FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE–II
Yönteme Giriş: Mitostan Logosa Kalanlar
Biz Orpheus’u mitostan logosa geçişte önemli bir menzil olarak görüyoruz. Onun hikayesinde insanın ölümü aşma, daha doğrusu ölümden sonra yeni bir hayata ulaşma gayesini buluruz. Ancak Orpheus’u asıl önemli kılan şey, ona nispet edilen Orpheusçu öğretide müziğin merkezi bir konumda yer almasıdır. Benzer ve muadil bir durum, Hint mitolojisinde önemli bir unsur olan Krishna kültünün, müzik ile ilişkisi için de geçerlidir. Müzik, tahayyülle taakkul ve tefekkür arasındaki berzahtır. Bu sebeple bir yönü mitosa diğer yönü ise logosa dönüktür. İnsandaki müzikal yetenek, tabiattaki seslerin ahenk ve ritmini tespit etmenin ve onu taklit etmenin neticesinde ortaya çıkmıştır. Tabiat derken insanın sadece dış dünyasını değil, aynı zamanda iç dünyasını da kapsayan bir sahadan bahsediyoruz. İnsanın tabiattaki ahenk ve ritmi tespiti ve taklidi, öncüllerini hissiyatta, tasavvurunu akılda bulmak suretiyle, kalbin alemdeki hakikati ve ruhaniyeti keşfi ve müşahedesiyle neticelendiğinde, müziğin evrensel dili bütün imkanlarıyla birlikte insanlığın hizmetine girmiştir.
Bu aşama önemlidir. Nasıl yazı öncesi dönemde resim sanatı, tabiattaki simetriyi ve insan rüyetindeki perspektif özelliğini tespit etmeyi sağladı ise, nasıl sözün yazıya dökümü ile birlikte dil mantık ilmine dönüştü ise, tabiattaki ahenk ve ritmin müziğe dökümü ile birlikte de, fizikte saklı olan matematik ilmi, müstakil bir tezahür sahasına kavuşmuş oldu. Matematiğin müzik formu içinde, fizikten bağımsız bir sahaya kavuşması, insan idraki için soyut matematiğe giden yolu açmıştır. Bu açılım “tekhne” bilgisinin niceliksel artışını sağladığı gibi, bu bilgi türündeki niteliksel derinleşmeyi de sağlamak suretiyle, mevzusu, gayesi ve metoduyla farklılaşan çok sayıda “tekhne” türünün oluşumuna yol açmıştır. Ancak müzik formunda tezahür eden soyut matematiğin insanlığa asıl büyük katkısı, insan idrakinde fizik aleme aşkın ve fizik alemde içkin olan metafizik anlam boyutlarını ortaya çıkararak, felsefenin temeli olan soyut ve tümel kavrayışlara giden yolu açması olmuştur. Müzikle ortaya çıkan bu kavrayışlar, mitolojik hikayelerdeki tahayyüle dayalı kişi ve fiil anlatımlarını, düşüncenin soyut ve tümel kavramlarına dönüştürdüğünde, felsefi düşünceye ulaşılacaktır.
Bu süreçle birlikte, Orpheus’un ölümden sonraki hayatı arayan şarkısından, Hz. Davut’un mezmurlarına ve ondan da Pythagoras’ın kainattaki akli nizama dayalı estetiği ifade eden harmoni kavrayışına varılacaktır. Bu noktada Hz. Davut’un, Kur’an-ı Kerim’de bildirilen iki özelliğini hatırlayalım ve bu iki özelliğin irtibatına dikkat edelim. Hz. Davut için, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur; “Ve kullen ateyna hukmen ve ilmen ve sehharna mea Davud’el cibale yusebbihne vet tayr” (Ve biz her birine hüküm ve ilim ihsan ettik. Dağları ve kuşları da birlikte tesbih etmeleri için Davud’a boyun eğdirdik. Bunları yapan biziz. Enbiya 21/79). Böylece Hz. Davut’a verilen hikmet ve ilim ile birlikte, tabiatı taklit eden müzikten, tabiatın insanı taklit ettiği, tabiatın insana eşlik ettiği ya da tabiatın sadece bir parçası olduğu, insani idrake dayalı yeni bir müzik anlayışına geçilmiştir. Bu geçiş, insandaki idrak açılımı ile alakalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği üzere, bu açılımın diğer vechesi de, ilk vechesi ile irtibatlı şekilde, yine Hz. Davut kıssasında tezahür etmiştir; “Ve lekad ateyna Davude minna fadlen, ya cibalu evvibi meahu vet tayra, ve elenna lehul hadid” (Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir fazilet verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin» dedik. Ve onun için demiri yumuşattık. Sebe 34/10). Demirin yumuşatılması, eritilip işlenebilmesi demektir. Böylece, insanın tabiata dair “tekhne” bilgisinde, maddeyi olduğu gibi kullanma aşamasından, maddeyi ve maddenin niteliklerini dönüştürme aşamasına geçilmiştir. Bu geçiş, konusu; “görünen sabit maddeden” ibaret olan fizik anlayışından, ilkesi ve yöntemi doğru tespit edilip, doğru eylemler tatbik edildiğinde, “değişken olabilen maddeyi” inceleyen fizik anlayışına, dolayısıyla da kuralları ve kurallara bağlı değişkenleriyle, soyut düzlemde kavranması gereken bir kuramsal fizik kavrayışına kapı aralamıştır. İnsan aklı, müzikten soyut matematiğe ve eş güdümlü olarak fizikten kuramsal fiziğe yönelirken, mitolojik tahayyüllerin, logosun soyut ve tümel akli kavramlarına dönüşmesi kaçınılmazdır.
Artık kendi suretinin sudaki aksine aşık olan Narkissos’un hikayesi, iyi ve kötü yanlarıyla birlikte, benlik (enaniyet) ve benlik sevgisi kavramlarına dönüşecektir. Dönüşmek dediğimizde bile, bu kavramın, mitolojideki metamorphosis yani içsel ve/veya dışsal “başkalaşım” hikayelerine dayandığını görmekteyiz. Metamorphosis yani başkalaşım, düzen kavramı için vazgeçilmez bir dayanak olduğu gibi, ölümsüzlük kavrayışını da geliştirmiştir. “Var olan her şey değişir, başkalaşır, asla ölmez” anlayışı bu kavram ile ortaya çıkmış, böylece insan aklının; “Ölüm ruhun kabuk değiştirmesidir, yok olmak değildir” idrakine ulaşması kolaylaşmıştır.
Odysseus’un on iki gemiyle çıktığı seferden, bin bir türlü engeli aştıktan sonra tek başına dönmesi, insanın kendi benliğine olan yolculuğu ve kendi hakikatine dönüşü kavramlarına, eşi Penelope’nin yıllar boyu haber alamadığı Odysseus’u, ısrarcı taliplerini zekice atlatarak beklemesi ise, sabır ve sadakat kavramlarına temel olacaktır. Bu örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabilirsek de şimdilik bu kadarı yeterlidir.
Kozmos, Kozmogoni ve Arkhe Arayışı
Mitolojide “tekhne” bilgisinin kurucusu olarak gösterilen Prometheus’un isminin, ilk – ön anlamlarına gelen; “pro” ve akıl, öğrenmek anlamlarına gelen, aynı zamanda matematik kelimesinin de kökü olan; “math – metheus” kelimelerinden oluşması önemlidir. Akıl, tekhne ve mathe bilgileriyle mitostan logosa yönelirken, tabiatı daha iyi tanımaya ve evrenin insan üstü akli bir yapıya sahip, düzenli ve uyumlu bir sistem olduğunu düşünmeye başlamıştır. Böylece kozmos kavramı ortaya çıkmış ve ilk yarı bilimsel kozmogoni yani evrenin doğuşu şemaları, mitolojik metinlerde görünür hale gelmiştir.
Mesela Homeros’a göre, gökyüzü tunçtan bir fanus ile kaplıdır. Fanusun altında aither (eter – esir), aitherin altında ise bulutlar yani hava bulunmaktadır. Homeros’un ortaya attığı bu aither (eter – esir) kavramı, bazen ilk madde, bazen maddenin özü, bazen maddenin havadan da hafif değişmez bir hali, bazen de uzay boşluğu anlamına bürünerek, İlk Çağ Felsefesinden İslam Düşüncesine, Orta Çağ Batı düşüncesinden günümüz fizik kuramlarına kadar, varlığını sürdürmüştür.
Bir diğer mitolojik şair olan Hesiodos’un kozmogonisi, onun Thegonia adlı eserinde bulunmaktadır. Hesiodos’a göre evrenin ilk maddesi khaos (kaos)’tur. Khaos (kaos), boşluk ve açıklık anlamına gelmektedir ki bu boşluk, bildiğimiz maddenin ve mekanın ortaya çıkışını önceler. Khaos, evrenin kurucu ögelerinin henüz ayırt edilmemiş bir karışımıdır. Düzeni ve biçimi olmayan tek tek şeylerin farklılaşmamış olduğu başlangıçtır. Khaoston, kozmosa yani farklılaşmış ve ayrılmış maddelerden oluşan düzenli ve uyumlu sistematik bir evrene geçiş, hareket ile gerçekleşmiştir. Bu hareketin temelinde ise eros denilen Tanrısal sevgi ya da arzu yatmaktadır. Khaos kavramı, kozmolojide ve fizikte, kozmosu ve tabiat yasalarını önceleyen dönemi ya da kozmosun sonunda dönüşeceği varsayılan düzensizlik halini ifade eden bir kavram olarak hala kullanılmaktadır. Aristoteles ise “khaos”u; boş yer ya da boş mekan anlamına gelen “khora” olarak tanımlamıştır. Bu “khora” kavramının da daha sonra bilhassa Hristiyan teolojisinde, maddi mekanı kuşatan İlahi bir yapı-mekan olarak, mistik bir anlam kazandığının vurgulayalım.
Böylece mitostan logosa geçiş, önce kozmos anlayışının, sonra ona bağlı olarak kozmogonilerin, ve en nihayetinde de arkhe dediğimiz temel ilke arayışının ortaya çıkması ile tamamlanacaktır. Bu geçiş sürecinde Mısır ve Babil üzerinden gelen etkiyi ayrıca vurgulamak gerekir. Bu büyük etkinin neticesinde kozmosun temel ilkesine yönelik arayış; Tanrı, oluş ve varlık kavramlarını metafizik bir idrak açılımıyla birleştirecektir. Kozmos anlayışı, evrende bilinci ve düzeni gerektirdiğinden, varlıkta ve uluhiyette tevhid inancının en kuvvetli temellerinden biri olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Lev kane fîhima alihetun İllallahu le fesedeta, fe subhanallahi Rabbil arşi amma yasifun” yani; “Eğer o ikisinde (semada ve arzda) Allah’tan başka ilahlar olsa idi, elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Binaenaleyh Arş’ın Rabbi olan Allah Teala, onların vasf ettikleri şeylerden münezzehtir” (Enbiya 21/22) buyrularak kozmolojik düzenin tevhidin burhan derecesinde bir delili olduğu bildirilmiştir.
Bu noktada durup Yunan mitolojisindeki ilk kozmogonilerin daha öncesindeki zaman dilimlerine gidelim. Eski Mısır’da ilk olan ve her şeyi yaratan bir Tanrı inancı vardır. Mısırlılar “Atum Ra” adını verdikleri bu Tanrı’ya daha sonraları kısaca “Ra” demişlerdir. Evren, güneş ile sembolize edilen Tanrı Ra’nın göz yaşından yaratılmıştır. Burada tek Tanrı inancını ve ateş (güneş) ile su (gözyaşı) unsurlarının maddi varlığın temeli olduğu anlayışını görüyoruz. Sümer’de ise, maddi varlığın temeli su olarak kabul edilmekle birlikte, özellikle ilk insanın yaratılışında yapılan balçık vurgusu ile, suyun yanında toprak unsurunun da temel ilke olduğu kabul edilmiştir.
Hint inançlarında ise, evrenin kökeni olarak canlılık ilkesi ön plandadır. Asvattha denilen kozmik dev yaşam ağacının dalları görünen maddi alemi, kökleri ise görünmeyen ruhlar alemini oluşturmaktadır. Buradaki görünen – görünmeyen, madde-ruh ayrımı önemlidir. Brahman, Tanrısal ruhtur. Bu ruhun insanda bulunan yansımasına “atman”, “atman” ın hakim olduğu kamil insana ise “purusha” denir. Upanişadlara göre Brahman okyanus ise atman bir damladır. O damlanın tekrar okyanusa dönmüş hali ise “purusha”dır. Purusha, Brahman’ın, insanın ve kozmosun “bir”leştiği bir makamın ya da halin adı gibidir. Bu birleşmenin merkezinde akıl yani idrak vardır. Görünen maddi dünyanın değişken ve göz alıcı yapısıyla, görünmeyen hakikat için bir perde olduğu anlayışına da Hint inançlarında rastlıyoruz. Maya kavramı; “Tanrı’nın yaratıcı ve değiştirici kudreti veya bu kudretin eseri olarak yarattığı tabiat” anlamında kullanılmıştır. İnsan, “maya” denilen tabiattaki suretlere, suretlerdeki çokluğa ve değişime kapılıp, onların arkasındaki görünmeyeni idrak edemezse, tek ve mutlak hakikat olan Tanrı’yı unutur ve suretler aleminde kaybolur. Upanişadlar; “Tat tvam asi” yani “Sen O’sun” ve “Aham Brahma asmi” yani “Ben Brahman’ım” sözleriyle ifade edilen hakikati insana yeniden hatırlatmayı hedefler. Buradaki unutma ve hatırlama kavramları, Platon’un metafizik görüşlerinin öncülleri gibidir.
Hint düşüncesinde Homeros’un either (eter-esir) kavramını önceleyen ve bu kavramdan daha derin anlamlar içeren “akasha” kavramı önemli bir yere sahiptir. Akasha, her şeyin temel ögesi olan boşluk, öncesiz ve sonrasız uzay gibi anlamlara sahiptir. Aynı zamanda bu kavramın bir diğer anlamı ve sayısal değeri “sıfır”dır. “Sıfır” kavramını betimleyen “sayısal im”lerin, “bindu” adı verilen “nokta”, “chakra” adı verilen “daire” ve “ananta” adı verilen “sonsuzluk” olması da önemlidir. Bu imlerle birlikte “boşluk” ve “sıfır” anlamındaki akasha, görünmeyen biçimi içindeki evreni, evrenin görünüşler dünyasına dönüşmesinden önceki halini ve sonsuzluğu bir arada ifade eder. Hint düşüncesinin felsefi düşünceye bir diğer önemli katkısı ise Om (Aum) kelimesi ile ifade edilen anlamdır. Om kelimesi, İslam düşüncesindeki “Hüve” ve Kün” kavramlarının müşterek karşılığıdır ve Hint düşüncesinde bir tür Logos (İlahi Kelam) anlamına sahiptir. Bu kelime, Brahman, Vişnu ya da Şiva adlarıyla anılan ve bin bir ismi (sureti) bulunan Tanrısal ruhun hakikatteki birliğine işaret etmektedir.
Kevnden Vücuda, Oluştan Varlığa Geçiş: Tevrat ve Sonrası
Tevrat’ın ilk kısmı olan Tekvin bölümü, İbranice beşerit “başlangıç” anlamına gelir. Evrenin ve insanın yaratılışının anlatıldığı bu bölüm, Yunanca’da genesis (yaratılış) adı ile karşılanmış, İslam düşüncesinde ise oluş anlamındaki kevn kelimesinden türeyen “tekvin” (oluşturmak, var etmek) kavramı ile tanımlanmıştır. Tevrat’ın Yahudilere ait nüshası ile, Nablus’taki Gerzem Dağı’nı kıble kabul eden ve Hz. Harun’un soyundan gelen Samirilere ait nüshası arasında farklılıklar olsa da, tekvin bölümü her iki nüshada da ortaktır.
“Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı. O zaman yer boştu ve şekillenmemişti. Derin suların üzerini karanlık örtüyordu ve Tanrı’nın etkin kuvveti suların üzerinde hareket ediyordu. Ve Tanrı ışık olsun dedi ve ışık (nur) oldu. Tanrı, ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan (zulmet) ayırdı” sözleriyle başlayan Tevrat’ın tekvin bölümü, felsefi düşünceyi bir çok açıdan etkilemiştir. Yokluktan varlığa geçiş anlamındaki oluş (kevn) kavramı, varlığı önceleyen boşluk ve ışığı önceleyen karanlık kavramları, oluşan düzenlenmiş maddi mekandan önce şekillenmemiş bir unsurun (su) var olduğu anlayışı, evrenin oluşunun zaman içinde kademeli bir süreçle gerçekleştiği anlayışı ve arzdaki canlılığın bitki – hayvan – insan sıralamasıyla ortaya çıktığı anlayışı gibi konular, felsefi düşüncenin, yazılı kökenlerini Tevrat’ta bulduğu ve tartışarak geliştirdiği kavrayışlardır.
Tevrat’tan sonra felsefi düşünceyi yönlendiren bir diğer gelenek, Thales ile aynı dönemde yaşayan Zerdüşt’ün öğretileri çerçevesinde gelişen Zend Avesta metinleriyle ortaya çıkar. Zerdüşt, “aşavan” adını verdiği hakikat yolcularını, “Ahura Mazda” (Hikmet’in Efendisi) adlı tek Tanrı’yı bilmeye ve ona ibadet etmeye davet etmiştir. Politeist inançları şiddetle reddeden Zerdüşt’e göre Ahura Mazda en üstün varlıktır. Evrenin var eden, zamanın akışını ve kozmolojik yapıyı düzenleyen Ahura Mazda, aynı zamanda tabiattaki bütün zıt unsurların da yaratıcısıdır. Zerdüşt’ün kitabı “Avesta”nın bilhassa ilk ve en eski parçası olan “Gatha” bölümü, Tek Tanrı inancına dayalı bir teoloji içermektedir. Ancak Avesta’nın diğer bölümlerine getirilen yorumlar, zaman içerisinde bir çeşit metafizik düalizme yönelmiştir. Bu yönelimin temelinde, teolojinin en önemli meselelerinden biri olan “kötülük” ve “kötülüğün kaynağı” meselesi yatmaktadır. Ahura Mazda’nın her şeyi iyilikle yarattığı ve varlığın iyilik ile bir tutulduğu anlayış zamanla değişmiştir. Zerdüştlüğün ikinci döneminde Ahura Mazda’nın aydınlığı, iyiliği ve iyi şeyleri “Spenta Mainyu” adı verilen iyi ruh (melek ya da kuvvet) vasıtası ile, karanlığı, kötülüğü ve kötü şeyleri ise “Angra Mainyu” adı verilen kötü ruh (şeytan ya da kuvvet) vasıtası ile yarattığı ve bu iki ruhun “özdeş” olduğu şeklindeki anlatım gelişmiştir. Bu anlatım zamanla, Ahura Mazda’yı kötülüğü yaratmaktan tenzih etmek suretiyle varlığı ve oluşu ikiye ayırmış, Avesta’yı yorumlayan “Zend” (açıklama – tefsir) metinleriyle birlikte düalist bir teoloji ortaya çıkmıştır. Artık Zend Avesta, “Ohrmazd” (Hürmüz) adını verdiği Ahura Mazda’yı iyiliğin ve iyi şeylerin yaratıcısı ve koruyucusu olarak tanımlarken, “Ehrimen” adını verdiği Angra Mainyu’yu da onun zıddı, kötülüğün ve yokluğun kaynağı olarak tanımlayıp, Ahura Mazda’dan ayrıştırmıştır. Böylece mutlak anlamda varoluşun iyi ve kötü olmak üzere birbirinden farklı iki unsurdan neşet ettiği bir evren kurgusu ortaya çıkmaktadır.
Yine de Zend Avesta teolojisi iyilik ve kötülük unsurlarını eş değer görmemiş, kötülüğün yapısını ve kuvvetini sınırlamıştır. İyiliğin sonsuzluğuna karşılık, zaman döngüsü içinde ortaya çıkan kötülük sonludur. Zamanı sınırlı ve sınırsız olmak üzere ikiye ayıran Zend Avesta metinleri, kötülüğün ve kötü fiillerin ancak sınırlı bir zamanda gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Dolayısıyla kozmolojik zaman; (1) mutlak iyiliğin hakim olduğu, (2) sınırlı ve sonlu kötülüğün ortaya çıkıp iyiliğe üstünlük kurduğu ve (3) iyiliğin kötülüğe galip gelip tekrar hakim olduğu devir olmak üzere üç dönem halinde kurgulanmıştır. Zend Avesta metinleri, kötülüğü zaman açısından sınırladıkları gibi mekan açısından da sınırlamışlar, iyiliğin hem maddi hem de manevi alemde bir varlığa sahip olduğunu, kötülüğün ise sadece manevi bir anlama sahip olduğunu savunmuşlardır.
Zerdüşt inancına mensup Mecusiler, ateş unsurunu maddi varlığın temeli olarak görürler. Bu yüzden mabetlerinin merkezinde yanan bir ateş yer alır. Onlar için ateşperest denilmesinin sebebi budur. Ancak onlar ateşe taptıkları iddiasını reddetmişler ve ateşin Ahura Mazda ile iletişime geçmenin en doğal ve doğru yolu olduğunu savunmuşlardır. Tıpkı Hz. Musa’ya (AS) İlahi hitabın, Tuva Vadisi’nde yanan bir ağaçtaki ateş unsurundan gelmesi gibi. Mecusiler ateş unsuruna verdikleri önemden dolayı, günü güneşin hareketine göre beş vakte ayırmışlar, her gün bu beş vakitte Ahura Mazda’ya ibadet etmişlerdir.
Hindistan’dan Gelen Metafizik Tasavvurlar
Hemen hemen aynı çağda Hint kıtasında Caina Vardhamana’nın Jainizim (Caynizim) adı ile bilinen öğretisini yaydığını görürüz. Caina Vardhamana, insanın “samsara” adı verilen doğum-ölüm döngüsünden, ancak “kevala”ya yani mutlak bilgiye vararak kurtulabileceğini savunmuştur. Bu nihai kurtuluş haline ulaşmanın adı ise “nirvana”dır. Caina politeizme ve katı kast kurallarına karşı çıkmıştır. Caina’nın kozmoloji tasavvurunda alem ezeli ve ebedidir. Zaman, alemde süregelen yükseliş ve çöküş döngüsünden oluşur. Yükseliş dönemlerinde aleme iyilik, huzur ve barış hakim olur. Çöküş dönemlerinde ise, alemde var olan kötülük artarak düzeni bozar. Bu durum yıkım ve mutsuzluk getirir. Daha sonra çöküş sona erer ve tekrar yükseliş dönemi başlar. Bu döngü sonsuza dek devam eder.
Caina’ya göre evren, ezeli ve ebedidir. Evrendeki hadiseler zamanın döngüsü içinde tabiatın kurallarına göre cereyan eder. Nirvanaya ulaşmak ancak bireysel çaba ile mümkündür. Dünyada iken iyi ameller işleyen ve bu amellerinin neticesinde “Nirvana”nın idrakine ulaşan ruhlar, “Urdva” denilen daha yüce bir alemde ölümsüzlüğe kavuşurlar.
Caina Hint düşüncesinde, maddi alemin yanı sıra maddi alemdeki oluş ve suretleri de perde ve yanılsama olarak gören maya kavramını kabul etmez. Maddi alem yanılsama değil gerçektir. Caina’ya göre alem canlılık ya da ruh (civa) ile cansızlık (aciva) olmak üzere ikiye ayrılır. Cansız unsurlar, madde (pudgala), hareket (dharma), hareketsizlik (adharma), boşluk halindeki mekan (akasha) ve zaman (kala)dan oluşmaktadır. Civa (ruh) ve pudgala (madde) bir araya geldiğinde hareket, hareketsizlik, mekan ve zaman unsurları ortaya çıkarak kozmolojik yapıyı oluştururlar.
Caina, “kevala” adını verdiği doğru bilgiyi; “eşyanın doğasını olduğu gibi ortaya çıkaran doğru bilgi” olarak tanımlar. Doğru bilgi, evreni ve evrendeki bütün varlıkları kapsayan, hiç bir şüphe barındırmayan kuşatıcı ve tam bir bilgidir. Bu bilgi akli ve içseldir. Bu yüzden insana, kendi özünü ve hakikatini kavrama imkanını da verir.
Bununla birlikte Caina öğretisi ilginç bir epistemolojiye sahiptir. Caina’nın “syadvada” adını verdiği bu öğretiye göre, maddi alem gerçek olmakla birlikte insan bilgisi ve yargısı görecelidir. Maddenin ve ruhun sayısız formu, sayısız özelliğe sahiptir. Bu yüzden onlar hakkındaki bilgi de her açıdan farklıdır ve her aşamada değişir. Caina insanın eşya hakkındaki bilgisini yedi kategoriye ayırır;
1-. Eşya görece olarak gerçektir.
2-. Eşya görece olarak gerçek dışıdır.
3-. Eşya görece olarak hem gerçek hem gerçek dışıdır.
4-. Eşya görece olarak tanımsızdır.
5-. Eşya görece olarak hem gerçek hem tanımsızdır.
6-. Eşya görece olarak gerçek dışı ve tanımsızdır.
7-. Eşya görece olarak gerçektir, gerçek dışıdır ve tanımsızdır.
Caina öğretisine göre, eşyanın gerçek bilgisine ancak bu kategorileri aşıp “Nirvana”ya varan kişiler tarafından ulaşılır.
Caina Vardhamana ile çağdaş olan Buddha Gotama ise, “dharma” (hareket) kavramını öne çıkarmıştır. Buddha için “dharma” hem hakikate götüren yol (marga – dharma), hem de yolun sonucu ve hakikatin kendisidir (nirvana – dharma). Buddha’nın öğretisi, hareketi merkeze aldığı için değişimi vurgular. Buddha’ya göre her şey acıdır ve her şey geçicidir. Buddha, “uyanmış, aydınlanmış, bilgiye ulaşmış kişi” anlamına gelir. Bu aydınlanma için, insanın bütün algı kuvvetlerinin açılması gerekmektedir. Dünyadan ve dünyevi bedenin etkilerinden uzaklaşan insan, bütün algı kuvvetlerini kullanmaya başlar ve “tathagata” adını alır. Hakikat bilgisi okyanus kadar derindir, anlaşılmaz ve ölçülemez. Buddha için “Nirvana”, insanın cehaletten kurtulması ve hikmete ulaşmasıdır. Bu makam hiçlik makamıdır. Ancak benlik ateşi söndürülüp benlik yok edildikten sonra bu aşkın gerçek idrak edilebilir. Bu idrak hissin, tasavvurun ve tahayyülün ötesindedir. Bu yüzden “Nirvana” bir tür yokluk olarak anlaşılmaya müsaittir. Ancak “Nirvana” nın yokluk olduğunu düşünmek hatalı bir yaklaşımdır. “Nirvana” maddi alemdeki suretlerin, renklerin, nesnelerin görüldüğü gibi görünmez ve onlar gibi bilinmez. Onun yokluğa benzemesi, bu anlamda bir fiziki “bilgi”nin konusu olmamasından kaynaklanır.
Budist öğretide, mandala adı verilen dairesel kozmogoni tasvirlerinin önemli bir yeri vardır. Merkezinde benliğin ya da aydınlanmış bilincin sembolü olan Buddha’nın bulunduğu bu evren tasvirleri, hakikat yolcusu olan kişilerin, bu kozmogoniye bakıp tefekkür etmek suretiyle, ondaki enerjiyi içselleştirmeleri için kullanılmıştır.
Çin’den Gelen Metafizik Tasavvurlar
Caina ve Buddha ile hemen hemen aynı dönemde Çin’de Lao Tzu’nun öğretilerini yaymaya başladığını görüyoruz. Lao Tzu için temel kavram “Tao”dur. Bu öğretinin temel ilkesi ise; “Tao’yu bilen söylemez, söyleyen bilmez” cümlesidir. Tıpkı Budist öğretideki “dharma” gibi, “Tao” da çift anlamlıdır, hem hakikate götüren yolu, hem de hakikatin kendisi olan metafizik varlığı ifade eder. Lao Tzu’nun düşüncesinde hakikate götüren yol hakikatin, evren de Tanrı’nın kendisidir. Tao adı ile tanımlanan bu üstün varlık, herhangi bir isim ya da sıfatla sınırlandırılamaz. Onun dil ile ifadesi imkansızdır. Bu yüzden varlıkla olduğu kadar yoklukla da özdeşleşir. Lao Tzu’nun öğretisinde; “Evrende bulunan her şey varlıktan ve varlık da var olmayandan gelir” denilmesinin sebebi budur.
Tao isimlendirilemediği için bir yönüyle yokluktur, ancak isimlendirilen bütün varlıkların da kaynağıdır. Var olmak, bir isme sahip olmak demektir. Tao her şeyin özüdür, ezeli ve ebedidir, sonsuzdur. Sonsuzluğunun sebebi belirli ve sabit bir şekli yani sureti olmayışıdır. Tao, gökler ve yer farklılaşarak oluşmadan önce de var olandır. Tao evrendeki varlığın kaynağıdır. Evrendeki düzeni ve devamlılığı erdem gücü ile sağlar.
Lao Tzu’nun öğretisi saf bir matematik metafiziği de içerir; Tao Bir’in kaynağıdır. Bir, ikiyi, iki üçü, üç ise on binleri yani çokluğu ortaya çıkarır. Alemdeki sayısız şey aslında “Bir” şeyden doğar. Bir şey ise hiçbir şeyden yani sayılamayandan doğmuştur. Tao sayılabilir nesnelerin temeli olsa da, kendinden doğan sayılabilir nesneler gibi farklılaşmaz. Sayılamayan, bu sebeple de sayı “Bir”i olmayan mutlak ve gizli “Bir” olarak kalmaya devam eder. Bu sebeple Tao görülemez ve suretlenmiş olarak bulunamaz. Tao, insan duyularının ötesindedir. Dil ile tasvir edilememesinin, isimlendirilememesinin sebebi budur. İnsan aklının ve dilin tasviri, ayrımlara ve farklara dayalı tasnifleri ifade eder. Tao ise bütün ayrım ve farkları aşkındır. Yine de Lao Tzu, O’nu mutlak yokluktan ayırmak ve O’nun varlığı da kapsadığını belirtmek için O’nu “Tao” adıyla isimlendirmiştir. Ancak bu isim, nesnel varlıklara işaret eden isimler gibi hakiki bir isim değildir. Sadece zihnen belirleyici bir imdir. Lao Tzu’ya göre Tao’yu idrak eden insan, erdemli kişi haline dönüşür.
Çin düşüncesinde bir diğer önemli ekol “Yin Yang” okuludur. Yin Yang okulu, iki ilkeyi esas alır. Bu iki ilkeden yin; “olumsuz, pasif, zayıf, edilgen, yok edici”, diğeri olan yang ise; “olumlu, aktif, güçlü, etken ve inşa edicidir”. Bu okul, hakikati zıtların birliğinde bulur. Evrende düzen olduğu kadar çatışma da vardır. Tıpkı çokluğun içinde birliğin olduğu gibi. Ancak evrende görünen bu çatışmanın ve zıtlığının ötesinde birlik bulunmaktadır. “Yin”in içinde “yang”, “yang”ın içinde “yin” vardır ve zaman döngüsünün çevriminde her ikisinin de bir olduğu anlaşılmaktadır.
Lao Tzu’dan sonra gelen Konfiçyus’un metafizik bir öğreti geliştirmediği, sadece ahlak meselesine yoğunlaştığı düşünülse de, aslında onun da metafizik görüşleri vardır. Konfiçyus, Pan Gu adı verilen ve evrenin yaratıcısı olan bir ilk varlığa inanıyordu. Bu varlık anlayışı zaman içinde Tien (gökyüzü) ile özdeşleşmiştir. Pan Gu ya da Tien, evrenin yapısını ve insan hayatını düzenleyip yönlendiren, şekil ve tasvirden uzak aşkın bir varlık olarak tefekkür edilmiştir ki bu anlayış, monoteist bir kavrayışı ifade etmektedir.
Başlangıçta Konfiçyus’un öğretilerine bağlı olan ancak zamanla kendine has bir öğreti geliştiren Mo Tzu (Mozi – Micius)’dan ayrıca bahsetmek gerekir. Mo Tzu, Milattan önce 5. yüzyılda yaşamış olan önemli bir düşünür ve bilim adamıdır. Oldukça derin felsefi görüşlere sahip olduğu gibi, ışık üzerine önemli çalışmaları da bulunmaktadır. Kilitli bir hazine odasının içinde ışık kullanarak görüntü oluşturmuş ve ilk fotoğraf makinesinin prototipi kabul edilen; “kamera obscura” yı yani karanlık oda uygulamasını keşfetmiştir. Mo Tzu’nun bu çalışması, görüntü oluşturan tüm cihazların atası kabul edilmektedir. Bu uygulamayı ancak bin küsur yıl sonra İbn Heysem tekrarlayıp geliştirebilmiştir. Mao Tzu için evrenin ilkesi; “her şeyi kuşatan sevgi”dir. O, Tanrı’nın varlığına inanır. Tanrı’nın bütün varlığı ve insanları sevdiğini, insanların da birbirlerini sevmelerini istediğini savunur. Mao Tzu’ya göre Tanrı’nın evrende arzu ettiği şey “birlik”, kızdığı şey ise “ayrım”dır. Tanrı’yı ve evrendeki düzeni anlayanlar, sevgiyi ayrım yapmadan tüm varlıklara yöneltirler. Bu sebeple Tanrı tarafından ödüllendirilirler. Ayrımcılık yapanlar ise, Tanrı tarafından cezalandırılırlar.
Görüldüğü üzere Antik Yunan düşüncesinde Miletos Okulu ortaya çıkmadan önceki çağlarda başlayan ve Yunan felsefesi ile eş zamanlı olarak gelişimini sürdüren farklı kozmoloji tasavvurları ve metafizik sistemler bulunmaktadır. Bu tasavvur ve sistemler; felsefenin yüzyıllar boyu tartışacağı Tanrı, evren, insan, oluş, varlık, yokluk, hareket, değişim, mekan, zaman, hayat, iyilik, kötülük, madde, ruh, boşluk, hakikat ve aydınlanma gibi kavramları içeren yapılarıyla, felsefi düşünceye yön veren önemli bir etki bırakmıştır. İnsan aklının kozmolojiden metafiziğe yönelen tekamülünde ve soyut – tümel kavramları idrak etme aşamasında, bu tasavvur ve sistemlerden tevarüs edilen anlam dünyasının büyük katkısı olacaktır.