DİRİLİŞ FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ – I
Bir gülü yetiştirmek için
Yaratılmışız
Şükür Tanrıya
Hızırla Kırk Saat’ten
Hızırla Kırk Saat’ten
Başlarken: İnsanlığın Panoraması
Bu satırların yazılışından on sekiz yıl önce, insanlık evrensel tarihi içerisinde kayda alınmış en uzun yüzyılını tamamladı. Yirminci Yüzyıl; imparatorlukların ve geleneksel toplumların tarih sahnesinden çekildiği, “eski dünya”nın, iki büyük dünya savaşıyla ve onların öncülleri ile artçılarından ibaret olan bir çok tamamlayıcı savaşla yerle bir olduğu, büyük katliam ve yıkımların, insanlığın gözleri önünde “naklen” cereyan edip hafızasına kazındığı bir yıkım çağı olduğu gibi aynı zamanda, teknolojide aklın sınırlarını zorlayan gelişmelerin yaşandığı, insanlığın empirik bilgisinin yerküreyi aşıp uzayın derinliklerine doğru yol aldığı, baş döndürücü bir hızla değişen yaşamın anlamının, standartlarının ve hedeflerinin yeniden kurgulandığı bir çağ olmuştur.
Bunun yanı sıra, gelişen çevreci bilince rağmen çevrenin ve tabiatın, dünyadaki “canlılık” formunu yok edecek derecede tahrip edildiğini, üstelik bu tahribata sebep olan teknolojik kirliliğin, dünyayı aşıp uzaya doğru yayıldığını da görmekteyiz.
Bu trajik manzaranın, insanlığın üç kadim perspektifinin ve total değer birikiminin yapıları olan din, felsefe ve bilimin müşterek yol göstericiliği ile zamanında fark edilip düzeltilmesi, bu yapılırken de insanlığı gittikçe büyüyen ve büyüdükçe yaklaşan ağır yıkımdan kurtaracak, günü ve istikbali güvence altına alacak akl-ı selime dayalı bir rota çizilmesi icap ederdi. Ancak modern çağlarda birbirleriyle bağları koparılmış olan her üç yapı da, kendi yapısal eksenlerinin dışına savrulmuş, etkinlikleri kısıtlanmış, karanlıklar içinde kapatılmış ve kaybolmuş olan doğru yolu açma ve aydınlatma misyonunu yerine getirme imkanlarından mahrum bırakılmıştır.
Din, toplumlar üzerinde görece etkisini sürdürse de, bu etki bireyin iç dünyasına ulaşma gücünü kaybetmiştir. Din, hakikat arayışı ve yolculuğunun amiral gemisi olduğu devrin çok uzağında kalmış, göreceliğin bulanıklığı ve sahte hoşgörü masallarının sahnesi içinde belli belirsiz bir hayalete dönüşmüş, ya ulus devletlerin kitleleri yönlendirdiği bir tür araca ya da kapitalist dünya düzeninin üzerinden algı pazarladığı sosyal dekordaki kültürel bir renge indirgenmiştir. Dindarlık bireysel sınırlar içinde kaldığında bir tür kendini avutma ve vicdan tesellisi portresine hapsedilmiş, sosyalleştiğinde ve sosyal eyleme dönüştüğünde ise, şiddetli öfke krizlerine dayalı bir fanatizme kanalize edilerek; “modern çağın karanlık canavarı” rolüne mahkum edilmiştir.
Kademeli bir süreç neticesinde metafizik perspektifini tamamen kaybeden felsefe, böylece gerçekliğe yaklaştığını zannettiği ölçüde gerçeklikten uzaklaşmıştır. Mantık, matematik ve dil üzerinde yoğunlaşan analitik felsefenin, kullandığı gelişmiş mantıksal enstrümanlarla, matematiksel aşkınlıktan aşkın olana, dilin kavramsal derinliğinden de içkin olana yönelmesi gerekirken, bu atılımı gerçekleştirememesi büyük bir kayıptır. Bu kayıp Viyana Çevresinin, mantığın temel ilkelerini aşan anti metafizik yönelimiyle perçinlenmiştir. Viyana Çevresinin genel yönelimi, kendisi de bu çevrenin mensubu bir anti metafizikçi ve mantıkçı olan Alfred Jules Ayer’in şu eleştirisini hak etmiştir; “Bence burada yapılan işin kusurlarının en önemlisi, hemen hemen tamamının yanlış olmasıydı.”
Felsefede metafiziği reddeden ve insanı maddi varoluşsal kimliğinin bireyselliğine indirgeyerek, zaten yıkılmış bulunan değerler sistemini iyice yok olmaya götüren bu yönelim, insanın doğaya, topluma ve kendine yabancılaşmasını arttırmak suretiyle sadece hakikat kavrayışına değil, insanlık duygu ve idrakine de ağır bir darbe vurmuştur. Her ne kadar anti metafizikçi filozofların amacı bu olmasa da açılan yol, insanlık dışı siyasi, sosyal ve ekonomik sistemlerin dünya hakimiyetine giden yol olmuştur.
Daha ilginç olanı ise, Yirminci Yüzyılın başında Çin’e giderek analitik felsefeyi ve modern mantığı Uzak Doğu’ya taşıyan Bertrand Russell’ın etkisidir. Bu etki, Mao Zedong’un; “Pratik her şeyden üstündür” sözünü şiar edinen Deng Xiaoping’in yüz binlerce öğrenciyi Abd’ye göndererek, Doğu’ya has yeni bir kapitalizmin temellerini atması ile derinleşir. Bugün Uzak Doğu’da karşılıklı yükselen Hong Kong ve Guang Dong şehirleri doğu kapitalizminin ikiz kuleleri gibidir. Bu kuleleri Japonya’dan Kore’ye, Singapur’dan Malezya’ya uzanan bir kuşak takip eder. Artık bir değil iki leviathan söz konusudur.
Şüphesiz kapitalizmin yükselişindeki felsefi arka plan bundan ibaret değildir. Sırasıyla empirizim, pozitivizm ve pragmatizmden beslenerek dünya hakimiyetini ilan eden kapitalizmin bu başarısında, onun ulus devletleri kurup kontrol etmesini sağlayan nasyonalizmin büyük katkısı olduğu gibi, sonrasında tüm dünyayı piyasa aygıtlarına teslim ederek, uluslararası ticaret ağını kontrol eden büyük tekelleri ortaya çıkarmasını sağlayan enternasyonalizmin de, daha büyük bir katkısı söz konusudur. Bu katkılar, kendisine “ana muhalefet” rolü verilen diyalektik materyalizme dayalı sosyalizm ve komünizmin, sorunları çözmeyip aksine daha da derinleştiren sahte ve yüzeysel muhalefetinin de yardımıyla taçlanmış ve kapitalizme yüzyıllık bir zafer takı hediye etmiştir.
Yapısal olarak 19. Yüzyılın ürünü olmakla birlikte, bilhassa dinden ve metafizikten uzaklaşan felsefenin yaptığının bir başka benzerini sergileyerek, felsefe ile yollarını ayıran sosyolojiye de ayrı bir parantez açmak gerekir. Sosyolojinin toplumu tanımaktan çok onu inşa etmeye yönelmesi ve ortaya çıkan metafizik boşluğu doldurmak gayesiyle cemiyetin ruhunu Tanrılaştırması; nasyonal sosyalizm, faşizm ve sovyet sosyalizmi gibi insanı her manada yok eden ideolojilerin intişarına yol açtığı gibi, bu ideolojilerin ve devrimci örgütsel mücadele pratiklerinin omuzlarında yükselen bürokratik iktidarların da oluşmasına sebebiyet vermiştir. Böylelikle yazının tarihi kadar eski olan devlet anlayışı, cemiyetçi ideolojilerin ve militan bürokrasilerin oluşturduğu sarmal bir yapıya dönüşmüş, Weber’in deyimi ile bu yapı insanlığı çelik bir kafesin içerisine hapsetmiştir.
Felsefeden ayrılan bir başka disiplin olan psikoloji ise, insan idrakini egoya ve “bilinç altı” denilen dürtülere indirgeyerek, bireysel ve sosyal egoizmin “normal” görüldüğü, fedakarlığın ve şahsi menfaatlerden başkası lehine feragatın ise “anomi” hatta gizli menfaatçilik olarak yaftalandığı bir zemin oluşturur. Böyle bir zeminde ne toplumun ne de bireyin varlığını sürdürmesi mümkün olmamış, sosyal hayat “vahşi bir orman” biyosferine, şehir insanı ise kendi türü ile beslenen bir avcı hayvan seviyesine indirilmiştir.
Dinin ve felsefenin sağladığı hakikat metafiziğinin perspektifinden uzaklaşan bilim ise, aynı zamanda sosyal ahlak ile de bağlarını koparmıştır. Böylece sağladığı yararlı teknolojilerin kat be kat fazlası ile insanı, canlılığı ve tabiatı felakete sürükleyen sanayi ve savaş aygıtlarını üretip kullanıma sunmuştur. Modern bilim bir laboratuvar kobayı gibi gördüğü insanın biyolojisi ve psikolojisi ile oynamış, genetik ilmi ve zihin yönlendirme süreçleri aracılığıyla ulus devletlere ve uluslararası şirketlere, özgür insan iradesini ve davranışlarını kontrol imkanlarını sunmuş, bunun yanı sıra, iletişim ve enformasyonda sanal dünyanın, gerçekliğin önüne geçmesini sağlamıştır. Bu süreçte yalnız insanın değil, doğal olan bütün bitki ve hayvan türlerinin de genetiklerine müdahale edilmesi, gıda kaynaklarını geri dönüşümsüz olarak değiştirmiş, bu değişim, gelecek nesillere uzanan kalıcı hasarların tohumlarını atmıştır.
Modern bilim kurguladığı ve insanlığa dikte ettiği yeni totaliter paradigmayla, “insan”ı da aşılması gereken bir evrim basamağı olarak görüp, “insan”ın yerine geçecek yeni bir “tür” yaratma amacına yönelmiştir. Turing testinin gösterdiği üzere bir deneğin, kimliğini bilmeden konuştuğu iki kişiden hangisinin yapay zekaya sahip bir robot, hangisinin insan olduğunu ayırt edemediği bir aşamaya ulaşan yapay zeka çalışması, artık biyolojik olmayan bir insan tanımına hazırlanmaktadır. Ray Kurzweill; “İnsanlık 2.0” adlı eserinde “Tekilliğe Doğru Biyolojisini Aşan İnsan” dan bahsederken şu cümleleri kullanabilmiştir; “Zekamızın biyolojik olmayan bölümü (ürettiğimiz yapay zeka) bu yüzyılın sonunda salt insan zekasından trilyon kere daha güçlü olacaktır.” “Post human” yani “insan sonrası olan” yeni bir tür geliştirmeye uzanan bu süreç, yeni başlamış değildir. Aydınlanma çağından beri kademe kademe ilerleyen bu süreçte insan önce sadece bir biyolojik türe indirgenerek, ruh, nefs ve akıl kavramları fizyolojik tepkilerin yansıması olarak görülmüş, sonrasında canlılık, cansız maddenin gelişmiş ve kompleks bir formu olarak tanımlanmış, en sonunda canlı – cansız ayrımı ve canlılığa geçiş anlamsızlaştırılarak, “can”ın kutsallığı kaybedilmiştir. İnsan, zaten yapay zeka çalışmalarının çok daha öncesinde, mekanik ve ruhsuz bir yapı olarak tanımlanan doğanın bir parçasına indirgenerek “makine”leştirilmiştir.
Tüm bunlar olurken hakikatten ve özden uzaklaşan sanatın da metalaşmasını ve bir başka piyasa ürünü haline gelmesini not etmeliyiz. Modern sanatın eleştirellik iddiasında olan kısmı dahi, sanatın yaratıcılık ve özgürlük kısmını vurgularken, sadece ferdi ve içtimai duyumda devam eden tortulardan ibaret kalan etik ve estetik değerleri hedef almakta, onları yıkılması gereken bariyerler ya da kurtulunması gereken bağlar olarak görmektedir. Modern sanat, insanlık leviathanın açık saldırısı altında iken dahi, saldırgan ejderhayı değil, dirildiğinde o ejderhayı alaşağı edebilecek yegane alternatif olan anka kuşunun küllerini hedef almakta, şuursuzca o küllerin üzerinde tepinmektedir.
İslam’ın ve İslam Metafiziğinin Son Formu: Diriliş Felsefesi
Bütün bu yıkımın ve şuursuzluğun ötesinde, insanlığın total değer birikiminden ve kadim medeniyet ülküsünden geriye kalan tek şey İslam’dır ve yaşayan düşünce tarihi içinde ayakta kalan tek düşünce sistemi de İslam metafiziğidir. İslam’ın bu “tek şey”lik durumu ise, kendi özünde taşıdığı “külli şey” olma vasfı sebebiyle umudun ve aydınlığın yegane kaynağıdır.İslam, ilk insanın arz üzerinde akli idrakiyle birlikte varoluşundan bugüne kadar geçen süreçte, elde edilen tüm düşünce ve bilgi birikiminin taşıyıcısı durumundadır. İslam’ın gerek hakikatin tezi olarak, gerek batılın antitezi olarak, gerekse binlerce yıllık tefekkür mücadelesinin tecrübi bilgisinin sentezi olarak taşıdığı bu birikim, insanı ve insanlığı, dolayısıyla da dünyayı ve evreni, maddi zaman-mekan formu içinde nihai ömrünün sınırına kadar ayakta tutacak yegane anahtardır. Yoksa, Kur’an’ın ifadesiyle arzdaki insani hilafete ait olan ve Mutlak Varlık’tan fezeyan eden varlık tecellisinin aydınlığıyla evreni bürüyerek “uzayan gölge”nin, artık bu tecelliyi taşıyacak muhatap kalmadığı için “kısalması” da mümkündür. O zaman geldiği takdirde, yayılmış olanın dürülmesi de söz konusu olacaktır.
Bu noktada Max Weber’in Din Sosyolojisi’nde kullandığı bir kavramı ödünç alabiliriz. Bu kavram, “büyü bozumu”dur (disenchantment) ve topluma hakim olan irrasyonaliteyi sona erdirip, onun yerine rasyonel bir din anlayışının hakim kılınmasını ifade eder. İslam ve İslam metafiziği, çağımızda insanlığın tutulmuş olduğu bu şiddetli büyüden kurtulması için gereken büyü bozumunu sağlayacak tek yol ve tek alternatif durumundadır.
Evet 21. Yüzyıla kalan miras budur. Bu mirasın akıl sahiplerini dehşete düşüren karanlığı ve aksiyonerleri perişan eden keşmekeşi içindeki insanlık için, gerçekten de kelimenin tam anlamıyla insanlık için, gelecek vaat eden çok az şey vardır. Bu çok az şeyin içerisinde tarih ve toplum mizanında evrensel muhatabını ve karşılığını henüz bulmamış olsa da, belki de insanlığa yegane kurtuluş perspektifini sunan ve bunu yaparken de geçmişi, bugünü ve geleceği bir bütün olarak anlamlandıran temel düşünce akımını, Diriliş Felsefesi’ni, üzerindeki her türlü karartma, ambargo ve ablukayı kaldırmak suretiyle, hak ettiği yere, yani insanlığın idrak ve akıl sahnesinin en merkezi yerine çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Çünkü Diriliş Felsefesi, İslam’ın ve İslam metafiziğinin Yirminci Yüzyılda kurulan ve iddiasını Yirmi Birinci Yüzyıla taşıyan yegane sistemli formu olarak hayati önemde bir misyonu yüklenmektedir. Bu misyon, ancak Üstad Sezai Karakoç’un eser, söylem ve eylemlerinin ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde tahkiki ile anlaşılabilecektir.
Sezai Karakoç ve Diriliş Düşüncesinin Beş Katmanlı Diyalektiği
Diriliş Felsefesi metafizikten sosyolojiye, tarihten siyasete, sanattan ekonomiye, tasavvuftan psikolojiye ve hatta sosyal psikolojiye, bilimsel paradigmaların eleştirisinden akaidin yeniden inşasına uzanan, dilin, düşüncenin ve anlamın yeniden değerlendirilmesine yönelik eleştirel bir analizi ve kendi tarihsel diyalektiğini ortaya koyan, İslam düşüncesi için kendi çağındaki tek ve insanlık için belki de son kapsamlı düşünce sistemidir. Bu sistem, aynı zamanda güçlü bir ahlaki öğretiyi ve pratiğe dönüşmüş bir siyasi yapıyı da barındırır. İki kez partileşmiş ve siyaset tarihine iki parti programı ile katkıda bulunmuş olan Diriliş hareketi, Diriliş düşüncesinin aksiyon cephesini temsil etmektedir.
Diriliş düşüncesinin kurucusu, daha doğrusu kökleri insanlık tarihinin en derin katmanlarına kadar ulaşan bu saf tefekkür ve özün çağımızdaki biçimlendiricisi, Üstad Sezai Karakoç’tur. Sezai Karakoç’un bir külliyat oluşturan eserleri ve konuşmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, insanlığın panoramasının, beş katmanlı bir diyalektik ile ele alındığı görülür.
Birinci ve en dış katmandaki diyalektik, üstadın Türkçe yazılmış olan eserlerinin, çağdaş Türk düşüncesi içindeki misyonunu ifade eder. Üstadın bu katmanda kurduğu diyalektik, Batılılaşma Hareketi ile Geleneğin Dirilişi arasındadır.
İkinci katmandaki diyalektik, üstadın, İslam Milleti’nin varoluş mücadelesi içinde ortaya çıkan ve İslamcılık olarak adlandırılan düşünce hareketi kapsamındaki misyonunu ifade eder. Bu katmanda üstad, Mehmet Akif, Muhammed İkbal, Malik Bin Nebi ve Necip Fazıl gibi isimlerin oluşturduğu zincirin bir parçası olarak görünür. Bu zincire bakıldığında, Sırat’ül Müstakim’den Sebil’ür Reşad’a, Büyük Doğu’dan Diriliş’e uzanan yelpazenin bir bütünlük arz ettiği muhakkaktır. Üstadın bu katmanda kurduğu diyalektik ise, Batı Medeniyeti ile İslam Medeniyeti arasındadır.
Üçüncü katmanın temelinde, üstadın İslamcılık hareketini aşkın olarak, İslam dininin ve İslam metafiziğinin aslı ile kurmuş olduğu doğrudan bağ bulunmaktadır. Bu bağ tarihsel değildir, aksine kalbe içkin ruhani bir bağdır. Bu bağ, eylemde Ahlak-ı Muhammedi’nin saf ve katıksız bir tezahürüdür. İdrakte ise Hz. Resulullah’ın; “Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar” ve Hz. Ali’nin ;”Bana Kur’an’a dair ferasetten başka bir şey verilmedi” buyrukları ile bildirilen tahkiki imana ait, keskin bir basiret ve apaçık bir ferasetle ortaya konmuştur. Üstadın eserlerindeki ve konuşmalarındaki saf görü kudreti ve geleceğe dair değerlendirmelerinde tahakkuk eden yüksek isabetli mevcudu tahlil kuvveti, bu basiret ve ferasetin burhan derecesindeki sayısız delilini tarihe ve insanlığın vicdanına nakşetmiştir. Üstadın bu katmanda kurduğu diyalektik ise, Hak ile Batıl diyalektiğidir.
Dördüncü katmana gelince, bu katmanı üçüncüden ayırt etmek zor olsa da, “nas” a hitap edebilmek ve insanlığın yararına olmak üzere, evrensel anlamda teorik bir tartışma zeminini tekrar ortaya koyabilmek için, bu ayrımı vurgulamak gerekmektedir. Bu katman Diriliş Felsefesi’nin; “logos”a dayalı dini, felsefi ve ilmi düşünce dilinin kavramsal yapısını oluşturan ve tüm düşünce tarihinin gidişatını belirleyen merkezi tefekkür eksenindeki konumunu belirler. Alfred North Whitehead’ın açık yüreklilikle ifade ettiği gibi; “Bütün felsefe tarihi, Platon’un görüşlerine düşülmüş dip notlardan ibarettir”. Bu dipnotlar, açıklamalar ve eleştiriler şeklinde ikiye ayırarak tasnif edebileceğimiz iki kutuplu bir yapı oluşturur. Bu yapının diyalektiğine dair son derece vurucu ve anlamlı bir görsel anlatıma da sahibiz. Rönesans’ın sembol eserlerinden birisi olan Raphael’in Atina Okulu tablosunun merkezinde, aralarında hoca talebe ilişkisi olan felsefi yöntemin iki kurucu ismi bir arada resmedilmiştir. Tabloda Platon eli ile gökyüzünü ve aşkın olanı işaret ederken, talebesi Aristoteles ise, hocasına itiraz edip eli ile arzı ve arzda içkin olanı göstermektedir. Bu temel ayrımda üstadın konumu, Platon ile birlikte eli ve şehadet parmağı göğe yönelmiş vaziyettedir. Bu katmana ait diyalektik, nebevi hikmet ile felsefi hikmetin diyalektiğidir. Bu diyalektik, diğer tüm diyalektikler gibi, aynı zamanda bir tür yol arkadaşlığıdır.
Bu dört diyalektiğin dışında, dördüncü diyalektiğin tetimmesi konumunda bulunan, ikincil statüdeki beşinci diyalektik ise, üstadın şiir, edebiyat ve düşünce dili sahasında kurduğu biçim – öz diyalektiğidir. Mananın tefhiminde esas olan, biçimin aktarımı sağlayacak yapıda olması ve özün muhafazasıdır. Üstad bu meselede, İmam Gazali’nin İhya’da verdiği misali takip eder. Cevize yönelirken amaçlanan, kışr yani kabuk değil, lüb yani özdür. Meister Eckhart da bu ilkeyi İmam Gazali’ye benzer şekilde; “Çekirdeği arıyorsan, kabuğu kırmalısın” sözüyle ifade etmiştir. Bununla birlikte üstad, her ne kadar özün biçime olan kıdemini vurgulasa da, biçimin özü koruma ve aktarmadaki önemini göz ardı etmez. Özü sabit, biçimi ise meşru şartlar ölçüsünde değişken olarak kabul eder.
Tarihi Sosyolojik Metodun İlkeleri ve Kavramsal Yapının Çözümlenmesi
Diriliş Felsefesi’nin hakikate ulaşma yolunda kullandığı; tefekkür, diyalektik, analiz, serimleme, tahlil ve tahkik başta olmak üzere tüm yöntemlerin bütünleşerek oluşturduğu ana metot, “tarihi-sosyolojik” metottur. Bu metot, “diriliş” eylemine üç temel perspektif üzerinden yönelir.
Birinci perspektif; “İnsanlığın Dirilişi”dir. Bu perspektif yukarıda zikrettiğimiz dördüncü diyalektiğe karşılık gelir.
İkinci perspektif; “İslam’ın Dirilişi”dir. Biz bu perspektifi; “İslam Milleti’nin Dirilişi” olarak da adlandırabiliriz. Bu perspektif, üçüncü ve ikinci diyalektiklere karşılık gelir.
Üçüncü perspektif; “İnsanın Dirilişi”dir. Biz bu perspektifi; “Ruhun Dirilişi” olarak da adlandırabiliriz. Bu perspektif, yukarıda zikredilen beş diyalektiğin hepsi ile irtibatlıdır.
Bu üç perspektif, diriliş eylemine yönelen aksiyonun tefekkür cephesini inşa eder. Diriliş eylemi aşamasına geçildiğinde ise, çok boyutlu bir eylem planı ortaya çıkmakta ve bu da dini düşünce, felsefe ve bilimin bütün sahalarını kapsayan ikinci bir tefekkür dalgasına ve yöntem çeşitliliğine zemin hazırlamaktadır.
Böylelikle ortaya çıkan çok boyutluluk ve yöntem çeşitliliği, bize oldukça geniş bir kavram dağarcığı sunar. Üstadın eserlerinin tahkiki esnasında, bu kavramsal yapının ve terminolojinin doğru anlaşılması, metinlerdeki anlam katmanlarının ortaya çıkarılabilmesi açısından en önemli aşamadır. Kavramların doğru anlaşılması, üstadın eserlerini okurken karşımıza çıkan beş ayrı diyalektiğin temel meselelerini ve bu meselelerin kilit noktalarını fark etmemizi sağlayacaktır.
Burada kastettiğimiz durumu açıklayacak bir kaç misal verelim. Sezai Karakoç külliyatındaki “Batılılaşma” eleştirilerinin temel kavramı “taklit”tir. Üstad “taklit” kavramını, bir başka dirilişçi düşünür olan İmam Gazali’nin tanımladığı anlam dairesinde ele alır.
İmam Gazali, hakikate ulaşma yolunda “taklit”e dayalı anlayış ve davranış biçimlerinden kurtulmanın gerekliliğini şöyle ifade etmiştir; “Her şeyin hakikatini anlayıp kavramaya karşı susuzluğum, gençlik çağımdan beri yüce Allah’ın mayama kattığı, doğuştan gelen bir adetim olup, kendi irade ve çabama bağlı bir şey değildir. Böylece taklit bağından kurtuldum ve benim açımdan daha çocuk denecek yaşta geleneksel inançlar anlamını yitirdi. Zira Hristiyan çocuklarının yalnız Hristiyan, Yahudi çocuklarının sadece Yahudi, Müslüman çocuklarının da ancak Müslüman olarak yetiştiğini gördüm ve Hz. Peygamber’den (SAV) rivayet edilen; “Her doğan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi olarak yetiştirir” hadisini işitince, içimde asli fıtratla, anne babayı ve öğretmenleri taklit sonucu oluşan ve telkine dayalı inançların gerçekliğini araştırma ve bunları birbirinden ayırt etme arzusu uyandı. Bu durumda Hak olanı batıl olandan ayırt etme hususunda, birçok ihtilaf bulunduğunu görerek, kendi kendime dedim ki: Benim amacım sadece her şeyin gerçek bilgisine ulaşmaktır. O halde gerçekte bilginin ne olduğunu araştırmak gerekir. Anladım ki kesin bilgi, bilinenin, hiçbir şüphe taşımayacak, yanılma ve hayale yer bırakmayacak şekilde ve kalbin bunlara imkan ve ihtimal tanımayacağı derecede açık seçik hale gelmesidir.”
Yine İmam Gazali’ye göre; “Taklitten kurtulduktan sonra ona dönme ümidi de kalmamıştır. Zira taklitçi olmanın şartlarından biri de kişinin kendisinin taklitçi olduğunu bilmemesidir; eğer bilecek olursa taklit bardağı kırılıp darmadağın olur. Ateşte eritip yeniden başka bir kalıba dökmedikçe onun bir araya getirilmesi bir işe yaramaz. “
Bu sebeple “Batılılaşma” hareketi, anlam ve içerik değerlendirmesinden önce, hakikate ulaşma “usul”üne dair temel bir yanlışlık taşımasından dolayı eleştirilmektedir. Çünkü “taklit”, hakikate ulaşmanın esas yöntemi değildir. O ancak hakikate dair bir görüşe ulaştıktan sonra, eylem aşamasına geçilirken, kazanılacak tecrübi bilginin ilk kısmının bir parçası olarak kullanılabilir. Sadece “taklit”e dayanan ve tefekkür, tahlil, tahkik süzgeçlerinden geçirilip içselleştirilmemiş olan hiçbir bilginin, amaca ulaşmada katkısı yoktur. Bu tür bilgiler, son derece yüzeysel ve zayıftır. Hakikate ulaşma ihtimalleri sıfıra yakındır. Onlarla es kaza hakikate dair bir vizyon yakalansa bile, bu vizyonun akli idrake dönüşüp kökleşmesi mümkün değildir. Bu tür bilgiler ne kesin bilgiye ulaşmak anlamındaki itikada, ne de salih bir amele dönüşebilirler. Nitekim İmam Gazali, İhya’sında bu hakikati oldukça keskin bir misalle açıklamıştır; “Hz. Musa’nın asayı yılana çevirdiğini görerek ona inanan takipçileri, daha sonra Hz. Musa Sina Dağı’nda iken, sırf altından bir buzağı yaptı diye, sahte bir peygamber olan yalancı Samiri’ye de inandılar. Çünkü bir yılan görmekle mümin olan kişi, bir buzağı gördüğünde de kazayla kafir oluverir”.
Bir diğer misal, üstadın modern felsefe, düşünce ya da siyaset akımlarına yönelik eleştirilerinin temelindeki kavram olan, aynı şeyleri tekrar etmek ve yeni hiçbir şey kazandırmamak anlamındaki “totoloji”dir. Bu eleştiriyi anlamak için Selefi düşünür İbn Teymiyye’nin, İbn Sina başta olmak üzere Meşşai filozoflara yönelttiği eleştiriyi hatırlayalım; “La li’l İslami nasaru ve la li’l felasifeti keseru” yani “Onlar ne İslam’a yardım ettiler, ne de felsefeye yeni bir şey eklediler”. Üstadın modern felsefe, düşünce ya da siyaset akımlarına yönelik eleştirisi de aynı minvaldedir; Onlar ne hakikati arayan insanlığa yardım etmiş, ne de düşünceye yeni bir şey eklemişlerdir.
Üstadın hem kendi düşünce geleneğimize dayalı kadimciliğe ve hem de değişimi savunan ceditçiliğe yönelik eleştirileri, hayatı ve dirilişi ifade eden değişimin gerekliliğine ve bu değişimin iç dinamiklere dayanmasının zaruriliğine aynı ölçüde vurgu yapar. Bu perspektifin temelini de İbn Rüşd’ün sözlerinde buluruz; “Yumurta dıştan bir güçle kırılırsa yaşam son bulur; içten bir güçle kırılırsa yaşam başlar; çünkü sahih dönüşümler hep içten gelir”.
Eleştirel Metin Tahlilleri Arasında İz Sürmek
Diriliş Felsefesi’nin kavramsal yapısını doğru anlayabilmek için dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli husus, üstadın eserlerinin Batı düşüncesine dair kapsamlı bir tahkik ve tenkidi içeriyor oluşudur. Bu tahkik ve tenkit kuvveti, Batı düşüncesi metinlerinin, sistemli ve derinlemesine okunuşuna dayanır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki üstadın Batı düşüncesine vukufiyeti ve bu düşüncenin yapısal kavramlarına hakimiyeti, Batılılaşma taraftarlarının tüm eserlerinin toplamından daha ileridedir.
Mesela, Sezai Karakoç’un “Çağ ve İlham II” adlı eserindeki “Dikkatin Alınyazısı” başlıklı makalesi; içgüdü, akıl ve sezgi dünyalarının yanı sıra, Kant’ın meşhur ıstılahlarından olan “transandantal” kavramıyla tanımladığı yücelik dünyasını da izah eden, son derece önemli bir yazıdır. Bu yazıda, içgüdülerini aşıp sezgi dünyasını idrak eden insan, henüz “hayvandan üstün” olamamış, fakat “en üstün hayvan” olmuş bir beşer olarak konumlandırılır. İnsanın hayvandan üstün bir varlık haline gelebilmesi için, sezgi dünyasını da aşması ve yücelik (transandantal) dünyasını idrak edebilmesi gerekmektedir.
Üstada göre insan bu idrak seviyesinde; “ebedilikten bir soluk alıp Tanrı ile karşılaşır”. Ancak bu idrak seviyesine ulaşmış olmak insan için nihai kurtuluşu ifade etmez. Çünkü insanın zihin dünyası bu idrakten sonra bile, onu şaşırtıp bu ruh açılımını tekrar köreltebilir. Bu duruma düşen insan; “hayvandan da aşağı”, “aşağıların aşağısı” bir tabakaya yuvarlanır. Üstadın, bu hakikati arayış sürecinin tümünde vurguladığı anahtar kavram “dikkat”tir. İnsan, hakikat yolculuğunun her aşamasında dikkatini muhafaza etmek ve uyanık yani şuurlu olmak zorundadır.
Yine Üstad Sezai Karakoç’un “Çağ ve İlham II” adlı eserindeki “Gazap Üzümleri” başlıklı makalesi, 19. ve 20. Yüzyıl Batı düşüncesi ve edebiyatının, görünüşte kısa ve öz, ama üzerinde cümle cümle düşündükçe, ciltlerce kitap ağırlığına ulaşan bir eleştirisini içermektedir. Bu kısa makalede ismen zikredilen düşünür ve edebiyatçılar şunlardır; Schopenhauer, Nietzsche, Freud, Adler, Jung, Satre, Camus, Malraux ve Karl Marx. Aynı yazıda eserleri ile zikredilenler ise; Arthur Rimbaud, John Steinbeck ve (daha eski bir çağda yaşamış olan) Cervantes’tir.
Üstadın konuşmaları da aynı minvaldedir ve atıfsal içerik zenginliğine sahiptir. Mesela 05.04.2014 tarihinde Yüce Diriliş Partisi’nin Haseki’deki İstanbul İl Merkezi’nde ülke gündemine dair yaptığı konuşmada, Albert Camus’a yönelik eleştirilerle karşılaşırız;
“Allah bize hakikati bu derece istisnai, bu derece tesadüfen bulunacak bir şey olarak yaratmamıştır. Eğer biz yaratılmışsak ve biz bir hayat yaşıyorsak, işte demin söyledim bir rüya gibidir gerçi, ama bu rüya bir gerçektir. Bu rüyayı anlamlı yaşamamız gerekir. Zaman denilen, mahiyetini bilmediğimiz bir nimet verilmiş bize. Bunlar anlamsız olamazlar. Bunlar absürt olamaz. Hani Albert Camus vardır. Fransız filozofu. Absürditeye götürür her şeyi, hayat absürttür başka bir şey değil diye. Hayır öyle değil. Mutlaka işte bir anlam var, bir amaç var. Bu anlam ve amacı da bir tek kuşağa, bir tek kişiye mal edemeyiz.
Bu kuşaklara, nesillere Allah lütfetmiş, ta ilk insandan bugüne kadar gelmiştir bu nimet. Biz buna sahip çıkıp, araştırıp, hakikatini bulup, gerçekten yaşayıp, ki bu İslam’dır, bundan sonra bunu da yine devraldığımızdan daha zengin bir tablo ile, daha güçlü, daha sağlam bir şekilde bizden sonrakilere bırakmalıyız. Bunu ne ile yapacağız?Araçlarla. Araçlara dikkat edeceğiz.”
Üstadın 03.01.2015 tarihinde Yüce Diriliş Partisi’nin Haseki’deki İstanbul İl Merkezi’nde yaptığı bir başka konuşmada da, cumhuriyet kavramının Roma Çağından günümüze gelişiminin bir panoramasıyla karşılaşırız. Üstad bu konuşmasında bir yandan cumhuriyet fikrinin, Hz. Musa sonrası Yahudi tarihindeki kökenlerini sorgularken, diğer yandan Durkheim ve Gökalp sosyolojilerinin eleştirel bir kritiğini geliştirir. Yahudi ulusçuluğundan Sezar’a, Robespierre’den Napolyon’a, Hitler’den komünizme kadar ulaşan bir skalada, seçkinlerin ya da güç sahiplerinin, cemiyetin ruhunu “Tanrılaştırarak”, cumhuriyet adı altında, kendilerinin mutlak hakim olduğu bir rejimi nasıl kurguladıklarını sorgular. Üstada göre bu tarihsel arka plana baktığımızda, cumhuriyet rejimleri en sonunda mutlaka otoriter düzenlere dönüşmektedir. Çünkü “Tanrılaştırılan” cemiyetin ruhu, ferdi ve ferde ait tefekkür, irade ve hürriyet alanlarını tanımamakta, üstelik bu ruh, bir liderin şahsında tezahür ederek müşahhaslaşmaktadır. Hitler örneğinde olduğu gibi, halkın ruhunu temsil eden lider de, bir aşamadan sonra mutlak güçle donatılarak “Tanrılaştırılmakta”, böylece otorite diktatörlüğe, diktatörlük de zulme dönüşmektedir. Ancak, cemiyetin ruhunun ve karizmatik liderin görünür maskelerinin ötesinde, asıl yönetim, mutlaka seçkinlerin ya da güç sahiplerinin elindedir.
Bu misaller çoğaltılabilir ancak Diriliş Felsefesi’nin ve üstadın eserlerinin doğru anlaşılabilmesi için; İslam düşüncesinin yanı sıra Batı düşüncesine ve bir bütün olarak insanlığın, din, felsefe ve bilim sahaları başta olmak üzere tüm düşünce birikimine dair, ufuk ötesi bir görüş alanına ihtiyaç olduğunu fark etmek açısından bu kadarı yeterlidir. Bizim de amacımız, bu ufuk ötesi görüş alanının ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktan ibarettir. Çünkü üstadın; “Diriliş Çevresinde” adlı eserinde satırlara döktüğü inancı biz de paylaşıyoruz;
“Emekleyen bir çocuk gibi güneş, kah sağını, kah solunu dağın üstüne kaldırıp yavaş yavaş yükselirken, ortasında dönen ışık, içime tutulan bir projektördür sanki. Her şeyi öğrenmek isteyen bir çocuk gibi bu dayanılmaz ışık, bende, çılgınlar gibi, gerçeklerin yangınını ateşliyor. Ve o zaman biliyorum ki, güneşle birlik tabiat, “değişmez gerçeğe” doğru hızla akıyor. Onu arıyor, onu istiyor. Ondan yanadır. Ona dönüktür. Bu güneşin yüzünde bir Nietzsche lekesi, bir Marks gölgesi, bir Russel çiziği, bir Kafka çukuru, bir Freud yarası bulunsa da, yüzünün her yanına yayılan, bir Hz. İbrahim bıçağının parıltısı, Hz. Musa’nın elinin nuru “yed-i beyza”sı, ve en büyük peygamber, Son Peygamberin alın nuru, güneşe esas ruhunu ve fonksiyonunu, anlamını veriyor. Ve ondan Hz. İsa’nın horozunun sesi geliyor. Biliyorum ki, O, Hz. İbrahim’den bize kadar herkese, o büyük Yaratıcıyı hatırlatıyor. Ona şahitlik yapıyor. Onunla birlikte ben de ona şehadet ediyorum.”