ŞİİLİĞİN İMAMET TEORİSİ VE İSLAM BİRLİĞİ İÇİNDEKİ MİSYONU
Sünnilik ve Şiilikte İmamet Anlayışlarının Farklılaşması
Ehl-i Sünnet düşüncesinde hilafet, imamet-i kübra olarak tanımlanır. İmamet-i kübra, din ve dünya işlerinde Hz. Resulullah’a (SAV) halef olarak, umumi riyaset vazifesini üstlenmeyi, bu vesileyle de İslam Milletinin hukukunu muhafazayı ve adaleti hakim kılmayı ifade eder. Hz. Resulullah’a (SAV) tam anlamıyla halef olmak, velayet ehli olmayı da gerektirir ki, halifenin bu velayet sırrına sahip olması, Sünni siyaset teorisinde rüşdiyet kavramı ile vurgulanmıştır.
Şüphesiz ki velayeti, sadece “başkaları üzerinde tasarrufta bulunma hakkı” olarak tanımlamak hatalıdır. Bu anlayış, velayetin dıştan görünümünü esas alır. Halbuki bu tasarruf hakkı, Allah ile insan arasında kurulan muhabbet ve irtibat anlamındaki manevi velayetin, tahakkuk ve tezahüründen ibarettir. Velayetin maddi ve manevi cihetlerini birlikte ikame ederek tasarruf hakkı veren bu irtibat, hadis literatüründe; “Resul-u Resulullah” olmakla ifade edilmiştir. Veli, Allah’a ve Resulüne iktida ile ulaştığı yakin neticesinde irfan ve hikmet ehli olmakla, eşyanın ve ahvalin ilmine ulaşmış kabul edilir. Bu sebeple onun başkalarına şamil olan tasarrufu, adalet üzere olur.
Dolayısıyla imamet-i kübranın bu anlamda velayeti de gerektirdiği hususunda, Sünni ve Şii siyaset teorileri arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, “imamet-i kübra vazifesini üstlenecek olan velayet ehlinin kim olduğu”, “kim olduğunun nasıl belirleneceği” ve “ehliyet sahiplerinin gaybiyetinde ya da riyaset kudretine sahip olamadıkları şartlarda, İslam Milletinin nasıl hareket etmesi gerektiği” hususlarında ortaya çıkmaktadır.
Velayet ehlinin kim olduğu konusundaki ihtilaf, Sünnilik ve Şiilik arasında “selef-i salihin” anlayışındaki farklılaşmaya dayanır. Sünni teori, “selef-i salihin”i “sahabe” kavramı üzerinden tanımlar. Sahabeyi de, yaşarken cennet ile müjdelenenler (aşere-i mübaşere), ilk müslüman olanlar, Bedir harbine katılanlar, Rıdvan biatında bulunanlar, Mekke’nin fethinden önce hicret eden muhacirler, ensar gibi sınıflar halinde tasnif edip, bu sınıflar arasında yarı geçişken bir hiyerarşi kurgular. Şii teori ise, “selef-i salihin” anlayışında Hz. Resulullah’ın (SAV) irtihalinden sonra yaşanan hilafet tartışmalarını ve siyasi ayrışmaları esas alarak bir ayırıma gider. Bu süreçte Hz. Ali’yi ve onu yakın çevresinde bulunan sahabileri “selef-i salihin” kabul ederek, selef için sadece Hz. Ali’ye “şia” yani “taraftar” olma vasfını temel alır.
Velayet ehlinin kim olduğunun nasıl belirleneceği konusundaki ihtilaf, imamet-i kübra için gereken velayetin kesbi mi yoksa vehbi mi olduğu hususundaki farklılaşmaya dayanır. Sünni teori velayette “kesb” esasını kabul etmiş, bu kesbi imamın velayeti açısından sünnet-i seniyyeye uyan salih amel ve itikada, ümmetin ittibaı açısından ise, imamın riyasetinde cemiyetin ittifakının teşekkülüne bağlamıştır. Şii teori ise, imamet-i kübra için gereken velayette “vehb” esasını kabul etmiş, bu vehbi de Hz. Resullulah’ın (SAV) ehl-i beytine ve bilhassa Ğadir Hum vakıasını delil kabul ederek Hz. Ali’ye hasretmiştir.
İmamet-i kübra vazifesini üstlenecek olan velayet ehlinin gaybiyetinde ya da riyaset kudretine sahip olmadığı şartlarda nasıl hareket edilmesi gerektiği konusundaki ihtilaf, öncelikle fiili cebri hakimiyet sahibi olan emirlere itaat edilip edilmeyeceği hususundaki farklılaşmaya dayanır. Sünni teori, halkın büyük zararlardan muhafazasını ve içtimai düzenin ikamesini esas alarak, fiili cebri hakimiyet sahibi emire, kalben muhabbet duymadan ittiba etmeyi caiz görür. Şii teori ise, fiili cebri hakimiyet sahibi emirden yüz çevirmeyi ve riyaset kudretinden mahrum olsa bile hazır olan veliye ittiba etmeyi farz kabul eder. Veli gaip ise, velayet makamının vekili kabul edilen naiplere ittiba edilir.
Şii İmamet Teorisinin Temeli: Velayetin Ehl-i Beyt ve Âl-i Aba’ya Hasrı
Şii düşüncesi, imamet-i kübra için gereken velayeti vehbi bir hassa olarak tanımlamış, daha sonra da bu hassayı Ehl-i Beyt’e hasretmiştir. Ehl-i Beyt’i ise, meşhur Âl-i Aba hadisesinde Hz. Resulullah’ın (SAV) kendi abası altına alarak bürüdüğü; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile tahdit etmiştir. Bu hasredilmiş velayeti, yalnız imamet-i kübranın temeli değil, aynı zamanda akaidin de esaslarından biri kabul eden Şii düşünce bu kabulünü; Ğadir Hum hadisesinin, Maide Suresi’nin 3. ayet-i kerimesinin inzalinden hemen önce gerçekleştiğine dair rivayetlere dayandırır.
Bilindiği gibi Maide Suresi’nin 3. ayet-i kerimesi, içinde geçen meşhur ibare sebebiyle (El yevme ekmeltu lekum dinekum ve etmemtu aleykum ni’meti ve raditu lekumul İslame dina: yani; Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’dan razı oldum) Kur’an-ı Kerim’in inzal olan son ayet-i kerimesi kabul edilir. Böylelikle Şii düşünce, Ğadir Hum hadisesi ile ilan edilen Hz. Ali’nin velayetini, İslam dinini tamamlayan itikadi bir mesele olarak görür. Bu görüşü desteklerken de, mezkur hadisenin, Veda Haccı’ndan hemen sonra, farklı yönlere giden hac kafilelerinin, henüz ayrılmadan bir arada bulundukları bir mevkide ve zamanda gerçekleştiğini vurgular. Bu vurgu, Hz. Ali’ye ait velayetin umuma ilan ile, tüm ümmeti kapsayan bir imameti ifade ettiği anlamına gelmektedir.
Şii düşünceden farklı olarak Sünni düşünce, “ehl-i beyt” ve “âl” kavramlarını daha geniş bir anlam ile yorumlarken, Ğadir Hum hadisesine daha dar bir anlam atfeder. Sünni düşüncede Hz. Resulullah’ın (SAV) “âl”i kavramı, bir bütün olarak Hz. Resulullah’ın (SAV) amcalarını, amca çocuklarını, eşlerini, kayın peder ve damatlarını kapsar. Ehl-i Beyt kavramı da öncelikle Hz. Resulullah’ın (SAV) hane halkı olan eşlerini ve çocuklarını ifade eder. İkinci anlamda ise, Hz. Resulullah’ın (SAV) beyti Mescid-i Nebevi’nin mütemmim bir cüz’ü olduğundan, Ehl-i Beyt kavramı başta mescide bağlı bir diğer cüzde mukim olan Ashab-ı Suffe’yi ve nihayetinde ise, Mescid-i Nebevi’nin müdavimi olan tüm ümmeti kapsamaktadır. Nitekim İbn Arabi Fütuhat’ında bu mevzuyu anlatırken, Şiilerin de kabul ettiği üzere; “Selman da Ehl-i Beyt’tendir” hadisi-i şerifi ile, Selman-ı Farisi’nin Ehl-i Beyt’e mensup sayılışını hatırlatarak, bu kavramın daha geniş anlaşılması gerektiğini vurgular.
Yine Sünni düşünceye göre Ğadir Hum hadisesi, Maide Suresi’nin 3. ayet-i kerimesinin inzalinden, yani “İslam dininin ikmalinden” sonra gerçekleşmiştir. Üstelik Ğadir Hum’daki ilan, Veda Haccı’ndan dönüşte, farklı yönlere doğru yol alan kafileler ayrıldıktan sonra Yemen ve Medine kafilelerine hitaben yapılmıştır. Bu hitabın sebebi de, Hz. Ali’nin Yemen’deki idaresine yönelik bazı sahabilerden gelen haksız itirazları sona erdirmektir. Bu yüzden hitap, özel bir sebebe matuf olarak, özel bir topluluğa yapılmıştır. Dolayısıyla umumi ve itikadi bir kaide vaz etmemektedir.
Şii düşüncenin bu yaklaşıma karşı argümanı, kendi selef-i salihin anlayışını tekrar vurgulamak olmuştur. Bu vurgu, Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinin ardından seçime katılmayan ve ilk aşamada biat etmeyerek Hz. Ali’nin evinde toplanan sahabiler sebebiyle Hz. Ali’nin evinin basıldığı, çıkan arbedede Hz. Fatıma’nın darp edildiği, bu darbın etkisiyle düşük yaptığı ve iyileşemeyerek kısa bir süre sonra vefat ettiğine dair rivayetlerle pekiştirilmiştir. Böylece Sünni düşüncenin büyük muhabbet beslediği Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman gibi sahabelerin “selef-i salihin” vasfı reddedilerek, Sünnilerin rüşdiyet kavramı ile ifade edip ashaba şamil kıldıkları velayet onlardan nefyedilmiş, dolayısıyla da velayet, Şia’nın anladığı surette “Ehl-i Beyt”e hasredilmiştir. Bu nokta, Şii ve Sünni düşünceler arasındaki en keskin ayrışma noktasıdır.
Velayetin Vehbiliği Anlayışının Sonuçları
İmamet-i kübra için gereken velayetin vehbi olduğu anlayışı, bu velayetin beyt ehli olan “âl” de tezahür ettiği anlayışı ile birleşince, imametin nesilden nesile seçilmiş bir soy ve nesep ile intikal ettiği görüşü ortaya çıkmıştır. Bu görüş, tıpkı hanedana dayalı hilafet arayışlarında olduğu gibi kaçınılmaz olarak ihtilaflara sebep olmuştur. Üstelik imamet meselesi itikadi bir mesele olarak kabul edildiğinden, bu ihtilaflar her ayrımda yeni itikadi mezheplerin ortaya çıkması ile neticelenmiştir. Hz. Hüseyin’in şehadetinden sonra, imametin Hz. Hasan’ın evladına mı, Hz. Hüseyin’in hayatta kalan oğluna mı, yoksa Hz. Ali’nin bir diğer oğlu olan Hz. Muhammed b. Hanefi’ye mi geçtiği hususu, Şii teori açısından ilk ayrımdır.
Bu ayrımın önemi şu noktada ortaya çıkmıştır; Emevi hanedanını yıkan büyük isyandan sonra, Hz. Resulullah’ın (SAV) amcası Hz. Abbas’ın soyundan gelenler, Hz. Ali’nin soyunu temsil edenlerle bir anlaşma yaptıklarını ve bu anlaşma ile imametin kendilerine devredildiğini iddia etmişlerdir. Burada kastedilen anlaşma, Muhammed b. Hanefi’nin oğlu ve Keysaniye Şiası’nın imamı olan Ebu Haşim Abdullah b. Muhammed b. Ali ile, Abdullah İbn Abbas’ın torunu Muhammed b. Ali b. Abdullah arasında, Humeyme’de gerçekleşen meşhur buluşmada, Ebu Haşim tarafından hazırlanan ve imameti Muhammed b. Ali b. Abdullah’a devreden vasiyetnamedir. Böylelikle, Şii ve Sünni imamların ve hatta Eba Müslim Horasani’nin itirazlarına rağmen, Abbasi hanedanı kurulmuştur. Abbasi hanedanı mensupları, hem Hz. Resulullah’ın (SAV) bir diğer amcasının soyundan geldikleri, hem de Hz. Ali’nin soyunun kendilerinin hakkını tasdik ettiği argümanlarına dayanarak, imamet-i kübra ve hilafet makamında bulunduklarını savunmuştur.
Hz. Hasan’ın soyundan gelenler ise Orta Doğu’da taraftar bulamamış, bu sebeple yaşanan şiddetli siyasi mücadelelerden uzaklaşmak için, ağırlıklı olarak Mağrib tarafına çekilmişlerdir. Mağrib bölgesinde günümüze kadar ulaşan “Alevi” nesepli aileler ve bilhassa Şerif hanedanları, Hz. Hasan’ın o devirde bölgeye yerleşen torunlarının soyundan gelmektedirler.
Hz. Hüseyin’in oğlu İmam Zeynelabidin’in imametini kabul edenlere gelince, onlar İmam Zeynelabidin’in vefatından sonra, onun oğlu İmam Zeyd b. Ali’nin takipçileri ve diğer oğlu İmam Muhammed El Bakır’ın takipçileri olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. İmam Zeyd b. Ali’nin takipçilerine Zeydiyye denilmiştir. İmam Muhammed El Bakır’ın imametini kabul edenler, onun vefatından sonra oğlu İmam Cafer-i Sadık’ı da takip etmişler, İmam Cafer-i Sadık’tan sonra ise yine ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail b. Cafer-i Sadık’ı imam kabul edenlere İsmailiye denilmiştir. İmam Cafer-i Sadık’ın diğer oğlu İmam Musa El Kazım’ı imam kabul edenler ise, İsna-i Aşeriye denilen ana akım Şiiliği teşkil etmişlerdir. Daha sonra bu ayrımlara, kendilerinin Hz. Fatıma’nın soyundan geldiğini iddia eden Fatımi hanedanı da eklenmiştir.
Görüldüğü üzere velayetin vehbiliği anlayışı, velayetin kesbiliği anlayışı ile benzer bir netice vermiş, mesele yine ihtiyari seçimlere dönmüştür. Çünkü imamet-i kübra için gereken velayet, imamet-i kübranın tamamını muhit olmadığı gibi, hakikatte her vehbi olanın bir de kesbi ciheti bulunmaktadır. Zaten kesbe kail olanlar, vehbi reddetmemişler, asli fail – fer’i fail ayrımına gidip, fiilin yaratılışını asli fail olan Hakk’a, o fiilin iktisabını da fer’i fail olan abde isnat etmişlerdir. Üstelik imamet-i kübra için gereken velayet söz konusu olduğunda, bu kesb sadece müktesib velinin şahsına değil, aynı zamanda velayetin tezahür ettiği müktesib cemaatin de manevi şahsiyetine bağlı olmaktadır.
Burada duralım ve sufilere kulak verelim. Onlar, bütün nebilerin ve kendi cemiyeti içinde; “ümmeti arasındaki nebi” gibi olan velilerin, irşad ve tebliğlerinin, ümmetlerinin veya cemiyetlerinin istidatlarına göre şekillenip tezahür ettiğini savunmuştur. Bu anlamda ümmetin istidadı ve talebi de içtimai bir “kesb”dir ve nebi ya da veli, vazifeleri icabı bu kesbe bağlıdır. Bu hakikatin kabulü, Şii teori açısından hem kendi içindeki ihtilafları, hem de imametin gaybiyetini izah etmek için en makul yol olacaktır.
Böylece, niçin bir yandan Sünni hilafet teorisi Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vb. hanedanlar üretirken, diğer yandan eş güdümlü olarak Şii imamet teorisinin de; Zeydi ya da İsmaili emirlikler, Fatımiler ve Safeviler gibi usul, esas ve teşekkülde muarızına son derece benzer hanedanlar ürettiği anlaşılmış olmaktadır. Çünkü çağın ruhuna bağlı olan içtimai kesb, her iki teoriyi de benzer bir pratiğe sevk etmiştir. Nitekim Abbasi – Fatımi mücadelesi veya Osmanlı – Safevi mukatelesi gibi acı dolu hatıraları, süreç içinde birbirine git gide daha çok benzeyen rakipler arasındaki hakimiyet savaşına dönüştüren şey de, bu içtimai “kesb”ten ve çağın ruhunun cebrinden ibarettir.
Vehbi Velayet – Kesbi Velayet Ayrımının Tahlili ve İrade Meselesi
Klasik İslam düşüncesinin takipçileri, ister Sünni, ister Şii teoriyi kabul etsinler, ister vehbi velayeti, ister kesbi velayeti esas alsınlar, her halükarda, vehb- kesb ilişkisini ve bu ilişkinin külli irade – cüz’i irade ayrımı ile bağlı çok katmanlı değişkenleri olduğu gerçeğini gözden kaçırmışlardır.
Bu mevzuda gözden kaçırılan ilk boyut, vehbi olanın aynı zamanda kesbe bağlı olduğu, kesbi olanın da aynı surette vehbe bağlı olduğu hakikatidir. Bağışlanan şeyin, bağışlanan kimseye ait istidada bağlı olduğu, bu istidadın ise ancak iradi seçim ve eylemlerle tezahür ettiği, dolayısıyla da bu bağıntıların, Hak açısından zamanı aşkın, halk açısından ise zamana içkin bir yapıda olduğu, ne yazık ki fark edilmemiştir.
Gözden kaçırılan ikinci boyut ise, kesbin arka planındaki külli irade – cüz’i irade ilişkisinin, aslında sadece küll ile cüz arasında cereyan eden tek taraflı bir ilişki olmayışıdır. Külli iradenin bir cüz’i iradeye tecellisi; aşkın külli irade, kendi cüz’ündeki cüz’i irade, kendi cüz’ündeki içkin külli irade, tabiattaki külli irade, dehr denilen zamandaki külli irade, cemiyetteki külli irade, cemiyet içindeki fertlerin her birinde tezahür eden diğer cüz’i iradeler ve yine bu fertlerin her birinde içkin olan külli irade başta olmak üzere, çok sayıda mazhar ve bu mazharlar arasındaki bağlı değişkenler ve etkileşimler üzerinden gerçekleşir. Dolayısıyla, imamet-i kübra için gereken velayete şahsında sahip olan velinin imameti, aşkın külli iradenin vehbi ve kendi şahsının kesbi ile manen tahakkuk etse bile, cemiyetteki külli irade, cemiyet içindeki fertlerin her birinde tezahür eden diğer cüz’i iradeler ve yine bu fertlerin her birinde içkin olan külli irade başta olmak üzere, diğer mazharlara bağlı olarak madden tahakkuk etmeyebilir. Tarihen sabittir ki, etmemiştir de.
Toparlamak gerekirse tasavvufi hilafet teorisi; imamet, velayet ve kutbiyet ilkelerine dayanırken, Sünni hilafet (imamet-i kübra) teorisi ; riyaset istidadı anlamında ehliyet, kesbi velayet anlamında rüşdiyet ve cemiyetin ittibasını sağlayan maddi kudret ilkelerine dayanmaktadır. Şii imamet teorisi ise; vehbi velayet, manevi riyaset ve emanet ehli olmak anlamında adalet ilkelerine dayanır. Her üç teorinin de, imamet ve velayet anlayışlarını, vehb – kesb ilişkisini ve külli irade – cüz’i irade ilişkisini, çok yönlü olarak yeniden tanımlamaları gerekmektedir.
Natık-ı Kur’an’ı Dinlemek: Haklı Olmak ve Haklı Kalmak
Şii imamet teorisi, sürekli artan ihtilaflar ve bölünmelerin neticesinde, vehbi velayete dayalı imamet için bir gaybiyet dönemine girildiğini kabul etmiş idi. Bu gaybiyet döneminde ortaya çıkan yapılar, yakın geçmişte Ali Şeriati gibi Şii aydınlar tarafından; “Safevi Şiası” adı altında ağır eleştirilere tabi tutulmuştur. Yine bu gaybiyet döneminde yaşanan tecrübelerin de etkisiyle, İmam Humeyni ve takipçileri tarafından velayet-i fakih anlayışı geliştirilmiştir. Bu anlayış, Sünni teoriye oldukça yakın bir perspektife dayanmaktadır. Günümüzde şii teoriyi, devrimci metoda ve silahlı örgüt pratiklerine indiren yaklaşımlar hakim durumda bulunmaktadır. Bununla birlikte Abdülkerim Suruş gibi Şii düşünürler, bu anlayışın yanlış olduğunu, tüm imamların mücadelesi içinde, mecburi ve istisnai bir hareket olan Hz. Hüseyin’in kıyamının, esas siyaset tarzı olarak kabul edilemeyeceğini savunmaktadır.
Şüphesiz ki günümüzde bütün siyasi teoriler, ya hakim olmak ya da hakimiyeti korumak hedefine indirgenerek anlaşılmaktadır. Oysa İslam siyasetinin temel meselesi “hak”tır. Bu yüzden ilim şehrinin kapısı ve hikemi siyasetin sancağı olan İmam Hz. Ali (ra.), bütün mücadele ve mücahedesinde, halka hakim olmayı değil, halkı Hakk’a ve hakikate davet etmeyi, haklı olmayı ve haklı kalmayı esas almıştır. O, asabiye hamasetine karşı selim bir aklı, eşitliği ve zayıfları korumaya yönelen bir adaleti öne çıkarmış, mızraklara asılan Kur’an sayfalarının karşısında durup; “Natık-ı Kur’an” olarak İslam’ın özünü yaşatmıştır. Canı pahasına taşıdığı bu kaçınılmaz emaneti, O’nun şehadetinden sonra evlatları devralmıştır. İmam Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbela yürüyüşü, İslam’ın özünü yaşatma davasının en şiddetli safhasıdır. Bu safha, Kerbela şehitlerinin büyük fedakarlığı neticesinde, İslam’ın özünün ve İslam Milletinin haysiyetinin muhafazasıyla neticelenmiştir. Çünkü, tasavvuf ehlinin de isabetle ifade ettiği gibi (ki bu sözü bir Rufai şeyhinden bizzat ve defalarca işittim); “Eğer İmam Hüseyin Efendimiz, Kerbela’da Yezid’e biat etseydi, yeryüzünde İslam kalmayacaktı. Herkes Yezid olacaktı.” Burada kastedilen anlam şudur; Eğer Hz. Ali ve evladı, Emevi idaresini kabul edip itaat etselerdi, İslam’ın özünü muhafaza etmek mümkün olmayacaktı. Aynı şekilde İmam Cafer-i Sadık da, tüm İslami ilimlerin teşekkül ettiği bir devirde, ilmi sahada benzer bir misyonu üstlenmiştir.
Şii imamet teorisi, İslam Milletinin geleceğinde bir iç denetim ve denge mekanizması olarak var olacaktır. Tıpkı İslam toplumunun hilafetten emirliğe, uhuvvetin esas olduğu bir cemiyetten, zenginin ve muktedirin hakim olup halkı ezdiği bir tefrikaya evrilme süreçleri içinde olduğu gibi, gelecekte de bir kez daha Hakk’ı, Hakk’tan yana olmayı ve haklı kalmayı, suret-i haktan görünenlere karşı hakkı savunmayı, böylelikle imameti velayete, mananın hakimiyetine ve adalete dayandırmayı öne çıkaracak, özü korumaya ve kaybedilen hakikate tekrar ulaşmaya katkı sağlayacaktır.
Bir zamanlar Nadir Şah’ın büyük bir öngörüyle teşebbüs ettiği girişimin, er ya da geç tekrar canlanacağına, Sünni ve Şii siyaset teorilerinin selim bir akıl ile birlikte tekrar değerlendirileceğine, böylelikle de İslam Milletinin birliğini yeniden sağlayacak olan zülcenaheyn bir teoriye ulaşılacağına inanıyoruz. Bize göre Sünni ve Şii siyaset teorilerinin, geleceğin inşasında oynayacağı rol müşterektir ve birbirine bağlıdır. Tıpkı vehbin ve kesbin, zülfikarın iki keskin ucu misali, tek kabzada birbirine bağlı olması gibi. Neticede İslam Milleti, bin beş yüz yıl sonra bir kez daha, din-i İslam’ın ikmal anındadır ve bir kez daha, Veda Haccı’ndaki şahitliğinin ortasındadır. Artık şahitlik tamamlanacak, kervanlar kendi yönlerine dağılmadan önce toplanacak, kadim bir dirilişin mirası olan bu son cemiyette, hakikat güneşi bir kez daha aşikar olacaktır. İnsanlığın umudu, bu fecr-i sadığın sabahındadır.