MESNEVİ AYNASINDA AKLİ RÜYET-I
Kendinden bir şeyler kattın
Güzelleştirdin ölümü de
Ellerinin içiyle aydınlattın
Ölüm ne demektir anladım
Yer değiştiren ben değildim
Farklılaşan sendin
Sendin bana gelen aynalarla
Sendin bana gelen sendin
Sezai Karakoç (Ben Kandan Elbiseler Giydim şiirinden)
Birinci Mukaddime: Diriliş Cephesinden Mevlana
“Mevlana’nın Mesnevi’sini okuyun. Anlatığı baştan aşağı diriliştir.” Üstad Sezai Karakoç’un 16 Haziran 2018 tarihinde, Yüce Diriliş Partisi’nin Haseki’deki İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmayı dinlerken, kalbimde yankılanan bu cümle, uzun zamandır yazmaya niyetlendiğim ama hep tehir ettiğim bir mevzuda, artık yazma vaktinin geldiğini gösteren bir işaret ve bu yazının da başlangıç noktası oldu.
Hakikat kalesinin en muhkem burçlarından olan İslam şiirinin, asrımızdaki sancaktarı ve server-i serbülendi olan Üstad Sezai Karakoç, selef-i salihinden üç İslam şairi için hususi birer eser kaleme almıştır ki bu şairler; Mehmet Akif, Yunus Emre ve Mevlana’dır. Yine üstadın Leyla ile Mecnun mesnevisiyle ve ön sözünde Hadikat’üs Süeda’dan uyarlandığını bildirdiği Armağan adlı piyesi ile Fuzuli’ye, Fecir Devleti şiiri ile de Şeyh Galib’e özel bir atıfta bulunduğunu zikredelim. Üstad, “İslamın Şiir Anıtlarından” adlı İslam Şiiri antolojisini de Mesnevi-i Şerif’in ilk on sekiz beytinin özgün bir tercümesi ile tamamlamıştır. Bunun yanı sıra Sezai Karakoç külliyatı, bir çok meselede Mevlana’ya ve eserlerine yapılan kapsamlı atıflarla örülüdür. Bu sebeple diriliş düşüncesi, aksiyonu ve sistemi açısından Mevlana’nın görüşleri ve eserleri büyük öneme sahiptir. Biz de bu önemin farkındalığı ve şuuru içinde hareket ederek, öncelikle Sezai Karakoç’un perspektifinden Mevlana’ya bakmaya ve onu anlamaya çalışacağız. Daha sonra ise Mesnevi-i Şerif’i, hem İslam metafiziği ve tasavvuf düşüncesi açısından, hem de tarihi – sosyolojik metot açısından tahlil ve tahkik ederek, bu eserin niçin geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir yeri olduğunu ve gelecekte de böyle olacağını beyan edeceğiz. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Üstad, 14.12.2013 tarihinde Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada, yaklaşan Şeb-i Arus törenlerine işaret ederek şunları söylemiştir; “Diyelim ki eğer Mevlana’yı anıyor isek, Moğolların istilasını, İslam aleminin başına gelen felaketleri, o felaketlerde yaşananları ve onlardan daha sonra nasıl kurtulduğumuzu, ne gibi çabalar sarf ederek, neler yaparak tekrar dirilişe kavuştuğumuzu da düşünmemiz, hatırlamamız gerekir. Yoksa sadece geleneksel bir töreni yerine getirmekten ibaret kalmamalı. Onun çevresi, oturduğu zemin, alt yapısı, arka planı nedir, onları da bu vesile ile hatırlamamız lazım.”
Üstadın “Mevlana” adlı eserine göre Şeb-i Arus, hayat – ölüm diyalektiğini aşmanın ve dirilişin ifadesidir; “Her Şeb-i Arus’ta, savrulan kar tanelerinin içinde, birbirini izleyen iki gök harmanili hayal gibi, Şems ve Mevlana’nın arka arkaya kayarak ufuklarda kaybolduğunu görmeyen, sezmeyen göz, ne kadar kapalı bir gözdür. Her Şeb-i Arus’ta, tabut, tahterevandır; içindeki diri, bir hakikat güveyisi, Hz. Mevlana’dır. El üstünde taşıyan müminler, bir düğün alayıdır. Ölüm, düğünün ta kendisidir. Hem de sağdıç olan imam, Hz. Şems’tir. Namaz, alayı harekete geçiren bir miraçtır. Dua, Mesnevi’dir. Ayakların ahengi, ateş nefesli neyden fışkırır. Her Şeb-i Arus’ta, Kubbe-i Hadra, bir fosfor gibi parlar, Şems’i saklayan bir örtü gibi titrer ve sırrını açıp da gösterir.”
Ölümü aşmak ve diriliş, ancak ve ancak tevhidin ve hakiki birliğin idraki ile mümkündür. Fakat hiçbir birey bu idrake kendi benliğinin karanlığında kalarak ulaşamaz. İnsanın, kendini bilebilmesi için, kendi hakikatini müşahede edebileceği bir aynaya ihtiyacı vardır;
“Gönül yolu söz konusu olunca, birincisinin kendi varlığını duyması için ikinci bir “gönül”ün gözükmesi şart haline geliyor. Tek gönül, karanlıklara ve uçurumlara bakan aynadır. Mutlaka ikinci bir “gönül”e bakması, onunla birlikte gözlerini yukarı kaldırmaya cesaret etmesi; ilahi ışık ve şimşekte yanıp kavrulmaması, sevginin hararetinden, idrakin şiddetinden küle çevrilmemesi için daha güvenli, tedbirli bir yoldur. En duyarlı aletten daha duyarlı olan gönül için, bu, bir korkaklık, bir çekingenlik değildir. En yiğitçe atılımların bile bir hazırlığı vardır. Gönlün, büyük birlik ummanında boğulmaması, mutlak “cem”de yitip gitmemesi için, “cem” içinde bir “fark” gibi bir diyaloğa sarılacaktır ruh. Büyük yalnızlıkta sesini yükselterek cesaretini toplayacak, adeta kendi kendisiyle konuşacaktır. Bu, çölü aşmaktır. Sahranın ötesindeki yeşilin serabıdır. İlk fecirdir bu: Sohbetle yola koyuluş ve giderek, Tanrı’nın karşısında tek başına ayakta durma gücüne ermenin başlangıcıdır.”
“Kişi gönlünün tevazuu, kendisinde değil, bir başka gönülde görmek ister tecelliyi, hakikatin tecellisini. Hakikate varışın ilk basamağı olacaktır diyalog. Bir nevi, Mevlana ruh diyaloğunun Eflatun’udur. Muhyiddin-i Arabi’nin bilgin katında, bir nevi tepeden inme gelen hakikatine karşılık, halkı halkalayan bir gönül gönüle söyleşidir, halktan Halık’a yöneliştir Mevlana’nın, Anadolu’nun mizacına bakarak izlediği yol. Sevgisiyle bulduğu, kerametiyle gerçekleştirdiği bu yol. Toplum, kurtulup da büyük oluşumu gerçekleştirdikten sonra, Muhyiddin-i Arabi’nin yolu, gün gelir, büyük istidatta Mevlana yoluyla birleşir. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri’nde olduğu gibi. Mesnevi ile Fütuhat-ı Mekkiyye, Mevlana ile Muhyiddin-i Arabi, O’nda birleşmiş, kaynaşmıştı. Toplumda da öyleydi zaten. Hz. İbrahim’in istediği, kalbin inanç yönünden tatmin olması gerçeğine, adeta tasavvufun cebirini, logaritmasını bularak eren Muhyiddin-i Arabi’nin yanında, Mevlana, petek petek geometrisini örüyor, dostlarla elele, gönül gönüle altın kemerlerin altından ebedi sevgi gülümsemesiyle geçiyordu.”
Mevlana – Şems-i Tebrizi örneğinde olduğu gibi, insanın kendi hakikatini bulduğu ayna bir müddet sonra ortadan kaybolsa da, kendi hakikatini bulan insan, zamanla hakikatin aynasına dönüşmekte ve bu ayna topluma kendi hakikatini yansıtmaktadır. Böylece kendi hakikatini bulan toplum da, hakikatin bir aynasına dönüşecektir.
Tarihi – Sosyolojik Metot Perspektifinden Mevlana
“Veli, kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyen kişidir” der Sezai Karakoç, “Mevlana” kitabında. Bir Hak ve hakikat aşığı olan Mevlana da, bu hizmete, toplumun hizmetine soyunmuştur. Mevlana’nın aynasına yansıyan, Mevlana’nın kendi hakikatini göstererek aydınlattığı ve dirilişe çağırdığı toplum, İslam Milleti’dir ve bu toplum, Mevlana’nın yaşadığı çağda büyük bir yıkım içerisindedir;
“Gün öyle batmış ve ortalığa öylesine bir karanlık çökmüştür ki, sanki güneş bir daha doğmayacaktır. İşte siz gelin de böylesine karamsar bir hisse kapılmış insanları yeniden ışıklı, aydınlık ve güzel günlerin geleceğine inandırın. İnancı, şerefi adeta ayaklar altında çiğnenen milleti, tekrar mutlu günlerin geleceği güvencine kavuşturun. Ve siz gelin, cehennemi yaşayan insanlara, gözle görülür, elle tutulur şekilde cenneti gösterin, yaklaştırın ve tattırın. İşte bunu yapmak görevini yüklendikleri için, Mesnevi ve Yunus Emre’nin şiirleri, hiç bir eserin ve hiç bir şiirin varamayacağı bir maneviyat alemine yükseltebiliyorlar insanı.”
“İslam ve dünyası, dışın büyük hücumlarıyla adeta hayat memat savaşıyla karşı karşıya idi. Anadolu’da yoksul, fakat güngörmüş mümin bir halk, tahammülü aşan güçlere karşı varlığını ve benliğini korumaya çalışıyordu. İşte bu mazlum halkın manevi önderlerinden biri de Mevlana oldu. O, aklın, idrakini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inanan ve güvenenlere. Arif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde. Saf ve temiz gönülden hareket ederek ruha ve düşünceye çıkabilirsiniz. Ruhun sağlamına ve düşüncenin doğrusuna. Kalb, tevazuya götürecektir mümini. Tevazu, ahlakın temeli ve köküdür. Kalb, sevginin yuvası. Tanrı sevgisinin yuvası. Kalb, böylece, ruhun, aklın ve ahlakın merkez noktası oluyor. Somut bir dünyadasınız kalb dünyasında. İmam-ı Gazali’nin ve Muhyiddin-i Arabi’nin getirdikleri, Mevlana’nınkiyle birleşince, üç temel ögesiyle İslam düşünce, duygu ve ilham dünyasının bir bütün halinde idraki ve yorumu mümkün oluyor. İslam düşünce dünyasının sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmanın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları.”
“Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacak, maksadını onun diliyle anlatacaksın. Bir aşk ve coşku dünyası kurmalısın ki, halkı içine çekebilesin.” diyen Sezai Karakoç, 16.02.2013 tarihli konuşmasında kurulması gereken dili ve coşku dünyasını şöyle tarif eder; “Bu dünyada kötülükle de savaşacağız. Ancak sadece kötülükle savaşmak değil vazifemiz, bir de bizatihi iyiliği getirmek, işte odaya mumu getirmektir, Hz. Mevlana’nın dediği gibi.” Bu dil ve coşku dünyası, sadece İslam Milleti’ne değil, ümmet-i davet olan tüm “nas”a hitap etmektedir;
“Mevlana sadece Müslümanlara seslenmiyor, onlara kapanıp kalmıyor. Nehir, İslam nehri, cihan çapında akıyor. Moğolları da, Rumları da, Yahudileri de çağırıyor Mevlana. İslam’ın yeni bir genişlemesinin çağrısını yapıyor. Bir takım insanların, İslam’ın battığını sandıkları bir dönemde, O, tam tersine bir gelişme bekliyor. İnançlı ve umutludur. Bu inanç ve umutla haykırıyor. Nitekim, yüz yıl sonrası Anadolu’suna baktığımızda, bütün Moğolların, bir çok Hristiyan ve Yahudi’nin Müslüman olduğunu ve Müslümanların yeniden büyük devletlerini kurduklarını, medeniyetlerinin parlak bir dönemini başlattıklarını görüyor ve o umudun, o çağrının boşuna olmadığını anlıyoruz.”
Üstad, Mevlana’nın tüm siyasi ve sosyal ilişkilerini, bu perspektifin sistemli ve hesaplı bir parçası olarak görür. Mevlana’nın mektuplarını da bu bağlamda değerlendirmektedir. Nitekim Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı 14.12.2013 tarihli konuşmasında da bu görüşünü açıkça ortaya koymuştur;
“Mevlana’nın mektupları vardır. Mesnevi’si vardır, Divan-ı Kebir’i vardır, daha başka eserleri vardır, bir de bu arada mektupları vardır. Mektuplarında diğer büyük zatların mektubatlarındaki durum çok görülmez. Öbür zatların, diyelim İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı var. Onun orada mektup yazdığı zatlar müritleri, halifeleridir. İmam-ı Rabbani orada dinin esaslarını, tarikatın esaslarını, maneviyatın esaslarını anlatır. Mevlana da bunları eserlerinde zaten anlatmıştır. Yani diyelim Mesnevi’de ve diğer kitaplarında zaten bunları görüyoruz.
Fakat mektuplarında bu tarzı görmeyiz. Mektuplarına baktığımız zaman daha çok gördüğümüz şey şudur: Diyelim ki bir yerin müftüsüne veya valisine yazılmış bir mektuptur, bir yerdeki bir zata yazılmış bir mektuptur ve genellikle o memlekete gönderilen bir adamın, diyelim ki bir hoca göndermiştir oraya, onun tayininin yapılması, ona bir görev verilmesi, medresede hocalık verilmesi veya başka görevler verilmesi için yazılmıştır bu mektuplar. Yoksa dinin esasları veya tasavvufun esasları ile ilgili notları ve düşünceleri diğer eserlerinde vardır. Mektuplarında daha çok pratik bir amaç güdülmüştür. Nedir o? Anadolu’nun muhtelif yerlerine gönderilen kişiler ile ilgili ricalardır bu mektuplar. Oranın büyüklerine, insanlarına veya vazifelilerine yazılan ricalardır.
Biz bunu nasıl yorumlarız? Evet, Anadolu büyük bir deprem geçirmiş, manevi bir deprem yaşamış ve her şey yerinden oynamış. Ruhlar sarsılmış, neredeyse imanı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır Anadolu o sırada. Çünkü çok büyük bir felaket geçirmiştir. İşte Mevlana onun onarımı ile meşguldür. Tabi her yere bir insan yerleştirmek, her memlekete bir insan göndermek gerekir bunun için. Mevlana mektupları ile bu görevi yapmaktadır. Mevlana’dan sonra oğlu Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi de hep aynı yolu tutmuştur. Her tarafa insan göndermişlerdir. Bunlar sadece ve sadece Mevleviliği yaymak için gitmemişlerdir. Anadolu tekrar İslam toprağı olsun, yeni baştan müminlerin ülkesi olsun, mamur ve her bakımdan güçlü olsun diye, bir kadronun bir neslin yetişmesi lazımdır. Bunlar işte bu görevi yapmışlardır.”
Mevlana’nın Düşünce Çizgisi ve Öncülleri
Mevlana, klasik İslam şiirinin hikemi tarzını sürdürmüştür. Bu çizgi Kelile ve Dimne mesnevisinden, Hakim Senai’nin ve Attar’ın eserlerine kadar ulaşan bir arka plana sahiptir. Üstad Sezai Karakoç, “Mevlana” adlı eserinde bu çizgiyi özellikle vurgular;
“Kelile ve Dimne, insanlara hayvan hikayeleri aracılığıyla ahlaki öğütler veriyor. Senai ve Attar bu hikayeleri ulvi bir amaç için kullanma yolunu açıyorlar. Mevlana onları hoca olarak görüyor ve izlediğini söylüyor. Ama, onda bu sanat, büyük virtüözüne kavuşmuş oluyor. Hikayeler düşüncelerden, öğütler hikayelerden, hikmetler öğütlerden ayrılmaksızın, ruhun büyük senfonisini dinletiyorlar bize. Mesnevi’yi okumaya başlamak, onunla hemhal olmak, yıllar yılı onunla yoğrulmak, bir değişim sürecine girmek ve onu yaşamaktır.”
“Mevlana lirizmi, metafizik bir lirizmdir. Estetik, büyük ahengin kelimelere yansıması şeklinde kendini gösteriyor. Nağmeler, maneviyat bayrağının dalgalanış ve titreşiminden oluşuyor. Senai, şiirden dervişliğe giderken, Attar, bir tarafında şairlik, öbür tarafında dervişlik, kanat çırpıyor. Mevlana ise, adeta günlük dili şiir dili olan bir öte alem zümrüd-ü ankasının duyarlılığıyla, yeşile, pembeye, maviye boyuyor gökleri.”
Bu vurgunun işaret ettiği önemli bir husus da, Mevlana’nın görüş ve eserlerinin “anlık” bir değişimin değil, bir “sürecin” neticesi olduğudur. Bu süreç Mevlana’nın öncülleri ve hocaları ile başlar, onun şahsi tekamülü ile devam eder;
“Kimileri sanır ki, Mevlana’da belli bir andan sonra ansızın büyük bir değişiklik olmuş, birdenbire, olduğundan bambaşka bir Mevlana doğmuştur. Oysa, hiçbir değişim ve oluşum, birdenbire olmaz. Derinlerde, görünmeyen planda, yavaş ve uzun bir hazırlanma dönemi olur. Bir deprem gibi. Biz sanırız ki, deprem ansızın olur. Gerçekteyse, kim bilir, toprağın derinliklerinde, ne kadar zaman, nice fiziki ve kimyevi etki, karşı etki oluşum serilerinin birbirini izlemesinden sonra, yer altına sığmayacak hale gelen patlamanın yeryüzüne çıkması zaruret haline gelmekte. Patlama, volkanik dağ uçlarında, yanardağların harekete geçmesi, faaliyete başlaması şeklinde olur, nispeten düz yerlerde de, sarsıntı biçiminde kendini belli eder.
Ruhtaki oluşumlar da bir bakıma böyledir. Yalnız şuurumuzun değil, şuuraltımızın da uzun bir sürede kendine mahsus bir tarzda bir eğitim alması söz konusudur. Anonim arketiplerin şuur altında şahsileşmesi, bir hayli çile sonucu gerçekleşen mutlu bir olaydır. Bir ruhun olgun, ama taptaze, yeni, hatta beklenmedik bir kişilik, deyiş ve görünüşle ortaya çıkması, ruh derinliklerindeki depremin yüzeye vurmasının bir belirtisi olduğu kadar ve daha çok, bir gülün yavaş yavaş olgunlaşarak birden açılışında olduğu gibi, tabii gelişmesinin bir meyvesidir.”
Üstad, Mevlana’yı, İmam Gazali ve İbn Arabi’nin fikri takipçisi olarak görür. Ancak bu takipçilik kuru bir taklitçilikten ibaret de değildir. Mevlana, seleflerinin tefekkürünü kavrayıp yeniden yorumlamış, bu tefekkürden yola çıkarak devrine ve kendi misyonuna has bir metot, evrensel derecede etkili bir dil ve çağların ötesine ulaşan aşkın bir anlam dünyası inşa etmiştir.
Sezai Karakoç’a göre Mevlana’nın fikir, eylem ve eserlerinde tezahür eden diriliş hamlesi, İmam Gazali’nin İhya gayretinin yeni bir safhasıdır. Üstad 20.04.2013 tarihli konuşmasında bu müşterek gayreti şöyle ifade eder;
“Geçmişteki krizlerin ilki, var olma krizi olarak doğmuştu. İslam doğduktan sonra, Eski Yunan Medeniyeti ile, felsefeleri ile ve Doğu felsefeleri ile karşılaştı. İşte o büyüme anında, o felsefeler ile hesaplaştı. Onlardan ne alacak, onlara ne verecek, onlarda neyi düzeltecek, işte bunun muhasebesini yaptı. Abbasiler zamanında oldu bu. Tabi her büyük hesaplaşmada olduğu gibi, buhranlar doğdu. Yabancı dilde kriz denir, bizim dilimizde buhran. İşte bu krizi, o zamanki felsefi, fikri, ruhi krizi, İmam Gazali, Muhyiddin Arabi, Mevlana gibi büyük zatlar, büyük bilginler, büyük ruh adamları yetiştirerek yenmiştir. Batı medeniyetleri ve Doğu medeniyetleri arasında yeniden doğan İslam Medeniyeti, bu imtihanı, bu sınavı başarı ile vererek, varlığını, var oluşunu ispat etmiştir. Ondan sonradır ki, onu Batı da Doğu da kabul etmiş ve sonunda, ondan da büyük çapta yararlanmışlardır. Eğer bugün ortak bir dünya medeniyeti varsa, insanlık bunu İslam Medeniyeti’ne, İslam’a borçludur.”
Üstad “Mevlana” adlı eserinde İmam Gazali”yi de şöyle tanımlar; “Şeriat nedir, tasavvuf nedir, nübüvvet ve velayet kavramlarının hakikati nedir, tasavvuf ile felsefenin kesin farklılığı nereden kaynaklanıyor gibi soruların cevabını net olarak Gazali düşüncesinde buluruz. Gazali böylece, medeniyet katına yükselmiş İslam düşüncesini, sapmalardan, materyalizm ya da sahte spritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp yine asıl doğrultusuna, doğru yola (sırat-ı müstakime) oturttu. Öleyazan ilmi diriltti. Din ilimlerinin dirilişini gerçekleştirdi. İlim yolunu yeniledi, tazeledi. Düşünce alanında yeni bir zenginliğin tohumlarını saçtı tarih tarlasına. Adeta kıyamete kadar sürecek bir pay sahibi oldu kendinden sonraki bütün İslam düşüncesi gelişmelerinde…
İslam Milleti yine ruh ve zihin sağlığına kavuştu. Fakat galip ihtiyaç, zihin planında idi. Tasarruf da bilhassa o alanda oldu. İmam-ı Azam’ın kaideleştirdiği İslam hayatının düşünce formunu İmam-ı Gazali çizdi. İslam medeniyeti ilerleme ve gelişmesinin adeta sembol kafası oldu o…”
Üstada göre İmam Gazali’nin geliştirdiği ihya düşüncesinin bir sonraki aşamasını İbn Arabi temsil etmektedir;
“Gazali’den aşağı yukarı yüzyıl sonra Muhyiddin-i Arabi, ruhun sırrını kurcaladı. Hilkatin hikmetlerini sezmeye çalıştı. Varoluş ahenginin arka planını anlamlandırmak istedi. Böylece, belki, Gazali’nin geniş bir alanda perçinlediği hakikatlerin özüne inmek ve ruh cephesindeki çehresiyle hakikatin çıplak fotoğrafını yakalamak, en mücerret planın şifresini çözmek işine girişti. Fizik ötesinin mücerret dünyasına, akıl ötesi bir usulle, ilhamla erişmeyi denedi. Rüyasında Peygamber ona kitap uzattı. Çağının bilginleri ve mutasavvıfları ile görüşerek vardığı hakikati sınavdan geçirdi. Mutlak hakikati, mümkün olduğu kadar ona yaraşır bir lisanla anlatmak imkanını zorladı. Nispi olanla mutlak olana nüfus etmenin en başarılı atılımının sahibi oldu. Kur’an-ı Kerim’in ruh açısından büyük yorumunu insanlığa armağan etti. Nice ayetin esrarına, O’nun ışık ve ayna tutması sayesinde erdik. İslam ruhunun soyut cephesini soyut bir dille ifade etme sanatının doruğuna erdi. Materyalizme kayma eğilimine karşı, ruhun zaferini terennüm etti. İbn Rüşd’ü sarartan Endülüs’ün ruh şafağından bir gök kuşağı çizdi. Ruhun asıl, maddenin gölge olduğu ortaya çıktı O’nunla. Gölge oyunlarının aldatamadığı hakikat üstadı denebilir O’na. Velayetinin büyüklüğüne bakıp onu “son veli” sandılar. Son veli değildi ama, son velinin de üzerinde hakkı olacak bir veliydi. Kimileri de ona “Şeyh-i Ekber” dediler. En büyük şeyh anlamında. En büyük şeyhlerden olduğuna şüphe yok. İmam-ı Gazali “kafa” dünyasının sembol hocalarından biri ise, Muhyiddin-i Arabi de “ruh” dünyasının baş pirlerindendir.”
Mevlana; “Attar ruh idi, Sezai ise iki göz. Biz onların izinde yürüdük” diyerek Ferideddin Attar ve Hakim Senai’nin İslam düşüncesindeki ve tasavvuftaki merkezi konumlarını ifade etmiş idi. Üstad da İmam Gazali’yi “kafa” (zihin – akıl) ve İbn Arabi’yi “ruh” dünyasının baş önderleri olarak konumlandırmıştır. Böylece Mevlana’ya ait tefekkür kubbesini taşıyan dört sütunu belirleyerek ve Mesnevi-i Şerif’in duvarlarının hangi harçla örülüp beyit beyit yükseldiğini işaret ederek, hem Mevlana’nın hem de Mesnevi-i Şerif’in doğru anlaşılmasına giden yolu aydınlatmıştır.
Üstada göre İbn Arabi’nin Haçlı seferleri dönemindeki mücadelesi, İslam Milleti için bir diriliş nefesi olmuştur; ” Haçlı olaylarının çizdiği hazin tablo, Muhyiddin-i Arabi gibi ümmet ulularının maneviyatında bir rahne açamamış, karamsarlık ve umutsuzluk bulutları bu yüce gönülleri kaplayıp karartamamış, o yüzden de, karşılaştıkları zatlar ne kadar erişilmez olursa olsun, sonra geleceklerin belki de onlardan da büyük olabileceği iyi zannını taşımışlar ve belirtmişlerdir. Bu yüzdendir ki, diğer büyükler gibi, Muhyiddin-i Arabi de bir köşeye çekilip imanını kurtarmaya çalışmakla yetinme gibi bir yolu tutmamış, yolları urgan gibi beline dolayarak şehir şehir, ülke ülke dolaşmış, bilginleri aramış, onlardan yeni bir şeyler öğrenmek istemiş ve kendi bildiklerini ve bulduklarını da, istidatlı gördüğü kişilere, gençlere, soyunun getirdiği cömertlikle, öğretmiş, adeta güneşin ışığını ortaya saçması gibi, bilgi ve iç alem görüşlerini sergilemiştir.”
İbn Arabi’nin Endülüs’ten Mağrib’e, Mısır’dan Hicaz’a, Bağdat’tan Konya’ya ve nihayetinde Şam’a uzanan aralıksız yolculuğu ile Mevlana ailesinin Belh’ten Anadolu’ya ulaşan yolculuğu arasındaki benzerlik, her iki yolculuğun da büyük bir coğrafyayı adım adım, meclis meclis ilim ile nakşetmiş olmasından kaynaklanır. Bununla birlikte, İbn Arabi ile Mevlana arasında son derece ince ve ince olduğu kadar da önemli bir metot farklılığı vardır. Üstad “Mevlana” adlı eserinde bu metot farklılığını, tasavvuf sahasına vakıf olma iddiasındaki bir çok şeyh, alim ya da akademisyenden kat be kat açık bir feraset ve berrak bir lisan ile şöyle izah etmiştir;
“Muhyiddin-i Arabi’nin hem üvey oğlu, hem öğrencisi, hem öğretisinin devamcısı büyük bilgin Sadreddin Konevi, Mevlana’nın dostu idi. Şeyh-i Ekber’in yolu da, ulvi bir unsur olarak Anadolu’nun ruh kumaşında altın çizgilerini işleyecekti. Ama, tümüyle o yolu izlemek mümkün değildi.
Halkların, toprakların mizacı kolay kolay değişmiyor. O büyük soyutun Mevlana öğretisinde daha somut bir karşılığı vardır. Söylenen aynıdır, söyleyiş farklıdır. Varılan nokta aynı, fakat çıkış noktası farklıdır. Muhyiddin-i Arabi, hep “Tek”i görür, bütün çokluğun içinde O’nu ve yalnız O’nu. Eşya, insan, yer, uzay, gökler ve ışık, adeta bir ayrım olmaksızın, İlahi tecelliye sahne. İnsan-ı kamil, fazladan olarak bu tecellinin ayrıca şuuruna varmış olandır. Kainatın göz bebeği gibi, yüzüğün kaşı gibi, büyük tecelliye kavuşmuş. Bu şuurdandır ki, onu nur tecellilerinin şimşekleri ve yıldırımları yakmıyor. Bu inanç onu koruyor; bu biliş ona kalkan oluyor. Tanrı, eşyayı kendi ışığıyla aydınlatıyor ve karanlıklardan kurtarıyor. Vecd ve aşk içinde hep bu ışıkları ve bu nurları yaşıyoruz.
Mevlana ise, insanı, hep insanı bakış nişangahına almış durumda. Eşya ve dünyayı bir tarafa bırakıyor. Kozmik bir bakışla görmeye girişmiyor. İnsana elini uzatıyor, ikisi el ele Tanrı’ya doğru yola çıkıyorlar. Gönüller, el ele oluş gibi, birbirine bakarak, bu somut sevgiyle büyük sevgiye varmak yolu tutuluyor. Denebilirse, MUHYİDDİN-İ ARABİ TÜMDEN GELİYOR, MEVLANA İSE TÜME VARIYOR.”
Mevlana’nın Zamanı Aşan Etkileri ve Çağa Yansımaları
Mevlana, Selçuklu hükümdarına ve onun şahsında dünya saltanatıyla böbürlenen tüm geçici hükümdarlara hitaben; “Ben tahttan inip tabuta binen şahlardan değilim. Benim manadaki saltanat fermanımın ünvanı; “Halidine fiha ebeda” (Orada ebediyyen kalıcıdırlar. Ahzab 33/65) ayetidir” derken, temsil ettiği dirilişin, anlam ve hakikatin zamanı ve mekanı aştığının farkındadır. Bu yüzden Mesnevi-i Şerif, mutlak hakikate yönelen ve onu bulan yapısıyla muhkem olmakla beraber statik değildir, hitap ettiği çağa ve insana bağlı olarak devinim halindedir. Özü bir pergelin odak ayağı gibi sabit olsa da, biçim ayağı hareketlidir ve bu ayağın çizdiği daire sürekli genişleme halindedir. Mesnevi-i Şerif, sanki hala yazılmaya devam etmekte, sanki her okunduğunda yeni anlamlar yüklenmektedir. Üstad Sezai Karakoç bu dinamiği, 09.03.2013 tarihinde Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada şöyle tarif etmiştir;
“Bir amaç için bir yola çıkarsınız ama, sonra karşınıza bambaşka konular çıkar. Sizi cezbeden, çeken bir çok konular. O zaman insan kendini kaptırabilir. Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında da böyle bir durum vardır. Aşk Sarayı’na giderken, bin bir tehlike ile karşılaşır, cadılar, şeytanlar, şunlar, bunlar. Onlarla savaşa savaşa gider. Bu bir semboldür. Bir hakikate varmak için, bütün insanlar bu savaşı verirler.
İşte diyelim ki Mesnevi altı cilttir. Ama demiştir ki Mevlana Hazretleri, bu burada bitmiyor. Hatta demişler ki yedinci bir cilt var. Bir yerde başlıyor, yirmi yedi bin beyit şeklinde akıyor, fakat yine de devam eder o. Zaten bunun temeli Kur’an-ı Kerim’de de vardır. Hani bütün sular mürekkep olsa, bütün ağaçlar da kalem olsa, Allah’ın sözünü yazsalar, o bitmez, tükenmez. Kur’an-ı Kerim onun özetidir. Allah’ın nimeti sonsuzdur, kelamı da öyledir. Ancak biz onun mucizevi özelliği sebebiyle, Kur’an-ı Kerim’i okuyunca bütün kelamının anlamını idrak ediyoruz. Özünü bize vermiş o, bizim için o yeterlidir.
Çünkü hayat sınırlıdır. Bu dünya hayatı sınırlıdır, geçicidir. Ebedi olan öbür dünyadır. Öbür dünya da cennet de nedir temelde, Allah’ın güzelliğini sürekli müşahadedir. Yani orada sonsuzluk var sonsuzca. Ama bu dünyada onun bir örneğini görmek istiyorsak, işte Kur’an-ı Kerim. Ondan bir avuç verilmiş bize, cennetten bir panorama, manzara, alan için. Bir soluk, bir nefes, bir ruh. Onu aldık mı, öbür dünyadaki o cennetin ne olduğunu az çok idrak etmiş oluruz. Şimdi bu amacı kaybetmemek, en önemli nokta budur. Yola çıkarken ki amacı kaybetmemek lazım.”
Görüldüğü üzere, Sezai Karakoç ve diriliş düşüncesi üzerinde, Mevlana’nın saf tefekkürünün ve eserlerinin ışıldayan yansımaları vardır. Son devir İslam düşüncesi içerisinde, Mevlana’nın bir diğer takipçisini özellikle zikretmek gerekir. “İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası” adlı eseriyle, çağdaş İslam düşüncesine yön veren isimlerden olan Muhammed İkbal Lahori, ilhamını Mevlana’dan alan büyük bir İslam şairi ve mütefekkiridir. Bu sebeple kendisine “Rumi-i Asır” yani çağın Mevlana’sı vasfı layık görülmüştür.
Muhammed İkbal, Cavidname adlı eserinde Mevlana’yı, kendisini dünyadan alıp semavata yükselten ve bu yükselişte her feleğin sırrını öğreten manevi bir rehber olarak tasvir eder. İkbal’in Esrar-ı Hodi, Peyam-ı Maşrık, Armağan-ı Hicaz, Bang-ı Dara gibi eserlerinde, hikmet ve hakikat rehberi olarak kürsüde hep Mevlana vardır.
“Ben Mevlana gibi Kabe’de ezan okudum. Can sırlarını ondan öğrendim. Eski çağın fitne devrinde o vardı, bu çağın fitne devrinde de ben varım” diyen Muhammed İkbal, Mevlana’yı ve daima onun manevi huzurunda olarak gördüğü kendi ahvalini şöyle tarif eder;
“Onun canı alevler saçar. Ben onun yanında kıvılcım gibi bir an yanıp sönen bir parıltıyım. Yanan bir mum, pervaneme hücum etti. Kadehime şarap doldurdu, baskın verdi. Pir-i Rumi, toprağı iksir yaptı. Benim tozumdan tecelliler gösterdi. Çöl toprağından bir zerre, güneşin ışığını zapt etmek için yola çıktı. Bir dalgayım artık, parlak bir inciyi varlığa getirmek için onun denizine yerleşiyorum.”
Şüphesiz ki Mevlana’nın yaşadığı çağdan günümüze kadar gelen zaman içinde, onun fikir ve eserlerine muarız olan alimler ve mezhepler de vardır. Bu alimleri ve mezheplerini de yeri geldikçe değerlendireceğiz. Çünkü bir fikri tam olarak öğrenebilmek için, o fikrin karşıtlarına da kulak vermek icap eder. Bu sebeple biz de hem Mevlana’nın tenkit ettiği mezheplere, kelam ve felsefe akımlarına, hem de Mevlana’yı tenkit eden görüşlere, hakikate ulaşmak gayesiyle bir bütün halinde yaklaşacağız. Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan çıkar kaidesini esas kabul edeceğiz. Lehte ve aleyhte sözü olan her alimin söyledikleri üzerine düşüneceğiz.
Bizim bu meselede şiarımız şudur: Zihnimizde bir oda tahayyül etmekteyiz. Sedirlerle kaplı eski bir medrese odası. O odada, Hasan Basri ile Vasıl b. Ata’nın, İbn Sina ile Gazali’nin, İbn Arabi ile İbn Teymiyye’nin, Mevlana ile Fahreddin Razi’nin ve daha nice alim ve arifin, fikirlerinde ve eserlerinde müşahhaslaşmış olan ruhaniyetleri beraberce oturup hararetli bazen de şiddetli münazaralarda bulunurlar. O odanın eşiğinde durup içeriye kulak kabartmak, onlardan bir cümle ya da bir kelime olsun bir şeyler öğrenmek, bu hayattaki en büyük saadetlerimizdendir.
Dikkatle dinleyenler, dinlemesini bilenler için, bu hararetli münazaralarda, İslam düşüncesinin hiç durmayan ve kıyamete kadar da durmayacak olan kalbi atmaktadır. Kanaatimizce her Müslüman aydın, zihninde böyle bir oda bulundurmalı, çağın dertlerinden bunaldığında ya da o dertlere bir deva aradığında, mutlaka o odada konuşulanlara kulak kabartmalıdır. Bunun için de her şeyden önce, o odada konuşanları birbirinden ayırmadan edep ile dinlemesini bilmelidir. İlmin başı da dinlemesini bilmektir.
Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’ine “Bişnev” yani “dinle” nasihatiyle başlamasının belki de en önemli sebebi bu hakikattir. Dinlemesini bilen, dilden manaya ulaşır, manadaki hakikati idrak eder. Hakikati idrak ise Hakk’ı idrak demektir. Bu yüzden Hz. Mevlana, Mesnevi-i Şerif’inde şöyle buyurmuştur;
Âdemi mahfist der zir-i zeban
İn zeban perde est ber dergah-ı can
Tire peran bin ve na peyda keman
Canha peyda ve pinhan can-ı can
İnsan dilin arkasında gizlidir
Bu dil, can kapısının girişinde bir perde gibidir
Atılan oka bak ki yayı görünmüyor
Canlar görünse de canın canı gizlidir