25 Nisan 2019

FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE – V







FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE – V  Bilinmezlik

Matematik – Fizik Gerilimi Başlarken 


İskenderiye Kütüphanesi müdürlüğü de yapmış olan, Platon akademisi mensuplarından filozof, matematikçi, astronom ve coğrafyacı Eratosthenes’ten rivayet edilen meşhur bir kıssa vardır. Rivayete göre, bir zamanlar Delos Adası sakinleri, ardı arkası kesilmeyen tabii felaketlerle boğuşmakta idiler. Bir türlü baş edemedikleri bu felaketler artık dayanılmaz bir hal alınca, çareyi Apollon Tapınağı rahibine başvurmakta buldular. Rahip, Delosluları dinledikten sonra, onlardan tapınaktaki sunak taşını iki katı büyüklüğüne çıkarmalarını istedi. 
Deloslular bunu tapınağa bir bağış çağrısı olarak anlayıp mevcut taş ile aynı büyüklükte bir taş daha getirdiler. Ancak çok geçmeden sorunun sadece bir yüzey problemi değil aynı zamanda bir hacim problemi olduğunu anladılar. Ne kadar uğraştılarsa da sunak taşının hem yüzey hem de hacim olarak iki katına çıkaramadılar. Bu problemi çözmek için en sonunda kapısında; “Matematiksel olanı kavramayan giremez” yazan Akademi’ye gidip Platon’dan yardım istediler. 
Platon Delosluları dinledikten sonra onlara, rahibin aslında yeni bir sunak taşına ihtiyacı olmadığını, sadece başlarına gelen felaketlerin, matematiği ihmal etmelerinden ve küçümsemelerinden kaynaklandığını göstermek için bu talepte bulunduğunu anlatır. Problemin orta orantı (geometrik orantı) ile çözülebileceğini izah eder. Deloslular ya da diğer toplumlar, matematiksel olanı kavradıkları ölçüde tabiatı da kavrayacaklardır. Mevsimlerin veya gelgitlerin etkisini hesaplayabilecek, tarlalarını doğru yere kurup doğru zamanda ekecek, evlerini daha korunaklı ve daha sağlam yapabileceklerdir. Tabiatın etkilerini ölçebilmek, tedbir alabilmenin ve “tekhne” bilgisini geliştirebilmenin temel şartı olarak görülmektedir.
Evren “Logos”un ve”Nous”un ürünü olduğundan, evrendeki düzen de matematikseldir. Bu sebeple evren dediğimiz fizik dünyayı oluşturan nesneler, insan aklı tarafından nicelikler olarak kavranır. Bu nesnelerin niceliksel yapıları, onların hareketlerini ve yapısal değişimlerini, ölçülebilir ve hesaplanabilir kılar. Hareket ve değişimin aynı zamanda döngüsel ve tekrarlanabilir olan şartları, öngörülebilir ve belirlenebilir sonuçların daha önceden fark edilerek, iradi eylemlerin ve tedbirlerin planlanabilmesini mümkün kılar. İşte bu tabiat bilgisidir ve bu bilgi matematiğin pratik eyleme dönüşmesi ile fizik dünyada insana ait “tekhne” bilgisinin oluşumunu sağlar. Böylelikle insan, evrende tasarruf ederek fiziki çevreyi etkiler, hareketi yönlendirir ve maddeyi değiştirir. Düşünce ve eylemleri ile, tabiatta belli bir oranda da olsa belirleyici unsur haline gelir. 
Bu aşamada matematiğin niceliksel olan nesneye ve fiziğe hakimiyeti kesindir. Doğa filozoflarından başlayarak ilk filozofların geliştirdiği bu kavrayış, sonraki çağlarda da devam etmiştir. Buna felsefe ve matematiğin birlikte ilerlediği İslam düşüncesi de dahildir. İlk dönem İslam matematikçileri bir tarafa, Fatih Sultan Mehmet döneminde bile, devrin büyük alimlerinden Molla Lütfi’nin “Tazif’ul Mezbah” adlı bir eser kaleme alarak meşhur Delos problemi ile uğraştığını, bu eserinde bir küpün iki kat yapılmasının, yanına aynı ölçüde başka bir küp ilave ederek değil, ancak o küpü sekiz kez büyüterek mümkün olacağını hesapladığını vurgulayalım. Fatih Sultan Mehmet’in kılıcı hasımlarının ve rakiplerinin kılıçlarından daha keskin değildi, ancak o kılıcın kabzası matematikten yapıldığı için, metafizik anlamını üstün bir fiziki kudrete çevirebilmiştir. Neticede Bizans İmparatoru Justinyen’in Atina’daki Platon Akademisi başta olmak üzere kapatıp yasakladığı ve Pers topraklarına sürdüğü felsefe, yüzyıllar sonra Fatih ile birlikte vatanına geri dönmüştür. Konstantinopolis İstanbul’a dönüşürken, şehrin sokaklarında ve yeni kurulan medreselerin halkalarında Platon’un ruhu dolaşmaktadır. Bu ruh sadece bir kaç yıl sonra, 1459 da Marsilio Ficino’nun Floransa’da kurduğu “Yeni Platon Akademisi”ne ayak basacaktır. Coğrafya değişse de paradigma sürmektedir.
Leonardo da Vinci; “Resim bir bilimdir ve tüm bilimler matematiğe dayanır. İnsanın ortaya koyduğu hiçbir şey, matematikte yerini bulmaksızın bilim olamaz” derken ya da Galileo Galilei; “Ölçmek bilmektir. Ölçülebileni ölçün, ölçülemeyeni ölçülebilir hale getirin” derken aynı paradigmayı savunmuştur. Son devrin önde gelen matematikçilerinden ve kuantum fiziğinin kurucu isimlerinden olan Paul Dirac bile; “matematiksel güzellik” kuramını geliştirirken bu arka plana dayanmaktadır. Dirac’a göre; “Bir fizik kuramı, matematiksel güzelliğe sahip olmalıdır. Fizik denklemlerinde matematiksel güzelliğin olmaması, onlarda bir eksiklik olduğunu ve kuramın da düzeltilmesi gereken bir hata içerdiğini gösterir”. Yani akli ve matematiksel olan “güzellik” değeri ki bu değer orantı ve simetriye dayanır, deneysel ve fiziki olan “doğru”dan daha üstündür.
Ancak bu paradigma, kuruluş aşamasından günümüze kadar geçen çağlar boyunca hala çözüme kavuşturulamamış bir zaafı barındırmaktadır ve bu zaaf hem felsefe hem de bilim açısından bir tür “Aşil (Akhilleus) Topuğu” durumundadır. 
Kısaca hatırlatmak gerekirse, fiziki dış dünyayı niceliksel olarak tanımlayıp, evrensel düzeni matematik ile, varlığı ise saf matematikten ulaşılan metafizik ile anlama ve kavrama süreci olarak tanımlayabileceğimiz felsefi düşünce, insan idrakindeki özne – nesne ayrımı ile başlamış ve bu ayrım doğrultusunda ilerlemiş idi.
Bununla beraber hareket tartışmasından başlayarak, nesnenin yapısı ve dolayısıyla da ölçümlemenin doğruluğu, insanın hislerine mi dayanmaktadır yoksa bu hislerden bağımsız bir gerçekliği var mıdır sorusu derinlik kazanmaktaydı. İnsan hislerinin (duyularının) ve bu hislere dayalı gözlemin yanılgıya açık olduğu ortada iken, ölçünün ve ölçmenin verileri, ancak “nesnelerin” kendinde varlığı ve insan hislerinden bağımsız gerçekliği kabul edildiği takdirde “doğru” olarak tanımlanabilirdi. Ölçünün ve ölçmenin verileri sadece “hislerimizde” var kabul edilir ise, nesne hakkındaki niceliksel bilgimiz “hissiyat”tan ibaret kalır ve “mutlak” bilgi olarak kabul edilemezdi. O zaman gerçekliğe ve mutlak anlamda doğru bilgiye ulaşmak için “nesne”nin yapısı ve kendinde varlığının olup olmadığı meselesi önem kazanmıştır. Bu mesele bizi Sokrates’e ve “nedir?” sorusunu karşılayan mahiyet kavramına götürecektir. Ancak oraya varmadan önce, “nesne”nin yapısı ve varlığı üzerine yapılan tartışma derinleşecek ve buradaki belirsizlik “varlık” kavramına yönelik şiddetli bir şüphenin başlangıcı olacaktır. 
ölçü
Nesne Hakkındaki Bilgimiz
Nesne nedir ya da nesnenin hakikati nedir sorusu, nesnenin varlığı ve yapısı ile alakalıdır. Nesne dış dünyada bizim hislerimizden bağımsız olarak var olan fiziki bir yapı mıdır? Yoksa bizim nesne olarak görüp bildiğimiz şeyler, hislerimizin algıladığı görünümlerin zihnimizdeki tasavvurlarından mı ibarettir? Ya da nesne, biçimsel görünümünden yola çıkarak tefekkür etmek suretiyle aklımızla özüne ulaştığımız “ideal” bir varlığa mı sahiptir? Nesne hakkındaki bilgimiz, eğer hislerimizin algıladığı görünümlerin zihnimizdeki tasavvurlarından ibaret ise, nesne dediğimiz şeyler, aslında kollektif bir tahayyüle dayalı hayali varlıklar mıdır? Böyle değil ise ve nesne olarak gördüğümüz şeylerin “kendinde şey”likleri “var” ise, bunları gerçekten bilebilir miyiz? Nesnelere dair bilgimiz gerçek ise, bu bilgiden yola çıkarak metafizik olana varabilir miyiz? Nesne hakkında burhani bir bilgiye sahip miyiz, yoksa sadece böyle bir bilgiye sahip olduğumuza ya da olacağımıza mı inanıyoruz? Bu inancımız kanıtlanmış kesinlik içeren bir itikat mı, yoksa bir zan ya da yanılsama mı?
Bu sorulara vereceğimiz cevaplar, nesnenin varlığı ve yapısı hakkındaki anlayışımızı belirlediği gibi, hareket ve ölçü kavramları hakkındaki düşüncelerimizi de şekillendirmektedir. Yani nesnenin yapısını ve varlığını nasıl tanımlıyor isek, hareketin var olup olmadığı ya da niceliksel ölçümlerin bize gerçek bilgi verip vermediği konularında da nesne tanımımıza paralel bir yaklaşım geliştirmek durumundayız. 
Geometri ilmi bize, daire olarak gördüğümüz şeklin aslında bir “sonsuzgen” olduğunu söyler. Yani çapı ve çevre uzunluğu hesaplanabilen daire aslında sonsuz sayıda köşeye sahiptir. Bu sebeple sonsuz olmasına rağmen bir sonu var gibidir, ya da sonlu olmasına rağmen sonsuz gibi. Bu noktada bizi yanıltan, sonlu ile sonsuzu birbirine karıştıran şey, hislerimiz midir, aklımız mı dır, yoksa “nesne”nin kendisi midir? 
Bu sorular Antik Çağ Yunan felsefesinde bazen gizli, bazen açık şekilde yankılanmıştır. Hemen hemen aynı çağlarda,  Antik Çin düşüncesinde Ming Chia (İsimler/Mantıkçılar) Okulu (M.Ö. 380 -..) da isimler (ming) ve gerçekler (chih) arasındaki ilişkiyi tartışmaktadır. Bu okulun mensupları, varlık, izafilik, mekan, zaman, nitelik, gerçeklik ve sebepler gibi konularla dil bağlamında ilgilenmişlerdir. Bunlar dildeki yapılardan mı ibarettir, yoksa gerçeklikleri var mıdır? Demek ki insan idrakinin tekamülü farklı coğrafyalarda da olsa benzer meselelerde takılmakta ve benzer sonuçlara ulaşmaktadır.
İslam düşüncesinde felsefi geleneğin dışında kalmaya çalışan Selefiliğin güçlü kalemi İbn Hazm’a bakalım. O yanıltıcı olanın “nesne” olduğunu düşünmektedir. Bu sebeple “Güvercin Gerdanlığı” adlı eserinde şu satırları kaleme almıştır; “Biliyoruz ki, nesneler, sürekli karşıtlıkla en yüce noktalarına ulaştıklarında ve ayrım noktasının en uç noktasına vardıklarında benzer olurlar. Örneğin kar; insan uzun zaman “kar”ı elinde tutsa, ateş hissini verir. Aşırı sevinç ve hüznün insanı öldürdüğüne, kahkahalarla gülmenin kişiyi gözyaşlarına boğup ağlattığına şahit oluyoruz.” Gerçekten de, bir noktadan sonra karşıtına dönüşebilmekte olan nesne, nasıl değişmeyen bir bilginin kaynağı olabilirdi?
Bu noktada oldukça keskin bir felsefe muarızı olan İbn Teymiyye, “Er Red Ala’l Mantıkiyyin” adlı eserinde şu kıssayı nakleder; Meşhur mantıkçı, hekim ve fıkıh alimi Huneci, hasta yatağında tam ölmek üzere iken gözlerini açıp öğrencilerine şöyle der; “Mümkünün zorunluya muhtaç olduğuna dair bilgim dışında, hiçbir şey bilmeden ölüyorum.” Sonra bir an duraksayıp düşünür ve sözlerini tamamlar; “İhtiyaç duymak da selbi (yani yokluk ve olmayış ifade eden) bir vasıftır. Aslında hiçbir şey bilmeden ölüyorum.” Huneci, ölüme bir nefes kala, nesnel bilginin ve mantığın, yüzünü yokluğa döndüğünü görüyordu. Bir yüzü yokluğa dönük olan fani insanın idraki, yine bir yüzü yokluğa dönük olan mümkünat ve mevcudattan yola çıkarak nasıl mutlak bilgiye ulaşabilirdi?  Şüphesiz ki daha felsefenin kuruluş çağlarının başında  da var olan bu yaklaşım, felsefi düşüncenin ve bilgi arayışının sonu olabilirdi. Eğer Sokrates çıkıp şu meşhur sözüyle, bilmediğini bilmenin de bir bilgi olduğunu vurgulamış olmasaydı; “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir.” 
Fiziğin Yatışmaz Yapısı: Hareket ve Ölçü Tartışmaları
Sokrates, nesnel bilginin mümkün olmadığı görüşünden yola çıkıp bilginin imkansızlığına ulaşan sofist yaklaşıma karşı bilgi için bir dayanak noktası bularak felsefeyi ayakta tutmuş, ontolojinin ancak epistemoloji ile birlikte kurulabileceğini fark ederek bu disiplinin de kurucu ismi olmuştur. Onun öğrencilerinden Platon, bir yandan “bilgi”nin yapısını ve çeşitlerini sistemli bir şekilde incelerken, diğer yandan eşyanın nesnel biçimi ve özsel hakikati arasındaki ayrım üzerinde yoğunlaşmış, Platon’un öğrencisi Aristoteles ise, eşyanın nesnel yapısını formlar halinde kategorize ederek doğru düşünmeye (mantık) dayalı bir “fizik dünya” tanımı geliştirmiştir. Bu fiziki dünya tanımı hareketi kabul etmekte ve nesneleri ölçülebilir bulmaktadır. 
Ancak hareketin nesnel ölçümler üzerindeki etkisi bütün yönleri ile anlaşılıp doğru ve tam olarak hesaplanamadığından, matematik – fizik gerilimi devam etmiştir. Bu gerilim en çok astronomide ve yıldız haritalarının çıkarılmasında hissedilmektedir. Yapılan gözlem ve ölçümler, Ptolemaios (Batlamyus)un  El Macesti’si ile ve daha önce yapılan gözlem ve ölçümlerle örtüşmemekte, her seferinde farklı veriler ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan şüphe ölçüm hatasına atfedilerek örtülmekte ama her seferinde büyümektedir. Ta ki şüphe odağı, ölçüm sahasından ve matematikten fizik dünya tasavvuruna yönelene kadar.
Bu durum fizik dünya tasavvurunun ve nesne anlayışının tekrar sorgulanmasına sebep olacaktır. Biz bu sorgulamanın, Aristoteles’in “fiziki dünya” kavrayışına dokunan öncüllerini, İbn Sina ile Biruni arasındaki meşhur tartışmada buluyoruz. Biruni’nin İbn Sina’ya sorduğu sorular, İbn Sina’nın cevapları ve Biruni’nin bu cevaplara itirazlarından oluşan ve mektuplarla süren bu tartışmada Biruni Aristoteles’in fizik anlayışını sorgulamaktadır. Biruni’nin; Aristoteles’in “Sema ve Alem” adlı eserine yönelik ilk sorusu ve getirdiği ilk eleştiri evrendeki hareketin yönü ve evrenin (feleklerin) cisimsel ağırlığı hakkındadır. Tartışma hareket ve nesne (cisim) hakkındaki meselelerle  devam eder. Bir noktada İbn Sina Biruni’yi, sofistlerin (şüphecilerin) görüşlerini savunmakla itham eder. Biruni ise kendisine ima yoluyla yapılan bu ithama; “Bu fikrimden dolayı bana sofist (şüpheci) denilecek olursa, ben onların en sırtı yere gelmeyeni (mağlup edilemeyeni) olurum” diyerek ve meydan okuyarak cevap verecektir. 
Yüzyıllar sonra Kopernik, tam da bu noktadan yola çıkarak yapacağı astronomi çalışmalarıyla, Aristoteles ve Ptolemaios (Batlamyus)un fizik anlayışlarını temellerinden sarsacaktır. Onu takip eden Kepler, Galileo, Descartes ve Newton, kademe kademe yeni bir nesne kavrayışı geliştirerek, hareketi ve ölçüyü yeniden tanımlamışlardır. 
Aslında Galileo evreni ve evrendeki düzeni, matematiksel ölçüm ile anlaşılabilecek niceliksel ve kesin sebepler ile açıklıyordu. Ancak o, bu yaklaşımının yanı sıra “eylemsizlik ilkesi”ni savunarak, yeni bir madde anlayışının oluşumunda etkili olmuştur. Sokrates – Platon çizgisinin yorumcularından Aristoteles’in felsefesinde, maddenin hareketine gaye yükleniyordu. Bu yüzden madde için hareket asıl ve içkindi. Hareket etmek, bir yerden bir yere mesafe kat etmenin ötesinde, belli bir gayeye ulaşmak olarak değerlendiriliyordu. Bu tanım doğrultusunda, fidandan ağaca doğru bir gelişim de hareket anlamına geliyordu. Belli bir amaca ulaşmayı arzulayan canlı maddenin, davranış ve oluş biçimini ifade eden içten dışa doğru bir hareket söz konusuydu. Çünkü varlığın bütünlüğü olarak kozmos, sadece hareketi ile değil, mükemmele ulaşma gayesine yönelen hareketi ile kozmos olarak tanımlanmaktaydı.
Halbuki Galileo’nun eylemsizlik ilkesi, maddenin hareket etmesini ya da etmemesini, içten dışa değil, dıştan içe doğru olarak değerlendirerek maddeyi cansızlaştırmıştır. Madde hareket halinde ise, devamlı hareket edecektir ama duruyorsa, bir başka madde ona çarpmadığı müddetçe durmaya da devam edecektir. Maddenin doğal hali eylemsizlik olarak kabul edilmiş, hareket ise fiziki çarpma veya itmenin mekanik sonucu olarak açıklanmıştır. Hareketin maddenin özü ile ilgisi olmadığından, maddenin değişimi ve gelişiminden bahsetmek anlamsızlaşmıştır.
Galileo, aslında Sokrates – Platon – Aristoteles çizgisine borçlu olduğu  iç – dış ayrımını,  hareketin oluşumunda birbirine zıt ve çatışan dinamikler olarak görmekteydi. Bu yüzden o, içten (kaynaklı) dışa hareket ile dıştan (kaynaklı) içe hareketin birlikteliğini mümkün görmemiştir. Halbuki kadim dini ve felsefi düşüncenin müşterek idrakinde varoluş, sadece içsel ya da sadece dışsal bir eylem değildir. Fiziki – maddi dünya için varoluş, hem dıştan gelen aşkın bir etkinin hem de içten gelen içkin bir etkinin karşılıklı etkileşiminden ibarettir. 
Varoluşun eşya üzerindeki; için dışa ve dışın içe yönelik hareketi tetikleyen etkisi birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda tüm maddi varlıkları “canlı” olarak kabul eden İbn Arabi, madde ve hareket bahsinde Aristoteles’in görüşünü daha iyi anlayıp ileri götürmüştür. Tam tersi bir yönde ilerleyen Galileo – Descartes ekolü ise, matematiğin, metafizik düşüncenin dogmatik etkisiyle fiziki gerçeklikten uzaklaştığı fikrine kapılmıştır. Böylece onlar matematiği fiziki gerçekliğe uygun (!) hale getirerek, fiziki dünyaya hem bilgi hem güç anlamında hakim olunabileceği düşüncesiyle hareket etmiş ve aslında hiç de bunu amaçlamadıkları halde matematik –  metafizik ilişkisini zayıflatmışlardır. Bunun neticesi olarak fizik – matematik gerilimi artmış, bu gerilimde fiziğin öne çıktığı bir paradigma kurulmuş, bu paradigma ise, canlılığı mekanikleştirmek suretiyle “canlı madde”yi dahi cansızlaştırmıştır.
Hartenfels Kalesi
Günümüzde ise kuramsal fizik, çok uzun ve sancılı bir yolculuktan ve yaşanan bir çok badireden sonra artık maddenin, evrenin var oluşundan beri hareket halinde olduğu görüşünü savunmaktadır. Dolayısıyla maddenin doğal hali eylemsizlik değil, eylemliliktir. Üstelik maddenin bu doğal eylemliliği, hem bir zerre olduğu farz edilen ilk maddenin kendi içinde patlayarak, ya da kuvveden fiile geçerek, sürekli genişlemek suretiyle evreni oluşturması ve hala da genişliyor olması suretiyle makro planda,  hem de atom altı parçacıklarının sürekli hareket halinde olması ve nihayetinde sicim teorisi ile maddenin titreşen enerji dalgalarından oluştuğu fikrine ulaşılması suretiyle mikro planda temel alınmaktadır. 
Kuramsal fiziğin günümüzdeki yaklaşımını destekleyen bir diğer husus, maddenin değişimi ve gelişimidir. “Canlı madde” (organizma) ortada iken ve biyoloji bilimi bu canlı maddeden türlerin oluşumunu, maddenin tekamülü veya evrim ile açıklarken, maddenin asli hareketi nasıl reddedilebilir? Biyoloji ve psikoloji bilimleri, insan beynini ve sinir hücrelerini maddenin en ileri ve en yüksek formu, en karmaşık yapısı olarak kabul ederken, evrende maddenin asli ve gayeli hareketinin reddini temellendirmek mümkün gözükmemektedir. 
Çünkü Galieo- Descartes çizgisinin mekanik evrensel yapısı kabul edilse bile, canlı maddenin en yüksek bilinçli formu olan “insan”, mekanik yapının dışında kalmakta ve sistemi teorik olarak bozduğu kadar, pratik olarak da bozmaktadır. Kuramsal fizik evrendeki bütün maddeyi tek bir asla, aynı atom altı yapısal forma indirgeyip özdeşleştirmiştir. Evrenin varoluş anından beri, bütün atom altı parçacıkların hareketsel düzlemi, aynı yapısal enerjiye dayansa ve hareketler tümüyle hesaplanabilir derecede “mekanik” olsa da, “canlı madde” formundaki atom altı parçacıkların “bilinçli hareketi” (burada özel anlamda insanın, genel anlamda ise tek hücrelilerden insanlara kadar bütün organik canlıların ister iradi, ister yarı iradi veya ister istemsiz olsun bütün hareketlerini ve bu hareketlerin tüm bağlamlardaki etkilerini kastediyoruz), denklem içindeki “bilinmeyen ve belirsiz” unsuru oluşturmaktadır. 
Canlı maddenin bilinçli hareketi, fiziki alanda sürmektedir ve atom altı parçacıkların geçişkenliği nazariyesi düşünüldüğünde bu hareketin neticeleri önceden belirlenemez ve fiziki alanda fiziki metotlarla hesaplanamaz. Hatta hareketi hesaplamanın ötesinde, insan, atom altı dünyayı sadece “gözlemlediğinde” bile değiştirmektedir. İnsan attığı her adımla, aldığı her iradi kararla ve her seçimli eylemiyle, fizik dünyayı değiştirmekte ve mekanik evren anlayışını tekzip etmektedir. İnsanın evrendeki fiziki yapı içinde, fizik kuralları ile hesaplanamayan yani “bilinmeyen ve belirlenemeyen” tek unsur olması, ancak metafizik ilmi ile açıklanabilir. İnsan unsuru fiziki alemden çıkarıldığında, onun haricindeki fizik dünya için mekanik evrensel yapı teorisi mümkün hale gelir. Bu ise bizi tekrar yaratılış inancına götürür.
Kuramsal fiziğin günümüzdeki anlayışı mekanik evren kavrayışından uzaklaşmış, İslam düşüncesinde İbn Arabi’nin, Batı düşüncesinde ise Yeni Platonculuğun versiyonu olan Erigena – Spinoza çizgisinin düşüncesine yaklaşmıştır. Albert Einstein; “Ben, kendisini varlığın düzenli harmonisinde açığa vuran Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum” derken, bu noktada durmaktadır. Hatırlayalım, Farabi Kitab’el Burhan’ında; “Sonsuz bir cisimde hareket eden her şey, hareketiyle sonlu bir zamanda sonsuz bir mesafeyi kat eder” demişti. Bugün artık atomların ya da elektron benzeri atom altı parçacıkların, kendi yörüngelerinde sürekli hareket halinde olduklarını biliyor, hızlarını ve kat ettikleri mesafeleri hesaplayabiliyoruz. 
Bugün bildiğimiz bir diğer mesele ise, metafizik – matematik – fizik sahalarındaki gerilim ve kopmaların asıl sebebinin, epistemoloji yani bilgi ve bilgi edinme yolları hakkındaki kavrayışımız ile alakalı olduğudur. Sözü yine Einstein’e bırakalım; “Nasıl olur da, layıkıyla doğa bilimcisi olmuş bir kişi, kendisini epistemoloji ile ilgilenir halde bulur? Kendi alanında daha kayda değer bir uğraş yok mudur? Pek çok meslektaşımdan duyuyorum ve çok daha fazlasından seziyorum ki, hissiyatları bu yönde. Ben böyle bir düşünceyi paylaşamam. Olayları açıklamada kullanışlılığı kanıtlanmış kavramlar, subjektif kökenlerini unuttuğumuzdan ve onları birer değişmez olarak kabul ettiğimizden dolayı, üzerimizde önemli bir otorite kazanırlar. Bu sebepledir ki, bu kavramlar, “düşüncenin gereklilikleri”, “a priori veriler” vb. şekilde damgalanmışlardır. Böyle hatalar, bilimsel ilerlemenin yolunu uzunca bir süre tıkamış oldu. Bu nedenledir ki, eğer söz konusu basmakalıp kavramları analiz etmede, bu kavramların meşruluğu ile faydalarını açıklayan koşulları gösterebilmekte, ve şimdiye kadar ki deneyimlerden bunların nasıl doğduğunu açıklamak üzere alışkanlık kazanırsak eğer, ancak bu koşullarda bir şeyleri değiştirmek mümkün olabilir. Böylelikle kavramların üzerimizde kurduğu bu muazzam otorite kırılmış olacaktır.” 
Öyleyse biz de tekrar epistemolojiye, Sokrates ile birlikte bilgi kuramının oluşumuna dönelim. Bunun için de önce bilginin, gerçekliği sorgulayan şüphe ile olan sınavına bakmamız gerekmektedir. 
Şüphenin Ateşten Kılıcı Veya Eleştirel Epistemolojiye Giriş
Son devrin önde gelen fizikçilerinden Richard Feynman, bilimsel çalışmaların en önemli ilkesini şöyle açıklamıştır; “Birinci ilke kendini kandırmamandır. Çünkü kandırılması en kolay kişi sensin”. İnsanın kendini kandırmaması veya kandırılmaması için, doğru bilgiye ulaşabilmesi gerekir. Peki o zaman insan doğru bilgiye hangi yol ile ulaşabilir? Daha da önemlisi, doğru bilgi diye bir şey var mıdır? 
Demokritos’a göre, bilgiye duyu organlarımız vasıtasıyla ulaşırız. Fakat duyu organlarımız vasıtasıyla ulaştığımız bilginin güvenilirliği, ancak aklın yönlendirmesi ve aydınlatması ile değerlendirilebilir. Mesela görme duyumuz bize görünüşler evrenini tanıtır. Gözde, dış dünyadaki nesnelerin görüntüleri oluşur. Demokritos’a göre bu görüntüler, “nesne” lerden ayrılarak göze ulaşmaktadır. Ancak “nesne”den ayrılarak göze ulaşan şey, nesnenin kendisi değil, imajı yani hayalidir. Dolayısıyla her ne kadar  daha sonra “taakkul” ve “tefekkür” süzgeçlerinden geçirecek olsak da, elimizdeki veriler tahayyülün ürünüdür.
İşte bu noktada sofist düşüncenin kurucu düşünürü Protagoras’ın, felsefede dış gerçeklik anlayışını derinden sarsan fragmanı ile karşılaşırız; “İnsan her şeyin ölçüsüdür”. Protagoras, duyulara dayalı tahayyülün, mutlak anlamda doğruluk değeri yüklenemeyeceğini görmüştür. Dolayısı ile dış dünyada; “doğru bilgi”ye dair bir kritere sahip olmak mümkün değildir. Ona göre duyu bilgisi görecelidir, kişiye hastır. İnsanlar arasında anlam aktarımını sağlayan dil ise, aslında uzlaşımsal olduğundan, herhangi bir konuda aktarılan anlam ile anlaşılan anlam da uzlaşıma bağlı olarak görecelidir. Bu yüzden duyu ya da dil insanı hiç bir şekilde mutlak bilgiye ulaştıramaz. Çünkü mutlak bilgi diye bir şey yoktur. Her şeyin ölçüsü insan olduğundan, her şey hakkında birbirine zıt fikirler öne sürmek mümkündür. Bu yüzden eğer var ise Tanrı’nın da bilinmesi mümkün değildir. İnsan, yaşamının kısalığı ve fiziki dünya hakkındaki bilgilerinin duyulardan ibaret olması nedeniyle “gerçek” bir bilgiye ulaşamaz. Protogoras bu görüşleri ile agnostizmi (bilinmezcilik) sistemleştiren düşünür olmuştur. Yine de Protogoras matematiksel bilginin doğruluk değerinin farkındadır ve kendi sisteminde matematiksel doğruluğa istisnai bir yer vermiştir. Protogoras ve takipçilerine göre dış dünyada doğal ve verili hiçbir geometrik nesne yoktur. Geometri ve dolayısıyla matematik, tamamen insan aklına ait bir kurgudan ibarettir. Buna rağmen bu kurgusal akli yapı, insanın hakkında sadece “duyusal” bilgiye sahip olduğu nesneler ile ilişki kurup onları ihtiyaçları doğrultusunda kullanmasına yaramaktadır. Bu yüzden Protogoras için nesne, sadece “chremata” demektir. “Chremeta” kavramı, mutlak anlamda bir “nesne” anlayışını değil, insan ile ilgisi ve ilişkisi olan, insanın ihtiyaç duyduğu ya da etki ilişkisi içinde olduğu şeyleri ifade eder. Yani nesnenin kendinde şeyliği yoktur, sadece insan ile “ilişki”si vardır ve nesne sadece bu ilişkiden ibarettir. Geometri ve dolayısıyla matematik, bu ilişkinin kurgusal ifadesidir. Bu yüzden geometrinin ve matematiğin farklı şekillerde kurgulanması da mümkündür. 
Aslında Empedokles’in talebelerinden olan Sicilyalı Gorgias, şüphenin keskin kılıcını ustaca kullanarak bilinmezciliği mümkün olan en ileri aşamaya taşıyacaktır. Gorgias öncelikle varlık kavramını hedef almış ve kendi düşünce sisteminin temel ilkesini şöyle ifade etmiştir; “Hiçbir şey, var olamaz”.
Gorgias’a göre varlık yüklemi bir bilgi yanılsamasıdır. O, “Var Olan veya Doğa Üzerine” adlı eserinde, sahip olduğumuzu sandığımız bilgiye ulaşma yöntemleri vasıtasıyla, gerçekliğe karşılık gelen bir düşünce ile hiçbir gerçeklikle bağdaşmayan düşünce arasında ayrım yapmanın mümkün olmadığını savunmuştur. Daha önce Parmenides, varlığın duyu algısıyla değil sadece akıl ve düşünce ile kavranabileceğini savunmuş, varlık ile doğru düşünceyi bir tutmuştu. Onun düşüncesinde makul olan her şey gerçek bir varlığa sahipti. Gorgias ise, hiçbir şeyin var olmadığını söylerken, ilk olarak akıl ve düşüncedeki varlığı reddetmektedir. Varlık dediğimiz şeyler, işitilebilir ve görülebilir olan yani algılanabilir olan şeylerden ibarettir. Duyularımızla algıladığımız nesnelerin fizik gerçekliğinin haricinde, ne bilgisi ne de düşüncesi var olabilir. Duyularımıza konu olmayan bir varlıktan söz edilemez. Duyularımız ile algıladıklarımız ise, duyularımızın yapısından ötürü mutlak ve aktarılabilir bir bilgiye dönüştürülemez. 
septisizm
Gorgias’a göre, duyu organları arasında bir bütünlük ve etkileşim mümkün değildir. Her duyu organı bir diğerinden bağımsızdır ve elde ettiği bilgiyi bir diğerine aktaramaz. Görme aracılığıyla elde edilen bilgi, işitmeye konu olabilecek bir şekle dönüştürülemez. Bu bakımdan, nesnelerin görsel tasarımları ses yoluyla başkalarına bildirilemez. Her nesne ancak kendisine uygun düşen duyuyla değerlendirilebilir, bir başkası ile değil. Bir şey görünür ise ancak görmeyle, işitilebilir ise ancak işitmeyle kavranır. Duyuların aralarında karşılıklı bir değişme yoktur. Bu da bilginin kişiden kişiye aktarımını imkansız kılar.
Üstelik böyle bir aktarım mümkün olsa bile, iki farklı kişinin aynı anda, aynı nesneyi aynı şekilde algılaması mümkün değildir. Aynı masayı duyumlayan iki ayrı kişinin tasarımları aynı değildir. Bu görüşü iki farklı misal ile açalım. Bir resim dersinde öğrencilerden bahçedeki bir çınar ağacına bakarak o ağacın resmini çizmelerini isteyelim. Bütün öğrenciler aynı ağaca baktıkları ve aynı ağacı gördükleri halde bütün çizimler farklı olacaktır. Ya da birisi renk körü olan ancak renk körü olduğunu bilmeyen, diğeri ise renk körü olmayan iki kişi düşünelim. Bu kişilere mavi renkli bir nesne gösterilip, “Bu ne renktir?” diye sorulduğunda, her ikisi de mavi diyecektir. Renk körü olmayan kişi, “mavi” olan nesneyi “mavi” olarak gördüğü için mavi der. Renk körü olan kişi ise, “gördüğü” rengi, çevresinden öyle öğrendiği ve yönlendirildiği için “mavi” olarak isimlendirmiştir. Oysa gerçekte gördüğü renk, aslında diğer insanların “yeşil” olarak gördüğü renktir. Ancak her iki taraf da bu durumun farkında değildir. Gorgias’ın teorisi bize şunu söyler; Ya aslında hepimizin gördüğü renk farklı ise? Hepimiz bir nesnenin rengine bakıp da ona mavi dediğimiz halde, aslında hepimiz baktığımız nesnede farklı farklı renkler görüp de onu mavi diye adlandırıyor isek? 
İşte Gorgias’a göre, bu bakımdan tek bir fiziki gerçeklik olsa bile, her insan dünyayı farklı algıladığından, her insanın zihninde oluşturduğu gerçeklik birbirinden farklı olacaktır. Aslında Gorgias, bir varlık olsaydı bile kavranılamazdı, kavranılsa bile bu kavrayış başkasına aktarılamazdı derken, insanın duyularıyla algıladıklarından kendi idrakinde ortaya çıkan bilgiye değil, duyularımız aracılığıyla kavradığımız fizik gerçekliğin başkasına dil yoluyla iletilebileceği ön kabulüne karşı çıkmaktadır. Çünkü ona göre değişik duyu organları ile elde ettiğimiz bilgiyi, işitmeye konu ettiğimiz dille başkalarına bildiremeyiz. Ve daha da önemlisi, her zihin, gerçekliği kendi öznel duyuları aracılığıyla tasarladığından, sözcüklerin gönderim yaptığı nesnelerin tasarımları ya da anlamları da herkes için farklıdır.
Böylece Gorgias’ın dil kuramına ulaşırız. Dili oluşturan kelimeler, kavramlar ve yüklemler izafidir. Dolayısıyla anlam, ulaşılan ve aktarılan bir şey değildir, tam tersine muhatap zihinde inşa edilen bir şeydir. Gorgias’a göre retorik yani hitabet, münazara ile rasyonel olana ulaşma yolu değildir. Sadece bir ikna yöntemidir. İkna etme eyleminin amacı ise, muhatabın görüş ve tutumlarını değiştirmektir. Bir hatip, muhatabın yani dinleyicinin doğru ve mutlak bilgiye ulaşması için uğraşmamaktadır. Doğruyu yanlıştan, geçerliyi geçersizden ayırmak gibi bir derdi de yoktur. O sadece muhatabını etkileyerek, onun kanaat ve davranışlarını kendi istediği yönde değiştirmeye çalışmaktadır. Bu yüzden dilin kullanımı ve hitabet, kelimenin tam manasıyla bir kandırmaca aracıdır. Gorgias’ın dil ve retorik eleştirisi önemlidir. Nitekim Platon, Gorgias’a atfettiği; “Gorgias Diyaloğu” adlı eserinde, onun retoriğin özüne ve değerine yönelik eleştirisini övmüştür.
Gorgias izafi de olsa nesnelerin düşüncede bir karşılığı olduğunu kabul etmiş ama bu karşılığın varlık olmadığını savunmuştur. Ona göre bir şeyin düşüncede karşılığının olması, o şeyin var olduğu anlamına  gelmemektedir. Bu bakımdan Gorgias, felsefe tarihinde varlık ve varoluş kavramlarını birbirinden keskin bir şekilde ayıran ilk filozof olarak kabul edilmiştir. Onun düşünce sistemi, agnostisizm ve septisizmin yanı sıra, sensüalizm (duyumculuk), pozitivizm ve materyalizm kuramlarını da etkilemiştir.
Gorgias ve İlk Mantık: Reducto Ad Absurdum (Olmayana Ergi) 
Gorgias, varlığın bilinemezliği hakkındaki görüşünü savunurken, aynı zamanda bir ispat yöntemi de geliştirmiştir. Bu yöntem zaman içinde geliştirilerek felsefenin en etkili ispat yöntemlerinden biri haline gelmiş ve yaygın şekilde kullanılmıştır. Bu yöntem, ispatlanmak istenilen yargının tam tersini savunup onun yanlışlığını ortaya koyarak, asıl savunulan yargının ispatlanması yöntemidir. Latince adı; “reducto ad absurdum” olan bu yöntemi biz; “olmayana ergi” ya da “saçmaya indirgeme” adı ile bilmekteyiz.
Gorgias, varlığın bilinemez olduğu görüşünü üç ayrı ilkeye dayandırmış ve bu ilkeleri kendi mantıksal yöntemi ile ayrı ayrı ispat etmiştir. Gorgias’ın ilkeleri şunlardır;
1- Hiçbir şey var olamaz
2- Bir şey var olsa bile kavranamaz
3- Bir şey var olarak kavransa bile, bu kavrayış dil ile ifade edilip aktarılamaz
Şimdi Gorgias’ın bu üç ilkeyi ayrı ayrı nasıl ispatladığına bakalım.
Gorgias, birinci ilkesi olan; “Hiçbir şey var olamaz” tezini ispatlamak için, öncelikle varoluşu üç ihtimale ayırıp, sonra her üç ihtimali de mantıken yanlışlamıştır. Birinci ihtimal, varoluşun yokluktan yani var olmayandan ortaya çıkmasıdır. Bu ihtimal imkansızdır çünkü var olmayan var olamaz. Eğer var olmayanın var olduğu kabul edilirse, o hem var olan, hem de var olmayan olurdu. Bu ise saçmadır ve imkansızdır.
İkinci ihtimal, varoluşun varlıktan ortaya çıkmasıdır. Bu ihtimal de mümkün değildir çünkü önceden var olan, var olamaz. Eğer böyle bir şey kabul edilirse varlığın ya ebedi, ya yaratılmış, ya da hem ebedi hem de yaratılmış olması gerekir. Gorgias’a göre her üç seçenek de mümkün değildir.
Varlık ebedi olamaz. Öyle olsaydı varlığın başlangıçsız ve sınırsız olması gerekirdi. Başlangıçsız olsaydı onun bir zamanı olmayacağı gibi, sınırsız olduğu takdirde bir mekanı da olmayacaktı. Çünkü mekanı olan her şey, başka bir şey tarafından kapsanır. Kapsayan her şey kapsanandan büyüktür ve hiçbir şey sınırsızdan daha büyük değildir. Bu yüzden mekanı olan bir şeyin sınırsız olması imkansızdır. Varlık, kendi kendince kapsanamaz. Çünkü o zaman, kapsayan ve kapsanan aynı olurdu ve var olan şey, iki şey olurdu. Yani hem kapsayan hem de kapsanan olurdu ki bu da saçmadır. Bundan dolayı var olan ebedi ise sınırsızdır. Sınırsız ise mekansızdır. Mekansız ise hiçbir yerdedir ve var olması imkansızdır. Aynı ispat zaman kategorisi üzerinden düşünüldüğünde de geçerlidir.
Varlık yaratılmış da olamaz. Eğer yaratılmış olsaydı, mesele ilk ilkenin ilk ihtimaline, yani varoluşun yokluktan yani var olmayandan ortaya çıkması meselesine dönerdi. Halbuki bu durum zaten varlığın hem var olan hem var olmayan olarak tanımlanması anlamına geleceğinden, yukarıda imkansız olarak kabul edilmiş idi. 
Varlık, ebedi ve yaratılmış da olamaz. Çünkü bu iki durum birbiri ile çelişir. Bu sebeple var olanın var olması mümkün değildir. 
Gorgias bu ikinci ihtimalde varlığın var olamayacağını, varlığın bir veya çok olması seçeneklerine göre de ispatlamaya çalışır. Ona göre varlığın “bir” olması düşünülemez. Çünkü var olanın mutlaka mekan içinde yeri olması gerekir. Bu da varlığın en az üç boyutlu olması demektir. Var olan, uzunluk, genişlik ve derinlik  sahibidir. Bu yüzden her üç boyutta da sonsuza kadar bölünebilir yapıdadır. Dolayısıyla varlığın “bir” olması düşünülemez.
Yine aynı sebeple, varlığın “çok”luğu da düşünülemez. Çünkü çokluk, “bir”lerin toplamından ibarettir. Varlığın “bir” olamayacağı yukarıda ispatlandığına göre, varlığın çokluğu da imkansızdır. Bir var olmadığından, çok da var olamaz.
Böylelikle Gorgias’ın birinci ilkesi için geriye üçüncü ihtimal kalır. O da varlığın, var olan ile var olmayanın karışımından ortaya çıkmasıdır. Bu ihtimal de imkansızdır. Yukarıda da beyan edildiği gibi bir şeyin hem var olan hem de var olmayan olması mümkün değildir. Dolayısıyla var olanın ve var olmayanın karışımı da mümkün değildir. İşte bu yüzden her üç ihtimal de elendiğinden ve var olan var olmadığından, hiçbir şey var olamaz.
Gorgias’ın ikinci ilkesi olan; “Bir şey var olsa bile kavranamaz” tezi, bir önceki bölümde bahsettiğimiz üzere, onun insan duyularının yapısı ve güvenilirliği hakkındaki görüşlerine dayanmaktadır. Gözlerimiz, nasıl suya sokulan sağlam bir kalemi bize kırıkmış gibi gösteriyorsa, tüm duyularımız da aynı şekilde hataya yatkındır. Üstelik iki insanın duyuları ile aynı şeyi aynı şekilde algılaması da mümkün değildir.
Gorgias’ın üçüncü ilkesi olan; “Bir şey var olarak kavransa bile, bu kavrayış dil ile ifade edilip aktarılamaz” tezi ise, onun dil kuramına dayanmaktadır. Bir önceki bölümde beyan ettiğimiz üzere, o, her insanın zihninde oluşturduğu gerçekliğin birbirinden farklı olduğunu kabul etmektedir. Dili oluşturan kelimeler, kavramlar ve yüklemler de izafi olduğundan, kavranılan anlamın, “öznesinde veya aslında olduğu gibi” muhataba aktarımını da mümkün görmemektedir. 
Gorgias’ın felsefi düşünceye armağan ettiği şey, şüphenin ateşten kılıcıdır. Bu kılıç onu kullanmasını bilen ellerde yanlışın ve safsatanın elenip yok edilmesi vazifesini layıkı ile yerine getirecektir. Ancak aynı zamanda, felsefe tarihi boyunca mutlak bilgiyi arayanların ve bu bilgiye ulaştığını düşünenlerin başlarının üzerinde de, Demokles’in kılıcı gibi sallanacaktır. Hatta, hala sallanmaktadır. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...