HAYIR VE ŞER
Sözlükte “Kötü olmak, kötülüğe meyletmek, kötülük yapmak” ve “kötü, en kötü, çirkin, zararlı” gibi anlamlara gelen bir masdar-isim olan şerr (çoğulu eşrâr) (Lisânü’l-ʿArab, “şrr” md.; Kāmus Tercümesi, II, 427) hayrın karşıtıdır.
Kelimeye terim olarak “kimsenin hoşlanmayıp yüz çevirdiği zararlı ve kötü şey; zararlı şeylerin yayılması; bir şeyin kendi tabiatıyla örtüşmemesi” gibi mânalar verilmiştir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şrr” md.; Kādî Abdülcebbâr, el-Muḫtaṣar, I, 211; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, VI, 28; et-Taʿrîfât, “şrr” md.).
Dinî literatürde Allah tarafından yasaklanıp karşılığında ceza tertip edilen inanç ve davranışlar, günahlar şer diye nitelenir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şer kelimesi biri çoğul kalıbıyla olmak üzere otuz yerde geçer (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “şrr” md.).
Aynı veya yakın anlamlarda durr, fahşâ, fesâd, musîbet, seyyie, sû’ gibi kelimeler de kullanılır. Âyetlerde belirtildiğine göre hayır ve şer Allah’tandır (en-Nisâ 4/78-79).
Allah insanları iyilik ve güzellikler vasıtasıyla denediği gibi korku, açlık, mal ve can kaybıyla da imtihana tâbi tutar (el-Bakara 2/155-156; Âl-i İmrân 3/180; el-Enbiyâ 21/35).
Âyetlerde hayır ve şerrin insanlarca tamamıyla bilinemeyeceği, kişinin sevmediği bir şeyin hayır, sevdiği şeyin de şer olabileceği belirtilir (el-Bakara 2/216).
Şer de olsa kişi sevdiği bir şeye kavuşmakta acele eder (el-İsrâ 17/11); Allah ise kullarına şerri vermekte acele etmez (Yûnus 10/11).
Allah neyin hayır, neyin şer olduğunu gönderdiği vahiylerle insanlara bildirip onlara hayır yapmalarını emretmiş, kötü fiilleri yasaklamıştır (el-Bakara 2/168-169; Âl-i İmrân 3/114-115; el-Hac 22/77).
Kur’an’da, şer olan fiillerin insana düşmanlık besleyen şeytan tarafından daima güzel gösterildiğine dikkat çekilerek bu konuda uyarılarda bulunulmuş (el-Bakara 2/208, 268; Yâsîn 36/60) ve zerre kadar hayır işleyen kimsenin mükâfatını, zerre kadar kötülük işleyen kimsenin cezasını göreceği haber verilmiştir (ez-Zilzâl 99/7-8).
İnsanların en kötüsü aklını kullanmayan, gerçeği dinlemek ve söylemek istemeyen, bu sebeple Allah’ın lânetine ve gazabına uğrayan inkârcılardır (el-Mâide 5/60; el-Enfâl 8/22, 55; el-Beyyine 98/6). Şer kelimesi hadislerde sıkça geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “şrr” md.).
Bu rivayetlerde şer kavramı Kur’an’dakine benzer şekilde “kötülük, zarar, musibet, fitne ve fesat, günah, kötü iş, kötü kişi, zararlı nesne” gibi mânalarda kullanılmıştır.
Hadislerde İslâm dini insanlara verilmiş bir hayır olarak nitelendirilirken ondan yoksun bulunmak, toplumda fitne ve fesat çıkarma dahil olmak üzere bütün kötülükler mutlak mânada şer kabul edilmiş (Müsned, V, 391, 403; Buhârî, “Fiten”, 11),
Allah’ın, kulları hakkında neyin hayır, neyin şer olduğunu bildiği ve kaderin hayrı da şerri de kapsadığı belirtilmiş (Müsned, V, 317; Buhârî, “Tevḥîd”, 10), kıyametin kötü insanların üzerine kopacağı haber verilmiştir (Müsned, I, 394, 435).
Yine hadislerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber bütün hayırların Allah’a ait olduğunu ve O’nun şer işlemekten münezzeh bulunduğunu bildirmiş (Müslim, “Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 20), yaratılmışların şerrinden, gökten inen ve oraya yükselen şerlerden, gecenin şerrinden ve yerdeki bütün şerlerden Allah’a sığınmış, bu tür dualar yapmayı ashabına da tavsiye etmiştir (Müsned, II, 132; V, 430; el-Muvaṭṭaʾ, “Şeʿar”, 10).
Ayrıca hayır olan fiillerin yapılması ve şerlerden kaçınılması istenmiştir. İnsanların en hayırlısı kendisinden hayır umulan ve şerrinden emin olunan (Tirmizî, “Fiten”, 76), en kötüsü de kötülük etmesinden korkulan kişidir (Buhârî, “Edeb”, 38, 48; Müslim, “Birr”, 73).
Bu sebeple hayır yapmaya gücü yetmeyen kimsenin kötülük işlemekten kaçınması durumunda kendisi için bunun da sadaka sayılacağı haber verilmiştir (Müsned, V, 171; Buhârî, “Edeb”, 33).
KELÂM.
Kelâm ilminde şer probleminin, düalist tanrı (hayır ve şer tanrısı) inancına sahip Senevîler ve Mecûsîler’le yapılan ulûhiyyet tartışmalarının ardından ortaya çıktığı söylenebilir. Bu din mensuplarınca müslüman âlimlere, “Âlemde mevcut şerrin yaratıcısı kimdir?
Şerri yaratanın şerîr olması gerektiğine ve hikmet sahibi yüce Allah’ın şerri yaratması düşünülemeyeceğine göre dünyada insanlara acı veren kötü olayların kaynağı nedir?” şeklinde sorular sorulmuş (Nesefî, I, 94-96), âlimler de hayır ve şerrin bir olan Allah’ın irade ve kudretiyle yaratıldığı, acı veren bütün olayların şer tarzında değerlendirilemeyeceği, Allah’ın mutlak adalet sahibi olduğu, dolayısıyla kullarına asla kötülük yapmadığı şeklinde cevap vermiş (Kādî Abdülcebbâr, el-Muḫtaṣar, I, 201-211; Tûsî, s. 84-85, 142-143), böylece problem kelâm ilminin konuları arasına girmiştir.
Mu‘tezile’nin adl ilkesini vazetmesinde ve adaleti Allah’ın kullarına kötülük yapmadığı, kulları hakkında en faydalı olanı (aslah) yarattığı şeklinde açıklamasında, ayrıca elemi başlı başına bir inceleme konusu yapmasında şer probleminin etkisi vardır (Watt, s. 300-304).
Seneviyye ile Mecûsîler’in dışında kalan din mensuplarıyla İslâm dinine muhalif olan diğer inanç grupları da Allah’ın âlemdeki şerleri yok etmemesinden, şeytanı, zehirli ve yırtıcı hayvanları yaratmasından, insan türünün ebeveynini cennetten çıkarmasından ve cehennemde kullarına azap etmesinden hareketle (Hâdî-İlelhak, II, 140; İbn Kayyim, s. 184) O’nun yarattıklarına rahmetle muamele eden hikmet sahibi bir tanrı olmadığını iddia etmiş, bu iddiaların tartışılması da şer probleminin kelâm ilminde yer almasını etkilemiştir.
Eş‘ariyye’nin ilâhî fiillerde hikmet aranmaması gerektiği, bu fiillerin hikmetle mukayyet bulunmadığı yolundaki görüşlerinin ardında da şer probleminin olduğu söylenebilir.
Nitekim şer diye nitelendirilen bütün olaylara hikmet açısından açıklama getirmeyi imkânsız gören Eş‘ariyye âlimleri ilâhî iradenin mutlaklığını öne çıkarmış, Allah’ın mülkünde dilediğini yapan fâil-i muhtâr ve kādir-i mutlak sıfatlarına dayanarak şer problemini aşmaya çalışmıştır (İbn Kayyim, s. 185).
Kelâm ilminde şer problemi şerrin varlığı ve kısımları, kaynağı, Allah’a ve insana nisbeti, dolayısıyla kaderle ilişkisi ve anlaşılıp yorumlanması gibi yönlerden incelenmiştir.
Literatürde şer yerine kabih, cevr, zulüm gibi kavramlar da kullanılmıştır.
Mu‘tezile ve Mâtürîdiyye kelâmcılarının çoğunluğu ile Selefiyye’ye mensup bazı âlimler şerrin aklen bilinebileceği görüşündedir. Buna karşılık Selefiyye’nin büyük bir kısmı ile Eş‘ariyye şerrin akıl yürütmekle değil dinin bildirmesiyle anlaşılabileceğini ileri sürmüştür.
Bunlara göre âlemde bizâtihi hayır olan bir şey bulunmadığı gibi bizâtihi şer de yoktur.
Allah’ın emrettikleri hayır, yasakladıkları şerdir
Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, VI/1, s. 21-22;
İbn Rüşd, s. 194-195; Âmidî, s. 234-236; Celyend, s. 244-245; ayrıca bk. HÜSÜN ve KUBUH.
Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, VI/1, s. 21-22;
İbn Rüşd, s. 194-195; Âmidî, s. 234-236; Celyend, s. 244-245; ayrıca bk. HÜSÜN ve KUBUH.
Tabiatta şerrin varlığı konusunda farklı görüşler benimsenmiş ve şerrin mevcudiyeti dahil olduğu şer grubuna göre değerlendirilmiştir.
İslâm âlimleri genel olarak şerri iki kısma ayırmıştır: Her zaman, her yerde, her durumda herkese zarar ve elem veren mutlak (hakiki) şer, böyle olmayan mukayyet (izâfî) şer (Râgıb el-İsfahânî, s. 253). Buna göre âlemde mutlak şer bulunmayıp hastalık, fakirlik, doğal âfet ve musibetler gibi izâfî şerler vardır (Şerîf el-Murtazâ, I, 271).
Âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Kâinatta hiçbir şerrin yer almadığını savunan Eş‘ariyye bu görüşünü, “Allah yarattığı her şeyi diler ve O’nun dilediği hiçbir şey kötü olmaz” şeklinde açıklar.
Onlara göre âlemde şer diye nitelenen hususlar insanın bunları şer olarak algılayıp nitelemesiyle ilişkilidir, gerçekte ise şer değildir (Âmidî, s. 65).
Bu genel tasnifin yanı sıra şer “ademî” ve “vücûdî” diye ikiye ayrılır. Şerrin gerçek varlığından (vücûdî şer) söz edilemez. Kişinin şer dediği ise bir şeyin varlığı, bekası ve kemali için zaruri olan unsurların bulunmayışıdır (ademî şer).
Buna göre şer varlıkla değil yoklukla bağlantılıdır. Tabiatta felâket ve musibet türünden bazı şerler varsa da bunların kötülüğü izâfî olup belli amaç ve hikmetlere bağlı olarak mutlak şer tarzında değerlendirilmemiştir.
Asıl şer ilâhî emirlere aykırı olan ve günah diye nitelendirilen davranışlardır
(İbn Kayyim, s. 181-182; Celyend, s. 161-162, 168).
Şerrin kaynağına ilişkin tartışmalarda Allah’ın şerle münasebeti öne çıkarılmış, günümüzde Allah’ın varlığına yönelik itirazları da içeren çeşitli sorulara cevap verilerek problemin ulûhiyyetle ilgili boyutu üzerinde durulmuştur.
Bu husustaki soruları şöylece özetlemek mümkündür:
Âlemi hikmet ve rahmet sahibi olan Allah yarattığına göre neden orada şerre yer vermiş ve sadece hayrın hüküm sürdüğü bir âlem yaratmamıştır?
Bütün kötülüklerin kaynağını teşkil eden şeytanı neden halketmiştir?
İnsanı cennete yerleştirdikten sonra niçin oradan çıkarıp dünyaya göndermiş ve onun yeryüzünde kötülük yapmasına izin vermiştir?
İnsanları yalnızca kendisine tapmaları için yaratmışsa neden onların çoğu isyan halindedir?
Niçin Allah sadece isyan edenlere değil mükellef olmayan çocuklara ve mâsum insanlara da acı çektirmektedir?
Buyruklarına aykırı davranacaklarını bildiği halde neden insanlara çok ağır mükellefiyetler yüklemiştir?
İnanmayanlar âhirette cehennem azabı göreceğine, azap da şer olduğuna göre bu durumda din insanlar için bir şer kaynağı mıdır?
(Hâdî-İlelhak, II, 140-141; İbn Kayyim, s. 184-185, 226-227).
Bu tür sorulardan hareketle şerrin Allah’a nisbet edilip edilmeyeceğini tartışan âlimler öncelikle O’nun kudretinin şerre taalluk edip etmediği üzerinde durmuşlardır.
Büyük çoğunluk Allah’ın şer işlemeye kādir olduğu görüşündedir.
Tesbit edilebildiği kadarıyla sadece Nazzâm, Câhiz ve Ali el-Esvârî gibi Mu‘tezile âlimleri Allah’ın şer işlemeye kādir olmadığını ileri sürmüştür
(Hayyât, s. 38; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, VI/1, s. 127; Tûsî, s. 89; İbnü’l-Vezîr, s. 222).
Şerrin Allah’a nisbet edilmesi ve kaderle ilişkisi en çok tartışılan meseleler arasında yer almaktadır. Bu konudaki görüşler üç noktada toplanabilir.
1. Bütün varlık ve olayları iradesi dahilinde meydana getiren Allah’tır, dolayısıyla şerrin var olmasını dileyen ve yaratan da O’dur. Buna göre hayır gibi şer de kader ve kazâ çerçevesine girmektedir.
Kur’an’da hayır ve şer dahil her şeyin Allah’tan geldiğine inanılması gerektiği açıkça belirtilmiş, Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kıldığı bildirilmiştir (Âl-i İmrân 3/26; en-Nisâ 4/78-79).
Allah’ın şerri yaratması bir hikmete veya amaca değil kendi iradesine bağlıdır.
O dilerse kuluna hayır, dilerse şer takdir eder; dilerse hayatını itaatle geçiren mümini cehennemde cezalandırır, ömrünü inkâr ve isyanla geçiren kâfiri de cennette mükâfatlandırır (Âmidî, s. 65-66, 224; İbn Kayyim, s. 198-199; Âlûsî, XXIII, 244).
Eş‘ariyye ve Cebriyye mensupları bu görüştedir. Ancak bu ifadelerin Allah’ın kudret ve iradesini illiyyet engelinden tenzih etmeye yönelik olduğu, dolayısıyla sadece teorik bir anlam taşıdığı, gerçekte ise Cenâb-ı Hakk’ın müminle kâfirin âhiretteki konumunu eşit tutmayacağını beyan ettiği belirtilmektedir. 2. Allah adalet ve hikmet sahibi olup kötülük işlemekten münezzehtir.
Buna göre O şerri murat etmez ve yaratmaz, kaderde ve kazâda şerre yer vermemiştir.
Nitekim naslarda Allah’a herhangi bir şer nisbet edilmediği gibi aklî deliller de O’nun şer işlemediğini kanıtlar.
Esasen Allah şerrin çirkin bir fiil olduğunu ve fâilinin kötü nitelikler taşıdığını bilir.
Ayrıca kötülük yapmak o fiili gerçekleştirmeye bağlı bir ihtiyaçtan kaynaklanır, Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
Kullarına acı çektirmesi sonunda ulaşacakları bir faydadan dolayıdır.
Musibet ve felâketler yapılan isyana dünyada verilmiş bir ceza olabilir,
kulu imtihan etme amacı taşıyabilir yahut onun âhirette
mükâfata ermesini sağlama hedefine yönelik olabilir.
Aslında bu tür şerleri Allah’ın yarattığını söylemek mümkünse de neticede fayda sağlayacağından bunları gerçek şer saymamak gerekir.
Mu‘tezile ve Şîa âlimleri bu görüştedir (Eş‘arî, I, 245-246; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, V, 34; VI/1, s. 177; Şerîf el-Murtazâ, I, 267-271; Süyûrî, s. 28). 3.
Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri şerden münezzehtir,
bu sebeple O mutlak mânada şerri dilemez ve işlemez.
Allah’ın belirlediği kader ve kazâda şer değil hayır vardır, şer sadece O’nun yarattıklarında mevcuttur.
Buna göre şer Allah’ın doğrudan fiili değil takdir (belirleyip planlama),
kazâ (zamanı gelince icra etme) ve tahlîk (yaratma) gibi fiillerinin bir sonucudur.
Şu halde şer kader ve kazâ değil mukadder, makzî, mahlûk-makdûr ve mef‘ûldür.
Bu sebeple Allah şerri salt şer olmasını sağlamak amacıyla değil dolaylı biçimde yaratır.
Şerrin ilâhî irade kapsamına girmesi bu açıdandır.
Dolayısıyla farklı özelliklerdeki maddeyi, kötülük yapma yeteneğine sahip varlık olarak insanı ve kötülük davetçisi şeytanı yaratması ve bunu dilemesi şerrin varlığına sebep teşkil etmektedir.
Kısaca belirtmek gerekirse taşıdıkları özelliklerle birlikte canlı ve cansız varlıkların yaşamasına elverişli bir düzenlemeye tâbi tutulan âlemin yaratılması kaçınılmaz şekilde şerre imkân verir.
Allah’ın bazı isim ve sıfatları O’nun şerri işlemediğini, fiillerinin bütünüyle hayır olduğunu kanıtlar.
Meselâ selâm, kuddûs, hakîm ve hamîd gibi isimleri O’nun ayıp, hata ve kusurlardan, şerri işlemekten münezzeh bulunduğunu ifade eder.
Mülkünde yaptığı tasarruflar sonuçta bazı yaratıklar açısından şer olsa da genel çerçevede lutuf, hikmet ve fayda içermesi bakımından hep hayra yöneliktir.
Şer ise bir düzenlemeyi yerli yerinde yapmamak, yapılması gerekenin dışında gerçekleştirmektir. Allah’ın yaptığı düzenlemeler için bu durum söz konusu değildir.
Allah’ın hayrı kendisine nisbet edip şerri zâtından nefyetmesi, ayrıca hayrı emredip şerri yasaklaması ve emirlerine uyanlardan razı olup yasaklarını çiğneyenlere gazap etmesi de O’nun şerri işlemediğini kanıtlar. Selefiyye ve Mâtürîdiyye âlimleri bu görüştedir
(Nesefî, I, 96; İbn Teymiyye, V, 123-125; İbn Kayyim, s. 179-181, 268-273).
Şerrin kaynaklarından birini teşkil etmesi açısından insan ve fiilleri de meselenin önemli unsurlarından biridir.
İnsan ruh ve bedenden ibaret bir varlıktır.
Maddî unsurlardan yaratılan beden hastalanması veya sakatlanması, acı çekmesi sebebiyle ruh için başlı başına bir şer kaynağı olabilmektedir.
İbn Sînâ bu görüştedir (M. Ebû Zeyd, s. 179).
İrade sahibi bir varlık olan insanın fiilleri hayır ve şer kısımlarına ayrılır. Kişi isteyerek hayrı veya şerri seçip yapabilir.
Doğal âfetler dışında dünyada vuku bulan şerlerin büyük kısmının hür iradesini kullanan insan eliyle gerçekleştiği ve bunların ilâhî emirlere aykırı davranmaktan kaynaklandığı açıktır.
İnsana ait fiillerin kazâ ve kader planına dahil olması bakımından konunun ilâhî sıfat ve fiillerle ilgisi bulunmakla birlikte Cebriyye dışında kalan âlimlerin çoğunluğu insanın şerre kaynak teşkil ettiği görüşündedir.
Her ne kadar iradesi dışında düzenlenen bir çevrede yaşıyorsa da fiillerini hür iradesiyle meydana getirdiği için kişinin yaptığı bütün kötülükler kendi eseridir ve gerçek anlamda fâil olması sebebiyle onlardan bizzat sorumludur.
Çünkü şer fiillerin gerçekleştirilmesi Allah’ın hayra yönelik düzenlediği kazâ ve kadere muhalefetten başka bir şey değildir.
Kişinin günah işlemesinin anlamı budur.
İbn Sînâ gibi bazı filozofların yanı sıra İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir
(Celyend, s. 168; M. Ebû Zeyd, s. 183-193).
Kelâm âlimlerinin şer problemini çözmek ve tabiatta var olan şerleri yorumlamak üzere ileri sürdüğü görüşlerin hareket noktasını ilâhî fiillerin bir hikmet ve amacının bulunup bulunmadığı meselesi teşkil eder.
Bu konuda şu görüşler benimsenmiştir:
1. İlâhî fiiller herhangi bir hikmete ve amaca bağlı değildir, yüce Allah bütün fiillerini mutlak olan ilim, kudret ve iradesiyle meydana getirir.
O bütün mülkün sahibi olarak dilediğini yapar.
Âlemde şer gibi görünen hususları açıklamanın en doğru yöntemi ilâhî fiillerin herhangi bir hikmet ve amaçla ilişkilendirilmemesidir.
Kullarına zulmetmekten münezzeh olduğuna göre Allah’ın yaptığı her şeyin hayır olması lâzım geldiğine inanmak gerekir.
Bu sebeple, “Allah şunu niçin yaratmış, bu fiilinin hikmet ve amacı nedir?” gibi sorular sorup bunlara cevap aramak anlamsızdır; esasen bunların herkesi tatmin eden cevapları da yoktur.
İlâhî fiillerin hikmet ve amaçlarının bulunduğunu ileri sürmek ilâhî iradenin bunlarla sınırlı olduğu anlamına geldiğinden sakıncalıdır.
Eş‘ariyye ve Cebriyye’ye mensup âlimler bu görüştedir
(Râgıb el-İsfahânî, s. 252; Fahreddin er-Râzî, Kitâbü’l-Erbaʿîn, I, 353; el-Meṭâlibü’l-ʿâliye, III, 317; İbn Kayyim, s. 185-186).
2. İlâhî fiillerin mutlak şekilde bir hikmeti ve amacı vardır.
Çünkü Allah hakîmdir, hikmet sahibi oluşu da bütün fiillerinin mutlaka hikmetinin ve hayra yönelik amacının bulunmasını gerektirir. Ancak sınırlı olan insan bilgisinin bütün ilâhî fiillerin hikmet ve amacını kuşatması mümkün değildir.
Şer meselesini incelerken bu durumun dikkate alınması gerekir.
Aksi takdirde kullarına asla zulmetmeyen, bütün peygamberlerini insanları iyilik yapıp kötülükten sakınmaya davet etmeleri için gönderen Allah’a şer nisbet edilmemesi mümkün değildir.
Nitekim naslar ve kesin aklî bilgiler Allah’ın kötülük yapmaktan münezzeh olduğunu ortaya koymaktadır.
Buna göre âlemde mevcut şerlerin mutlaka hikmetleri ve hayra yönelik amaçları vardır.
İnsanın iç yüzünü bilmekten veya aklî yorumunu yapmaktan âciz kalmaları şerrin hikmetten yoksun bulunduğu anlamına gelmez.
Şer probleminin çözülmesi bağlamında yapılan yorumların bazıları şunlardır:
1. Dünyada baskın olan şer değil hayırdır, var olan şerler ise mutlak değil izâfî ve geçicidir,
ayrıca bunlar dünyada veya âhirette hayrın kazanılmasına vesile teşkil eder.
Büyük bir hayra ulaşmak için küçük bir şer gerekli ise bu şer olarak değerlendirilmemeli, aksine daha büyük hayra vesile olduğundan sonuçta hayır kabul edilmelidir.
Hayra vesile olan şerri terketmek ise bir tür şerdir ve mâkul değildir.
Ayrıca bir yönden şer sayılan bir husus birçok yönden hayır olabilir.
Meselâ yakıcılığı bakımından ateş bir şer ise de
insanın hayatını sürdürmesini sağlaması bakımından büyük bir hayırdır.
2. Dünyadaki şerlerin bir kısmı Allah’a karşı yükümlülüklerini yerine getirmeyen insanları denemek, uyarmak ve ibret almalarını sağlamak gibi hikmetlere bağlıdır.
Fakirlik, hastalık, doğal âfet ve felâketler bu tür şerler arasında sayılabilir.
Yaratıldığı andan günümüze kadar geçen süreçte bunca bilgilendirmelere rağmen insanın Allah’tan gafil olup ona şükretmekten kaçınması onun bazı sıkıntılarla denenip uyarılmaya ihtiyacı bulunduğunu gösterir.
Bu uyarılar sayesinde kişi aczini farketme,
Allah’a yönelip O’na yakınlaşma ve dua etme imkânı elde edebilir
(Râgıb el-İsfahânî, s. 252-255; Gazzâlî, el-Makṣadü’l-esnâ, s. 68-69; İbn Rüşd, s. 197; İbn Kayyim, s. 180-190, 269; İbnü’l-Vezîr, s. 210-211).
İslâm âlimlerinin erken devirlerden itibaren ilgilendikleri şer problemine değişik yaklaşımlarda bulundukları ve bunun kurdukları kelâm sistemini çeşitli noktalarda etkilediği anlaşılmaktadır. Farklı yaklaşımlarına rağmen âlimler, Allah’ın dünyaya ve âhirete yönelik hayır içermeyen hiçbir şer yaratmadığı görüşünde birleşir.
Eş‘ariyye ve Cebriyye mensuplarının şer problemini aşmak için ilâhî iradenin mutlaklığını öne çıkarması ve ilâhî fiillerin hikmetle irtibatının bulunmadığını ileri sürmesi, Mu‘tezile mensuplarının şerrin ilâhî fiillerin bir sonucu olmadığını ve dolaylı şekilde de olsa ilâhî irade kapsamına girmediğini iddia etmesi problemli görünmektedir.
Çünkü Allah’ın yarattığı varlık ve olayların bütün hikmetlerini bilmenin mümkün olmadığı düşüncesinden hareketle O’nun fiillerini hikmetsiz kabul etmek nasların yanı sıra aklî bilgiler ve meydana gelen olaylarla da çelişir.
Allah’ın her şeyi dileyen, dilediğini yapan ve yaptıkları sorgulanamayan aşkın varlık diye nitelendirilmesi fiillerinin hikmetli olmasına engel teşkil etmez, aksine zâtının yüceliğini ve fiillerinin hikmetli oluşunu gösterir.
Diğer taraftan belli hikmet ve amaçlar taşısa da âlemde şerrin bulunması ve insanın şer işleme hürriyetine sahip bir fâil olarak yaratılması da Mu‘tezile görüşünün isabetsizliğini göstermektedir. Batılı ateist düşünürlerin, dünyadaki kötülüğün yüce bir tanrı düşüncesiyle örtüşmediğini iddia ederek şer problemini Allah’ın varlığını inkâr etme aracı şeklinde kullanmaları tutarlı değildir.
Zira dünyada hâkim unsur hayır ve iyiliktir; farklılık arzeden şerlerin ise dünya veya âhiret açısından hayır içeren ve hayra yönelik olan tarafları bulunmaktadır.
Bilgi üretme kabiliyeti sayesinde insanın şerrin üstesinden gelecek bir donanıma sahip kılınması ve bir kısım şerlere dair mâkul yorumların yapılabilmesi şer probleminin ateizm için bir dayanak olamayacağını kanıtlar.
Şerlerin bir kısmı insanın yaptığı kötülüklerden ibarettir ve sorumlusu insanın kendisidir.
Ayrıca âlemin düzenlenmesinde çeşitli amaçlarla şerre yer verilmesi onun hikmet sahibi bir düzenleyicisinin bulunmadığını göstermez; aksine hayra yönelik bir hikmet ve bir amaca bağlı olarak bunu düzenleyen bir varlığın mevcudiyetini kanıtlar.
Bu açıdan bakılınca şerrin Allah’ın varlığına değil sıfatlarına ilişkin bir problem olduğunu kabul etmek gerekir.
Ayrıca ateistlerin itirazları sadece soruların cevapsız kalışını dile getirmekte olup şer problemine çözüm üretmeyen, inkârcı iddialarına ispat içermeyen olumsuz bir tavırdan ibarettir.
Günümüzde şer meselesine dair bazı çalışmalar yapılmıştır.
Muhammed el-Hamdân’ın Mefhûmü’ş-şer ve maṣdaruh beyne’s-Selef ve’l-Muʿtezile (Riyad 1403), Münâ Ahmed Muhammed Ebû Zeyd’in el-Ḫayr ve’ş-şer fi’l-felsefeti’l-İslâmiyye: Dirâse muḳārene fî fikri İbn Sînâ (Beyrut 1991), Herrâs Bu‘lâkī’nin el-Ḫayr ve’ş-şer fi’l-fikri’l-İslâmî (Tunus 1986), Sâmî Saîd Ahmed’in, el-Uṣûlü’l-ûlâ li-efkâri’ş-şer (Bağdat 1970), Muhammed Seyyid el-Celyend’in Ḳażıyyetü’l-ḫayr ve’ş-şer fi’l-fikri’l-İslâmî (Kahire 1981), Muhammed Mütevellî eş-Şa‘râvî’nin el-Ḫayr ve’ş-şer (Kahire 1991), Lütfullah Cebeci’nin Kur’an’da Şer Problemi (Ankara 1985) ve Metin Özdemir’in İslâm Düşüncesinde Kötülük Problemi (İstanbul 2001) adlı eserleri bunlar arasında sayılabilir.
BİBLİYOGRAFYA
Kāmus Tercümesi, II, 427; Müsned, I, 394, 435; II, 132; V, 171, 317, 391, 430; Râgıb el-İsfahânî, el-İʿtiḳādât (nşr. Şemrân el-İclî), Beyrut 1988, s. 252-262; Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin, er-Red ve’l-iḥticâc (nşr. Muhammed İmâre, Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde), Kahire 1971, II, 140-142; Hayyât, el-İntiṣâr, s. 38, 48, 60, 73; Eş‘arî, Maḳālât (Ritter), I, 245-246; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 6, 17, 26, 34-35, 41, 59, 141; Kādî Abdülcebbâr, el-Muġnî, V, 34; VI/1, s. 3, 21-22, 127, 177; VI/2, s. 101, 219; XI, 85-97; a.mlf., Şerḥu’l-Uṣûli’l-ḫamse, s. 511-515; a.mlf., el-Muḫtaṣar fî uṣûli’d-dîn (nşr. Muhammed İmâre, Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde), Kahire 1971, I, 120-121, 201-211; Şerîf el-Murtazâ, İnḳāẕü’l-beşer mine’l-cebr ve’l-ḳader (a.e. içinde), I, 267-271; Ebû Ca‘fer et-Tûsî, el-İḳtiṣâd fîmâ yeteʿallaḳu bi’l-iʿtiḳād, Necef 1399/1979, s. 84-90, 142-143; Gazzâlî, el-Maḳṣadü’l-esnâ (Fazluh), s. 68-69; a.mlf., el-İḳtiṣâd fi’l-iʿtiḳād (nşr. İbrahim Agâh Çubukçu – Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 110, 115, 163-164; Nesefî, Tebṣıratü’l-edille (Salamé), I, 94-96; İbn Rüşd, el-Keşf ʿan menâhici’l-edille (nşr. M. Âbid el-Câbirî), Beyrut 1998, s. 194-197; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, VI, 28; a.mlf., Kitâbü’l-Erbaʿîn fî uṣûli’d-dîn (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, I, 353; a.mlf., el-Meṭâlibü’l-ʿâliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1407/1987, III, 317; Seyfeddin el-Âmidî, Ġāyetü’l-merâm (nşr. Hasan Mahmûd Abdüllatîf), Kahire 1391/1971, s. 65-66, 224, 234-236; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil (nşr. M. Reşîd Rızâ), [baskı yeri ve tarihi yok] (Lecnetü’t-türâsi’l-Arabî), V, 123-125; İbn Kayyim el-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿalîl, Kahire 1323, s. 179-205, 226-227, 268-273; Süyûrî, en-Nâfiʿ yevme’l-ḥaşr fî Şerḥi’l-Bâbi’l-ḥâdî ʿaşer (nşr. Mehdî Muhakkık), Tahran 1365, s. 28; İbnü’l-Vezîr, Îs̱ârü’l-ḥaḳ ʿale’l-ḫalḳ, Beyrut 1403/1983, s. 210-211, 222, 237-238, 345; Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, III, 115; XXIII, 244; W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 300-304; M. Seyyid el-Celyend, Ḳażıyyetü’l-ḫayr ve’ş-şer fi’l-fikri’l-İslâmî, Kahire 1981, s. 161-168, 244-245; İzzeddin Belîk, Mevâzînü’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Beyrut 1983, s. 235-236, 241-243; Münâ Ahmed M. Ebû Zeyd, el-Ḫayr ve’ş-şer, Beyrut 1991, s. 14, 179, 183-193; M. Abduh, “Suʾâl ve cevâb”, el-Menâr, III, Kahire 1318/1901, s. 158-160.