
Padişah, bu tartışmaları bir sonuca bağlamak istedi. Bir gün onları yanına çağırdı:
“Sizi imtihan edeceğim. İddianızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak istiyorum,” dedi.
Çin ressamları ile Rum ressamları hazırlıklara başladılar. Rum ressamlar sanatlarında çok ustaydılar. Çinliler, bunu bildikleri için bir çare arıyorlardı. Sonunda:
“Padişahım!” Dediler, bize özel bir oda veriniz, biz o odada çalışalım. Bir oda da Rumların olsun, teklifinde bulundular.
Sarayda büyük bir odanın ortasına Rum ve Çinlilerin birbirlerini görmemeleri için perde çekildi ve bir tarafta Rumlar diğer tarafta da Çinliler çalışmaya başladılar.
Çinliler padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah onların isteklerinin karşılanması için hazinesinin bütün kapılarını açtı. Ne dedilerse alınmasını sağladı. Rum ressamlar ise boya istemediler:
“Ne resim, ne boya bizim işimize yaramaz. Bize sadece pas giderici nesne gerekir.” Dediler.
Onların istekleri de karşılandı.
Rum ressamlar duvarı cilalamaya başladılar. Orayı gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirdiler. Çinlilerde rengârenk resimler yaptılar. Nihayet her iki taraf da işlerini bitirdi. Padişah önce Çinli ressamların odasına girdi. Çinliler, yaptıklarının beğenileceğinden emindiler. Öyle de oldu.
Padişah, Çinli ressamların yaptığı resimlere bakınca Onların inceliğine, güzelliğine şaşırıp kaldı. Aklı başından gitti. Bundan daha güzeli olamazdı.
Sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Padişah gelince Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırdılar. Karşı odada Çinlilerin yaptığı resimler ve nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına daha parlak bir şekilde yansıdı.
Padişah Çinliler tarafında ne görmüşse, bu odada ondan daha iyisini, daha güzelini gördü. Resimler öyle canlı öyle güzeldi ki insanın gözünü almaktaydı. Böylece Rum ressamların ustalığı kanıtlanmış oldu.
İKİ KÖRLÜK NE DEMEK?
Bir zamanlar görme engelli bir dilenci vardı. Dilenirken:”Ey insanlar! Bana acıyın, merhamet edin. Ben de iki körlük var, bu sebeple bana iki kere acıyın.” Diye dilenirdi. Birisi dedi ki:”Birinci körlüğünü anladık, fakat ötekini anlayamadık. O nedir?”
Dilenci dedi ki:”sesim çirkin. Ses çirkinliği ve gözün görmemesi iki kat körlük sayılır. Dilenirken çirkin sesimi duyanlar rahatsız olup kaçmaktalar. Bu sesim yüzünden insanların bana merhameti azalmakta ve benden kaçmaktalar.”
Bundan sonra,halini arz etmesi, doğru söylemesi insanların ona merhamet etmelerini sağladı.
AKILLI ADAM !
Bedevinin biri devesine iki çuval yüklemiş, kendisi de iki çuvalın ortasına oturmuştu. Böylece giderken yol ortasında birisi onu söze tuttu. Bedeviye memleketini sordu. Onu konuşturdu.
Bu sohbetten sonra, adam bedeviye dedi ki:
Bu iki çuvalda ne var? Diye sordu..
Bedevi:
“Çuvalın birinde buğday, öbüründe kum var,” dedi. Adam:
“Ne diye diğer çuvala kum yükledin,” diye sorunca, Bedevi:
“Buğday çuvalı tek kalmasın, kum çuvalı ona denk olsun,” diye cevap verdi. Adam:
“Seninki hayret verici bir iştir. Be adam, akıllılık etseydin de buğdayın yarısını bir çuvala, yarısını da diğer çuvala koysaydın daha iyi olmaz mıydı? Hem çuval hafifleşir, hem devenin yükü azalırdı.”
Bu sözleri duyunca bedevinin aklı başına geldi:
“Ey akıllı ve özgür düşünceli filozof!.. Sen bana ne güzel akıl verdin böyle. Ama anlamadığım bir şey var: Böyle ince düşünce, böyle güzel görüşün varken sen nasıl oluyor da çıplak halde, yaya gidiyorsun?”
Ardında da cevap vermesini beklemeden onu devesine bindirmek istedi.
Tekrar ona dönerek:
“Ey hoş sözlü filozof! Biraz kendinden bahset. Sende bu akıl ve düşünce varken ya vezirsin ya padişahsın. Doğru söyle,” dedi. Filozof:
“İkisi de değilim,” dedi. “Ben halktan biriyim. İşte halime, elbiseme bak, ne olduğumu anla.” Bedevi:
“Yok, canım, kaç deven, kaç öküzün var? Doğru söyle.”
Filozof sorulardan bıkmış bir haldeydi:
“Hiçbiri yok. Böyle sorular da sorma bana. Ben bu işlerle ilgili değilim.” Bedevi ısrar ederek:
“Bari dükkânındaki eşyaların, varın yoğun nelerdir? Onları söyle,” dedi. Filozof:
“Ey yol arkadaşım! Söyledim ya, benim öyle dükkânlarım, malım, mülküm yok, diye cevap verdi.
— Öyle ise paranı pulunu sorayım. Senin gibi akıllı adamın parası çoktur.” Filozof bütün bu sorulardan yorulmuş bir şekilde:
“Ey çölün efendisi! Vallahi bir şeyim yok. Yalınayak koşup duruyorum. Kim bir dilim ekmek verirse onun yanına gidiyorum. Bu bilgi ve hüner, ancak bana baş ağrısı verdi.”
Bu sözler üzerine bedevi, filozofa:
“Çekil yanımdan, benden uzaklaş. Senin uğursuzluğun bana bulaşmasın.”
Bir çuvalımın kum, bir çuvalımın buğday dolu olması senin akıl vermenden, bana bilgelik taslamandan daha iyidir, dedi ve filozoftan uzaklaştı.
DİKEN YETİŞTİREN ADAM
Adamın biri herkesin gelip geçtiği işlek bir yolun üzerine diken ekmişti. Bu yolu kullananlar, bu durumdan sıkıntı çekmeye başladılar. Gelip geçerken ayakları kanıyor, elbiseleri paramparça oluyordu.
Diken eken adama defalarca:
“Bu dikenleri buradan sök,” dediler.
Adam, bu istekleri dikkate almadı.
“Bugün sökerim, yarın sökerim” diyerek insanları oyaladı. Durumdan şikâyetçi olanlar, sonunda adamı valiye şikâyet ettiler.
Vali, adama dikenleri hemen sökmesini emretti. Adam valiye de “bugün yarın sökerim” dedi ama sökmedi. Dikenler ise her gün biraz daha kökleşmekteydi. Vali adama en sonunda:
“Acele hareket et,” dedi. “Bilmiyorsun ki gün geçtikçe dikenler daha da kökleşiyor. Sense her gün biraz daha yaşlanıyor ve gücünü yitiriyorsun.”
Adam, bu uyarı üzerine, bir süre sonra dikenleri sökmek istedi. Ama başaramadı. Vali, haklı çıkmıştı. Dikenler sökülemeyecek kadar kökleşmişti. Vali, bilgili biriydi:
“İşte kötü huylar da böyledir. Zamanında terk edilmezse dikenler gibi kökleşirler ama onları içinizden söküp atamazsınız,” dedi.
GÖNÜLDEN YAPILAN İBADET
Hz. Musa bir gün yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu:
“Ey kerem sahibi Allah! Neredesin ki sana kul olayım. Elbiseni yıkayayım. Sana süt ikram edeyim. Elini öpeyim.”
O çoban, ibadetin ve Allah’a yalvarmanın böyle olacağını sanmaktaydı.
Hz. Musa, çobanın bu sözlerini duyunca:
“Sen kiminle konuşuyorsun?” Diye sordu. Çoban da:
“Bizi Yaradan’la, yeri göğü Yaradan’la dedi.” Musa:
“Bunlar nasıl söz. Sen bu sözlerinle Allah’a karşı saygısızlık ediyorsun.” diye çobana çıkıştı.
Çoban, hata yaptığını anlayarak çok üzüldü. Ne yapacağını bilemez halde başını alıp çöle doğru yola çıktı.
Bu sırada Musa’ya Allah’tan şöyle bir uyarı geldi:
“Ey Musa, sözlerinle kulumuzu bizden ayırdın. Sen insanları bize yaklaştırmaya mı geldin yoksa uzaklaştırmaya mı? Biz, söze değil gönüle bakarız. Kalp, saygılıysa bu bize yeter. Söz doğru olmasa bile…”
Musa, bu uyarıyı alınca hemen çobanın peşinden çöle koştu. Nihayet onu buldu. Dedi ki:
“Nasıl biliyorsan öyle ibadet et Allah’a. Benim sözlerimi boş ver.”
Çoban, mutlu bir şekilde yoluna devam etti.
DERVİŞLERİN HERŞEYİ ALLAHTIR
Dervişin biri bir gemi yolculuğu yapıyordu. Gemide bir kese altın kaybolmuş ve herkesi aramışlardı. Sıra hiçbir şeyden habersiz uyumakta olan dervişe gelmişti. Parası kaybolan zat dervişi uyandırdı ve durumu anlattı. Kendisini arayacaklarını bu yüzden soyunmasını söyledi.
Derviş bu durumdan öylesine bunaldı ki tam gönülden Allah’a sığındı ve bu durumdan kurtarması için yalvardı.
Dervişin duası biter bitmez geminin etrafında sayısız balık, her birinin ağzında bir inci ile ortaya çıktı. Ama bu incilerin biri bin dünya incisine bedeldi.
Derviş balıkların ağzından birkaç tane inci alıp altını çalınan adamın önüne attı ve Allah’ına sonsuz bir samimiyetle uykusuna devam etti.
AYI AYILIĞINI YAPACAKTIR
Sık ağaçlarla kaplı büyük bir orman vardı. İçinde her türlü av hayvanı yaşıyordu. Bunu bilen avcılar, buraya devamlı gelirlerdi.
Avcılardan biri, bir gün yine bu ormana geldi. Ormanda gezinirken bir feryat duydu. Bu, bir ayının sesiydi. Hemen sesin geldiği tarafa koştu.
Avcı bir de ne görsün? Kocaman bir boğa yılanı bir ayıyı yakalamış, öldürmeye çalışıyordu.
Avcı, ayıya acıdı. Kılıcını çekerek boğa yılanını iki parça edip öldürdü. Ayı, kıl payı ölümden kurtulmuştu ve bunu avcıya borçluydu.
Kendine gelince, minnet dolu gözlerle avcıya baktı.
Sonra da şöyle dedi:
“Hayatımı kurtardınız. Bundan böyle sizin yanınızdan hiç ayrılmayacağım. Bir hizmetkârınız olacağım.”
Avcı, bunu istemedi ama ayı çok ısrarlıydı.
“İzin verin de sizinle geleyim. Hizmetinizi göreyim. Size hayatımı borçluyum,” deyip duruyordu.
Avcı, bu ısrarlara dayanamadı. Ayının isteğini kabul etti.
Birlikte köye döndüler.
O günden sonra avcı ile ayının beraberliği herkesin dilindeydi. Ayı, sadık bir hizmetçi gibi, adam ne derse yapıyor, ondan bir an bile ayrılmıyordu.
Köyün bilge insanları bu durumu normal görmediler. Avcıyı uyardılar:
“Ayıdan dost olmaz,” dediler. En iyisi sen onu başından uzaklaştır.
Avcı ise, ayıya çok alışmıştı:
“Neden olmasın diyordu. Görmüyor musunuz geçinip gidiyoruz işte… O benim sadık hizmetçim. Ne dersem yapıyor.”
Bilgeler adama:
“İyi de dediler. Bu hayvan ahmaklığı ile ünlü. Böyle birinin dostluğu düşmanlığından kötüdür.”
Avcı, bu sözlere hiç aldırmadı.
“Bunlar, beni kıskanıyorlar,” diyordu kendi kendine. “Ayı gibi güçlü kuvvetli bir yardımcım var. Bunu çekemiyorlar.”
Aradan bir süre geçti. Bir gün avcı, ayı ile ormana gitmişti. Avcı, bir süre odun kesti. İyice yorulmuştu. Dinlenmek üzere bir ağacın altına uzandı. Sonra kendinden geçti. Uyumaya başladı.
Ayı, avcının uyuduğunu görünce, başucuna dikilerek bekçilik yapmaya başladı. Bu esnada bir sinek avcının yüzüne kondu. Ayı bunu görünce hemen telaşlandı. Sineği kovmaya çalıştıysa da sinek oralı bile olmadı. Ayı, ne yaptıysa sineği uzaklaştıramadı.
Başka bir yol bulmalıydı. Tek çare sineği öldürmekti. Ondan ancak bu şekilde kurtulabilirdi. Yerden kocaman bir taş aldı. Sineği öldürmek amacıyla taşı bütün kuvvetiyle avcının yüzüne indirdi.
Sinek ölmesine ölmüştü ama avcının yüzü de paramparça olmuştu.
BABASININ ÖLÜMÜNE ÜZÜLEN ÇOCUK
Bir çocuğun babası ölmüştü. Çocuk, babasını içine koydukları tabutun önünde ağlıyor, saçını başını yoluyordu. Bir taraftan da:
“Baba, seni nereye götürüyorlar? Seni toprağa gömecekler. O daracık yerde ne yapacaksın. Orada ne hasır var, ne halı. Geceleyin orada ne ışık var, ne de bir dilim ekmek. Ne yemek kokusu var, ne giyecekten bir eser. Ne önünde bir kapı var, ne damında bir yol… Ne de sığınılacak bir komşu… Nasıl gideceksin oraya?”
Babası ölen çocuk, mezarı bu sözleriyle tasvir ediyor; iki gözünden kanlı yaşlar akıyordu.
O sırada oradan babasıyla geçmekte olan Cuha adında esprili bir çocuk babasına dönerek:
“Babacığım! Vallahi bu adamı bizim eve götürüyorlar,” dedi. Babası Cuha’ya:
“Aptal olma oğlum,” dedi. Cuha:
“Baba, çocuğun söylediklerini duymadın galiba. Bu çocuğun söyledikleri bizim evin özellikleri. Sanki orayı tarif ediyor. Bizim evde de ne hasır var, ne de ışık. Her tarafı karanlık… Ne yemek var, ne de evin avlusu ve kapısı. Söyle baba, böyle bir yerin mezardan farkı var mı?”
Cuha, doğruyu söylüyordu. Babası sustu, hiçbir şey diyemedi.
BİLAL-İ HABEŞİ’NİN YANLIŞI
İslam dininin incilerinden, o güzel sesli Bilal’ı Habeşi ezan okurken “Hayaalessela” kısmındaki “Hay” kısmını “Huy” şeklinde okurdu.
Bazı kimseler Peygamberimize gelerek bu durumu bildirirler. Böyle ezan okumanın yanlış olacağını belirtirler. Ve daha güzel ezan okuyan birinin tayin edilmesini isterler.
Bunun üzerine Peygamberimiz onların iç hallerinden haberdar olur ve onlara sinirlenerek:
“Bilal’in “Huy” demesinin Allah indinde yüzlerce “Hay” kelimesinden daha makbul olduğunu belirterek fitne çıkarmamaları konusunda uyarır. Aksi takdirde “sizin içinizdekiler açığa çıkar da utanırsınız” diye ayrıca vurgular.
SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR
Bir yılancı, yılan tutmak için dağlara gitti. Karda kışta dağlarda iri bir yılan yakalamak için gezindi durdu.
Bir gün dağda çok büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü; fakat bu ölü haliyle bile yılancıyı korkuttu. Yılancı böyle düşünüyordu. Oysa durum böyle değildi. O sadece soğuğun etkisiyle uyuşmuştu.
Fakat, korkusu uzun sürmedi. Onu bulunduğu yerden aldı. Halka göstermek için Bağdat’a götürdü. Ejderha, çok büyük olduğundan yolda epey sıkıntı çekti.
Yılancı ejderhayı Bağdat’ta dört yol ağzına getirdi. Gürültü koparmak, halkı başına toplamak istiyordu. Kısa zamanda Bağdat halkı ejderhadan haberdar oldu.
Yılancı, Bağdat halkına:
“Ben size ölü bir ejderha getirdim. Ama onu yakalamak için çok zahmetler çektim,” dedi.
Bağdat halkı:
“Bir yılancı, görülmemiş derecede kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş,” diyerek olayı herkes birbirine haber verdi. Yılancı:
“ Seyretmeye gelen halk çoğalsın da elime geçecek para da artsın,” diyordu.
Nihayet, şehrin meydanı hınca hınç dolmuştu. Meraklı gözler ejderhaya bakmak için parmaklarının ucuna basıyor, başını kaldırarak onu görmeye çalışıyordu. Kalabalıkta kadının erkekten haberi yoktu. Kıyamet günü gibi büyük, küçük; fakir, zengin herkes bir oradaydı.
Yılancı, yılanı sardığı kilimi oynattıkça toplanan halk, boynunu uzatıyordu. Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha kilimin altında idi. Yılancı, her ihtimale karşı onu iplerle bağlamıştı.
Halkın toplanmasını bekleyen yılancı, bir şeyi düşünmemişti. Bağdat’ın kızgın, yakıcı öğle güneşi ejderhanın üzerine vurmuştu. Ölü sanılan ejderha kımıldamaya başladı.
Halk bu durumu görünce çok şaşırdı. Bu şaşkınlık korkuya dönüşünce çığlıklar etrafı kapladı. İnsanlar birbirlerini ezerek, çiğneyerek kaçışmaya başladı. O bağrışmalar arasında ejderha iplerini kopardı.
Yılancı, “Ben dağdan ne getirmişim?” diye düşünerek korkudan kaskatı kesildi, kaçamadı. Ejderha yılancıyı bir hamlede yuttu.
GERÇEK DOST
Bir zamanlar bir şehirli ile bir köylünün tanışıklığı vardı.
Köylü şehre geldikçe, o tanıştığı şehirlinin misafiri olur; her yıl iki üç ayını şehirlinin evinde geçirirdi. Bu misafirlikte köylünün ne ihtiyacı varsa, şehirli onu karşılıksız olarak yerine getirirdi.
Köylü bir gün şehirliye şöyle dedi:
“Ey efendim! Siz hiç köye gelmez misiniz? Allah aşkına bütün çocuklarını getir. Şimdi mevsim tam ilkbahardır. Ya da yazın meyve mevsiminde gel. İstersen akrabalarını da getir. Üç dört ay kal.”
Şehirli, köylünün bu davetini kabul etmek istemedi. Onu başından savmak için bahaneler uydurdu. Ve “Bir ara gelirim” dedi.
Bu sözün üzerinden yıllar geçmişti. Köylü her şehre gelip onda misafir olduğu zaman:
“Ne vakit geleceksiniz?” Diye soruyordu.
Şehirli, bu soruyla ne zaman karşılaşsa:
“Bu sene işten güçten fırsat bulamadık. Seneye inşallah,” derdi.
Köylü, bu gelişinde de teklifini tekrarladı:
“Ey ikram sahibi! Çoluğum çocuğum sizi bekliyor,” diye ısrar etti.
Köylü, her yıl leylek gibi şehirlinin damına konardı. Ev sahibi şehirli, yine köylüye ikramını yapar, kol kanat gererdi. Nihayet son defa cömertlik sahibi şehirli, tam üç ay köylüyü misafir etti. Köylü bu ikramlardan sonra şehirliye:
“Hani bana gelip misafir olacaktın. Hep beni aldatıyorsun. Bu sefer geleceğine dair yemin etmeni istiyorum,” diye şehirliye yemin ettirdi.
Aradan on yıl daha geçti. Her yıl köylü bir çeşit yalvarışlar, vaatler, yeminlerle şehirliyi köye davet etti.
Şehirlinin çocukları bir gün:
“Baba, köylüye çok hakkın geçti. Onun için nice zorluklara katlandın, zahmetlere girdin. O istiyor ki sen de ona misafir olasın. Böylece o da haklarının bir kısmını ödesin. Köylü bize “Babanızı köye getirin” diye ricada bulundu. Artık gidelim.”
Şehirli çocuklarına:
“Dediğiniz doğrudur, fakat “İyilik ettiğin kişinin kötülüğünden sakın” denilmiştir. Dostluk, son demdedir. Ben köylü ile dostluğumuz bozulur diye korkuyorum,” dedi.
Köylünün üst üste haber gönderişi şehirliyi çok zor durumda bıraktı.. Bir taraftan da çocukları ısrar ediyorlardı:
“Baba, köye gidersek biz orada gezer oynarız.” Diyorlardı.
Şehirli yine çok bahaneler uydurdu. Ama artık ısrarlara dayanamayarak köye gitmeye karar verdi. Yol hazırlıklarına başladılar. Hazırlıklarını bitirince de katırlara binip köye doğru yola koyuldular. Gündüz güneşten yüzleri yandı, geceleyin de ay ile yol bulmayı öğrendiler.
Köy göründü, göründü ama o köylünün köyü değildi. Şehirli başka yola saptı. Bir ay kadar köyden köye koştular. Çünkü gidecekleri köyün yolunu bilmiyorlardı..
Artık köye, köylüye de doymuşlardı. Bir ay sonra kendileri aç, hayvanları yemsiz, otsuz olarak aradıkları köye ulaştılar.
Misafirler köylünün evini sorup buldular, yakınları gibi kapıya koşuştular. Ama evdekiler kapıyı açmadılar. Şehirli bu kötü davranıştan çok üzüldü, deli oldu.
Gecenin ayazında, gündüz güneşin yakıcılığı altın- da tam beş gün beş gece kapının önünde kaldılar.
Şehirli, köylüyü gördükçe selam veriyor;
Ben filanım, adım da şu, diyordu.
Köylü ise adamı tanımazlıktan geliyordu:
“Olabilir, yani belki doğru söylüyorsun ama, sen kimsin, iyi bir adam mısın; değil misin nerden bileyim?” Deyince şehirli şaşkınlıktan dilini yutacaktı neredeyse:
“Yahu nasıl böyle söylersin? Benim soframda yemek yedin. Aylarca misafir olmadın mı?” Diye sordu.
Köylü ise:
“Saçma sapan ne söylenip duruyorsun? Ben ne seni tanıyorum; ne adını biliyorum, ne yerini.”
Böylece günler geçti. Beşinci gece havada bulutlar toplandı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmurun etkisiyle şehirlide bıçak kemiğe dayandı. Ev sahibi köylünün kapısına geldi. Vurmaya başladı. Köylü, yüzlerce ısrardan sonra kapıya geldi.
“Ne istiyorsun ey Allah’ın kulu?”dedi.
Şehirli çok kızgındı:
“Ben eski haklarımdan vazgeçtim. Sana yaptığımı sandığım iyilikleri terk ettim. Yakıcı sıcakta perişan oldum. Şimdi şu yağmurlu havada bir yer göster ki bir sevap kazan. Bak çoluk çocuk perişan oldu çadırda,” dedi.
“Tamam,” dedi köylü.” Şurada bir küçük kulübe var. Bahçıvan orada bağ bahçe bekler, bekçilik yapar. Sen de aynı görevi yapar, bu zahmete katlanırsan orası senin olsun.”
Şehirli dedi ki:
“Sana hizmet ederim. Yeter ki sen bana bir yer göster. Ben uyumam, üzümleri beklerim. Eğer kurt gelirse onu okla vururum.”
Böylece şehirli o gökten boşanırcasına yağan yağmurlu gecede kulübeye sığındı. Birbirlerinin üzerine yığılarak kulübede kalmaya başladılar.”
Bir taraftan da:
“Ey Allah’ım! Bu hal bize layık mı?” diyorlardı.
Şehirli elinde ok ve yay olduğu halde bütün gece bağı bekliyor, kurda karşı önlem alıyordu. Kurt bir zarar vermesin diye etrafı gözetliyordu. Öte taraftan kulübede sivrisinek ve pire, birer kurt gibi çocukları ısırıyordu.
Böylece vakit gece yarısına geldi. Ansızın tepede bir kurt karaltısı belirdi. Şehirli yayını kurup bir ok attı ve hayvanı vurup öldürdü. Hayvan vurulup düşerken yellendi. Köylü o sesi duyunca:
“Eyvah, ey kötü adam!.. Senin vurduğun benim eşeğimin sıpasıdır,” dedi. Şehirli:
“Hayır, o bir kurttur. Karaltısına baksana, kurt olduğu besbelli,” dedi. Köylü:
“Hayır, ben eşeğimin sıpasını ardından çıkan yelin sesinden bilirim. Suyu şerbetten nasıl ayırt edersem, onu da öyle tanırım. Bahçede gezen sıpamı öldürdün. Neşeli gün yüzü görmeyesin,” deyince şehirli:
“İyi bak,” dedi.” Şimdi gece vakti. İnsan geceleyin iyi göremez.”
“Ben onu tanıyorum. Ben sıpamın yellenmesini tanırım.”
Şehirli artık dayanamadı, yerinden fırladı; köylünün yakasını tuttu ve ona şöyle dedi:
“Ey hileci ahmak! Sen galiba sarhoş olmuşsun. Şu karanlıkta sıpanı yellenmesinden tanıyorsun da, beni, kırk yıllık arkadaşını nasıl tanımıyorsun?”
ALLAH BİZİ DUYUYOR MU?
Dervişin biri özellikle geceleri tatlı uykusunu terk ederek “Allah” diyerek zikirler yapar ve bundan büyük mutluluk duyardı.
Böyle bir gecede kendisine söylenen bir söz duyar. Bu söz” Ey derviş! Bunca zamandır durmadan Allah demektesin fakat Allah’ın sana “buyur kulum” dediğini duymadın. Daha ne zamana kadar böyle avanaklık yapacaksın, zamanını boşa geçireceksin.”
Derviş bunun üzerine kendi kendine üzüldü. Onu söyleyenin şeytan olduğunu fark edemedi. Zikir yapmayı da bıraktı. O ruh haliyle yattı ve uyudu. Rüyasında Hızır(a.s.) ı gördü. “Neden yapmakta olduğun o güzel zikiri bıraktın.” Dedi.
Derviş:” Durumu anlattı. Şimdiye kadar zikir etmekteyim fakat bir defa Allah’ın buyur kulum dediğini duymadım. Bu sebeple vazgeçtim.” Dedi.
Bunun üzerine Hızır(a.s.):” Senin her Allah demenin sonunda Allah’ın buyur kulum dediğini ten kulağın duymuyor. Ancak gerçek böyle. O istemese senin Allah demen mümkün mü?” diye cevap verdi ve dervişin gönlüne su serpti.
KARGA KARGALIĞINI, BÜLBÜL BÜLBÜLLÜĞÜNÜ YAPAR.
Adamın biri bir gün hamama gitmek istedi. Sabah vakti hizmetçisine seslendi:
“Sungur! Artık uyan. Tası, peştamalı al da hamama gidelim.”
Sungur, gerekli hazırlıkları yaparak beyi ile birlikte yola koyuldu.
Yolda bir mescit vardı. Sungur’un kulağına tatlı bir ezan sesi geldi. Sungur, namaz kılmaya çok düşkündü.
Beyine dedi ki:
“Efendim! Siz şu dükkânda birazcık oturun; ben de mescide gideyim, Namazımı kılayım.” Bey:
“Pekâlâ,” dedi.
Sungur, sevinçle mescide girdi. Cemaatle birlikte namazını kıldı. Dua edildi. Cemaat de imam da mescitten dışarı çıktılar.
Sungur uzun bir süre daha mescitte kaldı. Bey ise onu dışarıda beklemekteydi.
Bey, Sungur’un geciktiğini görünce artık dayanamadı:
“ Ey Sungur! Neden dışarı çıkmıyorsun?” diye bağırdı.
Sungur da:
“Ey beyim! Beni bırakmıyor. Biraz sabret, şimdi geliyorum. Sizi unutmadım.”
Bey, beklemeye devam etti. Zaman geçiyor, Sungur gelmiyordu. Bunun üzerine yedi kere Sungur’a “gel” diye bağırdı.
Sonunda Sungur, Beyin bu davranışından usandı. Fakat:
“Ey muhterem beyim beni bırakmıyor ki geleyim,” demeye de devam etti. Bey şaşkın bir halde:
“ Mescitte kimse kalmadı ki. Seni kim bırakmıyor,” diye sordu.
Sungur şöyle dedi:
“Seni dışarıya bağlayan, beni de içerde bağladı. Seni mescide sokmayan var ya, işte o beni içerde tutuyor, dışarı bırakmıyor.”
KARANLIK AHIRDAKİ FİLİN TARİFİ
Hintliler, halka göstermek için bir fil getirip; onu bir karanlık ahıra kapatmışlardı.
Fili görmek için karanlık ahırın önünde bir hayli insan toplanmıştı. Fakat, ahır o kadar karanlıktı ki, fili gözle görmenin imkânı yoktu.
Bunun üzerine içeride ne olduğunu anlamak için herkes elini file sürüyor, o şekilde tanımlamaya çalışıyordu. İçlerinden birinin eline filin hortumu geçti. O adam:
“Fil bir oluğa benziyor,” dedi.
Başka birinin eli, filin kulağına dokundu. O da:
“Galiba bir yelpaze,” dedi.
Bir başkası, filin ayağına elini sürdü.
“Fil bir direk gibi bir şey herhalde,” dedi.
Birisi de elini filin sırtına koydu:
“Fil, bir taht gibidir,” dedi.
Böylece herkes filin bir yerine dokundu. Neresine dokundu ise, onu olduğunu sandığı bir şeye benzeterek anlatmaya başladı. Hiç birinin dediği bir diğerininkine benzemedi.
OLMAYACAK ŞEYİ İSTEMEK
İhtiyar, saçı sakalı ağarmış adamın biri telaşla berber dükkanına girer ve berbere saçındaki sakalındaki beyaz kılları ayıklamasını, çünkü yeni bir gelin aldığını söyler.
Berber saça sakala şöyle bir göz atar ve bu işin mümkün olmadığını anlayınca adamın tüm saçını ve sakalını kökünden keser ve adamın önüne yığdıktan sonra:
“Benim acele bir işim çıktı. Kusura bakma. Beyaz kılları ben gelene kadar sen ayırıver.”
HER KUŞ KENDİ CİNSİYLE UÇAR
Bir bahar sabahıydı. Bir kurbağa, dere kıyısında kendi halinde güneşlenmekteydi.
Biraz sonra çalılar arasından bir akrep çıktı. Sahte bir gülüşle kurbağayı selamladı:
“Günaydın kardeşim,” dedi. Ne kadar güzel bir gün değil mi?
Akrebin sesini duymak, kurbağanın keyfini kaçırmıştı. Çünkü akrebin dostluğuna hiç güven olmazdı. Bu yüzden hiç oralı olmadı.
Akrep ise ısrarlıydı. Samimi bir tavır takınarak:
“Beni duymadın galiba,” dedi. Sana dostça selam vermiştim.
“Senden dost olmaz,” dedi kurbağa.
Akrep ağlamaklı bir sesle:
“Sen de mi öyle düşünüyorsun? Herkes beni yanlış tanıyor, ben iyi bir akrebim. Seninle dost olmak istiyorum. Üstelik şu anda sana muhtacım. Ne olursun bana yardım et,” dedi.
Kurbağa, yardım sözünü duyunca dayanamadı.
“Ne istiyorsun?”
“Beni sırtına alıp derenin karşı kıyısına geçirir misin?”
“Peki, sana nasıl güveneceğim? Ya bana bir kötülük yaparsan?”
“Olur mu öyle şey? İyiliğe karşılık kötülük yapılır mı hiç?”
Kurbağa, dayanamadı. Ne de olsa iyi yürekliydi.
“Peki dedi. Bin sırtıma.”
Akrep, kurbağanın sırtına bindi. Yüzerek dereyi geçmeyi başardılar.
Karşı kıyıya gelmişlerdi. Tam karaya çıkacaklarken akrep kuyruğundaki zehirli iğneyi kurbağanın sırtına saplayıverdi.
Zavallı kurbağa, can acısıyla:
“Ne yaptın sen?” Dedi. “İyiliğime böyle mi karşılık verecektin. Hani söz vermiştin.”
“Ne yapayım,” dedi akrep. Bu benim eski huyum. Vazgeçemiyorum işte.”
Kurbağa, acı içinde son nefesini verirken akrebe şöyle dedi:
“Doğru söylüyorsun. Kötü huylu birine asla güven olmazmış. Benim halim herkese ders olsun.”
İNSANLAR NİÇİN ANLAŞAMIYORLAR?
Dilleri farklı dört kişi arkadaş olmuştu. Bunlardan biri İranlı, biri Rum, biri Arap, biri de Türk’tü. Bu dört arkadaş, birlikte geziyorlardı. Paraları da yoktu. Adamın biri bunlara biraz para verdi.
“Bu para ile ne istiyorsanız alın,” dedi.
İranlı olan dedi ki:
“Bu parayla “engür” alalım.”Arap ona itiraz etti:
“Ben “engür” istemem, “ineb” alalım,” dedi.
Türk ise:
“ Olmaz, ben “ineb” istemem, “üzüm” isterim,” dedi.
Rum olan da:
“Bırakın bu lafları,” dedi.. “Bu para ile “istafil” alalım.”
Böylece bu dört arkadaş birbirleriyle çekişmeye, dövüşmeye başladılar. Çünkü birbirinin söylediklerinin anlamından haberleri yoktu.
Onlar, ne alınacağını tartışırken yanlarına bu dört dili de bilen birisi geldi. Bu arkadaşların tartışmalarına tanık oldu:
“Ne yapıyorsunuz, kavganın sebebi nedir?” Diye sordu. İçlerinden birisi durumu anlattı. Dil bilen adam:
“Be hey ahmaklar, zaten hepiniz aynı şeyden bahsediyorsunuz. “Engür” Farsça’da “üzüm” demektir, “ineb” Arapça’da, “istafil” ise Rumca’da aynı anlama gelir. Niye kavga ediyorsunuz ki, hepiniz aynı şeyi istiyorsunuz işte.”
GÖRME ENGELLİ BİRİNİN KURANI YÜZÜNDEN OKUMASI
Adam görme engelli birine misafir olmuştu. Masanın üzerinde açılmış halde bir Kuran görünce merakı iyice arttı. Adam görmüyordu ama Kuran açık duruyordu.
Bu düşünceyle merak içinde gece yatağına yattı ama bir türlü uyku tutmadı fakat yatakta beklemeye koyuldu.
Gece yarısından sonra ev sahibi kalktı. Abdestini aldı ve açık duran Kuran’ın önüne oturarak okumaya başladı. Hem öyle güzel okuyordu ki misafir yerinde duramadı . Kalktı ve adamın yanına gitti. Baktı ki adam parmağıyla satırları takip etmekteydi. Şaşkınlığını gizleyemedi ve bu durumun nasıl oluştuğunu sormaya karar verdi.
Ev sahibi:” Bunda şaşılacak bir şey yok.Gözlerim kapanmadan evvel Kuran okumaktaydım fakat hafız yani Kuran ezberimde değildi. Fakat çok seviyordum. Allah’a yalvardım. Hiç olmazsa Kuran okurken gözlerimi açması için dualarda bulundum ve O da kabul etti. Allah’a zor yok ki. Yeter ki istemeyi bilelim.” Dedi.
KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞİN SONU
Küçük bir fare, bir devenin yularını eline almış kibirle gidiyordu. Deve yaratılışı itibariyle yumuşak huylu olduğu için fareyle yol arkadaşlığı yapmakta hiç sakınca görmüyordu. Fare ise içinden:
“Ben ne yiğitmişim, koca bir deveyi peşimden sürüklüyorum, diye gururlanıyordu.
Deve, farenin bu düşüncesini anladı. Kendi kendine:
“Hadi sen böyle kendini avut bakalım, ben sana birazdan gösteririm,” dedi.
Gide gide büyük bir ırmağın kıyısına geldiler. Burası öyle büyük öyle derindi ki kocaman bir fil bile buradan geçemezdi.
Fare orada durdu, şaştı kaldı, kaskatı kesildi.
Deve, aradığı fırsatı bulmuştu.
Fareye dedi ki:
“Ey dağda ovada bana arkadaşlık eden! Neden durdun. Haydi yiğitçe ırmağın ötesine geçsene. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle durup susma. Fare dedi ki:
“Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin. Boğulmaktan korkuyorum.”
Deve, alaycı bir tavırla:
“Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?” Diyerek hemen ırmağın içine ayağını bastı. Sonra:
“Ey kör fare! dedi. Su diz boyu kadarmış. Niye şaşırdın?” Fare:
“Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama ben benim başımı yüz arşın geçer,” dedi
“Öyleyse,” dedi deve.” Bir daha haddini bil. Küstahlık etme. Git sen kendin gibi farelerle boy ölçüş. Sen benimle yarışamazsın.”
Deve fareye acıdı:
“Haydi atla sırtıma otur. Bu sudan geçmek benim işimdir. Ben senin gibi yüzlercesini de geçiririm.” dedi ve birlikte karşı kıyıya geçtiler.
İHTİYARLIK HASTALIĞI
İhtiyar bir adam kendini iyi hissetmiyordu. Bu yüzden bir doktora gitti:
“Aklım dağınık, yerinde değil; düşüncem ise karmakarışık,” dedi. Doktor:
“O dağınıklık ihtiyarlıktandır,” cevabını verdi. İhtiyar, bu sözlerle tatmin olmayarak tekrar sordu:
“Gözlerim kararıyor, iyi göremiyorum.” Doktor:
“O da ihtiyarlıktandır,” dedi.
Hasta, şikâyetlerine devam etti:
“Sırtım da fena ağrıyor,” dedi.
Doktor sabırla, hastaya dönerek:
“İhtiyarlıktan, ihtiyarlıktan,” dedi.
İhtiyarın şikâyetleri bitmiyordu:
“Ne yersem yiyeyim, hazmedemiyorum.”
“Nefes alırken sıkıntı çekiyorum. Bu da mı ihtiyarlıktan?”
“Evet, ihtiyarlıktan. Zaten insan ihtiyarlayınca bin türlü derdi olur.” İhtiyar hasta kızarak:
“Sen ne biçim doktorsun böyle? Senin lafın bu mu? Sen doktorlukta bunu mu öğrendin? Bilmiyor musun ki Allah her derdin bir devasını vermiştir.”
Doktor, sakin bir şekilde son olarak şu sözleri söyledi:
“Ey yaşı yetmiş, işi bitmiş adam! Senin bu kızgınlığın da ihtiyarlıktan.”
KÖPEĞİN SÖZ VERMESİ
Kışın soğuktan perişan, bitkin ve zor durumda kalan köpek kendi kendine:
“Yaza sağlıkla ulaşmak mümkün olursa ne yapıp edip, çalışıp çırpınacağım ve kendime bir kulübe yapacağım, yetti artık.” Diye söz verirmiş.
Fakat yaz gelip te havalar düzelince verdiği sözü unutur ve kışın başına gelenler hiç aklına gelmezmiş bile. Aklına gelse bile bir bahane bulur”aman sen de, boş ver, daha çoook zaman var” diye kendini ikna edermiş. “Gölgede rahat rahat yatmak varken şimdi çalışmanın zamanı mı?” Diye tembel tembel yatmaya devam edermiş.
Ve böylece kış gelir çatar ve bizim köpek yine “yaz gel sinde bu defa kesin kulübeyi yapacağım” diye yine yazı beklemeye başlarmış.
Tabii ki o kış çok soğuk olunca köpeğin artık donmaktan başka çaresi kalmamış.
AKLI KULLANMANIN ÖNEMİ
Onlar, çok samimi üç arkadaş balıktılar. Üçü de çok güzeldi. Önceleri yalnız yaşıyorlardı. Sonra canları sıkılmış ve arkadaş olmaya karar vermişlerdi.
O günden sonra bu üç balık, her sabah aynı yerde buluşup akşama kadar çeşitli oyunlar oynayarak vakit geçirmeye başladılar. Üçü de bu beraberlikten çok mutluydu.
Birincisi çok akıllı bir balıktı. Her tehlikeyi önceden sezer, gerekli tedbirleri alırdı. İkincisi, yarım akıllıydı. Ama akıldan tamamen yoksun olmadığı için o da kendine göre çözümler bulurdu. Türlü türlü oyunlar icat eder, arkadaşlarını eğlendirirdi. Üçüncüsü ise, aptalın tekiydi. Üstelik tembeldi de…
Yine birlikte oynadıkları bir gündü. Balıkçılar, balık tutmak için göl kıyısına gelmişlerdi. Göle bakarken bu üç arkadaş balığı gördüler. “Bugünkü nasibimiz çıktı.”diye sevindiler.
Balıklar ise, henüz avcıların farkında değillerdi. Güzel güzel oynuyorlardı. Avcılardan biri onlara kıyamadı. Arkadaşlarına şöyle dedi:
“Bunlar, o meşhur üç arkadaş balık olmalı… Kıymayalım onlara…”
Arkadaşları itiraz etti:
“Olur mu, dediler, ayağımıza gelen kısmet kaçırılır mı? Hem balıklar avlanmak içindir. Kimse bizi bu zevkten mahrum edemez.”
Onlar, kendi aralarında bu şekilde tartışırken, onların seslerini duyan üç arkadaş balık, tehlikeyi anlayıp oyunlarını bıraktılar. Bu duruma bir çare bulmalıydılar.
İçlerinden biri en akıllılarıydı. Şöyle dedi:
“Arkadaşlar, bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu gölü derhal terk etmeliyiz. Hızlı yüzersek denize ulaşır ve kurtuluruz.”
Diğer iki balık bu fikre karşı çıktılar. Şöyle dediler:
“Burası bizim vatanımız. Sen istersen git. Biz burayı terk etmeyiz.”
Tehlikenin büyüklüğünü anlayan birinci balık, arkadaşlarıyla vedalaşıp denize doğru yüzmeye başladı.
İkinci balık yarı akıllıydı. Geç de olsa tehlikenin büyüklüğünü anlamıştı. Arkadaşına:
“Madem gitmiyoruz. Öyleyse ölü numarası yapalım. Hiçbir balıkçı ölü balığı avlamaz.”
Üçüncü balık, bu fikri de benimsemedi:
“Sen öyle yap,” dedi. “Ben oynamaya devam edeceğim. Belki de avcılar çekip giderler,” diyerek tehlikeyi önemsemedi.
İkinci balık, düşündüğü tedbiri aldı. Ölü taklidi yaparak su yüzünde hareketsiz kaldı. Akıntıyla oradan oraya sürükleniyor, sanki hiç nefes almadan bekliyordu. Bu esnada ise avcılar, ağlarını göle atmak üzere hazırdılar. Baktılar ki balıklardan birisi yok olmuş. Diğeri ise ölmüş. Nasip buymuş deyip üçüncü balığı yakalamak için ağı attılar.
Üçüncü balık, ağı görünce tehlikeyi anladı ama geç kalmıştı. İstese de kaçıp kurtulamazdı artık. Ağa yakalanmamak için çok uğraştıysa da fayda vermedi.
Ateşte kızaracağı anı korku içinde beklerken kendi kendine şöyle diyordu.
“Ne yaptım ben? Yaklaşan tehlikeyi görmeme rağmen neden tedbir almadım. Oyuna dalıp kendimden geçtim. Dünyaya bir daha gelirsem, asla böyle bir şey yapmayacağım. Tehlike karşısında kesinlikle uyanık olacağım ve tedbir alacağım.”
Ne çare ki bu sözler onu balıkçılara yiyecek olmaktan kurtaramayacaktı.
GÜZELLİK BAŞA BELA MI?
Bir tavus kuşu kendi gagası ile tüylerini yoluyordu.Filozofun biri de oralarda gezmeye çıkmıştı. Tavus kuşunun gagasıyla tüylerini yolduğunu görünce hay- retle:
“Ey Tavus! Böyle güzel tüyleri niçin kökünden yoluyorsun? Bak ne güzel kanatların var. Öyle ki kitap okuyanlar senin tüylerini güzel buluyor da kitabın arasına koyuyor. Sıcak havalarda serinlemek isteyenler, kanatlarından yelpaze yapıyorlar.”
Filozof böyle konuşuyor; Tavus kuşunu yaptığı işten vazgeçirmeye çalışıyordu. Tavus kuşu filozofun sözlerine kulaklarını tıkamış devamlı olarak tüylerini yoluyordu.
Filozof, onun bu ilgisizliğine sinirlenerek:
“Ey Tavus! Kanadını yolma. Güzel yüzünü çirkinleştirme. Sabah güneşine benzeyen o güzel yüzü çirkinleştirmek nankörlük ve saygısızlıktır. Gel bu işten vazgeç,” dedi.
Tavus kuşu, bir süre sonra bu sözlerin etkisiyle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Öyle uzun, öyle dertli ağladı ki orada bulunanlar da ağlamaya başladılar.
“Neden kanatlarını yoluyorsun” diye soran filozofun sorusu da cevapsız kaldı. Sorduğuna soracağına binlerce kere pişman oldu. O da ağlamaya başladı. Filozof içinden “Ne diye boş yere soru sordum? Tavus kuşu ne kadar da dertli ve kederli imiş. Ben sorumla derdine dert kattım” diyordu.
Tavus kuşunun gözlerinden toprağa damlayan yaşlarda yüzlerce cevap vardı.
Tavus kuşunun ağlaması bitince:
“Git işine kardeşim,” dedi.”Çünkü sen koku ve renge aldanmışsın. Görmüyor musun behey filozof! Bu kanatlar yüzünden bana her taraftan bela geliyor. Bu güzel kanatlara âşık birçok insan sürekli bana tuzak kurarak beni avlamaya çalışıyor. Okçular ok atarak beni vurmaya uğraşıyor. Bunlardan nasıl kurtulurum? Çirkin ve tiksinti verici bir görünüm kazanmakla. İşte ben de onu yapıyorum.”
KÖTÜLER İÇİN DUA
Bir zamanlar bir vaiz vardı. Her kürsüye çıktığında iyilere değil durmadan kötülere dua ederdi. “ Allahım! Ne olur bütün kötülere, fitnecilere, haydutlara, kafirlere ,kiliselerde , havralarda bulunanlara yani bütün dünyada ne kadar kötü varsa hepsine merhamet et.”diye dua ederdi.
Cemaatten hiç kimse daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamışlardı. Acaba bu vaiz niçin böyle dua ediyordu. Çünkü bu duruma çok içerliyorlardı.
Bir gün dediler ki:” Hoca efendi, niçin hep kötülere dualar ediyorsun da iyilere etmiyorsun. Biz böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyoruz.”
Vaiz dedi ki:” Bir zamanlar ben onlardan öyle sıkıntılar ve eziyetler gördüm, çileler çektim, dayaklar yedim, o kadar kötülüklerde bulundular ve zulmettiler ki beni iyilik tarafına sevk ettiler. Kötülükten kurtardılar. Yani benim kurtuluşuma sebep olanlar onlardır. Bu sebeple onlara dua etmeyi kendime bir vazife bildim. Onlar olmasalardı ben belki doğruya, güzele ulaşamayacaktım. Böyle bir durumda siz olsaydınız ne yapardınız? Onlar için dua etmez de ne yapardınız?”
BENCİLİN KÖPEĞİ
Adamın birinin çok sevdiği bir köpeği vardı. Gün geldi, bu köpek hastalandı. Neredeyse ölmek üzereydi.
Adam, bu durum karşısında ağlıyor, yağmur gibi gözyaşı döküyor; bir taraftan da:
“Vay benim başıma gelenlere!” diyordu.
O sırada yanlarından geçmekte olan bir dilenci, bu durumu görünce:
“Neden ağlıyorsun? Niye feryat edip duruyorsun?” diye sordu.
Adam:
“Benim zavallı köpeğim yol ortasında ölüyor. Nasıl ağlamam ki!… Zavallı köpeğim bana gündüzleri avcılık, geceleri bekçilik ederdi. O kadar yetenekli bir yardımcıydı ki, keskin gözleriyle her şeyi hemen görürdü. Avını anında yakalardı, hırsızı kovalardı. Ah zavallı köpeğim.”
Köpeğin sahibi olan adam, onun marifetlerini sayıp sızlanırken dilenci merak edip sordu:
“Pekâlâ, ne oldu? Hastalandı mı, yoksa yaralandı mı?”
“Hayır, ikisi de değil. Açlıktan böyle oldu. Zayıfladı, bir deri bir kemik haline geldi.”
Dilenci hayretler içinde kalmıştı. Adamın elindeki torbaya gözü ilişti.
Ona dönerek:
“Ey Allah’ın kulu! Şu torbanda ne var senin?”
Köpeğin sahibi:
“Dün geceden artakalan ekmeğim ve yiyeceğim var. Acıktığımda bunları yiyorum.” Dilenci:
“Köpeğe niye ekmek vermiyorsun,” dedi. Köpeğin sahibi:
“Benim o kadar merhametim yok. Parasız ekmek olmaz, ama gözyaşı bedavadır.”
Dilenci daha çok şaşırarak öfkeyle:
“Ey akılsız adam! Yazıklar olsun sana! Sana göre ekmek parayla, gözyaşı bedava. Onun için de şu köpeğinin ölümünü seyrediyorsun.”
Dilenci beddualar okuyarak oradan uzaklaştı.
GERÇEK SEVGİ
Günlerdir yoldaydılar. İyice acıkmışlardı. Yol azıkları ise çoktan bitmişti. Bir süre yolda karşılaştıkları ağaçların meyveleriyle idare ettiler ama canları ekmek, yemek istiyordu.
Uzaktan bir karaltı göründü. Hepsi heyecanla beklemeye başladılar. Biraz sonra yanlarına gelen adam ak saçlı bir ihtiyardı. Anlaşılan o da uzaktan geliyordu. Hal hatırdan sonra konuşmaya başladılar:
“Nereden geliyorsun, dede!”
“Çok uzaklardan, Hindistan’dan….”
Bunu duyan gençler:
“Biz de oraya gidiyoruz,” dediler “ama bugüne kadar orasını hiç görmedik. Bize orayı anlatır mısın?”
“Tabi,”dedi ihtiyar. Başladı anlatmaya:
“Çok güzel bir ülkedir orası. Cennet gibi bir yerdir. Çeşit çeşit hayvanları, ağaçları vardır. Hele filleri görülmeye değer.
Genç yolcular, filler hakkında o güne kadar fazla bir şey duymamışlardı. Başladılar onlarla ilgili sorular sormaya:
“File binebilir miyiz?”
“Filler ne kadar güçlü?”
Yaşlı adam, filler hakkında bütün bildiklerini anlattı. Yolculardan biri açlıktan olacak:
“Fil eti tatlı mıdır,” diye soruverdi.
İhtiyar, gülümsedi. Yolcuların karınlarının aç olduğunu anlayınca torbasındaki ekmeği onlara verdi. Onlar, ekmeği kaşla göz arasında bitirirken ihtiyar da fil eti hakkında şunları söyledi:
“Özellikle yavru fillerin eti çok tatlıdır. Ama siz sakın bir fil yavrusunu kesmeye kalkmayın. Çünkü onların anaları çok kincidir. Ne yapar eder, sizi bulur ve intikamını alır.”
“Peki,” dedi gençler “dediklerini unutmayız.”
Sonra adamla vedalaşıp yollarına devam ettiler. İhtiyarın ekmeği dişlerinin kovuğunda kalmıştı. Başladılar yine yiyecek aramaya. Derken bir ırmağın kıyısında su içmeye çalışan besili bir fil yavrusu gördüler.
Birbirlerine baktılar. Karınları açtı ama ihtiyarın söyledikleri de henüz akıllarındaydı. Sonra açlık ağır bastı. Sağa sola baktılar. Fil yavrusu yalnızdı. Annesi etrafta görünmüyordu. Yavruyu yakalayıp kesmeye karar verdiler. En küçükleri:
“Ne yapıyoruz biz” dedi. “İhtiyar ne demişti bize…”
Onlar bu sözleri duyacak halde değillerdi. Küçük kardeşlerini azarladılar.
“Yaşlı bunağın sözüne mi inanacağız dediler.”
“Ben size katılmıyorum” dedi küçük olan.”Ne yaparsanız yapın. Uyarması benden.”
Geriye kalan altı genç açgözlü kurtlar gibi yavru file saldırdılar. Kısa bir mücadeleden sonra yakaladılar. Ağaç toplayıp ateş yaktılar. Hayvanı yüzdüler. Etini kızartmaya başladılar.
Küçük kardeş, bu işin sonundan endişeliydi. Ne olur ne olmaz diye onlardan biraz uzakta duruyordu.
Derken et pişti. Her tarafı et kokusu sarmıştı. İştahla yemeye başladılar. Genç kardeşi çağırdılarsa da o bu çağrıyı duymazlıktan geldi.
Karınları doymuştu. Irmaktan sularını içtiler. Başladılar ağaç altında uzanıp uyumaya.
Genç olan uyumamıştı. İçindeki sıkıntı daha da artıyordu. Biraz sonra ormanın iç kısımlarından bir haykırış duydu. Bu anne filin sesiydi. Yıldırım gibi bir hızla ırmağın yanına geldi. Ortada yavrusunun sadece kemikleri kalmıştı. Onları öptü, kokladı. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Sonra hışımla uyuyanların yanlarına geldi. Ağızlarını kokladı. Yavrusunu yiyenlerin onlar olduğundan emin olduktan sonra onları birer birer çiğnedi. Sivri dişleriyle delik deşik etti.
Tekrar yavrusunun kemiklerinin yanına geldi. Onları bir daha öpüp kokladı. Yeniden ağlamaya başladı.
Biraz sonra sakinler gibi oldu. Ve biraz ilerde titreyen gencin yanına geldi. Genç tir tir titriyordu ama fil sakindi. Delikanlının önünde diz çöktü. Yaşlı gözleriyle ona baktı. Sanki sırtına binmesini işaret ediyordu. Genç bunu anlayınca filin hortumunu sevgiyle okşayarak sırtına bindi.
Fil, delikanlı sırtına biner binmez ok gibi yerinden fırladı. Yıldırım hızıyla koşmaya başladı. Durup dinlenmeden dağlar tepeler ırmaklar aştı. Sırtındaki genci büyük bir şehrin kıyısında indirdi.
Fil gençten ayrılırken hortumunu uzatıp tıpkı yavrusunu öptüğü gibi delikanlıyı öptü. Sanki yavrusunu yemediği için ona teşekkür eder gibiydi.
Genç filden ayrılınca şehre girdi. Başından geçenleri şehrin kapısındaki askerlere anlattı. Olay inanılacak gibi değildi. Filin genci getirdiği yer çok uzak bir yerdi. Demek ki fil, yavrusuna kötülük etmediği için gence minnet duymuş ve onu buraya kadar getirmişti.
Genç yolcu bunu öğrenince Allah’a şükretti. Kendisine sabır veren ve açgözlülükten koruyan Allah’a çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu.
ALAH’IN GAZABINDAN NASIL KURTULUNUR?
Temiz ve iyi niyetli biri İsa(a.s) Peygamber ile karşılaştığında bir defasında “Dünya da en zor ve çetin şey nedir?” diye sordu.
İsa Peygamber ona:”Ay akıllı ve uyanık insan! Dünya da en zor ve çetin olan şey Allah (c.c.)’ın gazabıdır. Çünkü onun gazabından Cehennem bile tir tir titrer, su gibi erir.” Dedi.
Adam bunun üzerine :” Doğru söylüyorsun. Fakat Allah’ın bu gazabından nasıl korunabiliriz.”diye sorunca İsa Peygamber:
“Sinirlendiğin zaman, nefsine yenilmeyerek bu gazaptan korunabilirsiniz. vahşi hayvanların öfke ve kızgınlıkları kötü insanlarınkinin yanında sanki bir hiçtir. Ve kızgınlığın ve öfkenin kökü bu tür insanlardır. Bunlardan aslandan kaçar gibi kaçacaksın ve asla sinirlenmeyeceksin. Zaten sinir şeytandandır.”dedi.
SAHTEKARLIĞIN SONU
Genç çakal, halinden hiç memnun değildi. Çünkü kendisini çok çirkin buluyordu. Hele ırmak kenarına gelip sudaki görüntüsünü görünce kendisinden nefret ediyordu. Genç çakal, böyle durumlarda şöyle derdi:
“Ey Allahım! Niçin beni böyle çirkin yarattın? Keşke çakal olarak yaratmasaydın beni.”
Böyle düşünen aslında sadece kendisiydi. Diğer çakallar böyle düşünmüyorlardı. Böyle düşündüğü için de ona çok kızıyorlardı. Hele dedesi:
“Yavrum, böyle düşünme. Solucan olarak yaratılsaydın daha mı iyiydi,” der dururdu ama boşuna. Genç çakal, dedesinin sözlerini hiç dinlemiyordu.
Aslında kendisini böyle görmesine sebep bazı hayvanların davranışlarıydı. Özellikle maymunlar, onunla çok alay ediyorlardı.
Bu, böyle devam edemezdi. Kendini küçük gören böyle bir toplum içinde yaşayamazdı.
Böylece yuvasından kaçmaya karar verdi. Bunu ailesine söylese miydi? Bir süre tereddüt etti. Söylese iyi olacaktı:
“Buralardan gideceğim,” dedi.
Annesi, üzüntü içerisinde ağlamaya başladı. Fakat, yavrusunu yolundan çeviremedi. Babasının ve dedesinin ısrarları da boşunaydı. Buralardan gidecekti.
Ailesine “hoşça kalın” bile demeden yollara düştü. Peki, nereye gidecekti? Ya gittiği yerlerde de kendisiyle alay ederlerse o zaman ne yapacaktı?
En iyisi, ıssız yollardan gitmekti. Böylece kimseye görünmemiş olurdu. Az gitti, uz gitti. Karnı çok acıkmıştı. Uzakta bir şehir görünüyordu. Gece olunca oraya iner bir tavuk çalıp karnını doyururdu.
Akşam oldu. Karanlık iyice çöktü. Tam vaktidir diyerek şehre geldi. Herkes uykudaydı. Burnuna hiç tavuk kokusu gelmiyordu. Belki bir dükkâna gidebilir ve yiyecek bir şey bulabilirdi. Derken çok geçmedi. Biraz ilerde penceresi açık unutulmuş bir dükkân gördü. Hemen içeri girdi.
O da ne? Karanlıkta önünü görememiş, ayağı pencerenin pervazına takılmış, dengesini kaybederek yuvarlanmıştı.
İş bununla da kalmadı. Bir boya küpünün içine düştü. Güç bela küpün içinden çıkabildi. Dükkânda yiyecek adına bir şey yoktu.
Güç bela pencereyi buldu ve dışarı çıktı. Ormana döndü. Açlığa şimdi de soğuk eklenmişti. Yuvasından, ailesinden ayrıldığı için pişmanlık duymaya başladı.
“Keşke,” diyordu. “Yuvamda sıcacık oturaydım. Büyüklerimin sözünü dinleseydim.”
Yorgunluk, açlık, soğuk derken olduğu yerde uyuya kaldı. Ertesi sabah, güneşin kızgın ışıklarıyla uyandı. Açlığı şimdi daha çok hissediyordu.
“Gidip önce derede yıkanayım, sonra yiyecek ararım” diye düşündü.
Irmağın kıyısına geldi. Her zaman olduğu gibi suda yine kendini seyretmeye başladı. Bir de ne görsün? Sudaki görüntüsü eskisi gibi değildi. Her tarafı rengârenk boyalar içindeydi. Bu görünüş hoşuna gitti. Yıkanmaktan vazgeçerek kendisine bir süre hayran hayran baktı.
“Oh be!” Dedi.”Şimdi bir şeye benzedim. Şimdi tavus kuşu bile görse kıskanır beni…”
Kendisini herkes görsün istiyordu. Bakalım şimdi ne diyeceklerdi. Elbet kıskanacaklardı güzelliğini. Açlığını bile unutarak yuvasına doğru yürümeye başladı.
Yolda giderken onu gören diğer hayvanlar çok şaşırdılar. Kimdi bu acayip yaratık? Böyle birini daha önce hiç görmemişlerdi.
Çakal, onlara aldırmadan yoluna devam etti. Onların şaşkın bakışlarını kıskançlıklarına yorumlayarak yoluna devam etti.
Yuvasının yakınlarına geldi. Heyecan içindeydi. Annesi, babası, dedesi hele diğer çakal kardeşleri ne diyeceklerdi. Onu nasıl karşılayacaklardı.
Yuvasının yakınlarında yavru çakallar oynuyordu. İlk onlar gördüler bu garip yaratığı…. Korkularından bağırıp çağırmaya başladılar. Onların gürültüsü üzerine o civarda bulunan yuvalardaki bütün hayvanlar dışarı çıktılar. Neler oluyordu?
Baksalar garip bir yaratık….Onu tanıyacak gibi oldular ama rengine ne demeliydi. Böyle boyalı bir çakalı daha önce hiç görmemişlerdi. Çakal ise halinden memnun gururlu onları süzüyordu.
Derken gürültüler üzerine onun ailesi de yuvalarından çıktı. Fakat onu tanıyamadılar. Kendisini gökten inmiş kutsal bir hayvan olarak tanıtmaktaydı. Hepsi inandılar ve onun karşısında hürmetle eğilmeye başladılar.
Çok geçmeden yağmur yağmaya başladı ve çakalın boyaları üzerinden akmaya başlayınca foyası meydana çıktı ve bütün hayvanlar onu kovalamaya başladılar. Ancak çakal özür diledi ve yaptığına pişman olduğunu belirtti ve böylece affedildi.
HANGİSİ DAHA ÖNEMLİ? FİZİKİ GÖRÜNÜM MÜ YOKSA RUHSAL YAPI MI?
Bir ülkenin padişahı, sarayında çalıştırmak üzere iki köle satın aldı. Onlardan birini çağırdı ve onunla konuşmaya başladı. Padişah satın aldığı kölelerin huylarını, zekâsını ve yeteneklerini öğrenmek istiyordu.
Padişah, konuştuğu ilk köleyi anlayışlı, zeki, hoş sözlü buldu. Köle öyle cevaplar veriyordu ki padişahın sorularına, başkası o cevapları beş yüz defa düşündükten sonra verebilirdi. Sanki onun içinde bilginin denizi vardı. O deniz de baştan sona söz incileriyle doluydu. Padişah, o köleciği zeki görünce onu bıraktı.
Padişah, daha sonra diğer köleyi çağırdı.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu. Dişleri de kapkara idi.
Padişah onun konuşmasından hoşlanmadı. Ama yine de onun gizli halini araştırmadan sırlarını öğrenmeden kendini alamadı. Ona:
“Bu kılıkla, bu kokmuş ağızla benden uzakta dur, ama fazla uzağa da gitme,” dedi. Sonra ilave etti:
“Şöyle otur da bir iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayalım.”
Padişah daha önce konuştuğu köleye de dönerek:
“Hadi! Sen de hamama git, güzelce yıkan,” dedi.
Diğeri gittikten sonra konuşturmak istediği köleye:
“Sen akıllı bir kişisin. Sen aslında köle değilsin. Senden önce konuşan arkadaşın senin hakkında kötü sözler söyledi. Görüyorum ki sen onun söylediği gibi değilsin. Arkadaşın senin hakkında “O hırsızdır, doğru adam değildir” dedi.” Köle:
“O daima doğru söyler, ben hayatımda onun gibi doğru söyleyenine rastlamadım. O ne söylerse doğrudur. Padişahım! Belki de o bende birçok ayıplar görmüştür ki o ayıpları ben kendimde göremiyorum.” Padişah:
“Hadi bakalım, o senin kusurlarını söylediği gibi, sen de onun kusurlarını söyle. Söyle de doğruyu anlayalım.” Köle padişaha:
“Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşımdır. Gene de ben onun kusurlarını size söyleyeyim. Onun kusuru, sevgidir; vefadır; insanlıktır. Onun ayıbı; zekâdır, doğruluktur, dostluktur. Onun bir başka ayıbı da kendini beğenmemesidir.” Padişah:
“Arkadaşını övmede böyle ileri gitme. Onu överken kendini övüyorsun. Çünkü onu imtihan ederim de sonra utanırsın.” Köle:
“Hayır padişahım, onu asla övmedim. Padişah kölenin sözünü keserek:
“Başkalarını övmeyi bırak ta kendinden bahset. Senin neyin var? Ne elde ettin? Şu hayat denizinin derinliklerinden ne inci çıkardın.”
Bu konuşma böyle uzayıp gitti. Bir süre sonra diğer köle hamamdan, geldi. Padişah onu huzuruna çağırdı. Kendisine:
“Sağlık, afiyetler olsun. Pek güzel oldun, pek hoş oldun. Fakat arkadaşının senin hakkında söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman seni gören neşelenir, sevinirdi.”
Köle öfke ve heyecan dolu bir sesle:
“Ey padişahım. O akılsızın benim hakkımda söylediği sözlerden birazını söyleyin lütfen.” Padişah:
“O senin önce ikiyüzlülüğünü anlattı, senin görünüşte iyi ama aslında kötü ahlaklı olduğundan bahsetti.”
Köle arkadaşının kendi hakkında kötü sözlerini padişahtan duyunca, öfkelendi; küplere bindi. Ağzı köpürdü. Yüzü kızardı. Padişaha:
“O önceleri benim dostumdu, fakat küfürbazdı. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, çoğu zaman pislik yerdi.”
Arkadaşını çekiştirmek için konuşmaya böylesine can atan köleyi gören padişah:
“Artık yeter. Bu deneme ile ikinizi sınadım. Gördüm ki senin ruhun kokmuş, onun ağzı kokuyor. Bundan sonra sen onun emrine uyacaksın. Arkadaşın senin amirin olacak. Onun dediğinden dışarı çıkmayacaksın.”
HİÇBİR ŞEY OLMAYAN EV NEYE YARAR?
Fakir bir insan açlıktan ölmek üzereydi. Evin birinden sadece kuru bir ekmek istedi.
Ev sahibi:” Burada ekmek ne arar? Burası ekmek fırını mı be adam? dedi. Fakir adam:”Öyleyse birazcı yağ ver bari.” Deyince ev sahibi:
“ Burası bakkal mı be adam, yağın ne işi var burada?” der.
Fakir adam”Birazcık un da mı yok? Biraz un ver bari. Deyince ev sahibi yine bir bahane bulur.” Sen burayı değirmen sandın her halde. Öyle bir görünüm var mı be adam. Çekil kapımdan.” Der.
Fakir adam. “Tamam her şeyden vazgeçtim. Ne olur birazcık su ver.”deyince ev sahibi: “Yahu burası ırmak mı? Ben nereden bulayım suyu.” Diye adamı tersler.
Adam bakar ki bir şey alamayacak, cimri bir ev sahibine çattığını anlayınca evin içine girip küçük abdestini yapmaya yeltenir. Bunun üzerine ev sahibi adama kızar ve niye böyle yaptığını sorar.
Adam:” Böylesi bomboş evde ancak abdest bozulur.” Diye karşılık verir.
MİDEDEKİ YILAN NASIL ÇIKARILIR
Akıllı bir adam, atına binmiş gidiyordu. O sırada bir ağacın altında uyumakta olan birinin ağzına yılan girmek üzereydi.
Atlı adam, bu durumu görünce yılanı ürkütmek için atını koşturmaya başladı. Fakat başarılı olamadı. Yılan, adamın midesine çoktan inmişti.
Atlı, akıllı bir adamdı. Uyuyan adama şiddetlice bir kaç topuz vurdu. Adam topuzun acısından sıçradı, bir ağacın altına kaçtı. Ağacın altına birçok çürük elma dökülmüştü. Atlı adam:
“Ey dertli kişi! Bu elmalardan ye. Değilse fena yaparım,” dedi. Adam:
“Beyim, ben sana ne yaptım ki, bana böyle eziyet ediyorsun? Bunun sebebi nedir? Ne uğursuz adamsın. Nereden çıktın sen böyle?”
Ağzına yılan kaçan çiftçi sürekli olarak atlı adama beddua ediyor; lanet yağdırıyordu. Atlı bütün bunları duymazlıktan gelerek:
“Ye yoksa karışmam,” dedi. Adam, can korkusuyla çürük elmaları yedi. Sonra da:
“Hadi şu ovada koş bakalım, diye durmadan ona vurmaya başladı.
Adam atlının korkusundan, topuz acısından yel gibi koşmaya başladı. Hem koşuyordu hem de sık sık düşüyor, yüz üstü kapaklanıyordu. Kan ter içinde kalmış, her tarafı yaralanmıştı.
Karnı tıka basa dolu idi, gözünden uyku akıyordu. Sonunda midesi bulandı; kusmaya başladı. Yediği her şey ağzından çıktı. Yedikleriyle beraber yılan da dışarı fırladı.
Ağzından yılanın çıktığını gören adam, atlı adamın önünde yerlere kapandı. Bütün dertlerini unuttu. Atlıya dedi ki:
“Ey güzel ve akıllı adam!.. Seni gördüğüm saat ne kutlu saatmiş. Ben belki de ölmüştüm; bana can bağışladın. Senden özür dilemeliyim. Söylediğim kötü sözler için beni affet. O sözleri ben söylemedim, benim bilgisizliğim söyledi. Ey yüzü de güzel işi de güzel adam beni affet. Söylediğim sözlerden dolayı beni bağışla…” Atlı adam:
“Yılanın senin ağzından girdiğini söyleseydim; korkudan ödün patlardı. Yılanı sana anlatsaydım, yine korkudan canın çıkardı. Eğer sen içindeki yılanı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne koşmaya.
Bu yüzden niye böyle yaptığımı sana anlatamazdım. Öte yandan ölmek üzereydin. Bu duruma da seyirci kalamazdım.”
Yılandan kurtulan adam ise:
“Ey sevgili efendim, sağ ol. Allah yolunu açık etsin. İşini kolaylaştırsın,” diye dualar etti.
İŞİN SONUNU GÖREMEYEN ADAM
Malsız, mülksüz, evsiz, barksız tam anlamıyla iflas etmiş bir adam vardı. Parası pulu yoktu. Nerede bir ekmek parçası bulsa kapar; yerdi. Zindanlarda kalmış, amansız zincirlerle bağlanmıştı. Bu zindanda başkalarının yiyeceğine göz diker; onların lokmalarından yerdi. Zindandakiler de artık onu omuzlarında bir yük olarak görüyordu. Kimin elinde bir lokma varsa onu alıyordu.
Zindandakiler bu adamdan “el aman” diyerek gardiyanı çağırdılar.
“Git bizden kadıya selam söyle. Şu aşağılık adamdan bıktık artık. Bu boşboğaz, obur adam zindana yerleşti kaldı. Adam sinek gibi her yemeğe konuyor; hem de çağrılmadan, selam vermeden. Ne yüzsüz adam böyle? Altmış kişinin yemeği adama yetmiyor. Ne söylersen söyle; duymuyor, anlamıyor. Herkes bunun yüzünden aç kalacak. Bizi bu adamdan kurtarın artık.”
Halden anlayan gardiyan mahkûmların isteğini kadıya ulaştırdı. Zavallıların şikâyetlerini bir bir anlattı.
Kadı o adamı huzuruna çağırdı. Güvendiği adamlarından sordu, soruşturdu, mahkûmların haklı olduğunu anladı. Kadı adamı:
“Hemen zindandan çık. Git evinde otur,” diye azarladı. Adam:
“Benim evim barkım yok. Sen ne verirsen o. Eğer beni zindandan çıkarırsan yokluktan, yoksulluktan ölür giderim. Ben iflas etmiş biriyim.”
Kadı:
“İflas etmiş olduğunu ispat et bakalım,” dedi. Adam:
“İşte burada bulunan zindandaki adamların hepsi şahit,” diye cevap verdi. Kadı müflise çıkışarak:
“Onlar zaten senden şikâyet ediyor? Onların şahitliği kabul edilir mi?” Kadı, onun halini kime sorduysa:
“Kadı efendi bu müflisten vazgeç. Bu adamdan hayır gelmez,” dediler.
Bunun üzerine kadı adamlarına emir vererek:
“Tellallara haber verin. Her yerde bu adamın müflis olduğunu söylesinler. Kimse ona bir şey satmasın, kimse bir lira borç vermesin.
Birisi ona borç veya mal verirse, artık onu zindana atmam.”
Tellallar, adamı kıskıvrak yakaladılar. Oradan geçen bir oduncunun devesine bindirdiler. Oduncu biraz bağırdı, çağırdı, ama tellallar onu dinlemediler.
Tellallar, davullar çalarak şehri dolaşıyorlar:
“Ey ahali! Bu adam müflistir, bir şeyi yoktur. Kimse ona ödünç bir pul bile vermesin. Bu adam bir sahtekârdır. Sakın onunla bir işe girişmeyin. Size satmak için öküz getirse bile inanmayın. Eğer aldanır da dava etmeye kalkarsanız zindana atılmayacaktır. İyi bakın, iyi tanıyın,” diye ilan ediyorlardı.
Böylece sabahtan akşama kadar dolaştılar Akşam olunca müflisi deveden indirdiler. Devenin sahibi müflise:
“Evim buraya çok uzak. Vakit de gecikti. Hiç olmazsa bir avuç saman parası ver,” dedi.
Müflis adam deveciye dönerek şöyle dedi:
“Yahu sende hiç akıl yok mu? Şimdiye kadar niçin dolaştık. Aklın neredeydi? Duymadın mı tellallar ne dedi: “Bu adam müflistir. Parası pulu yoktur. Buna aldanmayın. Sen galiba çok açgözlüsün. Kulağın da bu açgözlülükle dolu ki onların dediğini duymadın. Hadi git işine.” Bu sözleri duyan deveci, eli boşta öylece kalakalmıştı.
ÇOCUKLAR MASUMDUR
Cömertliğiyle tanınan bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçluydu. Zenginlerden on binlerce lira borç almış, âlemdeki yoksullara vermişti. Ayrıca bir de tekke kurmuş, canını da, malını da tekkesini de Tanrı uğruna feda etmişti.
Borçlu Şeyh, yıllarca böyle davrandı. Vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
Derken gün gelip de Şeyhin ömrü sona erip vücudunda ölüm alametlerini görünce borçlular etrafında toplandı. Şeyh, mum gibi kendi kendisine eriyip gidi- yordu. Borçluların ümidi kesildi, suratları ekşidi, dertlerine dert katıldı. Şeyh:
“Şu kötü şüpheye düşenlere de bak! Tanı’nın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
Bu sırada dışarıdan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı. Şeyh, hizmetçiye:
“Git helvanın hepsini al, borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı, acı bakmasınlar,” diye başıyla işaret etti.
Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
Helvacıya, helvaların tamamını kaç liraya vereceğini sordu. Çocuk:
“Yarım küsur dinar,” dedi. Hizmetçi:
“Yoo. Sofilerden çok isteme. Sana yarım dinar veriyorum, artık söylenme,” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyhin önüne koydu. Şeyh, borçlulara:
“Buyurun, şu mübarek helvayı helalinden bir güzelce yiyin,” diye işaret etti. Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı:
“Ey Kamil kişi, paramı ver,” dedi. Şeyh dedi ki:
“Parayı nereden bulayım? Ben borçlu bir adamım, aynı zamanda da ölüyorum!”
Çocuk, derdinden tabağı yere vurdu, feryat figana başladı. Eleminden hayhayla ağlamaya koyuldu, “Keşke iki ayağım da kırılaydı, keşke külhana gideydim de bu tekkenin kapısından geçmez olaydım” diyordu.
Çocuğun feryadından hırlı, hırsız birçok kişi başına toplandı. Çocuk:
“Ey kötü Şeyh, beni ustam muhakkak öldürür. Eğer yanına eli boş gidersem beni keser, buna razı mısın?” diyordu. Borçlular, Şeyhe yüz çevirerek:
“Bu ne oyun ki? Bizim malımızı yedin, borçlu gidiyorsun. Böyle olduğu halde neden başka bir zulümde daha bulunuyorsun?” dediler.
Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı. Şeyhe gelince gözlerini yummuş, ona hiç bakmıyordu. Bu cefaya bu aykırı işe aldırış etmemekteydi. Ay gibi yüzünü yorganın içine çekmişti. Ezelle hoş, ecelle sevinçli, insanların kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmiş vaziyetteydi.
İkindi vakti oldu. Hizmetçi, Hatem gibi cömert birisinin verdiği bir tabak altını getirdi. Mal sahibi halli bir kişi, Şeyh’in halini biliyordu, ona hediye göndermişti. Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar. Hizmetçi gelip Şeyh’in önüne o tabağı koydu. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk Şeyhin kerametini gördü. Hepsinden de feryat yüceldi:
“Ey Şeyh’lerin de başı, şahların da bu neydi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi! Biz bilemedik affet; saçma sapan, uluorta hayli söylendik,” dediler. Şeyh:
“Bütün o sözleri size helal ettim. Bunun sırrı şuydu, ben Tanrı’dan bunu diledim. Tanrı da bana doğru yolu gösterdi. O, dinar gerçi az bir paraydı. Fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı rahmet denizi coşmazdı,” dedi.
HAKİKİ GÖZ KARANLIKTA GÖREN GÖZDÜR
Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir grup hırsıza rastladı. Hırsızlardan biri:
“Ey Âdemoğlu sen kimsin,” diye sordular. O da:
“Ben de sizlerden biriyim,” dedi.
Daha önce onu hiç görmedikleri halde, her biri, diğerlerinden birinin arkadaşı olacağı zannı ile padişaha ilişmedi, “Yabancı biri olsa, hiç tanımadığı, kılıklarından halleri belli olan böyle bir topluluğa kolayca yanaşıp da; ben de sizdenim, diyebilir mi hiç” düşüncesi rahatlattı herkesi. İlişmediler, kabullenip kendi haline bıraktılar. İçlerinden birisi:
“Ey hile ve düzende mahir olanlar! Haydin herkes hünerini bir bir sayıp döksün ortaya da, kimlerde neler var bilelim,” dedi. Birisi dedi ki:
“Benim kulaklarımda öyle bir hassa var ki, köpek havladığı zaman ne dediğini anlarım.” Diğerleri burun kıvırarak:
“Bu iki metelik eder ancak,” dediler. Bir başkası:
“Benim bütün özelliğim gözümdedir. Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüpheniz olmasın ki, gündüz gördüğümde onu tanırım, dedi.
Başka biri:
“Benim bütün hünerim kolumdadır. Bu kuvvetle duvarları delerim,” dedi. Diğer biri:
“Allah bana bir burun vermiş ki; “İnsanlar madenlere benzer” sırrına ermişim. Toprağın bedeninde ne kadar para var, hangi maden gizli, masrafı kendinden fazla olur mu? Bunları derhal anlarım, Mecnun gibi toprağı koklayıp, yanılmadan Leyla’nın toprağını seçerim. Her gömleği koklarım da, içinde Yusuf’ mu var, şeytan mı bilirim,” dedi.
Başka birisi:
“Marifetim elimdedir benim, dağın başına kadar kement atarım. Ahmet gibi: O bir kement attı göklere, taa Kabe ye ulaştı da, “Attığını benden bil, sen atmadın ben attım” dedi ya, benim kemendim de çok yerlere ulaşır. Nihayet dediler ki:
“Ey vefalı ve yüce dost! Söyle bakalım senin hünerin nedir?..”
Sultan Mahmut:
“Benim bütün hünerim sakalımdadır. Öyle ki: Suçluları cellâda verdiklerinde; sakalım oynayınca kurtuluverirler tüm cezadan da, ölümden de. Ne bir dertleri kalır, ne elemleri.”
“Önderimiz sensin, minnet gününde kurtuluşumuz senden olacaktır, hiç kimsede sendeki bu hünerin eseri dahi yoktur,” dediler. Sultan Mahmut’u kendilerine lider seçtiler.
Sonra hep beraber yola dizildiler, soymak için saraya doğru başladılar ilerlemeye. Bu sırada sağ taraflarında bir köpek havladı.
Köpek sesinden anlayan hırsız:
“Köpek diyor ki; padişah sizinle beraberdir.”
Kement atan, yüksek bir yere kement attı, hepsi tırmanıp çıktılar. Koku alan devamlı etrafını koklarken:
“Hah! Bulduk… Şurada eşsiz bir hazine var,” dedi, padişahın hazinesinin duvarını göstererek. Delik delen deldi duvarı, içeri girdiler, her biri gücü yettiğince, umudunun ulaştığınca aldı alacağını, çıkıp döndüler yerlerine.
Padişah geçtikleri yolları, hırsızların eşkâllerini, her birinin aldıklarını iyice kafasına not etti, uykuya daldıklarında gizlice ayrıldı yanlarından, sarayına döndü. Muhafızları, kolcuları, askerinden yiğit olan bir bölüğü, hırsızların yerlerini tarif ederek yolladı. Hırsızların tamamını tutup getirdiler huzura. Tir tir titriyordu hepsi…Üstelik, şaşkınlık içindeydiler. Öyle ya kendilerini kimse görmemişti, daha üzerinden bir gün bile geçmemişti soygunun. Elleriyle koymuş gibi yakalanmışlardı askerler tarafından.
Geceleyin kimi görse, onu gündüz tanıyan kafasını kaldırıp padişahın yüzüne bakar bakmaz tanıyıverdi yüce Sultanı.
Arkadaşlarına dönerek:
“Padişahımız; gece bizimle olan, sakalı hünerli arkadaşımızdır,” dedi. Nerede olursanız olun; O sizinledir, denilen padişah budur işte arkadaşlar. Ben O’ndan ümmetimi isteyip, şefaatte bulunacağım. Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin. Ey gizlice yürüyen padişah; vakit geldi. Kerem et, hayırlısıyla sakalını bir oynat. Biz hepimiz hünerlerimizi gösterdik, fakat o hünerler ancak bahtsızlığımızı arttırdı, boynumuzu bağladı da baş aşağı düştük, alçaldık,” dedi.
Gece gördüğünü gündüz tanıyanın söyledikleri işe yaradı. Zaten diğerlerinin marifetleri; insana yolunu şaşırtan gulyabaniler gibiydi. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka. Zaten padişah ta ondan haya eder.. Affedilirler ..
PADİŞAH VE ŞEHZADE
Bir zamanlar padişahın birinin yiğit bir oğlu vardı. Bu genç şehzade hem iyi silah kullanmasını biliyor hem de ahlakıyla, güzelliğiyle herkes tarafından çok seviliyordu.
Padişah bir gece rüyasında bu oğlunun öldüğünü gördü. Çok üzüldü. Gözünde her şey anlamını birden kaybetti. Üzüntü ve keder hayatında her yerini sarmıştı artık. Yüreği o kadar acılarla dolmuştu ki artık yaşamaktan bıkmıştı.
Fakat bu bir rüya idi demiştik ya. Padişah uykudan uyandı. Uyanıp da aklı başına gelince o kadar sevindi ki hayatında hiçbir şeye bu kadar sevinmemişti. Rüyasında üzüntüden ölecek hale gelen ve ölümü isteyen padişah, bu defa da sevincinden ölecekti.
Gördüğü ölüm rüyası üzerine padişah, soyu devam etsin diye oğlunu evlendirmeye karar verdi, “eğer oğlum rüyada gördüğüm gibi ölürse, onun oğlu yani torunum babasından sonra onun yerini tutar” diye düşündü.
Padişah, hiç vakit kaybetmeden oğluna iyi huylu terbiyeli, güzel bir kız aramaya başladı. Sordu, soruş- turdu ve sonunda yoksul ve fakat çevresinde dürüstlüğüyle tanınmış bir adamın kızını buldu. Bu kızı oğluna almaya karar verdi.
Bu haber saraydakilerin hoşuna gitmedi. Karısı Padişaha:
“Evlilikte denklik olmalı. Bunların neresi denk? Sen yanlış davranıyorsun. Oğlumuzu bir yoksulla evlendiriyorsun,” diye itiraz etti.
Bunun üzerine Padişah:
“Tertemiz, suçsuz birine yoksul deyip onu küçük görmek günahtır. Onun gönlü zengindir. Gönül zenginliği Allah’ın sevdiği kuluna bir lütuftur, “dedi. Karısı:
“Böylesine fakir biri ne çeyiz getirecek? Hiçbir şey. Hâlbuki zengin biriyle evlense şehirler, kaleler; inciler, altınlar bizim olur,” diye itirazını sürdürdü.
Padişah karısının böyle düşünmesine kızdı ve onu azarlayarak:
“Kararım kesin. En güzel evlilik, en hayırlısı böyledir,” dedi.
Bu tartışmanın sonunda padişahın dediği oldu. Oğluna asaletli, mayası temiz o kızı aldı.
Gelininin güzellikte gerçekten benzeri yoktu. Güneşin doğuşundaki güzelliği yansıtan bir yüzü vardı. Ahlakı da anlatılamayacak derecede güzeldi.
Sonunda şehzade ile bu güzel ve ahlaklı kızın nikâhı kıyıldı. Artık padişah sevincine bir sevinç daha katmıştı. Huzurlu ve mutluydu.
O ülkede büyücü bir kadın vardı. O da padişahın oğluna, yani şehzadeye gönül vermişti. Büyücü kadın şehzadenin evlenmesini çok kıskandı ve bir büyü yaptı.
Büyü etkili oldu. Şehzade o çirkin, yaşlı büyücü kadına âşık oldu. Güzel eşinden ve her şeyden vazgeçti.
Doksan yaşındaki büyücü kadına olan aşkından, onun ayakkabılarını öptü, durdu. İhtiyar kadın şehzadede ne akıl bıraktı, ne de fikir.
Şehzade tam bir yıl ona esir oldu. Bu ihtiyar kadınla yaşadığı bir yıl şehzadeyi tüketti; zayıflattı. Adeta yarı ölü haline getirdi. Herkes şehzadenin bu haline üzülüyordu. O ise büyücünün aşkından sarhoş, her şeyden habersizdi.
Öte yanda dünya, padişaha zindan olmuştu. Çare- siz kalmıştı. Gece gündüz dua ediyor; kurban kestirip dağıtıyordu. Yoksullara yardım ediyor, oğlunun büyücüden kurtulması için her çareye başvuruyordu. Fakat bütün bunlara rağmen şehzadenin büyücü kadına olan aşkı gittikçe artıyordu.
Padişah bu işte ilahi bir sır olduğunu, bundan sonra yalvarıp yakarmaktan başka bir çare bulunmadığını anladı. Secde ederek sürekli dualar ediyordu. Padişahın bu sürekli duaları sonunda, başka bir usta büyücü padişahı ziyarete geldi.
Padişah usta büyücüye:
“Oğlum elden gitti, mahvoldu,” dedi. Usta büyücü:
“Ben onu kurtarmak için geldim. Bütün büyücüler içinde onunla başa çıkacak büyücü yoktur. Yalnız ben varım. O ihtiyar büyücüyü yalnız ben alt edebi- lirim. Çünkü bu bilgi bana ötelerden geldi. Ben bu yaşlı kadının büyüsünü bozmak için geldim. Şehzadenin beti benzi solmasın diye yetiştim.” Usta büyücü Padişaha:
“Seher vakti mezarlığa git. Oradaki falan mezarı aç. İçinde düğümlü bir ip göreceksin onu bana getir.”
Padişah usta büyücünün dediğini yaptı. Büyücü düğümleri çözdü. Şehzadeyi yaşlı kadının elinden kurtardı. Şehzade kendine geldiğinde hemen babasının sarayına koştu. Babasının karşısında yere kapandı, yeri öptü.
Oğlunun büyücü kadından kurtulmasına sevinen padişah şenlik yapılmasını emretti. Bütün halk günlerce yiyip içip eğlendi. Şehzadenin eşi, yani muradına erememiş o yoksul kız da sevindi.
Büyücü kadın ise, kederinden öldü. Çirkin yüzünü de, kötü huyunu da Azrail’e teslim etti. Şehzade nasıl olup da bu çirkin ihtiyara bağlandığını bir türlü anlayamadı.
HER NİMETİN BİR KÜLFETİ VARDIR
Bir zamanlar eşeğiyle su taşıyarak geçimini sağlayan bir saka vardı. Sakanın eşeği yükten çember gibi iki büklüm olmuştu. Sırtında ağır yükten açılmış yüzlerce yara vardı. Ölüm gününe adeta âşıktı.
Arpa nerede, kuru otla bile karnı doymuyordu. Yük altında ezildiği için sırtındaki yaralardan çok acı çekiyordu. Bir yandan da sahibi onu demir bir şişle dövüp duruyordu.
Sarayda padişahın atlarına bakan biri eşeği görünce acıdı. Sahibine yaklaştı, selam verdi; hal hatır sordu. Sonra:
“Neden bu eşek böyle iki büklüm olmuş,” diye sordu. Eşeğin sahibi:
“Benim yoksulluğumdan efendim. Ona saman bile bulamıyorum,” dedi. Adam:
“Onu birkaç gün bana ver de, padişahın ahırında besleyeyim, kuvvetlensin,” dileğinde bulundu.
Saka, eşeği saray ahırının görevlisine verdi. Görevli onu saray ahırına bağladı. Eşek etrafında bol gıda ile beslenmiş, tavlı, semiz, güzel genç Arap atlarını görünce şaşırdı. Atların ayak bastıkları yerler sulanmış, süpürülmüştü. Yiyecekleri olan saman ve arpa tam vaktinde veriliyordu.
Atların kaşağı ile tımar edildiğini, güzel silindiğini görünce dayanamadı. Başını yukarı kaldırarak:
“Ey büyük Allah’ım. Ben bir eşeğim, ama senin yarattığın bir varlık değil miyim? Neden ben perişanım, sırtım yara bere içinde. Neden zayıfım? Geceleri sırtımdaki yaraların sızlamasından, karnımın açlığından her an ölümü istiyorum. Bu atların durumları böyle mükemmel, pekâlâ neden azap ve bela yalnız bana mahsus?”
Derken bir zaman sonra savaş borusu öttü. Arap atlarına eğerler vuruldu, kemerler sıkıldı, savaşa götürüldüler. Savaşta düşmandan oklar yediler; yaralandılar. Her yanlarına temrenler saplandı. Savaştan geri dönünce, Arap atlarının sağ kalanları bitkin, perişan bir durumda ahıra girip yerlere yıkıldılar. Bakıcılar sivri bıçaklarla yaralarını yarıyor, yaralarından temrenleri çıkarıyorlardı.
Eşek bütün bunları görünce:
“Ey Allah’ım! Ben yoksulluğuma, sağlığıma razıyım. O güzel gıdaları da istemem, o çirkin yaraları da.”
EBUBEKİR İSTEYEN PADİŞAH
Harzemşah sultanı Sebzvar şehrine savaş ilan etti. Sultan, bu savaşı kazandı. Bunun üzerine bozguna uğrayıp, yenilgiyi tadan şehrin ileri gelenleri bir heyet halinde padişahın huzuruna gelip dediler ki:
“Ey aslan huylu! Canımız, malımız, her şeyimiz senindir!.. Bir zamancağız onu bizlere emanet bırak! Kulağımıza küpe tak, bizi kul et, yalnız canımızı bağışla!.. İstediğin her vergiyi, her hediyeyi verelim!.. Hatta onu her yıl arttıralım!.” Sultan:
“Sizden bir tek şey istiyorum. Eğer getirmezseniz; size öyle kötülükler ederim ki, ekin gibi keser biçerim hepinizi!.. Ne vergileriniz, ne de yakarışlarınız fayda vermez o zaman!..” Dedi.
Gelenler birbirlerinin yüzlerine bakıp, merak içinde Sultan’ın isteğini bildirmesini beklemeye başladılar.
“Bana armağan olarak bir Ebubekir getireceksiniz! İşte o kadar!.. Yoksa bu işten sizin için bir kurtuluş yoktur,” dedi Muhammet Alp Ulug Harzemşah. Ebu Bekir’in diğer bir anlamı da dere içinde ıslanmamış toprak demekti.
“Aman Sultanım! Hiç dere içinde ıslanmamış toprak bulunur mu? Yoluna çuvallar dolusu altın serelim, ne istersen yapalım!.. Lâkin Ebubekir isteme bizden. Sebzvar’da nasıl olur da Ebubekir bulunur?…
“A Mecûsiler! Ben çocuk değilim ki, altına gümüşe hayran olup, aldanayım!.. Ebubekir isimli birisini armağan olarak getirmedikçe, yapacağınız hiç bir şeyin faydası olmayacaktır !..”
Şehirliler her yere haberciler çıkardılar, sağda solda, her duvar arkasında, her harabede, mağaralarda, kovuklarda, mamur yerlerde, yıkıntılarda Ebubekir var mı diye aramaya koyuldular. Üç gün, üç gece aranmadık, bakılmadık yer bırakmadılar. Nihayet bir Ebubekir bulabildiler. Yolcuymuş. Hastalıktan, yıkık bir yerin kuytusunda kuruyup kalmış. Uyurken fark etmişler onu:
“Kalk, çabuk kalk! Padişah istiyor. Senin yüzünden şehrimiz ölümden kurtulacak,” dediler.. Adam dedi ki:
“Ayağım olsaydı, yürüyecek kudretim bulunsaydı zaten buralarda durmaz, gideceğim yere giderdim!.. Bu düşman yurdunda kalır mıydım hiç?.. Sevgililerin şehrine koşardım!..”
Fakat kimse onu dinlemedi. Ölü taşınan bir salaca getirip, Ebubekir’i üzerine yatırdılar. Hamallar tarafından Harzemşah’ın huzuruna götürdüler. Ebubekir, padişaha dedi ki:
“Resul: “Allah, suretlerinize bakmaz, ancak kalplerinize bakar… Allah ise, ben sana, bir gönül sahibinden bakarım… Secdene, altın vermene bakmam bile, demektedir. Sen; gönlünü gönül sandın da, gönül sahiplerini aramayı bıraktın!.. Gönül, öyle bir varlıktır ki; bu yedi gök gibi yedi yüz tanesi kaybolur gider içinde!.. Bu çeşit gönül kırıklarına gönül deme, Sen bu şehirde Ebubekir arama!.. Gönül sahibi, altı yüzlü aynadır!.. Allah, altı yönde de o aynadan nazar eder!.. O gönül sahibi vasıta olmadıkça da nazar etmez. Kabul ettiğine onun için şefaatçi olur, reddettiğini onun için reddeder!.. O olmadıkça kimseye rızk vermez!.. İhsanını onun eline kor, onun elinden ihsanda bulunur!..”
Ey padişahlar padişahı!.. Sana gönül getirdim, şu Sebzvar’da bundan daha iyi gönül yoktur!.. Onun yüzünden aman bulur her şey!…
NE İÇTİ ACABA?
Mahallenin bekçisi gece yarısı bir yere geldi. Bir sarhoşun duvarın dibinde uyumuş olduğunu gördü.
“Hey! Ne yapıyorsun orada? Sarhoş musun yoksa?” Sarhoş:
“Testide ne varsa onu içtim,” cevabını verdi. Bekçi:
“Testide ne vardı söyle?” diye sordu. Sarhoş:
“Ne olacak, içtiğim şey,” karşılığını verdi. Bekçi:
“Senin bu sözünü anlayamadım. Ne dedin?” Sarhoş:
“ Testide gizli duran şey.”
Bu soru cevap karşılık vermeleri böylece sürüp gitti. Bekçi, ağzının kokusundan sarhoşun şarap içip içmediğini anlamak istiyordu.
“Bir “ah” de bakalım,” dedi. Sarhoş:
“Hu, hu,” demeye başladı. Bekçi:
“Ben “ah” de diyorum sen “hu” diyorsun.” Sarhoş:
“Ben neşeli bir insanım. “Ah” diyemem. Sen gamlısın galiba. “Ah”ı gamlılar, kederliler; “hu”yu ise neşeliler söyler.” Bekçi:
“Ben onu bunu bilmem, haydi kalk! İnatçılığı bırak, bilgiçlik taslama.” Sarhoş:
“Hadi git işine, sen nerdesin, ben neredeyim?” Bekçi:
“Sen sarhoşsun, hadi doğru zindana gel!”
Sonunda dayanamayan sarhoş:
“Ey bekçi efendi! Beni bırak da işine git! Çıplak bir adamdan ne alabilirsin ki? Eğer bende yürüyecek hal olsaydı, hiç burada düşüp kalır mıydım? Kendi evime giderdim. Benim aklım olsaydı, bir imkân bulsaydım, şeyhler gibi bir yere postu serer, halkı irşat ederdim. Bizden kimseye bir zarar gelmez. Sen içmeden sarhoş olup ta halkın kanını emenlerle uğraş.”
DELİ OLMADAN VELİ OLUNMAZMIŞ
Bir adam evlenmek istiyordu. Fakat kafası bu konuda karışıktı. Bu işleri bilen birine danışmak istiyordu. Bir gün bir arkadaşına bu derdini açtı:
“Zor bir işim var,” dedi. “Çok akıllı birini arıyorum. Böyle birini tanıyor musun?” Arkadaşı:
“Tanıyorum,” dedi. “Şehrimizde kendisini deli gösteren bir adam var. Ancak deli değil aslında çok akıllı birisidir. Bu işi ancak o halledebilir.”
“Pekâlâ, onu nerde bulabilirim,” diye sordu adam. Arkadaşı:
“İşte bak, bir kamışı at yapmış çocuklar arasında oynuyor. Onun öyle çocuklar gibi oynadığına bakma. Yerinde karar verir. Zekâda ateş parçasıdır. Çok parlak fikirlidir.”
Böyle çok övülen birinin durumunu öğrenmek isteyen adam kamışı at yaparak oynayan adamın yanına gider. Ona seslenerek:
“Ey çocuklar gibi oynayan kişi! Atını biraz bu tarafa sürsene?”
Adam kamış atını, sürükleyerek onun yanına geldi.
“Çabuk ol, atım sana çifte atmasın. Ne istiyorsun. Benim atım biraz huysuzdur.”
“Ben bu şehirden bir kadınla evlenmek istiyorum. Benim gibi birine hangisi layıktır, acaba?”
Adam bir taraftan kamış atının huysuzluğunu dindirmeye çalışarak:
“Dünyada üç çeşit kadın vardır. İkisi bedeldir, derttir. Üçüncüsü ise ele geçmez bir gönül hazinesidir. Birincisinden alırsan, tamamıyla senin olur. İkincisinden alırsan, yarısı senin olur, yarısı da senden ayrılır. Üçüncüye gelince bilmiş ol ki o hiçbir zaman senin olmaz. Anladın mı? Artık atım çok huysuzlaştı, gidiyorum.”
Adam kamış atını sürdü gitti. Çocukların arasına karıştı. Problemi olan genç adam, tekrar seslendi:
“Gel de söylediklerini biraz açıkla. Bu üç çeşit kadından hangisini seçeyim.” Kendisini deliliğe vuran adam şöyle dedi:
“Hiç evlenmemiş bakire kız tamamıyla senin olur. Onunla gamdan kederden kurtulursun. Yarısı senin olan kadın dul kadındır. Hiç senin olmayan kadın ise çocuğu olan kadındır.” Genç tekrar sorar:
“Ey akıllı adam!… Sorulacak bir sorum daha kaldı.”
“Sor bakalım. Çabuk söyle, çünkü çocuğun biri meydanda topu mu kaptı.” Genç:
“Ben anlayamadım. Bunca akılla bu delilik nasıl iş? Sen bir güneş gibisin, nasıl olur da deli gibi geziyorsun.” Deli:
“Bu şehrin sakinleri beni kadı (hâkim) yapmak istiyorlar. Onlara “Ben kadı olmam” dedim. Bana “Hayır, senin gibi bilgili bir adam yoktur” dediler. Ben de bu yüzden işi deliliğe vurdum. Yoksa beni zorla kadı yapacaklardı.”
Bu zat Harun Reşit’in kardeşi Behlül Dana’dan başkası değildi.
PADİŞAHIN SÖZÜ MÜ YOKSA DEĞERLİ TAŞ MI ÖNEMLİ?
Padişah bir gün divana girdiğinde memleketin ileri gelenlerinin tümünün toplanmış olduğunu gördü. Bir mücevher çıkararak vezirine uzattı:
“Bu nasıl bir mücevherdir, değeri nedir?”
Vezir aldı, söyle bir baktı:
“Çok kıymetli bir mücevherdir,” dedi. Padişah:
“Kır bakalım bunu,” deyince:
“Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini isteyen bir kişiyim ben!.. Değer biçilemez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim?” dedi.
Padişah vezirin sözünü takdir etti, bir elbise verdi ödül olarak. İnciyi aldı ondan. Sonra diğerleri ile birlikte başka bir meseleden bahis açarak unutturdu olayı. Perdecinin eline tutuşturdu mücevheri, dedi ki:
“Bir isteklisi olsa, ne değer biçer acaba?” Perdeci:
“Bu mücevher,” dedi, “ülkenin yarısı değerindedir. Allah memleketi tehlikelerden korusun.”
“Kır bunu,” deyince padişah:
“Ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım,” dedi perdeci.” Bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık!.. Değeri söyle dursun, şu parlaklığa bir bakın!.. Gündüzün nûru bile ona uymakta. Bunu kırmaya nasıl elim varır?. Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum?”
Padişah ona da bir elbise armağan etti, gelirini arttırdı. Onun aklını övmeye başladı. Bir müddet sonra mücevheri bir beyin eline verdi, onu da sınadı. O da öyle söyledi, divanda bulunan diğer beyler de. Padişah da her birine ağır elbiseler verdi, ihsanlarda bulundu!.. O aşağılık kişileri yoldan çıkardı, kuyuya attı. Elli, altmış beyin tamamı veziri taklit etmişlerdi. Gerçi dünyanın değeri taklittir ama, her mukallit de sınanmada rüsva olur.
Bir kösede bekleyen Eyaz kalmıştı yalnızca. Mücevheri ona uzatarak dedi ki:
“Ey Eyaz! Söyle bakalım; bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?..”
“Söyleyebileceğimden de fazladır padişahım,” deyince:
“Haydi öyle ise kır bakalım onu,” dedi padişah.
Eyaz’ın ceplerinde taşlar vardı. Derhal o taşlarla mücevheri kırdı, un ufak etti. Beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu.
“Bu ne korkusuzluk? Allah hakki için bu nurlu mücevheri kıran kâfirdir,” dediler.
O toplulukta bulunan herkes kötülüklerinden, padişahın inci gibi buyruğunu kırmışlardı. Eyaz dedi ki:
“Ey ünlü ulular! Padişahın buyruğu mu daha ileri, mücevher mi? Padişahın buyruğuna aldırış dahi etmiyorsunuz! Ben gözümü padişahtan ayırmam. Müşrikler gibi tasalanmam. Boyalı bir taşı seçip de, padişahın buyruğunu geri bırakan canda hiçbir gevher, hiç bir değer yoktur. Gül renkli oyuncağı arkana at, onlara renk vereni aklına getir. Din yolunda yol kesicilerden değilsen kadınlar gibi renge, kokuya tapma.”
Bu sözler üzerine o yüce beyler, hatalarına özür olmak üzere başlarını önlerine eğdiler. Gönüllerinden yüzlerce ah çektiler. Padişah da ihtiyar cellada emir verdi:
“Bu çerçöpü, benim yüce kapımdan uzaklaştır! Bu aşağılık adamlar, bu makama lâyık değiller. Bir taş için benim buyruğumu reddettiler. Buyruğum; bu çeşit fesatçılara bir boyalı tas için hor ve hakir oldu.”
Bunun üzerine merhametli Eyaz sıçradı, o ulu padişahın tahtına koştu, ona dedi ki:
“Padişahım; senin gibi yüce bir padişahın sultanlığına gökyüzü bile hayran olmuştur. Cömertler cömertliğini, hümalar kutluluğunu senden alırlar. Ey lütuf ve kerem sahibi!.. Bu suçluların gaflet ve küstahlıkları; senin affının çokluğundan meydana gelir. Ey affetmeyi sandığına almış, kendine mal edinmiş zat; affet. Sen lütufta en ileri gidensin!.. Suçlu benim. Affet, affet, affet!…”
O vezirlerin hepsi Padişah çok sevdiği için Eyaz’ı kıskanırlar ve bir punduna getirip onu Padişah’ın gözünden düşürmek için ellerinden geleni arkalarına koymazlardı. Eyaz’ın büyüklüğü burada daha iyi anlaşılmakta, değil mi?
BÖL,PARÇALA,YOKET
Bir bahçıvan bahçesine üç hırsız girdiğini gördü. Bunlardan biri fakir bir din adamı; diğeri peygamber soyundan geldiğini söyleyen bir şerif; üçüncüsü ise bir derviş idi. Bunların üçü de vefa bilmez, hak tanımaz kişilerdi. Bahçıvan kendi kendine:
“Bunları yakalamak lazım, ama tek başıma üçüyle birden uğraşamam. Bu yüzden onları birbirinden ayırmam gerek. Onların her birini bir yana savurayım da, yalnız kalınca onların birer birer haklarından geleyim.”
Bahçıvan bu üç kişiye dostça yaklaştı. Hepsini hoş karşıladı.
Dervişe dönerek:
“Şurada benim evim var. Oraya git de bir kilim getiriver. Ağacın altına serip oturalım,” dedi.
Derviş gitti, bahçıvanla iki dost baş başa kaldı.
Bahçıvan din adamına dönerek:
“Sen din adamısın. Bu arkadaşın da Seyyid, yani peygamber neslinden gelen biri. Biz senin fetvanla işlerimizi yapıyoruz. Onun bunun sırtından geçinen derviş kim oluyor da sizin gibi asil adamlarla oturup kalkıyor. Şimdi gelince onu kovun, gitsin. Siz de tam bir hafta benim bahçemde konuk olun. Bağ bahçe dediğiniz nedir ki? Hepsi sizin olsun.”
Bahçıvan içlerine bir şüphe düşürdü, onları kandırdı. Derviş gelince onu kovdular. O da kalkıp gitti.
Bahçıvan da eline kocaman bir sopa alıp dervişin peşine düştü. Ona yetişince:
“Ey köpek! Bu nasıl dervişlik? Fırsatı bulunca hırsızlık yapıyorsun. Sana dervişlik diye bunu mu öğrettiler. Al sana,” diyerek vurmaya başladı.
Bahçıvan dervişi yalnız bulduğu için onu iyice dövdü. Yarı ölü hale getirdi. Kafasını yardı. Derviş:
“Bana olan oldu arkadaşlar, aynı şey sizin de başınıza gelir. Siz beni yabancı bildiniz ama bu bahçıvandan size daha yabancı değilim.”
Bahçıvan dervişi dövdükten sonra diğerlerinin yanına geldi. Seyyid’e seslenerek:
“Ey Seyyid! Eve git öğle yemeği için yufka pişirmiştim. Evdeki hizmetçiye söyle onları sana versin,” getir.
Seyyid’i eve yollayan bahçıvan, Hocaya dönerek:
“Ey bilgili adam! Sen din bilginisin. Bilgi ve görüşün meydanda. Arkadaşın peygamber soyundan geldiğini söylüyor. Hâlbuki ataları kim, ne belli? Günümüzde nice sahtekârlar kendisinin peygamber torunu olduğunu söylüyor.”
Bahçıvan daha birçok söz söyledi. Hoca da onları dinledi. Arkadaşı Seyyid’den soğudu. Bahçıvan yerinden kalktı eve gitti. Seyyid’e:
“Ey eşek,” dedi.” Seni bu bağa kim çağırdı? Sana hırsızlık kimden kaldı. Aslan, yavrusuna benzer. Söyle bakalım sen hangi yönden peygambere benziyorsun.”
Bahçıvan, bu sözlerden sonra Seyyid olduğunu söyleyen hırsızı da iyice dövdü. Hırsız perişan bir şekilde hocaya seslenerek:
“Sen şimdi yalnız kaldın. Ayağını denk al,” dedi.
Bahçıvan ikinci hırsızı da bu şekilde bağından kovduktan sonra hocanın yanına geldi. Ona da sopayla saldırarak:
“Sen hoca mısın? Hoca nerde sen nerde? Ey utanmaz adam. Hırsızlık fetvasını sen nerden aldın?” dedi.
Hoca bir taraftan dayağı yiyor, bir taraftan da:
“Haklısın, vur.”Dostlarından ayrılanın layığı budur,” diyordu.
EŞŞEKLERİ TOPLAYAN GÖREVLİLER
Bir gün, adamın biri kaçtı, bir eve sığındı. Korkudan yüzü sapsarıydı. Ayakları ve elleri titriyordu. Dudakları morarmıştı. Kaçarken o kadar çok koşmuştu ki, ayakta duramayacak bir hale gelmişti.
Ev sahibi sordu:
“Hayrola! Nedir bu halin? Ellerin titriyor. Ne oldu? Neden kaçtın? Niçin betin benzin attı?” Adam dedi ki:
“Zalim padişahı eğlendirmek için bugün dışarıda ne kadar eşek varsa yakalıyorlar.” Ev sahibi bu sözlere bir anlam verememişti:
“Tamam da bundan sana ne?” Dedi. “Affedersin ama sen niye üzülüyor, korkuyorsun. Sen eşek değilsin ki…” Adam:
“Haklısınız ama dedi bir şeyi bilmiyorsunuz. Padişahın adamları bu işe öyle girişmişler ki, eşekle insanı ayırt edecek halleri yok. Bir şeyi fark edemeyen bu adamlar Allah korusun eşeğin sahibini de eşek diye götürürler.”
Ev sahibi, bu haklı söz karşısında bir şey diyemedi.
ÇİRKİN SESİN YAPTIĞI KÖTÜLÜK
Bir zamanlar, bir şehirde çirkin sesli bir müezzin vardı. Görev yaptığı bu yerde Müslümanlar sayıca Hıristiyanlardan daha azdı.
Bazıları müezzine:
“Bu çirkin sesle ezan okuma, tepkiler düşmanlıklar olur,” diyordu.
Fakat müezzin çok inatçıydı. Bu yüzden söylenen hiçbir uyarıya aldırış etmedi. Bu şekilde Ezan okumaya devam etti.
Bir gün buraya elinde bir takım elbiseyle Hıristiyan’ın biri çıkageldi. Eski bir dost gibi müezzine bir takım elbise ve helva getirmişti.
“Nerede o bizim müezzin? Onun ezanı ve sesi insanın huzurunu arttırıyor,” dedi. Oradakiler hayretle:
“Dalga mı geçiyorsun? Kendine gel. Onun sesi insana nasıl huzur verir?,” dediler. Hıristiyan neşeli bir şekilde:
“Onun sesi kiliseye kadar geldi. Benim güzel bir kızım var. Çoktandır Müslüman olmak istiyordu. Ne yaptıysak fikrinden döndüremedik. Müslüman olma sevdası içinden gitmedi. Ne yapacağımı düşünüp dururken o müezzinin sesi kiliseden duyuldu. Kızım “bu çirkin ses nedir?” diye sordu. Sonra da ekledi: “Ömrümde hiç bu kadar çirkin ses duymadım.” dedi. Kız kardeşi ona:
“Bu ezan sesidir” dedi. “Bu Müslüman âdetidir, bu sesle Müslümanları ibadete çağırıyorlar.” deyince kızım inanamadı. İçindeki Müslümanlığa iman sarsıldı, üzüldü, Müslümanlıktan soğudu. O Müslüman olmaktan vazgeçti, benim dertlerim bitti. Bugün, benim sevinç günümdür. Söyleyin o müezzin nerede. Bulup ona bu armağanları vermek istiyorum.”
HÜRRİYET, HÜRRİYET, HÜRRİYET
Burası içinden şırıl şırıl sular akan yeşil bir yerdi. Irmağın kıyısında yosunlu taşlar arasında yaşayan bir fare her gün bu su şırıltılarıyla uyanırdı.
O sabah da öyle olmuştu. Gözlerini açtı. Taşların arasından çıktı. Irmağın kıyısında bir kurbağa öyle tek başına duruyordu.
“Günaydın kurbağa kardeş,” dedi. Ne güzel bir gün değil mi? İyi ki seni gördüm. Değilse bütün gün burada yalnızlıktan canım çıkardı.”
Kurbağa da yalnızlık çekmekteydi. Fareye:
“Burada yaşadığını bilmiyordum,” dedi. “Kimse yok sanıyordum. Meğer sen varmışsın. Komşu sayılırız öyleyse.”
O günden sonra fare ile kurbağa canciğer iki dost oldular. Dostlukları her gün biraz daha ilerliyordu. Öyle ki akşam olup güneş batınca biri taşların arasına, diğeri suyun dibine çekiliyor, sabahı zor ediyorlardı.
Bu, böyle olmayacaktı. Zira, bütün gece birbirlerini çok özlüyorlardı. Bu duruma bir çare bulmalıydılar. Çareyi fare buldu. Kurbağaya:
“Sevgili dostum,” dedi.”Geceleri birbirimizden ayrı düşüyoruz. Birbirimizi özlüyoruz. En iyisi mi bir ip bulalım. Bir ucunu senin ayağına bin ucunu benim kuyruğuma bağlayalım. Gece olunca birbirimizi özler özlemez ipi çekelim. Böylece hep buluşabiliriz.”
Kurbağa, bu teklifi kabul etti. İkisi bir ipe bağlandılar.
Aradan birkaç gün geçmişti. Bir karga fareyi görmüş, pusu kurarak taşların arasına saklanmıştı.
Akşam olunca fare yuvasına döndü. Karga fırsatı kaçırmadı. Fareyi kaptığı gibi havalandı. Tabi ki kurbağa da beraber havalanmıştı. Yapacak bir şey yoktu.
BAĞIRMAK İŞE YARAR MI?
Kervan, bütün gün yol aldı. Gece olunca da serin bir yerde konakladı. Yorgunluktan herkes uykuya dalmıştı.
Kervanın bekçisi de uyuyanlar arasındaydı. Hırsızın biri bu durumu fırsat bilerek kervanı soydu. Çaldığı malları da toprağa gömdü.
Gündüz olunca kervan halkı uyandı, baktılar ki mal, eşya, gümüş, hepsi çalınmış.
Halk toplanarak durumu tartışıyordu. Kervan bekçisini çağırdılar. Bekçiye:.
“Ey kervan bekçisi! Eşyamız ne oldu? Mallarımız nereye gitti.” Bekçi, uyuya kaldığını gizlemek için:
“Hiç ummadık bir zamanda, yüzleri örtülü hırsızlar geldiler, gözümün önünde ne var, ne yok alıp götürdüler,” dedi. Kervan halkı:
“Ey korkak adam? Hırsızlar eşyayı çalarken sen ne yapıyordun? Sen necisin? Bekçi değil misin?” Bekçi:
“Ben bir kişiydim. Onlarla başa çıkamazdım. Bir sürü silahlı adama karşı ne yapayım?”
“Peki, bizi ne diye uyandırmadın?” Bekçi kekeleyerek:
“Tam bağıracağım sırada bıçakla beni korkuttular. Susmazsan seni öldürürüz dediler. O zaman bağıramadım, isterseniz şimdi bağırayım, çağırayım.”
BİR İŞİN SONUNU DÜŞÜNMEK
Çocuklar o gün ders yapmak istemiyorlardı. Fakat bunu nasıl yapacaklardı? İçlerinde en akıllıları şuna karar verdi:
“Hocamıza “Bugün çok sararmışsın. Bu hal ya soğuk algınlığından ya da sıtmadan” diyeceğim. Benim bu sözlerimden hoca paniğe kapılırsa, deli gibi olur. Benden sonra ikinci, üçüncü, dördüncü arkadaşınız da böyle yaparsa, hoca hasta olduğunu zanneder.” Çocukların hepsi:
“Aferin, ne akıllıca düşünüş,” dediler.
Daha sonra çocuklar aralarında anlaştılar. Hiç kimse sırlarını başkasına söylemeyecekti.
Sabah olunca çocuklar bu düşüncelerle evlerinden okula gittiler. Hepsi içlerindeki akıllı çocuğu beklemeye koyuldu. O zeki çocuk geldi. Hocaya selam verdi ve:
“Hayrola hocam, yüzünüzün rengi sapsarı?” dedi. Hoca:
“Yoo, ben hasta falan değilim. Ağrım sızım da yok. Sen yerine otur. Böyle saçma sapan konuşma.”
Hoca böyle söyledi söylemesine, ama içine de bir şüphe girmişti. Bir başka çocuk geldi, o da böyle söyleyince şüphesi artmaya başladı. Hoca da kendi durumuna şaştı kaldı. Hoca korku ile kendisini hasta zannetti, elbisesini sıkıca giyip evine doğru yola koyuldu. Hem yürüyor hem de:
“Allah Allah! Hanım benim hastalığımı niye anlamadı. Hasta hasta beni işe gönderdi. Galiba bu kadın beni sevmiyor. Benden kurtulmak istiyor,” diyordu.
Bu düşüncelerle eve geldi, sertçe kapıyı açtı. Çocuklar da hocalarının peşine takılmıştı. Karısı:
“Hayrola bey,” dedi. Neden erken geldin. Kötü bir şey mi oldu? Hoca:
“Kör müsün? Hastayım işte. Yüzüme baksana, sapsarı olmuş.” Karısı:
“Aman hoca efendi, senin bir şeyin yok. Gereksiz kuruntular içindesin.” Kocası kızarak:
“Hain kadın. Yalan söylüyorsun. Şu halimi görmüyor musun? Titriyorum. Sen körsen, benim suçum ne?” Kansı hayretler içinde:
“Allah Allah! Efendi, sen delirdin mi yoksa. Ayna getireyim de yüzüne bir bak.”
“Defol git. Zaten benden kurtulmak istiyorsun. Git yatağı ser de dinleneyim.” Kadın çaresiz yatağı getirdi. İçinden de:
“Çaresi yok, söz dinlemiyor. Bir kuruntuya kapıldı gidiyor. Hasta değilsin desen, beni suçlu bulacak.”
Kadın kocasının yatağını serdi. Hoca yataklara düştü. Ah etmeye, feryat etmeye başladı.
Çocuklar da oturmuşlar, yaptıklarından pişman olarak:
“Bütün bunları biz yaptık. Biz zindana atılacak çocuklarız,” diyorlardı.
Hoca hasta olduğu için artık tatil edilmişti okul.
Çocuklar, evlerine koştular, oyunla meşgul oldular. Anneleri:
“Bugün okul günü olduğu halde siz niye oynuyorsunuz.” Çocuklar:
“Vallahi hocamız hastalandı, yataklara düştü. Bizim suçumuz yok,” cevabını verdiler. Anneleri:
“Siz galiba yalan söylüyorsunuz. Yarın okula gider, sorarız,” dediler.
Sabahleyin çocukların anneleri hocanın evine geldiler. Hoca ağır hasta gibi uykuya dalmıştı. Üzerindeki yorganların çokluğundan terlemişti. Başını bağlamış, üzerine yorganı çekmişti. Yavaş yavaş ah etmede, inlemekteydi. Kadınların hepsi şaşırmıştı:
“Hayrola hoca efendi? Bu hastalık nedir?” Diye sordular. Hocanın cevabı şaşırtıcıydı:
“Vallahi, bundan benim de haberim yoktu. Bu çocuklar hastalığımı haber verdiler.”
PADİŞAHTAN PADİŞAHA FARK VAR
Şairin biri, elbise sahibi olmak, göze girmek, makam elde etmek ümidi ile padişaha bir şiir getirdi. Padişah kerem sahibi idi. Şaire bin altın verilmesini ve başka ihsanlarda bulunulmasını emretti. Veziri:
“Bu yetersizdir. On bin altın verin de sevinerek gitsin. Onun gibi değerli bir şaire, senin gibi deniz kadar cömert olan bir padişahın on bin altın vermesi, çok değil azdır.”
Padişah da şaire on bin altın ve şaire uygun elbiseler verdi. Şairin gönlü şükürlerle doldu, taştı. Şair:
“Bu fazla lütuflar kimin gayretiyle oldu. Padişaha beni kim övdü, üstün gösterdi,” diye sordu, soruşturdu. Ona dediler ki:
“Adı da huyu da temiz ve güzel Hasan adlı bir vezir tavsiyesiyle oldu.”
Bunun üzerine şair, adı gibi huyu da güzel olan vezire de uzun bir kaside, yani övgü şiiri yazdı. Vezirin konağına götürdü. Şair birkaç sene sonra yine fakirleşti, yoksul hale düştü. Kendi kendine dedi ki:
“Darlık zamanında denenmiş olan kerem sahibini tekrar denemek yararlıdır. Yine ihtiyacını önce denediğim kapıya götürmeliyim.”
Şair bir kere daha bir ihsan elde ederim diye o ihsan sahibi padişaha geldi. Yanında götürdüğü şiirde, fazlasıyla ihsanlarda bulunan padişaha teşekkür ediyor, hem de ihsanın ve iyiliğin ölmediğini belirtiyordu. Bir kaç yıl önce aldığı bahşiş ve ihsanı umarak padişaha takdim etti. Bu şiir önceki bağışın ümidi ile yazılmış inci gibi çok güzel dizelerle doluydu. Padişahın âdeti şairlere bin altın vermekti.
“Bu şaire de bin altın verilsin,” dedi.
Ne yazık ki bu defa eski vezir yoktu. Onun yerine cimri bir vezir iş başına gelmişti. Vezir:
“Padişahım! Bizim masrafımız çok. Bu şaire bir şiir için bu kadar altın verilmez. Sadece yirmi beş altın yeter.” Oradakiler:
“Eski vezir zamanında bu gönüller alan padişah, şaire on bin altın vermişti,” dediler. Padişah vezirine:
“Pekâlâ, sen nasıl istiyorsan öyle yap,” dedi. “Ama yine de onu sevindir, çünkü bizden güzellikle bahsediyor.”
Ondan sonra vezir, şairi bekletmeye başladı. Onu beklete beklete kış geçti, yaz geldi, güz oldu. Şair ihsan bekleye bekleye ihtiyarladı. Vezirin tavrı, onu perişan etti. Şair:
“Altın vermeyeceksen, bari söv de canım senin elinden kurtulsun. Kalkıp gideyim,”dedi.
Ondan sonra vezir ona yirmi beş altın verdi. Şair şaşırdı, düşüncelere daldı. Önce verilen altın bekletilmeden verilmişti. Pek çoktu. Şimdiki ise hem geç verildi ve azdı. O cömert, akıllı vezir gitmiş; yerine fakirlerin derilerini yüzen cimri vezir gelmişti.
Şair yüzünü saraydakilerden tarafa döndü ve:
“Ey dostlar! Bu kötü huylu vezir nereden geldi. Bu soyguncunun adı nedir?” diye sordu. Orada bulunanlar:
“Adı Hasan,” dediler.
Şair duygularını şöyle açıkladı:
“Allah Allah! Öncekinin adı da Hasan’dı , bu da Hasan. Ama aralarında ne kadar çok fark var. Böyle bir şey nasıl olur?”
KİM DAHA YAŞLI ACABA?
Bir deve, bir öküz bir de koç, yolda giderken bir demet ot buldular. Koç dedi ki:
“Bunu aramızda pay edersek hiç birimiz bununla doymayacak. İçimizde en yaşlı hangimiz ise otu o yesin. Bu daha doğru olur. Çünkü yaşlılara hizmet, eskiden beri âdettir. Koç daha sonra öküzle deveye:
“Arkadaşlar! Mademki böyle bir nimete konduk. Her birimiz ömrümüzün başlangıcını söyleyelim. Bakalım hangimiz daha yaşlı, bu anlaşılınca artık susalım. Önce ben söyleyeyim, benim otlamaya başlayışım İsmail peygambere kurban olan koçun zamanına kadar gider.” Öküz:
“Ben genç yaşta iken Âdem’in çift sürdüğü öküze eş olmuştum, İnsanların atası olan Âdem yeryüzünü sürüyor, ekin ekiyordu ya, işte onun öküzü ile aynı boyunduruğa koşulmuşum”
Deve, öküzle koçtan bu sözleri duyunca şaşırdı kaldı. Başını eğdi, yerden ot demetini aldı. Havaya kaldırdı, hiçbir şey söylemeden onu yedi. Sonra:
“Benim tarih söylememe gerek yok. Böyle kocaman vücudum, uzun bir gövdem varken, herkes bilir ki sizden daha küçük değilimdir. Aklı olan herkes bilir ki yaradılışım sizden daha eskidir.”
AŞIKIN BÖYLESİ
Bir zamanlar bir âşık vardı. Yıllarca ay yüzlü sevgilisine gönül vermiş, ona kavuşmak için beklemiş, padişahlar padişahına kul köle olmuştu.
Arayan sonunda bulur. Çünkü rahatlık sabırdan doğar.
Sevgilisi bir gün ona:
“Bu gece gel. Senin için tatlılar hazırladım. Yemekler pişirdim. Filan evde gece yarısına kadar otur, bekle. Sen aramadan gece yarısı ben çıkar gelirim.”
Âşık adam bu müjdeli haberden ötürü kurban kesti. Fakirlere ekmekler dağıttı. Çünkü beklediği ay artık bulutlar arasından doğacaktı.
Geceleyin karar verdikleri o eve gitti, sevgilisinin sözünde duracağını düşündü, yana yakıla beklemeye koyuldu. Gece yarısından sonra sevgilisi sözünde durdu. Söz verdiği gibi geldi. Fakat kendine gönül veren adamı uyuyor buldu. Onun elbisesinden bir parça kesti.
“Sen gerçek aşık değil, henüz çocuksun, şunları al da oyna!” diye cebine birkaç ceviz koydu.
Âşık, seher vakti uyanınca hemen sıçradı, kalktı. Elbisesinden bir parça kesildiğini, cebine de ceviz konulduğu gördü. Mesajı almıştı.
“Bizim padişahımız, sevdiğimiz baştan başa doğruluk ve vefadan ibarettir. Bizim başımıza ne geliyorsa hep bizden, kendimizden geliyor,” diye ağlamaya başladı
HIRSIZA KİLİT OLMAZMIŞ
Hikayecinin biri bir gün toplanan kalabalığa güzel hikâyeler anlatırken, terzilerin nasıl kumaş çaldıklarına sıra gelmişti.. O sırada kalabalık içinde bulunan bir Türk terzilere ait bu sırrın açığa vuruluşundan çok öfkelendi. Hikâyeci ballandıra ballandıra terzilerin hainliklerini anlattı. Türk de bu anlatılanlara bir hayli üzüldü. Sonra dayanamayıp sordu:
“Ey hikâyeci! Sizin şehrinizde hilede ve hainlikte en usta terzi kimdir?” Hikâyeci cevap verdi:
“Şehrimizde Ciğeroğlu adında bir terzi vardır. O el çabukluğunda ve hırsızlıkta herkesten ileridedir. Türk:
“O benden değil kumaş, bir iplik bile çalamaz.” Dedi. Hikâyeci:
“Kendine bu kadar güvenme. Senden daha uyanıkları bile aldattı o. Onun hileleri karşısında sen şaşırır kalırsın.” Türk daha çok kızdı:
“O terzi benden ne eski ne yeni hiçbir şey çalamaz,” diye bahse girişti.
Çevresindekiler onu daha çok kızdırdılar. O da bahse konacak nesi varsa rehine verdi.
“Şu Arap atımı da rehine koydum. O terzi benden bir şey çalabilirse sizin olsun. Eğer benden bir şey çalamazsa sizden bu atla beraber bir at isterim.”
Türk üzüntüsünden dolayı o gece uyuyamadı. Hırsızın hayaliyle savaşıp durdu.
Sabah olunca atlas kumaşı koltuğuna aldı. O hilecinin pazar yerindeki dükkânına gitti. Selam verip dükkâna girdi. Usta hemen yerinden kalkıp selamını aldı. Onunla merhabalaştı. Usta, Türk’e haddinden fazla hürmet etti. Böylece onun gönlüne girdi. Ona kendini sevdirdi.
Türk, terzinin bülbül gibi tatlı dil döktüğünü görünce, getirdiği İstanbul atlasını (ipek kumaşı) onun önüne attı.
“Bu kumaştan savaş günü giymek için göbeğimden aşağısı geniş, yukarı kısmı dar, bir kaftan biç. Belden yukarısı dar olsun da güzel görünsün. Aşağısı geniş olsun da rahat hareket edeyim, ayağa dolanmasın,” dedi. Terzi:
“Ey sevimli müşteri! Sana hizmette bulunmak benim için zevk. Emrin başımın üstüne,” dedi.
Terzi sonra kumaşı ölçtü, ne kadar çıkacağını anladı. Ondan sonra da ağzını açarak, tatlı diller dökerek Türk’ü lafa tuttu. Birçok fıkra ve hikâyeyle Türk’ü oyaladı. Makasını çıkardı, hem kumaşı kesiyor, hem sürekli tuhaf tuhaf şeyler anlatıyordu.
Anlatılan masallar yüzünden Türk, öyle katıla katıla gülmeye başladı ki, daracık gözleri kapandı, görünmez oldu. Türk gülerken terzi kumaştan bir parça kesip dizinin arasına sakladı. Bu işi Allah’tan başka kimse görmedi.
Terzinin anlattığı masalların hoşluğu, tatlılığı, Türkün giriştiği bahsi onun aklından çıkardı. Ona her şeyi unutturdu.
Atlas nedir? Bahse girişmek nedir? Rehin nedir? Terzi ağabeyin anlattıkları ile Türk sarhoş oldu. Türk kendine gelince:
“Allah aşkına gülünecek bir şey daha söyle! Sözlerin gönlüme, ruhuma gıda oldu,” diye yalvardı.
O düzenbaz terzi gülünecek bir şey daha söyledi. Türk öyle bir kahkaha attı ki sırt üstü yere yattı. Gafil Türk gülünecek masallardan hoş zevkler alırken, terzi de kumaştan bir parça daha keserek gömleğinin yakasından koynuna soktu. Türk:
“Allah aşkına gülünecek bir şey daha anlat,” dedi.
Terzi bu defa önceki söylediklerinden daha hoş, daha güldürücü bir masal anlattı. Türk’ü tam manasıyla avladı. At için bahse giren Türk’ün attığı kahkahalardan gözleri iyice yumulmuş, aklı başından gitmişti.
Terzi üçüncü defada kumaştan bir parça daha çaldı. Çünkü Türk’ün gülüşünden meydanı boş bulmuştu.
Türk dördüncü defa gülünecek bir şey anlatmasını isteyince, terzinin gönlüne merhamet geldi de hilesini, hırsızlığını başkalarına saklamaya karar verdi. Türk:
“Gülünecek bir şey daha anlat,” diye terziye yalvarmaya koyuldu,
Terzinin bu isteğe karşılığı alaylı oldu:
“Ey kendisi masal olmuş kişi! Ne zamana kadar masal dinlemeyi deneyeceksin,senin kendi hayatının masalından daha gülünç bir şey yoktur. Ey kahkahaların esiri olan kişi! Artık bırak beni. Geç! Bir daha güldürecek bir hikâye anlatırsam vay haline!”
DOKTOR DEDİĞİN BÖYLE OLMALI
Hasta bir adam doktora gitti.
“Ey doktor! Şu nabzıma bir bak,”dedi.” Çünkü nabızdan kalbin halini anlarsın. Çünkü kalp içtedir, görünmez, Onun hali nabzın atışından anlaşılır.
Hekim hastanın nabzını tuttu. Onun iyileşme ümidinin kalmadığını görünce:
“Gönlün ne isterse onu yap. Bedenindeki bu eski hastalığın geçsin. Şunu bil ki sabır ve perhiz senin hastalığına iyi gelmez. Gönlün ne istiyorsa onu yap,” dedi.
Hasta adam kendisine bir sağlık kapısı açılsın diye ırmak kenarında gezinip durmaya başladı. Orada bir derviş oturmuş; elini, yüzünü yıkıyordu.
Hasta adam dervişin ensesini gördü, içinden ensesine bir tokat atma isteği geldi. Dervişin ensesine bir tokat atmak için elini kaldırdı. Çünkü, hekim ona “İçinden geleni yapmazsan, sana dert olur” demişti.
Kendi kendine “Vur bakalım” diyordu. “Bu sabır, bu perhiz tehlikelidir. Başkaları gibi çekinme, vur, iyice vur!”
Dervişin ensesine vurunca, enseden bir “şırak” sesi çıktı. Derviş:
“Behey ahlaksız adam! Ne yapıyorsun?” dedi.
Derviş, adama iki üç yumruk vurup sakalını bıyığını yolmak istedi. Ancak “Bir tokadın karşılığı başımı belaya sokmam doğru değil” diye düşündü.
Derviş, düşmanını biraz zayıf görünce düşüncesini değiştirdi: “Aslında ben de bir yumruk vursam iyi olur.” dedi. Ama sonra “Bir yumruk atarsam adam kalay gibi eriyip gider, sonra padişah kısas emrederse beni öldürürler”
Derviş adama vurmaya cesaret edemeyince onu Kadı’ya şikâyet etmeyi düşündü. Derviş adamın yanına gitti, kolundan tutup Kadı’nın yanına götürdü, Kadıya:
“Bu herifi bir eşeğe bindir de halka rezil et,” dedi. Kadı dedi ki:
“Oğlum, önce durumunu iyice açıkla, mesele nedir? Etraflıca anlat. Ben de ona göre karar vereyim. Vuran nerede, perişan bir halde, adeta hayale dönmüş. Kanunlar diriler içindir, ölülere kanun uygulanabilir mi?”
Derviş:
“Pekâlâ, Kadı Efendi! Hiçbir suçum yokken bu adamın bana tokat almasını doğru buluyor musunuz?” Kadı, suçlu adama:
“Az çok bir paran var mı?” diye sordu. Adam:
“5 kuruş param var,” dedi. Kadı:
“O paranın üç kuruşunu kendine harca. Diğerini de şu dervişe ver,” diye emretti.
O arada hasta adamın gözü Kadı’nın ensesine ilişti. Onun ensesi, dervişin ensesinden güzeldi. Hasta adam:
“Vurduğum tokat çok ucuz,” diye düşündü. Elini kaldırdı, Kadı’nın yanına gitti; kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi ona doğru eğildi. Derken ensesine bir tokat vurdu.
“Siz ikiniz olarak 5 kuruşu bölüşün, haydi bana eyvallah,” dedi.
HAZIRCEVAP OLMAK VE KURNAZLIK
Bir Yahudi , bir Müslüman ve bir de Hıristiyan beraberce yolculuğa çıktılar. Bu üç arkadaş gittikleri yere vardılar. Varlıklı bir kişi bu yolculara hediye olarak helva getirdi.
Yahudi ile Hıristiyan oburluklarından mide rahatsızlıklarına tutulmuştu. Müslüman ise oruçlu idi. Akşam namazı vakti, helva gelince Müslüman iyice, acıkmıştı. O obur iki kişi:
“Biz boğazımıza kadar tokuz. Bırakalım da bu helvayı yarın yiyelim. Bu gece sabredip yemeyelim,” dediler. Müslüman:
“Bu gece yiyelim, yarına bırakmayalım. Sabrın sırası değil,” karşılığını verdi. Diğerleri:
“Sen helvayı tek başına yemek istiyorsun,” dediler.
Müslüman bir teklifte bulundu:
“Bakın dostlar! Madem anlaşamıyoruz, helvayı paylaşalım. Kim isterse payına düşeni yesin, yemeyen de saklasın.” Yahudi ile Hıristiyan:
“Paylaşmaktan vazgeç,” dediler.
Yahudi ile Hıristiyan’ın amacı, Müslüman’a geceyi aç geçirtmekti.
Müslüman onlara mağlup olmuştu. Bu yüzden razı oldu. Boynunu eğerek:
“Peki, arkadaşlar,” dedi.
O gece yatıp uyudular. Sabahleyin kalktılar. Ellerini, yüzlerini yıkadılar. Sonra üçü bir araya geldiler. Birisi:
“Herkes gördüğü rüyayı anlatsın. Kimin rüyası daha güzelse helvayı o yesin,” dedi.
“ Tamam,” dediler. Önce Yahudi gördüğü rüyayı anlatmaya başladı:
“Rüyamda bir yola düşmüş gidiyordum. Yolda Musa karşıma çıktı. Musa’nın peşine düştüm. Ta Tur dağına kadar gittik. Ben de nurdan görünmez oldum. Musa da Tur dağı da görünmez oldular. Derken o mübarek nurdan bir kapı açıldı. Nur içinden başka bir nur çıktı. O ikinci nur yükseldi. Gökleri aydınlattı. O ikinci nurun ışığında ben kayboldum, Musa da kayboldu gitti. Tur dağı da. Hasılı bütün gece nurlar içinde kaldım. Yahudi’den sonra Hıristiyan söze başladı:
“Ben rüyamda Hazret-i İsa’yı gördüm. Onunla göğün dördüncü katına, dünya güneşinin bulunduğu yere çıktım. Gök kubbelerinin insanı şaşırtan öyle acayipliklerini seyrettim ki gördüklerimin dünyadaki şeylerle kıyaslanması doğru değil. Herkes bilir ki çok yüksek olan gökyüzü şu alçak dünyadan yüzlerce defa geniştir.” Bundan sonra Müslüman’a sıra gelmişti.
“Rüyamda sultanım Mustafa (s.a.v.) yanıma gelmişti. Bana dedi ki: Yahudi Cenab-ı Hak’la konuşmak mutluluğuna eren Musa’yla görüştü. Hıristiyan ise İsa ile dördüncü göğün katına çıktı. Kalk hepsinden geride kalmış, zarar görmüş kişi olarak, hiç olmazsa o helvayı sen ye.”
Bu sözleri duyan Yahudi ve Hıristiyan:
“Ne yani, yoksa helvayı yedin mi?” Diye sordular. Müslüman:
“O büyük varlık, bana helvayı ye dedikten sonra ben nasıl olur da emrine karşı gelirim. Sen Yahudi sin, Musa’nın emrinden dışarı çıkabilir misin? Sen Hıristiyansın, İsa’nın sözünü yerine getirmez misin? Ben de emre uydum helvayı yedim.”
Bunun üzerine onlar şöyle dediler:
“Vallahi senin gördüğün rüya, gerçek rüya. Bu rüya bizim rüyamızdan yüz kere daha iyi.”
GÖNÜLDEN YAPILAN TÖVBE
Bir zamanlar Nasuh adında bir adam vardı. Kadınlar hamamında kadın kılığında tellaklık ederek geçinirdi. Çünkü yüzü kadın yüzüne sesi de kadın sesine benzerdi. Yıllarca tellaklık etti, hiç kimse onun halinden şüphelenmedi. Sırrını keşfedemedi.
Çarşaf giyerek başını örter, yüzüne peçe takardı. Bu şekilde, padişahların bile kızlarını keselerdi. Zaman zaman pişmanlık duyar, tövbe eder, tellaklıktan ayrılmak isterdi; fakat kafir nefsi, kadınlara olan tutkusu onun tövbesini engellerdi.
Nasuh, bu durumun kötülüğünü bildiği için, bir arifin yanına gitti ve ona:
“Dualarında bizi hatırla,” dedi.
O arif adam, onun gizlediği sırrı öğrendi, fakat ayıpları örten Allah’ın şefkati gibi öğrendiği sırrı açığa vurmadı. Ancak tuhaf tuhaf güldü:
“Ey kötü yaratılışlı kişi! Allah sana tövbe nasip etsin,” dedi.
Nasuh bir gün hamamda tas doldururken padişahın kızının kıymetli bir mücevheri kayboldu. Hamamın kapısını sımsıkı kapadılar; herkesin bohçasını, eşyasını aramaya koyuldular. Herkesin eşyası arandı, ama mücevher bulunamadı. Bunun üzerine herkesin üstünü aramayı düşündüler. Birisi:
“Genç-ihtiyar hamamda kim varsa üstünü başını çıkarsın,” diye bağırdı. Sultanın hizmetçi kızları herkesi aramaya koyuldu. Nasuh, korkusundan tenha bir yere çekildi. Yüzü korkudan sararmış, dudakları endişeden morarmıştı. Ölümünü gözler önüne getiriyor, yaprak gibi tir tir titriyordu.
“Allah’ım, birçok kere tövbe ettim, sözler verdim; sonra onları bozdum. Sonunda bela beni buldu. Aranma sırası bana gelirse, eyvahlar olsun, nelerle karşılaşacağım. Böyle bir keder, böyle bir gam, düşmanımda bile olmasın. Merhamet Allah’ım. Ne olurdu. Anam beni doğurmasaydı, yahut aslan beni parçalayıp yeseydi daha iyiydi. Ne olur Allah’ım, vaktim daraldı. Bir padişahlık et. Bu defa da günahımı ört. Ben artık bütün yapılmayacak işlere tövbe ettim. Bu tövbemi kabul et de tövbemi bozmamak için gayret sarf edeyim. Bir daha kusur edersem, tövbemi kabul etme.”
Nasuh kendi kendine ağlayıp duruyor, Azrail’i çok yakında gözünün önünde görüyordu. O kadar çok “Ya Rabbi” dedi ki kapı, duvar da “Ya Rabbi” demeye başladı. Nasuh “Ya Rabbi” diye dua ederken, birden mücevheri arayanların sesi duyuldu.
“Ey Nasuh! Herkesi aradık; sen de buraya gel,” diyordu. Bu sesi duyunca, Nasuh kendinden geçti. Çatlamış bir duvar gibi yıkılıverdi.
Aklı fikri başından gidince, sırrı da Hakk’a ulaştı. Rahmet denizi coştu.Tam o anda:
“İşte kaybolan mücevher,” diye bir ses duyuldu.
Gürültüler, naralar, sevinç çığlıkları arasında “Mücevher bulundu” sesi yükseliyordu.
Kendinden geçen Nasuh tekrar kendine geldi. Gözleri aydınlandı. Gözüne iyi günler, aydın günler göründü. Hakkında kötü düşündükleri için herkes ondan özür diliyordu. Çünkü Nasuh, padişahın kızına çok yakın olduğu için herkes “Bu işi o yaptı” diyordu.
Nasuh, padişahın kızının has tellağı idi. Her sırrını bilirdi.
“Sultana ondan daha yakın biri yok. Mücevheri çaldıysa o çalmıştır, “diye düşünülmüştü. Nasuh onlara dedi ki:
“Bu, bana Allah’ın lutfu. Yoksa ben sizin sandığınızdan daha beter birisiyim. Benden ne diye helallik diliyorsunuz ki, çünkü ben insanların en günahkârıyım.” Sonra birisi geldi, Nasuh’a dedi ki:
“Padişahımızın kızı iltifat buyuruyor. Seni çağırıyor. Kendisini senin yıkamanı istiyor.” Nasuh:
“Git, git. Elim işten kaldı. Nasuh şimdi hastalandı. Koş. Acele başkasını ara! Vallahi ben artık çalışamam,” dedi. Kendi kendine “Günah başımdan aştı. Gönlümden o korku, o yanış, o acı nasıl gider? Gerçekten öyle bir tövbe ettim ki tövbemi artık bozmam.” diyordu.
BEYİNSİZ EŞŞEK
Bir zamanlar bir eşek vardı. Bu eşeğin sırtı yara, karnı aç ve zayıftı. Gündüzlere, ta gecelere kadar otsuz kayalıklarda yemsiz, yiyeceksiz, yurtsuz, aç bir şekilde dolaşır, dururdu. Orada içecek sudan başka bir şey yoktu. Eşek gece gündüz o üzüntü yurdunda, o yas ülkesinde idi.
Orada bütün işi gücü avlanmak olan bir de Aslan vardı. Aslan bir erkek fille boğuşmuş, yorulup hastalanmış, ava çıkamaz olmuştu. Bir müddet o yorgunluk sebebiyle avlanamadı, yiyeceksiz kaldı. Onun artığı ile beslenen öbür hayvanlar da, yemek yiyemediler, aç kaldılar.
Aslan bir tilkiyi çağırdı:
“Git, çayırlıkta bir eşek bulursan , ona dil dök, güzel sözler söyle, kandır, buraya getir. Eşeği yiyip güçlenirsem, başka bir av bulurum. Ben pek azını yerim, siz fazlasını yersiniz.” Tilki Aslana:
“Emriniz baş üstüne. Hilelerle, kurnazlıkla eşeği kandırıp buraya getireyim. Zaten hile yapmak benim sanatımdır.”
Tilki yola çıkarak dağ başından dereye kadar koşmaya başladı. O zavallı zayıf eşeği buldu. Ona dostça bir selam verip yanına gitti. O saf zavallıya yaklaştı.
“Bu kupkuru ovada, bu taşlık yerde nasılsın, ne haldesin?” diye sordu. Eşek dedi ki:
“İster gam içinde olayım, ister cennet gibi bir yerde bulunayım. Nasibimi Allah vermiş, ona şükrediyorum. İyi zamanda da şükrediyorum, kötü zamanda da. Çünkü beterin de beteri var.” Tilki dedi ki:
“Fakat helal rızk aramak lazımdır. Hiçbir şey sebepsiz elde edilemez. Şu halde mutlaka istemek, aramak lazımdır.” Eşek:
“Padişahlık dileyen, zafer isteyen bir kimseye bir lokma ekmek az gelmez. Rızk veren Allah herkesin rızkını veriyor, çalışma zahmetine katlanman sabırsızlığındandır.” Tilki:
“Senin bahsettiğin tevekkül nadirdir. Bu tevekkülü elde etmek pek az kişiye nasip olur. Bırak bunları da, elini az bile olsa kazanca uzat.” Eşek:
“Ben Allah’a tevekkülden daha iyi bir yol bilmiyorum. Ona şükrederiz, o bizim rızkımızı arttırır.”
Bu konuşma uzadı, gitti. İkisi de soru ve cevap faslından yorgun düşmüştü. Bundan sonra tilki eşeğe:
“Kendi ellerinle, kendini tehlikeye atma. Allah’ın dünyası geniş. Bu taşlık yerde ömrünü tüketme. İleride çok güzel bir çayırlık var, orada ırmak kıyısında yeşil otlardan otla.”
Tilki hilede ayak diredi, onu çekip götürdü. Aslan ona saldırsın da yaralasın diye tilki eşeği dağa çıkardı, ormana götürdü. Eşek Aslandan uzaktı, fakat Aslan eşeği görünce hırsından yaklaşmasına sabredemedi. Birden korkunç bir şekilde kükredi, fakat kımıldayacak durumu yoktu.
Eşek bu durumu uzaktan gördü, ta dağın dibine kadar kaçtı.
Tilki, aslana dedi ki:
“Ey padişahım, kavga vaktinde neden sabredemedin? O aptal eşek sana yaklaşsaydı, küçük bir saldırışla onu yenerdin. Uzakta idi, senin saldıracağını anladı ve kaçtı. Senin de zayıf oluşun meydana çıktı.” Aslan:
“Gücüm yerinde ve kendimi zayıf düşmemiş zannediyordum. Açlığım haddini aştı. Artık sabrım da taştı. Eğer elinden gelirse, bir daha onu kandır ve buraya getir.”
“Böyle bir şeyi yaparım, yalnız onu kandırır da buraya getirirsem, yine acele ederek emekleri boşuna çıkarma.” Aslan bunun üzerine:
“Evet, pek hastayım ve halsizim. Eşek bana tamamen yaklaşmayınca kımıldamam, uyur gibi görünürüm.”
Tilki tekrar yola düştü. Eşeğin yanına geldi. Eşek:
“Senin gibi dosttan çekinmek gerek. Ben sana ne yaptım ki sen beni o ejderhanın yanına getirdin?” Tilki:
“O senin gördüğün bir rüya idi, senin gözüne Aslan göründü. Yoksa ben zayıf ve güçsüzüm. Bak, oralarda rızkımı arıyorum. Zaten ben “öyle bir hayal görürsen sakın korkma” diyecektim sana.” Eşek:
“Ey tilki! Çekil git, senin suratını görmeyeyim. Seni bahtsız bir hale sokan Allah, çirkin yüzünü de pek iğrenç bir şekilde yaratmış. Bana hangi yüzle geliyorsun. “Seni çayırlığa getireyim” diye apaçık canıma kastediyorsun. Ben ister eşek olayım, ister eşeklerin en kötüsü, en kusurlusu olayım. Benim de canım var. Bu canı nasıl feda edebilirim. Bundan sonra yeminim olsun, kimsenin sözüne kanmayacağım.” Tilki:
“Bizim saf gönlümüzde tortu yoktur. Ey saf gönüllü eşek! Bütün bunlar senin kuruntundan; yoksa sana karşı gönlümde ne bir kötülük var. Ne de bir hile. Kendi çirkin hayaline kanarak bana bakma. Seni sevenlere karşı niçin kötü zanda bulunuyorsun.”
Eşek tilkiyi başından atmak için ondan uzaklaşmak istedi. Fakat köpek gibi acıkmıştı. Açlık kendisinden ayrılmıyordu. Hırs üstün geldi, sabrı zayıfladı. “Bu, hile bile olsa zaten açlıktan ölmek üzereyim,” diye düşündü. Hiç olmazsa şu açlıktan kurtulurum. Hayat bu ise ölüm daha iyi.
Tilki, eşeği aslanın yanına götürdü. O yiğit Aslan da eşeği paramparça etti. Aslan karnını doyurduktan sonra su içmek için ırmağa gitti. Tilki o zamanı fırsat bildi ve eşeğin ciğerlerini, beynini yedi. Aslan ırmaktan dönüp eşeği yemeğe devam etmek isteyince ciğerleri ile beynini aradı. Fakat ne yürek vardı, ne ciğer. Tilkiye:
“Ciğeri nerede, beynine ne oldu?” diye sordu. Tilki:
“Onun beyni olsaydı senin yanına gelir miydi? O kıyameti, o korkuyu, o kaçışı yaşayan beyinli birinin, tekrar burada ne işi vardı,” dedi.
AHMAK KÖLE
Padişahın birinin bir kölesi vardı. Akıllı birisi değildi. Ama çok hırslı biriydi. O köle padişahın önemsiz gibi gördüğü bazı küçük hizmetlerini bırakır, bazı kötü zanlara, kötü düşüncelere dalar, fakat bu kötü zanları ve düşünceleri doğru sanırdı.
Padişah kölenin bu kötü huyunu anladı. Maiyetindekilere emir vererek:
“Onun aylığını azaltın; karşı gelirse, adını kölelerin defterinden silin.”
Köle, aylığının azaldığını görünce öfkelendi, sertleşti. İyi huylu ve müşfik padişaha kinle dolu bir mektup yazmaya karar verdi.
Köle mektubu yazmadan evvel aşçıbaşının yanına gitti.
“Ey cömert padişahın aşçısı! Benim aylığımdan kesilen parayı padişahımızın cömertliğinden uzakta görüyorum,” dedi. Aşçı dedi ki:
Kesilen paranın bir hikmeti vardır. Bu ne padişahımızın cimriliğinden ne de elinin darlığındandır. Köle:
“Vallahi, bence bu emir padişahın değildir,” dedi. Aşçı ona delil gösterdi, ama köle hiçbirini kabul etmedi. Aşçı:
“Siz bunu mahsus yapıyorsunuz,” diye aşçıyı suçladı. Aşçı:
“Olamaz, biz emir kuluyuz,” dedi.
Köle kızgınlıkla bir köşeye çekildi ve padişaha öfke ile bir mektup yazdı. Mektupta padişahı övdü, onun cömertliğinden bahsetti. Mektubunda diyordu ki: “Ey dileği olanların dileklerini yerine getirmekte avucu denizden de buluttan da cömert olan padişahım! Bulut verir ama ağlaya ağlaya verir. Senin avucun ise gülerek nimet sofraları kurar.
Mektubun övüşü övüştü, ama bu övüşlerde öfke görünmekteydi.
Kölenin mektubunu padişaha götürdüler. Padişah mektubu okudu, ama cevap vermedi. Ahmağa verilecek en güzel cevap suskunluktur.
Köle hırsından patlıyordu.
“Acaba padişah neden cevap vermedi? Yoksa mektubu ona ulaştırmadılar mı? Belki bana hainlik ettiler.”
Bilgisizliğinden ötürü hiçbir şeyden haberi olmayan köle, bazen padişahı, bazen aşçıyı, bazen mektubu götüreni suçluyordu. Kötü zanlara kapılan köle ikinci bir mektup yazdı. Bu mektup kınamalarla, feryad ü figanla, şikâyetlerle dolu idi.
O güzel yüzlü padişah bu mektubu okudu ama yine cevap vermedi, onun sızlanmalarına aldanmadı.
Köle böylece ardı ardına beş mektup yazdı. Nihayet mabeyinci padişaha:
“Padişahım! Onun kusuruna bakmayınız. O da sizin kölenizdir. Bir cevap yazarsanız fena olmaz. Bir köleye lütuf ve inayette bulunursanız padişahlığınızdan ne eksilir ki?” Padişah dedi ki:
“Mektup yazmak kolay, ama köle ahmaktır. Ahmak adam da çirkindir. Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder, hele ahmaklık uyuzu olursa. Böyle birine cevap vermemek daha iyidir.”
KÜSTAH HİZMETÇİ VE LA HAVLE YİYEN EŞEK
Dervişin biri seyahate çıktı. Döne dolaşa bir hana misafir oldu. Dervişin bir eşeği vardı. Eşeği ahıra bağladı. Kendisi ahbaplarıyla sofranın başköşesine oturdu. Sohbete daldı.
Derviş yemek arasında eşeğini hatırladı. Hanın hizmetçisine dönerek:
“Ahıra git, eşeğe saman ver, arpa ver,” dedi. Hizmetçi:
“La havle, söylemene ne gerek var. Bu işler, eskiden beri benim işim,” dedi.
Derviş:
“Önce arpayı ıslat, çünkü eşek karttır, dişleri kesmez,” diyerek akıl vermeyi sürdürdü. Hizmetçi söylenerek:
“La havle!, bu işleri en iyi ben bilirim,” dedi. Derviş:
“Bak!” dedi.” Her şeyden önce palanını indir. Yaralı olan sırtına, acıyı giderecek ilaç koy.”Hizmetçi:
“Tamam, anladık, bana işimi öğretme. Ben senin gibi yüzlerce kişiyi ağırladım. Hepsi de benden memnun kaldı. Bıktım. Az konuş, bana tavsiyelerde bulunma,” diye söylendi. Hizmetçi, daha sonra:
“Gideyim de önce arpa saman getireyim,” diye düşündü.
Hizmetçi gitti, ama aklına ahır gelmedi bile. Arkadaşlarının yanına giderek dervişin sözleriyle acı acı alay etti, eğlendi.
Derviş ise o uzun yolculuktan yorulmuş bitmişti. Açık gözlerle rüyalar görüyordu. Rüyasında eşeği bir kurdun pençesine düşmüştü. Kurt, sırtından budundan onu parçalıyordu. Derviş uykudan uyanınca:
“Bu ne saçma rüya, acaba o şefkatli hizmetçi nerede?”
Derken bir rüyaya dalıyor, eşeği bazen kuyuya, bazen bir çukura düşmüş görüyordu. Çeşit çeşit korkulu rüyalar görüyor, birden yatağında fırlıyor, dualar ediyordu. Uyanınca:
“Allah Allah! Bu derdin çaresi nedir? Bu hizmetçi bize bir kötülük mü düşünüyor yoksa?” dedi.
Derviş böyle düşünürken eşeği öyle bir halde idi ki düşman başına. O zavallı eşek bütün gece taş toprak içinde, palanı tersine dönmüş, kuskunu kopmuş bir halde idi. Yol yorgunluğu ile ölmüş bitmiş, bütün gece yemsiz yiyeceksiz kalmıştı. Zavallı eşek bütün gece:
“Ya Rabbi! Arpadan vazgeçtim, biraz saman ihsan eyle,” diye dua ediyordu.
O zavallı eşek aç halde sabaha kadar bir yandan öbür yana döndü durdu. Sabah olunca hizmetçi geldi, hemen palanı aradı, buldu. Eşeğin sırtına koydu. Eşek satanların yaptığı gibi ucu sivri ağaçla iki üç defa canını yaktı. O insafsız soyunun gerektirdiği her eziyeti zavallı eşeğe yaptı. Eşek o dürtme acısıyla açlığını. perişanlığını unuttu, sıçradı, kalktı. Zavallının dili yoktu ki çektiği sıkıntıyı anlatsın.
Derviş sabahleyin kalktı. Eşeğine bindi. Tekrar yola koyuldu. Eşek adım başında tökezliyordu. Eşeğin halini görenler. Onu hasta sandılar. Biri kulağına, burnuna bakıyor; diğeri damağında yara var mı? diye ağzını açıyordu. Bir başkası nalında taş kırıntısı arıyordu. Birisi de gözünde yara var mı? diye araştırıyordu. Gelip geçenler Dervişe:
“Efendi, nedir bu eşeğin hali,” diye soruyordu.
Derviş durumu anlamıştı. O insafsız hizmetçi eşeği aç bırakmıştı. Bunu anladığında eşeğin halini soranlara:
“Eşeğin geceleyin yemi “La Havle” olursa gündüz de böyle secdeye kapanır,” diyordu.
HADDİNİ BİLMEYEN YOKSUL ADAM
Bir zamanlar yoksul bir adam vardı. Padişahın has nedimi bir köle olan Amid’i gördü; Amid ata binmiş ipek elbiseler içinde altın kemer kuşanmış gidiyordu.
Yoksul yüzünü gökyüzüne çevirerek:
“Allah’ım kula bakmayı, neden şu lütuflar, ihsanlar sahibi efendiden öğrenmiyorsun? Giydirmeyi beslemeyi şu büyüğümüzden öğrensene?”
Yoksuldu, muhtaçtı, çıplaktı yiyeceği yoktu. Kışın soğukta tir tir titriyordu. Kendinden haberi olmayan o zavallı, elinde olmadan böyle bir cürette bulunmuş, Cenab-ı Hakk’a karşı söz söylemişti. Allah’ın sonsuz lütfuna güveniyordu aslında.
Nihayet padişah günün birinde en yakın hizmetçisi Amid’i bir konu yüzünden suçladı. Elini, ayağını bağladı, onu esir aldı. Padişah, Amid’in emrindeki kölelerine de: Çabuk söyleyin efendinizin definesi nerede? diye işkence yaptı. Eğer definenin yerini söylemezseniz boğazınızı, dilinizi kestiririm.
Tam bir ay onlara işkence yaptı, Gece gündüz padişahın adamları, köleleri sorguya çektiler, Sonra onların hepsini paramparça ettiler, fakat içlerinden hiç bir köle efendisinin sırrını söylemedi. O yoksul, uykuda iken gizliden gelen bir ses ona:
“Gel, sen de kul olmayı Amid’in bu kölelerinden öğren,” buyurdu.
HIRSIZIN YEDİĞİ DAYAK KİMİN DAYAĞI?
Bir adam birini bahçesine girmiş ağacı şiddetle silkiyor, meyvelerini düşürüyordu.
Bahçenin sahibi, birden çıkageldi.
“Ne yapıyorsun sen?! Allah’tan utanmıyor musun?” diye sordu.
Hırsız dedi ki:
“Allah’ın bağından, Allah’ın bir kulu, Allah’ın lütfettiği meyveyi yerse onu niye ayıplıyorsun? Ne diye onu kırıyorsun? Zengin olan Allah’ın bütün kullarına lütfettiği nimeti niye kıskanıyorsun? Neden cimrilik ediyorsun?”
Bu sözler üzerine, bağ sahibi hizmetçisine seslendi:
“Bir ip getir de bu şaşkına bir cevap vereyim.”
Sonra bahçe sahibi adamı iyice ağaca bağladı, büyük bir sopa ile sırtına, bacaklarına adam akıllı vurmaya başladı. Hırsız:
“Allah’tan utan. Suçsuz birini, inlete inlete, döve döve öldürüyorsun, “dedi. Bağ sahibinin cevabı hazırdı:
“Bu sopa Allah’ın sopası, dövdüğüm de Allah’ın yaratığı. Ben de onun kuluyum. Allah’ın bir kulu, Allah’ın bir yaratığına, Allah’ın sopası ile, Allah’ın müsaade ettiği kadar vursa, burada döveni kim ayıplayabilir?”
Hırsız bu cevap karşısında pes etti:
“Ey akıllı adam! Tamam, ben pişman oldum. Tövbe ettim. Bırak beni artık. Gerçekten de ben yanlış yaptım.”
AZRAİLDEN KURTULUŞ VAR MI?
İhtiyar biri sabah vakti telaşlı bir halde koşa koşa Hazreti Süleyman’ın sarayına gitti.
Üzüntüden yüzü sararmış, dudakları morarmıştı.
Hazreti Süleyman sordu:
“Ne oldu böyle, bir derdin mi var? Çok telaşlısın.” Adam:
“Efendim,” dedi,” bugün Azrail’i gördüm. Bana öyle öfkeli, öyle kötü baktı ki korkudan ne yapacağımı şaşırdım. Size sığındım.”
Hazreti Süleyman:
“Peki benden ne istiyorsun?” Onu söyle. Adam:
“Efendim! Rüzgâra emredin de beni Hindistan’a götürsün. Olur ya bu kulunuz oraya giderse canını kurtarır. Medet efendim.”
“Tamam,” dedi Hazreti Süleyman. Rüzgâra emretti, rüzgâr adamı o saatte Hindistan’a götürdü.
Ertesi gün Hazreti Süleyman’ın huzurunda divan kuruldu. Herkes Hazreti Süleyman’ın davetine gelmişti… Söz arasında Hazreti Süleyman, Azrail’e:
“Yahu o adama neden öyle ters ters baktın? Yoksa onu malından canından mı etmek istiyorsun,” dedi. Azrail:
“Ben ona öfkeyle değil şaşkınlıkla baktım aslında. Cenab-ı Hakk bana onun canını bugün Hindistan’da alacaksın, buyurdu. Ben de düşünüyordum; bunun yüzlerce kanadı olsa Hindistan’a varamaz. Ben bunun canını nasıl alacağım? diye…”
ÖLMEYEN BİRİ VAR MI?
Bilginin biri, bir sohbette masala benzer bir olay anlattı. Anlatışına göre, Hindistan’da bir ağaç varmış. Kim o ağacın meyvesini yerse, ne yaşlanır, ne ölürmüş.
Padişahın biri bunu duyar; bu ağaca ve meyvesine aşık olur. İş bilir, güvenilir adamlarından birini o ağacın meyvesini getirmek için Hindistan’a yollar. Adam ağacı bulmak için yıllarca Hindistan’ın her tarafını gezer, dolaşır. Meyveyi bulmak için şehir şehir gezer.
Kime sorduysa bıyık altından gülerler ona.
“Allah aşkına! Akıllı adam böyle bir şey arar mı? Mutlaka deli bu adam, “diyorlardı.
Bazıları dövdü onu, bazıları da veli gözüyle baktı ona.
Yıllarca aradı durdu. Padişah ona mal ve para gönderiyordu. Yeter ki aradığını bulsun diye. Fakat aramasından hiçbir sonuç alamamıştı. Artık aramaktan usanmış. yorulmuştu. Geriye dönmeye karar verdi. Hem ağlıyor, hem de gidiyordu. Dönüş yolunda adını ve şöhretini duyduğu bir şeyh vardı. Adam, ümitsiz bir halde:
“Varayım huzuruna gideyim. Belki bana yardımcı olur,” dedi.
Gözleri yaşlı halde şeyhin huzuruna vardı. Yağmur gibi gözyaşı döküyordu.
“Efendim,” dedi. “Bana acı ve yardım et. Çok çaresizim.” Şeyh:
“Derdini söyle bakalım. Ne istiyorsun?” Adam:
“Efendim, padişah beni bir ağaç bulmakla görevlendirdi. Eşi güç bulunur bir ağaç varmış. Onun meyvesi ölümsüzlük veriyormuş. Yıllarca aradım ama insanların alaycı bakışlarından, hakaretten başka bir şey bulamadım. Derdim bu.” Şeyh güldü ve dedi ki:
“Sen şimdi bu ağacı mı arıyorsun?”
“Evet efendim.”
“A saf gönüllü adam. O senin aradığın bilgi ağacıdır. Bilen kişinin bilgisidir. Git padişahına söyle. Bilgiye ve bilgiliye sahip çıksın.”
Adam şeyhin yanından sevinçle kalktı, hemen yola koyuldu