25 Nisan 2019

FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE – I




FELSEFİ DÜŞÜNCE TARİHİ ÜZERİNE –I


ziggurat 2
Tarihsel Başlangıç Noktasının Tespiti
İnsanın arzda ortaya çıkışı ile tarihin nesnesi olarak kayıt altına alınışı arasında uzun bir dönem bulunmakta. Tarihsel anlamda belirsizlik ifade eden bu dönem, felsefi düşüncenin başlangıcı açısından da önemlidir. Çünkü insanın “düşünen canlı” olma vasfını, ilk yazı bulgularından da öncesine götürebiliyoruz. Bulunan en eski mezar kültleri, insanların bilimsel anlamda yazı öncesi çağlarda da “hayat”a, “ölüm” e ve “ölümden sonrası”na dair eyleme dönüşmüş düşüncelere sahip olduklarını göstermektedir. Aynı şekilde, en eski insan yerleşimlerinde bile tespit edilen “mabet” kültleri, yazı öncesi toplumların da “Tanrı” ve “ibadet” kavramlarına sahip olduklarını ve bir şekilde “varlık”, “yaratılış”, “aşkınlık” gibi konularda düşündüklerini göstermektedir. Bu düşünceler, soyut ve tümel kavramlar gerektirdiğinden, felsefi düşünceye açılan yolun kapısı olarak görülmelidirler.
Beşeri anlamda düşüncenin temelinde dilin inşası yatar. Beşeri dil ise önce ses unsuru ile ortaya çıkar. Tarih öncesinden beri insan topluluklarının ses ve söz ile anlaştıkları, bu yüzden dilin öncelikle fonetik yapısının ortaya çıktığı, yazı formunun ise daha sonraki aşamalarda teşekkül ettiği bilinmektedir. Bu sebeple felsefi düşüncenin kökleri de şüphesiz sözlü kültür içinde aranmalıdır.
Yine de tarihsel anlamda bilgelikten ve bilgelik sevgisinden (yani felsefeden) bahsedebilmemiz için, “üzerine eylem inşa edilebilir” bilgiyi, hem hazır muhataplara “anlatılabilir”, hem de gelecek nesillere “aktarılabilir” düzlemde gözlemlememiz ve bu düzlemde bilginin ortaya çıktığı noktayı tespit etmemiz gerekir. Bu gözlemlenebilir düzlem ancak yazının ve rakamların dünyasında kurulabilmiştir.
Beşeri dilin tecrübeye ve uzlaşıya dayalı yapısı, tecrübeyi ve maddi dünyayı aşan metafizik düşünceyi ve bu düşüncenin soyut ve tümel kavramlarını anlatmakta tahayyül ve tasvir yoluna başvurmayı zorunlu kılmaktaydı. İnsan aklında doğuştan var olan metafizik düşünce, varlığı, varoluşu, evrendeki varoluşun unsurlarını, bu unsurların yapısını ve ilişkilerini kapsayan bir kozmolojiyi kavrıyor, ancak beşeri dil üzerinden sistematik bir anlam ve anlatım formuna ulaşamıyordu. İşte beşeri dilin bu aşamada kurabildiği yegane form, “mitos” dediğimiz şiirsel efsane dili olmuştur. Mitos, dile getirilemeyen ve ancak dolaylı  olarak anlatılabilen düşüncenin dilidir. Mitosun anlatıcı şairi, trans halinde bir kendinde bilinç haline ulaşıp, şiirin tasvir ve tahayyül kuvvetlerine dayalı yapısını kullanarak metafiziği ve kozmosu anlatmıştır. Ancak bu aktarımda belirleyici olan akıl değil hayaldir. 
Yalnız felsefi düşüncenin değil, aynı zamanda tüm insanlık tarihinin en önemli değişimi, aklın tekamülü ile dilin mantıksal bir yapı kazanmasının neticesinde belirginleşen “logos” anlayışının, “mitos” anlayışına galip gelmesidir. Mitosun, açıklanamayanı tasvire ve tahayyüle dayanan, dolaylı ve şiirsel diline karşılık logos (ki biz bu kavramı “kelam” olarak biliyoruz),  kozmosu ve metafiziği, akli yöntemlerle açıklanabilir, sistematik olarak ifade edilebilir, dolayısıyla da hazır ya da müstakbel muhataplara, ortak  akıl sahasında anlatılıp aktarılabilir bir dilin konusu haline getirmiştir. 
Böylelikle “mitos”un karşısında, “logos”un yani “kelam”ın, tarihsel izleri iç içe geçmiş olan üç uçlu mızrağını buluruz. Bu mızrağın uçları; din, felsefe ve bilimdir. Bu noktada pozitivist düşünürlerin tarihsel anlamda içine düştükleri büyük hatayı vurgulamak gerekir. Onların, “logos” yani “kelam” çerçevesinde teşekkül eden dini düşünceyi; “mitos” olarak kabul etmeleri, hatalı bir değerlendirmedir. Bu hatalı değerlendirme, “mitos” – “logos” ayrımının temel niteliğini göz ardı edip bu ayrımı karartmakta, dolayısıyla da hem felsefi düşüncenin tarihsel başlangıç dinamiklerinin yanlış belirlenmesine, hem de bir bütünlük içeren din – felsefe ve bilim disiplinlerinin tarihlerinin eksik ve hatalı yazılmasına sebep olmaktadır. 
Kur’an’ın lisanı ile ifade edersek; vahiy “esatir-i evvelin” değildir. Peygamber de “mitos”un anlatıcı şairi değildir; “Ve ma allemnahuş şi’re ve ma yenbagi lehu, in huve illa zikrun ve Kur’anun mubin” (Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O’nun getirdiği hatırlatmadır ve apaçık beyana sahip Kur’andır. Yasin 36/69). Bu ayette vahiy, zikir yani hatırlama ve apaçık beyan edici bir kitap olma vasfıyla tarif edilmektedir. Kur’an kelimesi de, okumak, toplamak, bir araya getirmek, açıklamak, beyan etmek anlamlarını içermektedir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim, vahyin “mitos” olmadığını beyan ve ilan ederken, aslında vahiy dilinin mitos değil logos (kelam) olduğunu, yani muhataba hitabında sezgisel ve kurgusal değil, akli ve mantıksal bir dil kullandığını anlatmaktadır.
ziggurat
Logosun İzinde Bir Takvim Denemesi
Şimdi yazılı kültürün delaletini esas alarak “logos”un izini sürmeye ve bir takvim oluşturmaya çalışalım. Bu takvimde iz bırakan en eski yaprak Hermes’e aittir. Toth olarak da bilinen ve İslam düşüncesinde Hz. İdris ile özdeşleştirilen Hermes, Hermetik düşüncenin kurucusudur. Bu düşüncenin kökleri bizi Eski Mısır Medeniyeti’ne ve yazılı kültür öncesine götürecektir. Eski Mısır Medeniyeti, başlangıç noktası olarak ilk Firavun hanedanı esas alındığında, Milattan Önce 3050 yılına tarihlenir. Oysa kurucu unsur olan Nakadalılar esas alındığında, bu tarih M.Ö. 5500’lere kadar gerilemektedir.
M.Ö. 4000 ila 2000 yılları arası, Sümerlerin devridir. Sümer Medeniyeti, yazının ve matematiğin ilk sistematik örneklerinin yanı sıra, Gılgamış Destanı’na ve dolayısıyla hem ilk yaratılış kıssasına ve hem de ilk “Tufan” kıssasına rastladığımız havzayı oluşturur. M.Ö. 2500 yıllarına tarihlenen Fenikeliler de bu havzaya dahildir. Sümer şehirleri, “ziggurat” adı verilen yedi katlı mabedin çevresinde teşekkül eder. Mimari açıdan şaheser sıfatını hak eden zigguratlar, mabet olmanın yanı sıra, erzak deposu, okul ve gözlem evi  olarak da kullanılan çok yönü yapılardır. Bu yapılarda astronomi, matematik, geometri, mimari, tarih ve takvim bilimlerinin temellerine rastlamaktayız. Güney Mezopotamya merkezli olan ve kendisini Hz. Adem’e inzal olunan ilk vahye bağlı kabul eden Sabiilik dini de, Sümer Medeniyeti ile bağlantılı olarak düşünülmelidir.
M.Ö. 2000 yılları, Asurluların tarih sahnesine çıktığı dönemdir. Hz. İbrahim’in nübüvvetinin yanı sıra, Hindistan’da Brahman inancının ortaya çıkışı ve Upanişadlar denilen kutsal metinlerin çerçevesinde kadim Hind inançlarının teşekkülü de aynı döneme karşılık gelir. Hz. İbrahim’in  kıssasında insan, akla dayalı tahkik ilminin yanı sıra, görünmeyen ve bilinmeyen hakikatleri rüyet talebinin de ateşten yoluna girmiştir. Bu yolda tüm biçim ve suretleri tefekkürün keskin baltasıyla kırıp biçimden öze giden kapıyı açmıştır. Hz. İbrahim ile birlikte insan, tek başına bir ümmet olduğunun ve mutlak hakikat arayışı ile gelecek toplumları inşa edebileceğinin farkına varmıştır. Onun kıssasında insan, kendi nefsinin ve benliğinin sırlarının bilincine varmaya başlamıştır. Aynı zamanda, hem dış dünyada, hem de insanın kendi iç dünyasında eş güdümlü olarak devam eden iyilik – kötülük mücadelesinin, kökenlerinin de tespit edildiğini görüyoruz. O, Nemrut ve Firavun gibi şahıslarda bedenlenmiş olan Leviathan’ı görüp, onların karşısına dikilen ilk fert olmuştur. Kabe’yi inşa edip tevhidin temellerini yükselten Hz. İbrahim, hakikati arayan tüm insanlık için yol açan, fedakarlıkla mücadele edip ateşlerin içinden geçerek, hikmet burcunun doruklarına “İbrahim Milleti”nin tefekkür nakışlı sancağını diken “Hazreti İnsan”dır. O ulvi burca, hikmet burcuna nazar eden her idrak sahibi, aşılamaz hatta ulaşılamaz denen yüceliklerde, Hz. İbrahim’in tefekkür sancağının el an ve her an dalgalandığını görecektir.
M.Ö. 1894 yılı, Babil Medeniyetinin ve inançlarının başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. Babil, sihrin ve büyünün merkezidir. Bu gizemli ve karanlık faaliyetler, aslında madde – ruh ayrımının belirginleştiği, maddi dünyaya ait nesneler ile ruhsal dünyadaki güçler arasında birbirini etkileyen bağlar bulunduğu, bu bağların düzenli ve sistemli bir yapısının olduğu, dolayısıyla da tespit edilip yönlendirilebileceği fikrine dayanır. Bu fikirlerde sebep – sonuç ilişkisinin ve etkisel – tepkisel hareket anlayışının örtülü bilincine, dolayısıyla da bilimin tümel gerçekliğine giden yolun işaretlerine rastlarız. Babil Kulesi, insanın Tanrı’ya ve evrenin hakikatine ulaşmak için çıktığı yolda, bilimsel metotları kullanarak fiziki dünyanın sınırlarını zorlama kararlılığının ilk sembolüdür. Yedi katlı olduğu rivayet edilen bu kule, bir tür kozmoloji ve hatta ontoloji tasavvurunun şeması gibidir; Birinci kat taşı yani “toprak” mertebesini, ikinci kat “ateş” mertebesini, üçüncü kat “bitki” mertebesini, dördüncü kat “hayvan” mertebesini, beşinci kat “insan” mertebesini, altıncı kat “gökyüzü” mertebesini ve yedinci kat ise ruh yani “melek” mertebesini sembolize etmektedir. Tevrat, Babil Kulesi’nin yıkılması neticesinde, insan topluluklarının konuştukları “ortak dil”i kaybettiklerini ve birbirlerini anlamamaya başladıklarını bildirir (Tekvin 11, 1-9). Biz bu ifadeden Babil Kulesi ile kastedilenin, Tanrı’ya doğru yükselen bir mimari eser olmanın yanı sıra, aynı zamanda ve daha da fazla, Tanrı’ya ve evrenin hakikatine ulaşmak için kurulan “evrensel ve bilimsel bir dil” olduğunu anlıyoruz. Bu dil, insan idrakinin tekamülünü bekleyen tümel kavramların anlaşılması meselesi henüz çözülemediği için yetersiz kalmış, muhtemelen mitos diline dönüşerek gayesini kaybetmiş ve efsaneler içinde dağılıp parçalanmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in; “Ve kale fir’avnu ya haman ubni li sarhan leallî eblugul esbab” (Ve Firavun dedi ki: Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap. Belki böylece ben yollara ulaşırım. Mumin 36/40) ayet-i kerimesi ile, Mısır Medeniyetinin de Babilliler gibi evrensel ve bilimsel bir dil inşasına teşebbüs ettiğine, ancak onların bu çabasının da akim kaldığına işaret olunmaktadır. Daha sonraki çağlarda Asya seferine çıkan Büyük İskender’in, Babil Kulesi’nin temellerini bulup onu yeniden inşa ettirmeye başladığına dair rivayet ise, Antik Yunan Medeniyetine ait üçüncü teşebbüsü anlatmaktadır.
Babil Kralı Hammurabi (M.Ö. 1793 – 1750), hukuk ve yasa kavramlarının kurucu ismi kabul edilir. Onun adı ile anılan yasalar, devlet – toplum ilişkisini adalet kavramı ekseninde inşa eden metinlerin öncüsüdür. Hammurabi kanunları ile birlikte, artık “yasa” ile korunması gereken ve kendi dinamikleri içinde varlığını sürdüren daha kompleks bir içtimai hayatın teşekkül etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlayışı Hititliler (M.Ö. 1600 – 1178) sürdürmüş ve Roma’dan çok daha önce bir hukuk sistemi inşa etmişlerdir.
M.Ö. 1300 yıllarına gelindiğinde insanlık tarihi , Medyen’de Hz. Şuayb ve Mısır’da Hz. Musa’nın nübüvvetleri ile birlikte yeni bir çağa girmiş oldu. Tevrat’ın ve “on emir”in aydınlığı, Tanrı – alem – toplum  üçgeninin içinde insanı yeniden tanımladı. Bu yeni insan, artık dağ başında yanan bir ağacın ateşinde bile, kendisine seslenen hakikati duydu. Böylelikle, eşyanın hakikatini bulma yolculuğunun bu menziline ulaşan insan, büyük bir hayretle, madde üzerindeki en keskin etkinliğini ve bu etkinliğin tahmin edilemez kuvvetini  tecrübe etti. Denizin ikiye yarılabileceğini, dağların parçalanabileceğini, taşların bağrından pınarların çağlayabileceğini, asa misali maddedeki atıl kuvvetin kendi ellerinde bir ejderhaya dönüşebileceğini öğrendi. Bastığı kupkuru toprağın yeşillenebileceğini, öldü bildiği tabiatın yeniden canlanıp dirilebileceğini müşahede etti. Hz. Musa devrinin insanı, “Tanrı” ile konuşabilen ve dolayısıyla da evrendeki eşyanın dilini anlamaya başlayan insandır. Bu dönemde insanın logos yani “kelam” ile olan birlikteliği, kainatın sırlarını aydınlatmaya başladı. Ancak insanın kendi benliğinin ve toplumun sırları hala çok derinlerdeydi. Bu yüzden yaşanan büyük aydınlanmanın ışığı yüzeyde kaldı. 
M.Ö. 1000 – 928 yılları arasında, Hz. Davut ile Hz. Süleyman’ın nübüvvetleri tarih sahnesini aydınlattı. Bu aydınlıktan Kudüs şehri ve Beyt’ül Makdis doğdu. “Tanrı’nın evi” düşüncesi, “Tanrı’nın şehri” tasavvuruna dönüştü. İnsanın tesir kuvveti, tüm canlılara ve arzdaki tüm kuvvetlere hakimiyet kazandı. Bu döneme ait olan Hz. Süleyman ile Saba Melikesi Belkıs’ın kıssası, bir yönüyle insanın zaman ve mekan ilişkisi üzerine düşünmeye başladığının göstergesidir. İnsan, fizik sınırları içinde kalarak, bir an içinde zaman ve mekan formlarını aşabileceğine, uzun mesafeleri göz açıp kapayıncaya kadar kat edebileceğine inanmaya başlamıştır. Hz. Lokman’ ın kıssası da aynı döneme tarihlenir. Lokman Hekim ile birlikte hikmet, hem bedenin hem de kalbin tıbbı olarak tezahür etmiştir. Lokman Hekim’in, aslında Krotonlu Alkmaion (M.Ö. 628 – 551) olduğu yönünde rivayetler de bulunmaktadır.
battani
Teknik Anlamda Felsefenin ve Felsefi Metodun Kuruluşu
Böylece Akdeniz kıyılarında M.Ö. 750 yıllarına tarihlenen Antik Yunan Medeniyetinin başlangıç devresine ulaşmış oluruz. İran topraklarında ise, sırasıyla Med ve Pers İmparatorlukları sahne almak üzeredir. Zerdüşt’ün (M.Ö. 628 – 551) “Zend Avesta”yı vaz etmesi ve Mecusiliğin ortaya çıkışı bu coğrafyayı tekrar şekillendirecektir. İlk döneminde tevhidi bir anlayışa sahip olan Zend Avesta yorumları, zaman içinde düalizme yönelecek ve belki de tüm diyalektik yöntemlerin temellerini atacaktır. Zerdüşt ile aynı yıllarda yaşayan Thales (M.Ö. 624 – 546) ise, diğer doğa filozofları ile birlikte tarih sahnesine çıkarak, arkhe arayışını başlatmış, böylece hem teknik anlamda “felsefe”nin ve “felsefi metodun”, hem de yine “teknik anlamda “bilim” in ve “bilimsel metodun” müşterek kuruluşunu ilan etmiştir. 
M.Ö. 650 – 500 aralığı, insanlık tarihine yön veren bir dönemdir. Babil’in İsrail’e galip gelişi ve II. Nebukadnezar’ın (M.Ö. 605 – 562), Yahudileri Babil’e sürmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Hz. Danyal’in nübüvvetinin yanı sıra, Hindistan’da Cainizm inancının kurucusu Caina Vardhamana’nın ve Budizm’in kurucusu Budha Gotama’nın yaşamları da bu döneme rastlar. Çin’de Uzak Doğu’nun iki bilgesinin, Taoizmin kurucusu Lao Tzu’nun (M.Ö. 604 – 531) ve Konfiçyüs’ün (M.Ö. 551 – 479) öğretileri, yine aynı dönemde intişar etmiştir. Bu dönemin felsefi düşünceye asıl yansıması ise, İran’dan Babil’e ve Mısır’a kadar bu çağın tüm birikimini yüklenip Yunan Medeniyetine taşıyan Pythagoras (M.Ö. 570 – 495) ve temellerini attığı Pisagorcu düşünce olmuştur. Matematiksel doğruluğu esas alan Pisagorcu düşünce, insanın benliğinden kainatın düzenine, metafizikten fiziğe, felsefeden bilime uzanan uçsuz bucaksız genişlikte bir ufku hesaplanabilir ve kavranabilir kılacaktır.
Pythagoras’ı takip eden çağda sırasıyla Sokrates, Platon (Eflatun) (M.Ö. 427 – 347) ve Aristoteles (M.Ö. 384 – 322), bugün bilinen anlamıyla felsefi düşüncenin ilk ihtişamlı devrini başlatmışlardır. Aristoteles’in öğrencisi olan Makedonyalı Büyük İskender’in (M.Ö. 356 – 323) Asya Seferi önemlidir. Çünkü bu sefer neticesinde, Akdeniz havzasından Hindistan’a kadar uzanan bütün medeniyet merkezleri tek çatı altında birleşmiştir. Bu birleşimin, sonraki çağlara inkar edilemez önemde ve büyüklükte bir etkisi olmuştur. İskenderiye başta olmak üzere Büyük İskender’in kurduğu şehirler ve kendisinden sonra onun mirasını devralan yedi krallık, tüm bu havzalardaki tefekkür birikimini, felsefi düşüncenin potasında eriterek Helenistik kültürü oluşturur. Çin Medeniyeti, ilk bakışta bu müşterek yapının dışında kalmış gibi gözükse de, süreç içinde Hindistan ve İran üzerinden gelen dolaylı etkisi vasıtasıyla, mezkur yapının gelişiminde hiç de küçümsenemeyecek bir katkıya sahiptir.
Yunan Çağı, yerini yavaş yavaş Roma’nın hakimiyetine bırakırken, bu yapı için için kaynamaya devam etmiştir. Böylelikle insanlığın sahip olduğu ilmi birikim ve insan idrakinin vardığı tekamül seviyesi, yeni bir atılımı hazırlar; Hz. İsa’nın şahsında, “insan” benliğinin hakikati keşfolunur. Bu hakikatin, Hz. Yahya’nın rehberliğinde “ölümü bile öldürecek” bir ebedilik fermanını taşıdığı anlaşılır. Madde – mana, şehadet – gayb, fizik – metafizik, biçim – öz ayrımları ortadan kalkacakmış gibi olur. Sonrasında ise, Hz. İsa’nın şahsında aşikar olan “insani hakikat”, sırf O’nun şahsına aitmiş gibi yorumlanarak tekrar perdelenir. Bu yüzden insanlığın külli hakikatine ulaşma hamlesi, Son Peygamberin çağına kadar ertelenecektir.
Hz. İsa’nın çağdaşı İskenderiyeli Philon, tevil kuramını geliştirerek vahiy, tabiat ve yasa kavramlarını akli düzlemde formüle etmiştir. Bu formülasyon, kilise babaları tarafından benimsenecek ve teolojinin çatısı onun üzerinde kurulacaktır. Patristik felsefe döneminin bu ilk devresinde, Suriye’de Bardasanes (M.S. 154 – 222) kendi mistik öğretisini vaz etmektedir. İran’da ise Maniheizm inancının kurucusu Mani (M.S. 216 – 274), Kartaca’ya kadar uzanan bir sahaya yüzyıllar boyunca tesir edecek olan fikirlerini yaymaktadır. Hemen hemen aynı yıllarda, Mısırlı büyük filozof Plotinus (M.S. 204 – 270), sudur fikrini esas alan Yeni Platoncu düşünce sistemini inşa etmiş, talebesi Porphyrios (M.S. 233 – 305) ise, bu sistemi Aristoteles mantığı ile birleştirmiştir. Yeni Platoncu düşünce, İsevi hikmetin tevhidi temel alan ve insanın hakikatini aydınlatan özünü, tekrar ortaya çıkarmak ve insanlığın külli hakikatine hasretmek imkanını sunmuştur. Ancak bu imkan, imparatorlukların resmi mezhep arayışı neticesinde, İznik Konsülleri ile heba edilmiştir. 
Böylece insanlık, hatırlayış ve unutuşlar döngüsü içinde yavaş yavaş tekamül ederek, Hz. Muhammed’e (SAV) indirilen vahye ulaşmıştır. Muhammedi tebliğ ve irşad, kalbin idraki ve aklın rüyeti metodunu esas alarak, yalnız eşyanın değil, aynı zamanda  fert olarak “insan”ın ve külli olarak “insanlığın” hakikatini de aydınlatmış, bu aydınlanma felsefi düşüncenin önündeki her üç sahada (yani evreni, insanı ve toplumu anlama sahalarında) geniş ufuklar açmıştır. Kalbin idrakine ait bu ufukların gökler ile birleşen çizgisinde, alemin, insanın ve cemiyetin, biçimsel fiziki yapılarını hem aşan, hem de onlarda içkin olarak bulunan metafizik öz, ayın on dördü gibi aşikar bir hakikat olarak belirmiştir. Bu yegane hakikat ve yegane öz, Vacib’ül Vücud olan Cenab-ı Hakk’ın, Zat-ı Mutlak’ından ibarettir. Böylece insanlık için, “ahsen-i takvim” makamına dönerek, kendi zamanını “an-ı daim”e, ve kendi mekanını  “beled’il emin” e çevirmenin yolu açılmıştır. Bu yol, yeryüzünde Hakk’ı ve hakikati idrak eden tek bir insan dahi bulunduğu müddetçe kapanmayacaktır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...