22 Kasım 2019

COŞKUN ALİ KIRCA VE AİLESİ


COŞKUN ALİ KIRCA VE AİLESİ
Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz, ne garip değil mi, bazen düşünüyorum da, başkalarının müdahale edemediği bir hayatı ve kaderi yaşayabilseydik herhalde hepimizin hayat hikayesi çok değişik olurdu ama ne yazık ki bu mümkün değil, Yaradan sanki hepimizi birbirimize bağlamış, birimiz kıpırdayınca hepimiz kıpırdıyoruz."
"Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz, ne garip değil mi, bazen düşünüyorum da, başkalarının müdahale edemediği bir hayatı ve kaderi yaşayabilseydik herhalde hepimizin hayat hikayesi çok değişik olurdu ama ne yazık ki bu mümkün değil, Yaradan sanki hepimizi birbirimize bağlamış, birimiz kıpırdayınca hepimiz kıpırdıyoruz."
Yazar Ahmet Altan'ın çok satan romanı İsyan Günlerinde Aşk'tan bir bölüm. Cümlenin sahibi, Reşit Paşa, Abdülhamid'in doktoru. Gerçekten de böyle mi? Darağacına gönderilen Adnan Menderes, Deniz Gezmiş, Fatin Rüştü Zorlu ve daha nicelerinin kaderlerinde kimler rol almıştı? İdam kaderleri miydi?
Geride kalan ağır savaşların ülkenin üzerindeki ağır koku ve izlerini belki yeni terk etmeye hazırlandığı yıllarda, 1927'de İstanbul Şişli'de, bir taraftan Orta Asyalı, diğer taraftan Selanikli bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelecek bir çocuk, Reşit Paşa'nın söylediği gibi başkalarının kaderinde nasıl etkili olacaktı? İlerleyen yıllarda hariciyede görev yapacak, büyükelçi ve milletvekilli olacak Coşkun Ali Kırca, doğduğunda bu soru doğal olarak kimsenin aklına gelmemişti bile.
Filibe'nin tanınmış tüccarlarından ve Kırca aşiretinden Ali Efendi'nin torunu olan Coşkun Ali Kırca'nın babaannesi Mesrure Hanım da Rumelilidir. Ali Efendi ile Mesrure Hanım'ın biri kız (Servet Hanım) beş çocuğu gelir dünyaya. İkisi Bulgarlar tarafından katledilir. Fikret ve ailenin üçüncü çocuğu Mehmet Ali Haşmet Kırca, hayatta kalan diğer çocuklardır. Coşkun Kırca'nın da babası olan Mehmet Ali Haşmet Kırca, Filibe'de rüştiyeyi bitirdikten sonra meşrutiyetten önce Galatasaray Sultanisi'nde okumak için İstanbul'a gelir. Okuldan sonra Maarif Nezareti'ne bağlı birimlerde göreve başlar. Sonra Almanya'da, Türkiye'ye gelecek Alman ve Avusturya subaylarına Türkiye ve Türkçe dersleri veren bir kürsüde görev alır, lektör olur. Bu arada Almanya'da felsefe doktorasını tamamlayıp mütareke yıllarında da Türkiye'ye döner. Bir gün tramvayın Galatasaray durağında, bir İngiliz subayının Türk kadınını yerinden kaldırması ile başlayan tartışma sonucu tevkif edilir, hapse atılır, oğlu Coşkun Kırca'nın anlattığına göre gözleri kapalı olarak bir İtalyan şilebine bindirilip yurtdışına gönderilir. Bir daha İstanbul'a gelişi 1922 veya 23'leri bulacaktır. Döndükten sonra Şişli Terakki Lisesi'nin kurucu müdürü olur. Çok uzun yıllar bu görevi ifa eder. Buradan ayrıldıktan sonra bu sefer Yeni Kolej'in kurucu müdürlüğünü üstlenir. 1889'da doğan, İstanbul Erkek Lisesi'nde de Fransızca dersleri veren Kırca, Şişli Halkevi'nin de uzun yıllar başkanlığını yapar. Mehmet Ali Haşmet Kırca, 1926'da hayatını Celile Hanım'la birleştirir: "Benim annem Selanikli. Annem bu Selanikli laflarını duyduğu zaman fevkalade sinirlenirdi. Bu lafları duyduğu insanlarla da görüşmezdi. Anneannem Atabey diye bir zatla evlenmiş. Çok uçarı bir adammış, iki kız çocuğu olduktan sonra anneannemi terk etmiş. Nereye gittiği belli değil. Uzun seneler sonra Hatay'da ortaya çıkmış. Bu zatın Hatay'ın Türkiye'ye ilhakında büyük hizmetleri geçmiş. O sırada anneannemle tekrar barışmak istedi ama anneannem reddetti onu." Aile İstanbul'a, Selanik'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ile önce İzmir'e yerleştikten sonra gelir.
Türk Masonları Büyük Üstadı ve Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği Ankara Şubesi idarecilerinden Nafız Zeki Ekemen'in yeğeni (Nafız Zeki, annesinin dayısıdır) olan Coşkun Kırca'nın aynı isimli kuzeni Zeki Ekemen de, ünlü Bezmen ailesinden Ali Refik Bezmen'in kızı Vedia Hanım'la evlenmiş birisidir. Birinci evliliğini Demokrat Parti'nin kurucularından Fuat Köprülü'nün kızı Beyhan Hanım'la yapan (1964'te ayrılırlar. Bugün Jeran Baile ile evli olan Gönül Hanım, bu evlilikten doğar) Coşkun Ali Kırca, ikinci evliliğini de Bige (Ergüder) Hanım'la gerçekleştirir. Çiftin, bu evlilikten de Selcan (bir Amerikalı ile evlenir) ve Gülcan (o da Ankaralı bir işadamı Ferit Bey'le birleştirir hayatını) adında iki kızı daha olur. Bige Hanım, İzmir eski Belediye Başkanı Osman Kibar'ın yeğeni Sevil (Dilber) Hanım'la evlenen Özcan Ergüder'in kardeşidir. O Sevil Hanım'ın kızkardeşi Ayla Hanım ise İpekçi ailesinden Abdi ve Sibel İpekçi'nin yengesidir. Bunu niye anlattım? Coşkun Kırca, 'Selanikli' olmanın taşıdığı bir anlamdan rahatsız olmaktadır hep: "Anası babası Selanikli, kimse İsmail Cem'e bunu sormuyor, Nüzhet Kandemir'e sormuyor. Bana geldiği zaman Hadi Uluengin Bey ki büyük bir fikir adamı olarak görülüyor bazı kişiler tarafından, 'Coşkun Kırca'nın annesi Yahudi'dir' diyebiliyor. Benim annem ne Yahudi ne Sabeyat Sevi'ci. Benim annem Müslüman mezarlığında yatıyor, babamın yanında. Aile içinde, yahut babamın arkadaşlarının, şunların bunların, bir tek gün bu konuların açıldığını ve bana böyle telkinler yapıldığını bilmiyorum."
Niye onlara sorulmuyor da size soruluyor peki?
"İsmail Cem herhalde, meslek itibariyle olmamakla beraber benden daha diplomat. Münasebetlerini iyi idare ediyor ki ona söylemiyorlar. Belki ters düşüyorum onlarla, beni tehlikeli görüyorlar."
Sabetaycı gelenekler Cumhuriyet'e kadar yoğundu ama artık uygulanmıyor. 1920'lerde belgeler yok edildi' deniyor.
Belgelerin yok edildiğine kani değilim. Bunların çoğu sinagoglarda duruyor. Bunların sinagogu yok ama bu belgeler hep şeylerin elinde. Bunun gizlenecek bir tarafı da yok. Ama benim bildiğim... Ben size söyleyeyim, bugün üç tane ailede gizli gizli bunun devam ettiği söyleniyor."
- Bilinen üç aile mi? Dilberler, Atabekler, Bezmen'ler..
"Atabekler'in Selanik'ten geldikleri muhakkak ama Atabekler'de böyle şeyler yok. Tamamen Türkleşmiş, Yahudilik, Sabetay Sevi'cilik kalmamış onlarda. Bezmen denilen adam da... Halil Bezmen ilk defa anasının babasının Selanikli olduğunu hatırladı, ne zaman? Amerika'dan iltica talep ettiği zaman. Şimdi üç aile dediğim zaman bu isimleri kimse bilmez. Ben de söylemeyeceğim.
- Bilinenlerin dışında üç aile mi?
"Siz bilmiyorsunuz. Bunu da söylemiyorum. Bu söylentiyi biliyorum."
"Bilemem."
- Siz nereden öğrendiniz?
"Söylenir mi bu böyle dedikodu halinde? 'Bunlar kendi aralarında ayin yaparlar, bilmem ne yaparlar' derler. Derler de derler yani. Ben bu üç aileye mensup birtakım insanlar da tanıdım. Hiç böyle şey görmedim. Hiç bir şey görmedim. Onun için söylemiyorum, yoksa söylerdim üç ailenin isimlerini. Yok böyle bir şey, bu bitmiş, bunlar tamamen entegre olmuş insanlar."
Neyse, biz yine hikayemize dönelim. Celile-Mehmet Ali Haşmet Kırca'nın iki çocuğundan biri olarak 1927'de (diğeri Gönül Güvenç-1930) İstanbul'da doğan Coşkun Ali Kırca'nın çocukluğu Teşvikiye ve o muhitte geçer. O yıllardan hatırladığı, babasının onlara hissettirdiği otoriter yapısıdır: "Ben evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, milletvekili seçilmişim, babam daha yaşıyordu. (Babası 1969'da vefat eder). İçeriden Coşkun dediği zaman ben toplanarak giderdim. Babam çok otoriter bir adamdı. Ondan bana geçmiş şeyler var, meslek hayatımda çok otoriter olduğumu söylerler." O kadar ki, babasının müdür olduğu Şişli Terakki Lisesi'nin bahçesinde oynarken, babası da teftiş yapmaktadır. "Baba baba" diye koşan Coşkun'u babası kolundan çeker ve ona "Burada müdür var, baban yok" der. Sonrasında Şişli Terakki'den daha önemli bir okula kaydı yapılır Coşkun'un. Yedinci sınıfta Coşkun Kırca, "Beni aydınlanma felsefesine yaklaştırdı" dediği Galatasaray Lisesi'ne girer (1939). İyi bir öğrencilik dönemi geçirir. Galatasaray'da, Larroumets adlı felsefe hocası onun üzerinde iz bırakır. Fen bölümünde okuyacakken, 11. sınıfta edebiyat bölümünü tercih etmesinin sebebi belki de bu hocasıdır. Larroumets ile bir tiyatro ekibi kurup Fransızca tiyatrolar sergileyen Kırca, babasının isteği ile Galatasaray'da yatılı okuduğu için farklı yerlerden gelen halk çocukları ile de kaynaşma imkanı bulur. Paris Büyükelçisi iken ölen Adnan Bulak, emekli Büyükelçi İlter Türkmen, Fahir Alaca, Prof. Hüsamettin Gökalp gibi sınıf arkadaşları ile 1945'te Galatasaray'dan mezun olan 'solucan' lakaplı Coşkun Kırca'nın amacı hariciyeye girmektir: "Benim neslim daima devlette görev alma hevesiyle yetişmiştir." Ancak Kırca, mülkiye değil de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumayı tercih eder. Ebul'ula Mardin, Ali Fuat Başgil, idare hukukunda Sıddık Sami Onar, anayasa hukukunda Nail Kubalı ve yabancı kaliteli hocalardan da ders alarak, gazeteci Altemur Kılıç, yazar Şiar Yalçın, Prof. İsmet Giritli gibi sınıf arkadaşları ile birlikte 1949'da mezun olduktan sonra, masterini de Paris Hukuk Fakültesi'nde milletlerarası hukuk alanında yapar ve bir yılın sonunda Türkiye'ye geri döner. Girdiği imtihanda ikinci olarak Hariciye'ye adımını atar: "Beni İkinci Siyasi Daire 4. Şube Müdür Vekili yaptılar girer girmez. Çok olan bir şey değildi." Bu daire, daha çok İran, Afganistan, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerle ilgili siyasi işlere bakan Yakındoğu Siyasi Şubesi'dir. Hariciye'nin mühim isimlerinden Muharrem Nuri Birgi de o sırada burada daire başkanıdır. 1951 sonunda askere gidene kadar bu şubede kalan Kırca, 6 ay yedek subay okulu 6 ay da subaylık eğitimi alır, Erzurum kurası çekmesine rağmen, dil bildiğinden Genelkurmay Başkanlığı'nda yapar askerliğini. Dönüşte bu sefer Milletlerarası Güvenlik Dairesi Planlama ve Yardım Şubesi Müdürlüğü'ne getirilir. 1954'e kadar, NATO ile olan münasebetleri icra eden bu şubede bulunan Coşkun Kırca, daha sonra Paris'te NATO nezdinde Daimi Temsilcilik Altyapı Komiteleri Temsilcisi olarak görevli bulunur: "Nejdet Üruğ Paşa, o sırada Lojistik Başkanlığında Kurmay Binbaşı idi. O vesile ile daha sonra Türkiye'nin devlet hayatında adı çok geçecek birtakım askerlerle de çok yakın münasebetler kurdum. Güven Erkaya'yı Cenevre'de Daimi Temsilci iken tanıdım."
'Ukalasın'
Coşkun Kırca, burada görevli olduğu dönemde, altyapı yatırımları için NATO'nun fonlarından yapılan ihaleler konusunda, devlet bakanı, başbakan yardımcısı olan Fatin Rüştü Zorlu ile ihtilafa düşer: "Telgraflar geliyor gidiyor. 'Şunu şöyle yap' diyor, olmaz diyorum. Hadise böyle çıktı. Ondan sonra geldi bana dedi ki 'Sen en iyi memurlarımdan birisin ama senin büyük bir kusurun var.' Nedir kusurum dedim. 'Ukalasın' dedi. Çok teşekkür ederim dedim. 'Niye teşekkür ediyorsun?' dedi. Ukala, Arapçada en akıllı demektir, bana en akıllı dediniz, teşekkür ederim. Aramızda o da geçti." Daha sonra bu ikili bir kez daha karşı karşıya gelecektir.
Sonunda Kırca istifa eder ve bir yandan Mülkiye'de asistan olur, bir yandan da Forum dergisinde yazı yazarak basında yer almaya başlar. O zamanlar üniversite hocalarının tayinleri bizzat hükümet tarafından yapıldığından, bir Turan Feyzioğlu hadisesi çıkar. Feyzioğlu azledilir. Bunun üzerine o da istifa eder. 1957 senesinde Kırca, önce Vatan gazetesinin Ankara mümessili olur. Dış politika yazıları yazar, o yıllarda DP'li ünlü politikacı Fuat Köprülü'nün damadı olmasına rağmen DP iktidarının da aleyhinde bir duruş sergiler: "Adnan Menderes o zaman beni Fuat Köprülü üzerinde büyük bir etki sahibi sanmış. Fuat Köprülü ve diğer kurucu arkadaşları istifa ettiğinde de bunu benim yaptırdığım kanaatine varmış."
6-7 Eylül hadiseleri olduğunda Dışişleri Bakanı olan Fuat Köprülü de, 27 Mayıs 1960'tan sonra hapse atılır. Olaylarda suçu olduğu için değil, olaylar hakkında bilgi sahibi olduğu fakat konuşmadığı için bu yola başvurulmuştur: "Tabii bu ailevi bir mesele oldu. Evde hanım ağlar durur. Kurtarmayı ben bir görev bildim. Avukatı ile birlikte çalıştık ve bu münasebetle bir mesele çıktı." 6-7 Eylül Olayları ile ilgili olarak Coşkun Kırca'nın şahitliğine başvurulur. Suçlanan kişi, daha önce kendisine 'ukala' diyen DP'nin önde gelenlerinden Fatin Rüştü Zorlu'dur: "Fatin Rüştü'nün telgraf çektiği söyleniyor. Ve telgrafta 'İngilizler eninde sonunda Kıbrıs'ı Yunanlılar'a verecek. Bunu yapmamaları için çok kuvvetli bir gösteriye ihtiyaç var' diye Adnan Menderes'e, Paris'te NATO'dan bir telgraf çekmiş. Fakat Fatin Rüştü bu telgrafı hatırlamadı, yahut hatırlamak istemedi. Hatırlamayışı da mümkündür. Ben şehadetimle telgrafın var olduğunu söyledim. Nitekim telgraf sonra bulundu. Fakat o telgrafın anlamının 6-7 Eylül hadiselerinin bu adamlar tarafından düzenlendiği manasına gelmeyeceğini de ifade ettim. Bunu söyleyince benim görevimi yapmadığım ve tevkifim istendi. Neyse Salim Başol 'Ne demek görevini yapmıyor? Telgrafta bu yazıyor, bunun manası budur' dedi."
Fatin Rüştü, 27 Mayıs 1960 darbesinin yol açtığı infial sonunda asılan üç kişiden biri olur: "Faks olayından dolayı öyle bir söylenti yayıyorlar. Hâlâ buna inananlar var. Fatin Rüştü anayasayı ihlalden asıldı. Aşırı Demokratlardaki genel kanı bu." "Hepimiz kendi kaderimizden çok bir başkasının kaderi üstünde etkili oluyoruz"diyen II. Abdülhamid'in doktoru Reşit Paşa haksız mıydı acaba?
"Fatin Rüştü'yü astırdı bizi de astırır"
Kırca o dönemde, siyasete atılmaktan başka çare kalmadığını düşünerek daha sonra CHP ile birleşecek Hürriyet Partisi'ne girer. Birleşme gerçekleşince o da CHP Araştırma Bürosu'nda bulur kendisini. Doğan Avcıoğlu da, Kırca ile birlikte bürodaki iki uzmandan birisidir: "Ben Doğan Avcıoğlu'na Keynesci Marksist derdim. Modern iktisat teorisini çok iyi bilen bir adamdı. Ama siyasi planda Marksizm geçerli değildi. Yollarımız bu yüzden ayrıldı."
Coşkun Kırca, 1960 İhtilalinin ardından CHP kontenjanından Kurucu Meclis'e seçilir, Anayasa Komisyonu'nda katip üye olarak görev alır. Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler, TRT, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri ve Grev Kanunu gibi kanunlara bu komisyon imza atar: "Rahatça ben yazdım diyebilirim. Komisyon yazdı ama büyük ölçüde bunları yazan bendim. "Darbeden sonraki ilk seçimler olan 1961 seçimlerinde Kırca CHP İstanbul Milletvekili olarak Meclis'te sandalye sahibi olur. İki dönem, 1969'a kadar Meclis'te kalan Kırca, CHP Yönetim Kurulu Katip Üyesi seçilir. Danışma Meclisi Üyeliği, Avrupa Konseyi, NATO Parlamenterler Birliği, Türkiye Ortaklık Parlamento Karma Komisyonu Üyeliği yapar. 1967'de ise Bülent Ecevit'le aralarında çıkan anlaşmazlık zirveye ulaştığı için partiden kopar: "Ben İnönü CHP'sinde kaldım, isterseniz dinozor deyin." Kırca, Ecevit'le yollarını ayırıp Güven Partisi'nin kurucu üyesi olur. 1970 Mart ayında eski mesleğine dönüş yaparak Süleyman Demirel'in inisiyatifi ile üçüncü derecede bir rütbe ile (ikinci sınıf elçi demektir) Cenevre'ye Daimi Temsilci tayin edilir. Kırca'nın Cenevre'ye gitmeden önce yaşadığı bir anısı daha vardır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Türkiye'nin OECD ülkelerine olan borçlarının tasfiyesi ile ilgili bir görev verir ona. Borç tasfiye işlemleri tamamlanır ama bir pürüz çıkar: "Sakarya civarında ilk büyük barajı inşa eden Fransız Rar Şirketi'nin Türkiye temsilcisi İsmail Bey, Fatin Rüştü Zorlu'nun çok yakın arkadaşı idi. Bu zat Rar şirketi adına 'konsolidasyon anlaşmasında bu zararın tazminini istiyorum' diyor. Fakat tüm bu meseleler kapandı, borçlar tasfiye edildi. Bunun hakemliği yok artık. Buna rağmen adam 'vardır' diyor ve taraflardan hakem tayini istiyor. DSİ ne yapacağını şaşırıyor. Bu meseleyi bana havale ettiler, çöz diye. Hakem kararının geçerli olması için Ankara Ticaret Mahkemesi'nin tasdik etmesi lazım. Mahkeme reddediyor. Yargıtay'a gidiyor, Yargıtay kabul ediyor. Bu korkunç bir hadise. Türkiye o devirde tam bir iflasa gidecek. Neyse o kanunla bunu hallettik. Onun üzerine bu İsmail Bey, Çağlayangil'e gidiyor 'Siz' diyor 'Fatin Rüştü Bey'in muhalifi olan bir kişiyi bu komisyonun başına getirdiniz. Bu adam ki Fatin Rüştü'yü astırmıştır. Çağlayangil'in cevabı çok ilginç. 'İsmailciğim' diyor, 'Coşkun Kırca Fatin Rüştü'yü astırmışsa bizi de astırır. Kapatalım bu işi.'
Kırca, Kıbrıs görüşmeleri sırasında Dışişleri Bakanı olan Turan Güneş'in istifadan nasıl vazgeçtiğinin de birinci derecede tanığıdır. Kırca'ya göre, genel kanının aksine İngilizler, çıkarlarına öyle elverdiği için Kıbrıs konusunda Türkiye'ye destek vermektedir. Bunun için, bir öneri getirecekse önce Türk tarafına bildirmekte, Türk tarafı kabul ederse ondan sonra Yunan tarafına konudan bahsetmektedir. Dışişleri Bakanı Turan Güneş, 'hassas' gelişmeleri vakit geçirmeden zamanın başbakanı Bülent Ecevit'e rapor eder, ancak gizli kalması gereken bilgiler, belki de gazeteci kökenli olduğundan Ecevit tarafından Başbakanlık'ın kapısında açıklanınca işler de zora girer. Bunun üzerine Turan Güneş, henüz müzakereler devam ederken istifa kararını Ankara'ya faksla bildirmek ister: "Turan Güneş dayanamadı, ben anladım istifa edeceğini. Bir kaide vardır, Numan Menemencioğlu koymuştur bunu. Bir telgraf çekerken misyon başının parafı şarttır. Oraya cumhurbaşkanı gelse, misyon şefinin parafı olmadan çekemez mesajı. Bir Burhan Bey vardı şifre müdürü. Ona 'Sayın bakan sana bir şey getirebilir çek diye, ama benim parafım olmadan çekme' dedim. Bir süre sonra getirdi. Olacak şey değil, hem Türkiye'de hem dışarıda görülmemiş bir kriz çıkacak. Çekmedik telgrafı. Sayın Bakan 'Seni azlediyorum' dedi. Ben de beni azletmek kolay değil, Ankara'ya gider, bakanlar kurulu kararı çıkarıp öyle alırsınız beni görevden dedim. Neticede istifadan vazgeçti."
Orgenerallikten tümgeneralliğe1976'da Nato'da görev alan Kırca, 1978'de geri döner ve Hariciye'de Yüksek Müşavir olur: "Gündüz Ökçün, Ecevit'le geçinemiyor diye beni kadrodan silmek istedi." Danıştay kararı ile görevine iade edilen Coşkun Kırca, Süleyman Demirel'in yeniden başbakan olmasından sonra 1980 Temmuz'unda Birleşmiş Milletler nezdinde Büyükelçi, Daimi Temsilci atanır. New York'ta beş yıl görev yapar. 1985'te Ottawa Büyükelçiliği'ne getirilir: "Askerlikle kıyaslarsanız beni orgenerallikten alıp tümgeneralliğe tayin ettiler. Kenan Evren'i ziyaret ettim. Kızlarımın eğitiminden dolayı bir sene sonunda istifa edeceğim dedim." Ottawa'da Ermeniler'in suikastine maruz kalır. Ottawa'nın ilk binası olan bu elçilik binasında, Kırca çifti yatak odasının yerini değiştirdikleri için suikastçıları da şaşırtmış olurlar. Kanada gizli servisi, aslında suikasti haber almıştır: "Ne yapmışlar biliyor musunuz? Belçika'daki NATO Komutanlığı'na bildirmişler
onlar bizim Genelkurmay'a, Genelkurmay hariciyeye, hariciye de bana bildiriyor."
1986'da emekli olan, Forum, Vatan, Akis, Kim, Yeni Vatan, Yeni Forum, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Akşam'da yazılarını devam ettiren Kırca, 1991'de DYP'den milletvekili seçilerek yeniden Meclis'e girer. 1995'te Tansu Çiller'le anlaşamadığı için yollarını ayırır. Büyük Kulüp üyesi olan, Klasik Batı müziği dinlemeyi seven, Galatasaray Üniversitesi'nde siyasi düşünceler konusunda ders veren Coşkun Ali Kırca, darbelerden fayda uman birisidir. Ecevit'e ve Özal'a kızan, Demirel'e yakın duran Kırca'nın kendi görüşlerine yakın düşmeyenler arasında çok daha sevmedikleri vardır, tıpkı...
CEMAL A. KALYONCU
Yalçın'lar duymasın!...
Geçen hafta içinde, AKŞAM Gazetesi mensupları olarak Türk Musevi Cemaati merkezinde, Hahambaşı'lık müşavirleri ile öğle yemeğinde bir araya geldik. Tavana işlenmiş Yahudi yıldızı altında nefis Sefarad yemekleri yedik.
Sefarad İbranice'de 'İspanya' anlamına geliyor ve 15. Yüzyıl'ın sonlarında İspanya'dan topluca sürülerek çeşitli ülkelere, bu arada Osmanlı Devleti'ne de yerleşen Yahudiler'i simgeliyor. Fazla ciddiye alınmasın ama kolay iş değildi: Yalçın Küçük ve Soner Yalçın duymasın diye bol bol dua ettik.Zira Türkiye'de yaşayıp da 'Tekelliyet'e mensubiyeti kesinleşmeyen galiba bir biz kalmıştık.
Farkında olmayan azınlık için biraz bilgi vereyim: 'Tekelliyet' Yalçın Küçük'ün fantezilerinden doğmuş bir kitap dizisi. Şu sıralarda Soner Yalçın'ın 'Efendi'si ile birlikte en çok satanlar listesinde başı çekiyor.
Devayla: Yemekte bizim gazeteden Nurcan Akad, Oya Berberoğlu, Murat Kılıçarı, Deniz Gökçe ve ben vardık. Ben adımdan dolayı durumu kurtarıyorum; hem Yalçın Küçük hem de Soner Yalçın'la ad benzerliğim olduğu için, 'Yalçın Efendi' demeleri halinde, kendilerinin de okkanın altına gitme olasılıkları var. Deniz Gökçe, Nurcan Akad, Oya Berberoğlu ve Murat Kılıçarı ise kaderlerine küssünler.
Bütün bunların anlamı şu: Yalçın Küçük üstadımız, profesörümüz, çok satan yazarımız ve Abdullah Öcalan hayranımız ile her taşın altından bir Yahudi çıktığından kuşkulanan Soner Yalçın arkadaşımız, okumakla başa çıkılamaz tuğla görünümlü kitaplarında şunu demeye getiriyorlar; 'Ülkede gerçek Türk varsa bu bir rastlantıdır. Kural herkesin Sabetaycı olması ve İsrail hesabına çalışmasıdır.'
Her iki kitabın çok satarlığından anlaşılıyor ki, ülkemizde aynı kafada çok kişi vardır ve millet birbirinin adından, soyadından, olmadı göbek adından, veya tipinden, burnundan, saçından, sakalından, bakışından 'yahuda' yolunda olduğundan kuşkulanmaktadır.
Bu nedenle bizim Yahudi yıldızı altında Musevi cemaati üyeleriyle yemek yerken çekilmiş fotoğraflarımız büyük olasılıkla, söz konusu kitapların son baskılarında yeni ele geçirilmiş kanıtlar (!) olarak yer alacaktır. İşin gerçeğine gelince: Türkiye'de yaşayan Museviler 'Türk' sözcüğü üzerinde, neredeyse bizim bile durmadığımız ölçüde duruyorlar. Dinin milliyetle ilişkisi olmadığının altını çizerken kendilerini 'Türk oğlu Türk' diye tanımlıyorlar.
Biraz bunları konuştuk; sonra sinagoglara yapılan El-Kaide bağlantılı saldırıların içinde Türk teröristlerin bulunmasına hep birlikte üzüldük. Musevi vatandaşlarımız Türk gazetelerinde çıkan ve Musevilik ile İsrail asıllı olmayı karıştıran yazıların çokluğuna 'esefle' değindiler.
AKŞAM Gazetesi'ni ise bu açıdan 'tenzih'ederek, Nurcan Akad'ı 'ziyadesiyle' memnun ettiler.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...