Doğuştan fanatik
Selanik Askeri Rüşdiyesi ve Atatürk'ün hocalarından Osman Tevfik Efendi'nin, 1900'lü yıllarda Selanik'ten İstanbul'a gelmesi ile buraya yerleşen Yalman ailesi, ilerleyen yıllarda tüm Türkiye'nin tanıyacağı isimler çıkarır. Bir taraftan Sokollu Mehmet Paşa'ya dayanan Alp Yalman da onlardan birisidir
Selanik, bende hep bir 'giz' uyandırmıştır. Nereden geldiğini bilmediğim, duyunca beni böyle bir hisse iten nedir, onu da bilmiyorum. Selanik gibi Kudüs ve Kahire, biraz Hayfa da böyledir benim için. Hep aynı şeyi hissederim, bunlar benim 'giz'li şehirlerimdir diye. İtiraf edeyim, şu ana kadar hiçbirine gitmiş de değilim. Sanki gidince bu 'giz' ortadan kalkacakmış gibi gelir bana. Ama ilk fırsatta gideceğim yerlerdir buralar. Yalman ailesi, 1900'lerin ilk yıllarında Selanik'ten kalkıp İstanbul'a gelmiş bugün oldukça geniş bir ailedir. Selanik'te de etkin bir aile olan Yalman ailesinden İstanbul'a ilk gelen Osman Tevfik Efendi'dir. Bugün Tatko'nun Yönetim Kurulu Başkanı olan ve Galatasaray'a üç dönem başkanlığın dışında uzun yıllar aktif olarak da hizmet eden Alp Yalman'ın dedesi Osman Tevfik, Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde Atatürk'ün hocalığını da yapmış, aynı zamanda hattat birisidir.
Selanik'ten İstanbul'a doğru yaşanan göçe Osman Tevfik'in ailesinin katılması 1900'lerin başında gerçekleşecektir. (Aileyi dedesi Osman Tevfik'ten başlatan Alp Bey, Yalman ailesinin buradan ötesine gidemiyor: "Herhalde gidiliyordur da ben size şey olarak onu veremem. Aklımda yok.") Osman Tevfik Efendi'nin Hasibe Hanım'la evliliğinden, -üçü erkek, dördü kız- yedi çocuğu olmuştur. Tevfik Efendi'nin çocuklarını daha sonra Türk halkı yakından tanıyacaktır: Ahmet Emin, gazeteciliğe başladığı dönemde Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından Kütahya'ya, oradan İngilizler tarafından da Malta'ya sürgün edilir. Dönüşte, 1923'te Ahmet Şükrü ve Enis Tahsin'le birlikte çıkaracağı Vatan gazetesi ile kamuoyuna mal olur ve ünlü polemiklere imza atar Ahmet Emin. Rıfat Yalman da Ahmet Emin Bey gibi gazetecilikle uğraşır. Osman Tevfik Efendi'nin Nigar, Sabiha (Zabcı), Sehavet (Terem), Belkıs (Bayçu) ve Mustafa Vacit adındaki diğer çocukları, kamuoyunda Ahmet Emin ve Rıfat kadar bilinmeyecektir.
Osman Tevfik'in oğullarından Ahmet Emin'in, 1926'da Goodyear şirketi ile imzalayacağı temsilcilik anlaşması, bir yıl sonra kardeşi Mehmet Emin ve ortağı Kemal Halil Tanır ile birlikte kuracakları Tatko'nun (Bulgarca baba demek olan Tatko, grubun bugün de devam eden faaliyet alanlarının, yabancı dildeki karşılıklarının baş harflerinden oluşuyor.) başlangıç noktası olacaktır. Şirketin bir ortağı da, İstanbul Ticaret Odası Kurucu Meclis Azası olan Alp Yalman'ın da babası Mustafa Vacit Bey'dir. (Ailenin en küçüğü olarak 1907'de doğan Mustafa Vacit'in ismini Alp Yalman'ın söylediğine göre Atatürk koymuştur.) Tatko, sonraki yıllarda Türk ekonomisinde birçok 'ilk'e imza atan bir kuruluş olacaktır: 1935'te Tatko'nun temsilcisi olduğu Curtis Wright, Türkiye'de Hawk avcı uçaklarının üretimi için Türk hükümeti ile anlaşma imzalar. Tatko, bunun yanında Sperry Equipment ve Irving uçaklarının da temsilciliğini üstlenir. 1962'de Amerikan Chrysler firması ile İstanbul'da ilk kamyon üretim tesisini kurar. Tatko, Billur Tuz ile de Türkiye'nin ilk sofra tuzu üreticisi olur. Yine 1950'de Türkiye'nin ilk otomobil servis istasyonunu açar. Tatko, bugün geldiği noktada, yola çıktığı zamanki bazı ortaklıklarından vazgeçse (Goodyear) de Türk ekonomisindeki yerini korumaktadır.
yalman ailesi, bugün oldukça geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Yelpazenin yaprakları Alp Yalman'ın anne tarafından dedesi ile Sokullu Mehmet Paşa'nın ailesi ile de kesişmektedir. İkinci Meclis'e girdikten sonra aralıksız olarak altı dönem daha üst üste Meclis'te (1950) yer alan Mahmut Nedim Zabcı, asker kökenli birisidir. Mahmut Nedim Bey, ilk evliliğini Sokollu Mehmet Paşa'nın torunu ile yapar. Bu evlilikten bir kız çocuğu (Alp Yalman'ın annesi) olur. İsviçre'de askeri ataşe iken eşini kaybeden Zabcı, sonrasında Türkiye'ye döner. İstanbul'da Osman Tevfik'in kızlarından Sabiha (Alp Bey'in halası) Hanım ile evlenir. (Bu evlilikten doğan Bilge Hanım, ünlü spor yazarı Doğan Koloğlu ile evlenir.) İki aile arasındaki kız alıp verme işi bitmemiştir. Sabiha Hanım'ın en küçük erkek kardeşi Mustafa Vacit Bey de Mahmut Nedim Zabcı'nın ilk evliliğinden olan Nilüfer Balater Hanım'la evlenir. Böylece Mahmut Nedim, Mustafa Vacit Bey'in hem eniştesi hem de kayınpederi olacaktır.
Galatasaray'a önemli hizmetleri olan Mustafa Vacit Bey'in bu evlilikten, bugün Tatko'nun başında bulunan ilk çocukları Alp, (diğeri Ali-1944) doğacaktır. İkinci Dünya Savaşı'nın yeni başladığı yıllarda doğan (1 Ocak 1940) Alp, savaş sebebiyle karartmaların uygulandığı, cumhuriyet bayramlarının fener alayları eşliğinde kutlandığı ve francalanın 'lüks' sayıldığı, daha çok kara ekmeğin yenildiği bir dönemin çocuğudur: "O günkü şartlarla bugünkü şartları kıyaslamak mümkün değildir. Allah affetsin, bugün o ekmeği satıyor olsalar insanlar çok kızardı herhalde." Velhasıl küçük Alp, varlıklı bir çocukluk dönemi geçirir: "Allah'a şükür muhtaç bir aile değildik."
Doğuştan fanatik!
'Herkesin her dakika gidebileceği yerler olmayan' sinema ve özellikle de tiyatro onun çok sık gittiği yerlerdir. 1973'te Yönetim Kurulu Üyeliği'ne seçileceği Galatasaray ve dolayısıyla futbola ilgisi de çocuk yaşlarda başlar Alp'in. Henüz dört yaşında iken babası ile birlikte Galatasaray'ın maçlarına giden Yalman, ilkokula 1946'da Taksim'deki zamanın meşhur Özel Aydın Okulu'nda başlar. Vasat ama 'kötü' olmayan bir öğrencidir. İlkokuldan sonra, çok sevmesine ve babası Mustafa Vacit Bey'in de oradan mezun olmasına rağmen Galatasaray Lisesi yerine Robert Kolej'e girer. Yalman, o zaman lisesine gitmediği Galatasaray'a 1990'lara kadar onbir yıllık asbaşkanlığın ardından 1996'ya kadar üç dönem de başkanlık yapacaktır: "Başkanlığı hiç bir kulüp başkanı kendi reklamını yapmak için kullanmaz. Galatasaray'da herkes kulübüne hizmet etmekle mükelleftir. Hiç kimse göreve talip olmaz. Galatasaray görev verirse yapar." (1996'daki Yalman-Süren çekişmesinde Galatasaraylıların tercihi Yalman olmaz.) Koleji tercih etmesinde biraz da amcası Ahmet Emin'in çocuğu Tunç (ünlü tiyatro yönetmeni) ile Rıfat amcasının çocukları Osman Nur ve Şen'in orada okuması etkilidir. İlkokuldan arkadaşları İsmail Cem, Sabah Grubu'nun Dergiler Grubu İmtiyaz Sahibi Ercan Arıklı ve reklamcı Ali Pasiner'den oluşan ekibi Robert Kolej'de de bozulmaz. 1959'da bitireceği Kolej'den sonra İngiltere'ye mühendislik okumaya giden Yalman, 'sıkıcı' geldiği için buradan vazgeçer. Kolejdeki ekip bu arada Lozan Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler okumaktadır. Yalman da eski ekibe katılır ve üniversiteyi burada bitirir. Amcası Ahmet Emin'in gazetesi (Vatan) olmasına ve yakın arkadaşları Ercan Arıklı, İsmail Cem ve 1965'te Deniz Harp Akadamileri'ndeki 24 aylık askerlik arkadaşı Uğur Dündar gibi arkadaşlarının gazeteci olmasına rağmen o -Lozan'da okurken amcasının gazetesine gönderdiği birkaç yazı dışında- gazeteciliğe ilgi duymaz. Bunda, Tatko gibi bir aile şirketinin varlığı önemli rol oynar tabii. Osman Alp Yalman, askerlikten sonra 1967'de
Amerika'daki Chrysler'de staj yapar.
Dönüşte Tatko'da yatırım koordinatörü olarak işe başlar.
Bugün Tatko'nun Yönetim Kurulu Başkanı'dır.
Siyasete neden uzak?
1961'de, ünlü armatör Kemal ve Vuslat Sadıkoğlu'nun kızı, (Feyyaz Tokar, Yılmaz Çetiner ile Vecdi Çapa'nın baldızı ve Kahraman Sadıkoğlu'nun ablası) Varlık Hanım'la evlenen Alp Yalman'ın bu evlilikten, Kerem ve Mehmet adlı -her ikisi de Tatko'da görev alan- iki çocuğu dünyaya gelir. Seneler önce, 1959'da CHP'nin gençlik kollarında siyaset yapan Alp Yalman, sonraki dönemde uzun yıllar boyunca -1995'te, Robert Kolej'de iki üst sınıftan arkadaşı Özer Çiller'den gelecek teklife kadar- siyasetten uzak durur. Gazeteci olarak yazdığı yazılar haricinde siyasete bulaşmama Yalman ailesinde sanki bir vasiyet gibi uygulanır. Bu kuralı, 1995 seçimlerinde bozan Yalman'ın hevesi, Anayasa Mahkemesi'nin Türkiye milletvekilliğini iptal etmesi ile kursağında kalır. Başka heves edip gerçekleştirmediği şeyler de vardır. İki bine yakın sinema filminden oluşan koleksiyonun sahibi Yalman, yönetmen olarak bir filme imza atmak ister: "Film çekmek isterdim." Galatasaray'ın veteranlar takımında halen top koşturan (yakın zamanda Almanya'da sekiz takımın katıldığı turnuvada Bayern Münih'in altında sonuncu oldular) Alp Yalman'la hedeflerini konuşamadık. Çünkü İstanbul Tenis Kulübü, Galatasaray ve TÜSİAD üyesi olan Alp Bey, rüya olarak değerlendirdiği hedeflerini kendine saklamayı tercih etmektedir: "Rüyalarımı anlatmayı sevmem."
Teşekkür: Türkiye Yazarlar Birliği, 1999 yılı basın röportaj ödülü vererek beni oldukça büyük bir sorumluluğun altına soktu. Layık olmaya çalışacağım. TYB'nin tüm ilgililerine teşekkür ederim.
TARİHİMİZ O GÜN KIRILDI, HALA KIRIKTIR
Ilgaz Zorlu'yu ve Türkiye dönmelerini takdimimdir. Zorlu, Türkiye'deki kripto-yahudi (gizli-yahudi) cemaatinden bir yazar. Tarihte bir ilki gerçekleştirdi ve adıyla, sanıya çıkıp, "ben Yahudi'yim, ve mensubu olduğum mezhep, 'ortodoks' Yahudiler tarafından bile dışlanan gizli bir Yahudi mezhebidir. Bize Sabetay Sevi'nin yolundan gidenler denmelidir." dedi. Sabetayistler ve dönmeler hakkında ama doğru, ama yanlış kaynaklar vardı ama ilk defa "içerden" birisi çıkıp konuştu, yazdı. Zorlu, şimdi Amerika'da yaşıyor. Türkiye'deki cemaatinin üç ana gruba ayrılmış, 200 - 250 aileden müteşekkil olduğunu, bugünkü nüfuslarının da da 20 bin civarında olduğunu söylüyor. (Bence bu rakam birkaç kat daha yüksek...) Sokaktaki adamın, sıradan vatandaşın ilgi alanına girmeyen bu bilgi, aslında Türkiye tarihinin temel kırılma noktalarından ve en belirleyici unsurlarından olan, dönmeler hakkında... Ilgaz Zorlu "Evet, Ben Selanikliyim" isimli kitabında bazı tarih dergilerinde yayınladığı makalelerini bir araya getirdi. Anladığım kadarıyla sekizinci baskıya ulaşan kitabın satışı çok iyi gidiyormuş.
Kitapta Sabetay Sevi isimli zatın hayatı, iddiası ve sonrasında yaşanan şeyler, fazla isim verilmeden anlatılıyor. Cemaatin pek çok önemli mensubunun ismi kitapta geçmiyor çünkü, öyle olsaydı sokaktaki adamın, sıradan vatandaşın Türkiye'de idareyi elinde tutan ve başkasını da arasına almak istemeyen bir oligarşiyi oluşturduğu anlaşılabilirdi.
Sabetay Sevi, 17. asrın ortalarında İzmir'de doğmuş, iyi bir eğitimle genç yaşta haham olmuş, sonra da mesihliğini ilan etmiş bir kimse. Sevi'nin mesihlik iddia ettiği zamanlarda Polonya'da, Rusya'da Yahudi soykırımı yapılıyor, Avrupa'nın pek çok yerinde de hristiyanlar Yahudi avına çıkıyor. İşte böyle bir dönem ve vasatta ortaya çıkıp, "ben mesihim" diyen Sevi, dünya Yahudilerinden bir kısmını peşine takmayı başarıyor. Kitaptan alıntılayayım: "1648'de Sabetay Sevi, Kabbala'nın mistik yorumlarına dayanan ve Torah'ın ancak onu yakından inceleyenlerce görülebilecek olan yüzünü insanlara aktarmaya karar verdi. Yapılan matematiksel hesaplara göre doğum yılı Mesih'in dünyaya geldiği yıldı. Sabetay beklenen Mesih'in kendisi olduğunu düşünüyordu. Yahudileri kötülüklerden kurtaracak ve onları Filistin'de vaadedilen topraklara götürecek kişinin kendisi olduğuna inanıyordu."
"Zohar'a göre, mesih geldiğinde, Yahudiler onu tanımayacaklar ve ona inanmayacaklardı. Üstelik kurtarıcı Rab'den yeni kurallar da getireceği için Torah'ın kuralları ihlal edilecek, herşey tıpkı Moşe'nin Sina'da Rab'le buluştuğu günde olduğu gibi olacaktı. Zaten daha sonraları Sabetay'ın yapmak istediği tıpkı Mısır'dan İsrail kavmini çıkardığı gibi Osmanlı topraklarından Yahudileri çıkararak David'in krallığını onlarla beraber kurmaktı. Sevi'nin mesihliğini ilanı sırasında yaptıkları da zaten Rab'den haber alan kurtarıcı edasıyla Torah'ın kurallarını ihlale dayanıyordu, Tanrı'nın ağza alınması yasak olan dört harfli ismini telaffuz etmesi gibi..." (Evet Ben Selanikliyim, Ilgaz Zorlu, s. 77)
Sabetay Sevi'nin iddialarına, hahamlar önce gülüp, geçiyorlar. Ama dünyanın dört bir tarafından inanmış Yahudilerin Sevi'nin arkasına düşmeleri karşısında, onu Osmanlı Sarayı'na şikayet ediyorlar. Saray, Yahudilerden herhangi bir rejim karşıtı hareket beklemediğinden olsa gerek, bu şikayetleri önce ciddiye almıyor, lakin daha sonra Sevi, huzuru, sükunu bozmaya kalkınca kendisini derdest edip, İstanbul'a götürüyorlar. 16 Eylül 1666 günü, divanda Sabetay Sevi'yi yargılıyorlar. "Nitekim Sevi'ye inananlar daha sonra mesihin Sultan karşısına çıkmadan evvel Tanrı ile konuştuğunu ve Tanrı'ya Yahudi milletini kurtarabilmek için din değiştirmesi gerektiğini ifade ettiğini bildirmişlerdir." (a.g.e s. 82)
İşte, bence, 16 Eylül 1666 tarihi yalnızca Osmanlı değil, Türkiye tarihi açısından bir kırılma noktasıdır. Çünkü Sabetay Sevi'nin müslümanlığını ilan etmesi, mesih zannıyla peşine takılan Yahudilerin kahir ekseriyeti üzerinde bir şok icra etmiştir. Hahamlar bir vartayı atlatmış olmakla rahata kavuşmuş, aldatıldığına inanan Yahudiler memleketlerine, işlerine, güçlerine dönmüşlerdir. Lakin 200 civarında aile Sabetay Sevi'ye inanmaya devam etmiştir. Bir süre sonra Saray, Sevi'nin nifak içinde olduğunu, gerçekte müslüman olmadığını fark etmiş ve onu cemaatinden tecrit etmek için sürgüne yollamıştır. Arnavutluk'ta, sürgündeyken ölmüştür. "Sabetay Sevi'nin ölümü öncesinde yazdığı son mektup, onun Yahudiliğe olan derin bağlılığının bir işaretidir. Halen Ben Zwi Enstitüsü arşivlerinde bulunan bu mektupta Maşiah (Mesih), yaklaşmakta olan Yom Kipur için din kitabı istemiştir." (a.g.e, 15. dipnot, s. 65)
Sabetay Sevi, cemaatine, "benzet / benzeme" şeklinde formüle edilebilecek bir sistem tavsiye etmiş. Sabetaycılar, çarşıda, pazarda, camide müslüman gibi davranmışlar, evlerinde, toplantılarında Yahudilik ritüellerini, ibadetlerini devam ettirmişlerdir. Zamanla cemaat içinde bölünmeler olmuş, Karakaşlar, Yakubiler, Kapaniler adı verilen üç ana grup, Selanik, İzmir, İstanbul ve Edirne'de ikamet etmişler / ediyorlar. Ayrıca dünyanın çeşitli bölgelerinde de Sabetay Sevi'nin mezhebine bağlı olanlar var. "Ancak son zamanlara dek İsrail hahambaşılıklarının verdikleri kararlar doğrultusunda Sabetaycılık Yahudilik dışında varolan bir görünüm olarak telakki edilmiştir. Nitekim bugün Karaylar, Falaşalar, Şomronimler ve hatta son zamanlarda Rusya'dan getirtilen Hristiyan Ruslar bile Yahudi sayılmaktayken, Sabetaycılar'a İsrail'de oturma ve yaşama izninin verilmemesi buna en güzel örnek teşkil etmektedir." (a.g.e s. 91)
Bu arada, İspanya'dan göç eden Yahudi ailelerin bir kısmının Padişah II. Bayezid tarafından Çorum, Niğde, Mersin, Adana, Manisa, Malatya, Trabzon, Rize, Muğla, Çanakkale, Eskişehir, Balıkesir, Ankara, Kastamonu vs. illere yerleştirildiği, bu ailelerin de Yahudiliklerini gizleyerek, günümüze kadar aynı illerde oturup, ticaret ve siyaset yapmaya devam ettikleri bilinmekle beraber, bu aileler Sabetayist değil, 'ortodoks' Yahudilerdir, diyebiliriz. Bir Yahudi, kimliğini gizlemek için içinde bulunduğu toplumun kültürüne bağlı görünebilir, ama Sabetay Sevi'nin öğretisindeki gibi, bunu o kültürle, kendi dinini "felsefi - teorik" anlamda da harmanlaması 'ortodoks' Yahudilerin karşı oldukları bir anlayıştır. Bununla beraber adı geçen illerdeki ailelere "Sabetayist" yerine "kripto-Yahudi" diyebiliriz. Aralarında Sabetayistler de vardır. Şunu da unutmayalım ki, binlerce yıldır geliştirdikleri eğitim ve sosyalleşme teknikleri sayesinde yeryüzünde kayıp 10 kabile meselesinden beri (aradan yaklaşık Ama bu konuda bilgimiz, ancak magazin basınının yayınlarından çıkarılan akrabalık ilişkileri ve Prof. Dr. Yalçın Küçük, Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Aydoğan Vatandaş gibi araştırmacı - yazarların yazdıklarıdır. Bilhassa Mehmet Şevket Eygi, bu konulara derinlemesine temas etmemesine rağmen "derin" bilgi sahibidir.
Belki de o yüzden susmaktadır.
Sabetayist cemaatin ana grupları, Sevi'den sonraki asırlarda birbirinden az çok farklı tavırları benimsemiştir. En kapalı cemaat Yakubilerdir. Diğer Sabetayistlerin dahi onlar hakkında çok bilgisi yoktur. Karakaşlar ve Kapaniler, Yakubilere nazaran daha açık fikirli, daha aktiftirler. Hadisenin sokaktaki adam, sıradan vatandaşı ilgilendiren yönüne gelince, elde kati, (kati derken hakkelyakin demek istiyorum) bilimsel delil olmadan "büyük" konuşmak istemiyorum ama madem hayat bir çeşit yap-boz oyunculuğudur, parçaları etrafımızda görürüz ve anlamlandırmak için gayret sarf etmek bize ait bir vazifedir.... Bu meselede bir rüşvet yargılamasında ifade edilen "rüşvetin belgesi mi olur p....k" cümlesindeki hale benzer bir hal var. Sabetayist oluşu kuvvetle muhtemel birbiriyle alakasız alanlarda faal olan "ünlü"lerden bir demet yapayım size, yap-bozu siz tamamlayın.
Ben karışmam: "Reha Muhtar, Ali Kırca, Güneri Civaoğlu, Ali Sirmen, Ruhat Mengi, Güngör Mengi, Amüar Öymen, Kemal Gürüz, Umur Talu, Talat Halman, Aziz Üstel, Alp Yalman, Sedat Simavi, Ali Naci Karacan, Gazi Erçel, Güldal Akşit, Mehmet Ali Birand, Murat Birsel, Pakize Suda, Dinç Bilgin, Ayhan Şahenk, Ferit Edgü, Sertab Erener, İhsan Doğramacı, Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Yılmaz Erdoğan, Gülgün Feyman, Azra Akın, Keriman Halis, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Rutkay Aziz, Yaşar Kemal, Kemal Derviş, Mesut Yılmaz, Necati Çiller, Çetin Altan, İsmail Cem, Mehmet Ali Bayar, Egemen Bağış, Cüneyd Zapsu, Üstün Dökmen, Sami Kohen, Sabahattin Ali, Reha Oğuz Türkkan, Nazım Hikmet Ran, Nazlı Ilıcak, Ömer Çavuşoğlu, Cem Boyner, Yunus Nadi, Ulvi Uraz, Fahrettin Altay, Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik, Şenes Erzik, Gülben Ergen, Mehmet Fuat, Yalım Eralp, İlter Türkmen, Onur Öymen, Örsan Öymen, Özden Sanberg, Hüsamettin Özkan, Rahşan Ecevit, Münci Kapani, Mustafa Denizli, Demir Bükey, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, vesaire, vesaire, vesaire"...
Bu listeyi Ilgaz Zorlu'nun kitabı ve internet sitesinden www.sabetians.com dan, Prof. Yalçın Küçük'ün eserlerinden ve ropörtajlarından, Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün "Dönmeler Tarihi" isimli eserinden, http://f27.parsimony.net/forum67052/index.htm adresindeki Sandal isimli forum grubunda yayınlanan muhtelif yazarlara, uzmanlara, Sabetayistlere ait yazılardan yararlanarak düzenledim. Kati bir liste değildir. Kati değildir çünkü kimsenin nüfus cüzdanında "Sabetayist" veya "Kripto-Yahudi" olduğu yazmamaktadır. Bunun belgesi yoktur maalesef. Halkımız bu enfes bilgiden mahrum kalmaktadır. Doğru olup, olmadığını bilemem. Meraklısı otursun, verdiğim kaynaklardan araştırsın. Ama şunu yazayım, bu bilgiye sahip olmadan bu ülkeyi anlayamazsınız. Öyle kıymetli bir bilgidir bu.
İşte, bu liste en az 100 word sayfasını dolduracak şekilde uzayıp, gidiyor. Arif olana bu kadar yeter. Alıntıladığım isimlerden daha ünlü ve televole Türkçesi'yle daha "inanılmaz" isimler de var. Şimdi bu cemaate inanın çok imrendim. Ülkemizin ne kadar başarılı, zengin, akıllı, zeki insanı varsa genelde bunların arasından çıkıyor. Diğer insanlar, sıradan insanlar, yani benim de aralarında olduğum "bizler" tembel tembel yatarken, bu insanlar fıtrat kurallarına riayet ediyorlar, semeresini de alıyorlar. Ama şunu da yazmadan geçemeyeceğim, bu cemaatin bir tek kusuru görünüyor, o da çoğunluk haklarına çok riayet etmemeleri. Fırsat eşitliği konusunda pek demokrat olmamaları. Suyun başını tuttular mı, kolay kolay başkasına o makam mevkiiyi yar etmiyorlar. Hatta bunun için yasama - yürütme - yargı imkanlarını da kullanıyorlar, yerlerini muhafaza ediyorlar. Yani çok statükocular. Allah haklarında hayırlısını versin. Bizim de. Amin. Okuyakalın.
Not: Bu yarı-akademik köşe yazısını, basında okuduğum "İnsanımızın Ötekini Tanıma Hakkı" diye bir kampanyadan haberdar olduktan sonra yazdım. Bu kampanyanın arkasında "millici - Türk/Çerkes" derin devletin bulunduğunu ("öteki" derin devletle karıştırmayalım lütfen...), Prof. Dr. Yalçın Küçük, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, (ilginçtir) Doğu Perinçek ve zaman zaman yazılarıyla konu hakkında can alıcı ayrıntılar veren Taha Kıvanç, www.sonsaniye.net 'te yazan Aydoğan Vatandaş, Akit'ten Hasan Karakaya, Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi dizilerinden Ömer Lütfi Mete ve Osman Sınav gibi isimlerin fikir/görüş ayrılıklarına bakılmadan, bir şekilde bu kampanyada yer aldıklarını düşünüyorum. Bu kampanyanın resmi(!) startını (e) Orgeneral Kılınç "Batı bizi bölüp, güçsüz halde tutmak istiyor. Rusya ve İran'la ittifak aramalıyız" türünden beyanatlarıyla vermiş ve Orgeneral Büyükanıt da, daha bir kaç ay önce "Stratejik ortaklarımız, bugüne kadar bizi hep içerden ve arkadan vurdu." ifadesiyle kampanyanın hızlanarak artacağını zaten ima etmişti.
Muhtelif Dönmeler
Bu güruhtan Mâliye Nâzırı Cavit, “Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak tâvizleri vermeksizin Anadolu’nun ortasında tek başımıza bir devlet kurup, yaşamamız mümkün değildir” diyordu. Mustafa Kemal, Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurdu, o dönmeyi de astı! Bir ay önce de gene bir Selanik dönmesi olan Dr. Nâzım ipe çekilmişti. Bunların neden darağacına yollandıklarını anlamak için onlarca kitap okumanız mümkün, fakat o kitapların çoğunu incelemiş bir karar mâkamı olan Divan’dan, bu iki cıfıtın neden sallandırıldığına dair hükmü öğrenebilirsiniz: Türklüğün mukadderatına müdahaleye yeltenmek! Yâni haddini aşmak!
Türklüğün mukadderatına müdahale etmek cür’etini gösteren dönmelerden biri de boyundan çok ruhunun bodur oluşuyla ün yapan Ahmet Emin Yalman’dır.
Şairin; Şu bizim dönme-dolap Ahmet Emin Din-ü imanımıza çatmaktadır,
Başımız ağrımaz etsek de yemin,
Vatan’ı on kuruşa satmaktadır!
mısralarıyla târif ve tasvir ettiği bu Sabataist gazeteci, Türklüğün o kara günlerinde sırtını işgal kuvvetlerine yaslayıp, İstiklâl Savaşı aleyhinde kampanya açmaktan sıkılmadığı gibi, soykırımla ilgili ermeni palavralarını da destekleyerek, sunduğu nimetle perverde olduğu millete nankörlük ve hatta ihanet etmiştir!
Şimdi gene bir yahudi dönmesi olan İsmail Cem, Türklüğün mukadderatına müdahale kastıyla kurulan bir siyasî partinin başına getirilmiş bulunuyor.
Alman Başbakanı’ndan teminat aldıktan sonra İstanbul’da gövde gösterisi yapan bu dönme yarın arkasına taktığı bir yığın dangalakla birlikte sizden oy isteyecektir. Vermeyeceksiniz!
Çünkü bunlar vatan nedir bilmezler. Millet nedir bilmezler. Din, diyanet bilmezler. Türk evlâdının; zevâle uğramaması için gözünü kırpmadan ölüme koşacağı devlet, onlar için sâdece kendilerine menfaat sağlayan bir araçtan ibarettir.
Müslüman ismi taşıyan basındaki dönmelerin ve yardakçıların bir kurtarıcı gibi Türk Milleti’ne yutturmaya çalıştıkları bu Sabataist parti başkanına öyle bir şamar vurmalısınız ki, yukarıda fecî akıbetlerini anlattığımız soydaşları gibi asılmaktan beter olmalı. Sandıklar açıldıktan sonra ya izbe bir meyhanede Müslüm Baba’yı dinleyip kendini jiletle doğrarken bulmalıyız onu, ya da alıp ruhî depresyon geçirenlerin tedavi edildiği bir psikiyatri kliniğine götürmeliyiz.
Derviş’i de! Çiller’i de! Mesut’u da! Tayyip’i de...
Not: Dönmelerle ilgili kaynak isteyen okuyuculara sayın Abdurahman Küçük’ün Dönmelik ve Dönmeler Tarihi, rahmetli Alaaddin Gövsa’dan Sabatay Sevi ve Gershom Scholem’in Sabatay Sevi Mesih mi, Peygamber mi? isimli eserlerini tavsiye edebilirim. Fakat isterseniz önce bir Selanik dönmesinin yukarıdaki eserlerde bulamayacağınız şu itirafını okuyunuz: Diyor ki:
“Küçükken anneannem beni uyutmak için bilmediğim bir dilde ninniler söylerdi. Bunların çoğunu ezberlemiştim. Cumartesi günleri babam işe gitmez, tatilini o gün yapardı. Altı yaşındayken anneannem bizim peygamberimizin Sabatay Zwi (Yâni Sevi) diye bir adam olduğunu söylediğinde çok şaşırmıştım. Bunu kimseye söylemememi, söylemezsem bana hep oyuncaklar alacağını, bunun sâdece aile içinde kalması gerektiğini tembih etmişti. O zaman oyun gibi algılayıp anlamamış, ama kabul etmiştim. Akrabalarımız hariç herkes bizi müslüman zannediyor. Ama aslında Selanikliler denen bir musevî mezhebine bağlıyız. (Tarih ve Toplum, cilt: 38, sayı: 223, sayfa: 34)