25 Nisan 2019

FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE – III


FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE–III


Bergama Kütüphanesi
Özne – Nesne Ayrımını Aşan Öz – Arkhe İlişkisi 
Akıl, sahip olduğu tefekkür kudretini, hislerin evrenden topladığı verilere yöneltmek suretiyle, evrenin temel niteliğinin niceliksel bir düzen olduğunu kavradığında, benliğin özneliği ile nesnenin farklılığını aşan mutlak bir varlık idrakine ulaşır. Bu idrak, yokluğun karşısında varlığın idrak edildiği ve özne – nesne ayrımını önceleyen ilk varlık idraki ile karıştırılmamalıdır. İlk varlık idraki, benlik bilincini, ayniyet – gayriyet farklılığına dayalı özne – nesne ayrımını ve bu ayrım doğrultusunda gelişen nicel ölçümlü kategorik eşya tasnifini mümkün kılmıştı. Mutlak varlığın idraki ise, vücud (varlık), mevcud (var oluş), kevn (oluş) ve mükevvenat (oluşumlar) arasındaki ayrımların keşfini mümkün kıldığı gibi, mutlak varlığın saf hali ile mazharları arasındaki bağıntıları da düşüncenin konusu haline getirmiştir. 
Mutlak varlığın idraki, öznedeki özün ve benlikteki bilincin, mevcudun tekvin biçimini aşan ve vücud adı verilen bir asla dayandığının ve bu aslın soyut bir tümel olarak akli rüyetin konusu olduğunun kavranması ile gerçekleşir. Bu kavrayışa konu olan öz, aynı zamanda evrendeki nesnel varlığın da aslı ve kozmostaki düzenin kurucu ilkesi olarak tefekkür edilecektir. Dolayısıyla arkhe arayışı, sadece özün değil, aynı zamanda bu özün kozmosla bağlantısını sağlayan formun ve formülün de arayışı olmuştur.
Bu meseleyi, Farabi’nin Kitab’ul Burhan’ında kullandığı terminolojiyi esas alarak şöyle ifade edebiliriz; İnsan, mutlak varlığa tekabül eden ve “sayı olmayan” Bir’i, kendi bilincine ve benliğine yüklenmiş olan mevcudiyetinde bulduğu ferdiyetten yola çıkarak keşfeder. Halbuki bir yüklem olan bu mevcudiyete dayalı ferdiyet, özü idrak edilmediği müddetçe sadece “sayı” olan birdir ve “sayı olma” vasfıyla aynı zamanda “iki”nin ve “üç”ün  idrakine bağlıdır. Özne, nesne ve her ikisi arasındaki ayrımın aslında üç şey etmesi gibi. Bu yüzden  Farabi’nin deyimi ile, ferdin aslında özne, nesne ve her ikisi arasındaki ayrımdan ibaret olan üç “şey”liği barındıran birliği ve bu ayrımda nesneyi ifade eden ikilik, “sayıda mevcut olan” teklik ve çiftliktir. Bu bağlamda Hz. Resulullah’ın (SAV), tek sayıların ilki olarak “üç”ü ve çift sayıların ilki olarak “iki”yi bildirdiği hadis-i şerifini hatırlayalım ki bu hadis-i şerife, İbn Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinde özel bir önem atfedilmiştir. Çünkü İbn Arabi’ye göre bu hadis-i şerifte verilen bilgi, hem akli rüyete ait bir keşif ile, hem nebiden gelen şer’i bir nakil ile, hem de matematiksel bir ilkeyle sağlaması yapılmış müşterek ispatlı bir bilgidir.
Farabi, teklik – çiftlik kavramlarının niceliksel mütekabil yapılarına benzer bir misyonu, geometrideki “doğruluk” ve “eğrilik” kavramlarına da yüklemiştir. Bununla birlikte Farabi, “tek” ve “çift” sayıların ya da “eğrilik” ve “doğruluğun”, bütün nicelikleri ifade edemeyeceğini vurgulamıştır. Ona göre tüm nicelikleri ifade edebilecek ve tüm sayıları karşılayabilecek mütekabil kavramlar “eşit” (yani denk ya da aynı seviyede anlamında müsavi) ve “eşit değil” kavramlarıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala’nın Zat-ı Mutlak’ını ifade eden ayetler de, insani idrake bu kavramın türevleri ve muadilleri ile hitap eder; “Ve lem yekun lehu kufuven Ahad” (O’na denk olan başka bir yoktur. İhlas 112/4) ve “Leyse ke mislihî şey’un” (O’nun misli gibi olacak hiçbir şey yoktur. Şura 42/11)  ayet-i kerimelerinde olduğu gibi. 
Dolayısıyla insani idrak, fiziki alemin matematiğinden yola çıkarak, mevcudun tamamına denk olmayan vücuda yani var olanları aşan bir varlık kavrayışına ulaşmıştır. Kozmos tasavvuru, bu varlık kavrayışının içlemidir ancak içleminin tamamı değildir. Sayının “bir”inden ulaşılan “Mutlak Bir” gibi aşkın kavramlar, bu anlamda metafiziğin temelini oluşturur. Böylece metafizik, bir yönden aşkın olanı, bir yönden aşkın olanın fizik dünyadaki varlık yüklemleri ve oluşlar ile bağlantısını ve bir yönden de bu bağlantının tüm sabit ve değişkenlerini muhtevi olan formüllerini konu edinecektir. Antikitede teşekkül eden Miletos Okulu’nun arkhe arayışı da, Platon’un ideleri de, Aristoteles’in kategorik maddi formları da, Plotinus’un sudur teorisi de, Yahudi – Hristiyan – İslam teolojileri çerçevesinde teşekkül eden kelam ve felsefe sistemleri de, hatta Batı Medeniyetindeki aydınlanma çağının kurucu düşünürü kabul edilen Descartes’in bilinçten benliğe, benlikten varlığa, varlıktan öze ve hakiki mutlak öz olan Tanrı’ya ulaşma yöntemi de, hep aynı gayeye ulaşmaya yönelen formül denemeleridir. 
Miletos Okulu ve Arkhe Arayışı
İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” tespitini doğrular şekilde, felsefenin miladı kabul edilen arkhe arayışının ilk olarak bir İyonya şehri olan Miletos’ta tarih kaydına geçtiğini görüyoruz. Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin gölgesinde, nebevi rüzgarların serinliğinde ve serbest deniz ticareti trafiğinin ortasında gelişen Miletos, Yunan – Pers savaşlarının muharebe alanı olacağı yıkım çağının yaklaştığından habersiz ve Akdeniz havzasına mahsus dingin bir ruh haliyle, uçsuz bucaksız iki maviliğin birleştiği ufkun ötesine, bereket dolu denizin enginliğinin ve yücelik yurdu göğün ihtişamının arkasındaki asıl hakikate yönelmekteydi.
Ancak Miletos’ta görülen arkhe yani varlığın temel ilkesi arayışını felsefi milat kılan şey, bu arayış ve yönelişin başlangıç olması değildir. Bu arayış ve yönelişin yazılı kültür öncesi döneme kadar uzandığını ve Miletos’u önceleyen daha eski medeniyetlerde de var olduğunu daha önce vurgulamıştık. Miletos Okulu’nun arkhe arayışını öncüllerinden ayıran ve felsefi anlamda milat yapan husus, bu okulda ortaya çıkan “arayış yönteminin”, sistematik bir düşünce yapısının başlangıcı olarak kabul edilmesi olmuştur.
Bu felsefi miladı belirleyen ayrım, Yeni Kantçı ekolün önemli düşünürlerinden Heinrich Rickert ile, takipçisi Max Weber arasındaki görüş ayrılığında temellenir. Rickhert’e göre, bilimin özü ve temeli; “kavram oluşturmak”tır. Weber’e göreyse, bu tanım eksiktir. Bilimin özü ve temeli, sadece tutarlı bir kavramsal yapı oluşturmakla tanımlanamaz. Aynı zamanda bu kavramlaştırma faaliyetine esas olan verilerin mantıksal ve sistematik yöntemlere dayalı süreçlerle işlenmesi gerekmektedir. Yani belirleyici olan kavramın keşfi değil, yöntemin inşasıdır. Dolayısıyla Miletos Okulu’nu felsefi anlamda milat yapan şey, bu okulun fizik alemin matematiğinden yola çıkan mantıksal ve sistematik yöntemidir.
Miletos Okulu’nun kurucu ismi olan Thales, Mısır’da öğrendiği matematik, geometri ve astronomi disiplinlerini ve bu disiplinlere ait bilgiyi kendi katkılarıyla geliştirmesinin ötesinde, bu disiplin ve bilgileri, varlığın aslını araştıran ontoloji ilminin yapı taşları haline getirerek, felsefi yöntemin oluşumuna büyük katkı sağlamıştır. Thales’in arkhe olarak belirlediği “su”, sadece varlığın temel ilkesini değil, bu ilkenin kozmosu etkileyen bağlamını da ifade eder. O, varlığın ilkesi ile maddenin saf hali olan hyle (heyula) arasındaki bağlantıyı zoe (canlılık) vasfı üzerinden kurar ve son derece isabetli bir bakış açısı ile, canlılık vasfının mezahir ve menbaını; “su” unsuru olarak tespit eder. Thales’in bakış açısının isabeti, Kur’an – Kerim’de de tasdik edilmiştir; “Ve cealna minel mai kulle şey’in Hayyin” (Ve biz canlı her şeyi su ile var ettik. Enbiya 21/30). Ayet-i kerimenin yapısı, “külli şey” (her şey – bütün şeyler) ibaresi ile, Thales’in maddedeki canlılık vasfını, maddenin inorganik yani cemadat dediğimiz, görünür organik yaşam formu taşımayan halinde dahi var kabul eden; “hilozozizm” (hyle – zoe – izm) teorisini de kapsamaktadır.
Thales’in öğrencisi Anaksimandros, hocasının maddedeki canlılık üzerinden tanımladığı varlığın temel ilkesini, maddenin sınırlarının ötesine taşıyacaktır. Anaksimandros’un “arkhe”si “apeiron”dur. Apeiron, bütün varlıkların kaynağı olan, sınırsız, belirsiz, sonsuz ve bütün haldeki varlıktır. Zamanın dışındadır. Yokluktan gelmeyen ve yok olmayandır. Tüm varoluşların özüdür. Apeiron kavramı ile birlikte, varlığın temel ilkesi nesnel dünyadan tamamen soyutlanmıştır. Böylece hakiki varlık, nesnel dünyadaki unsurların sürekli değişen yapılarının gölgesinden sıyrılarak “mutlaklık” sıfatıyla tanımlanmış, üstelik bu sıfat, hakiki varlığın “zati” özelliği olarak benimsenmiştir.
Anaksimandros, mevcudatta müşahede edilen birbirine zıt sıfatların, ayrışmamış bir bütün olarak “apeiron” un özünde saklı halde bulunduklarını savunur. Ona göre bu sıfatların birbirinden ayrılarak nesneler dünyasında görünmesi ve daha sonra tekrar asılları olan “apeiron”a dönmesi, tabiatta gördüğümüz değişim ve başkalaşımın sebebidir. Çünkü “apeiron”dan gelen her şeyin yine ona dönmesi kaçınılmazdır.
Apeiron kavramı, metafizik düşüncede son derece önemli bir aşamadır. Ancak maddeyi aşan ilkenin tespiti ile birlikte, artık bu ilkenin madde ile bağlantı şeklini belirlemeye yönelik arayış ön plana çıkacaktır. Bu bağlantı, hem yapısal olarak ilkenin sınırsızlık, belirsizlik ve sonsuzluk vasfını maddeye taşıyacak, hem maddedeki canlılığın kaynağı olacak ve hem de maddenin nesnel, nitel ve nicel özelliklerinin oluşumunu sağlayacaktır. Anaksimandros’un öğrencisi Anaksimenes bu bağlantıyı “hava” unsuru üzerinden tanımlamıştır. Maddenin en latif hali olan hava, nefesin ve canlılığın kaynağıdır. İnsan nasıl nefes alarak canlılık kazanıyor ve nefes aldıkça cisimsel canlılığı devam ediyorsa, kozmos da onu canlı kılan bir nefes ile yani hava ile var olmakta ve varlığı devam etmektedir. Böylece Anaksimenes, felsefi anlamda “ruh” teorisinin temelini atmış olmaktadır. Onun bu anlayışı, Tevrat’ın Tekvin Bölümü’nde geçen; “Sonra Tanrı Yehova yerin toprağından Adem’i yarattı, onun burnuna hayat nefesini (İbranicesi nefeş) üfledi ve Adem de, yaşayan bir canlı oldu.” ayetinin yansıması gibidir. 
Daha sonraki çağlarda Anaksimenes’in cismin varlığını ve canlılığını sağlayan latif unsur anlayışı, Yunan felsefesinde, Hristiyan teolojisinde ve İslam düşüncesinde, farklı kavramlarla karşılık bulmuştur. İslam düşüncesinde insanın ruhu, zatı, canı ve benliğinin dünyevi yanı anlamlarını taşıyan “nefs” kavramının, solunan hava anlamındaki “nefes” kavramıyla aynı kökten gelmesi bu açıdan önemlidir. Yine aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in; “Fe iza sevveytuhu ve nefahtu fihi min ruhi” (Onu şekillendirip ruhumdan üflediğim zaman… Hicr 15/29) ayet-i kerimesinde, nefh etmek (üflemek) kavramı ile birlikte zikredilen ve Allah ile insan arasındaki dolaysız bağın, canlılığın kaynağı olduğunu vurgulayan “ruh” kavramı da, rüzgar, esintinin getirdiği koku, ferahlık ve nefes almak anlamlarına gelen revh – riyh kavramı ile aynı kökten gelmektedir. Bu noktada Hz. Resulullah’ın (SAV), “Allah, alemi yaratmadan önce neredeydi?” sorusuna verdiği; “Altında üstünde hava bulunmayan bir a’mada idi” cevabı, meseleye daha derin bir boyut katmaktadır. A’ma, Arapça’da bulut anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelimenin hadiste kullanılış şekli ise; evreni zaman ve mekan boyutlarıyla birlikte önceleyen, üstelik hava ve su unsurlarını da ayrışmamış bir halde kendi içleminde barındıran anlamdaki kavramsal yapısıyla, yukarıda zikrettiğimiz ve “apeiron” u, “su”yu ya da “hava”yı arkhe olarak belirleyen her üç teoriyi de, aynı ifadenin içinde kapsamaktadır. Bu ifade kudreti, Hz. Resulullah’ın (SAV); “Bana cevami’ül kelim verildi” beyanındaki hakikatin, sayısız delilinden biridir.
Anaksimenes, cisme tesir eden hava unsuruna dayalı latif ilkeden ibaret ruh teorisini geliştirirken, aynı zamanda maddenin oluşumunu da formüle edebilmek için, maddenin bütün hal ve şekillerinin, havanın çeşitli formlarından ibaret olduğunu savunmuştur. Anaksimenes’e göre, maddenin bütün hal ve şekilleri, havanın farklı derecelerde yoğunlaşmış veya gevşemiş formlarından oluşmaktadır.
Metafizik Kubbe
Arkhe Arayışında Değişimin Kökeni Ve Anlamı Meselesi
Miletos Okulunda, Anaksimandros’un arkhesi olan “apeiron”dan sonra, Anaksimenes’in arkhesi olan “hava” unsuruna dönülmesi, Yunan felsefesinin dikkatinin tekrar “madde”ye odaklanmasına sebep olur. Bu odaklanmadan, Mutlak varlığın evreni var ettiği ilkenin maddenin bizzat kendisi olduğu görüşüne ulaşılır. Bir yandan Mutlak varlık ile madde arasındaki ayrım tekrar vurgulanırken, diğer yandan maddenin yapısı önem kazanır. 
Elea Okulunun kurucusu Ksenophanes, Tek Tanrı inancına sahiptir. O, politeizme ve insanın tanrılaştırılmasına karşı çıkmıştır. Mısır düşüncesindeki Tanrı Ra inancından ve Tevrat’tan etkilendiği düşünülmektedir. Ksenophanes’e göre, bir tek Varlık vardır ki, düşünmesiyle her şeyi istediği hale getirir. Ol deyince oldurur. İstemek tasavvur etmeyi ve tasarlamayı gerektirdiğinden, her şeyi önceden planlamıştır. Ksenophanes ile birlikte kozmosun ötesinde aklı ve iradesi olan bilinçli ve yaratıcı bir varlık bulunduğu anlayışı, felsefi düşünce sisteminin merkezine görünür bir şekilde yerleşir. Bu varlık Tanrı’dır. Ksenophanes’in arkhesi, toprak ve su unsurlarının karışımıdır. Ancak bütün nesneler topraktan gelip, yine toprağa dönmektedir. Nesnelerin farklılaşması, toprak ile suyun karışım oranlarındaki değişimden kaynaklanır. Böylece ilk defa toprak unsurunun arkhe olarak görüldüğü bir düşünce sistemi ortaya çıkar. Ksenophanes, insan için bilgiye ulaşma konusunda kendini bilmek ve haddini bilmek kavramlarını vurgular. Ona göre, varlığın akıl ile kavranan aslı ve duyular ile kavranan görünüşü olmak üzere iki ayrı yönü vardır. Varlığın aslını ancak akıl (nous) kavrayabilir. Bu bilgi Tanrısal bilgidir. İnsan bilgisi (episteme) ise sınırlıdır. Bilmek “eide” yani görmek demektir. Bu fiil idea kavramının temelidir ve akli rüyet anlayışını ifade etmektedir.
Aynı çağlarda yaşayan Bir başka Tek Tanrıcı düşünür de Herakleitos’dur. Onun düşüncesi, maddenin farklı halleri ve maddi alemdeki zıtlıklar üzerine odaklanır. Herakleitos’un arkhesi, değişimin kaynağı olan “ateş”tir. Ona göre birbirine zıt gibi görünen şeyler aslında bir ve aynıdır. Bu birlik daha derin düşünüldüğünde aynı zamanda çokluktur. O halde bilmek ya da bilge olmak, birbirine zıt olanların temelindeki gizli birliği görebilmektir. Herakleitos, hareketi, dolayısıyla da oluş ve bozuluş sürecini felsefenin merkezine alır. Herakleitos’a göre varoluş, hem aralarında bir yönden farklılık bulunan hem de bir yönden aynı cinsten olan şeylerin birleşmesi ile ortaya çıkar. Var olmak, karşıtların hareketi demektir ve bu çatışmadan büyük bir uzlaşı doğar. Her şey, çatışma sonucu meydana gelir. Zıtların arasında bir bağlam ve uyum (harmonia) oluşur. Herakleitos’un temel görüşlerini ifade eden fragmanları, sonraki çağlarda bir çok düşünce ekolünü etkilemiştir; “Evren karşıt olanların mücadelesinden doğan uyumdur”, “Zıtların arasındaki mücadele, adaletin ta kendisidir”, “Çokluk olmadan birlik, birlik olmadan çokluk olmaz” ve “Aynı nehre iki kere girilmez”  en meşhur fragmanlarıdır. 
Herakleitos, varlığa oluş penceresinden bakar. Oluştaki sürekli değişimlerin içinde gerçek bilgiye ulaşmanın zorluğunu fark eder. Bu sebeple bilgiyi; polymathos (yüzeysel anlamda çok bilmek) ve botnesi (derinlemesine bilmek) şeklinde ikiye ayırır. Herakleitos’a göre, her şey “logos”tan ibarettir. Kozmos da insan da birer kitap gibidir. Tanrısal bir yapı olan kozmosu ancak hem kozmosta aşkın, hem de kozmosa içkin olarak bulunan nous yani akıl anlayabilir. Herakleitos’a göre, kozmosu var ederek düzenleyen “logos” adlı yasanın temel amacı, evrende birbirine zıt görünen her şeyin aslında bir olduğunu göstermektir.  Onun düşünce sistemi tam da bu noktada, kozmosu, logosu ve Tanrı’yı özdeşleştirir. 
Herakleitos’un düşüncesinin oluş ve bozuluşu, hareket ve değişimi esas alan anlayışı, mutlak varlık kavramını tekrar varoluş penceresine hapseden bir maddecilik vurgusu taşıyordu. Bu vurgu, maddenin değişkenliği sebebiyle varlığın hakikatinden, gerçeklikten ve bilme fiilinin bizzat kendisinden şüphelenme yollarını açmıştır. Bu durumu fark eden ve Herakleitos’un düşünce sisteminin karşısına dikilen düşünür, Ksenophanes’in öğrencisi Parmenides olacaktır. Ancak Parmenides’in düşünce sistemi de başka ciddi sorunlara kapı aralayacağı gibi, amaçladığının tam aksine, hakikat ile tüm bağlarını kopardığı gerçeklik algısının daha da sarsılmasına yol açacaktır. Akıl için hakikat fikrine giden yol, maddi dünyada duyularla algılanan gerçeklikten geçtiği için, bu yoldaki sarsılma, hakikat fikrine ulaşmayı da zorlaştıracak ve sofist – şüpheci düşünce, felsefe tarihine etkili bir giriş yapacaktır. 
Parmenides, “Peri Physeos” (Doğa Üzerine) adlı eseriyle, mutlak varlık kavrayışını, maddi gerçeklikten ve maddi unsurlara dayalı arkhe arayışından oldukça keskin bir anlayışla ayırır. Ona göre tek bir gerçeklik vardır. Değişim denilen şey aslında imkansızdır. Varoluş ise zamandan bağımsız, tek biçimli, zorunlu ve değişmezdir. Görünür dünya, görünür dünyada duyularımızla algıladıklarımız ve algılarımıza dayanarak kurguladığımız kavramlar tamamen yanıltıcı ve aldatıcıdır. “Varlık vardır, yokluk yoktur” cümlesi Parmenides düşüncesinin meşhur fragmanıdır. Ona göre, var olma ile düşünme aynı şeydir. Düşündüğümüz her şey vardır, var olmayan bir şeyi düşünemeyiz. “Esti gar einai” yani “Bir Varlık vardır” onun temel önermesidir. Varlık “Bir”dir ve bölünemez. Varlığın bir başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur. Parmenides, bu varlık tanımına uymayan her şeyi yokluk sınıfına ait olarak değerlendirmiştir. 

Parmenides’e göre “her şey” kavramı ile ifade ettiğimiz çokluk aslında “Bir”dir. Sadece “Bir” vardır. “Bir, birliktir. O, kendi içine kapalıdır, doğmamıştır, yok olmayacaktır, değişmez,

bölünmez, yoğunlaşmaz ya da seyrekleşmez.” Bu yüzden değişim diye bir şey de yoktur. Değişim denilen şey, aldatıcı görünümlere kanan duyulara ait bir aldanıştır. Gerçek olan varlık ise değişmez ve sadece akılla kavranır. Bir gerçektir ve değişmezdir, çokluk ise değişkenlik hissi veren görünüşten ibarettir. Daha sonraları Parmenides’in öğrencilerinden Elealı Zenon, günümüzde de meşhur olan mantıksal paradokslara başvurarak değişimin ve hareketin imkansızlığını ispatlamaya çalışmıştır.
Parmenides’e göre, nesnenin en temel özelliği varoluşudur. Ancak onun varlık görüşünü dikkate aldığımızda nesne, kütlesiz, şekilsiz ve soyut bir kavramdır. Parmenides’in bu nesne tanımından İslam düşüncesinde de yankı bulan “hala” kavramı doğmuştur ki “hala” kavramı, “esir”, “heyula” ve “heba” kavramları ile birlikte varlık, mekan ve boşluk ilişkisine dair büyük tartışmaların merkezinde yer alacaktır. 
Parmenides değişimin varlığını, varlık ile yokluk arasında bir dönüşümün imkansız olduğunu ispatlayarak, mantıksal olarak çürütmeye çalışır. Ona göre bir şey, başka bir şeye dönüşüyorsa, sonra bu şeyden de üçüncü bir şey ortaya çıkıyorsa, bu durum yokluktan varlığın çıkması anlamına gelir. Bu ise saçmadır. Var olan vardır, var olmayan ise var değildir. Parmenides, peki o zaman varlık nasıl var olmuştur diye sorulduğunda şu cevabı verir; Burada aklen iki seçenek vardır. Varlık varlığa ya varlıktan yani var olan bir şeyden, ya da yokluktan yani var olmayan bir şeyden gelmiş olabilir. Hiçlikten hiçbir şey çıkmayacağına göre, ikinci seçenek imkansızdır. Geriye ilk seçenek kalır.
Parmenides, arkheyi doğada ve maddi dünyadaki unsurlarda arayan filozoflardan ayrılmıştır. Tabiata dair gözlem ve deney metotlarını reddederek, salt düşünceye dayalı bir yöntemle mutlak varlık kavramı üzerinde düşünmüştür. Bu anlamda o,  Mutlak Varlık olan Tanrı’yı, sahip olduğu varsayılan ve evrende de bulunan sıfatlarla değil de, bu tür sıfatların tümünün yokluğuyla tanımlayan ve felsefede “negatif teoloji” adı verilen anlayışın kurucu ismidir. Bu anlayış İslam düşüncesine ve düşünce diline; “tenzih” ve sıfat-ı selbiye” kavramları ile yansımıştır. 
Her Şey Birden Gelir
Pythagoras Ve Bir Arkhe Olarak Sayı 
Parmenides’in şiddetle vurguladığı Mutlak Varlığın bölünemez “Bir”liğinden, Pythagoras’ın arkhesi olan “sayı”ya ulaşırız. Çünkü sayı, “birlik”ten çokluğa, ilke olan “Bir”i değiştirmeden ulaşmayı ve böylece sabit varlık -değişken varlık dengesini kurarak, çokluğu ve tabiattaki başkalaşımı açıklamayı mümkün kılmaktadır. 
Pythagoras için arkhe; “sayı” yani “monad”dır. Monad, birim olan sayıdır ve ruh ya da öz kavramları ile tanımladığımız anlamı içerir. Pythagoras’ın monad dediği bu sayı “Bir” sayısıdır ve hem varlığın ilkesi hem de evrendeki matematiğin temelidir. Onun görüşüne göre; “Mutlak Bir, sayısal düzene sarsılmazlık, tutarlılık ve değişmezlik katan en mükemmel öncüldür. Düşünülebilen her bileşimin yapı taşıdır. Şeyler arasındaki bağlantılar, sayılar arasındaki bağlantılara eşittir. Şeyler parçalarına ayrılsa bile, o parçaların her biri bir birim olduğundan, bölünmez olan doğalarını korurlar ve yeniden bir araya geldiklerinde, doğaları da yeniden bir bütün olur”.
Pythagoras, Miletos’ta Thales ile görüşmüş, Mısır’a ve Babil’e gitmiş, Mısırlılardan geometri, Babilli bir kavim olan Keldanilerden astronomi, Fenikelilerden aritmetik öğrenmiştir. Mısır tapınaklarında uzun süren inzivaları olduğu gibi, Babil’de astroloji, simya, gizli (batıni) ilimler, müzik ve aritmetik üzerine de çalışmıştır. Zerdüşt ile şahsen görüştüğüne dair rivayetler de vardır. Daha önce bahsettiğimiz Orpheus’a nispet edilen öğretileri takip etmiş ve Oprheusçuluğun kolu sayılan gizemli bir tarikat kurmuştur. Pythagoras, insan ruhunun ölümsüz olduğunu savunmuştur. O, Büyük İskender’den çok önce kadim medeniyet havzalarının ilmi birikimini şahsında birleştirerek, kapsamlı bir sentez oluşturmuş, fikirleri ve etkileriyle felsefe tarihine yön vermiştir. 
Pythagoras ve takipçileri için logos (λογος) kelamın yanı sıra oran ve neden anlamlarına da  gelmektedir. Onlar müzikten yola çıkarak oran kavramının, evrendeki nizamın niceliksel temeli olduğunu fark etmişlerdir. Bu yüzden, evrenin ve dolayısıyla varlığın anlamını, iki doğal sayı arasındaki  bağıntıda bulmuşlardır. Bize göre bu sayılar, aslında yokluğu ve varlığı ifade eden 0 ile 1′ dir. Çünkü bu iki doğal sayı arasında, mevcudu ve madumu kapsayan sonsuz kesir bulunmaktadır. İmkanın mümkün halinde tezahürünü ifade ederek, maddi dünyayı ve görünür alemi tanımlamak için kullanılan kesret kavramı, bu sonsuz kesir içinden iradeyle fiiliyata, dolayısıyla da ilmin tabi olduğu maluma dönüşen kesirler kümesini tanımlamaktadır. 
Pythagoras’ın geliştirdiği ölçülülük, oran ve orantı fikri ile birlikte felsefede form (biçim) kavramı gelişmiştir. Form kavramı, niceliksel ölçümlü bir kavramdır ve bu yüzden sayı kuramı ile irtibatlıdır. 
Pythagoras, matematik disiplininin kurucu isimlerinden sayılır. O, matematiği; “insan bilgisinin tümünü kuşatan” bilim olarak görmekteydi. Bu kuşatıcı bilimi bir metot olarak hem metafiziğe, hem toplumsal hayata hem de maddi dünya ile ilgili tüm araştırma sahalarına tatbik etmiştir. Bununla birlikte hakikate ancak insan ruhunun ulaşabileceğini savunmuştur. Ruhun hakikate ulaşma yöntemi ise, gözlem ya da muhakeme değil, sadece “sezgi”dir. 
Pythagoras müziği sanat olmasının ötesinde, metafiziğe açılan teorik bir bilim olarak görmüştür. Seslerin ve notaların sayısal bir düzeni ifade ettiğini fark eden Pythagoras, telli çalgılarda kullanılan telin uzunluğu ile çıkardığı sesin kalınlığı arasındaki etkileşim oranını keşfetmiştir. Pythagoras’a göre çalgıda kullanılan tel ne kadar kısalırsa, ses o kadar incelmektedir. Eğer çalgıdaki iki telden birinin uzunluğu diğerinin iki katıysa, kısa telin çıkardığı ses, uzun telin çıkardığı sesin bir derece (oktav) üstündedir. Eğer tellerin uzunluklarının oranı, 3’ün 2’ye oranı gibiyse, iki telin çıkardığı sesler beşli aralığa sahiptir. Pythagoras ile birlikte müzik, tıpkı astronomi gibi matematiğin temel konularından biri olarak görülmeye başlanmıştır. 
musica universalis
Rivayete göre Pythagoras, müzikte büyük öneme sahip olan armonik diziyi, karşılıklı çalışan iki demirciyi seyrederken keşfetmiştir. O, demircilerin çekiçle örse vurduklarında çıkardıkları seslerin, tam tamına bir derece (oktav) aralığında olduğunu fark etmiştir. Daha sonra, ses aralıklarını ve birbirlerine oranlarını, çeşitli boylarda teller üzerinde deney yaparak belirlemiştir. Pythagoras, ses aralıklarındaki oranı ve uyumu kesin bir şekilde tespit ettiğinde, müziğin ve akustiğin, tabiattaki matematiğin ve onun da ötesindeki soyut matematiğin en kuvvetli yansımalarından biri olduğunu düşünmüştür. 
Pythagoras, müziği matematiksel olarak ifade eden “diatonik skala” yı keşfetmekle kalmamış, ses aralıkları arasındaki matematik dizge ve sistemin, yıldızların, gezegenlerin ve elementlerin arasında da geçerli olduğunu savunmuştur. O, en mükemmel şekil olan küre biçimine sahip gök cisimlerinin, kozmostaki armoniyi gösteren sayısal bir sistemle dizildiğini ve hareket ettiğini düşünmüş, bu hareketi de “kürelerin müziği” adıyla tanımlamıştır.  Çünkü ona göre gökyüzündeki dokuz kürenin sistemli hareketinden bizim duyamadığımız uyumlu bir ses birliği, yani kozmik bir müzik ortaya çıkmaktadır. Kendisinden iki bin küsur yıl sonra, kimyager John Newlans, aynı sistematiğin moleküler düzeyde de var olduğunu keşfedecek ve oktav yasası adı verilen bu sistemle, kimyasal elementlere ait periyodik cetveli oluşturacaktır.
Pythagoras, sayıya dayalı matematiksel formüllerin, maddi yapıların varlıkları ve işleyişleri üzerindeki büyük hakimiyetini esas alarak, arkhe arayışını maddenin biçimi üzerinden tanımlamış ve bu yöntemle ilkeyi maddeden soyutlamıştır. Tanrı, sınırsız olan sonsuzluğa ve mutlaklığa, evreni var ederek bir sınır getirmiş, böylelikle var olan her şey niceliksel boyutlarıyla gerçeklik kazanmıştır. İlke olan sayı ile fizik dünya arasındaki bağlantı ise, geometri üzerinden kurulmuştur. “Sayılar biçimlerin hükümdarıdır” diyen Pythagoras için, kareden küpe, üçgenden piramite veya üçgen prizmaya ya da daireden küreye geçiş, bir anlamda soyuttan boyuta ve fiziğe geçiş olmaktadır. Pythagoras için “tetraktis” denilen ve bir, iki, üç ve dört noktadan oluşan sıralı dizge ile çizilen üçgen biçimindeki on noktalı şeklin, bu anlamda gerçekten büyük bir önemi vardır. Bu şekilde, bütünleyen bir; tek “nokta”yı, düzenleyici iki; “çizgi”yi, kapsayan ve yayılan üç; “düzlemsel yüzey”i ve mükemmelliği açığa çıkaran dört ise; dikdörtgenden dikdörtgen prizmaya, kareden küpe dönüşerek “boyut kazanan maddi yapı”yı ifade etmektedir. 
Pythagoras’ın tüm sayıları kapsayan on noktalı “tetraktis”i, Pythagorasçı sayılar metafiziğinin sembolü gibidir. Bu doktrine göre tabiat on zıtlık üzerine kuruludur; bir – çok, sonlu – sonsuz, tek – çift, etken – edilgen, sabit – hareketli, doğru – eğri, aydınlık – karanlık, iyi – kötü, sağ – sol ve kare – dikdörtgen. Birden ona kadar her rakam, tabiattaki bir niteliğin ve dolayısıyla zıtlığın kaynağıdır.  Ancak tabiattaki her şeyin hakikati “bir” olduğu için, bu zıtlıklar uyum içinde evreni oluşturur. 
Pythagoras, açık aksiyomlardan yani doğruluğu herkesçe kabul edilen ispatlanmış önermelerden yola çıkarak yeni sonuçlara ulaşma yöntemini inşa etmiştir. Bu yöntem, zaman içinde felsefenin temel metotlarından biri haline gelecek olan “tümden gelime dayalı akıl yürütme” metodunun ilk halidir. Bu yönüyle o, felsefi metodolojinin kurucu isimlerindendir. Aynı zamanda matematik tarihinde özel bir önemi olan ve kendi adı ile anılan “Pisagor Teoremi”ni geliştirmiştir.
Pythagoras’ın düşüncesi, biçim kavramını geliştirmekle ve soyut olan akledilir hakikatin, duyular alemine konu maddi görünüşe üstünlüğünü kabul etmekle, Platon’un “idea” kuramının ve Aristoteles’in suret – cevher ayrımına dayalı düşüncesinin temellerini atmıştır. O, felsefe kelimesinin kökeni olan “philo-sophia” (bilgelik sevgisi) kavramını ilk kullanan kişi olduğu gibi, bilgiyi seven ve hakikatin peşinde koşan filozofların yaşam biçimlerini de; “theorikos bios” (teorik yaşam) olarak adlandırıp övmüştür. Pythagoras, sabit yıldızlar dışındaki bütün göksel cisimlerin, evrenin merkezindeki ateşin çevresinde döndüğünü iddia ederek, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü sisteme yaklaşan ilk teorik sistemi kurmuştur. Aynı zamanda dünyanın bir küre olduğunu savunmuştur. Pythagoras’ın; evrenin merkezinin çevresinde dünya ile aynı şekilde dönen, ancak görüş açımız sebebiyle asla göremediğimiz bir “karşı dünya” bulunduğuna dair teorisi, antik çağa göre oldukça gelişmiş bir uzay algısı içermesinin ötesinde; “uzayda dünya dışı yaşam barındıran gezegenlerin varlığı”, “paralel evrenlerin mevcudiyeti” ve “karşı-madde” gibi, günümüzde tartışılan bir çok teorinin de ilk işaret fişeği olmuştur. 
Parmenides, var olma ile düşünmenin aynı şey olduğunu söylemişti. Pythagoras ise, evreni matematiksel olarak kurulan ve ölçülebilen nicelikle tanımlayarak, akıl ve düşünceyi maddi dünyanın öncülü durumuna getirmiş, özne – nesne ayrımını sistemleştirmiş, Tanrı’yı akleden ve inşa eden, insanı ise akleden ve bilen özne olarak tanımlamıştır. İnsanı bilen özne yapan ise, onu akli meleke sahibi kılan Tanrısal ruhtur. 
Pythagoras, eğitim tarihi açısından da önemli bir ismidir. O, Kroton’da binası, belirli derslerden oluşan programı, öğretmenleri, öğrencileri ve sınıfları ile bilinen ilk sistematik okulun kurucusudur. Pythagoras’ın Kroton’da kurduğu okul, hem müfredatı, hem de eğitim metotlarıyla, tarih boyunca bilimsel ya da mistik eğitim veren müesseseler için, esas ve usulde belirleyici olmuştur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...