25 Nisan 2019

UNUTUŞ VE HATIRLAYIŞ DÖNGÜSÜNDE MAĞARA



UNUTUŞ VE HATIRLAYIŞ DÖNGÜSÜNDE MAĞARA
Mağara 1

Mağaraya Kaçış Dağ ve mağara, insanın iç içe geçmiş olan iki sonsuz yolculuğunun sembolleri. Dağ, insanın aşkın olana yönelişi ise, mağara, insanın içkin olana yönelişidir. Tabiattaki bütün zıtlıklar gibi, zıt görünen bu iki yöneliş de birbirini tamamlar. Aşkın olana yönelmeden içkin olana yönelemez insan, ya da tam tersi. Dağa çıkan er ya da geç kendi mağarasını bulacaktır, tıpkı mağarasını arayanın, kendini sarp dağ yamaçlarında bulması gibi. 
Bu yüzden Rene Guenon başta olmak üzere tradisyonel (gelenekçi) ekolün takipçileri,  Davut Yıldızını  davut oluşturan iki büyük üçgenden birinin dağı 1823526_7c564 diğerinin ise 1823526_7c564mağarayı sembolize ettiğini savunurlar.  Böylece insanın aşkına ve içkine olan yönelişi birleşmiş, mağaranın sırlarla dolu ağzı, fiziğin ötesine açılmıştır.
İnsanın mağaraya kaçışı, fizikten fiziğin ötesine kaçıştır bir nevi. Ancak burada fizik ile kastettiğimiz şey, çevre anlamındaki tabiat yani doğa değil de, ruhu çevreleyen ve boğan sosyal fiziktir aslında. İnsan ruhu, aşkın ve içkin olanı bulabilmek için, kendisini ilmek ilmek boğan, çürüten, kurutan, yok sayan ve yok eden toplumdan kaçmaktadır. Toplumun zulüm, küfür, cehalet, öfke, hırs, kaba kuvvet, linç, şiddetperestlik ve menfaatperestlik gibi bin bir türlü kirle kirlenmiş, bir nevi ruh ve vicdan bataklığına  dönüşmüş cehenneminden kaçmaktadır her şeyden önce. Firavun’dan, Nemrut’tan ya da Ebrehe’den değil, onları ve onlar gibi irili ufaklı yüzlercesini üreten içtimai yapının zehirli atmosferinden kaçmaktadır. Bu yüzden insan ruhunun kendi mağarasını bulup da o mağaraya sığınışı, toplumdan ve onun sistematik türevlerinin hakikati perdeleyen karanlığından ayrılıştır. Ruhun inzivası, içtimai hayatın kendi idrakine sinmiş pasından ve izlerinden tecerrüt etmesidir insanın. Bu izler ve pas silindiğinde, bir aynanın yeniden cilalanıp parlaması, ışığı kabul edip yansıtabilir hale gelmesi misali, kaybettiği kendini, kendi özünü bulacaktır insan.
Evet, hakikati arayan insan toplumdan tecerrüt eder. Toplumun içinde kalarak aradığını bulamayacağını hisseder. Peki ama, sosyal bir varlık olarak tarif edilen insan, böyle bir hisse nereden ulaşır, toplumdan kaçış ihtiyacına neden kapılır? gibi sorular akla gelebilir bu noktada. Cemiyet ağacının zübdesi ve tohumu olan insan, toplumdan kaçarken, aslında kendinden kaçmakta değil midir? Toplumda gördüğü kötülüklerin özü, kaynağı, kökü kendi içinde yok mudur? Nereye kaçarsa kaçsın, gideceği yere bunları da götürmeyecek midir? Bu soruları çoğaltmak mümkündür.
Buradaki temel çatışma, insanın arzdaki misyonunun iki ciheti arasındadır. İnsanın misyonu, hem kesreti, yani çoğalmayı ve çoğaltmayı, hem de vahdeti, yani bu çokluğu tekrar cem etmeyi, birleştirmeyi içermektedir. Bu sebeple insan, sosyal olanı inşa edendir öncelikle. Eskilerin deyimi ile içtimaiyatın temeli olan içtimayı sağlayan, fertleri cem ederek cemiyeti teşekkül ettiren, birleştirendir insan. Bu birlik yönelişi, onun arzdaki macerasının ta kendisidir. Bu yöneliş sebebiyle, daha ilk insandan itibaren, arzda birliği sağlayacak bir merkez aranmış, bu merkez; Tanrı’nın evi (beytullah) olarak tespit edilmiş ve o ev, çağlar boyu kerpiç kerpiç üstüne konularak yükseltilmiştir. O ev, bir kayboluş çağında temellerine kadar yıkılsa da , kutlu sadırlarda korunan ana gaye kaybedilmemiştir.  Böylece büyük bir tufan gecesinin ertesinde, kadim temeller yeniden keşfedilmiştir. Zamanı geldiğinde Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, ilk ilkeyi temsil eden o ilk binayı, kadim temellerinin üzerinde bir kez daha yükseltecektir.
Ancak hakikat evini çevreleyen toplum ya da toplumlar çoğalıp büyüdükçe, karanlık da yeniden artacaktır. Öyle ki zamanla bu bina, toplumu oluşturan bireylerin içlerindeki karanlığın, gittikçe daha çok açığa çıkıp arzı saran topyekun bir karanlığa dönüşmesiyle, toplumun merkezi olma vasfından uzaklaşmıştır. Böylece bu bina, hakikat ve vicdan ehli insanların, toplumdan kaçarak huzuru ve aydınlığı aradıkları bir sığınağa dönüşmüştür. Nihayetinde nur, bir kez daha zulmet tarafından kuşatılmıştır. Haniflerin kaderinde bir kez daha, Beytullah’ın putlarla dolduğunu görmek ve çöl fırtınalarının içinde, izleri gittikçe silikleşerek kaybolan silüetler gibi, gölgelere karışmak vardır.
Nihayetinde Firavunlaşan şehirler ve toplumlar tarafından kuşatılıp, bir manevi çölün içinde kaybolmaya mahkum edilen Tanrı’nın Evi anlayışı, bir noktada yetersiz kalarak, Tanrı’nın Şehri ülküsüne dönüşecektir. Kudüs-ü Şerif, bu ülküden doğmuştur. Kudüs-ü Şerif, cehalet ve zulüm menbaı olan bir çevrenin kuşattığı hakikat evini kurtararak, onu; ancak ve ancak ilim kapısından geçmek suretiyle girilebilen bir fazilet şehrine dönüştürme gayretinin adıdır. Bu gayret gereklidir. Çünkü Tanrı’nın Evi’ni kurmak yeterli olmamaktadır. Aynı zamanda o evi korumak da gerekmektedir. Tanrı’nın Evi, ancak Tanrı’nın Şehri’ne dönüştürüldüğü takdirde korunabilecektir. Ancak bu sayede, toplumun kurtuluşu ve karanlığın yenilgisi mümkün olacaktır.
Sokrates ve Eflatun’un tasarladıkları ideal site devleti, işte bu Tanrı’nın Şehri anlayışının izini sürer. Ancak Beytullah’ı putlar ile dolduran toplumsal süreç, Hz. Davut ile Hz. Süleyman’ın inşa ettikleri Tanrı’nın Şehri’ni, yani Kudüs-ü Şerif’i ve Beyt’ül Mukaddes’i yıktığı gibi, Akdeniz’in ideal site devletlerini de yaşatmayacaktır.
Bu yıkımlardan sonra, Tanrı’nın Şehri’ni arayanlar, susuzluktan kuruyup çatlayan arzın, kendi lisanıyla semavata yönelip yağmuru beklemesi misali,  ellerini ve nazarlarını göğe yöneltmişlerdir. Sonrasında beklenen ve talep edilen rahmet yağmuru ufku kaplayacaktır. Hz. İsa’da tezahür eden nefes-i rahmani ile birlikte Tanrı’nın Şehri ülküsü dirilmiştir. Ancak bu ülkü arzda ikame olunmamış, Hz. İsa gibi o da semavata ref edilerek; “Gökyüzü Krallığı” anlayışına dönüştürülmüştür. 
Böylece insan, inşa ettiği Tanrı’nın Evi’ni, önce Tanrı’nın Şehri’ne dönüştürmeye teşebbüs etmiş, bu teşebbüsü de akim kalınca, o şehri arzdan semaya çıkarıp, ona Gökyüzü Krallığı adını vermiştir. Şüphesiz ki anlattığımız süreç bu noktada neticelense idi, insanın arzda topluma mağlup olduğunu ve karanlığın aydınlığı ebediyen yuttuğunu kabul edecektik. Ancak insani hakikat bu karanlığın çok ötesindedir. Bu hakikat asıl mazharı ile aşikar olduğunda, insanın arzdaki hikayesinin, kan dökmek ve fitne çıkarmaktan ibaret olmadığı ortaya çıkacaktır.
Bu insani hakikat, Beytullah’ı putlarla dolduran kendi toplumundan kaçıp, Hira Dağı’ndaki mağarasına sığınan, Allah’ın Kulu ve Resulü, Hz. Muhammed (SAV) Efendimizin sadrında doğacaktır. Hz. Muhammed (SAV), göğe çekilen Tanrı’nın Şehri ülküsünü, tekrar arza indirmiştir. O, kutlu bir gecede, Tanrı’nın arzda inşa edilen ilk evi olan Beytullah’tan (Mekke’den), Tanrı’nın arzdaki ilk şehri olan Kudüs-ü Şerif’e yürümüş, oradan da semadaki Gökyüzü Krallığı’na yükselmiştir. İsra ve miracını tamamlayıp Mekke’ye döndüğünde, Tanrı’nın Şehri ülküsünü de arza geri getirmiştir.
Bu ülkü, toplumun karanlığı tarafından bir kez daha kuşatıldığında yine bir mağaraya sığınacak, İlahi yardımın örümcek ağı inceliğinde nakış gibi işlenmiş muhafazası ile bu kuşatmadan kurtulup, Medine-i Münevvere’ye ulaşacaktır. Böylece binlerce yıl süren mücadelenin ve idrak tekamülünün neticesinde Tanrı’nın Şehri, tüm çağların parıldayan mücevheri olarak kurulmuş olacaktır. Artık bu şehrin adı, Medinet’ül Fazıla’dır.
Mağara 2
Mağaradakiler
Kendi mağarasını bulmuş ve ona sığınmış olan insan, yeniden yeşermek için ağacından ayrılmış bir tohum gibidir. O, karanlık toplumdan uzaklaşırken, istikbalde kurulacak aydınlık bir toplumun zübdesini de benliğinde saklamaktadır. 
Mağara dediğimiz vakit, illa ki taştan topraktan bir mağara anlaşılmasın sakın. Taşın ve toprağın ötesindeki bu mağara, bir nevi insan idrakinin tekamül kozasıdır. Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki erbaini, aydınlık bir toplumun doğuşuna durmuş böyle bir kozanın örülüşüdür. Tur Dağı’nın eteğine kadar Hz. Musa ile birlikte yürüyen İsrailoğulları, bu kozanın dışında kalmıştır. Hz. Musa, ancak bu kozanın içinde, On Emir’i kendisine vahyeden İlahi iradeye vasıl olacaktır. Tur Dağı’ndaki kozasından, Tanrı’nın şehrinin temellerini, fazilet toplumunun hukukunu ve hakikat medeniyetinin aydınlığını yüklenerek çıkan Hz. Musa, kavminin yanına döndüğünde, kendisini karşılayanlar yol arkadaşları değildir artık. Birbirine yabancılaşmış iki ülkü, iki inanç karşı karşıyadır. Aydınlık ve karanlığın keskin ayrımı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kendi Mısır’larını ve kendi Firavunlarını terk edemeyen İsrailoğulları, bir kez daha çölde yolunu kaybedecek, Hz. Musa’nın kozasından çıkan ülkü ise, nebiler silsilesi ile kendi yolunda yürüyecektir.
Hakikat ağacının tohumlarının yeşerdiği kozaya mağara diyoruz. Böylelikle bu arayışın ve mayalanmanın içkinliğini vurguluyoruz. Çünkü bu içkinliğin idrakine varmadan, aşkınlığa ulaşmak mümkün değildir. Mağarası olmayan dağ, hakikate ulaştırmaz. Hz. Nuh’un oğlu; “Se avi ila cebelin ya’sımunî minel mai” (Ben bir dağa kaçıp sığınacağım; o beni sulardan korur. Hud 11/43) diyerek dağa sığındığı halde, hakikatin yolunu bulamamıştır. Oysa o vakitte, Tufan’ın ortasındaki koza, dağların yüceliğinde değil, Hz. Nuh’un gemisinde idi. Zamanı geldiğinde, kozanın içinde korunarak zulmetten kurtarılan gelecekteki toplumların nüvesi,  o kozanın içinden çıkacak ve Cudi Dağı’nın zirvesine inecektir.
Hz. İsa’nın göğe çekilmesinden sonra, Romalıların şiddetli takibinden kaçan havariler ve ilk Hristiyan zümreler, Gökyüzü Krallığı ülküsünü dağlara oyulmuş mağaralarda ve bu mağaraların açıldığı yeraltı şehirlerinde yaşatmışlardır. Hatay’da, Kapadokya’da ve daha bir çok yerde, mağaralar, gelecek çağları mayalayan mimarları saklamıştır dış dünyadan. 
Ashab-ı Kehf’in mağarası, hakikat kozasının zamanı ve mekanı aşan muhafazasıdır. Hiçbir zalim toplumun, hiçbir zalim devletin, hiçbir zalim hükümdarın bulamayacağı, eremeyeceği, el uzatamayacağı, kapısından giremeyeceği mutlak eminlik beldesidir. İçindekilerin uyur görünürken uyandığı, dışındakilerin ise kendilerini uyanık sandıkları halde sonsuz bir uykuya daldığı, zaman – mekan sarmalında Hakk’ın aşikar olup, Batılın yokluğa döndüğü makamdır Ashab-ı Kehf’in mağarası. 
Asya’nın ve Uzak Doğu’nun mağaraları, daha başka kozaların ve doğuşların menbaı olmuştur. Konfiçyüs’ün doğduğu Nishan Dağı’ndaki mağara, Zerdüşt’ün inzivaya çekildiği Salaban Dağı’ndaki mağara, Budistlerin, Ajanta Dağı’ndaki mağara başta olmak üzere, Hindistan’dan Tibet’e ve Çin’e kadar yayılan sayısız mağaraları, Brahman’ın, Lao Tzu’nun ya da Mani’nin takipçilerinin inzivaya çekildiği ya da saklandığı mağaralar, ilk akla gelenlerdir. 
Sufiler ise, Mağrib’ten Anadolu’ya, Kaşgar Vadisi’nden Balkanlar’a, Yemen’den İran’a, Şam’dan Afganistan’a tüm İslam coğrafyasını; mağaradan mağaraya, kozadan kozaya, görünmeyen ama hissedilen manevi bir ağ ile örmüşlerdir. Zaten tasavvuf ehli, Hz. Musa’nın erbainini ve Hz. Resulullah’ın (SAV) Hira’daki inzivasını esas alan bir anlayış geliştirerek, dergahlarda çilehane denilen “özel mağaralar” ihdas etmiş, hakikat yolcularının bu özel mağaralarda kendi kozalarını örmelerine imkan vermiştir. Tasavvufi eğitim metotları olarak kabul edilen çile, halvet ve itikaf gibi uygulamalar, bu anlamda salikin, idrakinin açılması için kendi kozasını örmesinden ibarettir. İnsan, kendi mağarasına çekilip kozasını ördüğünde, neyi unuttuğunu hatırlayacaktır.
Mağara 3
Mağaradan Çıkış
Mağara, insanın ezelden aşina olduğu hakikati hatırladığı yerdir. Dünyanın, toplumun ve insan benliğinin karanlıkları altında, perde perde örtülmüş, unutulmuş olan hakikatin hatırlanışıdır mağarada yaşanan. Vahye muhatap oluş, eşyanın hakikatini keşfediş ve nihayetinde zamanın bağlarından kurtuluştur. Bir nevi tohumun çatlayışı, filizlenişi, filizlenip de yüzünü güneşe dönüşüdür. Filizin toprağı yarıp göğe uzanışı gibi, insan da hakikat idrakinin kanatlarıyla kanatlanıp çıkacaktır mağaradan.
Mağara, hakikate ulaşmaya namzet olan insan idrakinin, bu büyük sıçramaya hazırlandığı sahnedir. İdrakin bu büyük sıçraması gerçekleştiğinde, dünya denilen sahnenin, mağaranın duvarlarına akseden gölgelerden ibaret olduğunu fark edecektir insan. Eflatun’un (Platon) Devlet adlı eserinde anlattığı mağara da, işte bu insanın, suretin arkasındaki hakikati, biçimin ardındaki özü bulma tekamülünün sahnesidir. Bu idrak ile insan, kendisini hakikati aklen rüyetten perdeleyen ve suretler sahnesine bağlayan zincirlerden kurtulacak, sahnenin dışına çıkacaktır. Tıpkı perde oyunu izleyen bir çocuğun, bir noktadan sonra perdenin arkasını fark etmesi, sonra perdenin arkasına geçip, gölgeleri var eden ışığı, perdeye akseden gölgelerin sahibi olan kuklaları ve o kuklaları oynatıp seslendiren kuklacıyı doğrudan görmesi gibi. Çocuk tekrar perdenin öbür tarafına, sahneye geri döndüğünde, perdeye yansıtan suretleri, sahne arkasını bilerek seyredecektir.
Sahnenin arkasını görebilenler, sadece mekana akseden gölge oyunlarından değil, zamanı; bir kum saatinin dar kısmından dökülen tek bir kum tanesinden ibaret olan “an”ın penceresine hapsolarak izlemekten de kurtulacaktır. Ashab-ı Kehf’in, sığındıkları mağaradan yüzyıllar sonra hay olarak çıkışı, sadece kendilerini yok etmek isteyen zalim topluluktan değil, aynı şekilde zamanını çağlayan akışından da kurtulmak değil midir? Kur’an-ı Kerim’de buyrulan; “Ve kezalike beasnahum li yetesaelu beynehum, kale kailun minhum kem lebistum, kalu lebisna yevmen ev ba’da yevmin, kalu Rabbukum a’lemu bi ma lebistum feb’asu” (Ve onları böylece uyandırdık ki, birbirlerine sorsunlar. Onlardan biri dedi ki: «Burada ne kadar kaldınız?» Dediler ki: «Bir gün veya bir günün birazı kadar.» Dediler ki: «Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz daha iyi bilir”. Kehf 18/19) ayet-i kerimesi, zamanın izafiliğine ve belirsizliğine olduğu kadar, hakikati arayan insanın bu izafilik ve belirsizliği aşabileceğine de işaret değil midir? Evet, Ashab-ı Kehf’in mağarasında, geçmiş, an ve gelecek arasındaki sınırlar kalkmıştır. Daha doğrusu bu sınırların, sahnedeki gölgeden suretler gibi bir ışık oyunu değilse bile, tevhid denizinde nefes-i rahmaninin tesiri ile oluşan dalgalardan ibaret olduğu, an dediğimiz bu dalgaların, denizden gayrı bir varlığı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Hz. Resulullah (SAV) Hira Dağı’ndaki mağaradan, Cebrail’in ikra diyen nefesine muhatap olarak ayrılacaktır. Sahnenin yıkıldığı, hakikatin aşikar olduğu ilk anın dehşetinin etkisiyle; “Ben okuma bilmem” demiş olsa bile, hakikat benliğini sardıkça kadim olanı hatırlayacak, sadrının genişliğinde alemleri ihata edecektir. Böylece O; “Ya eyyuhal muzzemmil, kumil leyle illa kalila” (Ey örtünüp gizlenen, gecenin ortasında kalk. Müzemmil 73/1-2) ve “Ya eyyuhal muddessir, kum fe enzir” (Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar. Müdessir 74/1-2) emirleri doğrultusunda kozasından çıkacak, “Ve ma erselnake illa rahmeten lil alemin” (Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. Enbiya 21/107) hitabıyla birlikte, alemlere rahmet olarak yağacaktır. 
Hira Dağı’ndaki mağaradan çıkış, Mirac’a uzanan yolun başlangıcıdır. İçkin olanın fethi tamamlanmış, aşkın olana ulaşmanın seferi başlamıştır. Bu mukaddes sefer, Tur Dağı’nı paramparça eden tecellileri aşıp Sidret’ül Münteha’ya ulaşacak, oradan da geçip, Cebrail’in bile takat edemeyeceği Kabe Kavseyn makamında sırlanacaktır. Bu makamda Hz. Resulullah’a (SAV), yalnız eşyanın hakikati değil, hakikatlerin de hakikati aşikar olmuştur. 
Hz. Resulullah (SAV), Miraç’tan mevcudata, dünya sahnesinin arkasından dünyaya, alem-i bekadan kevn ve fesad alemine geri döndüğünde, fazilet şehrinin ve hakikat toplumunun kozalarını örmeye başlamıştır. İlk insandan beri usul usul, ağır ağır, adım adım tekamül eden; izleri bazen görünür, bazen görünmez olsa da hep var olan, toplumların maşeri vicdanlarında, kalabalık yığınların derinliklerinde, üzeri küllenmiş, közlenmiş bir kor gibi daima için için yanan İslam Milleti, artık kendi toplumunu ve kendi şehrini kurmaya hazırlanmaktadır. Hakikati arayanlara yeryüzünü daraltan toplumların zulmet  ve cehalet perdeleri yırtılmış, arz genişlemiş, Allah’a ve Resulüne hicret başlamıştır artık. 
Cemiyetin teşekkülü, aynı gayeye yönelen fertlerin bir araya gelip birleşmesiyle mümkün olur. Bu yüzden fazilet şehrine ve aydınlık topluma giden yolda dünya sahnesi; artık “bir”in yalnız olarak değil, “ikinin ikincisiyle”  birlikte sığınacağı yeni bir mağaraya dönüşecektir. Hz. Resulullah (SAV) ile Hz. Ebu Bekir’in hicret yolunda birlikte sığındıkları Sevr Mağarası, istikbaldeki yeni toplumun temelini oluşturacak “ikili” kozaların ilk misalidir. Daha sonra biz bu ikili kozaları, İslam ülkesinin her köşesinde göreceğiz. Bazen hoca -talebe, bazen şeyh – mürid, bazen alim – tilmiz, bazen de usta-çırak adı altında, ama özünde hep aynı olan bu kozalar, şehirden şehire, iklimden iklime, kavimden kavime, nesilden nesile örülecektir. Bu örüntü, zaman zaman bir örümcek ağı misali zayıf, bir güvercin yuvası misali kırılgan gözükse de, fizik ötesi bir kuvvetle İslam Milleti’ni ayakta tutacaktır. 
Böylece, önce kendi mağarasının ve kendi kozasının derinliklerinde, kendinde içkin olan hakikati, daha sonra da, fizik alemin sınırlarının ötesinde bulunan aşkın hakikati keşfeden insan, hakikat toplumunu kuracak, Medine-i Münevvere’den başlayarak, arzı fazilet şehirleri ile donatacaktır. 




Fetihpur Sikri
Fetihpur Sikri

Mağarasını Arayan Şehir
Hz. Resulllah’tan (SAV) altı yüzyıl sonra, Rahmet Peygamberinin kademini izleyen sufi alim İbn Seb’in, kendi miracına çıkıp, hakikatlerin hakikatine ulaşabilmek için, Mekke’den uzaklaşarak, Hira Mağarası’nda inzivaya çekilir. Acaba bu inziva, İslam’ın aydınlığında kurulan fazilet şehirlerinin, tekrar hakikati perdeleyen sahnelere dönüşmeye başladığının bir işareti midir? Öyle değilse, tekrar başlayan kaçışın ve inzivanın sebebi nedir?
Bu soruların doğru cevabını verebilmek için, yazının başında izah ettiğimiz çatışmaya geri dönmeliyiz. İnsanın arzdaki misyonu, aynı anda hem birleşmeyi yani vahdeti, hem de çoğalmayı yani kesreti içerir demiştik. Cemiyet kelimesi bu anlamda birleşmeyi ve çokluğu bir arada ifade etmektedir. Bir gölge oyununun yansımalarından ibaret olan çokluk ise, hakikat ışığına olduğu kadar, gayriyet perdesinin gafletten ibaret karanlığına da ihtiyaç duymaktadır.
Bu sebeple arzda bir toplum ve şehir kurmak, her ne kadar bu toplum ve şehir, batmayan bir güneşin aydınlığında kurulmuş olsa da, kaçınılmaz olarak perdeyi çekip yeni bir sahne inşa etmek demektir. Sahne ve perde, gölge oyunu demektir. Gölgeleri gerçeklik kabul eden, ya da kabul edermiş gibi yapan mecburi bir gaflet demektir. İmam Gazali, alemin gaflet ile kaim olduğunu, eğer gaflet perdesi olmazsa alemin ayakta kalamayacağını söylerken, bu hakikate işaret eder. İbn Arabi’nin Füsus’ül Hikem’ini ve bilhassa bu eserin idraki zor bölümlerinden olan Süleyman Fassı’nı hatırlayalım. O’nun bu Fass’ta zikrettiği hadis-i şerif rivayetinde (ki bu rivayet Sahih-i Müslim’de kayıtlıdır); Hz. Resulullah (SAV),  bir gece namazında İblis’i yakalamış ve Mescid-i Nebevi’nin direklerinden birine bağlayarak, halka teşhir etmeye niyetlenmiştir. Ancak daha sonra, Hz. Süleyman (AS)’ın Sad Suresi’nin 35. ayet-i kerimesinde bildirilen duasını hatırlamış ve arzdaki insani mülkün devamı için, İblis’i serbest bırakmıştır. Çünkü Allah-u Teala, İblis’in; “Kale enzırni ila yevmi yub’asun” (Dedi ki: Bana ba’s olunacakları yani öldükten sonra dirilecekleri güne kadar mühlet ver. Araf 7/14) talebine karşılık; “Kale inneke minel munzarin” (Dedi ki; Sen mühlet verilenlerdensin. Araf 7/15) buyurmuş idi. İblis’in yakalanıp bertaraf edilmesi, bu mühletin sona ermesi anlamına gelecekti. Hz. Resulullah (SAV) kalbine gelen İlahi işaret üzere sahneyi yıkıp perdeyi kaldırmamış, bir imtihan olan bu oyunun, amacına uygun olarak, son sahnesine kadar ulaşmasını ve mükemmelen tamamlanmasını murat etmiştir. Çünkü sahne doğru anlaşıldığında ve sahnedeki suretler doğru okunduğunda, aranan hakikate ulaşmak mümkündür ve hedeflenen gaye de budur. Bu yüzden kozasını kırıp mağaradan çıkanlar, insanları sahneyi yıkmaya değil, sahnelenen temaşayı doğru anlamaya davet etmişlerdir.
Bu konuyu başka bir misalle biraz daha açalım. Babür Hükümdarı Ekber Şah, ülkesinin başkenti Agra’yı bırakıp “Fetihpur Sikri” (Fetih ve Zafer Şehri) adı ile bilinen yeni bir şehir inşa etmiş ve o şehre yerleşmiştir. Tarihçiler bu şehrin, Gucerat’ın fethinin anısına kurulduğunu iddia ederler. Oysa Ekber Şah’ın, Agra gibi bir şehri bırakıp, çöl misali susuz ve kurak bir bölgede, yeni bir şehir inşa etmesinin gerçek sebebi bu değildir. Şahın amacı, o bölgedeki bir mağarada inzivaya çekilmiş olan, Çeşti tarikatının pirlerinden Selim Çeşti’ye yakın olabilmektir. Selim Çeşti, dünyadan ve toplumdan kendi mağarasına kaçmış, ancak dünya ve toplum, onun peşinden o mağaranın ağzına kadar gelmiştir. 
Ekber Şah, bu yeni şehrin kalbine, Kabe’-i Şerif’i çevreleyen Mescid-i Haram’ın bir kopyası hüviyetindeki Ulu Camii’yi inşa ettirmiştir. Selim Çeşti’nin kabri, bu caminin avlusundadır. Cami avlusunun güney cephesinde ise, 54 metre yüksekliğindeki meşhur “Bülend Darvaza” (Yüksek Kapı) bulunur. Bu harikulade kapının iç yüzünde, Hz. İsa (AS)’ya atfedilen şu sözler yazılıdır; “Bu dünya bir köprüdür, üzerinden geçin fakat orada evinizi yapmaya kalkışmayın. Bunu bir an için bile düşünen kişi, ebediyen bu düşüncesinden uzaklaşamaz ve kurtuluşa eremez.” 
Bazıları, caminin kapısına Hz. İsa (AS)’a atfedilen sözlerin yazılmasını hoş karşılamadı. Oysa bu söz İslam alimleri ve velilerince bilinen ve kabul gören bir sözdür. Mesela İmam Hz. Hüseyin’in oğlu İmam Zeynelabidin, bir vaazında şöyle demiştir; “Ey kardeşlerim! Size ahiret hayatını tavsiye ediyorum, dünya hayatını değil. Çünkü sizler dünyaya bağlısınız ve ona sıkı sıkı tutunmuşsunuz. Hz. İsa’nın havarilere söylediği şu sözü size ulaşmadı mı? Onlara şöyle dedi: “Dünya bir köprü gibidir öyleyse ondan geçin, onu imar etmeye kalkmayın.” Yine şöyle dedi: “Hanginiz deniz dalgalarının üzerine ev yapar, işte dünya hayatı da böyledir öyleyse onu yurt edinmeyin!”
Celaleddin Ekber Şah’tan çok daha önce yaşamış olup, belki de ona verilen “Ekber” lakabının feyz kaynağı olan Şeyh’ül Ekber İbn Arabi’nin, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde  de aynı sözü ve izahını buluyoruz. O, “niyet kutupları” dediği ve Hz. Yunus (AS)’ın kalbindeki hikmet üzere olduklarını bildirdiği velileri anlatırken şöyle demiştir; “Bu grup içinden seyahat edenlerin meskenleri, vadiler ve mağaralardır. Şehirlerdeki meskenleri ise, Allah’ın kullarından başkası için (Allah için) yapılan binalardır. Onlar taş üstüne taş koymazlar. Nitekim Hz. Peygamber de, Rabbine göçünceye kadar, kendisi için ev yapmamıştır. Bunun nedeni, onların dünyayı büyük bir nehir üzerine konulmuş ahşap bir köprü saymalarıdır. Onlar, bu köprüde yürür ve ondan geçerler. Siz hiç ahşap köprü üzerinde ev yapanı gördünüz mü? Hayır, yemin olsun ki, görülmemiştir. Bilhassa, yağmurların yağacağını, nehrin gelen akıntılarla büyüyeceğini ve köprünün yıkılacağını bilen kimse, o köprüde ev yapmaz. Köprü üzerinde ev yapan bir insan telef olur.
Allah dünyayı imar edenlerin basiretlerini açsa da böylece dünyanın bir köprü olduğunu görseler ve üzerine bu köprünün kurulduğu nehrin büyük bir tehlike teşkil ettiğini anlasalardı, onun üzerine yaptıkları dayanıklı sarayları kesinlikle inşa etmezlerdi. Onlar, dünyanın büyük ve hızla akan bir nehir üzerinde kurulmuş ahşap bir köprü olduğunu görecekleri gözlere sahip değildir. Onlar, Allah’ın kendisine vahyettiği; “Dünya bir köprüdür” ifadesini bilen peygamberin sözünü duymalarını sağlayacak bir kulağa sahip değillerdir. Dolayısıyla amel edecekleri bir imanları olmadığı gibi, görüş ve keşfe de sahip değillerdir.” (Fütuhat-ı Mekkiyye, 2. cild sf. 159)
Öyleyse, “Dünya bir köprüdür” sözünü bilen ve duyan, hatta bu sözü, yeni inşa ettirdiği şehrin merkezine, Ulu Cami’deki Bülend Darvaza’nın üzerine yazdıran hükümdar, böyle yaparak ne demek istemiş, neyi kastetmiştir? 
Burada, “dünya denilen köprünün üzerinde inşa edildiği”; “büyük ve hızla akan nehir” ile  kastedilen zamandır. Hatta yeryüzü dediğimiz mekanın bile, tıpkı nehir üzerinde yüzen bir karton parçası gibi, kendisinden kat kat büyüklükte ve derinlikte, kızgın bir magma tabakasının üzerinde duran, incecik ve kırılgan bir tabakadan ibaret olduğunu bilmekteyiz. Bu zaman ve mekan unsurları içinde, hiç bir yapının ilelebet sabit kalamayacağı, bu kevn ve fesad aleminde, Baki olan Hakk’ın veçhinden başka, her şeyin fena bulacağı aşikardır. 
Öyleyse bu yıkılması kaçınılmaz olan ahşap köprüyü, kendi evimiz gibi göremeyiz. Ancak bu ahşap köprüyü olduğu gibi görmek, onu kalıcı evimiz gibi sahiplenerek değil de, bizden sonra başkalarının da geçmesi, geçebilmesi için emaneten korumak ve ayakta tutmak zorundayız. Asıl kalıcı olanın, yapılacak her şeyin geçici olduğunun bilinciyle yapılanlar olduğunu anladığımızda, toplumu ve şehri, benlik ve hırs üzerine değil, diğergâmlık ve fedakarlık üzerine inşa etmiş olacağız. Ancak o zaman, yarın kıyametin kopacağını bilsek de elimizdeki fidanı dikmemizi emreden Peygamberin ümmetinden olacağız. Ancak o zaman, meyvesini kendi yiyemeyeceğini bildiği halde, gelecek nesiller için ağaç diken ihtiyar bir adam misali, arzda yüceler yücesinin envarıyla parlayan ve meleklerin seyredip de hayret edeceği bir fazilet şehrinin, çoktan atılmış temellerine bir taş daha eklemiş olacağız. Bu taşı, saadetimizin miftahı, ihlasımızın nişanı bileceğiz ve mutlu olacağız. O şehrin tamamlandığını göremesek de. 
Fertten cemiyete giden yol, efal yani fiiller ve eylemler aleminin kendisidir. İnsan, vazifeli olduğu işe koyuldukça, eserinin ve failliğinin büyüsüne kapılıp gayesini unutmaktadır. Eğer kendisini yavaş yavaş çevreleyen unutuş karanlığının farkına varabilirse, bu karanlıktan kaçıp hakikati arayışın mağarasına sığınacaktır. Burada neyi unuttuğunu hatırlayacak, aydınlanmış olarak  geri döndüğünde, vazifeli olduğu işe yeni bir aşk ve bilinçle tekrar başlayacaktır. Bu unutuş ve hatırlayış döngüsü, mağaradan şehire, şehirden mağaraya sürüp gitmektedir. Öyleyse bu fena gülzarında bize; unutanlardan değil, hatırlayanlardan olmak, köprüye ev yapanlardan değil, köprüyü köprü olarak bilip koruyanlardan olmak nasip olsun. Yolumuz Hz. Resulullah’ın (SAV) yolu olsun. Biz evvel gidenlere kavuştuğumuzda, ardımızdan gelenler de, bu arzın çilekeş toprakları üzerinde, parıltısıyla semayı aydınlatan bir fazilet şehrini yeniden kurmuş olsun. Eninde sonunda sahne kapanacaksa da, güzel bir oyun, güzel bir son olsun. Çünkü her güzel son, çok daha güzel bir başlangıç demektir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...