30 Nisan 2019

KALP

kalp resmi ile ilgili görsel sonucu
KALP

Kalp Tasavvufta organ olarak beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni; kalpteki nokta-yı süveyda'nın hayat noktası oluşudur. 
 Nokta-i Süveydâ Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu 
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya (ks) göre, nokta-i süveydâ, âdeta bir kelimeye benzer. Bu yönüyle kelimenin mânâsı, (bütün) hakikatlerin toplandığı noktadır. (Nokta-i Hakikat-ı Câmia) Bir özet halinde asılları toplayanın (hakikat-ı câ­mia’nın) açılımı/açıklanması da, bütün ulvî ve süflî varlıklarıyla kâinâtın tamamıdır. 
Bu, her meyvenin çekirdeğinde, kendi ağacını özet olarak bulundurmasına benzer.1 Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ıstılahında bu hakîkatü’l-hakâik’e tekabül etmektedir. Hakîkatü’l-hakâik’in mana olarak açılımı da şudur: Bu; Hakk’ın ve âlemin akledilen mâhiyetlerini kendinde toplayan akledilir bir hakikattir. Başka bir ifadeyle bu; ilâhî ve kevnî iki mertebenin mahiyetlerinin bileşimidir. O, bu yönüyle âlemin aslıdır.
İbrahim Hakkı’nın (ks) bu ifadesinden, bütün kâinatın ulvî-sûflî bütün varlıklarıyla toplu olarak, her insanın kalbindeki nokta-i süveydasında, özet olarak/icmalen var olduğu sonucu ortaya çıkar. Yani yaratılmış maddî-manevî, ulvî-süflî ne kadar varlık varsa, hepsinin hakîkati insanın nokta-i süveydâ’sında hazır/evvelî (primordial) olarak mevcuttur. Esasen bu görüş, tasavvufta genelde insanın nüsha-i camia3 olarak kabul edildiği görüşüyle aynıdır. Bu insan merkezli (humana-centric) kâinat anlayışıdır. Ve halife olarak insanın değerinin/mükerremiyetinin seviyesini gösterir. Ayrıca bu ayrıca “İnnî câilün fi’l-ardı halîfeh” ve “ Velegad kerremnâ beni Âdem” in tasavvufi yorumudur/açılımıdır.
Sonuç olarak nokta-i süveydâ, bütün varlığın cem olduğu yer olması hasebiyle İbrahim Hakkı’ya göre bu durumda insanın gönlü, ilahî nüshadır, bitmek tükenmek bilmeyen sırların yüklenicisi ve taşıyıcısıdır. Her kim kendi gönlüne/nokta-i süveyda’sına girerse, o su ve toprak (maddî kayıt) zahmetinden kurtulur. Can sohbetini bulur, Allah (cc) tarafından cezbedilerek ünsiyet huzur meclisine kabul edilir.Murakabe uygulamasının nihâî gayesi de zaten Hak ile bu ünsiyeti/sohbeti bulmaktır. Ona göre üns ve huzur meclisine kabul edilenin kalbine nokta denirken, kalbine (yani o noktaya) gelen düşüncelere yani havâtıra da harfler denir. Ancak gerek bu nokta ve gerekse noktaya gelen doğan harfler manevîdir. Bu, bildiğimiz şeklî nokta ve harfler değildir. Surî/şeklî harfler bölünme ve taksim kabul eder, kalbe gelen manevî/soyut harfler (yani düşünce ve havâtır) ise bölünme ve taksim kabul etmez.
İbrahim Hakkı bu şekilde, kalemle yazdığımız, gözle gördüğümüz harf ve nokta ile, gönle gelen ve gözle görünmeyen harfleri ve noktayı iki farklı kategoriye ayırır. Şekilli ve şekilsiz.
Ruh adı verilen emr’in makamı ve merkezi bu nokta-i süveydâ’dır. Ruh, Allah (cc)’ın emr’indendir. Emr’de ise, hayy-ı müdrike, yani başkasına hayat ve idrak edicilik özelliği verme kabiliyeti vardır. İşte emr özelliğine sahip olan bu ruh, insanın hakîkatidir ve insanın bu hakikati de nokta-i süveydâ’nın sırr-ı istivâsıdır. İbrahim Hakkı’ya göre ruhun hayat verici özelliği yani hayat nokta-i süveyda’da başlar. Dolayısıyla ölünce orası maddi hayatın bittiği yerdir. 

Bu durumda İbrahim Hakkı Hazretlerine (ks) göre nokta-i süveydâ’nın; a) İstivâsı vardır. b) Bu istivâsının da sırrı vardır. Bu da insanın hakikati olan ruhtur. Dolayısıyla ruhun merkezi de bu nokta-i süveydadır. Yani ruhun insandaki bir dayanak noktasıdır da diyebiliriz. 10) Nokta-i Süveydâ iki yüzü olan cilâlı bir aynaya benzer ve yuvarlaktır. Yani gayb alemine de şehâdet alemine de yönelik olarak yaratılmıştır. Yani nokta-i süveydâ gaybın ve şehâdetin buluştuğu ortak paydadır. Gayb âlemi bilinmeyen âlem, şehâdet âlemi bilinen âlemdir. Dolayısıyla bilinenlerle bilinmeyenlerin eridiği, kaynaştığı yer nokta-i süveydâdır. Burada ne ilim vardır, ne de cehl vardır, Hacı Bayram-ı Veli’nin (ks) dediği gibi: “Şâr dedükleri gönüldür Ne âlimdür ne câhildür.”Burada bilmek bilmemeye, bilmemek bilmeye eşittir ve birbiriyle cem’ olarak karışmış tevhîd olmuş, ikilik kalkmıştır. Yani Serrâc’ın da ifade ettiği gibi buradaki tevhid; cem’le fark ikiliğinin kalkmasıdır.

 Bu durumdayken “Mâ araf­nâ­ke” diyen Peygamberimizin (sav) bildiği, ârif olduğu husus, “bilmedik”, “ârif olmadık”a dönüşmüştür. Yani Allah (cc) bildiğimizden de öte müte‘âl bir varlıktır. Mutlak Gayb mertebesinde Allah (cc) tamamen gizlenmiş gayb olmuştur.19 Allah’ı (cc) hakkıyla bilmek, imkan harici. Peygamberimizin (sav) bildiği Allah’ı (cc) bilmediğini bildirmesi söz konusu iken bu denklemi kendi yüce Peygamberlik ulviyyeti içinde Peygamber Efendimiz (sav) çözümlemişti. Yani O, Allah’ı (cc) Hakkıyla bilmesi önünde, bu ma’rifetini/bilmesini yeterli görmemenin acziyetini dile getirmişti. Halbuki O, en büyük Peygamber’di (sav). Geçmiş ve gelecek bütün bir insanlık ailesinde Allah’ı (cc) en iyi bilen de O’ydu. Ve O (sav) , bu haliyle “Mâ arafnâke” sonucuna varmıştı. O’nun (sav) durumu bu iken bizim durumumuz nasıl olur? O’na göre hiç şüphesiz kâbil-i kıyas bile olamaz. Nokta-i Süveydâ’yı her insanda sanki bir ayna gibi ve yuvarlak, olduğunu söyleyen İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri, zımnen dairenin içe doğru küçültülmüş en son halinin nokta olduğuna, noktanın dışa doğru açılmış halinin de daire olduğuna işaret etmektedir. 

Nokta-i Süveydâ’yı daire olarak nitelemek, hiç şüphesiz nokta-daire arasındaki bağlantıdan kaynaklanmaktadır.Bilindiği gibi daire noktanın büyümüş, açılmış hali iken, nokta da dâirenin en küçült ülmüş hâlidir. Nokta en mükemmel olduğu için noktanın dâiresel açılımı yani daire en mükemmel geometrik şekildir. Bu yönüyle noktaya soyut/mücerred dâire denilebileceği gibi, daireye de somut/müşahhas nokta denir. ‘Vetera’l-melâikete hâffine’21 ayetinde belirtilen meleklerin dairevî ibadeti, bu mükemmeliyete işaret eder. Ve bu dairenin merkezî de insan-ı kamildir. Prof. Dr. Burhan Toprak’ın da işaret ettiği gibi, daire sonsuzluğu ifade ettiği için, İslam mimarisi, daire geometrisi üzerine dizayn edilmiştir.İşte Nokta-i Süveydâ olan bu ayna çoğu kez netliğini kaybedip bulanık hâle gelir. Peki bu nokta-i süveydâ aynasını neler kirletir? 
 a) Cahillik kirleri, b) Gaflet pusları, c) Gazab mücadeleleri, d) Şehvet kavgaları, e) Ve çeşitli dünya sevgisi renkleri, Hiçbir şeyi göstermeyecek şekilde kirlenip, bulanan bu aynayı tekrar parlatmak için; a) Hakikat ilmi, b) Şeriata (Kur’ân ve Sünnete) sımsıkı yapışmak, c) Aleme ibret nazarıyla bakmak, d) Yumuşak huyluluk (hilm), e) Namuslu (iffetli) olmak, Dürüst olmak, g) Dünyadan yüz çevirmek (zühd) h) İbadet etmek, ı) Zikretmek, i) Ve fikretmek gerekir. 

Hülasaten İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) kötü amellerin, bu siyah noktayı kilitleyeceğini anlatır. Ve bu kilitlenmenin giderilip nokta-i süveydâ’yı fonksiyonel hale getirmek için de sâlih amellere yapışmanın gerekliliğini vurgular. Her günah, hadis-i şeriflere göre kalpte bir kir ve leke meydana getirir. 12) Nokta-i süveydâ, vücûdun aynasıdır. Allah’tan (cc) gelen feyzi kabul eder ve daha önce bahsedilen emr’in (yani ruhun) merkezidir. Emr’in (ruhun) sahibi Allah (cc) bu emr (ruh) ile beraberdir. İşte bu maiyyet/beraberlik sırf bir iyilik ve inâyetdir/yardımdır. “Sizler, ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz” ayet-i kerimesi bu beraberliğe ve yardıma (izne) işâret eder. Ayrıca “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir”âyeti de bir hidayet olarak emr sahibinin, emr ile beraber olduğunu gösterir. “Biz ona şahdamarından daha yakınız!” da bu beraberliğin bir başka delilidir. Delillerde kısaca anlatılmak istenen; Allah’ın (cc) nokta-i süveydâ’da yani zikrin darb edildiği vahyin indiği bu noktada insanla kesin bir irtibat halinde oluşudur, diyebiliriz Yukarıdaki anlatımlardan da anlaşılacağı üzere İbrahim (ks) nokta-i süveydâ’nın onbir başlık altında mahiyetini anlatmıştır. 

 Özet olarak ifâde etmek gerekirse, İbrahim Hakkı’ya (ks) göre; her insanda bulunan zamansız ve mekansız olan nokta-i süveydâ’nın şu özelliklere sâhip olduğu görülür. Nokta-i Süveydâ 1-Bütün kâinatın/âlemin ruhudur. 2-İnsan âleminin arşı olan maneviyat güneşinin doğduğu yerdir. 3-İnsan ruhunun çıkış yeri olan büyük noktanın aynasıdır. 4-Büyüklüğü sırr-ı istivâsında (kuşatma sırrında) ortaya çıkar. 5-Nokta-i süveydâ’nın sırr-ı istivâsı, şekil ve renklerden uzak ve tamamı mücerred/soyuttur. 6-Nokta-i süveydâ, nokta-i kübrânın aynasıdır ve tamamen onu gösterir. Büyük nokta; akl-ı evvel ve en mükemmel ruh (Allah’ın (cc) ruhu)’dur. (Nefahtu fihi min rûhî) 7-Nokta-i süveydâ’nın sırrı, insânî hakikattir. 8-Nokta-i süveydâ kelimeye benzer. Kelime ise bütün hakikatlerin toplanıp bir araya geldiği noktadır. Yani nokta-i süveydâ nokta-i hakikat-ı câmia’dır. Emr âlemine ait ruhun makamı ve merkezi, nokta-i süveydâ’dır.

 Yani “emr”in canlılığın/diriliğin merkezidir. 10-Nokta-i süveydâ; iki yüzü, cilalı bir aynaya benzer ve dairevî/yuvarlaktır. 11-Nokta-i süveydâ, günahla kirlenir/kilitlenir, salih amelle cilalanır/açılır. 12-Nokta-i süveydâ, vücûdun/varlığın aynasıdır. Allah’tan (cc) gelen feyizlerin kabul edicisidir. Başta da ifade ettiğimiz gibi Nokta-i süveydâ, anlatılması ve anlaşılması son derece zor olan bir kavramdır. Kalb soyuttur. Nokta-i süveydâ ise, bu soyut kalbin yapısında yer alan, soyutun soyutu bir yapıya sahiptir. Soyut kalb bile tam anlaşılamamışken, ondan daha ileri derecede soyut olan kalbin nokta-i süveydâsı nasıl anlaşılacaktır? En önemlisi Bursevî’nin de ifade ettiği gibi, insan, nokta-i süveydasının hakikatıyla Allah’ın (cc) sırrıdır, Allah da (cc) insanın sırrıdır.31 İşte bu bereketli Anadolu topraklarının ürünü, büyük mütefekkir, mutasavvıf ve ilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) nokta-i süveydâ’nın mahiyetine onca birikimine rağmen bu kadarlık bir açıklama getirebilmiştir. Zikir çeken dervişin, Allah (cc) kelimesini darb ettiği/vurduğu bu nokta-i süveydâ, maddi âlemin bittiği, insanın hakîkatinin başladığı iman merkezidir vesselam. 

Dipnotlar
1) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.321. 2) Suâd el-Hakîm, Ibnu’l-Arabî Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 228. 3) Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 314-5. 4) Bakara, 30. 5) İsra, 70. 6) Muhyiddin İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, Leiden 1136/1617, s.131; ayrıca bkz. El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut 1997, c.II, s. 102. 7) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.321. 8) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.322. 9) Harf için bkz. İbnü’l-Arabî, Kitabu Istılâhu’s-Sûfiyye (Resailü İbn Arabî içinde), Beyrut 1997, s. 537. 10) İsra, 85. 11) Ayrıca bkz. Ebu’l-Mevâhib Cemâleddîn Muhammed eş-Şâzelî, Kavânînu Hükmi’l-İşrâk, Dımeşk 1309/1891, s.84. 12) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 13) Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî, Kitabu Câmi’l-usûl fî usûli’l-evliyâ ve enva‘ihim ve kelimâti’s-sûfiyye, Mısır 1298, s. 126. 14) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 15) Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss.38-9. 16) İsmail Hakkı-i Burûsevî, Şerh-i Rumûzât-ı Hacı Bayram-ı Velî, Süleymaniye; Es’ad Efendi, no:1521, vr.20a-21a. 17) Serrâc, Lüma’, s. 416. 18) Münaî, Feyzu’l-Kadir, 2,410; Mer’i b. Yusuf el-Makdisi, Ekavilu’s-Sikat, 1,45. 19) Kaşanî, Abdurrazzak, Istılâhâtu’s-Sûfiye, s.168. 20) Cürcânî, Ta’rîfat, s. 104. 21) Zümer, 75. 22) Suâd el-Hakîm, Ibnu’l-Arabî Sözlüğü, İstanbul 2004, ss. 367-374. 23) Burhan Toprak, İslam ve San’at, Varlık Yay., İstanbul 1964. 24) Mutaffifîn, 14. 25) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 26) İbn Mâce, Zühd, 29; İbn Hanbel, Müsned, II, s. 297. 27) İnsan, 30. 28) Hadid, 4. 29) Kâf, 16. 30) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323-24. 31) Bursevî, Ruhû’l-Beyân, c.III, s. 8. O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; “Fuad” da denen, o noktaya nazırdır. Yapılan bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur. Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder, yani yeri orasıdır. Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah, 
 ********************************** 
 DENİZE DÖNMEK İSTİYORUM 
 Bazı şeyler insanın aklında kalıyor. Sonradan, âdeta belli bir vakte ertelenmiş, bir yerde saklanmışlar gibi, oldukları yerden çıkıp, yeniden düşündürüyorlar insanı. Hem de bambaşka türlü. Nebiye’nin portakalı gibi... İlk veya ikinci Mantık dersimizdi. Hocamız, Prof. Dr. Yalçın Koç, tahtaya kocaman bir “iki” yazıp, sınıfa döndü ve sordu: “Bu nedir?” Biraz tiye alan bir ifadeyle ve gayet emin bir tavırla “ikiii” deyiverdik, bütün sınıf. Cümbür cemaat. Hoca ise, çok afedersiniz, bizim sırıtkanlığımıza aldırış bile etmeden, aynı tavırla devam etti: - No, it is a pieces of chalk! Tebeşir tozu! Tahtaya iki yazıp, sonra da onun sadece tebeşir tozu olduğunu söyledi, Profesör. Tabii biz nerden bilelim, semantik, matemetik ontolojisi, falan. Adını bile duymamışız! Gençlik işte! 18-19 yaşında, “Metallica İstanbul’a gelse de, konser verse de, Açıkhava’da canlı canlı Unforgiven dinlesek” peşindeyiz. Tebeşir tozunu duyunca, sus pus olduk bu defa, cümbür cemaat. Kitle psikolojisi. Anında yekpare“sükût” oluverdik. Önümüze baktık sessizce. Hızlı hızlı not tutup, tahtaya her yazılanı gözü kapalı deftere geçirme alışkanlığı olanlar da, herhalde, “inkk” demişlerdir, önlerine bakarken, kafaları “dank” edince! 

 *** Sayının somut varlığı olmadığını ve somut varlık ile bilindiğini o gün fark ettik. Siz, hiç sokakta koşan bir “üç” gördünüz mü? Bana kalırsa (!), sayının kendisi somut varlık olmayıp varlığı somut varlıkla bilinse dahi, varlığı somut varlığa bağlı değildir. Bu dediğim biraz ayân-ı sâbiteye benziyor. “Vücud kokusu almamış varlık!” Ama yine de bana kalmasın, ve biz “vücudlu varlığı” anlamaya çalıştığımız ve ancak onun üzerinden tefekkür edebileceğimiz için “sayının varlığı somut varlıkla ortaya çıkar” gibi bir önerme üzerinden, adım adım ilerlemeye çalışalım. Bu’dan Hû’ya. Sayının varlığı “varlık” ile ortaya çıkar ise, sayının bilinmesi için varlık şarttır. Burada sayı’yı en genel anlamda “manâ” olarak ele alabiliriz. “Bakmaz mısın rabbına? Gölgeyi nasıl uzatmakta? Dilese idi elbet onu sâkin de kılardı, sonra nasıl Güneşi, ona delil kılmışız? (25-45)”. Görünmese de olurdu, ama görünmek istedi! Genelleştirirsek, görünen görünmeyene bildirgeçtir ve birliktedir. ‘Görünen’, aslında ‘görünmeyen’ olduğu için, ipler de aslında görünmeyenin elindedir! Gölge oyunu.

“Hayy-ı Hak! Yâr bana bir eğlence meded”. Nice Karagöz’leri mahvetti bu suret perdesi Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi (Küşterî Hz) Burada görünen’i salt çıplak gözle görünen olarak ele almamalıdır, elbette. Şimdilik Elektron Mikroskobu veya Hubble’ın merceğine gözümüzü dayadığımızda gördüklerimiz de ‘görünen’dir. Sonuçta, mercekten bakan yine gözdür. Çıplak bakan veya mercek ardından bakan göz, insan gözüdür, baş gözüdür. O bakımdan görünen âlem, atom altı veya üstü olmuş; fark etmez! Hiçgörünmeyen ama görüneni gösteren âlemler var: Akıl, gönül, can âlemi gibi... Görünen de, görünmeyen de aslında hep görünmeyenle biliniyor! Çünkü gösteren, görünmeyen! Tam bu noktada, düşüncenin fotoğraflanması, zihin okuyucular bizi yanıltabilir. Düşüncenin fotoğrafı, düşüncenin fotoğrafıdır; zihnin veya aklın değil. Düşünce dahi varlık. Düşünce dahi bir elbisedir. Çıplak olan zihin gibi görünse de asıl çıplak zihnin zihni olabilir ki bu dahi görelidir.”Süleyman var Süleyman’dan içeri”. 

“İlmin ilmi ilimden cehildir”. Ve dahi “Fakrın fakrının fakrı” var ise, ilk bulduğumuz fakr’ı çıplak addedersek, o fakr, üstümüze elbise olur ancak, ZAN olur ancak, ve lâkin Ruh’umuz duymaz! Böylelikle, olan bize olur ancak: Vehmettiğimizden haberimiz olmaz! “Düşünce” veya klişe örneğimiz “iki”, zihnin materyalidir. O yüzden her ne kadar “iki” yi manâyı temsilen kullandı isem de, bu temsil yine varlık boyutundadır. Manâ-î hakikî, mutlak manâ veya ana zihin hiçbir manevi veya zihinsel materyal ile temsil edilemez. Böyle olması, zihnin ve aklın mahlûk olmadığı anlamına gelmez. Çünkü “İlk olarak aklı yarattım” buyuruyor. Perde çok! Zihindeki perdelerden kurtulmadan ‘zihin’ perdesinden kurtulmak pek olanaklı görünmüyor. Zât ise, bütün perdelerden münezzehtir! “Aklı, akılla terk edin” tavsiyesi bu sebeple olmalıdır. Ve bu terk ediş dahi, ancak, en fazla, fakrın fakrı olabilir! Ne vakit “terk”i de terk eder, o vakit üçüncü fakr’ı ya giyer, ya çıkarır! Bilemiyorum, ne yapar! Öyleyse, zihin kontrolü (mind control) çalışmaları nasıl yapılıyor? Nerde yapılıyor? 

İnsan tüm isimlere, esmâ-î ilâhîye mazhar olarak nasıl ki Zahir ismi ile, zahiri bilgileri elde edebiliyor ve keşifler yapabiliyorsa, Bâtın ismi ile, o ismin varlıkları üzerinde de çalışmalar yapabilir. Bu tür çalışmalar, muhtemelen, ‘birinci kat semâ’ da yapılıyordur. Dördüncü katta ikilik - şirk olmadığından (cennet katı / mutmainne) kötülük de yoktur. Hâlâ kendisinde ‘kötülük’ olan, ikilikte olan, zaten dördüncü kata gelmemiş demektir. O halde, ‘zihin kontrolü’, ancak ‘şirkte kalanlar’ için söz konusu olabilir. Allah’ın şirkten temizledikleri için, ölüler için (ölmeden önce ölenler) bir kontrol söz konusu olamaz. Ve daha aklımızın eremeyeceği öyle mertebeler vardır ki, oralardaki zevat kontrol edilmek şöyle dursun, biiznillah kontrol ederler ki, buna tasavvuf terminolojisinde “irşâd” deniyor. Lâ ilâhe illâllah. Allah. Hû. Hak. Selâm olsun ateşe atılan İbrahim Nebi’ye ki küllî akla (Cibrîl) “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir”, Hasbiyallahû ve nimel vekil, demişti. Ve hemen ilâve edeyim ki zihin kontrolü konusunda söylediklerim varsayım ve yorumdan ibârettir. 

Doğrusunu Allah bilir. Ne olursa olsun, insanoğlu dıştan içe yönelmiş gibi görünüyor. Aslına doğru gidiyor! Zaten başka gidilecek yer ve yön yok, değil mi? “Allah’tan geldik, Allah’a dönücüyüz”. Lâkin zahirde büyücülük olduğu gibi, bir çeşit bâtınî büyücülük de neden olmasın? Kerâmet var, istidrac var! Söylenene göre, Hz. Adem’in bile kavmini Deccal fitnesine karşı uyarmış olması boşuna değildi, herhalde! ‘Mind Control’, Deccal’in irşâdı olmasın?! İnsanoğlunun bilgisi arttıkça, fitnesi de o oranda artıyor; sınıf yükseldikçe, sınav zorlaşıyor, sanki. “Yoksa siz zannettiniz mi ki Allah içinizden o mücahede edenleri hiç belli etmeden, sabredenleri belli etmeden Cennete girivereceksiniz?” (3-142) Ama hatırlayalım ki, Allah kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez. Herkese kabı kadar hesap sorar, kimseye haksızlık edilmez.. Bir kap, okyanusa da düşse, musluktan damlayan su ile de dolsa, ancak hacmi kadar dolar; fazlasını alamaz. Ve elbetteki Âlemlerin Rabbi, kimi okyanusa, kimi çöle, kimi damlayan musluğa göndereceğini gayet iyi bilir. 

“Hiç Yaratan yarattığını bilmez mi?” (67-14) Dağdaki çoban kendisine emanet edilen koyunun canından, kasap etinden, iplikçi yününden, sütçü sütünden, biyolog hücresinden sorulur! Koyun bir, hesap bin olur! Böyle olunca da, aklıma, rahmetli anneannemin bir sözü geldi; Rumeli şivesiyle şöyle derdi: “Hep hesap, bir hesap”. Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın O’dur! Zât ve Sıfat. Yazıya başlarken, sayı örneği ile yola çıkışım, varlığın, Allah’ın varlığına nispetle, sıfat, gölge ve nihayet yok hükmünde olduğuna, Zâhir ve Bâtın isimleri ile vahdet ve kesrete, tenzih ve teşbihe misâl getirmek içindi. Konu konuyu açıp da, akıl - fakr ilişkisi, zihin kontrolü, oradan biliş mertebeleri, koyunun yünü, anneannemin sözü derken, konu biraz dağıldı, örnek havada kaldı, meramımı anlatmaya sıra gelmedi. 

Şimdi esas minval üzere toparlanıp, merkeze dönüp, daha güzel ifadeleriyle, bir bilene, Lütfi Filiz’e müracaat edelim: “Yaratılan bu kâinat hüvezzahir ve hüvelbatından müteşekkil iki esmadan ibarettir. Bu ikisi Allah’ta birleştiği için ‘O’ndan başka bir şey yoktur’ diyoruz. O, bilinmek için bu ikiliği meydana çıkartmıştır ki ikisinin çarpışmasıyla gerçek ortaya çıksın… O halde, her şey bir zât ile bir sıfattan ibarettir. Zâtı Allah, sıfatı Muhammed’dir. Bunu, daha başka bir tabirle ‘Zâtı Ahad, sıfatı Samed’dir’ diyerek de anlatmak mümkündür ki ‘De ki: O Allah bir’dir. Allah samed’dir (112-1-2) ayetlerinin en kısa açıklaması budur. Buna göre asıl olan Zât’tır ve O, zâtıyla bilinmekten, görünmekten, zamandan, mekandan, kısaca, her şeyden münezzehtir. Böyle olduğu için de ‘ZÂTta HİÇbir şey yoktur’ denir. 

 Sıfatı yani görüntüsü ise kâinattır ve her şey buradadır. ” (Noktanın Sonsuzluğu) Ben bu mülke kıldım cevlân yedi kere urdum seyran Muhammed nûruna hayran benim de mekânım anda Yunus çün bu fikre daldı hep cihânı arda saldı Vallahi hoş lezzet aldı tatmıştır damağım anda. Eşya, kâinat, tabiat, sıfat, insan-ı kâmil denen hep Muhammed Aynası ve aynadan görünen, sadece “O” imiş, vesselâm! Hepsi, bu. Teori bu kadar; gerisi pratik. “Beni gören, O’nu gördü” Hadis-i Şerif. Bir avuç toprağa bunca kîyl ü kâl Neye gerek ey Kerim ü Zül-celâl (Yunus) Kâbe’de son putu kırarken*, Hz. Ali (k.v), “Bir baktım ki” diyor, “yerler kadem-i Resûllullah kesilmiş.” “Göz hizam sadr-ı Resûllullah.” Sonra göğe baktı, “Cemâl-i Resûllullah”. (*Bkn. Dipnot:Kalp ve Kâbe Hakkında ) Çatılmadan yerin göğün binası Muallâkta iki nura düş oldum Birisi Muhammed birisi Ali Lahmike lahmi de bir’e düş oldum (Sıdkı Baba / Âşık Pervane) 

 *** “Allah’ın zâtını düşünmeyin; ancak yarattığı varlıklar üzerinde düşünün ki Allah’a olan imanınız artsın. Allah’ın zâtı konusunda aklınıza ne gelirse Allah onun dışındadır” Hz. Ali (k.v). Zât’ta hiçbir şey olmaması demek, Amaiyyet Mertebesi/ Mutlak Gayb demek olup, bu yüzden, “herşey buradadır” denmiştir. Tabii, “burası neresi?”. O da ayrı bir konu. Meselâ, ahireti bilen için ahiret burasıdır; fakat bilmeyen için orasıdır. Tevhid, ora ile bura’yı birleştirmektir. Sayı örneğimize dönersek, Zahir ve Bâtın isimlerini tefekkür ve cem etmemiz kolaylaşabilir. Bâtın, Zahir’le bilindi. Tebeşir tozu ve “iki” manâsı gibi. İkisi birbirini tamlayıcı gibi. Tebeşir tozunda ikiyi görebiliriz. Tebeşir tozu ikiyi aşikâr, zahir eder; hem de gizler!. 

Kısacası, “İki”, tebeşir tozu değildir, ama tebeşir tozuyla bilinir. Tabiî burada hemen akla şu soru geliyor: Manâ’yı temsilen, sayı dedik, iki dedik... Sonra dedik ki “iki” dahi varlıktır. Külliyen manâyı değil, soyut varlığı temsil edebilir! Madem varlıktır “iki”, kim var ediyor, kim biliyor ikiyi? Bir “ben” yok mudur, ikiden içeri? “İki” kendisi mi biliyor “iki”yi, yoksa başkası mı biliyor? Tebeşir tozu mesela! Biliyor mu ikiyi? Kim yazıyor, kim okuyor bu iki’yi? Şimdi, elimizde bir adet; “Tebeşir tozu”, ve onun zahir ettiği “İki” manâsı, ve iki’yi bilmesi ve bildirmesi gereken, “Bilen” var. Etti üç! Bir gönül ehlinin buyurduğu gibi: Ya üçtür, ya hiçtir! Şimdi burada insan tanımı da ortaya çıkıyor. Teşbihte hata olmaz: “İnsan, ‘iki’ olduğunu bilentebeşir tozudur!” Eğer bilmiyorsa; “No, it is a pieces of chalk!” “

…. Bu durumda Allah, kâinat ve Âdem üçlüsü bir sacayağı yahut teslis meydana getirmektedir. Allah kendindeki tüm vasıfları Âdem’i meydana getirmek üzere kâinata yansıtmış, kâinat Âdem’i meydana getirmiş ve Âdem de Allah’a rücu etmek suretiyle devreyi tamamlamıştır. Böylece bir nokta olan insan, Allah’tan kâinata, kâinattan Âdem’e ve Âdem’den tekrar Allah’a dönmek suretiyle bir daire meydana getirerek devresini tamamlamış, yani bir nokta iken daire olmuştur…” Lütfi Filiz Sizin de gözünüzün önüne Kâbe geldi, değil mi? Yoksa Semâ’ya mı kalktınız? *** Bazen her şeye kısa ve net cevaplar ararız. “Bu nedir?” “Bu şudur”, gibi. Ama her zaman öyle olmuyor, işte! O zaman nüans kayboluyor. Sezgisel olanı kaçırıyoruz. 

Bu yüzden, bilginin sezgisel boyutunu (intuitive knowledge) metaforlar yardımıyla yakalayabiliriz. Meselâ, tasavvufta denizmetaforu. Bir zamanlar aklımdan şöyle bir soru geçmişti: “Allah’a nasıl dosdoğru yönelebilirim?”. Anahtar kelime yönelmek! Her ne kadar O’nun vechi her yönde olsa da, bir kıble tutturmak zorundayım. Yoksa başım döner! Kayar, düşerim. O Rab, ben ise kulum. Zorluk bana, kolaylık ve kolaylaştırmak O’na... Öyleyse, Allah’a nasıl yönelmeli, bu yönelişi nasıl tasavvur etmeliyim? Bu yöneliş aslında ‘iman’dır. Ya Ahad ve Samed olana veya ayrık bir tanrıya imandır. Allah Ehli, “dalganın çokluğu denizi iki yapmaz” demiş. Sayılardan daha kolay. Çünkü deniz görülür bir şey! Naçizane, hep derim: Görünenden görünmeyene gitmek, gözümüzün önündekileri tefekkür etmek daha kolaydır. Muhammed Aynasında görünmese idi, bilinir miydi? Bilirdi; ama bilinmezdi! Vahdetin kesrete döndüğü nokta. “Yâr bana bir eğlence meded!” Hak, âlemleri yaratmakla kendini aynada seyretti! Enel Hak diyen de kendini aynada seyretti. “Kendin” aynada görülür. Öyleyse, bilinmeklik için görmeklik, görmeklik için Muhammed Aynası gerektir. Görünen, kâinat, tabiat, sıfat, Hüvezzahir. 

Görünmeyene görünenden gidildiğine göre, O’na, ancak ve ancak Muhammed’den (sav) gidilir. Ve bir anlamda “O’na gitmek” “Muhammed’e (sav) gitmek”tir. Çünkü O sıfatıyla bilinebilir ve sıfatı Muhammed’dir (sav). Ya, pekalâ, Muhammed’e (sav) nasıl gidilir? Vârisinden. Devrin kâmilinden. Yine, Hüvezzahir’den. Aynadan başka yol yoktur görmeye. Ve ayna, insandır. Çünkü bütün isimlersadece İnsan’da cemdir. O nedenle, şeyhinde (yaşayan kâmilde) fena bulmayan, Rasul’de (sav) fena bulamaz! Rasul’de fena bulmayan da Allah’da fena bulamaz ki bu sebeple “El ele, el Hak’ka” denmiştir. “İnsan başıboş bırakılacağını mı zanneder? O, dökülen erlik suyundan bir damladeğil miydi?” (75- 36/37) Zahir’de insanı bilmeyen, Hüvezzahir olan İnsan’ı görmeyen, Hüvezzahir olanın “İnsan” olduğunu görmeyen “dünyada kör, ahirette de kördür”. Dünya asla başıboş olmadığı gibi, bu dünyanın da bir kalbi, füyuzatı pompalayan donörü vardır. El an kemakân. “Kendisinden sonra gelecek bütün evliyaullah, “el ulemâu verasetü’l enbiya” (âlimler, nebilerin varisleridir) hadis-i şerifleri fetvasınca Hz. Peygamber’in zahir ve bâtın ilminin vârisleridir. 

 Buradaki ulema kelimesi, tecvidde medd-i muttasıldır yani dört elif miktarı uzatılır. Tasavvufî açıdan baktığımızda bu dört elif miktarı uzatmayı şöyle açıklayabiliriz: Birinci medd: Fenâ fi’ş şeyh makamı İkinci medd: Fenâ fi’r resul makamı Üçüncü medd: Fenâfillah makamı Dördüncü medd:Bekâbillah makamı Hangi âlim bu dört makama vâkıf ve vasıl ise, vârisu’n nebî olan ulema odur ki; o gerçek ariftir. Yoksa taklitle meşgul olan ya da derleme bilgilerle kendisini bir şey sanan nefsinin zebunu olmuştur.” Aziz Mehmet Dumlu “Herhalde sana biyat edenler ancak Allah'a biyat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (48-10) “Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana biyat ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” (48-18) Gaye, daima müsebbiptir. 

Ama müsebbip, sebeptedir.. Sebebe sarılmak, müsebbip içindir. ‘Sebepte kalmak’ ise, zulümdür. Suretperestliktir. “Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya sebep arayın”(5-35). Mürşidler, sebeptir. Gönül doktorlarıdır. Belki de onların işine zahirde en iyi örnekhekimlerin işidir. Biz şifayı Allah’tan umar, ama yine de doktora gideriz. Allah’tan şifa isteyen hasta, doktora gitmekle, iyileşmeye sebep aramakla, doktorun ilmine tam teslim olmakla Allah ile arasına doktoru mu sokmuş olur?! Allah ile ara’mız (boşluk) var mıdır? Hasta, evde oturup dua ederek, Allah’tan sırf şifa dileyerek iyileşir mi? Ya, tedavi konusunda doktorla pazarlık olur mu? Hangi doktor hastasını işine karıştırır? Doktor “Kolunu keseceğiz” dese, “parmağımın ucundan alsanız?” diyerek onun işine mi karışırız, yoksa “O doktor, ben bilmem, o bilir” deyip, onun ilmine canımızı teslim mi ederiz? Peki, doktorun elinde bizi iyileştirmek için sihirli değnek mi vardır? Şifa doktordan mı, Allah’tan mıdır? 

Doktorun verdiği ilaçları ve tedaviyi tam uygulamak hastanın, mürşidin dediklerini tam yapmak da müridin gayretidir. Ve doktorun ilmiyle bütün yaptığı aslında, yine bizim, kendimizin bağışıklık sistemine dayanmıyor mu? Öyleyse, mürşidin himmeti de kişinin kendisine dayanmaktadır. Böylelikle, himmet, insanın kendinden kendine olup; hidayet, tıpkı şifa gibi, elbette Allah’tandır. Tasavvufta, “mürşid şarttır, ama iş tohumda biter” denmesi bu yüzdendir. Gaye, daima müsebbiptir. Ama müsebbip, sebeptedir. Sebep-müsebbip yakınlığına vasıl olmak, yakîne vasıl olmaktır. Mürid Mevlâna’nın, Şeyh Şems’e muhabbetini veya mürid Yunus’un Şeyh Taptuk Emre’ye bağlılığını, “Efendi Sevgisini” bu minval üzere anlamalıdır. Çünkü, müsebbip sebeptedir ve sebepsiz müsebbip bulunamaz; çünkü onun gayrı değildir. Öyleyse, sebebi /SIFATI çok sevmelidir! “Sizden biriniz, İman da kemale ermez; ta ki, ben ona nefsinden, malından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça.” Hz. Muhammed (sav) “Bir gün Hazreti Ömer (ra): “Ya Rasûlullah, nefsim müstesna, sizi herkesten, her şeyden daha çok seviyorum” demişti. Efendimiz (sav): “Ya Ömer! Sizden biriniz, beni nefsinden de daha çok sevmedikçe gerçek Mümin olamaz” buyurdular. 

Hazreti Ömer (ra) : “Yemin ederim Ya Rasûlullah, şu anda sizi, nefsimden de daha çok seviyorum” deyince Efendimiz (sav) : “Şimdi oldu Ya Ömer” buyurdular...” “İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle dost olan da demirci çırağı ile beraber olan gibidir. Onun isi ve pis kokusu da diğerine bulaşır.” (İbn-i Mübarek; Kitabü’z Zühal) “Kişi, arkadaşının dini üzerinedir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine baksın” (Tirmizi) “Tam anlamıyla iman edebilmek için bir şeyi algılamak gerekir. Gayba iman laftır. İnsanın kafasının içindekiler gayb âlemine aittir. “Ben gayba, gaybdakine iman ettim” demek, “Kafamda yarattığım ilâh-ı mec'ule inandım, ona tapıyorum” demektir. Avam, gayba iman eder, ama şahadete inemez. 

Şahadette O'nu bilebilmek için mutlaka el tutmak ve canlı kitaptan istifade etmek gerekir. İnsan ne zaman tam iman edip, ilmi öğrenir ve dağıtacak hale gelirse, artık suyunu kendi kaynağından çıkarıyor demektir ki, bundan sonra tekrar el tutmasına gerek kalmaz.” Lütfi Filiz “İman yetmiş küsur şubedir” Hadis-i Şerif. Âdem’e secde etmek, O’nu şehadet âleminde tanımak, zahirde görmek ezelî nasiptir. İnsan görmediğini ya inkâr eder, ya şüphe eder, ya da zayıf bir şekilde inanır. Böylelikle, iman bir şube değil yetmiş küsur şube olur. Bütün isimler insanda talim ediliyorsa, O insandan tecelli ediyorsa, İnsan’dan başka nerede göreceğiz, ne göreceğiz? “İnsanın yüzü Cemalullah’tır ve Allah'ın insana verdiği kitabın ön sayfası, yani Fatiha'sıdır.” Lütfi Filiz. İnsan ve Kur’an ikiz kardeş değil miydi? 

 Haydi, şimdi, denizi tefekkür edelim. "Nasıl ki su önce öldürür, sonra ölüyü başında taşırsa, sen de ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması zor."Hz. Mevlâna Şimdi, bir deniz hayal edelim ki başı ve sonu olmasın. Sadece O olsun. Evvel ve Ahir olarak. Sonra deniz kendinden kendine dilesin ve kudretiyle dalgalansın. Ve dahi, dalga, köpüklensin.Varsın bunlara “âlemler” densin! Varsın denmesin! Hangi dalga “ben kendi başıma varım” diyebilir? “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman Sûresi) Bununla birlikte dalganın varlığı inkâr edilebilir mi? Deniz istedikçe dalga vardır. Denize kim, ne diyebilir ki? Başka deniz yok! Peki, dalganın varlığı ancak deniz ile değil midir? O halde var olan dalga, denize nispetle “yok”hükmünde değil midir? Bu durumda dalga, sadece denizin bir özelliği, sıfatıdır. Zât ise denizdir ve dalgaya istiva etmiştir. 

Kâdir olmadığı zerre yoktur. Çünkü sadece O vardır. Dalga, köpükleriyle beraber denizden gelmiştir ve yine denize gidecektir. Böylece, dalgada bütünüyle hüküm süren denizdir. Dalga, ancak denizin irade ve kudretiyle, deniz dilediği kadar ve denizin dilediği gibi vardır. Dalga, ne yaparsa yapsın fânidir ve bâki olan ancak denizdir. Dalga, denize bağlıdır, vesselâm. Deniz ise hiçbir şeye bağlı değildir. “Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise her bakımdan Gani’dir” (Fatır-15) Deniz vardır. Dalgayı ayakta tutan denizdir. Kayyûm olan denizdir; dalga değil. Dalganın kendi başına varlık iddiası kuru ve gülünç bir iddiadır. Dalganın “Ben denizim” demesi, ancak başını eğip secde etmesiyle, kendindeki denizle buluşmasıyla mümkün ve anlamlıdır. Bu gerçekleştiğinde; “Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah” olur. Şimdi, kendimize bir kez daha, biz kendimiz soralım: “Dalganın çokluğu denizi iki yapar mı?” 

 *** Allah’ı hakkıyla tenzih ve teşbih sadedinde deniz ve dalga tefekkürü umulur ki işe yarar. Dalga, deniz değildir. Denizin gayrı da değildir. Dalga denize muhtaçtır ve onda bütünüyle tasarruf eden denizdir. Ve nihayet her dalga denize dönecektir. Çünkü asıl olan denizdir. Her şey denizden gelmiştir, yine denize dönücüdür; denizin bir sıfatı olarak, denizin dilemesiyle... Böylelikle, her şey ancak denizden denizedir. “Denize dönmek istiyorum...” Üniversite yıllarında en sevdiğim deniz şarkılarındandı. Ünol Büyükgönenç’in kendine has, o vurgulu yorumuyla, Nazım’ın coşkulu dizeleri... “Denize dönmek istiyorum...” Şiirin adı: Hasret. O zamanlar hangi denize özlem duyuyordum da o nağmeler dindiriyordu veya coşturuyordu hasretimi, bilmiyorum; ama şimdilerde en sevdiğim şarkı, duygularımı en iyi ifade eden şarkı, Feridun Düzağaç’ın şarkısı: Alev Alev. “Alev alev yanıyorum Buzlarım çözülüyor aşka Gardım düşüyor, tutamıyorum 

 .... Alev alev yandığım doğru Küllerimden doğar mıyım sana doğru Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim Sendeyim Al beni ne yaparsan yap” “Al beni, ne yaparsan yap!” Ne güzel haykırmış! Sağ olsun! “Al beni, ne yaparsan yap!” Bu mısra bana nasip olsaydı, şarkıyı ben yazsaydım, o cânım sözler şöyle olurdu muhtemelen, Feridun Düzağaç’tan gıyabında helâllık istiyorum: Al beni, ne yaparsan yap. Sultanım, Padişahım, Yâ Aziz, Yâ Hû, Teneşirde ölün olayım. Teneşirde ölün olayım. Al beni, yıka beni, yuğ beni Al, ne yaparsan yap beni. Artık, benden ne olursa... Hû, Hû, Hû... Al beni Teneşirde ölün olayım Evir beni, çevir beni Yıka beni, yuğ beni Yüz derimi! Yüz derimi! Al beni Ne yaparsan yap beni. Al beni, ne yaparsan yap! Hasret, hasret, hasret... Her ne ile zuhur ederse etsin, herkesin içinde bir parça “ölmek”, bir parça hasret, denize dönmek hasreti var galiba. Bir akşamüstü, gurubun yüzünde, o alabildiğine, o kızıl, insanın içini şerbete boğan, o kıpkızıl yüzde; ya da mecazi aşkın, El-Aşk diye, Elif niyetine okunduğu sevgilinin Lâm yüzünde Mimlenen o serapta, göz bebeklerinin en derininde, o en koyulukta; ve dahi bir ses teli bir ses teline değerken, boğazın en çukurunda; ve bir nefeslinin nefesinde can vermek isteği benliği teslim alırken, hep, sadece, O’na duyulan özlem, kavuşma isteği var, aslında. Hüzün, hasret, vuslat... 

Birbirine karışmış... “Vuslat”tan daha çok “bilmeklik” yok imiş. En “bilmeklik”, “vuslat” imiş. Sözsüz! “Denize dönmek istiyorum.” Öylesine mi söylenmiş bu söz? Hayır! Hayır! Derûnunda inlemiş, cânı dile gelmiş de söylemiş şair, ne güzel demiş: “Denize dönmek istiyorum...” Dalganın denize hasreti olsun... Hani, denizde olup da, denizden bîhaber olan dalganın... “Dalga olmak”tan geçemeyen denizciğin, o aslına, denize hasreti, aşkı olsun... Kulun, Rabbına hasreti olsun... Yâ Hû! İllâhû! Hak! hasret denize dönmek istiyorum! mavi aynasında suların: boy verip görünmek istiyorum! denize dönmek istiyorum! gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider! gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. ve madem ki bir gün ölüm mukadder; ben sularda batan bir ışık gibi sularda sönmek istiyorum! denize dönmek istiyorum! denize dönmek istiyorum! Nazım Hikmet “

...Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül âlemidir...” Lütfi Filiz * * * “İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur.. Dikkat edin, o kalptir.” Hz. Muhammed (sav). * Dipnot – Kalp ve Kâbe Hakkında “Tasavvufta organ olarak beynin değil, kalbin esas alınmasının nedeni; kalpteki nokta-yı süveyda'nın hayat noktası oluşudur. O nokta çalışmadığı zaman geri kalanlar işe yaramaz. Allah'ın nazar-ı İlâhisi, daima; Fuad da denen, o noktaya nazırdır. Yapılan bir şeyin doğru mu, eğri mi olduğunu anlamak için kalbe bakılmasının nedeni budur. Allah, her zerrede mevcut olduğu halde, insana kalbinden hitap eder, yani yeri orasıdır. 

Kalb-i mümin beytulllah, Kalb-i mümin hazainullah, Kalb-i mümin arşullah, Bir müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler, Bir insan kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır, Hadisleri buna işarettir. Takva: Yeme, içme dahil, dünyevi hiç bir şey düşünmemek anlamını içerir. Riyazat meselesi de bundan çıkmıştır. Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde onun bir maddi, bir de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm organlarında (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate alınmalıdır. İnsanın kalbi Allah'ın evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır. 

İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı, yahut pozitifi olan İllâ'sı sondadır. Ancak, daima müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu hatırdan çıkartmamak lazımdır. Bu durumda, bir insan ne kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir açıklaması: Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz, çünkü, O müspettir cümlesiyle yapılabilir. Bu noktada; kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması dolayısıyla, müspet olduğunu ilave etmekte fayda vardır. Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş olduğumuz da maalesef, bir gerçektir. Bu nedenle huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece, Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur. Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden arınmadıkça Allah oraya gelmez. 

Bir şiirimizde: Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan mısraıyla kastedilen, insanın kalp hanesidir, Mamur hale getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, yüksek bir âlemdir. Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in, Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. Orada, Hacer-i Esvet'in karşısında Makam-ı İbrahim vardır. Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün adına: Şavt denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş olur. Bu dönüşler merkeze yakın olursa on beş dakikada tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir. İşin aslına bakılırsa, bu Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: Allah, Allah diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. Bir taraftan: Kalb-i mümin beytullah denirken, diğer taraftan Allah'ın: Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım buyurmasının nedeni budur. 

Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış âleme ziyaret şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme gelmedik mi? Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül âlemidir... İkinci Kâbe ise: Beyt-i Mamur adını alır ve Gökteki süruş (Haberci) meleklerinin yurdu olarak nitelendirilir. Esas imar edilmesi gereken beyt (Ev) budur. Beyt-i Mamur, aslında imar edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini (Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. Beyt-i Mamur'daki tavaf süresi de, Kâbe'deki tavaf süresi gibi, merkezden uzaklaşıldıkça uzar. "Arş-ür rahman melâikesinin iki kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir"sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir. Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. 

Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi putları vardır. Âfaki olan Kâbe'yi Mekke'de Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle yaptırdığı halde, Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. Ana rahmindeki hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı, nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat oluşturmuştur. Nokta-yı süveyda denen o nokta, nazargâh-ı İlâhidir. Kalbin aksi kâinat dendiğine göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke de, kalbin aksinden olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey: aslında bir manadır ve görünen âlem, o mananın zuhuruyla ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu âlemde: Mübarek Mekke <3-96> demeye başlamıştır. 
<3-96>
<3-96> İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın kusurlarını gösterir. Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o zaman kendisi de huzurludur, rahattır ve mutludur, yani cennettedir. Kusur işleyen bir kimse kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir. Burada: İnsan kendini nasıl affedecektir sorusu ortaya çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak ve kötülüklerden kurtulmaktan geçer. Her insanın yaptıklarını vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine göre davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan: Din-i tabii hayata geçmiş olur. Böylece, insanlarda şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan kalkacağından, yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün gider. Çünkü, bekâ âleminin tüm sırları kalpte tecelli etmektedir. Bunu: Zat sırrının yansıdığı yer kalp aynasıdır, yahut: Beka sırları bu aynadan görünmektedir diyerek de anlatabiliriz. 
<3-96>
<3-96>Bu duruma göre: yok, varda; var da, yokta görünmektedir. Yani, göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun tersi de olmaktadır. Çünkü, burası masdar (sudur, çıkış yeri) dır ve O evveldir, o ahirdir, o zahirdir o bâtındır, ve o her şeyi tüm olarak bilendir <57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve bâtınının birleşme yeridir. Bu nedenledir ki: kalp, Muhammediyet makamıdır ve Muhammed oradan tecelli eder. İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni budur. Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir.<3-96><57-3> Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu yüzden beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve istekler ise hudutsuzdur* diye bilinir. Böyle olunca da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak almamız gerekir.”
<3-96><57-3>
<3-96><57-3> Lütfi Filiz / Noktanın Sonsuzluğu (*Bilim, zerrenin külle ayna olduğunu, zahirde et parçası olan beynin, levhi mahfuz oluşunu ispata doğru gidiyor. “Varın yok, yokun var olması; maddi ve manevi, sagir ve kebir kavramları bir simetrinin sonucudur. Allah, aynı simetriyi insan vücudunda da meydana getirmiştir. İnsan beyni, levh-i mahfuzun temsilcisidir. Kalpten yansıyan her şey beyindeki hücrelerce zapt edilir ve böylece bu hücrelerin her biri birer âlem olur. Beyin, bir ağacın kökleri gibidir. Gözle görülmez, ama ağacın beslenmesini sağlar. İnsandaki ruhsal fonksiyonların ayarlanması ve insanın dünyaya adaptasyonunun sağlanması beynin görevidir. Beyindeki, yahut tasavvufi tabiriyle: Arş-ür Rahman’daki tüm hücreler, A’yan-ı Sabite görevi yapar ve tıpkı bir düşünce kitaplığı gibidir. Bu düşünceler zamanı geldiğinde, beyinden fikir olarak alınır, harf elbisesi giydirildikten sonra kelime ve cümle haline getirilip, mananın tecellisi (Meydana çıkarılması) sağlanır. Mana tecellisi, muhabbet-i ilâhinin zuhuru için kendinden kendine olur, yani bu anda kişi bir taraftan konuşan, diğer taraftan dinleyen, yahut veren ve alan durumundadır. Bunu: “Bir taraftan seven, diğer taraftan sevilen yine kendisidir” diye de ifade edebiliriz. Çünkü, O’nsuz bir zerre yoktur. Böyle olduğu için de, büyük nezafet (Temizlik, tam sağlık ve selamet) gereklidir. Allah’ta eğrilik, hastalık gibi kusurlar olamayacağı için, O’nun aynası olan insanda da manen bunların olmaması lazım gelir. İnsan, her zaman söylediğimiz gibi, kâinatın özetidir.” Lütfi Filiz ************************* “Bir müşkülünüzü halledecek kimse bulamazsanız kalbinize danışın, o size doğruyu söyler”, “Bir insan kırk gün takva üzere bulunursa onun kalbinden hikmet pınarları fışkırır”, Hadisleri buna işarettir. Takva: Yeme, içme dahil, dünyevi hiç bir şey düşünmemek anlamını içerir. Riyazat meselesi de bundan çıkmıştır. Burada kastedilen, kalbin et olan kısmı değil, manevi varlığıdır. Nasıl insan dendiğinde onun bir maddi, bir de manevi varlığı olduğu kabul ediliyorsa, insanın tüm organlarında (Özellikle kalbinde) da aynı durum dikkate alınmalıdır. İnsanın kalbi Allah'ın evidir. Fakat, o evi şeytanın evi haline getirmek de mümkündür. Kâinatta her şey müspet ile menfiden oluştuğu için, Kelime-i Tevhitte de inkâr ve ikrar vardır. İnkârı, yani negatif olan Lâ'sı başta, ispatı, ikrarı, yahut pozitifi olan İllâ'sı sondadır. Ancak, daima müessir olanın İllâ, müteessir olan ise Lâ olduğunu hatırdan çıkartmamak lazımdır. Bu durumda, bir insan ne kadar inkâr ederse etsin, sonunda ispatın elinden kurtulamayacak demektir. Bunun daha kolay anlaşılır bir açıklaması: “Hiç kimse Allah'ın elinden kurtulamaz, çünkü, O müspettir” cümlesiyle yapılabilir. Bu noktada; kâinatın da, Allah'ı ispat eden bir delil olması dolayısıyla, müspet olduğunu ilave etmekte fayda vardır. Allah'ın hakiki evi olan kalbimizi şeytana tahsis etmiş olduğumuz da maalesef, bir gerçektir. Bu nedenle huylarımız kötüleşmiş, berbat olmuştur. Kalp evimizi iyice temizleyip, mamur hale getirmediğimiz sürece, Allah'ın oraya gelmesini beklememiz anlamsız olur. Çünkü, kalp iyice temizlenip, şeytani düşüncelerden arınmadıkça Allah oraya gelmez. Bir şiirimizde: “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” mısraıyla kastedilen, insanın kalp hanesidir, Mamur hale getirilmesi gereken orasıdır. Çünkü kalp, semavi, yüksek bir âlemdir. Mutasavvıflar iki Kâbe'den bahsederler. Bunlardan birisi; Beytullah da denen, Hazret-i İbrahim'in, Allah'ın emrettiği yere inşa ettiği Kâbe'dir. Orada, Hacer-i Esvet'in karşısında Makam-ı İbrahim vardır. Tavafa oradan başlanır ve yedi kez dönülür. Her dönüşün adına: “Şavt” denir. Yedi tur tamamlandığında tavaf bitmiş olur. Bu dönüşler merkeze yakın olursa on beş dakikada tamamlanır. Merkezden uzaklaştıkça süre uzar ve en uzak kısımlarda bir ilâ bir buçuk saati bulabilir. İşin aslına bakılırsa, bu Kâbe bir semboldür. Çünkü, onu kul yapmıştır. Hakiki kâbe ise insanın kalbidir. Bu nedenle, daima: “Allah, Allah” diyerek atmakta ve O'nu zikretmektedir. Bir taraftan: “Kalb-i mümin beytullah” denirken, diğer taraftan Allah'ın: “Yere, göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” buyurmasının nedeni budur. Allah, bu sözüyle, kendi evine gelebileceğini ima etmektedir. Bu geliş, iç âlemden dış âleme ziyaret şeklindedir. Biz de öyle yapıp, iç âlemden bu âleme gelmedik mi? Ama sonunda yine geldiğimiz yere döneceğiz. Geldiğimiz ve gideceğimiz yer, bildiğimiz gibi, bizim asli vatanımızdır. Burası, bizim için bir misafirhaneden ibarettir. Burada, devamlı olarak sıla hasreti çekiyor, vatanımızı özlüyoruz. Esas vatanımız neresidir? Neresi olacak, büyük gönül âlemidir... İkinci Kâbe ise: “Beyt-i Mamur” adını alır ve “Gökteki süruş (Haberci) meleklerinin yurdu” olarak nitelendirilir. Esas imar edilmesi gereken beyt (Ev) budur. Beyt-i Mamur, aslında imar edilip gelmiştir. İnsana düşen, onun bu muammeriyetini (Canlılığını) ömrü boyunca devam ettirebilmektir. Beyt-i Mamur'daki tavaf süresi de, Kâbe'deki tavaf süresi gibi, merkezden uzaklaşıldıkça uzar. “Arş-ür rahman melâikesinin iki kulağı arası beş yüz yıllık mesafedir” sözü, bu durumu anlatabilmek için söylenmiştir. Allah, kalbin nakşını daima yapmaktadır. İnsana düşen; oradaki putları, yani kendi düşünceleriyle meydana getirip, ilâhlaştırdığı fikirleri temizlemek, atmaktır. Allah, âyetlerini âfakta ve enfüste geçerli kılmıştır. Örneğin: Mekke'yi mübarek kılıp, orayı insanların toplanma yeri yapması işin âfaki yönüdür. Enfüste ise, herkesin kendi Kâbe'si ve o Kâbe'de kendi putları vardır. Âfaki olan Kâbe'yi Mekke'de Allah yaptırmıştır. Ama, onu kullarının eliyle yaptırdığı halde, Beyt-i Mamur olan kalbi, kulun hiç bir dahli olmaksızın, bizzat yapmıştır. Ana rahmindeki hayatın dördüncü ayında kalbin atmaya başlamasında, insanın hiç bir etkinliği yoktur. İnsanı, nasıl ana rahminde elli, ayaklı, gözlü, kulaklı, yani her şeyi tam ve yerli yerinde yarattıysa, onun kalbi olan Kâbe-i muazzamayı da, içindeki nokta-yı süveyda denilen Hacer-i Esvet'iyle birlikte, bizzat oluşturmuştur. Nokta-yı süveyda denen o nokta, nazargâh-ı İlâhidir. “Kalbin aksi kâinat” dendiğine göre, kevnuniyet âlemindeki Mekke de, kalbin aksinden olma bir keyfiyettir. O halde, kalp denen şey: aslında bir manadır ve görünen âlem, o mananın zuhuruyla ortaya çıkıp, bu adı almış, o kalpteki insanlar da bu âlemde: “Mübarek Mekke” <3-96> demeye başlamıştır. İnsanın ıslah olması, kalbini okumaya başlaması ile mümkündür. Bu, kişinin her şeyi, her zaman doğru söyleyen vicdanına danışarak yapması demektir. Çünkü, vicdan, insanın kusurlarını gösterir. Eğer kişinin vicdanı rahatsa, o zaman kendisi de huzurludur, rahattır ve mutludur, yani cennettedir. Kusur işleyen bir kimse kendini affetmediği sürece, Allah da onu affetmeyecekir. Burada: “İnsan kendini nasıl affedecektir” sorusu ortaya çıkar. Bunun yolu, iyi huylar kazanmak ve kötülüklerden kurtulmaktan geçer. Her insanın yaptıklarını vicdanına danışarak yapması ve vicdanının emirlerine göre davranışlarını düzeltmesi halinde, esas amaç olan: “Din-i tabii” hayata geçmiş olur. Böylece, insanlarda şüphenin doğmasına neden olan yalan ortadan kalkacağından, yalansız ortamda her şey doğru ve düzgün gider. Çünkü, beka âleminin tüm sırları kalpte tecelli etmektedir. Bunu: “Zat sırrının yansıdığı yer kalp aynasıdır”, yahut: “Beka sırları bu aynadan görünmektedir” diyerek de anlatabiliriz. Bu duruma göre: yok, varda; var da, yokta görünmektedir. Yani, göremediğimiz için yok zannettiğimiz varlık, görüp de var zannettiğimiz yokta (gölgede) göründüğü gibi, bunun tersi de olmaktadır. Çünkü, burası masdar (sudur, çıkış yeri) dır ve “O evveldir, o ahirdir, o zahirdir o bâtındır, ve o her şeyi tüm olarak bilendir” <57-3> âyeti gereği; evvelinin, ahirinin, zahir ve bâtınının birleşme yeridir. Bu nedenledir ki: kalp, Muhammediyet makamıdır ve Muhammed oradan tecelli eder. İşte, manen kalbe çok fazla önem verilmesinin nedeni budur. Kalp, insanın maddi ve manevi hayat noktasıdır. Allah'ın iki parmağı arasında oynatarak takallüb ettirdiği (yönünü değiştirdiği) ve kâh cemal, kâh celaliyle tecelli ettiği yer burasıdır. İnsanın; kâh neşeli, kâh sıkıntılı oluşunun sebebi de, bu tecellilerin birbirini takip etmesidir. Çünkü kalp, hangi esma etkisinde olursa olsun kendine, yani aynasına yansıyan tecelliyatı, sema-yı arşın icmaldeki temsilcisi olan beyne aksettirmektedir. Bu yüzden beyin kapasitesi hudutlu, kalp kapasitesi, yani aşk ve istekler ise hudutsuzdur diye bilinir. Böyle olunca da, kaybolmuş bir hazine olan hikmeti nerede bulursak almamız gerekir. Kalbin manevi kısmı sun-u ilâhidir ve zübde-i kâinattır. Mevlüt'te: “Hülâsa-yı mevcudat, zübde-i kâinat” dendiği zaman, eli kalp üzerine koymak âdet haline getirilmiştir, ama çok kimse bu hareketi, nedenini bilmeden yapar. Nedeni: Hazret-i Muhammed'in gerçekten orada bulunuşudur. İnsanlar da O'nu kalplerinde arayacaklardır. İnsan kendi kalp aynasına dikkatle nazar ettiğinde kendini görür, ama kalp, gaflet örtüsüyle örtülü olursa, o zaman hiç bir şey görülemez. Aynada görünen birdir, ama iki görünür. O Bir, çekiliverdiği anda, evvelce şaşı çırak hikâyesinde anlattığımız gibi, aynadaki görüntü de kaybolur ve hiç bir şey görünmez olur. İnsan, Allah'ı kalbinde bulabilirse mirac etmiş olur. Bulamadığı takdirde ise, kalbinin Beytullah değil, şeytanın evi olacağını unutmamalıdır. Kur'an okumaya başlarken Şeytanın adı neden Rahman'dan önce anılıyor, yani niçin önce: < Euzubillahimineşşeytanirracim > “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” denip, sonra besmele çekiliyor diye düşünmek lazımdır. Bunun nedeni: Peygamberimiz'in Kâbe'de yaptığı işlemi, kendi kalp Kâbemiz'de tekrarlamaya çalışmamız gerektiğini anlatmaktır. Peygamberimiz Kâbe'yi fethettiğinde, önce içindeki putları atmıştır. Biz de Beytullah olan kalp Kâbemiz'i açmadan evvel, içindeki şeytanı çıkarabilmek için, önce onu anıyor ve “Sığınırım” diyerek, ondan, Allah'a sığınıyoruz. Şeytan veya şeytanın putları nelerdir? Kötü huylar, dedikodular, fesatlıklar v.s... Bu tip kötü huylar, insanın kalbinde şeytan işi olan birer puttan ibarettir. Allah'ta böyle şeyler olmadığı için, Allah, sadece temiz yüreklere girer. Kalp temizlenmeden, orada Allah'ı bulmak mümkün değildir. Onun için önce: “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım” diyerek, şeytanın eserlerini kalbimizden atıyor, sonra da: “Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla” diyerek, Kur'anı okumaya başlıyoruz. Kalp, manevi yönden, evvelden ayarlanmış ve kendisine yüklenmiş olan programını gerçekleştirmek için zuhur âlemine gelmiş, ilâhi bir kompüter olarak da düşünülebilir. Kaza ve kader, yahut yazılanın başa gelmesi meselesi de buradan çıkmaktadır. Bu noktada, meselenin aslını anlayamayanlar pek çok mezhebin türemesine neden olmuşlardır. Kaderiye, Mu'tezile v.s. bunlara örnek olarak gösterilebilir. İnsanın aklı da kalbine, vicdanına bağlıdır. Bu bağlılığın ispatı vecd halidir. (... VECD.....) Bulma, var olma, hâsıl olma, buluş, kulun herhangi kasdı ve çabası olmadan, onun kalbine tesâdüf eden şey (ilham, his, feyiz, vârid) anlamında bir Tasavvuf ıstılahı. Tasavvufta vecd kelimesinin bir çok mânâsı vardır. Sâlikin dinî his ve heyecanı ile yaşadığı mistik hal "vecd" sözü ile ifade edilir. Dinin bir bilgi (zâhir, şerîat) yönü, bir de his ve heyecan (yaşama, hâl) yönü vardır. En küçük dini his ve heyecanlara da "vecd" denilmekle beraber, bu tabii daha ziyade şuur ve bilgi haline galip olan dini his ve heyecanları ifade etmek için kullanılır. Vecd, zorlama ve yapmacık olmaksızın kalbe gelen şeydir. Bir başka deyişle kast ve tekellüfsüz olarak kalbe gelen feyz ve tecellidir. O, kalpte şimşek gibi parlayıp sonra aniden sönen parılıtılardır (Seyyid Şerif Cürcanî, Tarifat, İst.,1253,160). En genel anlamıyla, ilâhî aşkın doğurduğu heyecan haline denir. İbn Arabî'ye göre vecd, kalpten perdenin kalkması, sonra Hakk'ın müşahede edilmesi ve gaybın mülâhazasıdır (Tahanevî, Keşşafu Istılahati'l-Filnûn, II, 1454). Tasavvufta bazan "zevk" de denilen vecd hali bütün sûfilerde görülür. Batı dillerinde vecd karşılığı kullanılan "ecstase" kelimesi, aslında, "kendinden dışarı çıkma" demektir ve çok eski bir kökü vardır. Geniş anlamda söylenecek olursa, havf-reca, ünsheybet, galebe-huzûr, gaybet-şuhûd, cem-fark, sekr-tecelli, sekr-sahv, fenâbekâ vs. gibi mistik haller birer vecd hâdisesidir. Vecd, karşılaşma, yüz yüze gelme, buluşmadır. Kalbin karşılaştığı hüzün ve neşe gibi şeylerin hepsi birer vecddir. Vecd, Hakk'tan gelen mükâşefeler tecellilerdir. Vecd, daha çok, kendinden geçme ve istiğrak manasında kullanılmaktadır. Bu anlamdaki vecd bir sır olup, tarifi mümkün değildir; ancak yaşamakla öğrenilir. Vecd'in çoğulu "mevacid"dir. Vecde gelene de "vâcid" denir, Vecdin basit şekli "tevâcüd", en mükemmel şekli ise "vücud"dur. Sûfî Allah'ı temâşa etmek arzusuyla tutuşarak kendinden geçer. Onu bu hafi "vecd"dir. Vecdin sonunda aradığını bulması ise"vücûd" tabiriyle ifade edilmektedir. Bunlarla yakından ilgili bulunan "tevâcd" tabiri ise, insanın kendisini zorlayarak (zikir veya diğer hareketlerle) vecdi araması demektir. Tevâcüdde vecd; içten olmayıp dış vasıtalarla sağlandığı için bir çeşit gösteri mahiyetindedir. Bu yüzden onun, ki, bir ve gurur verdiği (çünkü başkaları görmektedir) söylenerek pek hoş görülmez. Vecd iki türlüdür: 1- Mülk vecdi: Sâliki bulan ve ona hâkim olan vecddir. 2- Likâ vecdi: Sâlikin bulduğu vecddir. Vecd buluş, faklı kaybediştir. Bunlar iki ruh halidir; biri gelince öbürü gider. Bir mutasavvıf "Rabbımı bulunca kalbimi (kendimi), kalbimi bulunca Rabbımı kaybediyorum" demiştir. Vecd halinde ilim ve şuur olmaz; ilim ve şuur olunca da vecd olmaz (Kuşeyri Risalesi, Haz. Süleyman Uludağ, İst. 1978, 152-153; Gazali; İhya, Ist.1985, II, 266). 
<3-96><57-3><3-96><57-3>
<3-96><57-3><3-96><57-3>Sûfi hakikati gördüğü zaman onun görüşü özel bir halde özel bir idrak olayıdır; bu hal insanın normal şuur hali değildir, idraki de anlaşılan cinsten (duyu organlarıyla) bir idrak değildir.Zevk veya vecd, sûfinin zihnini her türlü dünyevî şeyden tamamen ayırıp, onu bomboş veya tertemiz bir hale getirdiği zaman, oranın aydınlanması ve tıpkı Peygambere gelen hakîkat gibi bir takım hakikatlerin oraya aksetmesidir. İnsan tam bir zühd ve iman ile kalbini bu ilhâma hazırlar; ilhâmın muhtevası ise inanç konusu olan şeylerin doğrudan doğruya kavranarak bilgi haline gelmesidir. Vecd, arayan ile aranan arasında bir sırdır ki, ancak ilhâm ile ortaya çıkabilir. Vecd, gâye olmaktan ziyade vâsıta değeri taşır. Yani tasavvufi hayatın gâyesi vecd değildir, vecdin götürdüğü yerdir. Vecdin son noktası genellikle "tevhid" kavramıyla ifade edilir, fakat tevhid (birleşme) farklı mânâlarda anlaşılmaktadır. Bundan hulûl, vusûl, ittihad mânâlarını çıkaranlar genellikle Sünnî itikattaki sufîler tarafından reddedilirler. Tevhidden maksad Allah'la birleşmek değil, onun birliğini bilmektir. Mamafih vecd yoluyla ulaşılan bu bilgi, insanın kendi benliğinden ve dolayısıyle dünyadan tamamen sıyrılması sonucunda Allah'tan başka hiç bir varlık hissi almayışıdır. Böylece bütün varlık sahnesine Allah hakim olur ve O, birdir. Vecdin götürdüğü bu birlik sayesinde mutlak varlık ferdî varlığa galebe çalar. Bu durumda Allah'ın galebesi insanı kendi melekelerini kullanmaktan mahrum bırakır; öyle ki yapan eden artık insan değildir. 
<3-96><57-3><3-96><57-3>
<3-96><57-3><3-96><57-3>Bu yüzden sûfiyi sorumlu tutmazlar. Ancak İslâm şeriatına bağlı alimler, bu gibi durumlarda küfrü gerektiren sözler söyleyenlerin kafir olduklarını bildirmişlerdir. Bununla birlikte vecdin insanı mutlaka ilâhî bir âleme götürmediği, vecd sarhoşluğu içinde pekâla ilhamların da alınabileceği kabul edilmektedir. O takdirde neyin ilahî neyin şeytanî olduğunu ta'yinde Kur'an ve Sünnet rehber olacaktır. Kur'ân ve Sünnetin şehâdet etmediği her tülü vecd bâtıldır. Bu durumda mürşidin kontrolü de önemlidir. Ayrıca vecd halinde iyiyi kötüden ayırdedemiyen insan marifet sayesinde emniyette olabilir. Bir kimsede ilim hissiyâta gâlip gelince, o kimse Allah'ın emir ve yasakları çerçevesinde kalır. Ama hissiyatı ilmine gâlip gelen kimse teklifin dışına çıkmış olur. Bunların yanı sıra, mutasavvıfın ayırabilmek için vecdin metodu, muhtevası ve neticesi üzerinde tahlillerde bulunmak gerekmektedir. 
<3-96><57-3><3-96><57-3>
<3-96><57-3><3-96><57-3>Vecd, bir hastanın doktorunu araması gibi bir güven ve itmi'nan vasıtası (bir hipnoz olayı) değildir. Vecd hâdisesi psikolojik bakımdan bir iç gözlem (tefahhus-i derûnî) demektir, ancak bu iç gözlem belli bir ruhî hale vardıktan sonra yapılmaktadır. Bu ruhî hale hakim olan şey ise iman ve itikattır.....) Kalp “Gördüğünü kalbi yalanlamadı” <53-11> olduğu için, bir şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu insana haber verir. Onun için: “İnsan içinden çıkamadığı bir durumda kalbine danışmalıdır” denmektedir. Ama, insan bile bile yalan söylerse, o zaman Allah'a iftira etmiş olur ki, bunun Kur'an'daki karşılığı: “Allah'a iftira eden ve O'nu yalanlayanlar”<6-21>,<7-37> vb. âyet-i kerimeleridir. Allah, her şeyi bilir, kul ise, kalbi nazargâh-ı ilâhi olduğu için, sezer. Çünkü, Allah kalbe nazır olduğundan, bu nazarının bir ucu kendinde, diğer ucu ise kulunun kalbinde demektir. İyilik ve kötülüğün, insanın kalbine ferahlık ve sıkıntı, yahut genişlik ve darlık olarak aksetmesinin sebebi budur. İnsana ferahlık veren şey iyi, sıkıntı veren şey ise kötüdür. Kalbin anatomik, yani maddi kısmı; daha basit tabiriyle et kısmı da mühimdir. Çünkü, on ulur. 
<3-96><57-3><3-96><57-3><53-11><6-21><7-37>
<3-96><57-3><3-96><57-3><53-11><6-21><7-37>İsmi de çoktur. Bunlar arasında en bilinenleri: Gönül, Fuad, Yürek ve Kalptir. Maddi yönden bakıldığında kalp bir pompadan ibarettir. Bu öyle bir pompadır ki, devamlı olarak kanı bir taraftan temizlenmek üzere akciğerlere gönderirken, diğer tarafından da akciğerden gelen temiz kanı, oksijenlenebilsin ve beslenebilsin diye vücudun tüm hücrelerine sevk etmektedir. İnsanın kanı akciğerlerde, nefesle alınan oksijenle adeta yanarak, oksijenize olup, temizlendikten sonra kalbe döner ve oradan tekrar vücuda pompalanır. Vücutta kirlenen kan da kalbe döner ve yine temizlenmek üzere akciğerlere pompalanır. Orada karbondioksiti atılıp, nefes-i rahmanla temizlendikten sonra tekrar kalbe döndürülür. Böylece bir, iki ile haşir neşir olmuş ve üçleme ortaya çıkmış olur. Aynı olay, insandaki şekliyle, âfakta da tafsili olarak meydana gelmektedir. 
<3-96><57-3><3-96><57-3><53-11><6-21><7-37>
<3-96><57-3><3-96><57-3><53-11><6-21><7-37> Kâinatın bekası olan nefes-i rahman da, arzda kirlenenleri böyle temizlemektedir. Bu nedenle pislenmeye: “Dünya cifedir, talibi köpeklerdir”, temizlendikten sonraki haline de: “Allah, semalar ve arzın nurudur” <24-35> denmektedir. Kâinata: “İnsanın kalbi”, onun özetine de: “İnsan-ı kâmil” denmesinin nedeni bu, yani kâmil'in, kâinatın küçültülmüş bir modeli gibi olmasıdır. Kalp fonksiyonlarının benzerliği de bu söylediklerimizi desteklemiyor mu? Kalbin maddi olan kısmı transplantasyonla değiştirilebilmektedir. Bunu ilk kez Barnard yapmış, sonra pek çok kalp nakli daha yapılmıştır. Bu nakiller kişilerde şahsiyet değişikliklerine neden olmamaktadır. Onun için maddi kalbin değiştirilmesinin manevi kalple ilişkisi olmadığı artık ispatlanmıştır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...