KUR ÂN-I KERÎMDE KIYÂMET ve ÂHIRET BİRİNCİ BÖLÜM
Hakîkat Kitâbevi Yayınları No: 6 Birinci K sm KUR ÂN-I KERÎMDE KIYÂMET ve ÂHIRET Müellifi mâm- Gazâlî Mütercimi Ömer Beğ Nefs Muhâsebesi kinci K sm MÜSL MÂNA NASÎHAT Vehhâbîlik Seksenüçüncü Bask Hakîkat Kitâbevi Da rüş şe fe ka Cad. No: 53 P.K.: Fâtih- STANBUL Tel: Fax: HAZİRAN-2014
2 KIYÂMET ve ÂHIRET KİTÂBININ İÇİNDEKİLERİ I.ci KISM: Kıyâmet ve Âhıret...3 Birinci fasl: Allahü teâlâ kullarından mîsâk aldı...7 İkinci fasl: İnsan, ömrü boyunca dünyâda durur. Sonra ölür. Ölüm hâlleri; mü minin rûhu semâları geçer. Îmânı, nemâzı, zekâtı, Ramezân orucu, haccı düzgün olanların, seher vaktleri istigfâr edenlerin rûhları yükselir...8 Üçüncü fasl: Kâfirin rûhunun bedeninden ayrılması. Kabr süâlleri. Mü minler bu süâllere kolay cevâb verirler...14 Dördüncü fasl: Fâcir (kâfir) kabr süâllerine cevâb veremez. [Resûlullahın ana-babalarının îmân etmeleri ile ilgili âlimlerin bildirdikleri.]...20 Beşinci fasl: Kabrde ölüler dört hâlde bulunur...25 Altıncı fasl: Kıyâmetin kopması, canlıların dirilmesi...28 Yedinci fasl: İki nefha arasındaki tevakkuf...31 Sekizinci fasl: Herkes kabri üzerine çıkar, haşr başlar. İnsanlar, hesâbın çabuk yapılması için ulül azm Peygamberlerin şefâ atcı olmalarını sıra ile ricâ ederler...32 Dokuzuncu fasl: Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın şefâ atı. Hesâbın başlaması. Her Peygamber teblîginden süâl olunur. Ümmetleri de kendilerine teblîg olandan süâl olunurlar...41 Onuncu fasl: Dünyâda a mâ olanların, islâm düşmanlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet i tikâdına sımsıkı sarılanların, birbirini Allah rızâsı için sevenlerin, Allah korkusundan harâm işlemeyip, ağlıyanların, halâl kazanmak için uğraşanların, belâlara sabr edenlerin, gençlikde ibâdet edenlerin, mal ve mevki leri ile müslimânlara eziyyet edenlerin, ehl-i belânın, gençlerin ve köle ve câriyelerin ve tenbel fükarânın haşrları...51 Kıyâmet ve Âhıret kitâbının son sözü...62 Nefs muhasebesi...64 II.ci KISM: Müslimâna Nasîhat...75 Vehhâbîlik ve Ehl-i sünnetin cevâbı...81 Vehhâbîliğin Başlangıcı ve yayılması Muhammed Ma sûm hazretlerinin 1.ci cild, 182.ci mektûbu.376 Baskı: İhlâs Gazetecilik A.Ş. Merkez Mah. 29 Ekim Cad. İhlâs Plaza No: 11 A/ Yenibosna-İSTANBUL Tel: ISBN:
3 Birinci Kısm KIYÂMET ve ÂHIRET ÖNSÖZÜ Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp göndermekdedir. Bütün insanların, dünyâda ve âhıretde râhat ve huzûr içinde yaşamaları için, nasıl hareket etmeleri lâzım olduğunu bildirmişdir. Âhıretde, Cehenneme gitmesi gereken mü minlerden dilediğine ihsân ederek afv edecek, Cennete kavuşduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkda durduran, hepsini korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir Allahın şerefli ismine sığınarak bu kitâbı yazmağa başlıyoruz. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun, verdiği ni metlere, iyiliklere, sonsuz şükrler olsun! Herhangi bir kimse, herhangi bir zemânda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi birşeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükrlerin hepsi, Allahü teâlâya yapılmış olur. Çünki, herşeyi yaratan, terbiye eden, yetişdiren, her iyiliği yapdıran hep Odur. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız Odur. O hâtırlatmazsa, hiçbir kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzû edemez. Kul irâde etdikden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik veyâ kötülük yapamaz. Onun Peygamberlerinin hepsine aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve önce, onların en üstünü olan Muhammed Mustafâya aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât selâmlar ve düâlar olsun! O yüce Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Ehl-i beytine ve Onun rûhlara şifâ olan güzel yüzünü görmekle, fâideli sözlerini işitmekle şereflenen, böylece bütün insanların en kıymetlileri olan Eshâbının herbirine radıyallahü teâlâ anhüm ecma în bizden selâmlar ve düâlar olsun! Müslimân olmak için, (Kelime-i tevhîd) denilen (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) sözünü söylemek ve bunun ma nâsını kısaca bilmek ve inanmak lâzımdır. Bunun ma nâsını bilmek de, altı şeyi bilmek demekdir. Bu altı şeye (Îmânın şartları) denir. Bu altı şeyden beşincisi âhıret hayâtına inanmakdır. (450) hicrî yılında tevellüd ve 505 [m. 1111] de vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi imâm-ı Muhammed Gazâlî rahmetullahi aleyh kıyâmet bilgilerini açıklamak için (Dürre-tül Fâhire fî-keşf-i ulûm-il-âhıre) adında ayrıca bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbı, (Keşf-üz-zünûn)da da bildirilmekdedir. Kastamoni Askerî Rüşdiyye, ya nî ortamekteb arabî mu allimi Ömer beğ, bu kıymetli kitâbı, arabîden türkçeye çevirerek, (Kur ân-ı kerîmde kıyâmet ve âhıret hâlleri) ismini vermiş ve 13 Kasım 1911 ve 5 Zilka de 1329 hicrî yılında Kastamonide basılmışdır. Şimdi, bu kıymetli kitâbı yeniden basdırmak, kitâbevimize nasîb oldu. Başka mu teber kitâblardan alarak sonradan yapılan açıklamalar, bir köşeli parantez [ ] içine yazıl- 3
4 dı. Din kardeşlerimize bu hizmetde bulunmağı ihsân buyuran Allahü teâlâya sonsuz şükrler olsun! Allahü teâlâ hepimize, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru bilgileri öğrenmek ve bunlara inanmak ve sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği emrlere ve yasaklara uyarak, iyi bir insan olmak nasîb eylesin! İyi bir insan, herkese iyilik eder. Kimsenin malına, canına, ırzına, nâmûsuna saldırmaz. Devlete, kanûnlara karşı gelmez. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (İslâmiyyet, kılıncların gölgeleri altındadır) buyurdu. Bunun ma nâsı (İnsanlar, devletin, kanûnların idâresi, himâyesi altında, râhat yaşarlar. İbâdetlerini râhat yaparlar) demekdir. Devlet ne kadar kuvvetli olursa, râhat ve huzûr da o kadar artar. Bunun için, müslimânların devlete dâimâ yardım etmesi, vergilerini vaktinde vermesi, tatlı dil ve güler yüz ile herkese nasîhat etmesi lâzımdır. Din düşmanlarının yalanlarına, hîlelerine ve iftirâlarına aldanarak, dînine ve devletine hiyânet etmekden muhâfaza buyursun! Âmîn. Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan, hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciyye), Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî î) veyâ (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel ûne) de denir. Çünki, bunların müslimânlara müşrik dedikleri (Kıyâmet ve Âhıret) ve (Se âdet-i Ebediyye) kitâblarımızda yazılıdır. Müslimânlara kâfir diyene Peygamberimiz la net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerle ingilizlerdir. Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan, Cehenneme gidecekdir. Her mü min, nefsini tezkiye için, ya nî nefsin yaratılışında mevcûd olan küfrü ve günâhları temizlemek için, her zemân çok (Lâ ilâhe illallah) ve kalbini tasfiye için, ya nî nefsden ve şeytândan ve kötü arkadaşlardan ve zararlı, bozuk kitâblardan gelmiş olan küfrden ve günâhlardan kurtulmak için (Estagfirullah) okumalıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâsı muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara bakanın ve harâm yiyip içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunların düâları kabûl olmaz. Mîlâdî sene Hicrî şemsî Hicrî kamerî TENBÎH Misyonerler, hıristiyanlığı yaymağa, yehûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi, islâmiyyeti yaymağa, masonlar ise, dinleri yok etmeğe çalışıyorlar. Aklı, ilmi ve insâfı olan, bunlardan doğrusunu iz ân, idrâk eder, anlar. Bunun yayılmasına yardım ederek, bütün insanların dünyâda ve âhıretde se âdete kavuşmalarına sebeb olur. İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve dahâ fâideli bir hizmet olamaz. Bugün hıristiyanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât ve İncîl denilen din kitâblarının, insanlar tarafından yazılmış olduklarını kendi adamları da söyliyor. Kur ân-ı kerîm ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği gibi tertemizdir. Bütün papazların ve hahamların, Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf ile okuyup anlamağa çalışmaları lâzımdır. 4
5 KIYÂMET ve ÂHIRET Hamd, zâtının ebedî olduğunu bildiren Allahü teâlâya olsun. Kendisinden başka bütün varlıkların yok olmalarını diledi. Kâfirleri ve günâhkârları kabr azâbı ile cezâlandıracakdır. Kullarının dünyâ ve âhıret se âdetine kavuşmaları için Peygamberleri vâsıtası ile emrlerini ve yasaklarını bildirdi. Kullarının âhıretde azâb veyâ mükâfât görmelerini dünyâdaki yapdıkları birkaç günlük amellerine bağladı. Âhıret yoluna girip, rızâsına kavuşmağı, seçdiği ve sevdiği kullarına kolay eyledi. Allahü teâlâ, sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma, Onun Âline ve Eshâbına salât ve selâm eylesin ki, onların ismlerini müslimânlar arasında pek yüksek eyledi. Bilmelisin ki, herşeyi dirilten ve öldüren Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzseksenbeşinci ve El-Enbiyâ sûresinin otuzbeşinci ve El-Ankebût sûresinin elliyedinci âyetinin meâl-i şerîfinde, (Her canlı ölümü tadacakdır) buyurdu. Bununla âlemlerin üç ölümünü bildirdi. Dünyâ âlemine gelen elbette ölür. Ceberût âlemine ve melekût âlemine gelenler de elbette ölür. Bunlardan dünyâ âleminde olanlar, Âdemoğulları (insanlar) ile karada, denizde ve havada olan hayvanlardır. Melekûtî olan [ya nî gözle görülemiyen] ikinci âlem, melekler ile cin sınıflarının bulunduğu âlemdir. Ceberûtî olan üçüncü âlem ki, meleklerden seçilenlerin âlemidir. Nitekim Kur ân-ı kerîmde, Hac sûresinin yetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, meleklerden ve insanlardan Peygamberler seçdi) buyuruldu. İşte bu üçüncü sınıf Ceberût âleminin ehli, Kerûbiyân, Rûhâniyân, Hamele-i Arş melekleri ve Surâdıkât-ı celâl ehli olanlardır. Enbiyâ sûresinin ondokuz ve yirminci âyetlerinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde olan öyle melekler vardır ki, kendisine ibâdetde, kendilerini beğenmezler ve hiç yorulmazlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar) buyurularak, bunları bildirmekdedir. Allahü teâlâ onları bu âyet-i kerîme ile medh buyurmuşdur. Bunlar çok şerefli olup, Cennet bağçelerinde bulunurlar. Bunlar Kur ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, sıfatları anlatılmış- 5
6 dır. Bunlar cenâb-ı Hakka yakîn oldukları ve bulundukları mekânları Cennet olduğu hâlde yine ölürler. Allahü teâlâya yakîn olmaları, ölmelerine mâni olmaz. Sana önce dünyâ ölümünü anlatacağım. Haber vereceğim şeyi dinlemek için kulağını iyi ver ki, eğer Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne, kıyâmet gününe ve âhırete inanıyorsan; sana insanların bir hâlden diğer bir hâle nasıl geçdiklerini nakl edip, onların hâllerini, vasflarını haber vereceğim. Çünki, bu haberler ancak delîl ve şâhid iledir ki, anlatacaklarıma Allahü teâlâ ve Kur ân-ı kerîm şâhiddir. Kur ân-ı kerîm ile Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem nakl edilen sahîh hadîsler sözümü tasdîk eder. [İnsân ölünce, (Dünyâ hayâtı) biter. (Âhiret hayâtı) başlar. Âhiret hayâtı üç kısmdır: Tekrâr dirilinciye kadar, (Kabr hayâtı) dır. Sonra, (Kıyâmet hayâtı), bundan sonra, (Cennet ve Cehennem hayâtı) dır. Bu üçüncü hayât, sonsuzdur.] Dünyâda iyi, fâideli şeyler, kötü, zararlı şeylerle karışıkdır. Se âdete, râhat ve huzûra kavuşmak için, hep iyi, fâideli şeyleri yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, iyi şeyleri kötülerden ayıran bir kuvvet yaratdı. Bu kuvvete (akl) denir. Temiz ve sağlam olan akl, bu işini, çok iyi yapar, hiç yanılmaz. Günâh işlemek, nefse uymak, aklı ve kalbi hasta yapar. İyiyi kötüden ayıramaz. Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu işi kendi yapmakda, iyi işleri Peygamberler vâsıtası ile bildirmekde ve bunları yapmağı emr etmekdedir. Zararlı şeyleri de bildirip, bunları yapmağı yasak etmekdedir. Bu emr ve yasaklara (Din) denir. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne (İslâmiyyet) denir. Bugün, yeryüzünde, değişdirilmemiş, bozulmamış tek din vardır. O da islâmiyyetdir. Râhata kavuşmak için, islâmiyyete uymak, ya nî müslimân olmak lâzımdır. Müslimân olmak için de, hiçbir formaliteye, imâma, müftîye gitmeğe lüzûm yokdur. Önce kalb ile îmân etmeli, sonra da, islâmiyyetin emr ve yasaklarını öğrenmeli ve yapmalıdır. Süâl melekleri kabre geleler, Nemâzını doğru kıldın mı diyeler. Hemen kurtuldun mu sandın ölünce, Senin için azâb hâzır diyeler. 6
7 BİRİNCİ FASL Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini kudretiyle mesh buyurduğu zemân, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından, diğerini ise sol tarafından aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara bakdı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü. El-Vâkı a sûresindeki bir âyet-i kerîmede meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fâide ve zarar yokdur. Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fâide ve bir zarar yokdur) buyuruldu. Âdem aleyhisselâm Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir?) diye sordu. Allahü teâlâ da, (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim Peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitâblarımda (Peygamberlere verilen kitâblar) olan emr ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmekdir) buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya düâ ederek, (Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhid kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler) dedi. Allahü teâlâ da, nefslerini şâhid yapıp (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik) dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdemi aleyhisselâm de şâhid tutdu ki, onlar Allahü teâlânın rubûbiyyetini ikrâr etdiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi. Çünki bunların hayâtları yalnız rûhânî bir hayât idi. Cismânî bir hayât değildi. Allahü teâlâ bunları Âdem aleyhisselâmın sulbüne yerleşdirdi. Rûhlarını kabz edip, arşın hazînelerinden birinde muhâfaza kıldı. Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismânî sûreti temâm olduğu zemân, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenâlaşması men edildi. Allahü teâlâ rahmde ölü olan bu çocuğa rûh vermeyi murâd buyurduğunda, arşın hazînelerinde bir müddet gizleyip muhâfaza buyurduğu rûhu, o cesede iâde eder. Çocuk o zemân hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında hareket eder. Vâlidesi ba zan işitir. Ba zan işitmez. Allahü teâlânın rûhlara, (Ben sizin rabbiniz değil miyim) diye sorduğu mîsâkdan (sözleşmeden) sonraki ölüm ya nî, rûhunu arşın hazînelerine göndermesi birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayât, ikinci hayâtdır. 7
8 İKİNCİ FASL Bundan sonra, Allahü teâlâ, insanı hayâtı boyunca, dünyâda durdurur. Belli olan eceli gelinceye kadar ve rızkı tükeninceye kadar ve ezelde takdîr edilmiş olan amelleri bitinceye kadar, dünyâda durur. Dünyâdaki ölümü yaklaşdığı vakt, dört melek gelir. Bunların biri, rûhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından ve biri sağ elinden ve biri sol elinden çekerler. Çok def a, rûhu gargara hâline gelmezden evvel (Âlem-i melekûtî)yi görmeğe başlar. Melekleri, yapdıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdünü haber verir. Çok def a da, gördüğü şeyleri, şeytânın bir işi zan eder. Lisânı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine melâike rûhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi, gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem haber verdi. Bu hâlde ölü karnını diken ile dolu zân eder. Rûhunu da, sanki bir iğne deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor zan eder. Hazret-i Kâ bdan radıyallahü anh, ölüm nasıl oluyor diye süâl olundu. Buyurdu ki: (Bir diken dalını bir kişinin içerisine koymuşlar. Ve kuvvetli bir kimse onu çekiyor. Kesdiğini kesiyor. Kalan kalıyor gibi buldum). Peygamberlerin efendisi sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Elbette ölüm acılarından birinin şiddeti, üçyüz kerre kılınç vurmakdan dahâ şiddetlidir). İşte bu zemânda insanın cesedi terler. Gözleri sür at ile iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır, benzi sararır. Âişe-i sıddîka radıyallahü anhâ vâlidemiz, Resûlullah kucağında iken, bu hâli görünce, gözünden yaş dökerek şu meâlde şi r söyledi: (Nefsimi sana fedâ ederim yâ Resûlallah ki, seni fenâ hareketlerden birşey kederlendirmedi, incitmedi. Bu zemâna kadar seni cin de çarpmadı. Birşeyden dahî korkmadın. Şimdi ne oldu ki, güzel yüzün inci gibi terle örtülmüş görüyorum. Her ölünün rengi solduğu hâlde, senin mubârek yüzünün nûrları hakîkaten her tarafı aydınlatıyor.) Rûhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gâyet büyük olduğundan, göğüs nefeslerle sıkışıp, daralmışdır. Görmezmisiniz, insanın göğsüne vurulsa bayılır. Ancak az sonra söze kâdir olur. Çok kerre de söyliyemez. İnsanın neresine vu- 8
9 rulsa seslenir. Göğsüne vurulsa, hemen sessiz ölü gibi düşer. İkinci sebebi de, ses akciğerlerinden dışarı çıkan havanın hareketinden hâsıl oluyor idi. Bu soluk ise kalmadı. Nefes alıp veremediği için, bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zemânda mevtâların hâlleri muhtelif olur. Ba zıları vardır ki, melek zehr ile su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen rûh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır, civa gibi titremeye başlar. Çekirge kadar insan şeklinde olur. Sonra melek onu zebânîye (azâb yapıcı meleğe) teslîm eder. Ba zı mevtâ vardır ki, rûhu azar azar çekilir. Tâ ki, boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zemânda, melek zehrli kızgın demir ile vurur. Zîrâ, o demirle vurmayınca, rûh kalbden ayrılmaz. Bu demirle vurmanın sebebi, demir ölüm denizine daldırılmışdır. Kalb üzerine konulunca, diğer yerlerine de sirâyet eden zehr gibi olur. Zîrâ, hayâtın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünyâ hayâtında te sîr eder. Bunun için, ba zı kelâm âlimleri (hayât rûhun gayrıdır) ve (hayâtın ma nâsı, rûhun beden ile karışmasıdır) dediler. Rûh çekilip, son bağı kopacağı zemân, kendisine birçok fitneler ârız olur. Bu, ol fitnelerdir ki, iblîs a vânını (yardımcılarını) hâssaten o kimseye musallat eder. O hâlde iken o insana gelirler ve onun anası ve babası ve kardeşi ve kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve ona derler ki: (Ey filân! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçdik. Sen yehûdî dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde, makbûl olan hak dindir). Eğer bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip, derler ki, (Sen nasrânî (hıristiyan) olarak öl! Zîrâ o din Mesîhin, ya nî Îsâ aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini, nesh etmişdir.) Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zemânda, Cenâb-ı Hakkın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır. İşte bu; (Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinin haber verdiği hâldir. Cenâb-ı Hak bir kuluna hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Ba zıları, bu rahmetden maksad Cebrâîl aleyhisselâmdır, dediler. Rahmet-i ilâhiyye, şeytânı uzaklaşdırıp, hastanın yüzünden o yorgunluğu giderir. O zemân insan ferahlar, güler. Çok kimselerin bu hâlde güldüğü görülür ki, Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmesi ile onu müjdeleyip, (Beni bilir misin, ben Cebrâîlim. Bunlar ise, senin düşmanların olan şeytânlardır. Sen Millet-i Hanîfiyye ve dîn-i 9
10 Muhammediyye üzre vefât et!) der. İnsana işte bu melekden dahâ çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey yokdur. (Yâ Rabbî, bize rahmetini ihsân eyle. İhsân sâhibi ancak sensin) meâl-i şerîfindeki, Âl-i İmrân sûresi sekizinci âyet-i kerîmesi, bu hâli haber vermekdedir. Ba zı kimseler vardır ki, ayakda nemâz kılarken vefât eder. Ba zısı uykuda iken, ba zısı, bir şeyle meşgûl iken, ba zısı da, çalgı ve oyunlara dalmış iken, kimisi de, serhoş iken, ansızın vefât eder. Ba zı kimselere, rûhu çıkarken kendinden evvel geçen tanıdıkları gösterilir. Bunun için, etrâfında olan kimselere bakar. Bu zemânda, o kimse için horuldamak olur ki, insandan başka herşey onu işitir. İnsan işitmiş olsa, elbette helâk olur, korkudan ölürdü. Ölünün his duygularından en son gayb edeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakt yalnız görmesi bozulur. Fekat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar gayb olmaz. Bunun için Fahr-i âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, (Ölüm hastalığında olanlara şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!) buyurmuşdur. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekden de nehy buyurmuşdur. Çünki o zemân, insan şiddetli sıkıntı içindedir. Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakîdir. Âhıretdeki şekâvetini görmüşdür. Eğer görür isen ki, ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsiyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhıretde kavuşacağı sürûr ile tebşir (müjde) olunmuşdur. Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O sa îd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve ilminden hiçbirşey gayb etmemişdir. Dünyâda ne yapmış ise, hepsini bilir. O melekler, bu rûhla berâber semâya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi ba zı ölü bilir, ba zı ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına varırlar. Bu meleklerin başında olan Cebrâîl aleyhisselâm, dünyâ semâsına çıkar. Kimsin diye sorulur. Ben Cebrâîlim, yanımdaki de filândır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği ismleri ile haber verir. Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler, (Bu ne iyi bir kimsedir ki, i tikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şübhesi yokdu) derler. Bundan sonra ikinci kat semâya çıkarlar. Kimsin denir. Cebrâîl aleyhisselâm birinci kat semâdaki meleklere söylediği sözünü tekrâr eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha, (Hoş safâ 10
11 geldi. Dünyâda iken nemâzlarını bütün farzlarına riâyet ederek edâ ederdi) derler. Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. Kimsin denir. Cebrâîl aleyhisselâm dahâ önce söylediklerini tekrâr eder. Bunun üzerine (Malının hakkını muhâfaza edip zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emr olunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zât hoş ve safâ geldi) denir. Oradan da geçerler. Dördüncü kat semâya varırlar. Kimsin denir. Dahâ önce söylediği gibi cevâb verir. (Dünyâda, Ramezân orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekden ve harâm yimekden kendini muhâfaza eden kimse, hoş ve safâ geldi) denir. Sonra geçerler. Beşinci kat semâya varırlar. Kimsin denir. Dahâ önce söylediği gibi cevâb verir. (Farz olduğu zemân haccını riyâsız ve Allahü teâlâ için edâ eden kimse hoş ve safâ geldi) denir. Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. Kimsin denir. Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. (Seher vaktlerinde çok istiğfâr eden, gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş, safâ geldi) denir. Oradan da geçerek (Surâdikât-i celâl) denilen, celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulunca, öncekiler gibi cevâb verir. Yine (Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, [çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere] emr-i ma rûf yapan, Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına öğreten, miskinlere [ve darda kalanlara] yardım eden, sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun) denir. Sonra meleklerden bir cemâ ate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile müjdeleyip, onunla müsâfeha ederler. Sonra (sidret-ül-müntehâya) kadar giderler. Yine kimdir diye sorulunca, öncekiler gibi cevâb verir. (Hoş safâ geldi. Her iyiliğini Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ) denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine uğrar ve geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur. Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki, seksen bin perdedir. Her perdede seksen bin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer ya nî ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünse, nûru âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet ederdi. Bu zemânda, perde arkasından bir münâdî nidâ eder ki, bu getirdiğiniz rûh kimdir? Cebrâîl aleyhisselâm filân oğlu filândır, der. Allahü teâlâ, (Bunu yakınlaşdırın. Ve sen ne güzel kulumsun buyurur.) Allahü teâlânın huzûr-i ma neviye-i ilâhiyyesinde dur- 11
12 duğu vakt, ba zı levm-ü itâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul, zan eder ki, hakîkaten helâk oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak onu afv eder. Nitekim Kâdî Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivâyet olundu. Vefâtından sonra rüyâda görülüp de süâl olundu ki, Hak teâlâ sana ne mu âmele eyledi. Yahyâ bin Eksem, (Allahü teâlâ beni manevî huzûrunda durdurdu. Ey Şeyh-i Sû [ya nî fenâ ihtiyâr]! Sen şunu ve bunu işlemedin mi? buyurdu. Allahü teâlânın yapdıklarımı bildiğini anladığım zemân, beni korku kapladı ve yâ Rabbî, böyle süâl soracağını bana dünyâda bildirmediler, dedim. (Sana nasıl bildirildi) buyurdu. Ben de, bana Mu ammer, İmâm-ı Zührîden, o da Urveden, o da Âişe-i Sıddîka radıyallahü anhâ dan, O da hazret-i Peygamberden sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, O da hazret-i Cibrîlden, O da Zât-i teâlâdan haber verdiler. Raûf ve rahîm olan Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan, islâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekden hayâ ederim) buyurdu; dedim. O zemân Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen ve Mu ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni mağfiret etdim.) [Kâdî Yahyâ bin Eksem rahmetullahi aleyh Bağdâdda kâdî iken 242 [m. 856] de Medînede vefât etdi. Şâfi î fıkh âlimi idi. (Tenbîh) adındaki kitâbı meşhûrdur. Mu ammer bin Müsennâ, Ebû Ubeyd-i Nahvi adı ile meşhûrdur. Edib idi. 110 da Basrada tevellüd, 210 [m. 825] da vefât etdi. Hâricî idi. Çok kitâb yazdı. Hadîs ve târîh âlimi idi. Muhammed bin Müslim Zührî tâbiîndendir. Kitâblarını dıvar gibi dizip, içine kapanarak okumakla vakt geçirirdi. Zevcesi bir gün (Bu kitâblar bana üç ortakdan dahâ şiddetlidir) demişdi. 124 [m. 741] de vefât etdi rahime-hullahü teâlâ. Urve bin Zübeyr, Zübeyr bin Avvâmın ikinci oğludur. Esmâ bint-i Ebî Bekrin oğludur. Fukahâ-i seb adan biridir. Âişeden radıyallahü anhâ çok hadîs-i şerîf bildirdi. 22 de tevellüd, 93 de Medînede vefât etdi rahime-hullahü teâlâ.] Yine, Abdül azîz ibni Nübâte rü yâda görülüp, Allahü teâlâ hazretleri sana nasıl mu âmele buyurdu diye sorulunca, Allahü teâlâ bana buyurdu ki, (Sen şu kimse değilmisin ki, sözünü kısaltır. Ve sana bu ne güzel fesâhatli söz söyler denilsin diye konuşurdun.) Ben de, (yâ Rabbî! Yüce zâtını noksan sıfatlardan tenzîh ve takdîs ederim ki, ben hakîr kulun, dünyâda zât-i rubûbiyyetini vasf ve medh ve senâ ederdim.) (Öyle ise, dünyâda dediğin gibi vasf eyle) buyurdu. Ben dahî, (Önce yokdan yaratan, onların yine 12
13 rûhlarını kabz ederek öldürür. Onlara nutk (konuşma hassası) veren, yine nutklarını yok eder. Yok etdiği gibi, sonra yine yokdan îcâd eder. İnsan öldükden sonra, uzvlarını birbirinden ayırdığı gibi, onları yine kıyâmet günü cem eder) dedim. Günâhları afv edici olan Allahü teâlâ, (Doğru söyledin. Git ben de seni mağfiret etdim) buyurdu dedi. [İbni Nübâte şâir olup, divânı vardır. 405 [m. 1014] de Bağdâdda vefât etdi.] Mensûr bin Ammâr da rahmetullahi aleyh, rü yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu diye sorulunca, şöyle cevâb verdi. Cenâb-ı Hak, beni ma nevî huzûrunda durdurup, (Bana ne ile geldin ey Mensûr) buyurdu. Ben de, yâ Rabbî, otuzaltı hac ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin?) buyurdu Ben de; yâ Rabbî, senin rızân için, okuduğum üçyüzaltmış hatm-i şerîf ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin, ey Mensûr?) buyurdu. Ben de yâ Rabbî, rahmetin ile geldim, dedim. Bunun üzerine, Allahü teâlâ da, (İşte şimdi bana geldin, git ben de seni mağfiret etdim) buyurdu dedi. Bu hikâyelerin çoğu ölümün korkulu hâllerini haber verir. Ben sana, Allahü teâlânın yardımı ile, söz dinleyecek kimselerin uyabilecekleri şeyleri haber verdim. Ba zı insanlar vardır ki, kürsîye ulaşdıkları zemân bir nidâ işitir. Ve orada, onu geri çevirirler. Ba zıları da, perdelerden geri çevrilir. Allahü teâlânın huzûruna ulaşanlar, Ârif-i billâh olanlardır, ya nî Evliyâ-i kirâmdır. Vilâyetin dördüncü derecesi ve dahâ üst makâmlarında olan kimselerin dışındakiler, Allahü teâlânın huzûruna ulaşamazlar. Beterdir günbegün hâlim, begâyet, yâ Resûlallah! Düzelsin artık ef âlim, inâyet yâ Resûlallah! Azıtdı bu denî nefsim, beni şeytâna uydurdu. Ne mümkin bunca isyânla, dehâlet yâ Resûlallah! Aceb kâbil mi kurtulmak, hevây-i nefs-ü şeytândan? Erişmezse, eğer senden, hidâyet yâ Resûlallah! Gelince feyz-ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir ân, Onun râhı, dü-âlemde, selâmet yâ Resûlallah! Emri, nehyi ta zîm etdim, harâma demedim halâl. Her günâhın sonu oldu, nedâmet yâ Resûlallah! Ey ins-ü cinnin Resûlü, insanların en üstünü, İhlâsıma bağışla kıl, şefâ at yâ Resûlallah! 13
14 ÜÇÜNCÜ FASL Fâcirin, ya nî kâfirin rûhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur. Melekler ona hitâben, (Ey habîs olan rûh! Habîs olan cesedden çık) der. O da merkeb gibi bağırır. Rûhu çıkınca, Azrâîl aleyhisselâm, onu yüzü gâyet çirkin ve siyâh elbiseli ve fenâ kokulu zebânîlere (ya nî azâb yapan meleklere) teslîm eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O rûhu buna sararlar. Bu zemânda, çekirge kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi, kâfirin cesedi âhıretde mü minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfde, (Cehennemde kâfirin bir azı dişi Uhud dağı kadardır) buyuruldu. Cebrâîl aleyhisselâm, bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ semâsına ulaşırlar. Sen kimsin denir. Ben Cebrâîlim der. Yanındaki kimdir denir. Filân oğlu filân diye, kötü, çirkin ve dünyâda sevmediği fenâ ismleriyle onu zikr eder. Onun için gök ve semâ kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennete girmezler denir. Cebrâîl aleyhisselâm bu sözü işitince, onu elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler. İşte bu, Hac sûresinde, (Allahü teâlâya ortak koşan kimse, şuna benzer ki, gökden düşüp, kendini yâ kuşlar kapışır. Yâhud rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helâk olur) olan otuzbirinci âyet-i kerîmenin meâli şerîfidir. O kimse yere düşünce, bir zebânî onu alıp siccîne götürür. Siccîn yerin altında veyâ Cehennemin dibinde büyük bir taşdır ki, kâfir ve fâsıkların rûhu oraya götürülür. Yehûdî ile nasârânın rûhları kürsîden kabrlerine geri gönderilir. Eğer bunlar kendi dinleri üzere olurlarsa (bozulmamış yehûdîlik ve hıristiyanlık) kendilerinin yıkanmalarını ve defn olunmalarını seyr ederler. Müşrik ya nî dinlere inanmayanlar, bunlardan birşey seyredemez. Zîrâ kendisi dünyâ semâsından hakîr olarak bırakılmışdır. Münâfık, ikinciler gibi, ya nî müşrik gibi,allahü teâlânın kahrına uğramış ve red olunmuş olarak, mezârına geri gönderilir. Mü minlerden kullukda kusûr edenler çeşid çeşiddir. Ba zılarını, kılmış olduğu nemâzı geri çevirir. Zîrâ bir kimse, nemâzını horozun yem yediği gibi çabuk çabuk kılarsa, nemâzından hırsızlık etmiş olur. Onun nemâzı eski bir bez parçası gibi toplanıp yüzüne vurulur. Sonra yükselir ve sen beni zâyi etdiğin gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyi etsin der. Ba zılarını zekâtı geri çevirir. Zîrâ o kimse, zekâtını filân kimse 14
15 tesadduk ediyor, zekâtını veriyor desinler diye verirdi. Ve çok def a kadınların muhabbetini çekmek için zekâtını onlara verirdi. Biz bunları gördük. Biz bunu müşâhede eyledik. Halâl olan şeylerle Allahü teâlâ herkese âfiyet versin. Ba zılarını da orucu geri çevirir. Çünki o kimse yemekden oruc tutmuş, fekat mâlâ-ya nî sözlerden ve gıybetden ve günâh işlemekden kaçınmamış idi. İşte bu oruc fuhş ve hüsrândır. Bu şeklde oruc tutarken, Ramezân ayı çıkar. Zâhirde oruc tutmuş, hakîkatde ise,oruc tutmamış olur. Ba zı kimseleri de haccı geri çevirir. Çünki o kimse, hac ediyor desinler diye veyâ harâm mal ile hac etmişdir. Ba zı insanı da anaya-babaya âsî olmak gibi bir günâhı geri çevirir. Bu hâlleri, esrâr âleminden haberi olanlar ve Allahü teâlânın rızâsı için ilm öğrenen âlimler bilir. Şimdiye kadar anlatdığımız husûslar hakkında, Peygamberimizden sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hadîsler, Eshâb-ı kirâmdan ve tâbi înden de haberler gelmişdir. Muâz bin Cebel radıyallahü anh ın rivâyetinde bildirildiği gibi, amellerin geri çevrilmesi ve bunun dışındaki husûslarda çok haberler gelmişdir. Ben bu mes eleyi kısaca ayırarak anlatmak istedim. Eğer kısaltmamış olsaydım, çok kitâbları doldururdum. Ehl-i sünnet i tikâdında olan ya nî doğru i tikâd ve îmâna sâhib olanlar, çocuklarını bildikleri gibi, bu anlatdıklarımızın doğru olduğunu bilirler. Rûh cesede geri döndürüldüğü zemân cesedi yıkanırken bulur ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür. Bir zât oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip gördüğü tarafdan diğer tarafa geçdi. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki rûh kefene geri döndü. Na ş, ya nî tabut içine koyunca da rûhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden çok kimseden rivâyet olundu ki, na ş üzerinde iken filân nerededir. Rûh nerededir? diye ses işitildi. Kefen göğüs tarafından iki yâhud üç kerre hareket eyledi. Rebî bin Heysemden rahimehullah rivâyet edildi ki, bir zât, yıkayan kimsenin elinde hareket etmişdir. Yine Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh zemânında bir ölünün tabut üzerinde konuşduğu görüldü ki, Ebû Bekr ve Ömer radıyallahü anhümâ nın fazîletlerini zikr etdi. Mevtânın bu hâlini görenler, melekler âlemini seyr eden Velî- 15
16 lerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi kaldırır, o da bu hâli görür ve bilir. Ölü kefene sarıldığı zemân rûh hâricde olarak göğüse yakın gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki, beni Rabbimin rahmetine acele götürünüz. Eğer bana ihsân olunan ni metleri bilseydiniz, beni götürmekde acele ederdiniz. Eğer şekâvet ile korkutulmuş ise, der ki, aman bana azâb-ı ilâhîden bir müddet mühlet verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette beni omuzunuzda taşımazdınız. Bunun için, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, bir cenâze görünce, hemen ayağa kalkarlar, kırk adım kadar berâber giderlerdi. Sahîh hadîsde bildirildi. Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem önünden bir cenâze geçirildi. Ta zîm için Peygamberimiz ayağa kalkdı. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân (Yâ Resûlallah, bu cenâze yehûdî cenâzesidir) dediler. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem (nefs değil midir?) buyurdu. Ya nî insan değil midir? Resûlullah efendimizin böyle yapmalarının sebebi, mubârek zâtına melekler âlemi keşf olunmuş, gösterilmişdir. Bunun için, cenâze gördüğü vakt neş eli olurlar idi. [(Halebî)de diyor ki, önünden cenâze geçen kimse, cenâze için ayağa kalkıp dikili durmamalıdır. Cenâzeyi taşımak ve arkasından yürümek için kalkmalıdır. Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimizin cenâze görünce kalkdığı, geçdikden sonra oturduğu ve siz de böyle yapın diye emr buyurduğu bildirildi ise de, bu emr nesh edildi. Ya nî bir zemân sonra, bu emrini değişdirdi. (Merâk-ıl-felâh) ve (Dürr-ül-Muhtâr)da da cenâzeyi görenin saygı duruşu olarak ayağa kalkmasının câiz olmadığı yazılıdır.] Ölü kabre konulduğu zemân, üzerine toprak örtülünce, kabr meyyite şöyle söyler ki, benim üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn olursun. Benim üzerimde yemekler yirdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar yir. Kabr dolup, toprakla üzeri örtülünceye kadar böyle çok acı sözler söyler. İbni Mes ûddan radıyallahü anh rivâyet olundu ki, Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu vakt, ilk karşılaşdığı şey nedir diye sordu. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Yâ İbni Mes ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakt, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi (Rûmân)dır. Kabrlerin arasına girer. Der ki, Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki, benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki; bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmak- 16
17 ların kalemindir. Melek kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını, âdeta o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.) Bundan sonra Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, (Her insanın yapdığı işleri gösteren sahîfelerini biz boynunda kıldık) meâlindeki İsrâ sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesini okudular. Sonra, gâyet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyâh olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan dahâ büyük ve ağırdır. Bir kerre, bir kimseye vurursa, mâzallah parça parça eder. Rûh bunları görünce, hemen kaçar. Ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir. Öleceği zemândaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kâdir olmaz. Fekat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile süâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuşdur. Ne vakt kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur. Bu iki melek (Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?) diye süâl sorarlar. Allahü teâlâ, kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleşdirirse, der ki, (Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, rabbim odur. Benim rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim Dîn-i islâmdır.) Buna ancak, ilmi ile âmil olan hayrlı âlimler böyle cevâb verir. O zemân bunlar da der ki, (Doğru söyledi. Delîlini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.) Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yapdığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar kabrinde neş eli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından dahâ sevgili bir şey olmaz. İlmi ve ameli az olan ve ilmden ve melekût esrârından haberi olmıyan mü minlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmândan sonra, güzel sûretde ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. (Beni bilmez misin) der. O da der ki, (Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garîb olduğum zemânda bana 17 Kıyâmet ve Âhıret - F:2
18 ihsân eyledi.) O da der ki, (Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra, Münker ve Nekîr melekleri gelirler ve sana süâl ederler. Onlardan korkma) der. Bundan sonra, süâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekîr melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şeklde onu sıkışdırırlar. Onu oturturlar. Ona (Men Rabbüke), ya nî Rabbin kimdir, derler. O da evvelki söylediği gibi söyler: (Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, İmâmım Kur ân-ı kerîm, kıblem Kâ be-i şerîf ve babam İbrâhîm aleyhisselâmdır ki, Onun milleti benim milletimdir) der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da, (Doğru söyledin) derler. Önceki melekler gibi mu âmele ederler. Fekat onun için sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar. Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkûmu, velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona (Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ, bunu senin Cennetde olan yerinle değişdirdi. Uyu, sen saîdsin) derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zemânı bilmez, öylece kalır. Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer i tikâdı bozuk olursa, [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid at ehline uydu ise], (Rabbim Allah) diyemez. Başka söz söylemeğe başlar. Melekler bir kerre vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabrde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devâm eder. Birçok kimse dahî, (Dînim İslâmdır) diyemez. Bunlar, yâ şübhe üzre vefât etmişlerdir. Yâhud, vefât ederken, kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuşdur. [Ehl-i sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmışdır.] Buna bir kerre vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar. Ba zı kimseler (El-Kur ânı imâmî) ya nî Kur ân-ı kerîm imâmımdır diyemezler. Çünki bunlar, Kur ân-ı kerîmi okurlar, fekat ondan nasîhat almazlardı ve Kur ân-ı kerîmde olan emrlerle amel etmezler ve nehy etdiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yapdıkları gibi yaparlar. Ba zı kimsenin de ameli, korkunç şekl alır. Bunu çekerler. Kabrinde günâhları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, (Ba zı insanların ameli hunût şekline çevrilir.) Hunût, hınzır yavrusuna derler. 18
19 Ba zı kimse de, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm dır diyemez. Zîrâ bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (ya nî islâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını)unutmuş idi. Zemâna, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur ân-ı kerîm okutmamış, Allahü teâlânın emrlerini, yasaklarını öğretmemiş idi. Ba zı kimse, kıblem Kâ be-i şerîf diyemez. Zîrâ, nemâz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yâhud abdestinde fesâd bulunurmuş, yâhud nemâzında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yâhud rükû ünde ve sücûdünde noksânlık olup, ta dîl-i erkâna riâyet etmezmiş. Sana, Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem rivâyet olunan (Allahü teâlâ, üzerinde kazâya kalmış nemâz borcu bulunan kimsenin ve harâm elbise [cilbâb] giyen kimsenin nemâzını kabûl etmez) hadîs-i şerîfi kifâyet eder. [Bundan anlaşılıyor ki, farz nemâzını kazâya bırakan kimselerin sünnetleri ve nâfileleri kabûl olmaz.] Ba zı kimse, (Ve İbrâhîmü ebî) ya nî İbrâhîm aleyhisselâm babamdır diyemez. Zîrâ, bir gün İbrâhîm aleyhisselâm yehûdîdir, yâhud nasrânîdir diye söz işitmiş ve bunun için şübheye düşmüşdü. [Yâhud, kâfir olan Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın babasıdır demişdi.] Buna dahî evvelkilere yapıldığı gibi yapılır. Bunların hepsini (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda geniş olarak bildirdik. [Yukarıdaki hadîs-i şerîf, nemâzını özrsüz olarak kılmamış ve derhâl kazâ etmemiş olan kimsenin, bundan sonra kılacağı nemâzlarının hiçbirinin kabûl olmıyacağını bildiriyor. Sonra kıldığı nemâzlar şartlarına uygun olarak ve doğru, ihlâs ile kılınırsa, sahîh olurlar, ya nî nemâz kılmak vazîfesini yerine getirmiş, bunların günâhından kurtulmuş olur. Bu nemâzlarının hiç biri kabûl olmaz demek, Allahü teâlânın va d etdiği sevâblara kavuşamaz, bunların fâidesini görmez demekdir. Beş vakt nemâzın sünnetleri, sevâb kazanmak için kılınıyor. Bu kimsenin sünnet nemâzları kabûl olunmıyacağı için, sünnetleri boşuna kılmış olur. Sünnet nemâzlarının kendisine hiç fâidesi olmaz. Bunun için, farz nemâzı özrsüz kılmıyan kimse, bu nemâzını hemen kazâ etmelidir. Kılmadığı nemâzların sayısı çok ise, sünnetleri kılarken, o vaktin kılınmamış nemâzını kazâ etmeğe niyyet etmelidir. Böylece, nemâzını kazâ etdiği için, bunun büyük azâbından kurtulmuş olur. Kazâları çabuk biterek, sünnetlerin sevâbına da kavuşmağa başlar. Özr ile kaçırılmış olan farz nemâzlar böyle değildir. Bu hadîs-i şerîf, özrsüz olarak, tenbellikle kılınmayan nemâzlar içindir. Bu husûsda (Se âdet-i Ebediyye) kitâbında, kazâ nemâzları bahsinde geniş bilgi vardır.] 19
20 DÖRDÜNCÜ FASL Fâcire, ya nî kâfir olanlara Münker ve Nekîr melekleri (Men Rabbüke) dedikleri vakt, (Lâ-edrî), ya nî (Ben bilmem)der. Onlar da, bilmedin ve hâtırlamadın derler. Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi def a döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Ba zısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır. Bunlar, kıyâmet ve islâmiyyetin bildirdiği husûslarda şübhe edenlerdir. Kabrde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşid çeşiddir. Ancak biz burada çok kısa anlatdık. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan dünyâda en çok neden korkarsa, kabrde onunla azâb olunur. Meselâ, ba zı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar. İnsanların tabî atleri bunda muhtelifdir. Allahü teâlâdan selâmet ve nedâmetden evvel mağfiret isteriz. Mevtâlardan çok def a rivâyet olunmuş ve rü yâda görülüp, hâlleri sorulmuş ve cevâblar alınmışdır. Bunlardan birisine hâli sorulunca, (Birgün abdestsiz nemâz kılmış idim. Allahü teâlâ, bana bir kurtcağız musallat etdi. Onunla hâlim pek fenâdır) dedi. [Nemâz kılmıyanların ve kılmadığı nemâzı kazâ etmiyenlerin hâllerinin ne olacağını, buradan anlamalıdır.] Bir diğeri de, rü yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu diye sorulunca, (Bir gün cenâbetden gusl etmemişdim. Allahü teâlâ, ateşden bir elbise giydirdi. Onun içinde, kıyâmete kadar bir yerden bir yere çevirerek bana azâb ediyorlar) dedi. [Her müslimân ana ve baba, çocuklarına gusl abdesti almasını öğretmelidir.] Bir diğeri de, rü yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu diye sorulunca, (Beni yıkayan kimse, bir tarafdan bir tarafa şiddet ile çevirirken, teneşirdeki demir çivi vücûdümü tırmaladı. Bundan çok zahmet çekdim) dedi. Sabâh olunca, yıkayan kimseden sorulunca, (İstemiyerek böyle birşey olmuşdu) dedi. Bir başkası da, rü yâda görülüp, hâlin nasıldır, sen ölmemiş miydin? diye sorulunca, (Evet, ben hayr üzereyim, lâkin üzerime toprak atılırken, bir taş düşüp, iki kemiğimi kırdı. Bana çok sıkıntı verdi) dedi. Bunun üzerine kabrini açdılar. Dediği gibi buldular. Bir kimse oğluna, rü yâsında gelip, (Ey fenâ oğul! Babanın kabrini düzelt! Zîrâ, yağmur çok ezâ verdi) dedi. Bunun da kabrini açdılar. Âdeta su arkı (harkı) gibi dolmuş buldular ki, sel doldurmuş idi. 20
15 tesadduk ediyor, zekâtını veriyor desinler diye verirdi. Ve çok def a kadınların muhabbetini çekmek için zekâtını onlara verirdi. Biz bunları gördük. Biz bunu müşâhede eyledik. Halâl olan şeylerle Allahü teâlâ herkese âfiyet versin. Ba zılarını da orucu geri çevirir. Çünki o kimse yemekden oruc tutmuş, fekat mâlâ-ya nî sözlerden ve gıybetden ve günâh işlemekden kaçınmamış idi. İşte bu oruc fuhş ve hüsrândır. Bu şeklde oruc tutarken, Ramezân ayı çıkar. Zâhirde oruc tutmuş, hakîkatde ise,oruc tutmamış olur. Ba zı kimseleri de haccı geri çevirir. Çünki o kimse, hac ediyor desinler diye veyâ harâm mal ile hac etmişdir. Ba zı insanı da anaya-babaya âsî olmak gibi bir günâhı geri çevirir. Bu hâlleri, esrâr âleminden haberi olanlar ve Allahü teâlânın rızâsı için ilm öğrenen âlimler bilir. Şimdiye kadar anlatdığımız husûslar hakkında, Peygamberimizden sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hadîsler, Eshâb-ı kirâmdan ve tâbi înden de haberler gelmişdir. Muâz bin Cebel radıyallahü anh ın rivâyetinde bildirildiği gibi, amellerin geri çevrilmesi ve bunun dışındaki husûslarda çok haberler gelmişdir. Ben bu mes eleyi kısaca ayırarak anlatmak istedim. Eğer kısaltmamış olsaydım, çok kitâbları doldururdum. Ehl-i sünnet i tikâdında olan ya nî doğru i tikâd ve îmâna sâhib olanlar, çocuklarını bildikleri gibi, bu anlatdıklarımızın doğru olduğunu bilirler. Rûh cesede geri döndürüldüğü zemân cesedi yıkanırken bulur ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür. Bir zât oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip gördüğü tarafdan diğer tarafa geçdi. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki rûh kefene geri döndü. Na ş, ya nî tabut içine koyunca da rûhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden çok kimseden rivâyet olundu ki, na ş üzerinde iken filân nerededir. Rûh nerededir? diye ses işitildi. Kefen göğüs tarafından iki yâhud üç kerre hareket eyledi. Rebî bin Heysemden rahimehullah rivâyet edildi ki, bir zât, yıkayan kimsenin elinde hareket etmişdir. Yine Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh zemânında bir ölünün tabut üzerinde konuşduğu görüldü ki, Ebû Bekr ve Ömer radıyallahü anhümâ nın fazîletlerini zikr etdi. Mevtânın bu hâlini görenler, melekler âlemini seyr eden Velî- 15
16 lerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi kaldırır, o da bu hâli görür ve bilir. Ölü kefene sarıldığı zemân rûh hâricde olarak göğüse yakın gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki, beni Rabbimin rahmetine acele götürünüz. Eğer bana ihsân olunan ni metleri bilseydiniz, beni götürmekde acele ederdiniz. Eğer şekâvet ile korkutulmuş ise, der ki, aman bana azâb-ı ilâhîden bir müddet mühlet verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette beni omuzunuzda taşımazdınız. Bunun için, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, bir cenâze görünce, hemen ayağa kalkarlar, kırk adım kadar berâber giderlerdi. Sahîh hadîsde bildirildi. Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem önünden bir cenâze geçirildi. Ta zîm için Peygamberimiz ayağa kalkdı. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân (Yâ Resûlallah, bu cenâze yehûdî cenâzesidir) dediler. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem (nefs değil midir?) buyurdu. Ya nî insan değil midir? Resûlullah efendimizin böyle yapmalarının sebebi, mubârek zâtına melekler âlemi keşf olunmuş, gösterilmişdir. Bunun için, cenâze gördüğü vakt neş eli olurlar idi. [(Halebî)de diyor ki, önünden cenâze geçen kimse, cenâze için ayağa kalkıp dikili durmamalıdır. Cenâzeyi taşımak ve arkasından yürümek için kalkmalıdır. Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimizin cenâze görünce kalkdığı, geçdikden sonra oturduğu ve siz de böyle yapın diye emr buyurduğu bildirildi ise de, bu emr nesh edildi. Ya nî bir zemân sonra, bu emrini değişdirdi. (Merâk-ıl-felâh) ve (Dürr-ül-Muhtâr)da da cenâzeyi görenin saygı duruşu olarak ayağa kalkmasının câiz olmadığı yazılıdır.] Ölü kabre konulduğu zemân, üzerine toprak örtülünce, kabr meyyite şöyle söyler ki, benim üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn olursun. Benim üzerimde yemekler yirdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar yir. Kabr dolup, toprakla üzeri örtülünceye kadar böyle çok acı sözler söyler. İbni Mes ûddan radıyallahü anh rivâyet olundu ki, Yâ Resûlallah, ölü kabre konduğu vakt, ilk karşılaşdığı şey nedir diye sordu. Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Yâ İbni Mes ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakt, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi (Rûmân)dır. Kabrlerin arasına girer. Der ki, Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki, benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki; bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmak- 16
17 ların kalemindir. Melek kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını, âdeta o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.) Bundan sonra Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, (Her insanın yapdığı işleri gösteren sahîfelerini biz boynunda kıldık) meâlindeki İsrâ sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesini okudular. Sonra, gâyet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyâh olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan dahâ büyük ve ağırdır. Bir kerre, bir kimseye vurursa, mâzallah parça parça eder. Rûh bunları görünce, hemen kaçar. Ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir. Öleceği zemândaki hâli gibi olur. Hareket etmeğe kâdir olmaz. Fekat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile süâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuşdur. Ne vakt kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur. Bu iki melek (Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?) diye süâl sorarlar. Allahü teâlâ, kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleşdirirse, der ki, (Sizi vekîl ederek bana kim gönderdi ise, rabbim odur. Benim rabbim Allah, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim Dîn-i islâmdır.) Buna ancak, ilmi ile âmil olan hayrlı âlimler böyle cevâb verir. O zemân bunlar da der ki, (Doğru söyledi. Delîlini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.) Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yapdığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar kabrinde neş eli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından dahâ sevgili bir şey olmaz. İlmi ve ameli az olan ve ilmden ve melekût esrârından haberi olmıyan mü minlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmândan sonra, güzel sûretde ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. (Beni bilmez misin) der. O da der ki, (Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garîb olduğum zemânda bana 17 Kıyâmet ve Âhıret - F:2
18 ihsân eyledi.) O da der ki, (Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra, Münker ve Nekîr melekleri gelirler ve sana süâl ederler. Onlardan korkma) der. Bundan sonra, süâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekîr melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şeklde onu sıkışdırırlar. Onu oturturlar. Ona (Men Rabbüke), ya nî Rabbin kimdir, derler. O da evvelki söylediği gibi söyler: (Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, İmâmım Kur ân-ı kerîm, kıblem Kâ be-i şerîf ve babam İbrâhîm aleyhisselâmdır ki, Onun milleti benim milletimdir) der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da, (Doğru söyledin) derler. Önceki melekler gibi mu âmele ederler. Fekat onun için sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar. Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkûmu, velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona (Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ, bunu senin Cennetde olan yerinle değişdirdi. Uyu, sen saîdsin) derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zemânı bilmez, öylece kalır. Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer i tikâdı bozuk olursa, [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid at ehline uydu ise], (Rabbim Allah) diyemez. Başka söz söylemeğe başlar. Melekler bir kerre vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabrde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devâm eder. Birçok kimse dahî, (Dînim İslâmdır) diyemez. Bunlar, yâ şübhe üzre vefât etmişlerdir. Yâhud, vefât ederken, kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuşdur. [Ehl-i sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmışdır.] Buna bir kerre vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar. Ba zı kimseler (El-Kur ânı imâmî) ya nî Kur ân-ı kerîm imâmımdır diyemezler. Çünki bunlar, Kur ân-ı kerîmi okurlar, fekat ondan nasîhat almazlardı ve Kur ân-ı kerîmde olan emrlerle amel etmezler ve nehy etdiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yapdıkları gibi yaparlar. Ba zı kimsenin de ameli, korkunç şekl alır. Bunu çekerler. Kabrinde günâhları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, (Ba zı insanların ameli hunût şekline çevrilir.) Hunût, hınzır yavrusuna derler. 18
19 Ba zı kimse de, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm dır diyemez. Zîrâ bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (ya nî islâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını)unutmuş idi. Zemâna, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur ân-ı kerîm okutmamış, Allahü teâlânın emrlerini, yasaklarını öğretmemiş idi. Ba zı kimse, kıblem Kâ be-i şerîf diyemez. Zîrâ, nemâz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yâhud abdestinde fesâd bulunurmuş, yâhud nemâzında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yâhud rükû ünde ve sücûdünde noksânlık olup, ta dîl-i erkâna riâyet etmezmiş. Sana, Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem rivâyet olunan (Allahü teâlâ, üzerinde kazâya kalmış nemâz borcu bulunan kimsenin ve harâm elbise [cilbâb] giyen kimsenin nemâzını kabûl etmez) hadîs-i şerîfi kifâyet eder. [Bundan anlaşılıyor ki, farz nemâzını kazâya bırakan kimselerin sünnetleri ve nâfileleri kabûl olmaz.] Ba zı kimse, (Ve İbrâhîmü ebî) ya nî İbrâhîm aleyhisselâm babamdır diyemez. Zîrâ, bir gün İbrâhîm aleyhisselâm yehûdîdir, yâhud nasrânîdir diye söz işitmiş ve bunun için şübheye düşmüşdü. [Yâhud, kâfir olan Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın babasıdır demişdi.] Buna dahî evvelkilere yapıldığı gibi yapılır. Bunların hepsini (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda geniş olarak bildirdik. [Yukarıdaki hadîs-i şerîf, nemâzını özrsüz olarak kılmamış ve derhâl kazâ etmemiş olan kimsenin, bundan sonra kılacağı nemâzlarının hiçbirinin kabûl olmıyacağını bildiriyor. Sonra kıldığı nemâzlar şartlarına uygun olarak ve doğru, ihlâs ile kılınırsa, sahîh olurlar, ya nî nemâz kılmak vazîfesini yerine getirmiş, bunların günâhından kurtulmuş olur. Bu nemâzlarının hiç biri kabûl olmaz demek, Allahü teâlânın va d etdiği sevâblara kavuşamaz, bunların fâidesini görmez demekdir. Beş vakt nemâzın sünnetleri, sevâb kazanmak için kılınıyor. Bu kimsenin sünnet nemâzları kabûl olunmıyacağı için, sünnetleri boşuna kılmış olur. Sünnet nemâzlarının kendisine hiç fâidesi olmaz. Bunun için, farz nemâzı özrsüz kılmıyan kimse, bu nemâzını hemen kazâ etmelidir. Kılmadığı nemâzların sayısı çok ise, sünnetleri kılarken, o vaktin kılınmamış nemâzını kazâ etmeğe niyyet etmelidir. Böylece, nemâzını kazâ etdiği için, bunun büyük azâbından kurtulmuş olur. Kazâları çabuk biterek, sünnetlerin sevâbına da kavuşmağa başlar. Özr ile kaçırılmış olan farz nemâzlar böyle değildir. Bu hadîs-i şerîf, özrsüz olarak, tenbellikle kılınmayan nemâzlar içindir. Bu husûsda (Se âdet-i Ebediyye) kitâbında, kazâ nemâzları bahsinde geniş bilgi vardır.] 19
20 DÖRDÜNCÜ FASL Fâcire, ya nî kâfir olanlara Münker ve Nekîr melekleri (Men Rabbüke) dedikleri vakt, (Lâ-edrî), ya nî (Ben bilmem)der. Onlar da, bilmedin ve hâtırlamadın derler. Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi def a döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Ba zısının ameli köpek şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır. Bunlar, kıyâmet ve islâmiyyetin bildirdiği husûslarda şübhe edenlerdir. Kabrde bulunanların karşılaşacakları hâller çeşid çeşiddir. Ancak biz burada çok kısa anlatdık. Bu azâbın aslı şöyledir ki, bir insan dünyâda en çok neden korkarsa, kabrde onunla azâb olunur. Meselâ, ba zı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok korkar. İnsanların tabî atleri bunda muhtelifdir. Allahü teâlâdan selâmet ve nedâmetden evvel mağfiret isteriz. Mevtâlardan çok def a rivâyet olunmuş ve rü yâda görülüp, hâlleri sorulmuş ve cevâblar alınmışdır. Bunlardan birisine hâli sorulunca, (Birgün abdestsiz nemâz kılmış idim. Allahü teâlâ, bana bir kurtcağız musallat etdi. Onunla hâlim pek fenâdır) dedi. [Nemâz kılmıyanların ve kılmadığı nemâzı kazâ etmiyenlerin hâllerinin ne olacağını, buradan anlamalıdır.] Bir diğeri de, rü yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu diye sorulunca, (Bir gün cenâbetden gusl etmemişdim. Allahü teâlâ, ateşden bir elbise giydirdi. Onun içinde, kıyâmete kadar bir yerden bir yere çevirerek bana azâb ediyorlar) dedi. [Her müslimân ana ve baba, çocuklarına gusl abdesti almasını öğretmelidir.] Bir diğeri de, rü yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu diye sorulunca, (Beni yıkayan kimse, bir tarafdan bir tarafa şiddet ile çevirirken, teneşirdeki demir çivi vücûdümü tırmaladı. Bundan çok zahmet çekdim) dedi. Sabâh olunca, yıkayan kimseden sorulunca, (İstemiyerek böyle birşey olmuşdu) dedi. Bir başkası da, rü yâda görülüp, hâlin nasıldır, sen ölmemiş miydin? diye sorulunca, (Evet, ben hayr üzereyim, lâkin üzerime toprak atılırken, bir taş düşüp, iki kemiğimi kırdı. Bana çok sıkıntı verdi) dedi. Bunun üzerine kabrini açdılar. Dediği gibi buldular. Bir kimse oğluna, rü yâsında gelip, (Ey fenâ oğul! Babanın kabrini düzelt! Zîrâ, yağmur çok ezâ verdi) dedi. Bunun da kabrini açdılar. Âdeta su arkı (harkı) gibi dolmuş buldular ki, sel doldurmuş idi. 20
21 A râbîden biri, rivâyet eder ki, oğluma, Allahü teâlâ sana ne mu âmele etdi diye sordum. (Zararım yok, lâkin filân fâsıkın yanına defn olunduğumdan, ona olunan azâblardan kalbime korku giriyor) dedi. Çok def a haber verilen, bunlar gibi hikâyelerden açıkca anlaşılan şudur ki, kabr ehli kabrlerinde azâb çekerler. Onun için, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ölünün kemiklerini kırmakdan nehy buyurmuşlar ve bir kimseyi kabrin bir tarafında oturduğunu gördüklerinde, (Mevtâya kabrlerinde ezâ etmeyiniz) ve (Diri kimseler evlerinde nasıl elemi ve azâbı duyar ve his ederlerse, mevtâ da kabrinde öylece elem ve azâbı duyar, his eder) buyurmuşdur. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem vâlideleri hazret-i Âminenin kabrini ziyâret etdiklerinde ağladılar. Yanlarında bulunanları da ağlatdılar. Buyurdular ki, (Rabbimden bunun için mağfiret taleb etmeğe izn istedim. İzn vermedi), sonra (Kabrini ziyâret etmek için izn istedim, izn verdi. Öyle ise, siz de kabrleri ziyâret ediniz! Zîrâ, ziyâret ölümü hâtırlamağa sebebdir.) [Resûlullaha, mubârek anasına, babasına mağfiret için sonradan izn verildi. Zâten mü min idiler. Sonradan diriltilip, bu ümmetden de oldular. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem muhterem ana ve babasının mü min olduklarını göstermekdedir. Çünki, kâfirlerin kabrini ziyâret etmek yasakdır. Bunların kabrlerini ziyâret etmeğe izn verilmesi, kâfir olmadıklarını açıkca bildiriyor. Mağfiret için izn verilmemesinin de sebebi vardı. Cenâb-ı Hak, Habîbinin hâtırı için, Onun şerefi için, mubârek ana babasını dahâ büyük ni mete kavuşdurmak istiyordu. Ta yîn buyurduğu, takdîr etdiği zemân gelince, onları diriltecek, oğullarının Peygamberlerin en üstünü olduğunu gösterecek, Ona îmân edecek, ümmeti olmakla şereflenecek ve sahâbîlik yüksek derecesine kavuşacaklardı. Nişâncı zâde Muhammed bin Ahmed efendinin rahmetullahi aleyh [1] yazdığı türkçe (Mir ât-ül-kâinât) kitâbı, birinci kısm, ikiyüzyirmiyedinci sahîfede diyor ki: Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem mubârek ana babalarının îmân edip etmediklerinde, âlimler başka başka söyledi. 911 [m. 1505] de vefât eden Abdürrahmân bin Ebî Bekr Süyûtî (Mesâlik-ül-hunefâ) kitâbında ve başka birçok kıymetli kitâblarında beş çeşid haber bildirmişdir: [1] Nişâncı-zâde 1031 [m. 1622] de vefât etdi. 21
22 1 Onların ikisi de, Resûlullahın dîne çağırmasından ya nî bi setden önce, câhillik zemânında vefât etdi. Şâfi î âlimlerinin hepsine ve hanefîlerin çoğuna göre, bir Peygamberin dînini işitmiyen kimsenin îmân etmesi vâcib olmaz. Çünki, Peygamberin dînini işitmeden önce düşünerek îmânı akl ile bulmak vâcib değildir. İşitdikden sonra, Allahü teâlânın var olduğunu düşünüp anlamak, îmân etmek lâzım olur. Câhillik zemânında, geçmiş Peygamberler unutulmuş idi. Çünki asrlar boyunca, kâfirler, zâlimler idâreleri ele alarak, dinleri ortadan kaldırmışlar, din adamlarına baskı, işkence yapmışlar, îmânlılar azalmış, gizlenmiş, böylece, dîni, îmânı bilen kalmamışdı. Her asrda gelen zâlimler, kötü rûhlu, alçak kimseler, böyle çalışmakda, din adamlarını, din bilgilerini yok etmek için îmânlılara karşı amansız bir kin ile, canavar gibi saldırmakdadır. İngilizler ve komünistler böyledir. Fekat, bu zâlimlerden hiçbiri îmânı yok edememiş, kendileri kahr olmuş, çok acı, perîşan hâlde, saltanatlarından ayrılmış, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, ismleri la net ile anılmış veyâ unutulmuşdur. Allahü teâlâ, bir Peygamber veyâ bir âlim yaratarak, îmân ışığı ile yer yüzünü yeniden aydınlatmışdır. Aklı olanların, bundan ibret alması, uyanması, dünyâda ve âhıretde rezîl olmamak için, din düşmanlarına aldanmaması lâzımdır. 2 Câhillik zemânında yaşamış olanlar, kıyâmet günü imtihân edilecek, orada îmân edenler, Cennete girecekdir, diyen âlimler de varsa da, bu sözün za îf olduğu (Mektûbât Tercemesi) kitâbında, 259. ncu mektûbun tercemesinde açıklanmışdır. 3 Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mubârek ana babasını diriltdi. Oğullarına îmân edip, ona ümmet olmakla şereflendiler ve tekrâr vefât etdiler. İmâm-ı Süyûtî rahmetullahi aleyh, bunların diriltildiğini bildiren hadîs-i şerîfi yazıyor. (Za îf bir hadîs ise de, çok kimse bildirdiği için, kuvvetli olmuşdur. Âlimlerin çoğuna göre, kuvvetli hadîsdir. İbâdetlerin kıymetini, bir müslimânın üstünlüğünü bildiren za îf hadîse uyulur) buyuruyor. 4 Fahrüddîn-i Râzî [1] ve birçok âlimler buyuruyor ki, Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Müşrikler necesdir) buyuruldu. Ya nî bütün kâfirler pisdir. Hâlbuki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (Ben her zemânda, temiz babalardan, temiz analara geçerek geldim) buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Her [1] Fahrüddîn Râzî 606 [m. 1209] da Hirâtda vefât etdi. 22
23 asrda, o zemânın insanlarının en hayrlılarından getirildim) buyuruldu. Kâfire hayrlı demek ise, câiz değildir. Hele Şuarâ sûresindeki ikiyüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Seni secde edicilerden geçirir) buyuruldu. Buradan, bütün babalarının, analarının mü min oldukları anlaşılmakdadır. İbrâhîm aleyhisselâmın babası denilen Âzerin kâfir olduğu Kur ân-ı kerîmde bildiriliyor ise de, Abdüllah ibni Abbâs ve İmâm-ı Mücâhid, (Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın amcası idi) dediler. Arabistânda amcaya baba denilir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Cehennemde en hafîf azâb, Ebû Tâlibin azâbıdır). Ebû Tâlibin azâbı, azâbların en hafîfi olunca, Resûlullahın mubârek ana-babası Cehennemde olsaydı, azâbın en hafîfi, bu ikisinin azâbı olurdu. Bu hadîs-i şerîf de, bu bakımdan, ikisinin de mü min olduğunu göstermekdedir. 5 Âlimlerden çoğu, bu mes elede edebe, saygıya aykırı konuşulmamasını, işin doğrusunu Allahü teâlâ bilir deyip, susulmasını uygun görmüşdür. Şeyh-ul-islâm allâme Ahmed ibni Kemâl Pâşa da, (Ebeveyn) risâlesinin sonunda buyuruyor ki, (Ölüleri kötüleyerek dirileri incitmeyiniz!) hadîs-i şerîfi ve Tevbe sûresinin (Resûlullahı incitenlere Allah la net eylesin!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerîmesine göre, (Resûlullahın babası Cehennemdedir) diyen kimse mel ûndur. (Mir ât-ül-kâinât)ın yazısı temâm oldu]. Peygamberimiz aleyhisselâm bir kabr yanında hâzır oldukları vakt, (Dünyâ ve âhıret selâmeti, müslimânlardan ve mü minlerden bu kabrde bulunanların üzerine olsun. Biz inşâallah size lâhık oluruz [kavuşuruz]. Siz bizden evvel göçdünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve bunları mağfiret et ve afvınla günâhlarımızdan geç) buyururdu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem mubârek zevcelerine de radıyallahü teâlâ anhünne kabr ziyâretinde bu kelâmı (düâyı) söylemelerini emr ederdi. Sâlih-i Müzenî rahimehullah buyurdu ki, ba zı ulemâdan (Kabristânda nemâz kılmak niçin nehy olundu?) diye süâl eyledim. Bunun hakkında hadîs-i şerîf vârid oldu diye haber verdiler. (Siz kabrler arasında nemâz kılmayınız. Zîrâ bu, nihâyeti olmıyan hasretdir). Ya nî pişmân olursunuz hadîs-i şerîfini okudular. [İsmâ îl Müzenî, imâm-ı Şâfi înin talebesi idi. 264 [m. 878] de Mısrda vefât etdi.] Bunun içindir ki, necâset bulunan yerlerde, meselâ kabristânda ve hamâmda nemâz kılmak mekrûhdur. Bir zâtdan rivâyet olundu. Dedi ki, birgün kabrler arasında nemâza durdum. Güneşin sıcaklığı pek şiddetli idi. Hemen pederime 23
24 benzer bir şahsı kabrinin üzerinde oturur gördüm. Korkarak nemâzın secdesini noksan etdim. İşitdim ki, (Yeryüzünün genişliği sana dar geldi de, burayı mı buldun? Nemâzınla bir zemân, bize ezâ edersin) dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir yetîme rastgeldi. Babasının kabri başında, yüksek sesle ağlıyordu. O yetîme merhamet ederek, kendileri dahî ağladılar. Buyurdular ki, (Ölü elbette yakınlarının bağırarak ağlaması sebebi ile azâb olunur. Ya nî hüzn ve fenâlık gelir.) Nice ölü vardır ki, rü yâda görülüp, süâl eden kimseye, hâlim pek fenâdır. Filân ve filândan eziyyet görüyorum. Onların çok ağlayıp, feryâd ve figânı bana ezâ ediyor diye, haber verdiği vâki dir. Lâkin zındıklar [kısa akllarına uyarak], bunu inkâr ediyorlar. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz: (Sizlerden biriniz dünyâda bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine uğrayıp da, selâm verince, o mü min sizi tanır ve selâmınıza cevâb verir) buyurdu. Yine bunun gibi, Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bir cenâze defninden geldikde, (Ölü, ayakların sesini işitir ve işitirim işitirim diyerek üzüldüğünü bildirir) buyurdu. Fıkh âlimlerinden rahime-hümullahü teâlâ, rivâyet olunur ki, bir kimse vasıyyet etmeden vefât etmişdi. Sonra, gece çoluk çocuğunu dolaşıp (Filâna ve filâna şu kadar ekin verin. Filân kimseden emânet aldığım kitâbını verin) dedi. Sabâh olunca, her biri diğerine gördükleri rü yâyı söylediler. Ekini verdiler. Lâkin kitâbı araşdırdılar, bulamadılar. Buna te accüb etdiler. Bir zemân sonra, evin bir köşesinde buldular. Bir zâtdan rivâyet olundu ki, babam bizim için terbiye edici bir kimse ta yin eylemişdi. Bize evde yazı öğretirdi. Bu zât vefât eyledi. Altı gün sonra kabrine vardık. Allahü teâlânın emrini düşünüyorduk. Oradan bir tabak incir geçiriyorlardı. Onu satın aldık, yidik. Saplarını oraya atdık. O gece bizim üstâdımız babamızın rü yâsında görünüp, hâlin nasıldır, diye sorunca, iyidir, ben de hayr üzereyim. Fekat evlâdın kabrimi mezbele ya nî süprüntülük etdiler. Fenâ lâflar söylediler dedi. Babam bize sordu. Biz ise (Sübhânallah! Bizi dünyâda terbiye etmiş iken, âhırete gitdiği hâlde, yine terbiye ediyor) dedik. Bu gibi şeyler hakkında anlatılanlar çokdur. Fekat bu kadar va z ve nasîhati kâfî gördüm ki, az sözden çok ibret alınsın. 24
25 BEŞİNCİ FASL Kabrde ölüler dört hâlde bulunur. Ba zısı ökçesi üzere oturur. Gözü dağılıp, bedeni şişip, cismi toprak oluncaya kadar bu hâlde kalır. Sonra rûhu, dünyâ göğünden başka melekût âlemini dolaşır. Ba zısına cenâb-ı Hak bir uyku verir. Birinci sûra kadar ne olduğunu bilmez. Birinci sûrda uyanır, sonra yine ölür. Ba zısı kabrinde iki ay kadar yâhud üç ay kadar durur. Sonra rûhu bir Cennet kuşu üzerine biner, kuş onu Cennete kadar uçurur. Bunları bildiren hadîs-i şerîfler sahîhdir. İslâmiyyetin sâhibi sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Mü minin rûhu kuş ile berâberdir. Cennet ağaçlarından birine asılmış durur). Bunun gibi şehîdlerin rûhlarından sorulunca:(şehîdlerin rûhları, yeşil kuş kursaklarında olarak Cennet ağaçlarına asılı dururlar) buyurdu. Ba zı insanlar, diledikleri zemân makâmlarından yükselirler. Ba zıları da, sûr üfleninceye kadar orada durur. Dördüncü nev - Enbiyâ ve Evliyâya mahsûsdur. Bunların ba zısı kıyâmete kadar uçar ve çoğu gece görünür. Ben inanıyorum ki, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül-Fârûk radıyallahü teâlâ anhümâ bunlardandır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, üç âlemi (Âlem-i nâsût, Âlem-i melekût, Âlem-i ceberût) dolaşmakda serbestdir. Buna tenbîh ve işâret için bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, (Allahü teâlâ beni üçden ziyâde yeryüzünde durdurmamasını kereminden ricâ ederim) buyurdu. Hakîkaten, üç aşerat olunca ya nî otuz olunca, hazret-i Alî, Resûlullahın vefâtından otuz sene sonra [kırkbirinci yılda] şehîd olup, hazret-i Peygamber yerin ehâlîsine gücendi. Mubârek rûhu temâmen semâya yükseldi. Bunu ba zı sâlihler rü yâsında gördü [1]. Bir zât buyurdu ki: (Yâ Resûlallah! Babam, anam sana fedâ olsun! Ümmetinin fitnelerini görmüyor musun?) Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, (Allahü teâlâ fitnelerini ziyâde eder. Hazret-i Hüseyni de şehîd etdiler. Benim hürmetimi muhâfaza etmediler) buyurdu. Dahâ çok söylediler ise de, diğerlerine râvînin şübheleri olduğundan terk olundu. [1] Çünki şeytân her şeye temessül eder. Fekat Enbiyâ sûretine temessül edemez. Bunun için, Peygamberimiz aleyhisselâm rü yâda görüldükde, elbette sahîh ve doğru olur. Bu cihetle, bu rü yâlar bize delîl olur. 25
26 Bunlardan ba zısı (İbrâhîm aleyhisselâm gibi) yedinci kat semâyı seçmiş olup, orada bulunur. Peygamberimiz aleyhisselâm Mi râc gecesi İbrâhîm aleyhisselâma uğradı. Gördü ki: Beyt-i ma mûre sırtını vermiş, müslimânların çocuklarına oradan şiddetli nazarla bakmakdadır. Îsâ aleyhisselâm da, beşinci kat gökdedir. Her gökde Resûller ve Nebîler aleyhimüsselâm vardır ki, oradan çıkmazlar ve gitmezler. Kıyâmete kadar orada dururlar. Bunlardan istediği yere gitmekde muhayyer olanları, ancak hazret-i İbrâhîm ve hazret-i Mûsâ ve hazret-i Îsâ aleyhimüsselâmla, hazret-i Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem dir. Bunlar, üç âlemdeki istedikleri yere gidebilirler. Evliyâ-i kirâmdan ba zıları kıyâmet gününe kadar tavakkuf ederler, dururlar. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmînin rahimehullahü teâlâ Arşı a lâ altındaki sofradan yemek yimede olduğu rivâyet olundu. İşte kabrde olanların halleri bu dört şekldedir. Ya nî azâb olunurlar, rahmet olunurlar, tahkîr olunurlar, ikrâm olunurlar. Evliyâ-i kirâmdan rahimehümullahü teâlâ çok kimse vardır ki, ölüm hâlindeki bir kimseye dikkat ile bakarlar. O kimseye geniş menziller daralır. Çok kerre de açılır. Bu hâli görürler ve haber verirler. Ben, bu cinsden haber vereni gördüm. Ba zı arkadaşlarımı gördüm ki, kalb gözünden perde kaldırılıp, ölmüş olan çocuğunun evine girdiğini gördü. Bu bâtınî (gizli) fâideler, ikrâmlar ancak kerîm yâhud nesîb, mubârek olan kimseler içindir. Kabrde olanlardan ba zısı, Cum a ile bayramı bilirler. Dünyâdan bir kimse çıkdı mı onun yanına toplanırlar. Onu tanırlar. Kimi hanımından sorar. Kimi de babasından. Her biri kendisi ile alâkası olan şeylerden süâl ederler. Çok ölüler vardır ki, bildiği kimselerden dahâ önce ölmüş olan birine tesâdüf etmez. Çünki, onun dünyâda iken kendinde bulunan şey, ölüm hâlinde gitmişdi. Bunun içindir ki, ba zısı yehûdî olarak ölür. Ba zısı nasrânî olarak ölür de onların içine gider. Bir kimse dünyâdan çıkıp mevtâların yanlarına vardı mı, mevtâlar, ona dünyâdaki komşularından sorarlar ve filân nerededir derler. O, çokdan ölmüşdü der. Biz onu görmedik, belki Hâviye Cehennemine gitmişdir, derler. Bir kimse, rü yâda görülüp (Allahü teâlâ sana ne mu âmele buyurdu?) diye sorulunca, (Ben ve filân ve filân diyerek arkadaşlarından beş kimseyi sayıp, cümlemiz çok hayr ve ni metlere nâil olduk) 26
27 der. Hâlbuki, onu arkadaşları ile berâber, hâricîler ya nî yezîdî denilen sapıklar öldürmüşdü. Komşusundan süâl olundukda, biz onu görmedik, dedi. Hâlbuki o kimse de, kendini denize atıp boğularak vefât etmişdi. Yemîn ederek dedi ki: (Vallahi ben onu, intihâr edenlerle, ya nî kendisini öldürenlerle berâber olduğunu zan ederim). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bir kimse kendini bir demir parçasiyle öldürürse, kıyâmet gününde, o demir parçası elinde karnına vurarak gelir. Cehennem içinde müebbed olarak kalır. Ve bir kimse kendisini dağdan atar da öldürürse, kendini Cehennem ateşine atar). Bir kadın da böyle yapar, intihâr ederse, onun acısını sûr üfürülünceye kadar duyar. [Bu hadîs-i şerîf, dünyâda sıkıntıdan kurtulup râhata kavuşmak için intihâr edenler içindir. Çünki böyle düşünmek âhıret azâbını inkâr etmek olur ki, küfrdür. Aklını kaybederek intihâr eden veyâ hemen ölmeyip tevbe eden ise, kâfir olmaz.] Sahîh haberde bize geldi ki, Âdem aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm ile buluşdu. Mûsâ aleyhisselâm ona dedi ki: (Sen o kimsesin ki, Allahü teâlâ seni kudretiyle yaratdı ve sana rûh verdi. Seni Cennetine koydu. Niçin Ona isyân etdin?) Âdem aleyhisselâm da dedi ki: (Yâ Mûsâ! Allahü teâlâ seninle konuşdu ve sana Tevrâtı indirdi. Tevrâtda görmedin mi ki, (Âdem, Rabbine karşı kendisinden zelle sâdır oldu.) Mûsâ aleyhisselâm, (Evet, gördüm) dedi. Hazret-i Âdem, (Ben bunu işlemeden kaç sene önce takdîr olundu) dedi. Mûsâ aleyhisselâm, (Sen işlemeden ellibin sene evvel takdîr olundu) deyince, yine hazret-i Âdem: (Öyle ise yâ Mûsâ, benim üzerime, işlemeden ellibin sene evvel takdîr olunan bir günâh ile mi beni ayblıyor ve kınıyorsun) dedi. [Böyle konuşmaları, (Se âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısm, ellinci maddesinde dahâ geniş yazılıdır. Âdem aleyhisselâmın bu cevâbının (Bu işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz) demek olduğu (Se âdet-i Ebediyye)de uzun yazılıdır.] Sahîh olan hadîs-i şerîfde haber verildi ki: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mi râc gecesi Peygamberlerle aleyhimüssalevâtü vetteslîmât iki rek at nemâz kıldı. Hârûn aleyhisselâma selâm verdi. Hârûn aleyhisselâm da hazret-i Peygambere ve ümmetine rahmet ile düâ buyurdu. İdrîs aleyhisselâma da selâm verip, o da Peygamberimize aleyhissalâtü vesselâm ve ümmetine rahmet ile düâ eyledi. Hâlbuki, Hârûn aleyhisselâm Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve 27
28 sellem peygamberliği bildirilmeden evvel vefât etmiş idi. Mubârek rûhu göründü. İşte bu hâyat, hayât-i rûhânîdir. Bu dünyâ hayâtından sonra üçüncü bir hayât dahâ vardır. Birinci hayât, ya nî dirilmek, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın belinden çıkarıp şehâdet etdirdiği ve (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) buyurduğu vakt, (Evet, biz kabûl etdik. Sen bizim rabbimizsin. Yâ Rabbî) dedikleri zemândır. Dünyâ hayâtına i tibâr olunmaz. Zîrâ bu hayât, insanın ni metlenmesine vâsıta olup, geçici ve gidicidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (İnsanlar uykudadırlar, öldükleri vakt uyanırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf üçüncü hayâtı, ya nî kabr hayâtını bildiriyor. Kabr hayâtındaki hâller, mevtâların hakîkatleri, sıfatları zâhir olduğu vaktdeki hâllerdir. Mevtânın ba zısı yerinde kalır. Ba zısı dolaşır. Ba zısı döğülür. Ba zısına da şiddetli azâb edilir. Bunun doğruluğuna delîl, Mü min sûresinin, (Nâr, füccar üzerine sabâh akşam arz olunur. Kıyâmet gününde de, Cehennemde vazîfeli olan meleklere, Fir avna tâbi olanları azâbın en şiddetli mahalline atın) meâlindeki kırkaltıncı âyet-i kerîmesidir. ALTINCI FASL Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükden sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakt, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeğe başlar. Denizlerin ba zısı ba zısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverân eder ki, şiddetli bir şeklde hareket eder. Ba zı kerre toplanır, ba zı kerre de dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emr eder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökde ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer rûhânî ise, rûhu gitmiş olur. Her dürlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz. Allahü teâlâ ilâhlık makâmında tecellî buyurup, yedi kat gökleri sağ kudreti dâhiline ve yedi kat yeri sol kudreti dâhiline alıp der ki: (Ey alçak dünyâ! Senin içinde rablık da vâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzel ve latîf görünerek aldatdığın ve âhıreti unutdurduğun kimseler nerededir?) Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mü min sûresinde bildirildiği gibi, meâlen, (Mülk kimindir) der. Hiç kimse cevâb vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ kendi kendine meâlen, (Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır) buyurur. 28
29 Bundan sonra evvelkinden dahâ büyük bir irâde ve kudret-i ilâhiyye zâhir olur. Sonra meâlen, (Ben azîmüşşân, Melik-ü deyyânım [Ya nî kıyâmet gününün tek hâkimi ve sâhibiyim]. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı, putlara ibâdet edenler nerededirler? Benim verdiğim rızk ile kuvvetlenip de âsî olan cebbâr ve zâlimler nerededirler? Kibrlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?) buyurur. Buna cevâb verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehu ve teâlâ, murâd etdiği bir zemân kadar bekler, sessizlik olur ki, o zemân, Arş-ı a lâdan makâm-ı ehadiyyete kadar düşünen ve görünen bir canlı yokdur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde rûhlarını kabz etmişdir. Bundan sonra Allahü teâlâ, Cehennem derekelerinden, çukurlarından olan Sakardan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, her şeyi yakdığı gibi, ondört denizi kurutup, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhud erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra, ateşin şiddeti göklere yakın olduğu vakt, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki, temâmen söner. Ateşden hiç eser kalmaz. Bundan sonra, Allahü teâlâ, Arş-ı a lânın hazînelerinden birini açar. Onda hayât denizi vardır. Bu deniz, Allahü teâlânın emri ile yer üzerine şiddetli yağmur yağdırır. Yağmur, o derece devâm eder ki, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselir. O zemân, toprak olmuş olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ, hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmışdır. Sonra yine ondan yaratılacakdır). Diğer bir hadîs-i şerîfde, (Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin, kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmışdı. Yine ondan iâde olunur) buyuruldu. [Bu kuyruk sokumu kemiği omurganın son kemiğidir.] Nohud kadar bir kemikdir ki, içinde iliği olmaz. Canlılar ve bütün parçaları, mezârlarında yeşil ot gibi biter. Her biri o kemikden neş et ederler. Ba zısı ba zısına girmiş ağ örgüsü gibi dolanmış olur ki, birinin başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin sırtında olarak insanın çokluğundan böyle girift olurlar. Allahü teâlâ Kaf sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan birini noksân etmez. Zîrâ, bizim indimizde mahfûz kitâb vardır. Ya nî biz yaratdıklarımızın hepsini biliriz) buyurur. Bu dirilmek hâli temâm olunca, hesâb üzere, sabî, yine sabîdir. İhtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşda olanlar, yine öyledir. Yiğit o- 29
30 lanlar yine delikanlıdır. Ya nî Fenâ âlemi olan dünyâdan Bekâ âlemi olan âhırete geçdikleri zemân ya nî ölürken ne hâldeyseler, yine o sûret ile dirilirler. Allahü teâlâ, Arş-ı a lânın altında bir latîf rüzgâr esdirir. Bu rüzgâr yeryüzünü baştanbaşa kaplar. Yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer. Bundan sonra, Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. Kudüs şehrindeki mubârek taşdan sûr üfürülür. Sûr, nûrdan boynuz gibi bir mahlûkdur ki, ondört parçadır. Bir parçasında karada olan hayvanların adedince delikler vardır. Karada olan hayvânâtın rûhları onlardan çıkar. Arı sesi gibi sesler işitilir. Yerle gök arasını doldurur. Sonra her bir rûh kendi cesedlerine girerler. Hak sübhânehu ve teâlâ bunlara kendi cesedlerini ilhâm eder. Hattâ dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yimiş olduğu insanların rûhları, kendi cesedlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ Zümer sûresinin altmışikinci âyetinde meâlen, (Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet tâbi olur. Bu emr ile kalkıp, hâzır olurlar) buyurur. İnsanlar kabrlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalkdıkları vakt görürler ki, dağlar atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, yer ise, kendisinde ne iğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sahîfesi gibi görünür. İşte insanlar, kabrlerinin üzerine oturdukları vakt, uryân olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şeklde bakarlar. Nitekim, hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem sahîh olan hadîsde: (İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar) buyurur. Fekat gurbetde elbisesiz olarak vefât etdi ise, onlara Cennetden elbise getirilir ve giydirilir. Şehîdlerin ve sünnet-i seniyyeye [ya nî ahkâm-ı islâmiyyeye] tutunup vefât etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem : (Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefeninde mübâlaga ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplakdırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi, Ebû Süfyân radıyallahü anh rivâyet eyledi. Yine Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurmuşdur ki: (Ölüler kefenleri ile haşr olunur). Bir hastanın, ölüm hâline gelince, bana filân elbisemi giydirin dediğini işitdim. İstediğini giydirmediler. Tâ ki, üzerinde bir kısa gömlek olduğu hâlde vefât etdi. Başka hiç kefen de bulunmadı. Birkaç gün sonra, rü yâda görüldü. Üzüntülü idi. (Sana ne oldu?) diye süâl olundukda; (Benden, istediğim elbiseyi men etdiniz. Beni bu kısacık gömlekle haşr olunmağa terk eylediniz) dedi. 30
31 YEDİNCİ FASL BU FASL, İKİ NEFHA ARASINDAKİ TEVAKKUFU BİLDİRMEKDEDİR Birinci nefhada olan ölüm ikinci ölümdür. Çünki bu ölüm bâtınî hisleri de giderir, yok eder. Birinci ölüm ise, sâdece [konuşma, işitme, tadma gibi] zâhirî hisleri gidermişdi. O zemân ba zı cesedler hareket ederdi. [Peygamberlerin kabrlerinde nemâz kıldığını bildiren hadîs-i şerîf bunun açık delîlidir. Buna bozuk i tikâdlı kimseler inanmıyor.] İkinci ölümden sonra ise, nemâz kılamazlar. Oruc tutamazlar. İbâdet edemezler. Allahü teâlâ bir yere melek koysa elbette orada dururdu. Zîrâ melek de âleminde bulunmağa hırslıdır. Nefs [ya nî rûh] basîtdir. Eğer cesedde olursa his etmeğe ve harekete sebeb olur. Âlimler bu iki nefha arasındaki mevt zemânında ihtilâf etdiler. Çok âlimlere göre kırk senedir. İlm ve ma rifetde kâmil olduğuna inandığım bir zât haber verip, bunu Allahdan başka kimse bilmez. Bu ilâhî sırlardandır, dedi. Yine bana haber verdi ki, (İllâ men şâ Allah) âyet-i kerîmesindeki istisnâ, hâssaten Allahü teâlâdır, dedi. Ben de cevâben dedim ki: Hazret-i Peygamber aleyhisselâmın, (Kıyâmet gününde, ilk benim kabrim açılacakdır. O zemân, kardeşim Mûsâ aleyhisselâmı, Arş-ı a lânın ayağına yapışmış bulurum. Benden evvel mi ba s olundu veyâ Allahü teâlânın istisnâ etdiği kimselerden midir bilmiyorum) hadîs-i şerîfinin ma nâsı nedir? Bizim anladığımıza göre, eğer cismsiz olup, Mûsâ aleyhisselâmın rûhu cism olarak görülmüş ise, bu hadîs-i şerîfden hâric olmaz ve hazret-i Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem istisnâsından sonra, emr-i fezada ya nî dehşet ve korku zemânında olur ise yine böyledir. Zîrâ her cânlı, o zemân korku ve fezadadır. Ya nî, birinci sûr üfürüldüğü vakt insanı korku alır ve hemen vefât ediverir. İkinci nefhaya kadar, o hâlde devâm eder. İşte o zemân mahlûkâtda cesedli, cüsseli birşey bulunmaz. Hazret-i Fahr-i âlemin kendisine yerin yarılması zemânı bu zemândır. Nitekim Ka b-ül-ahbâr rahmetullahi aleyh, hazret-i Ömerin radıyallahü anh meclisinde, bu makâmın korku ve şiddetinden haber verdiği zemân dedi ki: (Yâ Hattâb oğlu! Bu zemânda yetmiş Peygamberin amelini yapmış olsan, zan ederim ki, sen kurtulamazsın, bu meşakkat ve feryâddan Allahü teâlânın müstesnâ kıldığı kimseler kurtulur. Onlar da dördüncü kat semâda bulunan kimselerdir.) Şübhesiz Mûsâ aleyhisselâm onlardandır. Allahü teâlânın müstesnâ buyurması, (Bugün mülk kimindir) ilâhî süâli- 31
32 nin beyânından öncedir. Eğer emr olunduğu zemân, bir kimse bulunsaydı, Allahü teâlânın (Limen-il-mülk-ül-yevm) süâline cevâb verip, muhakkak (Ey Vâhid, ey Kahhâr olan Allahım, elbette senindir) derdi. SEKİZİNCİ FASL Herkes kabri üzerine çıkıp, ba zısı çıplak, ba zısı siyâh, ba zısı beyâz elbiseli, ba zısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhûr eder ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zemânda her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der. Ameli güzel olan kimsenin ameli eşek, ba zısının da katır sûretinde görünür. Amel sâhibini üzerine alıp mahşere götürür. Ba zısının da, koç şeklinde görünür. Ba zı kerre amel sâhibini üzerine alır götürür, ba zan da bırakır. Her mü minin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zemânki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatır. Sol taraflarında nûr yokdur. Belki karanlıkda hiçbir kimse hiçbirşey göremez. O karanlıkda kâfirler hayretde kalır. Îmânlarında şek ve şübhe olan kimseler [ve bid at sâhibi olanlar, mezhebsizler] şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin rahmetullahi aleyhim ecma în bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan [Sünnî] mü minler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, mü minler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda ba zı fâideler vardır. Nitekim, Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen, (Arkadaşına nazar etdi. Onu Cehennem ateşinde gördü), buyurdu. A râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen: (Cehennem ehline bakdıkları zemân, Cennet ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavmlerle berâber kılma derler) buyurdu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir: Hayâtın kadrini ancak ölü bilir. Ni metin kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakîr bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fekat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demekdir). Ba zısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Ba zısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmânları kadardır. Kabrlerinden kalkdıkları vakt, hareketleri de, amelleri mikdârıdır. Sahîh olan bir hadîs-i şerîfde Peygamber efendimize 32
33 sallallahü aleyhi ve sellem (Yâ Resûlallah! Biz nasıl haşr olunuruz?) diye sorulunca, cevâbında, (İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur) buyurdu. Allahü teâlâ bilir, bu hadîs-i şerîfin ma nâsı: (Bir kavm, islâmda birbirine yardım eder, dîni, îmânı, halâli, harâmı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler. Öylece haşr olunurlar) demekdir. Bu ise, amelin za îf olmasındandır. Çünki bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakda ve buna müşterek binmekdedirler. Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fekat hiç kimsenin bir hayvan satın almağa vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veyâ üç kişi, bir hayvan satın alıp yolda ona müşterek binerler. Bu yolda ba zan bir deveye on kişi binerler. Bu âcizlik amellerindendir. Bunun ma nâsı, malda elini kısmakdır. Ya nî hasîs olmakdır. Bununla berâber, selâmete çıkarılırlar. Öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hayvanını nasîb etsin. Şunu bilmelidir ki, bu kimseler âhıret ticâretinde fâide görüp, kâr edenlerdir. Bu takdîrde Allahü teâlâdan korkanlar,allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin ni metlerine müşterek olarak giderler) buyurdu. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birgün Eshâbına buyurdular ki: (Benî-İsrâilde bir kişi vardı. Çok hayr yapardı. Hattâ, o zât sizin içinizde haşr olunacakdır). Eshâb-ı kirâm dediler ki: (Yâ Resûlallah! Bu zât ne hayr yapardı?) Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Ona babasından çok mal kalmışdı. Bununla, bir bostan satın alıp, onu fakîrlere vakf etdi. Rabbim huzûruna vardığım zemân, bu, benim bostanım olur dedi. Yine bir çok altın ayırıp, onu fakîr ve za îf kimselere verdi. Bununla da, cenâb-ı Hakdan câriye ve köle satın alırım, dedi. Yine birçok köle âzâd etdi. Bunlar dahî, Allahü teâlânın huzûrunda benim hizmetçilerim olur, dedi. Birgün de, bir a mâya rast geldi. Gördü ki, ba zan yürür, ba zan düşer. Ona bir binecek hayvan satın alıp, bu da, Allahü teâlânın huzûrunda benim binecek hayvanımdır dedi.) Peygamber efendimiz bu hikâyeyi haber verdikden sonra da, (Nefsim, kudreti elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu hayvan onun için eyerlenmiş ve gem vurulmuş hâzır olduğunu görüyorum. Bu zât, ona biner de mahşere öylece gelir) buyurdu. 33 Kıyâmet ve Âhıret - F:3
34 (Sırât-ı müstekîm üzre gidenle, gözleri a mâ olup yüzüstüne gitdiği yolu bilmiyen müsâvi midir) meâlindeki Mülk sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruldu ki, Allahü teâlâ, kıyâmet günü için mü minlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerîmeyi misâl kıldı. Nitekim Meryem sûresi seksenaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehenneme göndeririz) buyurdu. Bu ma nâ, ba zı kerre yürürler, ba zı kerre de sürünürler demekdir. Çünki, cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerîmede, (Yürürler) buyuruyor. Nûr sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Ve yapdıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir) buyurdu. Bunun gibi, âyet-i kerîmedeki (Kör olarak) ma nâsı da, kâfirler, mü minlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrûm olurlar demekdir. Temâmen kör olurlar demek değildir. Ya nî karanlıkda kalır, göremezler demekdir. Çünki, biliyoruz ki, kâfirler semâya bakarlar, bulut ile yarılmış olduğunu, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler. Kıyâmet gününün korkuları, meâli, (Bu Kur ân-ı kerîm sihr midir? Yâhud siz onu göremiyorsunuz) olan Tûr sûresinin onbeşinci âyet-i kerîmesinin tefsîridir. Bunun için, kıyâmetde olan a mâlıkdan murâd, karanlığa dalmakdır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekden men olunmakdır. Çünki, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zemân, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan birşey görmezler. Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, meâl-i şerîfi, (Şimdi sizin üzerinize korku yokdur. Siz mahzûn dahî olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennete sevincle dâhil oldunuz) olan A raf sûresi kırkdokuzuncu ve Zuhruf sûresinin yetmişinci âyetleri ile nidâ ederler. Mü minler bunu işitir, kâfirler işitmezler. Kâfirler konuşmakdan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da, Allahü teâlânın meâli, (Bu bir zemândır ki, onlar söylemezler ve söylemeğe izn dahî verilmez) olan, Mürselât sûresinin otuzbeş ve otuzaltıncı âyet-i kerîmelerinden anlaşılmakdadır. İnsanlar dünyâdaki işlerine göre haşr olunur. Ba zıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuşdur. [Her çalgı kasd olunmakdadır. İbâdetleri, Kur ân-ı kerîm ve zikr okumağı, çalgı ile yapmak da buna dâhildir. Çünki hiçbir çalgıda Allahü teâlânın rızâsı yokdur.] Hayâtlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devâm edenler, kabrinden kalkdığı vakt, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki, (La net olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden 34
35 meşgûl etdin!). O çalgı ona geri gelir. Der ki, (Allahü teâlâ, aramızda hükm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam). Böylece dünyâda alkollü içki içenler, serhoş olarak haşr olunur. Başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur. Sahîh olan hadîs-i şerîfde rivâyet olundu ki: (Şerâb içen kimse, ateşden şerâb kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden dahâ fenâ kokduğu ve yeryüzündeki eşyânın hepsi ona la net etdiği hâlde haşr olunur). Zulm edilerek ölenler, zulm olundukları üzre haşr olunurlar. Sahîh olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-ı Mevlâya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzre bulunurlar.) Bu zemânda melekler, onları, fırka fırka, cemâ at cemâ at sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulm edenler bulunarak haşr olunurlar. İnsan, cin ve şeytân ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zemân yeryüzü düz beyâz, gümüş gibi düz olur. Melekler, yeryüzündeki bütün cânlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on katdan ziyâdedir. Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emr eder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir. Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir. Sonra dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir. Sonra, beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedir. Dahâ sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler. En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler. 35
36 Bu zemânda, halk birbirine karma karışık olur. İzdihâmın çok olmasından birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes, günâhına göre, tere gark olur. Ba zısı, kulaklarına kadar, ba zısı boğazına kadar, ba zısı göğsüne kadar, ba zısı omuzlarına kadar, ba zısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere gark olunmuşlardır. Ba zı kimseler de vardır, susuz olan kimse, su içdiği vakt, nasıl terlerse, o kadar az terler. (Eshâb-ı rey) ki, onlar minber sâhibi olanlardır. (Eshâb-ı rışh), terliyenlerdir. (Eshâb-ı ka beyn), [ya nî topuklarına kadar terliyenler] suda boğularak vefât edenlerdir. Melekler bunlara: (Sizin için şimdi korku ve hüzn yokdur) diye nidâ ederler. Ba zı Ârifler bana haber verdi ki, bunlar (Evvâbûn)durlar. (Fudayl bin İyâd) rahmetullahi aleyh [1] ve gayrıları bunlardandır. Çünki, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (Günâhından tevbe eden kimse, hiç günâh işlememiş gibidir) buyururdu. Bu hadîs-i şerîf mutlakdır. Ya nî bir şarta bağlı değildir. Bu üç sınıf, ya nî (ehl-i rey, ehl-i rışh, ehl-i ka b), (O gün ba zılarının yüzleri ak, ba zılarının ise siyâh olur) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerîmesince, yüzleri beyâz olanlardır. Bunlardan gayrisinin yüzleri siyâh olur. Nasıl ızdırâb ve terlemek olmasın ki, güneş başlarına yaklaşmışdır. Hattâ bir kimse elini uzatırsa yapışacağım zan eder. Güneşin harâreti şimdiki gibi değildir. Yetmiş kat kadardır. Ba zı selef dedi ki: Eğer güneş, kıyâmetde olduğu gibi, şimdi yer üzerine doğsa, elbette yeryüzünü yakar, taşları eritir ve ırmakları kuruturdu. Bu zemânda, mahlûkât Arasât meydânında beyâz yerde, gâyet şiddet ile sıkıntı çekerler. Bu beyâz yeri, Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zemândır. O gün, herşey bana itâat eder) olan İbrâhîm sûresinin kırksekizinci âyetinde beyân buyurmuşdur. O zemân, yeryüzünde bulunanlar, çeşidli şekllerdedirler. Dünyâda büyük görünenler, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadîs-i şerîfde kibrlilerin zerre gibi olacakları bildirilmişdir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından, zerreler gibidir buyurulmuşdur. Bunların arasında bir kavm, tatlı ve soğuk sâf sular içerler. Zî- [1] Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etdi. 36
37 râ, sabî, küçük çocuk iken vefât eden mü min çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler. Selef-i sâlihînden ba zılarından rivâyet olundu ki, bir zâtın rü yâsında kıyâmet kopmuş. O zât, mevkıfde gâyet susuz olarak dururmuş. Küçük çocukların su dağıtdığını görmüş. O zât buyurur ki:(aman bana da bir yudum su verin). İçlerinden bir sabî dedi ki: (Bizim içimizde senin çocuğun var mıdır?) Ben hayır dedim. (Öyle ise Cennet şerâbından sana nasîb yokdur) dedi. Bu hikâyede evlenme ve çocuk sâhibi olmanın efdal olmasına işâret vardır. Su dağıtan çocukların şartları (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda anlatıldı. Bir kısm insanlar da bulunur ki, başlarına yakın bir gölge gelmiş. Mahşerin harâretinden onları muhâfaza eder. Bu gölge ise, dünyâda verdiği zekât ve sadakalardır. Bu hâlde bin sene kadar dururlar. (İhyâ-ül-ulûm) kitâbımızda anlatılan Müddessir sûresinde meâl-i şerîfi, (Sûra üfürüldüğü zemân) olan âyet-i kerîmeyi işitince bu hâlde dururlar. Bu âyet-i kerîme Kur ân-ı kerîmin sırlarındandır. Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler titrer, gözler nereye bakacağını şaşırır ve mü min ve kâfirler sevk olunurlar. Bu kıyâmet gününün şiddetini ziyâdeleşdiren bir azâbdır. Bu vakt, Arşı sekiz melek yüklenip götürür. Onlardan bir melek bir adımında, yirmibin senelik dünyâ yolunu yürür. Melekler ve bulutlar, Arş-ı a lâ karâr edinceye kadar, aklların anlayamıyacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şeklde, Arş-ı a lâ, Allahü teâlâ kendisi için halk eylediği beyâz arzın üzerinde karar kılar. Bu zemân, hiçbirşeyin tâkat getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından, başlar aşağı eğilir. Cümle halk sıkıntı içinde mahbûs ve şaşkın kalıp, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehîdler rahmetullahi aleyhim ecma în hiç tâkat getirilemiyecek olan Allahü teâlânın azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan çok dahâ fazla olan bir nûr bunları içine alır. Zâten güneşin harâretine tâkat getiremiyen kimseler, bunu müşâhede etdikleri gibi, karma karışık olurlar. Bin sene de, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir şey söylenmez. Bu vakt insanlar, ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma giderler. (Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenâdır). Kâfirler ise: (Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatden kurtar), derler. 37
38 İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki, (Yâ Âdem aleyhisselâm! Sen azîz ve şerîf bir Peygambersin ki, Allahü teâlâ seni yaratdı. Melekleri sana secde etdirdi. Sana kendi rûhundan üfledi. Kazâ ve hesâba başlaması için bize şefâ at eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emr ederse, herkes oraya gitsin. Herşeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın) diye yalvarırlar. Âdem aleyhisselâm buyurur ki: (Ben Allahü teâlânın yasak etdiği ağacın meyvesinden yidim. Bu zemânda Allahü teâlâdan utanırım. Fekat siz, Resûllerin ilki olan Nûh aleyhisselâma gidiniz). Bunun üzerine bin sene aralarında meşveret ederek dururlar. Sonra Nûh aleyhisselâma giderler de: (Sen Resûllerin ilkisin. Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhâkememizin çabuk yapılması için bize şefâ at eyle! Şu mahşer cezâsından kurtulalım) diye yalvarırlar. Nûh aleyhisselâm onlara cevâb olarak: (Ben Allahü teâlâya düâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o düâ sebebiyle boğuldu. Bunun için, Allahü teâlâdan utanırım. Fekat siz, İbrâhîm aleyhisselâma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Allahü teâlâ Hac sûresinin son âyetinde meâlen, (İbrâhîm aleyhisselâm siz dünyâya gelmezden evvel, size müslimân diye ism verdi) buyurdu. Belki o size şefâ at eder) der. Yine evvelki gibi aralarında bin sene dahâ konuşurlar. Sonra, İbrâhîm aleyhisselâma gelirler. (Ey müslimânların babası! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni kendine halîl, dost eyledi. Bize şefâ at eyle! Allahü teâlâ, mahlûkat arasında, hükmünü versin) derler. İbrâhîm aleyhisselâm onlara: (Ben dünyâda üç kerre kinâye söyledim. Bunları söyliyerek din yolunda mücâdele etdim. Şimdi Allahü teâlâdan bu makâmda şefâ at izni istemekden utanırım. Siz Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. Zîrâ, Allahü teâlâ onunla konuşdu ve kendisine ma nevî yakınlık gösterdi. O, sizin için şefâ at eder) buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle istişâre ederler. Fekat bu zemânda hâlleri gâyet güçleşir. Mahşer yeri ise, çok daralır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma gelip, derler ki: (Yâ ibni İmrân! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ seninle konuşdu. Sana Tevrâtı indirdi. Hesâbın başlaması için bize şefâ at eyle! Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdihâm pek ziyâdeleşdi. Ayaklar birbirleri üzerine birikdi). Mûsâ aleyhisselâm onlara der ki: (Ben, Allahü teâlâya, âl-i Fir avnın senelerce hoşlanmıyacakları şeylerle cezâlandırılması için düâ etdim. Sonra gelenlere ibret olmalarını ricâ eyledim. Şimdi şefâ at etmeğe utanırım. Fekat, Cenâb-ı Hak rahmet, mağfiret sâhibidir. Siz Îsâ aleyhisselâma gidiniz. Çünki yakîn cihe- 38
39 tiyle Resûllerin en esahhı, ma rifet ve zühd cihetinden, en efdali ve hikmet cihetinden en üstünüdür. Size O şefâ at eder) buyurur. Bunlar, aralarında bin sene müşâvere ederler. Hâlbuki, onların sıkıntıları dahâ ziyâde olur. Sonra Îsâ aleyhisselâma gelirler. Derler ki: (Sen Allahü teâlânın rûhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için Âl-i İmrân sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Dünyâda ve âhıretde Vecîh ya nî çok kıymetli) buyurdu. Bize Rabbinden şefâ at eyle!) Îsâ aleyhisselâm buyurur ki: (Benim kavmim, beni ve annemi Allahdan başka ilâh ittihâz eylediler. Nasıl şefâ at ederim ki, bana da ibâdet etdiler. Ve bana oğul ve Allahü teâlâya baba ismini verdiler. Fekat, siz gördünüz mü ki, birinizin kesesi olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun. O mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammede sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem gidiniz. Zîrâ O, da vetini ve şefâ atini ümmeti için hâzırladı. Çünki, kavmi Ona çok kerre ezâ etdiler. Mubârek alnını yardılar. Mubârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd etdiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem onların iftihâr cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tehammül olunmıyacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsüf aleyhisselâmın kardeşlerine söylediği, (Şimdi sizin, başınıza kakmak yokdur. Erhamürrâhimîn olan Cenâb-ı Allah, size mağfiret eder) meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verirdi.) Îsâ aleyhisselâm, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammed aleyhisselâma bir an evvel kavuşmak ister. Hemen Muhammed aleyhisselâmın minberine gelirler. Derler ki: (Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en fâidelisidir. Bize Rabbinden şefâ at eyle! Zîrâ, Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâma gitdik. Bizi Nûh aleyhisselâma gönderdi. Nûh aleyhisselâma gitdik. İbrâhîm aleyhisselâma gönderdi. İbrâhîm aleyhisselâma gitdik. Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Musâ aleyhisselâma gitdik. Îsâ aleyhisselâma gönderdi. Îsâ aleyhisselâm ise, size gönderdi. Yâ Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem! Senden sonra gidecek bir yer yokdur). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz: (Allahü teâlâ izn verir ve râzı olursa, şefâ at ederim) buyurur. (Surâdikât-i celâl), ya nî celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefâ at için izn ister. Kendisine izn verilir. Perdeler kalkar. Arş-ı a lâya girer. Secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığın- 39
40 dan beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemişdir. Ba zı ârifler dedi ki: (Allahü teâlâ âlemleri yaratınca kendisini böyle hamdler ile medh ve senâ buyurmuşdu). Arş-ı a lâ, Cenâb-ı Hakka ta zîmen hareket etmekdedir. Bu müddet içinde hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan her biri, dünyâda sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermiyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de, böyle olur. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesi gibidir. Ekin zekâtını, ya nî uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyâda hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o nev den, o denkler dolmuşdur. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuşdur ki, ağırlığından altında vâveylâ, vâseburâ [1] diye bağırır. Altın, gümüş ve [kâğıd] para ve sâir ticâret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenir ki, o yılanın başında yalnız iki örgüsü vardır. Kuyruğu burnuna girmişdir. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş, hattâ değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara: (Bunlar, dünyâda zekâtını vermediğiniz mallarınızdır) derler. İşte bu dehşetli hâl, Âl-i İmrân sûresinin meâl-i şerîfi, (Dünyâda esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır) olan, yüzsekseninci âyet-i kerîmesi ile bildirilmişdir. Diğer bir fırka ise, avret yerleri gâyet büyümüş, cerâhat ve irin akar. Onların fenâ kokusundan etrâfda bulunanlar çok râhatsız olur. Bunlar, zinâ yapanlar ve başları, saçları, kolları, bacakları açık sokağa çıkan kadınlardır. Diğer bir fırka da vardır ki, ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyâda livâta yapanlardır. Diğer bir fırkası da, dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmış, gâyet çirkin bir hâldedirler ki, insan görmek istemez. Bunlar yalan ve iftirâ söyliyenlerdir. Bir fırka dahî, karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur. Bunlar, dünyâda zarûret olmadan ve muâmele yapmadan fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi harâm işliyenlerin günâhları, fenâ hâlde açığa vurulur. [Fâiz için zarûretin ne olduğu ve muâmele ile satış yaparak fâiz almak (Se âdet-i Ebediyye) kitâbında bildirilmişdir.] [1] Veyl azâb kelimesidir. İnsan azâba tâkat getiremediği vakt, böyle bağırır. Sebûr da helâk zemânında kullanılır. 40
41 DOKUZUNCU FASL Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefâ at et, kabûl olunur). Bunun üzerine, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem : (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zemânları gâyet uzadı. Herbiri, günâhlarıyle arasât meydânında rezîl ve rüsvây oldular) der. Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) sallallahü aleyhi ve sellem denilir. Cenâb-ı Hak, Cennete emr eder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydânına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferâhlanır. Rûhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslimânlarla alay edenler, Kur ân-ı kerîme hakâret edenler, gençleri aldatarak îmânlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu duymazlar. Cennet, Arş-ı a lânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeği emr eder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb etdirmek için bir mahlûk yaratdı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip takıp çekerler ki, her bir ipde yetmişbin halka vardır. Dünyâdaki demirlerin hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyâdaki dağları koparmak emr o- lunsa, parça parça ederdi. O vakt, Cehennemin bağırması ve gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler. Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hazret-i İbrâhîm, hazret-i Mûsâ, hazret-i Îsâ, arş-ı a lâya sarılır. İbrâhîm aleyhisselâm kurban etdiği İsmâ îl aleyhisselâmı unutur. Mûsâ aleyhisselâm birâderi Hârûn aleyhisselâmı ve Îsâ aleyhisselâm vâlidesi hazret-i Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka birşey istemem) der. 41
42 O zemân Muhammed aleyhisselâm ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî) der. Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyâda işledikleri amellerin kitâbına da vet olunurlar) buyurmuşdur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkân sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr, ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakt, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gâyet büyük ses işitirler) buyurmasıyle sâbitdir. Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler). Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ ade et! Zîrâ, sen bana harâmsın) der. Arşdan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve ona itâ at et) der. Sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Cehennemi çeker, Arş-ı a lânın sol tarafında bir yere yerleşdirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhametli mu âmelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir mikdâr azalır. Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerîmenin (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) meâl-i şerîfi zâhir olur. Bu zemânda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, ya nî gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetden ya nî karanlıkdandır. Bundan sonra, Allahü teâlâ zemândan, mekândan, cismden münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine, insanlar ona ta zîm ederek, secdeye varırlar. Fekat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkin olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların artdığı zemânda secde etmeğe çağrılırlar. Fekat secde edemezler) meâl-i şerîfidir. İmâm-ı Buhârînin rahmetullahi aleyh, [1] bunun tefsîrinde, [1] Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de Semerkandda vefât etdi. 42
43 Peygamberimize sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem kadar senedini ya nî râvîlerini zikr ederek bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Ya nî çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün mü minler secde ederler). Ben, bu hadîs-i şerîfin te vîlinden korkdum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin sözünü dahî beğenmedim. Mîzân ya nî terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen şeylerdendir, dünyâ terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde ve cism değildir. A raz, ya nî sıfatdırlar. A razları, özellikleri, bildiğimiz terâzîler ile, maddeyi dartar gibi, vezn etmek sahîh olmaz. Ancak, bilinmiyen terâzî ile dartmak sahîh olur. Mü minler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve uzakdan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivâyet etdiği gibi, cenâb-ı Hak [hadîs-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum) buyurur. Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar arasındaki hakları ödeşdirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak olaydım) derler. Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akllara hayret verecek sûretde işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur ân-ı azîm-üşşândan sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ Rabb-el âlemîn! Bunu Cebrâîl aleyhisselâm dan süâl buyur!). Bu vakt, Cebrâîl aleyhisselâm getirilir ki, âdetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakl eylemişsin, doğru mudur?) Cebrâîl aleyhisselâm (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl yapdın?) buyurur. Cebrâîl aleyhisselâm, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâ aleyhisselâma, İncîli Îsâ aleyhisselâma, Kur ân-ı kerîmi Muhammed aleyhisselâma inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sâhibi Peygambere de sahîfelerini ulaşdırdım) der. Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nûh!), Nûh aleyhisselâm getirilir. Titrediği hâlde, huzûr-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nûh! Cebrâîl aleyhisselâm der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ Rabbî! Doğrudur) 43
44 der. Yine buyurur ki, (Kavminle ne iş gördün?). Nûh aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmâna da vet etdim. Benim da vetim onlara bir fâide vermedi. Benden kaçdılar). O zemân, yine nidâ olunarak, (Yâ Nûh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir. Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nûh aleyhisselâm der ki, size benim risâletimi teblîg etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler. Allahü teâlâ, (Yâ Nûh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur. Nûh aleyhisselâm, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed aleyhisselâm ile ümmetidir) der. Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!) aleyhisselâm. Bu Nûh aleyhisselâm risâleti teblîg etdiğine seni şâhid kılar) buyurur. Peygamberimiz aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâmın risâleti teblîg etdiğine şâhid olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerîmesini okur. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Biz Nûhu insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkutdu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi) buyurulmuşdur. Cenâb-ı Hak, Nûh aleyhisselâmın kavmine: (Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıkdır) buyurur. Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de hesâb olunurlar. Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur. Nûh aleyhisselâmın kavmine yapıldığı gibi, Hûd aleyhisselâm ile, kavmi olan Âd kavmi arasında mu âmele cereyân eder. Peygamberimiz aleyhisselâm ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerîmesini okur. Bu kavm de Cehenneme atılır. Bundan sonra (Yâ Sâlih veyâ Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih aleyhisselâm ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, hazret-i Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz aleyhisselâm Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerîmesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır. Kur ân-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Furkân sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerîmeleri bunu haber vermekdedir. Bunda tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ) kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve tübba ve İbrâhîm aleyhisselâmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân ku- 44
45 rulmaz. Ve hesâb sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünki, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz. Bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâma nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg etdiğine şehâdet ediyor) buyurur. Mûsâ aleyhisselâm, (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!) buyurulur. Mûsâ aleyhisselâm, minbere çıkar, okur. Herkes kendi mevkı inde sükût ederler. Tevrâtı dahâ yeni nâzil olmuş gibi okur. Yehûdî âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi olurlar. Sonra da, Dâvüd aleyhisselâma nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir. Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl aleyhisselâm Zebûru ümmetine teblîg etdiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd aleyhisselâm, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak, (Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd aleyhisselâm minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerîfi okur. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, Dâvüd aleyhisselâm Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüd aleyhisselâmın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ edince sesini tâbüt-i sekînenin imâmı işitir ve cemâ atin içine girerek safları yararak, Dâvüd aleyhisselâmın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr va z vermedi mi ki, benim için yanlış niyyet etdin?). Hazret-i Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevâb veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüd aleyhisselâmdan gördüğü hâllerden dolayı çok üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüd aleyhisselâma sarılıp, huzûr-i Mevlâya çıkarır. Üzerlerine perde iner. Tâbütün imâmı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüd aleyhisselâmın hürmetine bana rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zemân bundan başka, doksandokuz hâtunu vardı). Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. Dâvüd aleyhisselâm utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret va dini ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa, başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu vakt, Allahü teâlâ tâbütün imâmı olan zâta buyurur ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zât da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan 45
46 sonra, Dâvüd aleyhisselâma: (Sen de yâ Dâ vüd, git se ni de mağ - firet etdim) buyurur. [1] Bundan sonra Dâvüd aleyhisselâma: (Minberine dön, Zebûrun devâm n oku) buyurur. O da, Allahü teâlân n emrini yerine getirir. Bu ze mân da, Be nî s râ île iki k sm ol ma la r emr olu nur. Bir k s - m, mü min ler ile, bir k s m da, kâ fir ler ile be râ ber olur. Bun dan son ra, bir ses işi ti lir ki: (Îsâ aleyhisselâm nerededir?) der. Îsâ aleyhisselâm getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâl-i şerîfi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Seni noksan s fatlardan tenzîh ve tak dîs ede rim ki, hak k m ol m yan şe yi be nim için söy le mek olmad. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olan bilirsin. Ben Senin zât nda olan bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide sûresinin yüzonalt nc âyet-i kerîmesi ile cevâb verir. Bunun üzerine cenâb- Hak, cemâl s fât n gösterir ve meâl-i şerîfi, (Bu zemân, sâd klara s dk n n menfe at vereceği zemând r) olan Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg etdiği ncîli tilâvet eyle) der. Îsâ aley his se lâm, (Evet Yâ Rab bî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te sîrinden herkesin baş yukar kalkar. Zîrâ, Îsâ aleyhisselâm rivâyet cihetinden insanlar n en ziyâde hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, h ristiyanlar, ruhbânlar, kendilerini, ncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarm ş zannederler. Bun dan son ra, na sâ râ da, iki k sm olur lar. Bo zuk olan la r, ya nî h ristiyanlar kâfirlerle, bozulmam ş olan mü minleri, mü minlerle haşr olu nur. Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed aleyhisselâm nerededir?) Peygamberimiz aleyhisselâm gelir. Cenâb- Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana Kur ân- kerîmi teblîg etdim diyor). O da: (Evet yâ Rab bî) der. Ce nâb- Hak: (Yâ Mu - hammed, minberine ç k ve Kur ân- kerîmi k râet et) buyurur. [1] Bu k ssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde dahâ geniş yaz l d r. Peygamberler en küçük bir günâh işlemez ve günâh işlemek, hât rlar na bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca, hakîkat iyi anlaş l r. 46
47 Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kur ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şeklde okur. Mü minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur ân-ı kerîme inanmıyanların, bu mubârek kitâba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur. Buraya kadar beyân olunan Peygamberlere olunacak süâli, A râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette süâl ederiz. Peygamberlere de süâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi haber vermekdedir. Ba zıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük Peygamberleri cem eylediği vakt, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl olundunuz?) meâlindeki âyet-i kerîme ile haber verilmişdir dediler. O zemân Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilm yokdur. Sen gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerîmenin haber verdiğini söyliyen âlimlerin sözü dahâ doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki kitâbımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ aleyhisselâm ise, onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Rûhullah)dır. (Kelimetullah)dır. Peygamberimiz aleyhisselâm Kur ân-ı kerîmi tilâvet buyurduğu zemân, ümmeti zan eder ki, hiç işitmemişlerdir. Bu bahsde, hazret-i Esma îye [1] dediler ki: (Sen Kur ân-ı kerîmi en ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevâbında, (Evet, hazret-i Peygamberden işitdiğim vakt, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. Kitâbların kırâ eti temâm oldukdan sonra bir nidâ gelir ki: Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf ya nî Arasât meydânı harekete gelir. O zemân, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evlâdından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem aleyhisselâm ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye süâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetden rahmetullahi aleyhim ecma în ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mü min geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın radıyallahü anh (Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun ma nâsı budur. [1] Ebû Sa îd-i Esma î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât etdi. Asl adı Abdülmelikdir rahime hullahü teâlâ. 47
48 Bundan sonra İblîs şeytânlarıyle birlikde getirilir. Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmişdir. Her kime ki, din ulaşmışdır, onun sevâbları ile günâhları muhakkak dartılacakdır. Şeytânlar, günâhları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakt: (Bize Âdem zulm etdi. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi Cehenneme sürükledi) derler. Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki, Mü min sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesinin, (Bu zemânda zulm yokdur. Allahü teâlâ hesâbda sür atlidir) meâlindedir. Herkes için büyük bir kitâb çıkarılır ki, şark ve garb arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulm etmez. Mahlûkların her gün yapdıkları amelleri bu kitâb ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i kerîmesinde bildirilen (Kirâmün berere) meleklerine ya nî kerîm ve itâ atkâr meleklere, o amelleri yazmağı emr eder. Bu kitâb işte odur. Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerîmesinin (Biz yapdığınız amellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerîfi bunu haber vermekdedir. Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı hesâba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yapdıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu. Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın huzûrunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fenâ kul! Sen mücrim ve âsî oldun) der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve şâhidler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse: (Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerîfi (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmekdedir. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da Yasîn-i şerîfin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb etdiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerîfi ile bildirilmişdir. Öyle ise, âsîlerin a zâsı şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri emr olunur. Mücrimler [din düşmanları, harâm işliyenler, nemâza ehemmiyyet vermiyenler] a zâlarına levm etmeğe, bağırmağa başlar. A zâsı da, der ki, (Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletdi. Herşeyi söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerîmesinde bildirilmekdedir. Hesâbdan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne gönderilecekdir. 48
49 Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, ya nî azâb meleklerine teslîm olunurlar. Ağlamağa ve inlemeğe başlarlar. Hele mü minîn ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gâyet dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, va d olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerîmesinde bildirilmekdedir. Büyük feryâd Cehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktde, ikincisi, Cehennem meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktde, üçüncüsü, Âdemi aleyhisselâm Allahü teâlâya şefâ atci göndermek için çıkdıkları vaktde, dördüncüsü, Cehennemdeki azâb meleklerine teslîm olundukları zemândır. Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydânında yalnız, Mü minler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar, Velîler, Şehîdler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmânlarında şübheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid at sâhibleri [ya nî Ehl-i sünnet i tikâdında olmıyan mü minler], zâten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zemân, onlara Arş-ı a lânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihân cihetinden (Ene Rabbüküm) ya nî, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler. Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm) der. Ya nî, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler. Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şeklde gâyet yumuşak ve hoş mu âmele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yokdur) buyurur. Allahü teâlâ bütün mü minleri Sırât üzerinden geçirir. Mü minler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra Şehîdler, sonra diğer mü minler götürülür. Müslimânlardan günâhları afv e- dilmiyenler yüz üstü düşmüş, ba zıları da A râfda mahbus kalırlar. 49 Kıyâmet ve Âhıret - F:4
50 Îmânı za îf olanlardan ba zısı Sırâtı yüz senede, ba zısı da bin senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar. Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz. Müslim ve muhsin olanların makâmlarını (İstidrâc) nâmındaki kitâbımızda anlatdık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökdeki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırmağından ve büyüklüğü Kudüsden Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem (Benim minberim, havzım üzerindedir). Ya nî, minberim, Kevser havzının iki kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbitdir. Kevser havzından uzak olanlar, kabâhatlerinin derecesine göre, Sırâtda habs olunurlar. Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve temâm etmez. Ve nice nemâz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, nemâzını başkalarına anlatır. Hudû ve huşû ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış olsa, nemâzı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzûrunda duran kimse, Onun celle celâlühü heybet ve azametini bildiği, tefekkür etdiği kadar huşû eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin huzûrunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktdeki hâlidir. Mahlûk ise, o derece menfe at ve zararını ayıramaz. O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzûrunda duranın hâli nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzûrunda durması, elbette ziyâde huzûru ve huşû u îcâb etdirir. İbâdetleri yapdığı hâlde, zulm eden ve tevbe etdi ise de, mazlûmu bulamıyan, bununla dünyâda halâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye olundu ki, Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Dünyâda halâlleşemediği kul hakları varsa, meydâna çıkarılır. Mazlûm onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ mazlûma (Ey mazlûm! Yukarıya bak) buyurur. O mazlûm bakdığı vakt görür ki, bir köşk var. Gâyet büyükdür. Zîneti ve büyüklüğü akllara hayret verir. O mazlûm: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıkdır. Benden satın alır mısın?) buyurur. O mazlûm ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini ödeyecek benim birşeyim yokdur) der. Allahü teâlâ buyurur ki: (Kardeşini zulmden afv edip halâs edersen, 50
51 köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçdim) der. Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle mu amele eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe eden, zulmden, günâhdan ayrılıp da, ebediyyen bir dahâ o günâhı işlemiyendir. Dâvüd aleyhisselâm (Evvâb) ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd aleyhisselâm hiç günâh işlemedi. Ondan (Hilâf-i evlâ) sâdır oldu.] Resûllerden hazret-i Dâvüdun gayrileri de böyledir. Ey gönül, yakdı vücûdüm, o gizli nârın senin, Fışkırıp çıkdı semâya âh ile zârın senin! Çok garîb bir divânesin, niçin hiç uslanmazsın? Herkesin rüsvâsı oldun, yokmudur ârın senin? Ebedî aşk tuzağına düşdüğün günden beri, Meyve mi verecek aceb, soldu behârın senin? ONUNCU FASL (Arasât meydânı)na (mevkıf) ve (mahşer yeri) de denir. Burada bulunanların nasıl da vet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söyledi. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi, sahîh hadîslerde de bildirilmişdir. Allahü teâlânın en önce hükm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecrlerini vereceği kimseler de îmânı doğru olan a mâlardır. Evet! Bir münâdî nidâ eder ki: (Dünyâda görmekden men olunanlar nerededirler?) Onlara denilir ki: (Siz Allahü teâlânın cemâline bakmağa herkesden dahâ çok lâyıksınız). Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara hayâ mu âmelesi eder de (Sağ tarafa gidiniz!) buyurur. Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu ayb aleyhisselâmın eline verilir. Şu ayb aleyhisselâm onlara imâm olur. Onlarla berâber, nûr meleklerinden, hesâbsız melek vardır. Adedlerini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Onların yanına varırlar. Ve sırâtı yıldırım gibi geçerler. Sabrda ve hilmde onlardan herbiri, Abdüllah ibni Abbâs radıyallahü anhümâ [1] ve ona bu ümmet içinde, benzeyen kimseler gibidir. Bundan sonra (Belâlara sabr edenler nerededir?) diye nidâ [1] Abdüllah 68 [m. 687] de Tâifde vefât etdi. 51
52 olunur. Ve meczûmîn ya nî cüzzâm denilen miskin hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar dahî sağ tarafa emr olunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûb aleyhisselâmın eline verilir. Eshâb-ı yemînin imâmı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabr ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib radıyallahü anh ve bu ümmetden Onun emsâli gibi olanlar böyledir. Bundan sonra nidâ olunur ki: (İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet i tikâdına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmânını ve nâmûsunu kemâl derecede muhâfaza eden îmânlı ve iffetli gençler nerededirler?) Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhabâ, der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara dahî (Sağ tarafa gidiniz) buyurur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsüf aleyhisselâmın eline verilir. Yûsüf aleyhisselâm onların imâmı olur. Böyle gençlerin sıfatı harâmlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmakdır. Râşid bin Süleymân rahimehullahü teâlâ ve bu ümmetden onun emsâli gibi olanlar böyledir. Bundan sonra bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslimânları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmiyenler nerededir?) denir. Onlar dahî Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhabâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeğe emr olunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmiyenlerin sıfatı da sabr ve hilmdir ki dünyevî sebeblerden dolayı mü minlere ne darılırlar ve ne de kötülük ederler. Hazret-i Alî radıyallahü anh ve bu ümmetden Ona benzeyenler bunlardandır. Bundan sonra, bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlânın korkusundan harâm işlemiyenler ve ağlayanlar nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları, şehîdler kanı ve ulemânın mürekkebi ile dartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emr olunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, muhtelif harâm işliyenlerin arasında bulunduğu, Allah rahîmdir, afv eder diye aldatılmağa çalışıldığı hâlde, harâm işlememişlerdi. Çeşidli günâhlardan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardı. Meselâ, biri Allahü teâlânın korkusundan, biri dünyâya düşkün olmakdan ve öbürü pişmânlıkdan ağlamışdı. Bunların sancakları Nûh aleyhisselâma verilir. Âlimler onların önlerine geçmek isterler. (Bunların ağlamalarının Allah için olmasını biz öğretdik) derler. Bir nidâ gelir ki: (Yâ Nûh, olduğun gibi dur!). Nûh aleyhisselâm hemen durur. O cemâ at de Onunla 52
53 berâber dururlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehîdlerin kanı dartılır. Âlimlerin mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emr olunurlar. Şehîdler için de safranlı bir sancak emr olunur. Yahyâ aleyhisselâmın eline verilir. Yahyâ aleyhisselâm önlerinden gider. Âlimler önlerine geçmek istiyerek derler ki: (Şehîdler bizim ilmimizden öğrenerek çarpışdılar. Biz onlardan ileri gitmeğe dahâ ziyâde lâyıkız). Bu zemânda Allahü teâlâ lütfünü ortaya koyup, meâlen buyurur ki: (Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir). Âlimlere hitâben: (Dilediğiniz kimselere şefâ at ediniz) buyurur. Âlimler, ehl-i beytine ve komşusuna ve mü min kardeşlerine ve talebelerinden kendilerine tâbi olanlara şefâ at ederler. Şöyle ki, âlimlerden her biri için bir meleğe nidâ etdirilir. Melek insanlara bağırır ki: (Filân âlime Allahü teâlâ şefâ at etmekle emr eyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhud bir lokma yemek yidirdiyse, yâhud bir içim su verdiyse, yâhud kitâblarını yaydı ise, onlara şefâ at edecekdir) der. O âlime bir iyilik yapanlar, kitâblarını dağıtanlar kalkarlar. O âlim de, o kimselere şefâ at eder. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, en önce şefâ at edenler Resûllerdir. Sonra Nebîler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât, sonra Âlimlerdir. Âlimler için bir beyâz sancak bağlanır. İbrâhîm aleyhisselâma verilir. İbrâhîm aleyhisselâm gizli ma rifetleri ortaya çıkarmak bakımından Resûllerin en ileride olanıdır. Bunun için sancak kendisine verilir. Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Nafakası için hergün çalışıp terliyen ve kazandığı ile kanâat eden fakîrler nerededir?) denir. Fakîrler de Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ taltîf edip, (Merhabâ ey dünyâ kendileri için zindân olan kimseler) buyurur. Bunların da Eshâb-ı yemîn (Cennet ehli) ile berâber olmaları emr olunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâ aleyhisselâmın eline verilir. Îsâ aleyhisselâm bunlara imâm olur. Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Agniyâ ya nî şükr eden, mallarını, paralarını, dînî kuvvetlendirmek, müslimânları zâlimlerden korumak için veren zenginler nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Onlara ihsân etdiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene ta dâd etdirir. Ya nî zenginlik ile ne yapdıklarının hesâbını sorar. Bunlar için dahî renklerle bir sancak bağlanıp Süleymân aleyhisselâma verilir. Süleymân aleyhisselâm bun- 53
54 lara imâm olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemîne ulaşmalarını emr buyurur. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, dört şey, dört şeye şehâdet etmelerini taleb ederler. Malları ile, mevki leri ile müslimânlara eziyyet edenlere nidâ olunur ki, (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden ne mal meşgûl etdi?). Onlar der ki: (Allahü teâlâ bize mülk ve rütbe verdi. Bizi onlar, Allahü teâlânın hakkını yerine getirmekden men eyledi). Yine onlara (Mal mülk cihetinden siz mi büyüksünüz, yoksa Süleymân aleyhisselâm mı büyükdür?) denir. Onlar (Süleymân aleyhisselâm büyükdür) derler. (Öyle ise, onu benim için ibâdet etmekden, o mal mülk men etmedi de sizi mi men etdi) buyurur. Bundan sonra, (Ehl-i belâ nerededir?) denilir. Onlar da getirilir. Onlara denilir ki: (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden men eden şey nedir?) Onlar da derler ki: (Allahü teâlâ, bizi dünyâda derdlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetden mahrûm olduk). Onlara denilir ki:(belâ cihetinden size gelen belâ mı, yoksa Eyyûba aleyhisselâm gelen belâ mı çok idi?). Onlar (Eyyûb aleyhisselâma gelen çok idi) derler. (Öyle ise, Onu Allahü teâlânın zikrinden ve Onun dînini kullarına yaymakdan ve hakkını ikâmeden belâ men etmedi de sizi mi etdi) denir. Bundan sonra (Gençler ve memlûkler ya nî köle ve câriyeler nerededir?) derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzûruna getirilir. Onlara denilir ki; (Sizi Allahü teâlâya ibâdetden men eden şey nedir?). Onlar da, (Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik) derler. Memlûkler de (Kölelik ve câriyelik ve beğlere kulluk etdik. Dünyâ büyüklerine tapındık. Din câhili kaldık. Aldandık. Yâ Rabbî, Senin hakkını yerine getirmekden mahrûm olduk) derler. Onlara hitâben denilir ki; (Siz mi, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı dahâ güzel idi?) Onlar (Yûsüf aleyhisselâm idi) derler. (Öyle ise, hazret-i Yûsüfü, kul itâ atinde iken hakkullahı ikâme etmekden hiç birşey men etmedi de sizi mi etdi) denir. Bundan sonra (Çalışmıyan, tenbel, fukarâ nerededir?) diye nidâ olunur. Onlar da götürülür. Onlara da, (Sizi Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmakdan men eden nedir?) denilir. Onlar (İş yapmadık. San at öğrenmedik. [Kahvelerde, sinemalarda, maçlarda vakt geçirdik.] Allahü teâlâ da, bizi dünyâda fakîrlik i- 54
55 le mübtelâ kıldı. Fakîrlik ve tenbellik bizim kulluk vazîfemizi yapmamıza mânî oldu) derler. Onlara hitâben, (Siz mi dahâ fakîrdiniz, yoksa Îsâ aleyhisselâm mı?) diye süâl olunur. Onlar da (Îsâ aleyhisselâm bizden dahâ fakîr idi) derler. (Öyle ise, o kadar fakîrlik Onu kulluk vazîfelerini yapmakdan, din bilgilerini yaymakdan men etmedi de, sizi mi men etdi?) denir. Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sâhibini düşünsün! Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem düâsında (Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakîrlik fitnesinden sana sığınıyorum) diye düâ ederdi. Îsâdan aleyhisselâm ibret alınız ki, dünyâda birşeye mâlik olmadı. Bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyâhati esnâsında, ancak bir bardak ve bir kara kilim ve bir tarağı vardı. Birgün, birinin, eli ile su içdiğini gördü. Bardağı atdı. Birgün de, bir adamın eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da atdı. Der ki, benim hayvanım ayağımdır. Evim mağaralardır. Yiyeceğim yerin otlarıdır. İçeceğim ırmakların sularıdır. [Hâlbuki, islâm dîni böyle değildir. Çalışıp halâl kazanmak ibâdetdir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını, islâmiyyetin emr etdiği iyi yerlere vermek lâzımdır. (Râmûz-ül-ehâdîs)de yazılı hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Eshâbım için, fakîr olmak se âdetdir. Âhir zemânda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak se âdetdir.) Şimdi âhir zemândayız. Günâh işleyenlerin, fitne çıkaranların, ibâdetlere bid at karışdıranların çoğaldığı bir zemândayız. Bu zemânda halâlı, harâmı, bid atleri ve küfre sebeb olan şeyleri öğrenmek ve bunlara uymak ve halâl yoldan kazanarak zengin olmak büyük ibâdetdir. Kazandığı ile fakîrlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini yayan müslimânlara yardım etmek büyük se âdetdir. Bu se âdete kavuşanlara müjdeler olsun!] Allahü teâlânın indirdiği ba zı suhûflarda da bildirilmişdir ki, (Ey Âdem oğlu! Hastalık ve günâh işlemek hayât hâllerindendir. Müte ammiden [kin güderek] adam öldürmenin keffâretinden, hatâen öldürmenin keffâreti ehven görülür, buna kısâs olunmaz ise de, bu da çok kötü işdir. Bundan da sakın!) Büyük günâhların sâhibinin kalbinde îmân varsa, azâbdan sonra şefâ ate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce sene geçdikden sonra, onları Cehennemden çıkarır. Hâlbuki, Cehennemdekilerin derileri yandıkdan sonra, tekrâr yaratılmakdadır. Hasen-i Basrî rahmetullahi aleyh, [1] (Keşke ben, böyle olan kişi olsaydım) buyururdu. Şübhe yokdur ki, Hasen-i Basrî [1] Hasen-i Basrî 110 [m. 728] de vefât etdi. 55
56 rahmetullahi aleyh âhiret hâllerini iyi bilen bir zâtdır. Kıyâmet gününde, bir müslimân getirilir. Onun hiç hasenesi (iyiliği) yokdur ki, mîzânında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun îmânına hürmeten ona rahmet olarak buyurur ki: (İnsanlara git, sana hasene ve sevâb verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennete giresin!). O kimse gider. İnsanlar arasında arzûsuna kavuşduracak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa: (Benim de mîzânımın hafîf gelmesinden korkuyorum. Ben senden dahâ çok muhtâcım) der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, (Ne istiyorsun?) der. Bu da, (Bir haseneye [sevâba] muhtâcım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip esirgediler) der. Bu kişi, ona der ki, (Allahü teâlânın huzûruna vardım. Sahîfemde bir sevâbdan başka sevâb bulamadım. O da beni kurtarmağa yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden onu al!). O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde, (Nasıl geldin?) diye süâl eder. O kişi ile olan mâcerâyı haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ huzûruna çağırır. Buyurur ki: (Îmân sâhiblerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından dahâ çokdur. Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz). Mîzânın iki gözü berâber olup, sevâb gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ buyurur ki: (Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir). Bunun üzerine, bir melek; bir sahîfe getirip seyyiât [günâh] kefesi üzerine kor ki, onda yalnız (üf) yazılmışdır. O göz hasene üzerine ağır basar. Çünki (üf) lâfzı, anaya, babaya isyân kelimesidir. Kişi bununla, Cehenneme atılması emr olunur. O kişi ise, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ tarafından kendisinin çağrılmasını talep eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve der ki: (Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?) O kul: (Yâ Rabbî! Anladım ki anama babama âsî olduğum için Cehenneme gideceğim. Onların azâbını bana ilâve buyur da, onları Cehennemden azâd et!) deyince, Allahü teâlâ buyurur ki: (Anana babana dünyâda âsî oldun. Âhıretde ikrâm etdin. Onların elinden yapış da, Cennete götür). Cennete gönderilmiyenleri melekler yakalarlar. Çünki melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretden nasîbi olmıyan bir kavme nidâ olunur ki, bunlar âhıretin odunudurlar. Cehennemi doldurmak için halk olundular. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onları durdurun, onlar süâl olunacaklardır) buyurur. Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size ne oldu ki, birbirinize 56
57 yardım etmiyorsunuz?) buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslîm olurlar. Günâhlarını i tirâf ederler ve hepsi Cehenneme gönderilirler. Bu şeklde ümmet-i Muhammedin büyük günâh işliyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Mâlik) onlara bakdığı vakt der ki: (Siz, eşkiyâ zümresindensiniz. Ammâ görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi). Onlar da (Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetiyiz. Lâkin işlediğimiz günâhlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günâhlarımıza ağlıyalım) derler. Mâlik onlara: (Ağlayınız! Fekat şimdi size ağlamak fâide vermez!) der. Nice orta yaşlılar (derdlerim, sıkıntılarım artdı!) diyerek ağlarlar. Bir ihtiyâr erkek ellerini beyâz sakalı üzerine koyup (Âh gençlik geçdi. Elem, üzüntü artdı. Zelîl oldum, rezîl oldum!) diye ağlar. Nice delikanlılar (Âh gençliği elden kaçırdım! Ya nî gençliğimin kıymetini bilmedim!) diye ağlarlar. Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvâh! Yüzüm kara oldu, rezîl oldum!) diye ağlarlar. Allahü teâlâ tarafından (Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy) diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, (Lâ ilâhe illallah) diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. [Bir şeyin çok olduğunu bildirmek için, bunu büyük rakamla bildirmenin Arabistânda âdet olduğu (İbni Âbidîn)in [1] (El-hazer vel-ibâha) kısmında yazılıdır. Ya nî büyük rakamlar, mikdârı değil, çokluğu bildirirler.] Yine bir nidâ gelir ki: (Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy!) Bu zemân gök gürültüsü gibi, bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. (Ey Cehennem, kendisinde Kur ân-ı kerîm olan ve îmân kabı olan kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!) der. Bu hâl üzre, Cehenneme atılır. Görülür ki, bir kişinin feryâdı Cehennem ehlinin seslerinden dahâ çokdur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Hâlbuki, sâdece derisi yanmış. Allahü teâlâ ona: (Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?) buyurur. O kişi der ki: (Yâ Rabbî! Beni hesâba çekdin. Senin rahmetinden dahâ ümmîdimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım) der. Allahü teâlâ, meâl-i şerîfi, (Bir kimse Allahü [1] Muhammed ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etdi. 57
58 teâlânın rahmetinden ümmîdini keserse, o kimse ehl-i dalâletdir) olan Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesi ile hitâb buyurup, (Git seni mağfiret etdim) der. Yine bir kişi Cehennemden çıkar. Allahü teâlâ: (Ey kulum, Cehennemden çıkdın. Hangi amelinle Cennete gireceksin?) diye süâl eder. O kul: (Yâ Rabbî! Ben âcizim, azıcık şeyden başka bir şey istemem) der. O kimse için Cennetden bir ağaç gösterilir. Allahü teâlâ: (Gördüğün şu ağacı sana versem, başkasını ister misin?) buyurur. O kul; (Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, başkasını istemem) der. Allahü teâlâ (Bu sana benden hibe olsun!) buyurur. O ağacın meyvesinden yiyip gölgesinde gölgelendikden sonra, ondan dahâ güzel başka bir ağaç gösterilir. O kimse, o ağaca çokca bakar. Allahü teâlâ: (Sana ne oldu? Ona da mı muhabbet etdin?) buyurur. O kul, (Evet yâ Rabbî) der. Allahü teâlâ: (Sana onu da versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İstemem yâ Rabbî) der. O ağacın meyvesinden yir. Gölgesinde gölgelenir. Ondan dahâ güzel bir ağaç gösterilir. Bu kimse, ona da bakakalır. Cenâb-ı Hak ona hitâben: (Bunu da sana versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İzzetin hakkı için, istemem yâ Rabbî) der. O zemân, Cenâb-ı Hak, râzı olup, o mü min kimseyi, afv buyurur. Cennete idhâl eder. Âhıretin şaşılacak işlerindendir ki, bir kişi de Allahü teâlânın huzûruna götürülür. Allahü teâlâ, onu hesâba çeker. Hasenât ve seyyiâti dartılır. O kimse, herhâlde bilir ki, Allahü teâlâ, o zemân, o kimsenin hesâbından başka bir şeyle meşgûl olmadı. Fekat öyle değil. Belki o anda milyonlarca, sayısını Allahü teâlâdan başka kimse bilemiyeceği mikdârda kimselerin hesâbına bakıldı. Onların her biri zan eder ki, hesâb, o anda ancak ona mahsûsdur. Orada ba zısı ba zısını görmez. Birisi diğerinin kelâmını işitmez. Belki, her biri, Cenâb-ı Hakkın perdeleri altındadır. Sübhânallah ki, ne kuvvet ve ne büyük kudretdir. İşte bu Lokman sûresinin yirmisekizinci âyetinin, (Sizin dünyâda ve sonra âhıretde yaratılmanız bir nefes alacak kadar zemândadır) meâl-i şerîfi ile bildirilen zemândır. Cenâb-ı Hakkın bu kavlinde sırlar vardır ki, o zemânsız ve mekânsız olmak sırrıdır. Çünki, Allahü teâlânın mülkü için, ef âli ve işleri için had ve gâye yokdur. Fe-subhânallah ki, fi llerinden hiçbiri başka işleri yapmasına mâni olmaz. İşte bu zemânda, kişi oğluna gelir ve: (Ey oğul! Ben sana elbiseler giydirdim ki, sen kendin elbise giymeye kâdir değildin. Seni doyurdum ve su verdim ki, bunlardan elbette sen âciz idin 58
59 ve çocukluğunda seni muhâfaza eyledim ki, sen kendine zarar veren şeyleri def etmeğe ve fâide veren şeyi istemeğe kâdir değildin. Nice meyveleri benden istedin. Satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmânını öğretdim. Seni Kur ân-ı kerîm hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin şiddetini görüyorsun. Günâhımın çokluğunu da biliyorsun. Bir mikdârını üzerine al! Tâ ki, günâhım azalsın. Bana bir iyilik, bir sevâb ver ki, mîzânım onun sebebi ile ziyâde olsun) der. Oğlu ondan kaçar ve der ki: (O bir sevâba, ben senden dahâ çok muhtâcım). Böylece, evlâd ile ana arasında bu mu âmele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle bu mu âmeleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ hazretlerinin (Abese) sûresinin yirmidördüncü âyetinin, (O gün insân kardeşinden ve ana evlâdından kaçar) meâl-i şerîfi bu hâli haber vermekdedir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar). Âişe-i Sıddîka radıyallahü anhâ vâlidemiz, bunu işitdikleri vakt, (Ba zısı ba zısına bakmazlar mı?) buyurdu. Peygamber efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Abese sûresindeki, (Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaşdırır) meâlindeki otuzyedinci âyet-i kerîmeyi okuyuverdiler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bu hadîs-i şerîfi ile murâd buyurdular ki, kıyâmet gününün şiddeti ile meşakkati, insanların birbirlerine bakmalarına mâni olur. İnsanlar bu zemânda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyâh bir bulut gelir. O bulut insânlar üzerine (Suhûf-i müneşşere) ya nî amel defterlerini yağdırır. Mü minin sahîfesi, sanki gül yaprağı üzerine yazılmışdır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir. Sahîfeler uçarak iner. Herkesin sağ veyâ sol tarafından gelir. Bu ise, ihtiyârî değildir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Biz azîm-üş-şân insan için sahîfesi açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitâb göndeririz) buyurur. Âlimlerden ba zıları buyurur ki, Kevser Havzı Sırâtı geçdikden sonra getirilir. Bu ise, yanlışdır. Zîrâ Sırâtı geçen kimse, bir dahâ Havza gelmez. Yetmişbin [ya nî pek çok] kimse ki sıkıntılı hesâba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlar sahîfeler almazlar. Ancak onlara verilen sahîfeler üzerinde, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filân ibni filânın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının berâtıdır) yazılıdır. Bir 59
60 kulun günâhları mağfiret olduğu vakt, bir melek onu Arasât meydânına götürür. Ve nidâ ederek: (Bu filân oğlu filândır. Allahü teâlâ, onun günâhını afv eyledi. Bir dahâ şakî olmıyacak, se âdetle sa îd oldu) der. O kimseye, bu makâmdan ziyâde sevgili hiçbir makâm olmaz. Kıyâmet gününde, Resûller aleyhimüssalevâtü vetteslîmât minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi, kendi mertebesi mikdârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, ya nî Ehl-i sünnet i tikâdında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler rahmetullahi aleyhim ecma în dahî nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. Allahü teâlânın dînini korumak ve yaymak için şehîd olanlar ile sâlihler, ya nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymuş olanlar, Kur ân-ı kerîmi hürmet ile ve tegannî etmeden okuyan hâfızlarla, ezânı sünnete uygun olarak okuyan müezzinler, toprağı miskden olan yerlerdedirler. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi olarak, iyi amel işledikleri için, kürsi sâhibidirler ki, Âdem aleyhisselâmdan Fahr-i âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimize kadar gelen bütün Peygamberlerden sonra kendilerine, şefâ at izni verilecek olanlardandır. Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, (Kur ân-ı kerîm kıyâmet gününde yüzü güzel ve ahlâkı güzel bir kimse sûretinde gelir. Kendisinden şefâ at taleb olunur ve şefâ at eder. Kendisini mûsikî ile [gazel okur gibi okuyanlardan ve çalgı ve oyun yerlerinde keyflenmek için okuyanlardan ve para kazanmak için] okuyanlardan da vâcı olur. Böyle kimselerden hakkını ister. Râzı olduğu kimseleri alıp Cennete götürür). Dünyâ [ya nî ibâdet etmeye mâni olan ve harâm işlemeye sebeb olan şeyler ve kimseler] da, ihtiyâr, ak saçlı ve kadınların en çirkini sûretinde görülür. İnsanlara denilir ki: (Siz bunu bilir misiniz?) Onlar: (Biz bundan Allahü teâlâya sığınırız) derler. (Siz dünyâda buna kavuşmak için birbirinizle çekişirdiniz. Birbirinize de buğz ederdiniz) denilir. Bu şeklde Cum a dahî sevimli bir insan sûretinde gösterilir. Mü minler ona dikkat ile bakarlar. Cum a gününe kıymet verenleri misk ve kâfûr kumları üzerinde hıfz eder. Cum a nemâzı kılan mü minler üzerinde nûr bulunur ki, herkes ona bakıp te accüb ederler. Cum a gününe yapdıkları saygı sebebi ile Cennete götürülürler. Ey müslimân kardeşim! Allahü teâlânın rahmetine ve Kur ân-ı kerîmin ve islâmın ve Cum anın cömerdliğine bak ki, Kur ân-ı kerîm ehli nasıl kıymetlidir. Nemâz, oruc, zekât, sabr ve güzel ahlâkdan ibâret olan islâmiyyet ise ne kadar çok kıymetlidir. 60
61 Ölüm zemânında insanın çırpınmasından, sıkıntılı görünmesinden ma nâ çıkaran kimseye kıymet verilmez. Zîrâ yevm-i Hendekde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin (Ey, çürüyecek olan cesedlerin Rabbi ve yok olacak olan rûhların yaratıcısı olan Rabbim!) düâsı gösteriyor ki, Allahü teâlânın dilediği her cesed çürür. Ve rûhlar da, kıyâmet zemânı gelince, fenâ bulur. Bunların hepsinin yaratıcısı ve Rabbi Allahü teâlâdır. Bu anlatılanların hepsi, ayrı ayrı ilmlere muhtâcdır. Diğer kitâblarımızda bunları anlatdık. İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh burada âhıret hâllerini gâyet kısa bir şeklde anlatdığını haber veriyor. Diyor ki, biz bu kitâbda, Ehl-i sünnetin tarîklerine müslimânlar sülûk etsin için, ihtisâr kasd eyledik. İslâmiyyetin aleyhine olan bid atlere [mezhebsizlere, dinde reformculara] iltifât etme! Kur ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden Ehl-i sünnet âlimlerinin çıkardıkları, anladıkları ma nâlara sarıl! Başkalarının, insan şeytânlarının uydurduğu bid atlere aldanma! Onlardan sakın! Bu sebebden, mü minleri, Ehl-i sünnet yoluna sarılanları müjdele! Allahü teâlânın emni ve keremi ve ihsânı ile, ismet ve muvaffakiyyet isteriz. Âmîn ve hasbünallah ve ni mel-vekîl ve sallallahü alâ Muhammedin ve âlihi vesahbihi ecma în. Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir nazar, gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar. Herbir çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz eder, kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz eder. Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın, ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi döner. Rengi döner günden güne, toprağa dökülür yine, bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer. Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye idin, yerinde eriye idin, insan değil misin, meğer. Bilir, gelen gider imiş, konan geri göçer imiş, mevt şerbetin içer imiş, her kim, bu ma nâdan geçer. 61
62 KIYÂMET VE ÂHIRET KİTÂBININ SON SÖZÜ Dünyâda ve âhıretde se âdete kavuşmak için, (Ehl-i sünnet i tikâdı)nı öğrenip, îmânını buna göre düzeltmek, bundan sonra, fıkh bilgisi öğrenip, onunla amel etmek ve cenâb-ı Hakkın dostlarını, sevgili kullarını sevmek ve islâm dîninin düşmanlarını tanıyıp, onlara aldanmamak lâzımdır. Ehl-i sünnet i tikâdını ve farzlardan ve harâmlardan lâzım olanları öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayndır. Bunları öğrenmemek suçdur, büyük günâhdır. Öğrenilmesi zarûrî olan bu bilgiler, doğru ve açık olarak (TÂM İLMİHÂL- SE ÂDET-İ EBEDİYYE) ve (İslâm Ahlâkı) kitâblarında yazılıdır. Her müslimân Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından toplanarak hâzırlanmış olan bir ilmihâl kitâbı alıp, çoluğuna çocuğuna, arkadaşlarına, sevdiklerine okutmalıdır. Dünyâya ve âhırete fâidesi olmıyan, hattâ zararlı olan, dîni ve ahlâkı bozan bölücü gazete, mecmû a ve kitâbları okumamalı, lüzûmlu ve fâideli olan kitâbları okuyup, öğrenmelidir. Lüzûmlu kitâblardan çok kıymetlisi imâm-ı Gazâlînin kitâbları ile, imâm-ı Rabbânînin kuddise sirruhümâ [1] (Mektûbât) adındaki kitâbıdır. Bu ikisinin hâl tercemeleri (Se âdet-i Ebediyye) ve diğer kitâblarımızda yazılıdır. Hadîs-i şerîfde, (Evliyânın anıldığı yere rahmet iner) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Evliyâyı severek hâtırlayanın, feyz ve berekete kavuşacağını ve düâlarının kabûl olacağını haber veriyor. Herkes muhabbeti mikdârınca, o büyüklerin feyzlerinden ve nûrlarından istifâde eder. Onların bakışları devâ, sohbetleri hasta ve ölü kalblere şifâdır. Onları gören, Allahü teâlâyı hâtırlar. Şimdi onları bulmak, görmek imkânsız oldu ise de, kitâblarını okuyup, yüksek, seçilmiş olduklarına inanan ve bunun için onları seven, onların rûhlarından feyz alır, fâidelenir. Bu husûsda, bu kitâbımızın içinde okuyacağınız, (Müslimâna nasîhat) kısmında geniş bilgi vardır. Peygamberler aleyhimüsselâm, kulları Allahü teâlâya yaklaşdıran vâsıta ve sağlam ipdirler. Hadîs-i şerîfde, Evliyânın, ya nî (Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyi bilip, bildiği ile amel eden âlimlerin, Peygamberlerin vârisleri olduğu) bildirildi. Bunun için, Evliyâ da aleyhimürrahme, insanı, Allahü teâlânın rızâsına ve merhametine kavuşduran vâsıta ve ipdirler. Kur ân-ı kerîmde, (Allahü teâlâya yaklaşmak için vesîle arayınız!) buyuruluyor. Bu vesîlelerin en büyüklerinden biri Peygamberler salevâtullahi aleyhim ecma în ve onların vârisleri olan âlimlerdir rahmetullahi aleyhim ecma în. Hüccet-ül islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî ve imâm-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i ve münevvir-i elf-i sânî Fârûkî Serhendî rahmetullahi [1] İmâm-ı Ahmed Rabbânî 1034 [m. 1624] de Serhendde vefât etdi. 62
63 aleyhimâ, bu vârislerdendirler. Peygamber efendimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vârisi olan ve Onun mubârek kalbindeki nûrlarını ve ma rifetlerini alıp, temiz kalblere ulaşdıran, bu iki büyük zâtı vesîle ederek se âdete kavuşmak çok kolaydır. Zîrâ, bunların eserlerini, hâl tercemelerini okuyarak, kendilerini tanımak ve sevmek pek kolay olur. Evliyâyı sevenler, mağfiret olunmakla müjdelenmişlerdir. Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan, İslâmın hasret ile, beklediği kahramân, ma şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan, ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân! İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla)ya, İki temel bilgiyi, vasl eden bir araya, dalıp ucsuz bucaksız, o mu azzam deryâya, ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan! Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der; kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner; kimi yalnız seyr eder, kimi bir katra içer; bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan! Kur ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin, rûhlara şifâ olan, o mubârek sözlerin, baş kumandanısın sen velîlerin erlerin; ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan! Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan, ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan, (Seyyid Abdülhakîm) o, senin aşkınla yanan, hurmetine nasîb et, bize şefâ atından! Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden, sihrli bir kuvvetle, bizi kendine çeken ondördüncü yüz yılın, zulmetini gideren, (Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan! Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz, muhakkak aks yapar, o nûrlu kalbleriniz, belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz, ve size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan! 63
64 NEFS MUHÂSEBESİ Büyük islâm âlimi imâm-ı Muhammed Gazâlî rahmetullahi aleyh [450] hicrî senesinde Tus şehrinde tevellüd etmiş, 505 [m. 1111] senesinde, yine orada vefât etmişdir. Yüzlerce kitâbı içinde, son yazdığı (Kimyâ-i se âdet) ismindeki kitâbında, dördüncü rüknün altıncı aslında, fârisî olarak buyuruyor ki: Enbiyâ sûresi, kırkyedinci âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü terâzî kuracağım. O gün, kimseye zulm edilmiyecekdir. Herkesin, dünyâda yapmış olduğu zerre kadar iyilik ve kötülüklerini meydâna çıkarıp, terâzîye koyacağım. Herkesin hesâbını yapmağa yetişirim) buyurdu. Bunu haber verdi ki, herkes dünyâda kendi hesâbına baksın. Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdu ki: (Akllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde, yapdıklarını ve yapacaklarını hesâb eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir san atde veyâ ticâretde çalışıp, halâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle kendini eğlendirip, harâm şeyleri yapmaz ve onlara gitmez). İkinci halîfe, Ömer-ül-Fârûk radıyallahü anh, [23 senesinde Medîne-i münevverede vefât etdi. Hucre-i se âdetdedir] buyurdu ki, hesâbınız görülmeden evvel, kendinizi hesâba çekiniz! Allahü teâlâ, meâlen buyurdu ki: (Şehvetlerinizi, [ya nî nefsin arzûlarını] harâmlardan almamağa uğraşınız ve bu cihâdda sebât ediniz, dayanınız!). Bunun içindir ki, din büyükleri, bu dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alış-verişde olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennetdir. Ziyânı da Cehennemdir. Ya nî kârı, ebedî se âdet, ziyânı da, sonsuz felâketdir. Bunlar nefslerini, ticâretdeki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile, önce şartnâme yapılır, sözleşilir. Sonra, işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesâblaşılıp, hıyânet yapmışsa mahkemeye verilir. Bunlar da, nefsleri ile, bir ortak gibi, sıra ile şu işleri yaparlar: Şirket kurmak, onu murâkabe edip gözetmek, muhâsebe, ya nî hesâblaşmak, mu âkabet ya nî cezâlandırmak, mücâhede ya nî onunla uğraşmak ve muâtebet ya nî onu azarlamakdır: 1 - Birinci iş, şirket kurmakdır. Ticâret ortağı insanın para kazanmakda ortağı olduğu gibi, ba zan da, hıyânet yapınca, düşmanı 64
65 olur. Hâlbuki, dünyâda kazanılan şeyler, muvakkatdir. Aklı olan, buna kıymet vermez. Hattâ, ba zıları, (Geçici olan hayr, sonsuz kalan şerden dahâ kıymetsizdir) dedi. İnsanın herbir nefesi, kıymetli bir cevher gibidir ki, bunlardan bir hazîne yapılabilir. Asl bunu hesâb etmek îcâb eder. Aklı olan kimse, hergün, sabâh nemâzından sonra, hâtırına hiçbirşey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki: (Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yokdur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrâr ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmakdadır. Ömr bitince, ticâret sona erer. Ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır ve âhıret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünyâ günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izn istenir, fekat ele geçmez. Bugün, bu ni met elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fâide vermez. Bugün, ecelin geldiğini, dahâ bir gün müsâ ade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O hâlde, bu günü elden kaçırmakdan, bununla, se âdete kavuşmamakdan dahâ büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi a zânı harâmdan koru!) Cehennemin yedi kapısı var, demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzvları harâmdan korumaz isen ve bugün ibâdet yapmaz isen, seni cezâlandırırım! Nefs âsî, emrleri yapmak istemez ise de, nasîhat dinler ve riyâzet yapmak, istediklerini vermemek, ona te sîr eder. İşte nefs muhâsebesi böyle olur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Akllı kimse, ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarıyacak şeyleri yapan kimsedir). Bir kerre de buyurdu ki: (Yapacağın her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu, izn verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işden kaç!). İşte hergün, nefs ile böyle şartlaşmalıdır. 2 - İkinci iş, murâkabedir. Ya nî, nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamakdır. Ondan gâfil olursan, kendi şehvetlerine ve tenbelliğine döner. Allahü teâlânın, her yapdığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar, birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin, işleri ve düşünceleri edebli olur. Buna inanmıyan kâfirdir. İnanıp, muhâlefet etmek ise, büyük cesâretdir. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: (Ey insân! Seni her ân gördüğümü bilmiyor musun?). Bir Habeş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûruna gelip, (Çok günâh işledim. Tevbem kabûl o- 65 Kıyâmet ve Âhıret - F:5
66 lur mu?) dedikde, (Evet, olur) buyurdu. O günâhları işlerken, O, görüyor mu idi? dedi; (Evet) buyurunca, Habeş, bir âh! çekdi ve yıkılıp cân verdi. Îmân ve hayâ böyle olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz! Siz, Onu görmüyorsanız da, O sizi görüyor). Onun gördüğüne inanan, Onun beğenmediği birşeyi yapabilir mi? Büyüklerden biri, bir talebesini, başkalarından dahâ çok severdi. Ötekiler, bu hâle üzülürdü. Her birine bir kuş verip, (Bunu, kimsenin görmediği bir yerde kesip getiriniz) dedi. Hepsi tenhâ bir yerde kesip getirdi. O talebe ise, kesmeden getirdi. (Niçin sözümü dinlemedin, cânlı getirdin?) buyurdukda, (Kimsenin görmediği bir yer bulamadım. O, heryeri görüyor) dedi. Diğerleri, bunun müşâhede makâmında olduğunu anladılar. Mısr mâliye nâzırının zevcesi olan Zelîha, Yûsüf aleyhisselâmı, kendisine çağırınca, önce kalkıp büyük olduğunu sandığı, bir heykelin yüzünü örtdü. (Bunu, niçin örtdün?) buyurdukda, ondan utandığım için, dedi. (Sen, bir taş parçasından utanıyorsun da, ben yerleri ve yedi kat gökleri yaratan, Rabbimin görmesinden utanmaz mıyım?) buyurdu. Biri, Cüneyd-i Bağdâdîden (207-298 [m. 910] Bağdâdda) kuddise sirruh sorup, (Sokakda, kadınlara, kızlara bakmakdan kendimi men edemiyorum. Bu günâhdan kurtulmak için ne yapayım?) dedikde, (Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden dahâ çok gördüğünü düşün!) buyurdu. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Adn ismindeki Cenneti, şu kimseler için hâzırladı ki, günâh işliyecekleri zemân, Onun büyüklüğünü düşünüp, Ondan hayâ ederek, günâhlardan kaçınırlar). [Kadınların, saçları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkmaları harâmdır. Îmânı olan kadınlar, Allahü teâlânın gördüğünü düşünmeli, yabancı erkeklere çıplak görünmemelidir]. Abdüllah ibni Dînâr radıyallahü anh diyor ki, Ömer radıyallahü anh ile Mekke-i mükerremeye gidiyorduk. Bir çoban sürüsünü dağdan indiriyordu. Halîfe radıyallahü anh buyurdu ki, bu koyunlardan birini bana sat! Ben köleyim. Bunlar benim malım değil, dedi. Efendin ne bilecek, kurt kapdı dersin! O bilmezse, Allahü teâlâ biliyor ya, deyince, Ömer, radıyallahü anh ağladı ve efendisini bulup, bu köleyi satın aldı ve âzâd etdi ve (Bu sözün, seni bu dünyâda âzâd etdiği gibi, o cihânda da âzâd eder) buyurdu. 3 - Üçüncü iş, amellerden sonra yapılacak muhâsebedir. Her gün yatarken, o gün yapdığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, 66
67 sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. İnsan, ortağına aldanmamak için, onunla hesâblaşdığı gibi, nefse karşı dahâ uyanık davranmak lâzımdır. Çünki nefs, çok hîleci ve yalancıdır. Kendi arzûlarını, sana iyi, fâideli gösterir. Her mubâhı bile sormalı, bunu niçin yapdın demelidir. Zararlı birşey yapdı ise, tazmîn etdirmeli, ödetmelidir. İbnissamed, büyüklerden idi. Altmış hicrî senelik hayâtının hesâbını yapdı. Yirmibirbinbeşyüz gün idi. Âh! Her gün, en az, bir günâh yapmış isem, yirmibirbinbeşyüz günâhdan nasıl kurtulurum? Hâlbuki, öyle günlerim oldu ki, yüzlerce günâh işlerdim, diye düşünerek, bir feryâd edip yıkıldı. Bakdılar, rûhunu teslîm etmişdi. Fekat, insanlar, kendilerini hesâba çekmiyorlar. Eğer her günâh işledikde, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer, omuzlarımızdaki kâtib melekler, her günâhı yazmak için, bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi. Hâlbuki, gaflet ile, çeşidli düşünceler ile, birkaç sübhânallah desek, tesbîhi alır, sayar, yüz kerre söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri aşar. Sonra da, terâzîde sevâb kefesinin ağır basacağını umarız. Bu nasıl akldır. İşte, Ömer radıyallahü anh, bunun için buyurdu ki: (Amelleriniz dartılmadan evvel, kendiniz dartınız!). Ömer radıyallahü anh her akşam, kamçı ile ayaklarına vurup, bugün niçin böyle yapdın? derdi. İbni Selâm rahmetullahi aleyh odun yüklenmiş taşıyordu. Sen hammal mısın? dediklerinde, nefsimi tecribe ediyorum, bakalım nasıl olacak, dedi. Enes radıyallahü anh [91 de vefât etdi] diyor ki, Ömeri gördüm radıyallahü teâlâ anh, kendi kendine diyordu ki, (Yazıklar olsun sana ey nefsim ki, sana, emîr-ül-mü minîn diyorlar. Yâ Allahü teâlâdan kork veyâ Onun azâbına hâzırlan!). 4 - Dördüncü iş, nefse cezâ yapmakdır. Nefs ile hesâb yapıp, kusûrlarını görüp, cezâ verilmez ise, cesâret bulur, şımarır. Kendisi ile başa çıkılamaz. Şübheli şey yimiş ise, aç bırakmalı, yabancı kadınlara bakmış ise, iyi mubâhlara bakdırmamalı. Her a zâya böyle cezâ vermelidir. Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh (298 [m. 910] de Bağdâdda vefât etdi) diyor ki, (İbnil Kezîtî rahime-hullahü teâlâ, bir gece cünüb oldu. Gusl etmeğe kalkarken, nefsi tenbellik etdi ve hava soğuk, hasta olursun, sabr et, yarın hamama git dedi. Antâri ile gusl etmeğe yemîn eyledi. Öyle yapdı ve Allahü teâlânın emrinde gevşeklik yapan nefsin cezâsı budur, dedi.) 67
68 Birisi, bir kıza bakdı, sonra pişmân olup, cezâ olarak serin su içmemeğe yemîn etdi ve içmedi. Ebû Talha radıyallahü teâlâ anh bağında nemâz kılıyordu. Güzel bir kuş, yanına kondu. Ona dalarak, kaç rek at kıldığını şaşırdı. Nefsine cezâ olarak, bağı fakîrlere sadaka verdi. [Ebû Talha Zeyd bin Sehl-i Ensârî bütün gazâlarda bulundu. (34) yılında 74 yaşında vefât etdi.] Mâlik bin Abdüllah-il Hes amî rahime-hullahü teâlâ diyor ki, Rebâhül Kaysî rahimehullahü teâlâ gelip babamı sordu. Uyuyor dedim. İkindiden sonra yatılır mı dedi ve gitdi. Arkasından gitdim. Kendi kendine: Ey boşboğaz! Senin nene lâzım ki, başkasının yatmasına karışırsın. Ahdım olsun ki, bir sene başını yasdığa koymıyacaksın, diyordu. Temîm-i Dârî radıyallahü teâlâ anh uykuya dalıp, akşam nemâzını kaçırmışdı. Nefsine cezâ olarak, bir sene uyumamağa ahd etdi. [Temîm-i Dârî Eshâb-ı kirâmdan idi.] Mecma rahime-hullahü teâlâ büyüklerden idi. Bir pencereye bakarak, bir kız gördü. Bir dahâ yukarı bakmamağa ahd etdi. 5 - Beşinci iş, mücâhededir ki, ba zı büyükler, nefsleri kabâhat yapınca, cezâ olarak çok ibâdet ederlerdi. Abdüllah ibni Ö- mer radıyallahü anhümâ bir nemâzda, cemâ ate yetişmeseydi, bir gece uyumazdı. Ömer radıyallahü anh, bir cemâ ati kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka verdi. Abdullah ibni Ömer radıyallahü anhümâ, bir akşam nemâzını gecikdirmişdi. Hava kararıp iki yıldız görünmüşdü. Bu kadar gecikdirdiği için, iki köle âzâd eyledi. Böyle yapanlar çokdur. Nefsine ibâdetleri seve seve yapdıramıyan kimseye en iyi i- lâc, sâlih bir zâtın yanında bulunmakdır. Onun ibâdetleri zevk ile yapdığını görerek, kendi de alışır. Birisi diyor ki, ibâdet yapmak için, nefsimde tenbellik gördüğüm zemân, Muhammed bin Vâsî rahime-hullahü teâlâ [1] ile sohbet ediyorum. Onunla birlikde bulunmakla, nefsimin bir hafta içinde, ibâdetleri seve seve yapdığını görüyorum. Bir Allah adamını bulamıyanlar, dahâ evvel yaşamış, sâlih insanların hayâtını okumalıdır. Ahmed bin Zerîn rahime-hullahü teâlâ bir tarafa bakmazdı. Sebebini sordular. Allahü teâlâ, gözleri, dünyâdaki intizâma, her şeydeki inceliklere ve Onun kudret ve azametine ibret ile bakmak için yaratdı. İbret almadan, istifâde etmeden bakmak hatâdır dedi. Ebüdderdâ radıyallahü teâlâ anh diyor ki, dünyâda, üç şey için yaşamak isterim: Uzun gecelerde nemâz kılmak için, uzun günlerde oruc tutmak için ve sâlih kimselerin yanında oturmak için. [Ebüdderdâ [1] Muhammed bin Vâsî 112 [m. 721] de vefât etdi. 68
69 radıyallahü teâlâ anh Eshâb-ı kirâmdandır. Hazrec kabîlesindendir. Şâmda ilk vâlî idi. (33) de vefât etdi.] Alkama bin Kays rahime-hullahü teâlâ nefsi ile çok mücâhede ederdi. Nefsine neden bu kadar azâb ediyorsun? dediklerinde, onu çok sevdiğim için, onu Cehennemden korumak için derdi. Sana bu kadar sıkıntı emr olunmadı dediklerinde, yarın başımı dövüp, niçin yapmadım dememek için, cevâbını verirdi. [Alkama, Tâbi înin büyüklerindendir. İbni Mes ûdün radıyallahü teâlâ anh talebesidir. Altmışbirde vefât etdi.] 6 - Altıncı iş, nefsi tekdîr etmek, azarlamakdır. Nefs yaratılışda iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tenbellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere, nefslerimizi, bu huyundan vaz geçirmeği, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeği emr buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu ba zan okşamamız, ba zan zorlamamız ve ba zan söz ile, ba zan da iş ile, idâre etmemiz lâzımdır. Çünki, nefs, öyle yaratılmışdır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakda iken rastlıyacağı güçlüklere sabr eder. Nefsin, se âdete kavuşmasına mâni olan en büyük perde, gafleti ve cehâletidir. Gafletden uyandırılır, se âdetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabûl eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinde, meâlen, (Onlara nasîhat et! Nasîhat, mü minlere elbette fâide verir) buyurdu. Senin nefsin de, herkesin nefsi gibidir. Nasîhat ona te sîr eder. O hâlde önce kendi nefsine nasîhat et ve onu azarla! Hattâ, onu azarlamakdan hiç geri kalma! Ona de ki: Ey nefsim! Akllı olduğunu iddi â ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden dahâ ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, i dâm edeceklerini bildiği hâlde, zemânını eğlence ile geçiriyor. Bundan dahâ ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakda, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemekdedir. Ecelinin, bugün gelmiyeceği ne ma lûm? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünki, ölüm kimseye vakt ta yîn etmemiş ve gece veyâ gündüz, çabuk veyâ geç, yazın veyâ kışın gelirim dememişdir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zemânda gelir. İşte ona hâzırlanmadın ise, bundan dahâ büyük ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Günâhlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve ha- 69
70 yâsızsın ki, Onun görmesine ehemmiyyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Hizmetçin sana itâ at etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhud, kızgın güneş altında bir sâat otur! Yâhud da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yapdıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur ân-ı kerîme ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere aleyhimüssalevâtü vetteslîmât inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, (Günâh işliyen, cezâsını çekecekdir) buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Günâh işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni afv eder diyorsan, dünyâda, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çekdiriyor ve tarlasını ekmiyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakt Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Belki inandığını, fekat sıkıntıya gelemiyeceğini söyliyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamıyanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir mikdâr zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhıretdeki zillet ve alçaklığa ve tard olmağa, kovulmağa nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıkdan kurtulmak için, bir yehûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıkdan ve fakîrlikden dahâ acı olduğunu ve âhıretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm dahâ önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekden kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünki tevbe, gecikdikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeğe benzer ki, fâidesi olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihân günü hepsini öğrenirim sanır ve ilm öğrenmek için, uzun zemân lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, 70
71 pis nefsi temizlemek için de, uzun zemân mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce râhatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim! Kışın muhtâc olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hâzırlayıp hiç gecikdirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hâzırlığında, hiç kusûr etmiyorsun da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Ma rifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükden sonra, şehvet ateşinin, cânını yakmasından, Allahü teâlânın lutfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lutfü ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok fâideleri sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lutf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise yapmak için akl ve düşünce vermişdir. Ya nî, Onun ihsânı, elbise te mînini kolaylaşdırmakda olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Günâhların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zan etme ve günâhlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zan etdiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydâna gelmekdedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehrden ve içine giren zararlı şeylerden meydâna gelmekde olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın ni metlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kapdırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu ni met ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! 71
72 Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zemân sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hâtırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az birşey vermişler. O da bozulmakda, değişmekdedir. Bunlar için, sonsuz Cennet ni metlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıkdı bil ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil! Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlıyarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmîn. İlmsiz birşey olmaz, ilm herşeye başdır, karanlık yollarda o, en azîz arkadaşdır. Ondan sâdık dost olmaz, ondan vefâlı yâr yok, herşeyde zarar olsa, onda aslâ zarar yok. İlm, ucsuz bucaksız, bir ummânı andırır, ilmden başka herşey, insanı usandırır. Nasıl kıymetli olmaz, Allah onu övüyor, bak! Nebî-yi muhterem, bir hadîsde ne diyor: Ara, her yerde ilmi, o yer ister Çin olsun! İlm öğrenmek farzdır, her mü min için olsun. Bak! Alî-yülmürtezâ, ne diyor dinlesene, (Köle olurum bana, bir harfi öğretene). Âlimler, dîn-i islâmı, yıkılmakdan kurtarır, âlimler yer yüzünde, zıll-i sıfâtullahdır. Mürekkeb-i ulemâ, azîzdir hattâ şundan: fî sebîlillah akan, şehîdlerin kanından. Çünki, cihâd-ı ekber, ancak ilmle olur, dâreynde, ilmi ile, âmil olan kurtulur. 72
73 Âlim, zâhidden üstün, zühd, ilmin altındadır, âlimler, âhıretde, nebîler yanındadır. Dime! Cihânda âlim, kalmadı, belki vardır, aç gözünü, kalbinden zulmet perdesin kaldır! Bu dînin âlimleri, hadîsle övüldüler, Benî isrâ îldeki nebîler gibidirler. Âlimlerin bir sözü, yıllarca, bâkî kalır, insanı en alçakdan, bâlâlara kaldırır. Şimdi âlim bulmak zor, o hâlde ne yapmalı? âsâr-ı ulemâyı, durmadan okumalı! Kitâb, altun bir kafes, ilm içinde kuşdur, kafesi satın alan, kuşa mâlik olmuşdur. Sarıl kitâblara ki, kalbin nûr ile dolsun, önce okuyacağın, Kur ân-ı kerîm olsun! Sonra, kıymetli eser, Buhârî ve Müslimdir, ba dehu Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânîdir. Tesavvuf ile fıkh, burada vaslolmuşdur, öyle bir âlimdir bu, hadîsle övülmüşdür. Hârikalar menba ı, hiç duyulmıyan sözler, asrlarca çözülmez, mu ammâ mes eleler. Hepsi Mektûbâtda ve tercemesinde vardır, onsuz kurtuluş zordur, onsuz ilm, noksandır. Eshâb-ı kirâm risâlesi de, gör, ne iyi, oku! Güzel anla da, takdîr et sahâbeyi. Mektûbât tercemesi, ebedî se âdetdir, le-hül-hamd her yerde var, temâmı bil, üç cilddir. İbni Âbidîne bak, bir deryâ ki, sonsuzdur! hanefîde en büyük fıkh kitâbı budur. Gör, İhyâ-ül-ulûmu, Kimyâ-ı se âdeti, Gazâlîyi yâdından çıkarmazsın ebedî. Riyâdunnâsıhîni okuyunca anlarsın, Muhammed Rebhâmîye, ne büyük âlim dersin. 73
74 Şeyhul-ekber, Geylânî, öğren Behâ eddîni, böyle zâtlar korumuş, yıkılmakdan bu dîni. Mevâhib, her eserde, adı geçen kitâbdır, Resûl-i müctebâyı, uzun uzun anlatır. menkıbeler pınarı, Çihâr-ı yâr-ı güzîn, İhtiyâcı çok ona, kararan kalbimizin. Merâkıl-felâh ve Mevkûfât kıymetlidir, Mecmû a-yı zühdiyye, sana çok şey öğretir. Ma rifetnâmeyi gör, İbrâhîm Hakkıyı bil, çok oku Birgivîyi, sanma fâideli değil. Terceme-i hâlleri, tanınmış Evliyânın, içinde anlatılmış, Reşehât, Nefehâtın. Berekât-ı Ahmedî, Mu cizât-ül-enbiyâ, ne güzel yazılmışdır, Hadîka-tül-Evliyâ. Dürr-i yektâyı da gör, hem Umdetül-islâmı, Miftâhul-Cenneti, ey oğul ilmihâlini. Râbıta risâlesi, tesavvufu bildirir, musannifi (esseyyid Velî Abdülhakîm)dir. Dahâ nice kitâb var, denizde inci bunlar, Rahmet-i Hakda olsun, her birini yazanlar. Bizlerden selâm eyle, yâ Rabbî, sen onlara, kolaylık ver onların yolunda olanlara!. 74
75 İkinci Kısm MÜSLİMÂNA NASÎHAT (İlm hey etimiz tarafından hâzırlanmışdır) ÖNSÖZÜ Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık Eshâbının herbirine radıyallahü teâlâ anhüm ecma în hayrlı düâlar olsun! Allahü teâlâ Rabbül âlemîndir. Her cânlıyı, hattâ cânlı cânsız her varlığı, hesâblı, düzenli ve fâideli olarak yaratmışdır. Hâlık, Bârî, Musavvir, Bedî ve Hakîm sıfatları ile, varlıkların hepsini, çok düzenli, çok güzel yaratmışdır. Her varlığın düzenli ve güzel olmaları için, birbirleri aralarında bağlantılar kurmuş, var olmaları için, düzende kalabilmeleri için, birbirlerine sebeb, vâsıta, vesîle etmişdir. Varlıkların aralarındaki bu bağlantılara, birbirlerinin düzenine sebeb olmalarına tabî at olayları, fizik, kimyâ kanûnları, astronomi formülleri, fizyolojik fe âliyyetler gibi ismler veriyoruz. Fen bilgisi demek, Allahü teâlânın yaratmış olduğu varlıkların düzenlerini, birbirlerine etkilerini, aralarındaki bağlılıkları, hesâbları araşdırmak, incelemek, böylece bunlardan fâidelenmek demekdir. Allahü teâlâ, cânlı cânsız bütün varlıkların düzenli, hesâblı olmalarını dilemiş ve dilediği gibi yaratmışdır. Böyle yaratmasına, maddeleri, kuvvetleri, enerjileri vesîle ve sebeb kılmışdır. Allahü teâlâ, insanların yaşamalarının da, düzenli ve fâideli olmasını dilemekdedir. Bunun için de, insanların irâdelerini vesîle ve sebeb kılmışdır. İnsan, birşey yapmak irâde eder, ister. Allahü teâlâ da isterse, o şeyi yaratır. İnsanların şahsî yaşamalarının ve âile yuvası kurmalarının ve sosyal hayâtlarının düzenli olması için, insanların iyi ve doğru ve fâideli şeyleri irâde etmeleri lâzımdır. İrâdenin, dileğin iyi olması için, Allahü teâlâ, onlara (Akl) vermişdir. Akl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvetdir. İnsanlar çok şeye muhtâç oldukları için ve lâzım olan şeyleri elde etmek zorunda oldukları için, bunları elde etmek isteyen (Nefs) denilen kuvvet, aklı şaşırtıyor. Lâzım olan şey, zararlı olsa da, nefs bunu akla güzel gösteriyor. Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, (Peygamber) denilen seçdiği insanlara, melek ile (Din) denilen bilgiler gönderdi. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât bu bilgileri insanlara öğretdi. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği (İslâm) dîni, her yerdeki her insanın karşılaşabileceği, her şeyin iyi veyâ kötü, fâideli veyâ zararlı olduğunu ayırmakda, fâideli şeyleri yapmamızı emr etmekdedir. Nefs, insanları yine aldatıyor. Din bilgilerine uymak istemiyor. Hattâ 75
76 bunları ve îmân edilmesi, inanılması lâzım olan şeyleri değişdirmeğe, bozmağa kalkışıyor. Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, insanların nefslerine uyarak, islâmiyyeti değişdirmeğe kalkışacaklarını haber verdi. (Ümmetim yetmişüçe ayrılacak, yalnız biri Cennete gidecek) buyurdu. Bozuk inançlarından dolayı Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırka, meydâna çıkdı. Bu yetmişiki fırka, Kur ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin, açık olmıyan, şübheli olan ma nâlarını yanlış anladıkları için, kâfir olmıyorlar. Fekat, islâmiyyeti değişdirdikleri için, Cehenneme gireceklerdir. Bunlara (Bid at) veyâ (Dalâlet) ehli, ya nî mezhebsiz ve sapık denir. Bunlar, müslimân oldukları için, Cehennemden çıkacak, yine Cennete gireceklerdir. Bunlardan başka, (Müslimân) ismini taşıyan, fekat islâmiyyeti, bozuk bilgilerine ve kısa görüşlerine göre değişdiren, bunun için, müslimânlıkdan çıkanlar vardır. Bunlar, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Bunlar zındıklar ve reformculardır. Şimdi mezhebsizler milyonlarca altın saçarak, kendi inançlarını, her memlekete yaymağa çalışıyor. Din câhillerinden çoğunun, bol paraya kavuşmak için, çoğunun da aldatılarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmiş oldukları doğru yoldan ayrıldıkları, acı acı görülmekdedir. Hattâ, Ehl-i sünnet kitâblarını lekelemeğe kalkışıyorlar. Bunun için, mezhebsizlerin bir kısmı olan vehhâbîlerin, Ehl-i sünnete uymıyan inanışlarını vesîkaları ile ayrıca bir kitâb hâlinde bildirmek ve bu kimselerin müslimânlara yapdıkları zararları sağlam kaynaklardan alarak yazmak zarûret hâlini aldı. Böylece müslimânların sahte, yalan sözlere ve yazılara aldanmakdan korunmaları lâzım oldu. Abdülvehhâb oğlu Muhammed isminde bir kimse, (Kitâb-üt-tevhîd) adında küçük bir kitâb yazdı. Torunu Süleymân bin Abdüllah, bunu şerh etmeğe başladı ise de, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1817] senesi sonunda, İbrâhîm Pâşa Der iyyeye girip, cezâlarını verdiği zemân, öldü. İkinci torunu Abdürrahmân bin Hasen, [1] şerh edip, (Feth-ul-mecîd) adını verdi. Sonra bu şerhini kısaltıp (Kurre-ül-uyûn) adında ikinci bir kitâb hâzırladı. Şerhin Mısrda 1377 [m. 1957] de, Muhammed Hamîd isminde bir vehhâbî tarafından yapılan yedinci baskısına ilâveler de yapıldı. Kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri ve birçok hadîs-i şerîf yazarak, müslimânların gözlerini boyamakdadır. Bunlara yanlış, bozuk ma nâlar uydurarak (Ehl-i sünnet) olan doğru müslimânlara saldırmakda, bu temiz müslimânlara kâfir demekdedir. Kitâbının birkaç yerinde, şî îlere mel ûn müşrikler diyerek ateş püskürmekdedir. Bu şerhin çok yerlerini ibni Teymiyyeden [2] ve onun talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeden [3] ve torunu Ahmed bin Abdülhalîmden almış, birine allâme, ikincisine şeyh-ül-islâm ve Ebül-Abbâs adını takmışdır. İbni Teymiyyeye de radıyallahü anh demekdedir. İşbu, (Müslimâna Nasîhat) kitâbını hâzırlamakda iken, elimize türkçe yazılmış küçük bir vehhâbî kitâbı geçdi. (Cevâb-ı Nu mân) adındaki bu [1] Abdürrahmân 1258 [m. 1842] de öldü. [2] Ahmed ibni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü. [3] Muhammed ibni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de vefât etdi. 76
77 kitâb, 1385 [m. 1965] senesinde ikinci def a olarak Şâmda basılmış. Türk hâcılarını aldatarak, (Ehl-i sünnet) yolundan ayırmak için, parasız dağıtılıyor. Allahü teâlânın lütfü ve ihsânı ile, bunun da bozuk, uydurma yazılarına, sağlam, vesîkalı cevâblar yazmak nasîb oldu. İşbu (Müslimâna Nasîhat) kitâbımız iki kısm olarak hâzırlandı. Birinci kısmda, (Feth-ul-mecîd) kitâbından ve sonra (Cevâb-ı Nu mân) kitâbından yazılar alınıp, bunlara islâm âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ kitâblarından cevâblar verildi. Böylece, otuzbeş madde hâsıl oldu. Kitâbın ikinci kısmında, vehhâbîlerin nasıl meydâna çıkdıkları, nasıl yayıldıkları ve mal, mevki ele geçirmek için, vehhâbîler arasına karışan câhil, vahşî kimselerin, müslimânların cânlarına, mallarına kıydıkları, islâm memleketlerine barbarca saldırdıkları, Osmânlı devleti tarafından nasıl cezâlandırıldıkları ve birinci cihân harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silâh yardımı ile, tekrâr nasıl devlet kurdukları yazılıdır. Allahü teâlâ müslimânları mezhebsizlik felâketine düşmekden korusun! Bu yollara kaymış olan zevallıları da, bu felâketden kurtarsın! Âmîn. Cihanda iki dürlüdür, mürâî, Ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi. Birisi, yürür eski kisvetle, Ki, zâhid sanılsın bu sûretle. Saf kimseleri bunlar, yimek ister, Kendilerine derviş denmek ister. Giyerler, yamalı, eski câme, Dilerler böyle görünmek avâme. Haftalar geçer taramaz sakalın, Ki, desinler, unutmuş kendi hâlin. İkincisi ise, ehl-i riyânın, İşit imdi alâmetlerin ânın. Gider ardınca dâim nîk-i nâmın, Diler makbûlü ola hassu âmmın. Güzel kumaşları dikdirir ince, Giyinir hergün moda âdetince. Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz. Âlim geçinir, nemâz bile kılmaz. Sakın bunlar ile hem sohbet olma, Dînini, dünyânı elden kapdırma. Cihânda âdeti terk eylemeli, Hakka hâlis ibâdet eylemeli. 77
78 MÜSLİMÂNA NASÎHAT KİTÂBI İÇİNDEKİLER Bu kitâbda kırkiki madde vardır. Bunların otuzbeş maddesinde (Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitâbından bir parça bildirilmiş ve bunlara islâm âlimlerinin kitâblarından cevâblar verilmişdir. Madde numaraları ve her maddedeki, kitâbın yazısı ve bunların kitâbımızda bulundukları sahîfelerin numaraları aşağıda gösterilmişdir. Tarafımızdan eklenmiş olan açıklamalar köşeli parantez [ ] içinde gösterilmişdir. Madde Sahîfe No. (Feth-ul-mecîd) kitâbından alınan yazı No. 1- Tesavvufcuların kitâbları şirk ile dolu imiş. Buna imâm-ı Rabbânî hazretleri cevâb vermekdedir...82 2- Ameller, ibâdetler, îmândan parça imiş. Buna, Emâlî kasîdesinden ve Hadîkadan cevâb verildi...85 3- Ölmüşden ve uzakdakinden yardım istemek şirk imiş...90 4- Tesavvufcular, kâfir imiş. Mürîd şeyhine tapınıyormuş. Buna (Üsûl-ül-erbe a) kitâbından terceme ederek cevâb verildi...91 5- Türbe yapmak, kabr ile teberrük şirk imiş. Bu iftirâlarına (Savâık-ı ilâhiyye) kitâbından terceme ederek cevâb verildi...93 6- Eshâb ve din büyükleri Peygamberimizden başka kimse ile bereketlenmemiş...96 7- Tesavvuf, Hind yehûdîlerinden alınmış. Buna Muhammed Ma sûm hazretlerinden cevâb verilmişdir...96 8- Ölüden birşey beklemek, Evliyânın rûhları hâzırdır demek şirk imiş...108 9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Buna (Mir ât-i Medîne) kitâbından cevâb verildi...109 10- Ölüye yalvarmakla, şefâ ati elde edilmez diyor...122 11- Şeyhlere, Ahmed Bedevînin mezârına tapınılıyormuş...123 12- Peygamber yardım edebilseydi, Eshâb arasındaki fitneyi önlerdi diyor...124 13- Kasîde-i bürde gibi, Resûlullahı medh eden kitâblar şirk ile dolu imiş. Buna Muhammed Ma sûm hazretlerinden cevâb verilmişdir...125 14- Türbeleri yıkmalı imiş. Buna, İbni Hacer hazretlerinin (Zevâcir) kitâbından cevâb verildi...127 15- Mescide girenlerin, Hucre-i se âdeti ziyâret etmeleri câiz değilmiş. Buna (Mir ât-i Medîne) kitâbından cevâb verildi...130 78
79 16- Okunan salevâtın Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem haber verildiğini kendi de yazmakdadır...144 17- Evliyâdan yardım istemek şirk imiş. Buna, allâme Ahmed ibni Kemâl efendiden cevâb verilmekdedir...144 18- Evliyânın kerâmetlerine küfr, şirk demekdedir. Buna, imâm-ı Rabbânî hazretlerinden ve (Mevâhib)den cevâb verildi...149 19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ve zındıkları birbirlerine karışdırıyor. Bana yaklaşmak için vesîle arayınız âyeti...160 20- Allah ve mü minler sana kâfîdir âyetini yanlış anlatıyor. Buna (Berîka) kitâbından cevâb verildi...166 21- Mezheb imâmlarına uymak sapıklık imiş...168 22- Ölülerden şefâ at beklemek şirk imiş. Buna (Hadîka) kitâbından cevâb verildi...185 23- Ehl-i sünnet, Kasîde-i bürdeyi Kur ândan üstün tutuyormuş 192 24- Ölü duymaz, fâide vermez. Ondan birşey istemek şirk olur diyor. Buna (Minhat-ül-Vehbiyye) kitâbından cevâb verilmekdedir...192 25- Vehhâbîlerin ictihâdlarının bozuk olduğunu kendileri de söylemekdedir...242 26- Kabr ziyâretine izn verildi. Sonradan bid atler karışdı diyor. Buna (Râbıta-i şerîfe) risâlesinden cevâb veriyoruz...244 27- Resûlullah, salevât okuyanları bilir diyebilmekdedir...250 28- Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi înin üstünlüklerini bildiriyor...251 29- Diriden yardım istenir. Ölüden istenmez diyor. Buna (Merâkıl-felâh) ve (Zevâcir)den cevâb verilmekdedir...251 30- Ölü için adak yapmak, hayvan kesmek şirk imiş. Buna (Minhat-ül-Vehbiyye) kitâbının sonundaki (Eşedd-ül-cihâd) kitâbında arabî olarak cevâb verilmekdedir...254 31- Vehhâbîler hakkındaki fetvâ. Bu fetvânın aslı (Minhatül-Vehbiyye) kitâbının sonunda arabî olarak mevcûddur...265 32- (Cevâb-ı Nu mân) adındaki vehhâbî kitâbına (Mektûbât) dan cevâb verildi. Mevlid kıssası ve Delâil-ül-hayrât okumanın meşrû olduğu isbât edildi...270 33- Tesavvuf ve tarîkatler sonradan ortaya çıkdı. Bunları islâm dîni emr etmemekdedir, diyor. Buna Senâullah-ı Dehlevînin (İrşâd-üt-tâlibîn) kitâbından cevâb verildi...290 34- Tesavvuf ve kerâmete inanmıyanlara (Hadîka) kitâbından cevâb verildi...308 35- Kıyâmet günü, herkes sevdiğinin yanında bulunacakdır...317 36- Vehhâbîliğin başlangıcı ve yayılması...325 79
80 37- Vehhâbîliğin ortaya çıkışı ve inançları (Mir ât-ül-haremeyn) den alındı...335 38- Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları 337 39- Vehhâbîlerin Mekkede yapdıkları işkenceler (Mir ât-ül-haremeyn)den alındı...342 40- Vehhâbîlerin Medîneye girmeleri ve yağmaları.(mir ât-ülharemeyn)den alındı...348 41- Mubârek şehrlerin Vehhâbîlerden geri alınması...352 42- Mekke ve Medîne şehrlerini Osmânlılar vehhâbîlerden kurtardıkdan sonra, yapılan kıymetli eserler...371 Köyde, yolda nemâz kılarken, Kıble cihetini anlamak için, güneşi gören toprağa bir çubuk dikilir, yâhud bir ip ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgeleri kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneş bulunduğu tarafı, kıble ciheti olur. Aşağıdaki şi r, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin kaddesallahü teâlâ sirrehul azîz [1] fârisî dîvânından bir parçanın tercemesidir: ÂH YAZIK! Ömrüm boş şeylerle geçdi, âh yazık! Yârını hiç düşünmedim, âh yazık! Hep hevâya binâ kurdum, şaşkınca, din temeli çürük oldu, âh yazık! Afvı sonsuzdur diyerek, pek azdım, (Kahhâr) ismini unutdum, âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayr niçin doğru yoldan sapdım? Âh yazık! Mal için, makâm için hep uğraşdım, sonsuz ni metlerden oldum, âh yazık! Yol bozuk ve karanlık, önde şeytân, günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık! Hesâb defterimde yok bir iyilik, nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık! [1] Büyük islâm âlimi Hâlid-i Bağdâdî 1242 [m. 1826] senesinde Şâmda vefât etdi. 80
81 MÜSLİMÂNA NASÎHAT I.ci Kısm VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVÂBLAR Elhamdülillâh! Herhangi bir kimse, herhangi bir zemânda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükrlerin hepsi, Allahü teâlâya olur. Çünki, herşeyi yaratan, terbiye eden, yetişdiren, her iyiliği yapdıran, gönderen hep Odur. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız Odur. O, hâtırlatmazsa kimse, iyilik ve kötülük yapmağı irâde, arzû edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği herşey, O da irâde ederse, dilerse meydâna gelir. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmağı, çeşidli sebeblerle hâtırlatmakdadır. Merhamet etdiği kulları, kötülük yapmak irâde edince, O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde etdikleri zemân, O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydâna gelir. Gazab etdiği düşmanlarının kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenâlık hâsıl olur. Demek oluyor ki, insanlar bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i cüz iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen sevâb kazanır. Kötülük yaratılmasını isteyen, günâh kazanır. Bunun için, hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik yapmayı istemeliyiz! İyi şeyleri öğrenmeliyiz. İyiliklerin kaynağı olan (Ehl-i sünnet) âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ kitâblarını okuyup, iyiyi, kötüyü anlamalıyız. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîliğin ingilizler tarafından kurulduğunu ve hatâlı bir yol olduğunu vesîkalarla isbât ediyor. Kitâbımızın birinci kısmında, 324.cü sahîfeye kadar 81 Kıyâmet ve Âhıret - F:6
82 bu vesîkalardan otuzbeş dânesini sıra ile bildireceğiz. 1 - Vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitâbı, yetmişbeşinci sahîfesinde, (Abdülvehhâb-i Şa rânînin [1] kitâbları ve Abdül azîz-i Debbağın (İbriz) kitâbı ve Ahmed Ticânînin kitâbları, Ebû Cehlin ve benzerlerinin hâtırlarına gelmiyen şirk ile doludur) diyor. Ahmet Ticânî rahmetullahi aleyh, 1150 [m. 1737] de Cezâyirde tevellüd, 1230 [m. 1815] de Fasda vefât etmişdir. Halvetînin bir kolu olan Ticânîlik yolunun rehberidir. Bu yolda yazılmış olan (Cevâhir-ül-meânî-fî feyz-i şeyh Ticânî) kitâbı meşhûrdur. İnsanların üstünlerinin, ya nî Peygamberlerin salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma în, meleklerin üstünlerinden dahâ yüksek olduklarını, bu vehhâbî kitâbı da yazmakda, meleklerin tesarruf ve te sîrlerine inanmakda, fekat Allahü teâlânın Evliyâsına rahime-hümullahü teâlâ kerâmet olarak, te sîr ve tesarruf verdiğine ise inanmamakda, buna inananlara müşrik demekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri rahimehümullahü teâlâ, vehhâbîlerin ortaya çıkacaklarını, kerâmet olarak, bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevâblar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddîn-i Arabî ve Sadreddîn-i Konevî ve Celâleddîn-i Rûmî [2] ve Seyyid Ahmed Bedevî [ve imâm-ı Rabbânî] gibi Velîler rahimehümullahü teâlâ bulunmakdadır. Vehhâbîler, işte bunun için, bu Velîleri beğenmiyorlar. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî kuddise sirruh (Mektûbât)ının ikinci cild, ellinci mektûbunda buyuruyor ki: İslâm dîninin bir sûreti, bir de hakîkati, özü vardır. Sûreti, önce îmân etmek, sonra, Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakdır. İslâm dîninin sûretine kavuşanların nefs-i emmâreleri inkârda ve ısyân etmekdedir. Bunların îmânı, îmânın sûretidir. Kıldıkları nemâz, nemâzın sûretidir. Oruc ve başka ibâdetleri de böyledir. Çünki, nefs-i emmâre, insan varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermekdedir. İşte, bunların nefsleri î- mân etmemiş, inanmamışdır. Böyle kimselerin îmânları ve ibâdetleri hakîkî, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, yalnız sûrete kavuşmağı kabûl buyurmuşdur. Bunları, râzı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemişdir. Yalnız kalbin inanmasını kabûl buyurması, nefsin inanmasını da şart koşmaması, O- nun büyük ihsânıdır. Evet, Cennet ni metlerinin de, hem sûretleri, hem hakîkatleri vardır. İslâm dîninin sûretine kavuşanlar, Cenne- [1] Abdülvehhâb-i Şa rânî 973 [m. 1565] de vefât etdi. [2] Celâleddîn-i Rûmî 672 [m. 1273] senesinde, Sadreddîn 671 de Konyada vefât etdiler. 82
83 tin sûretinden pay alacaklardır. Dünyâda, islâm dîninin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin hakîkatine kavuşacaklardır. Sûrete kavuşmuş olanlarla hakîkate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek. Fekat, herbiri başka tat alacakdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mubârek zevceleri radıyallahü teâlâ anhünne Cennetde, Resûlullahın yanında olacak, fekat duydukları lezzet başka olacakdır. Eğer, başka olmasaydı, bu mubârek zevcelerin, bütün insanlardan dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin de, bunun gibi üstün olması gerekirdi. Çünki zevceler, Cennetde zevclerinin yanında olacakdır. İslâm dîninin sûretine kavuşanlar, buna uydukları zemân, âhıretde kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umûmî evliyâlığa, ya nî Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine ermiş demekdir. Bununla şereflenen, tesavvuf yoluna girebilecek, (Vilâyet-i hâssa) denilen özel evliyâlığa kavuşabilecek kimse demekdir. Bunlar, nefs-i emmârelerini itmînâna ulaşdırabilirler. Şunu iyi bilmelidir ki, bu vilâyetde, ya nî İslâm dîninin hakîkatinde ilerliyebilmek için, islâm dîninin sûretini elden bırakmamak lâzımdır. Tesavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok zikr etmekle olur. Bu zikr de, islâm dîninin emr etdiği bir ibâdetdir. Zikr etmek, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde övülmüş ve emr edilmişdir. Tesavvuf yolunda ilerliyebilmek için, islâm dîninin yasakladığı şeylerden sakınmak şartdır.farzları yapmak, insanı bu yolda ilerletir. Tesavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir (Rehber=Mürşid) aramak da, islâm dîninin emr etdiği birşeydir. Mâide sûresinin otuzbeşinci âyetinde, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. (Vesîlenin, insan-ı kâmil olduğu, onsekizinci maddede uzun bildirilmişdir). Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, islâm dîninin sûreti de, hakîkati de lâzımdır. Çünki, evliyâlık üstünlüklerinin hepsi, islâm dîninin sûretine uymakla ele geçer. Peygamberlik üstünlükleri de, islâm dîninin hakîkatinin meyveleridir. Evliyâlığa kavuşduran yol tesavvufdur. Tesavvuf yolunda ilerliyebilmek için, Allahdan başka herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak lâzımdır. Allahü teâlânın ihsânı ile, kalb hiçbirşeyi görmez o- lursa, (Fenâ) denilen şey hâsıl olur. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra, (Seyr-i fillah) denilen yolculuk başlar. Böylece, (Bekâ) denilen şey hâsıl olur ki, aranılan da budur. İslâm dîninin hakîkati buradadır. Buna kavuşan zâta (Velî) denir ki, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimse demekdir. Burada (Nefs-i emmâre) mutmainne olur. Nefs, küfrden kurtulup, Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden râzı olur. Allahü teâlâ da, ondan râzı olur. Kendini 83
84 anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur. Tesavvuf büyüklerinden çoğu, nefs itmînâna kavuşunca da, Allahü teâlâya âsî olmakdan kurtulamaz demişlerdir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir gazâsından dönüşde, (Küçük cihâddan döndük. Büyük cihâda başlıyoruz) buyurdu. Bu büyük cihâd, nefs-i emmâre ile cihâddır demişlerdir. Bu fakîr [ya nî imâm-ı Rabbânî] böyle anlamıyorum. Nefs itmînâna kavuşunca, hiç ısyânı, kötülüğü kalmaz diyorum. Nefs de, herşeyi unutmuş olan kalb gibi, Allahdan başka hiçbirşey görmez. Mevkı, rütbe, mal, hattâ bunların vereceği tat ve acılıklardan kurtulmuşdur. Nefs ezilmiş, yok gibi olmuşdur. Allah için, kendini fedâ etmişdir. Hadîs-i şerîfde, (Cihâd-ı ekber) buyurulması, bedeni meydâna getiren maddelerin fizik ve kimyâ ve biyolojik isteklerine karşı olan cihâd olsa gerekdir. Şehvet, ya nî istek kuvvetleri, gadab, ya nî ürkmek, çekinmek istekleri, hep maddî isteklerdir. Hayvanlarda nefs yokdur. Fekat bu kötü istekler, onlarda da vardır. Her hayvanda bulunan şehvet, gadab, birşeye çok düşkün olmak, hep maddelerin hâssalarından ileri gelmekdedir. [Bu isteklere (Sevk-ı tabî î) içgüdü denir.] İnsanların bunlarla cihâd etmesi lâzımdır. Nefsin itmînâna kavuşması, insanı bu kötülüklerden kurtarmaz. Bunlarla cihâdın çok fâidesi vardır. Bedeni de temizlemeğe yarar. Nefs itmînâna kavuşunca, (İslâm-ı hakîkî) nasîb olur. Hakîkî îmân hâsıl olur. Yapılan her ibâdet hakîkî olur. Nemâz, oruc ve hac, hakîkî yapılmış olur. Görülüyor ki, tesavvuf ve hakîkat denilen şeyler, islâm dîninin sûreti ile hakîkati arasındadır. (Vilâyet-i hâssa)ya kavuşamıyan kimse, mecâzî müslimânlıkdan kurtulamaz. Hakîkî islâma kavuşamaz. İslâm dîninin hakîkatine kavuşan ve islâm-ı hakîkî ile şereflenen kimse, Peygamberlik üstünlüklerinden pay almağa başlar. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfinde bildirilen müjdeye kavuşur. Evliyâlık üstünlükleri, islâm dîninin sûretinin meyveleri olduğu gibi, Peygamberlik üstünlükleri de, islâm dîninin hakîkatinin meyveleridir. Vilâyetin üstünlükleri, nübüvvetin üstünlüklerinin sûretleridir. İslâm dîninin sûreti ile hakîkati arasındaki fark, nefsden ileri gelmiş oldu. Vilâyet üstünlükleri ile, nübüvvet üstünlükleri farkı da, bedendeki maddelerden ileri gelmekdedir. Vilâyetin kemâlâtında, maddeler, fizik, kimyâ ve biyoloji özelliklerine uyar. Fazla enerji, taşkınlık yapdırır. Maddeler, gıda ister. Bu isteğe kavuşmak için, uygunsuz işler yapılır. Nübüvvet kemâllerinde, böyle uygun- 84
85 suz işler de kalmaz olur. (Şeytânım müslimân oldu) hadîs-i şerîfi, bu hâli bildirmiş olabilir. Çünki, insanın dışında şeytân olduğu gibi, içinde de vardır. Fazla enerji insanı azdırır. Kendini beğendirir. Bu ise, fenâ huyların en kötüsüdür. Bunun müslimân olması, bu kötülüklerden kurtulmasıdır. Peygamberlik kemâlâtında, hem kalbin, hem nefsin îmânı, hem de bedendeki maddelerin düzeni ve dengesi vardır. Nefsin tâm itmînâna gelmesi, bedendeki madde ve enerjinin dengeye gelmesinden sonradır. Bu itmînândan sonra, artık kötülüğe dönemez. Bütün bu üstünlükler, hep islâm dîninin üstüne kurulmakdadır. Ağaç ne kadar dallanır, meyvelenirse, yine köksüz olamaz. Her üstünlükde Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymak lâzımdır. Ellinci mektûbdan terceme burada temâm oldu. Görülüyor ki, vehhâbî kitâbının yazarı, tesavvufdan haberi olmadığı için, Evliyâ-i kirâma kaddesallahü teâlâ esrârehümül azîz dil uzatıyor. Onları islâm dîninin dışında sanıyor. 2 - (Feth-ul mecîd) vehhâbî kitâbının kırksekizinci ve üçyüzkırksekizinci sahîfelerinde, (Ameller, ibâdetler îmândandır. İbâdet yapmıyanın îmânı gider. Îmân azalır ve çoğalır. Şâfi î ve Ahmed ve başkaları bunu sözbirliği ile bildiriyorlar) diyor. İbâdetin vazîfe olduğuna inanmak îmândandır. İnanmak başkadır. Yapmak başkadır. Bunları birbirlerine karışdırmamalıdır. İnandığı hâlde, tenbellikle yapmıyan kâfir olmaz. Kitâbın yazarı, bu yüzden milyonlarca müslimâna kâfir damgası basmakdadır. Bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur ise de, te vîl ile söyliyen kâfir olmuyor. Meşhûr (Emâlî kasîdesi) [1] kırküçüncü beytinde diyor ki, (Farz olan ibâdetler, îmândan sayılmaz). Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki arabî şerhi çok kıymetlidir. 1975 de İstanbulda (Hakîkat kitâbevi) tarafından basdırılmışdır. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh, ameller îmândan parça değildir buyurdu. Îmân, inanmak demekdir. İnanmakda azlık çokluk olmaz. İbâdetler, îmân olsaydı, îmân azalıp çoğalırdı. Gözden perde kalkıp azâb görüldükden sonra olan îmân kabûl olmaz. O ânda, îmân ile gidenlerin îmânları ancak kalb iledir. İbâdetler yapılamaz. Â- yet-i kerîmede buna îmân denildi. Âyet-i kerîmelerde, îmânı olanlara, ibâdet yapmaları emr ediliyor. Bundan da, îmânın ibâdetden başka olduğu anlaşılmakdadır. Bunlardan başka, Kur ân-ı kerîm- [1] Bu kasîdenin müellifi Alî Ûşî 575 [m. 1180] de vefât etdi. 85
86 de, (Îmân edenler ve sâlih işler yapanlar) buyuruldu. Bu da, ibâdetlerin îmândan başka olduklarını gösteriyor. (Mü min iken, sâlih amel işliyenler) âyet-i kerîmesi, amellerin îmândan ayrı olduklarını açıkça göstermekdedir. Çünki, şartın meşrûtdan başka olması lâzımdır. Îmân edip, hiç ibâdet yapamadan, hemen ölenin, mü min olduğu söz birliği ile bildirilmişdir. Cibrîl hadîsinde de îmânın yalnız inanmak olduğu bildirilmişdir. İmâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi î ve hadîs âlimlerinden birçoğu ve Eş arîler rahime-hümullahü teâlâ ve Mu tezile, ibâdetler îmânın parçasıdır. Îmân azalıp çoğalır dediler. Îmân ile amel, başka olursa, günâh işliyenlerin îmânları ile, Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât îmânları bir olurdu dediler. (Onlara âyetlerim okunduğu zemân, îmânları artar) âyeti ve (Îmân artarak, sâhibini Cennete götürür. Azalarak da, Cehenneme sürükler) hadîsi, îmânın azalıp çoğaldığını bildiriyor dediler. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh, bunlara cevâb teşkîl eden bilgileri önceden anlatmış, îmânın artması, devâm etmesi, çok zemân sürmesi demekdir demişdir. İmâm-ı Mâlik rahime-hullahü teâlâ de böyle dedi. Îmânın çok olması, inanılacak şeylerin çoğalması demekdir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm, önce az şeylere inanırlardı. Yeni emrler gelince, îmânları çoğalırdı. Îmânın artması demek, kalbde nûrunun artması demekdir. Bu parlaklık, ibâdet ile artar. Günâh işlemekle azalır. Bu husûsda (Şerh-ı Mevâkıf) [1] ve (Cevheret-üttevhîd) kitâblarında geniş bilgi vardır. Vehhâbî kitâbının doksanbirinci sahîfesinde: (Eshâb-ı kirâmdan biri şerâb içmekden vazgeçmedi. Kendisine (Had) denilen döğmek cezâsı verildi. Eshâbdan birkaçı, buna la net edince, Resûlullah, (Ona la net etmeyin! Çünki o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever) buyurdu) diyor. Günâh işliyenin kâfir olmadığını, kendisi de yazmakdadır. Büyük günâh işliyenler, farzları yapmıyanlar kâfir olur diyenleri, bu hadîs-i şerîf red etmekdedir. (Îmânı olan, zinâ etmez. Hırsızlık etmez) hadîs-i şerîfinin de, îmânın kendini değil, kemâlini gösterdiğini, isbât etmekdedir. Abdülganî Nablüsî, Allâme Birgivînin rahimehümullahü teâlâ [2] yazılarını (Hadîka) kitâbında açıklarken, ikiyüzseksenbirinci ve sonraki sahîfelerinde buyuruyor ki: (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ tarafından getirdiği bilgilere kalbin inan- [1] Mevâkıf müellifi Kâdı Adud 756 [m. 1354] de vefât etdi. [2] Abdülganî 1143 [m. 1731] de vefât etdi. 86
87 ması ve inandığını dil ile söylemesi demekdir. Bu bilgilerin herbirini araşdırmak ve anlamak lâzım değildir. Mu tezile fırkası, herbirini anlayıp inanmak lâzımdır dedi. Aynî rahime-hullahü teâlâ, [1] Buhârî şerhinde diyor ki, Muhakkıkîn, ya nî en derin âlimler, meselâ Ebül-Hasen Eş arî, [2] kâdî Abdül-Cebbâr Hemedânî Mu tezilî, üstâd Ebül-İshâk İbrâhîm İsferâinî ve Hüseyn bin Fadl ve dahâ birçokları, (Îmân, açıkça bildirilmiş olan şeylere yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söylemek ve ibâdetleri yapmak îmân değildir) dediler. Sa deddîn-i Teftâzânî rahime-hullahü teâlâ de (Şerh-i akâid) kitâbında böyle söyliyor ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-islâm Alî Pezdevî rahime-hümullahü teâlâ gibi âlimlerin dil ile ikrâr etmenin de lâzım olduğunu söylediklerini bildiriyor. Kalbdeki îmânı dil ile söylemek, müslimânların, birbirlerini tanımaları için lâzımdır. Söylemiyen de mü mindir. Ameller, ibâdetler, îmândan parça değildir. Âlimlerin çoğu, meselâ imâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ böyle buyurdular. Evet, imâm ı Alî radıyallahü anh ve imâm-ı Şâfi î rahimehullahü teâlâ îmân inanmak ve söylemek ve ibâdetleri yapmakdır dediler. Bu sözleri, kâmil olan, olgun olan îmânı bildirmekdedir. Kalbinde îmân olduğunu söyliyen kimsenin mü min olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Rükneddîn Ebû Bekr Muhammed Kirmânî rahime-hullahü teâlâ Buhârî şerhinde diyor ki, ibâdetler îmândan sayılınca, îmân azalır ve çoğalır. Fekat, kalbdeki îmân azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış îmân olmaz. Şek olur, şübhe olur. İmâm-ı Muhyiddîn Yahyâ Nevevî rahime-hullahü teâlâ inanılacak şeyleri inceliyerek, sebeblerini anlamakla îmânın kendisi de artar. Ebû Bekr-i Sıddîkın radıyallahü teâlâ anh îmânı ile, herhangi bir kimsenin îmânı bir değildir dedi. Bu söz, îmânın kuvvetli ve za îf olmasını göstermekdedir. Îmânın kendisi azalır ve çoğalır demek değildir. Hasta insanla, sağlam insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığı birdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yokdur. Îmânın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri, imâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ şöyle açıklamakdadır: Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecma în îmâna gelince, herşeye topluca inanmışdı. Sonra, zemân zemân birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. Îmânları böylece, zemânla çoğaldı. Bu hâl, yalnız Eshâb-ı kirâm içindir. Sonra gelen müslimânlar için, îmânın böyle artması düşünülemez buyurdu. Sa deddîn-i Teftâzâ- [1] Mahmûd Aynî 855 [m. 1451] de vefât etdi. [2] Ebül-Hasen Alî Eş arî 330 [m. 941] de vefât etdi. 87
88 nî rahime-hullahü teâlâ, [1] (Şerh-i akâid)de diyor ki, kısaca bilenlerin kısaca inanmaları, etrâflı ve inceliklerini bilenlerin etrâflı inanmaları lâzımdır. İkincilerin îmânları, birincilerinkinden elbet çokdur. Fekat, birincilerinki de, tâm îmândır. Îmânları noksan değildir. Abdülganî Nablüsî rahime-hullahü teâlâ buyuruyor ki, sözün kısası, îmânın kendisi azalmaz ve çoğalmaz. Îmânın kuvveti çoğalır. Yâhud ibâdetlerin az veyâ çok olması ile îmânın kemâli, kıymeti değişmekdedir. Îmânın azalıp çoğalacağını bildiren âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere böyle ma nâ verilmişdir. Bu bilgi, ictihâd edilebilecek bilgilerden olduğu için, çeşidli açıklamalar yapılmışdır. Hiçbiri, başka dürlü söyliyeni kötülememişdir. Vehhâbî kitâbı ise, ibâdetleri kabûl edip de, tenbellikle yapmıyana kâfir, müşrik diyor. Muhammed Hâdimî rahime-hullahü teâlâ [2] (Berîka) kitâbında diyor ki, ibâdetler îmândan parça değildirler. Celâleddîn-i Devânî rahime-hullahü teâlâ buyurdu ki, Mu tezile, ibâdetleri îmânın parçası saydı. İbâdet yapmıyanın îmânı yokdur dedi. İbâdetler, îmânı olgunlaşdırır, güzelleşdirir. Ağacın dalları gibidirler. Îmân ibâdet yapmakla çoğalmaz ve günâh işlemekle azalmaz. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ebû Bekr Ahmed Râzî ve birçok derin âlimler rahime-hümullahü teâlâ böyle söylediler. Çünki, îmân tâm inanmak demekdir. Bunun azalması çoğalması olmaz. Bir kalbdeki îmânın çoğalması demek, bunun tersi olan küfrün azalması demekdir. Böyle şey olamaz. İmâm-ı Şâfi î ve Ebül-Hasen Eş arî rahime-hümullahü teâlâ îmân azalır çoğalır buyurdular. Bu sözün, îmânın kendisi azalıp çoğalması değil, kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevâkıf) kitâbı açıklamakdadır. Çünki, Peygamberin îmânı ümmetinin îmânı gibi değildir. İşitdiklerini aklı ile, ilmi ile inceliyenin îmânı, işitmekle inananın îmânı gibi değildir. [Mükâşefe ve müşâhedeye kavuşmuş Velînin îmânı, tesavvufdan haberi olmıyanların îmânları gibi değildir.] İbrâhîm aleyhisselâm, kalbinin itmînân, yakîn hâsıl etmesini istedi. Bunu Kur ân-ı kerîm bildiriyor. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ (Fıkh-ı ekber) kitâbında buyuruyor ki, (Yerde ve göklerde bulunanların îmânları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtmînân, yakîn bakımından azalıp çoğalır. Ya nî, îmânın kuvveti artıp azalır. Fekat yakîni, kuvveti hiç bulunmazsa, îmân olmaz.) [(Fıkh-ı ekber)in (El-Kavlül-fasl) ismindeki arabî şerhi çok kıymetli olup, 1975 senesinde İs- [1] Sa düddîn Mes ûd Teftâzânî 792 [m. 1389] de Semerkandda vefât etdi. [2] Hâdimî 1176 [m. 1762] de Konyada vefât etdi. 88
89 tanbulda basdırılmışdır.] Hâdimîden terceme temâm oldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî rahime-hullahü teâlâ (Mektûbât) kitâbında, ikiyüzaltmışaltıncı mektûbda buyuruyor ki, îmân kalbin tasdîki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îmân olmaz. Buna zan denir. İbâdetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar. Harâm işleyince, bulanır, lekelenir. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, îmânın cilâsının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilâsı, parlaklığı çok olan îmâna çok dediler. Bunlar, sanki, cilâlı olmıyan îmânı, îmân bilmedi. Cilâlılardan ba zısını da, îmân bilip, fekat az dedi. Îmân, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilâsı çok olup, cismleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan dahâ çokdur demeğe benzer. Başka birisi de, iki ayna müsâvîdir. Yalnız, cilâları ve cismleri göstermeleri, ya nî sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girememişdir. (Ebû Bekrin îmânı, ümmetimin îmânları toplamından dahâ ağırdır) hadîs-i şerîfi, îmânın cilâsı, parlaklığı bakımındandır. Vehhâbî kitâbı: (Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesden dahâ çok sevmedikçe, îmânı temâm olmaz) hadîs-i şerîfini yazıyor. (Muhabbet, kalbde olur. Kalbin işidir. Bunun için, bu hadîs, amellerin, ibâdetlerin îmândan parça olduğunu, îmânın şartı olduğunu gösteriyor) diyor. Muhabbet, kalbin işi değil, sıfatıdır. Kalbin işi olduğunu kabûl etsek bile, bedenin, organların işi, kalbin işi değildir. Büyük günâhları işliyen cezâ görür. Bunları kalbinde bulunduran, yapmağa niyyet eden cezâ görmez. Kalbin iyi işi, inanmakdır. Kalbin kötü işi inanmamakdır, îmânsızlıkdır. Bedenin kötü işi, îmânsızlık değildir. Meselâ, yalan söylemek harâmdır. Yalan söyliyen kötü iş yapmış olur. Fekat, kâfir olmaz. Yalan söylemenin harâm olduğunu kabûl etmiyen veyâ beğenen kâfir olur. (Îmânın doğru olması, kalbin inanması ve amel etmesi, dilin bunu söylemesi ve ibâdetleri yapmakladır. Ehl-i sünnet velcemâ at da böyle söylemişdir) diyor. Üçyüzotuzdokuzuncu sahîfesinde, (Allah sevgisi olunca, Ona itâ at edenleri, Onun Peygamberlerini, sâlih kullarını, Allahın sevdiklerini de sevmek lâzım olur) diyor. O hâlde, Evliyâyı rahime-hümullahü teâlâ sevmek, Allah sevgisinin alâmetidir. Bu sevgisini açıklıyanlara dil uzatılamaz. Vehhâbî kitâbının da yazdığı gibi, Allahü teâlânın sevmediklerini 89
90 sevmek yasakdır, küfrdür. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek lâzımdır ve îmânın alâmetidir. İbâdetlerin en üstünü olduğu bildirilen (hubb-i fillah ve buğd-ı fillah) da bu demekdir. Kâfirler, müşrikler, Allahü teâlâyı sevmiyor. Başka şeyleri seviyor. Müslimânlar, Allahü teâlâyı sevdikleri için, Onun sevdiği Peygamberi sallallahü aleyhi ve sellem ve Evliyâyı rahime-hümullahü teâlâ seviyorlar. Vehhâbî kitâbı, bu iki sevgiyi birbirine karışdırıyor. Birincisinin kötü olduğunu bildiren âyet-i kerîmeleri, ikinci sevgiye de yaymağa kalkışıyor. Yetmişiki (Bid at) fırkasından biri olan (Hâricî)lerden bir kısmı ve (Vehhâbî)ler, Kur ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere karşı gelmiyor. Fekat, ma nâları açık ve kesin olmayıp, kapalı ve şübheli olan nassları yanlış te vîl ederek, bunlardan yanlış ma nâ anlıyarak, farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak, îmânın parçasıdır diyorlar. (Mü min olmak için, hem îmânın altı şartına inanmak, hem de, islâmiyyete uymak lâzımdır. Bir farzı yapmıyan veyâ bir harâm işliyen kâfir olur) diyorlar. Bunun için, müslimânlara kâfir damgasını basıyorlar. Hâlbuki, farzların farz olduklarına ve harâmların harâm olduğuna inanmak, îmândır. İnanmamak başkadır. İnanıp da yapmamak başkadır. Bunlar, bu ikisini birbiri ile karışdırdıkları için, Ehl-i sünnetden ayrılıyorlar. Fekat, böyle inandıkları için, kâfir olmazlar. Bid at ehli, sapık oluyorlar. Fekat, ibâdet yapmıyan, bir harâm işliyen müslimânlara, nassları te vîl etmeksizin kâfir diyenler kâfir olmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Bid at sâhibini beğenmiyenin kalbini, Allahü teâlâ, îmân ile doldurur. Bid at sâhibini kötüliyeni, Allahü teâlâ, kıyâmet gününün korkusundan korur) buyuruldu. 3 - Kitâbın doksansekizinci ve yüzdördüncü sahîfelerinde, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanların, onları vesîle yapanların müşrik olduklarını bildiren âyet-i kerîmeleri yazarak: (Peygamberlerden ve sâlih kullardan ölmüş veyâ uzakda olanlardan herhangi bir sözle yardım istiyenler, bu âyetlere göre müşrik olur) diyor. Biz müslimânlar, Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ kendiliklerinden birşey yapacaklarına inanmayız. Allahü teâlâ, onları çok sevdiği için, onların düâ ve hâtırı ile yaratacağına inanırız. Kullara tapınmak demek, onların sözlerine uyarak, islâmiyyetin dışına çıkmak, onların sözlerini, kitâb ve sünnetden üstün tutmak demekdir. İslâmiyyeti emr edenlere uymak, böyle değildir. Buna uymak, islâmiyyete uymak demekdir. Hayber gazâsında, hazret-i Alînin radıyallahü teâlâ anh gözü ağrıyordu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, mubârek tükrüğünü onun gözlerine sürdü 90
91 ve düâ eyledi. Gözleri iyi oldu. Peygamberin hâtırı için, Allahü teâlâ şifâ ihsân eyledi. Vehhâbî kitâbı da, doksanbirinci sahîfesinde bunu yazıyor ve Buhârî ile Müslimin haber verdiklerini bildiriyor. Onsekizinci maddeyi okuyunuz. 4 - Yüzsekizinci sahîfesinde: (Tesavvufcular, şirk ve küfr üzeredir. Mürîd şeyhine tapınıyor. Şa rânînin kitâbları, bu küfrlerle doludur. Hüseynin babasının ve çocuklarının ve Şâfi înin, Ebû Hanîfenin ve Abdülkâdir-i Geylânînin [1] mezârlarını putlaşdırıyorlar. Onlara tapınıyorlar) diyor. (Üsûl-ül-erbe a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbının üçüncü kısmında, fârisî olarak diyor ki: Böyle inanan kimse, gâib olan, ya nî yanında bulunmıyan bir kimseye, ismini söyliyerek seslenmek büyük şirk olur diyor. Böylece, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mubârek rûhunun bile hâzır olacağını düşünerek seslenen kimse müşrik olur diyor. Yemenli Şevkânî de, (Dürr-ün-nadîd) kitâbında, (Mezârları büyük bilmek, kabrlere seslenerek, ihtiyâclarını istemek küfr olur) dedi. Yine o, (Tathîr-ül-i tikâd) kitâbında da, (Melek, Peygamber veyâ Velî de olsa, ölüye yâhud gâib olan diriye böyle seslenen müşrik olur) diyor. Mezhebsizlerden bir kısmı burada iki fikr ortaya atmakdadır. Bunlara göre, eğer işiteceğini düşünmiyerek, sevdiği için, (yâ Resûlallah!) derse, müşrik olmaz. Eğer işiteceğine inanarak söylerse, kâfir olur. Selef-i sâlihînin rahime-hümullahü teâlâ yapdığı şeylere şirk diyen ve müslimânlara müşrik damgasını basan bu kimseye sorarız: (Gâib olan) sözü ile ne demek istiyorsun? (Görmediğimiz herşey gâibdir) diyorsan, (yâ Allah) dememiz de şirk olmakdadır. Çünki bu, Allahü teâlânın Cennetde görüleceğine de inanmamakdadır. Eğer, (gâib, yok demekdir) diyorsan, Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ rûhlarına nasıl yok diyebilirsin. Rûhların var olduklarını kitâbımızın, ikinci kısmında isbât etmişdik. Yok eğer, (rûhların var olduklarına ve idrâk ve şu ûr sâhibi olduklarına, ya nî anladıklarına, duyduklarına inanırız. Fekat, tesarruf yapdıklarına inanmayız) derse, bu sözü Allahü teâlâ red etmekde, (En-nâzi ât) sûresinin beşinci âyetinde, (Güç işleri yapanlara yemîn ederim) buyurmakdadır. Tefsîr âlimlerinin çoğu meselâ (Beydâvî tefsîri) [2] [ve bunun Şeyhzâde şerhi [3] ve tefsîr-i [1] Abdülkâdir Geylânî 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât etdi. [2] Abdüllah Beydâvî 685 [m. 1286] da Tebrîzde vefât etdi. [3] Şeyhzâde Muhammed 951 [m. 1544] de vefât etdi. 91
92 Azîzî ve Rûh-ul beyân tefsîri, tefsîr-i Hüseynî], bu âyet-i kerîme, meleklerin ve Evliyâ rûhlarının iş yapdıklarını bildirmekdedir dediler. Rûh, madde değildir. Bunun için, melekler gibi, Allahü teâlânın emri ve izni ile, dünyâda iş yaparlar. Meleklerin, Allahü teâlânın izni ile, bu dünyâda, iş yapdıkları, yok etdikleri, diriltmek, öldürmek gibi işlerin yapılmasına vâsıta oldukları, Kur ân-ı kerîmin çeşidli yerlerinde bildirilmişdir. Cin ve şeytânlar da, güç şeyleri kolayca yapıyorlar. Süleymân aleyhisselâma, cinnin hizmetlerini Kur ân-ı kerîm haber veriyor. Meselâ Sebe sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Cin, Onun her istediğini, kal a, resm, büyük kazanlar ve yerinden kaldırılamıyan çanaklar yaparlardı) buyuruyor. Cin, melekler ve rûhlar kadar olgun ve kuvvetli olmadığı hâlde, büyük işler yapıyor. Bu dünyâda, göremediğimiz çok şey var ki, insan gücünün yetişemediği işleri yapmakdadırlar. Meselâ, çok hafîf olan ve göremediğimiz hava, fırtına, kasırga şeklinde eserek, ağaçları devirmekde, binâları yıkmakdadır. [Elektrik ve laser ışınları ve elektro-mağnetik dalgaları, atomlar, gözle, hattâ ultra-mikroskopla görülemedikleri hâlde, aklları şaşırtan büyük işler yapmakdadır.] Nazar değmesi, sihr ya nî büyü ve benzerleri kuvvetleri göremiyoruz. Hâlbuki, korkunç te sîrlerini işitmiyen yokdur. Bütün bunların yapdıklarının yapıcısı, hiç şübhesiz, Allahü teâlâdır. Bunlar, Allahü teâlânın yapmasına, yaratmasına sebeb oldukları için, bunlar yapdı sanıyoruz ve bunlar yapdı diyoruz. Bunların yapdığını söylemek, küfr, şirk olmıyor da, Evliyânın rûhları yapıyor demek niçin şirk olsun? Onlar, Allahü teâlânın izn vermesi ile ve yaratması ile yapdıkları gibi, Evliyânın rûhları da, Allahü teâlânın izn vermesi ile ve yaratması ile yapmakdadır. Onların yapdıklarını söylemek de, şirk olur denirse, Kur ân-ı kerîme karşı gelinmiş olur. Bu kimse, (Cinnin, şeytânların ve havanın te sîr etdiklerini, Kur ân-ı kerîm haber veriyor. Bunun için, onlar yapıyor demek câiz oluyor. Evliyânın rûhlarının birşey yapdıklarını Kur ân-ı kerîm bildirmediği için, rûhlardan birşey istemek şirk olur) derse, yukarıda bildirdiğimiz, (En-nâzi ât) sûresinin beşinci âyet-i kerîmesini unutdun mu deriz. Gözlerinin açılmasını isteyen a mâya bildirilen hadîs-i şerîfdeki düâ ve çölde yalnız kalanın okumasını emr eden düâ ve (kabr ziyâret ederken, ölüye selâm veriniz!) emri ve Osmân bin Huneyfin radıyallahü teâlâ anh haber verdiği hâdise, bundan evvelki kısmda bildirilmişdi. Bunların hepsi ve benzerleri dahâ nice vesîkalar, gâib olandan ve kabrdekinden yardım istemenin câiz olduğunu göstermekdedirler. Fekat bu kimse, meşhûr ve sahîh olan bu hadîs-i şerîflere daîf veyâ mevdû damgasını basıyor. Ehl-i 92
93 sünnet âlimlerinin ve tesavvuf büyüklerinin sözlerine de kıymet vermiyor. Çünki, dört mezhebden birini taklîd etmek şirk, küfr olur diyor. Meselâ, Gulâm Alî Kusûrî, (Tahkîk-ul-kelâm) kitâbında (dört mezhebden birini taklîd eden ve Kâdiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye gibi tarîkatlerde bulunan, kâfir ve müşrik ve bid at ehlidir) diyor. (Üsûl-ül-erbe a)dan terceme temâm oldu. Bu kitâb 1346 [m. 1928] de Hindistânda fârisî dili ile yazılmış, Pâkistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda ikinci baskısı yapılmışdır. Yazarı, İmâm-ı Rabbânînin rahime-hullahü teâlâ soyundan, Hakîm-ülümmet hâce Muhammed Hasen Cân sâhibdir rahmetullahi aleyhim ecma în. [1] Bunun (Tarîk-un-necât) kitâbı da (bid at) fırkalarına cevâb vermekdedir. Arabî olup, Urdu tercemesi ile birlikde 1350 de Pâkistânda basılmış, 1396 [m. 1976] da, İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset baskısı yapılmışdır. 5 - Yüzonbirinci sahîfesinde: (Lâ ilâhe illallah diyerek, Allahdan başka şeylere tapınmıyanların malı ve cânı harâm olur) hadîs-i şerîfini yazarak, (Yalnız kelime-i tevhîdi söylemek, insanın kanını ve malını kurtaramaz. Bugün, kabrlere ve ölülere tapınanlar böyledir. Bunlar, Kur ân-ı kerîmde bildirilen, câhiliyye müşriklerinden dahâ kötüdür) diyor. Bazıları da (Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi de ileri sürerek, müslimânları öldürmeği, mallarını yağma etmeği istiyor. Hurûfîlerin ve câhillerin küfr ve şirk olan sözlerini yazarak, tesavvufa ve tesavvuf büyüklerine saldırıyor. Ağaçlara, taşlara, mezârlara tapınanlar için olan hadîs-i şerîfleri yazarak, kabr üzerine türbe yapmak, kabr ziyâret etmek şirkdir, küfrdür diyor. Taşdan, ağaçdan, bilinmiyen mezârdan teberrük elbette şirkdir. Fekat Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslimât ve Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ kabrlerini ziyâret edip, onların bereketi ile Allahü teâlâdan feyz ve bereket beklemeği bunlara benzetmek, ahmaklık ve câhillikdir. Bu yüzden milyonlarca müslimâna küfr ve şirk damgasını basmak ise, müslimânlar arasında bölücülükdür. (Es-Savâık-ul ilâhiyye firreddi alel-vehhâbiyye)nin yazarı, büyük âlim Süleymân bin Abdülvehhâb-ı Necdî rahime-hümullahü teâlâ Muhammed bin Abdülvehhâbın [2] kardeşidir. Kardeşinin [1] Muhammed Hasen Cân Müceddidî 1349 [m. 1930] da vefât etdi. [2] Muhammed bin Abdülvehhâb 1206 [m. 1791] de Der ıyyede öldü. 93
94 ingilizlerle işbirliği yaparak, ortaya çıkardığı (Vehhâbîlik) yolunun hatâlı olduğunu vesîkalarla isbât etmekdedir. Kırkdördüncü sahîfesinde diyor ki: Yolunuzun bozuk olduğunu gösteren vesîkalardan biri de, (Sahîhayn) denilen iki doğru hadîs kitâbında, ya nî (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfdir. Bu hadîs-i şerîfi bildiren, Ukbe bin Âmir radıyallahü anh diyor ki, (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, minbere çıkdı. Kendisini minber üzerinde son görüşüm bu idi. (Benden sonra, müşrik olmanızdan korkmıyorum. Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece, geçmiş kavmler gibi, helâk olmanızdan korkuyorum) buyurdu). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kıyâmet gününe kadar ümmetinin başına gelecek olan şeylerin hepsini haber vermişdir. Yukarıdaki sahîh hadîs-i şerîf, ümmetinin putlara tapmıyacağını, bundan emîn olduğunu haber vermekdedir. Bu hadîs-i şerîf, bid at yolunu temelinden yıkmakdadır. Çünki vehhâbî kitâbı, ümmet-i Muhammedin hepsinin putlara tapdıklarını, islâm memleketlerinin putlarla dolu olduğunu, türbelerin puthâne olduklarını söyliyor. Türbelerden yardım, şefâ at istiyenlerin kâfir olduklarına inanmıyanlar da kâfirdir diyor. Hâlbuki, müslimânlar asrlar boyunca kabrleri ziyârete gitmiş, Evliyâya tevessül ve istigâse eylemişdir. Böyle yapanlara hiçbir islâm âlimi müşrik dememiş, müslimân olarak tanımışlardır. Süâl: Bir hadîs-i şerîfde, (Başınıza gelecekler arasında en çok korkduğum şey şirkdir) buyuruldu. Buna ne dersiniz? Cevâb: Bu hadîs-i şerîfin (Şirk-i asgar)ı bildirdiği, diğer hadîs-i şerîflerden anlaşılmakdadır. Şeddâd bin Evs ve Ebû Hüreyre ve Mahmûd bin Lebîbden radıyallahü teâlâ anhüm gelen böyle hadîs-i şerîflerin hepsi, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem, ümmetine şirk-i asgarın gelmesinden korkduğunu bildiriyorlar. Hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi olmuş, müslimânların çoğu şirk-i asgara yakalanmışlardır. Siz, bu şirk-i asgara şirk-i ekber diyorsunuz. Böylece müslimânları tekfîr ediyorsunuz. Müslimânlara kâfir demiyen mü minlere de, kâfir damgasını basıyorsunuz. (Es-Savâık-ul-ilâhiyye)den terceme temâm oldu. Bu kitâb ilk olarak binüçyüzaltı (1306) hicrî senesinde Bağdâdda, (Nuhbet-ül-ahbâr) matba asında basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset ile ikinci baskısı yapılmışdır. (Hadîka)nın dörtyüzellibirinci sahîfesinde, (Ey insanlar! Çok gizli olan şirkden sakınınız!) hadîs-i şerîfini açıklarken, buyuruyor ki, (Bu şirk, yalnız sebebleri görmek, Allahü teâlânın yaratdığını 94
95 düşünmemekdir. İşleri sebeblerin yapdığına inanmak, Allahü teâlâya şerîk yapmak olur. Görünen, düşünülen şeyleri şerîk yapmağa (Şirk-i celî), [ya nî açık şirk] denir. Şer an, aklen ve âdet ile sebeb olan şeylerin yapdığına inanmağa (Şirk-i hafî), [ya nî gizli şirk] denir). Abdülhak-ı Dehlevî rahmetullahi aleyh, [1] (Eşi at-ül-leme ât) hadîs kitâbının birinci cild ellinci sahîfesinde diyor ki, (Putlara tapmağa (Şirk-i ekber) denir. Küfr olan şirk budur. Riyâ ile, [ya nî gösteriş için] ibâdet, iyilik yapmağa (Şirk-i asgar) denir. Bu küçük şirk küfr değildir). Bu şirklerin ikisi de şirk-i celîdir. (Hadîka)dan aldığımız, yukarıda yazılı hadîs-i şerîfde, rûhlardan ve ölülerden birşey istemeğe şirk denmiyor. Görünen veyâ görünmiyen şeylerden ve insanlardan birşey isterken, ya nî sebeblere yapışırken, bu işi sebeblerin yapdığına inanmağa şirk deniyor. Kısacası, sebeblere yapışmak sünnetdir. Sebeblerin yapdığına inanmak şirkdir. Sebebler birşey yapamaz, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olurlar. İşleri yapan sebebler değildir, Allahü teâlâdır. Canlı veyâ cansız, herhangi bir sebebin, her istediğini yapabileceğine, ya nî yaratacağına inanmak, onu Allahü teâlâya şerîk yapmak olur. Bu inançla, ondan birşey istemek, ona ibâdet etmek olur. Sebebin yaratacağına inanmayıp, sebebe yapışınca, Allahü teâlânın yaratacağına inanmak, sebebe tapınmak olmaz. Sebebe yapışmak olur. Müslimânlar, dirilerden, ölülerden ve görünenlerden ve görünmiyenlerden bir dilekde bulundukları zemân, bunların her istediklerini kendilerinin yapacaklarına inanmıyorlar. Sebebe yapışınca, dileklerini, Allahü teâlâdan bekliyorlar. Allahü teâlânın yaratacağına inanıyorlar. Bunun için, müslimânların rûhlardan ve ölülerden birşey istemeleri, bunlara tapınmak, onları ma bûd yapmak olmaz. Allahü teâlâ, herşeyi sebeb ile yaratıyor. Sebeblere yapışmamızı emr ediyor. Bunun için dileklerimize kavuşmak için, bunların sebeblerine yapışıyoruz. Sebeblere yapışmamız şirk olmıyor. Günâh olmıyor. Fekat sebeblerden beklemek, şirk oluyor. Her istediklerini yapabileceklerine inanarak onlardan beklemek, şirk-i ekber oluyor. Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile yapacaklarına inanmak, şirk-i hafî oluyor. Sebeblerden beklemeyip, onların yapacaklarına inanmayıp, yalnız Allahü teâlânın yaratacağına inanarak, dileği yalnız Allahdan beklemek, müslimânlık oluyor. İslâm dînine uymak oluyor. Müslimânların ölülerden ve rûhlardan dilekde bulunmaları böyledir. Böyle meşrû dilekde bulunmağa (Tevessül) ve (İstigâse) denilmekdedir. [1] Abdülhak Dehlevî 1052 [m. 1642] de vefât etdi. 95
96 Ölüden veyâ diriden dilekde bulunanın, ibâdet mi, yoksa tevessül mü yapdığını, ya nî niyyetinin ne olduğunu anlamak için, dilekde bulunurken islâmiyyetin dışına çıkıp çıkmadığına bakılır. İslâmiyyetin dışına çıkıyorsa ya nî onun gönlünü hoş etmek için, harâm işliyor veyâ farzı yapmıyorsa, ona tapındığı anlaşılır. Görülüyor ki, diriden dilekde bulunurken, onun gönlünü hoş etmek için, islâmiyyetin dışına çıkan vehhâbîler, müşrik olmakdadırlar. İslâmiyyetin dışına çıkmadan tevessül eden müslimânlar ise, Allahü teâlânın emrini yapmakda, ya nî sebebe yapışmakdadırlar. Bunlara müşrik diyenlerden te vîli olmıyanları kâfir olur. İnsan, kendi nefsinin isteklerine, ya nî şehvetlerine kavuşmak için islâmiyyetin dışına çıkarsa, nefsine tapınmış olur. Fekat nefse tapınmağa, dînimiz şirk dememişdir. Ya nî bunlar kâfir değil, fâsık olurlar. 6 - Kitâbının yüzkırkikinci sahîfesinde: (Eshâb ve onlardan sonra gelenler, Peygamberden başka, kimse ile bereketlenmedi. Peygambere mahsûs olan şeylerde, kimse ona ortak olamaz) diyor. Bu da, yazarın yalanlarından biridir. Hazret-i Ömer, yağmur düâsına çıkarken, hazret-i Abbâs ile bereketlendi. Bunu yirmidördüncü maddede uzun bildirdik. Lütfen oradan okuyunuz! İslâm âlimleri, Resûlullaha mahsûs olan şeyleri uzun yazmışlardır. Meselâ, (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesinde vardır. Bu kitâbların hiçbiri, Resûlullahla sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bereketlenmek, yalnız ona mahsûsdur. Başkaları ile bereketlenmek câiz olmaz dememişlerdir. Başkaları ile de bereketlenildiğini bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabrlerini ziyâret ederek, onlardan bereketlenmeği, Lât ve Uzzâ putlarına tapınmağa benzetmek, Kur ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere iftirâ etmekdir. Hadîs-i şerîfde, (Kur ân-ı kerîme yanlış ma nâ veren kâfir olur) buyuruldu. Kitâbın müellifi, ma nâları şübheli olan âyet-i kerîmelere yanlış ma nâ vererek, Ehl-i islâma müşrik diyor. 7 - Yüzyirmialtıncı sahîfesinde: (Görülüyor ki, tesavvufun başlangıcı, Hind yehûdîlerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmışdır. Böylece, islâmiyyeti fırkalara ayırdılar, parçaladılar) diyor. Pâkistânlı Mevdûdî [1] adındaki mezhebsiz birisi de, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbında, yukarıdaki yazıları yaymakdadır. Sapık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi olan, böyle bozuk kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fekat câhiller, bunları doğru sanır. Tesavvufcu kılığına girmiş bo- [1] Mevdûdî 1399 [m. 1979] da öldü. 96
97 zuk kimseleri de tesavvufcu sanarak, tesavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tesavvuf büyüklerini de kötülemeğe kalkışır. Müslimânlar doğruyu iğriden ayırabilmeli, tesavvuf büyüklerine dil uzatmamalıdır. Tesavvuf bilgilerinin mütehassısı, zemânının büyük âlimi, Evliyânın önderi, imâm-ı Muhammed Ma sûm Fârûkî rahmetullahi aleyh [1] (Mektûbât) kitâbının ikinci cildi ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki: Sûrî ve ma nevî kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem alınmışdır. Sûrî olan emrler, yasaklar, mezheb imâmlarımızın kitâbları ile bizlere gelmişdir. Kalbin, rûhun gizli bilgileri de, tesavvuf büyükleri[nin kalbleri] yolu ile gelmişdir. Ebû Hüreyrenin radıyallahü anh, (Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem iki kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz) buyurduğu, Buhârîde yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki, Ömer radıyallahü anh vefât edince, oğlu Abdüllah radıyallahü teâlâ anh, ilmin onda dokuzu öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze şaşdıklarını görünce, Allahı tanımak ilmini söyledim. Fıkh bilgilerini söylemek istemedim dedi. Tesavvuf yollarının hepsi, Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem gelmekdedir. Tesavvuf büyükleri, her asrda bulunmuş olan rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem mubârek kalbinden saçılan ma rifetlere kavuşmuşlardır. Tesavvuf ne yehûdîlerin, ne de tesavvufcuların uydurması değildir. Evet, tesavvuf yolunda hâsıl olan şeyleri bildiren, (fenâ, bekâ, cezbe, sülûk, seyr-i ilallah) gibi ismler, tesavvuf büyükleri tarafından konulmuşdur. (Nefehât) kitâbında diyor ki, (fenâ) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyliyen Ebû Sa îd-ilharrâz rahmetullahi teâlâ aleyh [2] olmuşdur. Tesavvuf ma rifetleri Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem gelmekdedir. Bunların ismleri sonradan konulmuşdur. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikr etmekde olduğunu, kitâblar yazmakdadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkaba, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem zemânında da vardı. Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecma în zemânında da vardı. Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem böyle ismler işitilmedi ise de, çok zemân konuşmaması, bu hâllerinin bulunduğunu göstermek- [1] Muhammed Ma sûm 1079 [m. 1668] de Serhendde vefât etdi. [2] Ebû Sa îd Ahmed Harrâz 277 [m. 890] da Bağdâdda vefât etdi. 97 Kıyâmet ve Âhıret - F:7
98 dedir. (Biraz tefekkür bin sene ibâdetden dahâ hayrlıdır) buyurmuşdur. Tefekkür, bâtıl düşünceleri bırakıp, hakkı düşünmek demekdir. Tesavvufcuların, (Kelime-i tevhîd) ile zikr etmelerini, Hızır aleyhisselâm Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye rahmetullahi aleyh [1] öğretdi. Süâl: Tesavvuf ma rifetlerinin hepsi Resûlullahdan geldiğine göre, aralarında ayrılık olmamalı idi. Hâlbuki, tesavvuf yolları çeşidlidir. Hepsinin hâlleri ve ma rifetleri başkadır? Cevâb: Bu ayrılığa sebeb, insanların isti dâdlarının ve bulundukları şartların başka olmasıdır. Meselâ, bir hastalığın ilâcı bellidir. Fekat, hastalara göre, hastalığın seyri ve tedâvîsi değişmekdedir. Bir insanın çeşidli fotoğrafcıda çekdirdiği resmlerinin başka başka olmaları gibidir. Her kemâl, Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem alınmışdır. Alış kuvvetine ve şekline göre ufak ayrılıklar olmuşdur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de, ma rifetleri, gizli bilgileri, Eshâbına başka başka sunardı. Nitekim hadîs-i şerîfinde, (Herkese, anlıyabileceği kadar söyleyiniz!) buyurmuşdur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ebû Bekr ile ince bilgiler konuşuyordu. Hazret-i Ömer yanlarına gelince, sözü değişdirdi. Sonra, hazret-i Osmân gelince, yine değişdirdi. Hazret-i Alî gelince dahâ başka konuşdu. Herbirinin isti dâdına, yaratılışına göre, başka başka konuşdu radıyallahü teâlâ anhüm ecma în. Bütün tesavvuf yolları, imâm-ı Ca fer Sâdık rahmetullahi teâlâ aleyh [2] hazretlerinde birleşmekdedir. İmâm-ı Ca fer Sâdık da, iki yoldan, Resûlullaha bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, hazret-i Alî radıyallahü teâlâ anh vâsıtası ile Resûlullaha bağlıdır. İkincisi, anasının babalarının yolu olup, hazret-i Ebû Bekr radıyallahü teâlâ anh vâsıtası ile Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem bağlanmakdadır. İmâm-ı Ca fer Sâdık rahmetullahi teâlâ aleyh hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan olduğu için, hem de, onun vâsıtası ile Resûlullahdan feyz almış olduğu için, (Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayâta kavuşdurmuşdur) buyurdu. İmâm-ı Ca fer Sâdıkda bulunan bu iki feyz ve ma rifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden Ahrâriyye büyüklerine, hazret-i Ebû Bekr yolu ile, öteki silsilelere ise, hazret-i Alî yolu ile feyz gelmekdedir. [1] Abdülhâlık 575 [m. 1180] de Buhârâda vefât etdi. [2] Ca fer Sâdık 148 [m. 765] de Medînede vefât etdi. 98
99 [Kitâbın, yüzyirmiikinci sahîfesinde: (Resûlullah, Tebük gazvesinden dönerken, münâfıkların ismlerini Huzeyfe-tebnil-Yemâna bildirdi. Huzeyfe, fitne çıkmasın diye bunların ismlerini kimseye söylemedi. Yoksa, tesavvufcu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfede gizli din bilgileri yokdu. Çünki, islâm açıkdır. Gizli bilgiler yokdur) diyor. Tesavvuf bilgilerinin, yehûdî düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor. Otuzuncu sahîfesinde ise: (Resûlullahın Mu âz bin Cebele söylediği din bilgisini, Eshâbın çoğu bilmiyordu. Çünki Resûlullah, Mu âza bunları kimseye söyleme demişdi. Bir maslahat, bir fâide için, ilmi saklamak câiz olduğu buradan anlaşılmakdadır) diyor. Görülüyor ki, kitâbın yazıları birbirini tutmamakdadır. Beşyüz sahîfelik kitâbın heryeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce âyet-i kerîme, binlerce hadîs-i şerîf yazarak, herbirine kendine göre ma nâlar verip, okuyanları, doğru yoldan sapdırmağa çalışmakdadır]. Muhammed Ma sûm rahmetullahi aleyh, ikinci cildin altmışbirinci mektûbunda buyuruyor ki: Bu dünyâda en kıymetli ve en fâideli şey, Allahü teâlânın ma rifetine kavuşmakdır. Ya nî Onu tanımakdır. Allahü teâlâyı tanımak iki dürlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ, kitâblarında bildirdikleri gibi tanımakdır. İkincisi, tesavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilm vardır. İlm ise, akl ve zekâdan doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünki, birşeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demekdir. Nazm: Yakın olmak, inip çıkmak değildir, Hakka yaklaşmak, yok olmak demekdir! Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (ilm-i hudûrî) iledir. Birincisinde, nefs, azgınlığından vazgeçmemişdir. İkincisinde, nefs yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde îmân, îmânın sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünki nefs, îmâna gelmemişdir. Hadîs-i kudsîde, (Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmekdedir) buyuruldu. Buradaki kalbin îmânına, (Mecâzî îmân) denilir. Bu îmân, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefs de îmâna geldiği için, bu îmân, yok olmakdan korunmuşdur. Buna (Hakîkî îmân) denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakîkî olur. Mecâz yok olabilir. Hakîkat yok olmaz. Hadîs-i şerîfde, (Yâ Rabbî! Senden, sonu küfr olmıyan îmân istiyorum) buyu- 99
100 rulması ve Nisâ sûresi, yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen, (Ey îmân sâhibleri! Allaha ve Resûlüne îmân ediniz!) emr olunması, bu hakîkî îmânı göstermekdedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel rahimehullahü teâlâ bu ma rifete kavuşabilmek için, ilm ve ictihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hâfînin rahime-hullahü teâlâ hizmetine koşmuşdur. Bişr-i Hâfînin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allahı benden dahâ iyi tanımakdadır) demişdir. [Kitâbın, yüzondokuzuncu sahîfesinde diyor ki, imâm-ı Ahmed bin Muhammed bin Hanbelin soyu, Nizâr bin Me adda, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ile birleşmekdedir. Fıkh ve hadîsde zemânın en üstün âlimi idi. Vera ve sünnete uymakda pek ileri idi. Yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, ikiyüzkırkbir 241 [m. 855] de orada vefât etdi. Bişr-i Hâfî hazretleri yüzellide [150] tevellüd, ikiyüzyirmiyedide [227] vefât etdi. Ferîdüddîn-i Attâr rahime-hullahü teâlâ fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ)da diyor ki, Ahmed bin Hanbel, çok meşâyıhın sohbetinde bulundu. Zünnûn-i Mısrî ve Bişr-i Hâfî bunlardandır. Bir hanım, kötürüm olmuşdu. Çocuğunu imâm-ı Ahmede gönderip düâ etmesini diledi. İmâm abdest alıp nemâz kıldı. Düâ eyledi. Çocuk evine gelince, annesi kapıya gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmedin düâsı bereketi ile iyi oldu]. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh ömrünün son yıllarında, ictihâdı bırakdı. İki sene Ca fer Sâdık rahime-hullahü teâlâ hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini sorduklarında, (Bu iki sene olmasaydı, Nu mân helâk olurdu) buyurdu. Her iki imâm, ilmde ve ibâdetde son derece ileri oldukları hâlde, tesavvuf büyüklerinin yanına giderek, ma rifet ve bunun meyvesi olan (hakîkî îmân) edindiler. İctihâddan dahâ kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekden, islâmiyyeti yaymakdan dahâ üstün amel olur mu? Bunları bırakıp, tesavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar. Böylece ma rifete kavuşdular. Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, îmânın derecesi ile ölçülür. İbâdetlerin parlaklığı, ihlâsın mikdârına bağlıdır. Îmân ne kadar kâmil ise, ihlâs o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nûrlu olur ve kabûl edilir. Îmânın kâmil olması ve ihlâsın temâm olması, ma rifete bağlıdır. Ma rifet ve hakîkî îmân, fenâ hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeğe bağlı olduğu için, fenâsı çok olanın îmânı dahâ kâmil olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın radıyallahü anh îmânının, bütün ümmetin îmânlarından üstün olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. (Ebû Bekrin îmânı, bütün üm- 100
101 metimin îmânı ile dartılsa, Ebû Bekrin îmânı dahâ üstün olur) buyurulmuşdur. Çünki o, fenâda bütün ümmetden dahâ ileridedir. (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek istiyen, Ebû Kuhâfenin oğluna baksın!) hadîs-i şerîfi, bunu göstermekdedir. Eshâb-ı kirâmın radıyallahü teâlâ anhüm ecma în hepsi fenâ makâmına kavuşmuşdu. Bu hadîs-i şerîfde, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîkın radıyallahü anh fenâsının seçilmesi, bunun fenâ derecesinin çok yüksek olduğunu göstermekdedir. Altmışbirinci mektûbdan terceme burada temâm oldu. İmâm-ı Muhammed Ma sûm rahime-hullahü teâlâ ikinci cildin, yüzaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Lâ ilâhe illallah) güzel sözünü çok söyleyiniz! Bu zikri, kalb ile birlikde yapınız. Bu mubârek söz, kalbin temizlenmesinde pek fâidelidir. Bu güzel sözün yarısı söylenince, Allahdan başka herşey yok edilmiş olur. Geri kalan yarısı söylenince de, hak olan ma bûdün varlığı bildirilmiş olur. Tesavvuf yolunda ilerlemek de, bu ikisine kavuşmak içindir. Hadîs-i şerîfde, (Sözlerin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demekdir) buyuruldu. Çok kimse ile görüşmeyiniz. Çok ibâdet yapınız. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetlerine sıkı sarılınız! Bid atlerden ve bid at sâhiblerinden ve günâh işlemekden çok sakınınız! İyi işleri, iyiler de, kötüler de yapabilir. Fekat kötülüklerden yalnız sıddîklar sakınır. Halâldan olan çok kıymetli elbiseler giymek, tesavvuf yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Fenâ derecesine kavuşup, kalbinin, Allahdan başka, hiçbirşeye bağlılığı kalmıyan kimsenin elinde, üstünde olan şeyler, onun kalbinin, zikr etmesine mâni olmaz. Onun kalbinin, dış organları ile ilgisi kalmamışdır. Uyku bile, kalbinin zikretmesine mâni değildir. Fenâ makâmına varamamış olan böyle değildir. Bunun zâhir organları, kalbi ile ilgilidir. Fekat bunun da yeni, kıymetli elbisesi, kalbinin çalışmasına mâni olur denilemez. Din büyükleri, Ehl-i beyt imâmları, imâm-ı a zam Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî rahime-hümullahü teâlâ, çok kıymetli elbise giymişlerdir. (Hazâne-türrivâye) ve (Metâlib-ülmü minîn) ve (Zahîre) kitâbları, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar. Dört bin dirhem gümüş değerinde cübbe ile nemâz kıldığı görülmüşdür. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ talebesine yeni ve kıymetli elbise giymelerini söylerdi. Ebû Sa îd-i Hudriye radıyallahü teâlâ anh [1] soruldu ki, yimekde, içmekde [1] Ebû Sa îd-i Hudrî 64 [m. 683] de İstanbulda vefât etdi. 101
102 ve giyinmekde olan bu değişikliklere ve yeniliklere ne dersiniz? Halâl para ile olur ve gösteriş ve riyâ için olmazsa, hepsi Allahü teâlânın ihsân etdiği ni metleri göstermekdir, buyurdu. Allahdan başka birşeyi sevmek iki dürlü olur: Birincisi, bir mahlûku kalb ile ve beden ile birlikde sevmek, ona kavuşmak istemekdir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tesavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevmekden kurtarmak içindir. Böylece, kalbde yalnız Allah sevgisi kalır. İnsan, şirk-i hafîden kurtulur. Görülüyor ki tesavvuf, insanı şirk-i hafîden kurtarmak içindir. (Ey îmân sâhibleri! Îmân ediniz!) meâlindeki âyet-i kerîmede emr olunan îmâna kavuşmak içindir. En am sûresinin yüzyirminci âyet-i kerîmesindeki, (Organlarla açıkça işlenen ve kalb ile yapılan günâhları terk edin!) meâlindeki emr, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıklardan kurtarmak lâzım olduğunu göstermekdedir. Allahdan başkasına tutulmuş olan bir gönülden ne iyilik gelir? Allahü teâlâdan başkasını özliyen bir rûhun Allah yanında hiç kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur. Sevginin ikincisi, yalnız organların sevmesi, istemesidir. Kalb ve rûh, Allahü teâlâya bağlanmışdır. Ondan başka hiçbirşey bilmezler. Böyle olan sevgiye (Meyl-i tabî î), iç güdü denir. Bu sevgi, yalnız bedenin sevmesidir. Kalbe, rûha bulaşmamışdır. Bu sevgi, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâclarından ileri gelmekdedir. Fenâya ve bekâya kavuşanlarda ve yüksek derecelerdeki Evliyâda rahime-hümullahü teâlâ mahlûklara karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. (Dünyânızdan üç şey bana sevdirildi) hadîs-i şerîfini herkes işitmişdir. (Şemâil) kitâbları diyor ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem (Bürd-i yemânî) denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi. Nefs, fenâ ile şereflenince ve itmînâna kavuşunca, kalb, rûh, sır ve hafî ve ahfâ denilen beş latîfe gibi olur. Nefs böyle olunca, yalnız bedendeki maddelerin ve ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir. (His organları ile duyulan duygular, temiz kalblere ve temizlenmiş nefslere de te sîr eder) buyuruldu. Başkalarına te sîrini, bu hadîs-i şerîfden anlamalı. Bid at sâhibi olanın ve rüşvet yiyenin ve başkasının hakkını alanın ve günâh işliyenin evine gitmek, onun verdiğini yimek câiz olur mu diyorsunuz? Gitmemek ve yimemek iyi olur. Hattâ, tesavvuf yolunda olanlar için, bundan sakınmak lâzımdır. Zarûret olunca, câiz olur. Harâm olduğu bilinen şeyi yimek harâmdır. Ha- 102
103 lâl olduğu bilineni yimek halâldir. Bilinmiyorsa, şübheli ise, yimemek iyi olur. Süâl: Tesavvuf bid at mıdır? Yehûdîlerin uydurması mıdır? Cevâb: Allahü teâlâyı tanımağa çalışmak, bunun için, tesavvuf yolunu bilen ve gösteren bir Rehber aramak ve ona uymak, islâmiyyetin emrlerindendir. Allahü teâlâ, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurdu. Talebenin Mürşidden feyz ve ma rifet alması, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem zemânından bu zemâna kadar yapılagelen ve her müslimânın bildiği birşeydir. Tesavvuf büyüklerinin sonradan ortaya çıkardığı birşey değildir. Her Mürşid kendisini yetişdiren kâmile bağlanmışdır. Bu bağlanışları, Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem kadar uzanmakdadır. Ahrâriyye [1] büyüklerinin bağlantı dizisi, Resûlullaha, hazret-i Ebû Bekr radıyallahü teâlâ anh ile ulaşmakdadır. Başka yolların dizisi ise, hazret-i Alî radıyallahü teâlâ anh ile ulaşmakdadır. Buna bid at denilebilir mi? Evet, mürşid, mürîd gibi ismler, sonradan çıkdı. Fekat kelimelerin, ismlerin değeri yokdur. Bu ismler olmasa da, ma nâları ve kalblerin bağlılığı yine vardır. (Vehhâbî kitâbı da, kelimelere bakılmaz. Ma nâlara bakılır demekdedir). Tesavvuf yollarının ortak olan temel işi, zikr yapmasını öğretmekdir. Bu ise, dinimizin emr etdiği birşeydir. Sessiz zikr etmek, sesle yapmakdan dahâ kıymetlidir. Hadîs-i şerîfde, (Hafaza meleklerinin işitmediği zikr, hafazanın işitdiği zikrden yetmiş kat dahâ kıymetlidir) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde övülen zikr, kalb ile ve öteki latîfelerle yapılan zikrdir. Resûlullahın, Peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce, kalb ile zikr yapdığı, kıymetli kitâblarda yazılıdır. Tesavvuf bilgilerine bid at demek ve yehûdî uydurması demek, (Buhârî) hadîs kitâbını ve (Hidâye) fıkh kitâbını okumak bid atdır demeğe benzer. Yüzaltıncı mektûbdan terceme burada temâm oldu. Muhammed Ma sûm Fârûkî rahime-hullahü teâlâ, (Mektûbât) kitâbında, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcegân) denilen Tesavvuf yolunun reîsi, Abdülhâlık-ı Goncdüvânîdir rahime-hullahü teâlâ. Bu yoldaki Kayyûmiyyet cezbesi, kendisine hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdan radıyallahü teâlâ anh gelmişdir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek yolunu bildirdi. Bu yola (Vükûf-ı adedi) denir ki, (Zikr-i hafî)den ibâretdir. Bu da, hazret-i Ebû Bekrden gelmekdedir. (Cezbe-i ma ıyyet) denilen ikinci yol ise, Behâüddîn-i Buhârîden rahime-hullahü teâlâ başlamakda- [1] Ubeydullah-ı Ahrâr 895 [m. 1490] da Semerkandda vefât etdi. 103
104 dır. Zemânının kutbu olan Alâüddîn-i Attâr rahmetullahi aleyh, [1] bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. Bu şartlara (Tarîka-i Alâiyye) denildi. En yakın olan [az zemânda kavuşduran] yolun, Alâiyye olduğu bildirilmişdir. [Alâüddîn-i Attârın talebesinden olan Ubeydüllah-i Ahrâr rahime-hullahü teâlâ, hocasının yolunu yaydığı için (Ahrâriyye) de denildi.] Muhammed Ma sûm rahime-hullahü teâlâ, ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda buyuruyor ki, se âdetin başı, iki şeye kavuşmakdır. Birincisi, Bâtının (ya nî kalbin) mahlûklara düşkün olmakdan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (ya nî bedenin) (Ahkâm-ı islâmiyye)ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki ni mete kavuşmak, tesavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasîb olur. Başka yoldan kavuşmak güçdür. İslâmiyyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fânî olması, (teslîm olması) lâzımdır. Nefs, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmışdır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça, islâmiyyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslîmden, itmînândan önce, islâmiyyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itmînânından sonra, islâmiyyetin hakîkati hâsıl olur. Sûret ile hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, islâmiyyetin sûretine, hakîkat ehli de, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur. Avâmın (ya nî câhillerin) îmânına (Îmân-ı mecâzî) denir. Bu îmân, bozulabilir ve yok olabilir. Havâsın (ya nî hakîkat ehlinin) îmânları zevâlden ve halelden mahfûzdur. Nisâ sûresinin yüzotuzbeşinci âyetinde, (Ey îmân edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îmân ediniz!) meâlindeki emr, bu hakîkî îmânı göstermekdedir. Muhammed Ma sûm rahime-hullahü teâlâ, üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, câhillerin, (Herşey odur. Allah kelimesi, herşeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı göstermesi gibidir. Hâlbuki, her uzvunun ayrı ismleri vardır. O hâlde Zeyd, nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkda görünmekdedir. Bunun için, herşeye Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüşdür. Bunlardaki yok olmak da, bir görünüşdür. Hakîkatde yok olan birşey yokdur) gibi sözleri, bir varlığa inanmağı değil, çok varlığı göstermekde olup, tesavvuf büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde âleminde göstermekdedir. Ayrı bir varlık değildir demekdir. Allahü teâlânın varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahlûklarına muhtâc oldu- [1] Alâüddîn-i Attâr Muhammed 802 [m. 1400] de Buharâda vefât etdi. 104
105 ğunu göstermekdedir. Bileşik cismin varlığının, elementlerinin varlıklarına muhtâc olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup, küfrdür. Allahü teâlânın varlığının, madde ve ma nâ âlemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna inanmak lâzımdır. Ya nî, vâcib ile mümkinler, ayrı bir varlıkdırlar. İkilik olan herşeyde ayrılık vardır. (Âlem, [ya nî Allahdan başka herşey], hakîkatde var olsaydı, o zemân ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüşdedir) denirse, buna cevâb olarak, (Hakîkî mevcûd, mevhûm olan görünüşle birleşmez) deriz. Ya nî herşey Odur denilemez. Bu söz ile, (Hiçbirşey yokdur. Yalnız O vardır) demek istenirse, o zemân doğru olur. Fekat, hakîkat olarak değil, mecâz olarak söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayâlini görenin, Zeydi gördüm demesine benzer. Teşbîh olarak söylemeyip, hakîkat olarak söylemek, arslana eşek demeğe benzer. [Radyodan, hoparlörden çıkan sese, bunu söyliyen insanın sesidir demek de böyle yanlışdır.] Arslan başkadır. Eşek başkadır. Lâf ile, ikisi bir yazılamaz. Tesavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyliyenler, (Hakîkî varlık, mahlûklarda bulunuyor. Ayrıca mevcûd değildir) demedi. (Mahlûkdur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddîn-i Arabî [1] ve ona tâbi olanlar rahime-hümullahü teâlâ, bu ma nâ ile (Heme-ûst) ya nî (herşey Odur) dediler. (Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfrdür. Âlemin yok olacağını inkâr etmekdir. Kur ân-ı kerîm, herşeyin yok olacağını açıkca bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrâr var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, ba zı kimseler (İnsan, toprak maddesinden meydâna gelmişdir. Ölünce çürüyüp, yine toprak [su ve gazlar] hâline dönecekdir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hâsıl olmakda, bunları insanlar yiyerek, et, kemik ve menî hâline dönmekde ve böylece başka insanlar meydâna gelmekdedir. Kıyâmet kopması, insanların tekrâr yaratılması, işte böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Fekat] insanların tekrâr yaratılması böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyâmeti inkâr etmekdir. Kıyâmet gününün gelmesi ve ölülerin mezârlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydânda toplanacakları, meleklerin yazdığı kitâbların ortaya çıkarılacağı, hesâb verileceği, terâzînin kurulacağı, mü minlerin Sırât köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azâbda kalacakları, [1] Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etdi. 105
106 Kur ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. (Bu bilinen nemâz, câhil halk için emr olunmuşdur. Sâf, temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [nemâzları], zikr ve tefekkürdür. İnsanın bütün zerreleri ve bütün eşyâ, her an zikr, ibâdet yapmakdadır. İnsan bunu anlamasa da, böyledir. İslâmiyyet, aklı az olanlar için gönderilmişdir. Böylece, fesâd çıkarmaları önlenmişdir) gibi lâflar, câhillerin ve aklı az olan mezhebsizlerin sözleridir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, nemâzın dînin direği olduğunu bildirdi. (Nemâz kılan, din binâsını yapmışdır. Nemâz kılmıyan, dînini yıkmışdır. Nemâz, mü minin mi râcıdır) buyurdu. Râhatını, huzûrunu nemâzda bildi. Nemâzdaki yakınlık, başka şeylerde bulunmaz. Hadîs-i şerîfde, (Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak nemâzda kaldırılır) buyuruldu. Her kemâl, (İslâmiyyete) ya nî (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymakla hâsıl olur. Bu ahkâmdan, ya nî emr ve yasaklardan ayrılan, yoldan sapar. Se âdete kavuşamaz. Kur ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bu ahkâma uymağı emr ediyorlar. Doğru yol, Kur ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytânların yollarıdır. Abdüllah ibni Mes ûd diyor ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir doğru çizdi. (Bu, insanı Allahın rızâsına kavuşduran tek doğru yoldur) dedi. Sonra bunun sağına, soluna [balık kılçığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytânların yollarıdır. Herbirinde bulunan şeytân, kendine çağırır) buyurdu ve (Bu, doğru olan yolumdur. Buna geliniz!) âyet-i kerîmesini okudu. Peygamberlerin aleyhimüsselâm sözbirliği ile bildirdikleri ve islâm âlimlerinin bizlere ulaşdırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile, hayâlleri ile yok edilemez. Ondördüncü asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilmlerinin hazînesi, seyyid Abdülhakîm Efendinin rahmetullahi aleyh [1] (Er-riyâdut-tesavvufiyye) kitâbı, tesavvufun, ta rîfini, târîhini, mevzû unu ve ıstılâhlarını gâyet vecîz olarak yazmakdadır. Kitâb, türkçe olup, 1341 [m. 1923] senesinde, İstanbulda, Harbiyye mektebi matba asında basılmışdır. Önsözünde diyor ki: Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem sohbetinde bulunmakdan dahâ şerefli, dahâ kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahâbe) denildi. Onlardan sonra gelenlere, onlara tâbi oldukları için (Tâbi în), bunlardan sonra gelenlere de, (Etbâ ı tâbi în) denildi. Dahâ sonra, din işlerinde yükselmiş o- lanlara, (Zühhâd) ve (Ubbâd) denildi. Bunlardan sonra, bid atler [1] Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etdi. 106
107 çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i sünnet denilen, Eshâb-ı kirâm yolundaki doğru fırkadan olup, kalblerini gafletden koruyan ve nefslerini Allaha itâ ate kavuşduranların bu hâllerine, (Tesavvuf) ve kendilerine (Sôfî) ismi verildi. Bu ismler, hicretin ikinci asrı sonunda işitildi. Kendisine evvelâ Sôfî denilen Ebû Hâşim Sôfîdir rahime-hullahü teâlâ. Kûfe şehrinden olup, Şâmda irşâd ederdi. Süfyân-ı Sevrînin rahime-hullahi teâlâ üstâdı idi. [Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Hâşim Sôfî 115 de vefât etmişlerdir. Süfyân demişdir ki, (Ebû Hâşim Sôfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu görmeden önce tesavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Hâşim için, Remleh şehrinde yapılmışdır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmakdan kolaydır) sözü onundur. (Fâidesiz ilmden Allaha sığınırım) sözünü çok söylerdi.] Tesavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilm ile şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhâsibî rahime-hullahü teâlâ 241 [m. 855] de Basrada vefât etdi. (Kitâb-ür-riâye)de, vera ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerîm Kuşeyrî rahime-hullahü teâlâ, 376 [m. 987] da Nişâpûrda vefât etdi. Meşhûr risâlesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer Sühreverdî rahime-hullahü teâlâ, 632 [m. 1234] de vefât etdi. (Avârif-ül-me ârif)de, tarîkat edeblerini ve vecdlerini ve hâllerini bildirmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî rahmetullahi aleyh, (İhyâ) kitâbında, bu iki kısm bilgileri, birlikde uzun açıklamışdır. Görülüyor ki, tesavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin başlangıcıdır. Tesavvuf bilgileri, semâvî dinlerin hakîkatlerini anlamak ile hâsıl olmuşlardır. Tesavvufun bir parçası olan (Vahdet-ülvücûd) ma rifetlerini, budistlerin, yehûdîlerin akl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet) ile karışdırmamalıdır. Birincisi, zevk ile anlaşılan ma rifetler, ikincisi akl ile hâsıl olan hayâllerdir. Bu zevki tatmıyan gâfiller, ikisini aynı sanırlar. [Allahü teâlâ, Ezzâriyât sûresinde meâlen, (Cinni ve insanları ibâdet etmeleri için yaratdım) buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb ve ma rifet hâsıl eder. Demek ki, insanların Evliyâ rahime-hümullahü teâlâ olmaları emr olunmakdadır. Bu da, farzları, nâfileleri birlikde yapmakla ve bid at sâhiblerinden uzaklaşmakla hâsıl olur. Tesavvuf yolunda yapılan vazîfeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların kabûl olmaları için bulunması şart olan ihlâs, bu vazîfelerle elde edilir. Vehhâbîlerin (Tesavvuf, yehûdîlerden ve eski yunanlılardan alınmışdır) sözünün çok çirkin, yalan ve iftirâ olduğu, yu- 107
108 kardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsidlerini bilerek ve ihlâs ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet i tikâdına uygun inanmak, ikincisi harâmlardan ve harâm nafakadan sakınmakdır. (İhlâs), kalbi mâ-sivâdan temizlemek ya nî herşeyi yalnız Allah için yapmakdır. Bu da mürşid-i kâmil sohbetinde bulunmakla, az zemânda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide râbıta yaparak veyâ çok zikr yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna, bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa, orada Resûlullahın mubârek kalbini görür. O, Resûlullahın vârisidir. Ona râbıta yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mubârek kalbine, mürşidlerinin kalbleri vâsıtası ile Resûlullahın kalbinden gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akar. Kalb temizlenerek ihlâs hâsıl olur.] 8 - (Feth-ul-mecîd) kitâbının yüzaltmışsekizinci ve üçyüzelliüçüncü sahîfelerinde: (Allahü teâlâ ile kulları arasında birini vâsıta yapmak, ondan birşey istemek, sözbirliği ile küfr olur. İbni Kayyım, ölüden birşey istemek, ondan Allahü teâlâ katında şefâ at etmesini dilemek, büyük şirkdir, dedi. Hanefî kitâblarından Fetâvâyı Bezzâziyye, [1] ervâhı meşâyih hâzırdır diyen kâfir olur demekdedir. Meyyitde his ve hareket olmadığı, âyetlerden ve hadîslerden anlaşılmakdadır) diyor. Yetmişinci sahîfesinde, (Ukâşe, Cennete hesâbsız girmesi için Resûlullahdan düâ istedi. Bu da, diriden düâ istemek câiz olduğunu göstermekdedir. Fekat gâibden ve ölüden düâ istemek şirkdir) demekdedir. Resûlullahın düâsı kabûl olduğu gibi, Onun yolunda, izinde bulunanların da, düâları kabûl olur. Kendisi de, üçyüzseksenbirinci sahîfede, İmâm-ı Ahmedin ve Müslimin rahime-hümallahü teâlâ, Ebû Hüreyreden radıyallahü teâlâ anh bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için, o şeyi yaratır) buyurulduğunu, yazmakdadır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemîn etdikleri şeyleri bile yaratınca, düâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü teâlâ, Mü min sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen, (Bana düâ ediniz! Düânızı kabûl ederim) buyuruyor. Düâların kabûl olması için [1] Fetâvâ-yı Bezzâziyyenin yazarı İbnülbezzâz Muhammed Kerderî 827 [m. 1424] de vefât etdi. 108
109 şartlar vardır. Bu şartları taşıyan düâ elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, düâları kabûl olmıyor. Bu şartları yapdıklarına güvendiğimiz Âlimlerin, Velîlerin düâ etmeleri için, onlara yalvarmak, niçin şirk olsun? Biz, Allahü teâlâ, sevdiklerinin rûhlarına işitdirir. Onların hâtırı için, istenileni yaratır diyoruz. Allahü teâlâ için hayvan kesiyor ve Kur ân-ı kerîm okuyoruz. Sevâbını meyyitin rûhuna gönderip ondan şefâ at, yardım istiyoruz. Ölü için ibâdet eden elbet müşrik olur. Allahü teâlâ için ibâdet edip, sevâbını ölüye bağışlıyan müşrik olmaz ve hiç suçlu olmaz. Bunları, arabça (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbı da çok güzel bildiriyor. Oradan türkçeye terceme ederek yirmidördüncü maddede bildirdik. Hazret-i Meryemin ve Esyed bin Hudayrın ve Ebû Müslim Abdüllah Havlânînin rahime-hümullahü teâlâ kerâmetlerini, kendisi de yazmakdadır. [Abdüllah-ı Havlânî rahmetullahi aleyh 62 de Şâmda vefât etdi.] Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ rûhlarından yardım isteriz. Çünki, Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhları, diri iken de, öldükden sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak Evliyâdan rahime-hümullahü teâlâ yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Ondan istemek olur. Vehhâbî kitâbının (Allâme) ismini verdiği ve yazılarını kendilerine sened olarak kullandığı İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de vefât etdi. Bunun (Kitâb-ür-rûh)da, (Bir kimse, bir kabri ziyâret edince, kabrde bulunan meyyit, ziyâret edeni bilir. Onun sesini işitir. Onunla ferâhlanır. Onun selâmına cevâb verir. Bu hâl, yalnız şehîdlere mahsûs değildir. Başkaları için de böyledir. Belli bir zemâna mahsûs da değildir. Her zemân böyledir) dediği, (El- Besâir)in yirmiikinci sahîfesinde yazılıdır. Vehhâbînin yukarıdaki yazısı kendi Allâmelerinin bu sözüne ters düşmekdedir. (El-besâir li-münkir-ittevessül-i bi-ehlil mekâbir) kitâbı Pâkistânda ve 1980 de İstanbulda basdırılmışdır. 9 - Kitâbının yüzyetmişdokuzuncu ve yüzdoksanbirinci sahîfesinde: (Yâ Fâtıma, benden dilediğin malı iste! Fekat, seni Allahü teâlânın azâbından kurtaramam! hadîs-i şerîfini yazıp, insandan, onun dünyâda yapabileceği şeyi istemek câizdir. Günâhların afv edilmesini, Cennete gidilmesini, Cehennemden, azâbdan kurtulmasını ve bunlar gibi, ancak Allahın yapacağı şeyleri, yalnız Allahdan istemek câizdir. İstigâse, ya nî sıkıntıdan kurtarması için, ancak Allahü teâlâya yalvarılır. Uzakda olanlardan ve ölülerden istigâse edilmez. Onlar işitmez. Cevâb veremez. Birşey yapamaz. Hazret-i Hüseyn ve babası, kabrlerinde ni metler içindedir. Ahmed Ticânî müşriki ve ibni Arabî ve ibni Fârıd gibi ma bûd tanı- 109
110 nanlar da, azâb içindedir. Birşey işitmezler. Peygamberden de istigâse edilemez. Busayrî ve Ber î kasîdelerinde Resûlullahı övmekde taşkınlık yaparak, küfre, şirke sürüklenmişlerdir) diyor. Kitâbının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü sahîfesinde, (Ölünün veyâ uzakda olanın düâsının fâide vereceğine ve zararları gidereceğine inanmak, yâhud ona düâ edenlere şefâ at edeceğine inanmak şirkdir. Allahü teâlâ Peygamberini bu şirki yok etmek için ve böyle müşriklerle harb etmek için gönderdi) diyor. Feth-ul mecîd kitâbı, kendi kendini yalanlamakdadır. İkiyüzbirinci sahîfesinde, (Allahü teâlâ, göklerde his ve ma rifet yaratır. Allahdan korkarlar. Her zerre Allahı zikr etmekde, Ondan korkmakdadırlar) diyor. Buna karşılık Peygamberler ve Evliyâ, mezârlarında his etmezler, işitmezler demekdedir. (Mir ât-ı Medîne) kitâbını yazan Eyyûb Sabri Pâşa rahimehullahü teâlâ, 1308 [m. 1890] de vefât etmişdir. Diyor ki: İslâm âlimleri, her zemân Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan lutf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yer yüzüne indirildiği vakt, (Yâ Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm hurmetine afv eyle!) demişdi. Allahü teâlâ, bu düâyı kabûl buyurmuşdu ve (Sen, sevgili Peygamberim olan Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben Onu dahâ yaratmadım!) buyurunca, (Beni yaratdığın zemân, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı ilâhînin kenârlarında (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılı olduğunu görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların en üstünü olduğunu anladım. Muhammed aleyhisselâmı herkesden çok sevmemiş olsaydın, Onun ismini, kendi adının yanına yazmazdın) dedi. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Doğru söyledin. Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan dahâ sevgili, hiç kimse yaratmadım. Onu yaratmak istemeseydim, seni yaratmazdım. Onun hurmeti için afv dileyince, düânı kabûl edip, seni afv etdim) cevâbını verdi. İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullahdan düâ istedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de (İstersen düâ ederim. Fekat, sabr edip katlanırsan, senin için dahâ iyi olur) buyurdu. (Sabr etmeğe gücüm kalmadı. Düâ etmeniz için yalvarırım) dedi. (Öyle ise, abdest alıp şu düâyı oku!) buyurdu. Bu düâ, arabî (Ed-dürer-üsseniyye) ve (El-Fecr-üs-sâdık) kitâbları ile (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) şerhinde ve bu ikisinin türkçe tercemesi olan (Ni met-i islâm) kitâbında, (hâcet nemâzı) sonunda yazılıdır. O kimse, bu düâyı okuyunca, Allahü teâlâ kabûl buyurarak gözlerinin açıldığını, hadîs âlimlerinden imâm-ı Nesâî ra- 110
111 hime-hullahü teâlâ [1] bildiriyor. Bunu imâm-ı Hasen de tasdîk etmişdir. Vehhâbîlerin inanmamaları için hiçbir sebeb yokdur. Bunu haber veren Osmân bin Hanîf, ayrıca diyor ki, Osmân bin Affân radıyallahü anhümâ halîfe iken, büyük sıkıntısı olan bir kimse, Halîfenin karşısına çıkmağa utandığı için, bana dert yanmışdı. Ben de, hemen abdest al! Mescid-i se âdete git! Şu düâyı oku diyerek, yukarıda yazılı kimsenin okuyarak gözlerinin açıldığı düâyı okumasını söyledim. Adamcağız, düâyı okudukdan sonra, Halîfenin bulunduğu yere gider. Halîfeye çıkarılır. Halîfe, bunu seccâdesi üstüne oturtup, derdini dinler ve kabûl eder. Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce sevinerek, Osmân bin Hanîfi bulup, (Allahü teâlâ senden râzı olsun! Halîfeye sen söylemeseydin, sıkıntıdan kurtulamıyacakdım) der. Osmân bin Hanîf radıyallahü anh ise, (Ben Halîfeyi görmedim, işinin çabuk yapılması, sana öğretdiğim düâdandır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, o düâyı bir a mâya öğretirken işitmişdim. Vallahi a mânın, Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ayrılmadan önce, gözleri açılmışdı) dedi. Hazret-i Ömer radıyallahü anh halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilâl bin Hars radıyallahü teâlâ anh, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem türbesine gidip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin açlıkdan ölmek üzeredir. Yağmur yağması için vesîle olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem o gece rü yâsında görünüp, (Halîfeye git! Benden selâm söyle! Yağmur düâsına çıksın!) buyurdu. Hazret-i Ömer, yağmur düâsına çıkıp, yağmur yağmaya başladı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin hâtırı için diyerek yapılan düâları kabûl buyurmakdadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini bildirmişdir. Bunun için, bir kimse, (Allahümme innî es elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ) diyerek bir düâ etse, düâsı red olunmaz. Bununla berâber, ufak tefek dünyâ işleri için, Resûlullahı sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vesîle etmek, edebe uygun olmaz. Burhâneddîn İbrâhîm Mâlikî rahime-hullahü teâlâ 799 [m. 1397] de vefât etmişdir. Buyuruyor ki, çok aç olan fakîr bir kimse, hucre-i se âdete gidip, (Yâ Resûlallah! Karnım açdır) dedi. Az sonra, birisi gelip, fakîri evine götürdü, karnını doyurdu. Fakîr, yapdığı düânın kabûl olduğunu söyleyince, (Kardeşim! Çoluk ço- [1] Ahmed Nesâî 303 [m. 915] de Remlehde vefât etdi. 111
112 cuğundan ayrılıp, uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullahı ziyâret için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullahın huzûruna çıkmak yakışır mı? O yüksek huzûrda, Cenneti ve sonsuz ni metleri istemeli idin! Burada istenilen şeyleri Allahü teâlâ red etmez) dedi. Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem ziyâret etmek şerefine kavuşanlar, kıyâmet gününde şefâ at etmesi için, düâ etmelidir. İmâm-ı Ebû Bekr-i Makkarî rahime-hullahü teâlâ bir gün, imâm-ı Taberânî ve Ebû Şeyh rahime-hümullahü teâlâ [1] ile mescid-i se âdetde oturuyorlardı. Birkaç günden beri acıkmışlardı. Yatsı nemâzından sonra, imâm-ı Ebû Bekr artık dayanamıyarak, (Açım yâ Resûlallah!) dedikden sonra, bir köşeye çekildi. İki arkadaşı kitâb okuyorlardı. Seyyidlerden bir zât, iki hizmetçisi ile gelerek, (Kardeşlerim! Dedem Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem açlıkdan yardım istemişsiniz. Biraz uyumuşdum. Sizi doyurmamı emr buyurdu) dedi. Getirdiklerini birlikde yidiler. Artanını bunlara bırakıp gitdi. [Ebül-Kâsım Süleymân Taberânî rahmetullahi aleyh, hadîs imâmıdır. 260 da Taberiyyede tevellüd, 360 [m. 971] de İsfehânda vefât etdi.] Ebül Abbâs bin Nefîs rahime-hullahü teâlâ a mâ idi. Üç gün aç kaldı. Hucre-i se âdete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa çekildi. Az zemân sonra, biri gelip, bunu evine götürdü. Karnını doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah efendimizi rü yâda gördüm. Seni doyurmamı emr etdi. Aç kaldığın zemânlar, bize gel!) dedi. İslâm âlimlerinden imâm-ı Muhammed Mûsâ bin Nu mân Merâkîşî Mâlikî rahime-hullahü teâlâ 683 [m. 1284] de vefât etdi. (Misbâh-uz-zulâm fil-müstegîsin bi-hayr-il-enâm) adındaki kitâbında, Resûlullahı sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vesîle ederek murâdlarına kavuşanları yazmakdadır. Bunlardan biri, Muhammed bin Münkedirdir rahime-hullahü teâlâ. Muhammed diyor ki, bir adam, babama seksen altın bırakıp cihâda gitmişdi. Bunları sakla! Çok muhtâc olana da yardım edebilirsin demişdi. Medînede kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıkdan bunalanlara dağıtdı. Altınların sâhibi gelip istedi. Babam, bir gece sonra gel dedi. Hucre-i se âdete gidip, sabâha kadar Resûlullaha yalvardı. Gece yarısı, bir adam gelip, (Uzat elini!) demiş, bir kese altın verip, sonra hiç görünmemişdir. Babam evde altınları sayıp, seksen aded olduğunu görünce, sevinerek hemen sâhibine vermişdi. [1] Ebuşşeyh bin Hayyân Abdüllah İsfehânî 369 [m. 979] da vefât etdi. 112
113 İbn-i Celâh rahime-hullahü teâlâ Medînede fakîr düşmüşdü. Hucre-i se âdete geçip, (Yâ Resûlallah! Bu gün sana müsâfir geldim. Karnım çok açdır) dedi. Bir kenâra çekilip uyudu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem rü yasında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yimeğe başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum. Ebül-Hayr Akta rahime-hullahü teâlâ Medînede beş gün aç kalmışdı. Hucre-i se âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü yâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyy-ül Mürtezâ radıyallahü teâlâ anhüm ecma în vardı. Hazret-i Alî gelip, yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalkdı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yimeğe başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum. Ebû Abdüllah Muhammed bin Ber a rahime-hullahü teâlâ diyor ki, babam ile Mekkede parasız kaldık. Ebû Abdüllah bin Hafîf rahime-hullahü teâlâ de yanımızda idi. Medîneye geldik. Ben çocukdum. Acıkdım diyerek ağlardım. Babam dayanamadı. Hucre-i se âdete gelip, (Yâ Resûlallah! Bu gece sana müsâfiriz) dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, Resûlullah elime para verdi dedi. Avucunu açdı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem de sadaka verdik. Râhatça Şîrâzda evimize geldik. [Ebû Abdüllah Muhammed bin Hafîf rahmetullahi aleyh 371 [m. 981] de vefât etmişdir.] Ahmed bin Muhammed Sôfî rahime-hullahü teâlâ diyor ki, Hicâz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîneye geldim. Hucre-i se âdet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem görünüp, (Ahmed geldin mi? Avucunu aç!) buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. [Ebül-Abbâs Ahmed bin Muhammed Vâ iz Endülüsî rahmetullahi aleyh 671 [m. 1284] de Mısrda vefât etdi.] Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara birşey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de, susmakdır. Âşıklardan biri, Kabr-i se âdetin yanında, her sabâh ezân okur, nemâz uykudan dahâ iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullahın sallallahü teâlâ a- 113 Kıyâmet ve Âhıret - F:8
114 leyhi ve sellem huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu döğdü. Bu da, (Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı?) dedi. Biraz sonra döğen kimsenin felc olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. Bunu, hâfız Ebül-Kâsım rahime-hullahü teâlâ kitâbında yazmakdadır. Sâbit bin Ahmed Bağdâdî rahime-hullahü teâlâ de, bunu gördü demekdedir. [Ebül-Kâsım Alî ibni Asâkir 571 [m. 1176] de Şâmda vefât etdi.] İbnün-Nu mân rahmetullahi aleyh [1] kitâbında diyor ki, İbnüs-Sa îd rahime-hullahü teâlâ ve arkadaşları Medînede parasız kalmışlardı. Hucre-i se âdeti ziyâretden sonra, (Yâ Resûlallah! Paramız bitdi. Yiyeceğimiz kalmadı!) deyip çekildi. Mescid kapısından çıkarken, birisi bunu evine götürüp, bol bol hurma ve para verdi. Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî rahime-hullahü teâlâ diyor ki, Medînede üç gün kaldım. Minber önünde, iki rek at nemâz kılıp, (Ey yüce ceddim! Açlığa dayanamıyacak hâle geldim!) dedim. Biraz sonra, birisi gelip, bir tepsi yiyecek getirdi. Pişmiş et, tereyağı ve ekmek vardı. Bana birisi yetişir dedim ise de, hepsini yiyiniz! Bunları Resûlullahın emri ile getirdim. Çocuklarım için hâzırlamışdım. Rü yâda Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem gördüm. (Bir parçasını da, Mesciddeki din kardeşine götür yisin!) buyurdu. Şerîf Mühessir Kâsımî rahime-hullahü teâlâ, Hucre-i se âdetin Şâm tarafındaki teheccüd mihrâbı önünde uyumuşdu. Ânsızın kalkıp, Hucre-i se âdetin önüne geldi. Gülerek geri gitdi. Mescid-i Nebî hizmetcilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb, mihrâb yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç günden beri evimde yiyecek yokdu. Hazret-i Fâtımanın makâmında, yâ Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem! Aç kaldım demiş, buraya gelip uyumuşdum. Rü yâda, yüce Ceddim, bir kâse süt verdi. İçdim. Uyandım. Kâse elimde idi. Teşekkür için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkden, lezzetden güldüm. İşte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulâm) kitâbı bunu uzun yazmakdadır. Alî bin İbrâhîm Busrî rahmetullahi aleyh diyor ki, Abdüsselâm bin Ebî Kâsım Sahâbî radıyallahü teâlâ anh, Hucre-i se âdet önünde durup, (yâ Resûlallah! Mısrdan geldim. Beş aydır sana müsâfirim. Kaç gündür aç kaldım. Allahü teâlâdan yiyecek is- [1] Ebû Nu aym Ahmed İsfehânî şâfi î 430 [m. 1039] da vefât etdi. 114
115 terim) dedi. Bir yana çekilip oturdu. Bir kimse gelip, Hucre-i se âdete selâm verdikden sonra, Abdüsselâmın elinden tutup, çadırına götürdü. Yemek ikrâm eyledi. Biraz yidi. Medînede bulunduğu zemân, bu adam onu çadırına götürür doyururdu. İmâm-ı Semhûdî rahime-hullahü teâlâ kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı. Hucre-i se âdet önüne gelip, yâ Resûlallah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Anahtarımı düşürdüm. Evime gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum. Acabâ sizin mi dediğini, (Medîne târîhi) adındaki kendi kitâbında yazmakdadır. [Nûreddîn Alî bin Ahmed Semhûdî, 911 [m. 1505] de vefât etdi. (El-vefâ) ve (Hülâsat-ül-vefâ) kitâblarında Medîne-i münevvereyi anlatmakdadır.] Şeyh Sâlih Abdülkâdir rahime-hullahü teâlâ buyuruyor ki, Medîne-i münevverede birkaç gün aç kaldım. Hucre-i se âdeti ziyâretden sonra, Resûlullahdan ekmek, et, hurma istiyecek kadar ileri gitdim. Sonra, (Ravda-i mutahhera)da iki rek at nemâz kılıp, bir yanda oturdum. Biraz sonra, kibar bir kimse gelip, evine götürdü. Et kızartması, ekmek ve hurma yidirdi. Dedi ki, (Öğle vakti (Kaylûle) sünnetini yapmak için uyumuşdum. Rü yâda, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz göründü. Bu yemekleri size vermemi söyledi.) Seyyid Ahmed Medenî, (Delâil-ül-hayrât) kitâbının sâhibi olan Süleymân Cezûlînin rahime-hullahü teâlâ [1] soyundandır. (Mir ât-ı Medîne) kitâbının yazıldığı 1301 [m. 1883] senesinde sağ idi. Babası fakîr imiş. Çocuk, elma, armut, hurma gibi şeyler isteyince, satın alamazmış. Oyalamak için, git Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem iste dermiş. Hucre-i se âdet kapısına gidip, dilediğini istermiş. Şebeke-i se âdetin iç tarafından bunlar uzatılır, alır yirmiş. Kilisli Mustafâ Işkî efendi rahime-hullahü teâlâ (Mevârid-i Mecîdiyye) târîh kitâbında diyor ki, Mekkede yirmi sene kaldım. 1247 [m. 1831] senesinde altmış altın birikdirip, çoluk çocuk ile Medîneye geldik. Paralar yolda bitdi. Bir tanıdığıma müsâfir olup, Hucre-i se âdete geldim. Resûlullahdan sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir beğ gelerek, benim için bir ev kirâladığını söyledi. Eşyâlarımı oraya taşıtdı. Bir senelik kirâ bedelini ödedi. Birkaç ay sonra, bir ay hasta yatdım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin yar- [1] Süleymân Cezûlî Muhammed şâzilî mâlikî 870 [m. 1465] de şehîd oldu. 115
116 dımı ile dama çıkıp, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyâlık istemekden utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim. Ertesi gün, bir kimse gelip, filân efendi bu altınları sana hediyye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıkdan kurtulamadım. Yardımla Hucre-i se âdet önüne gelip, Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak çıkdım. Fekat, para bitmişdi. Çoluk çocuğu karanlıkda bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı nemâzından sonra, sıkıntımı Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem söyledim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde, beheri dokuz kuruşluk kırkdokuz altın vardı. Mum ve lüzûmlu şeyleri aldım, eve geldim. Mustafâ Işkî efendi diyor ki, oğlum Muhammed Sâlih kundakda iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hucre-i se âdete götürdüm. Perde eteğine bırakdım. (Allahümme innî es elüke ve eteveccehü ileyke bi-nebiyyinâ ve seyyidinâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem Nebiyyirrahme, yâ seyyidinâ, yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem! İnnî eteveccehü ilâ Rabbike ersil mürdiate li-hâzel-ma sûm) diyerek düâ etdim. Sabâh erken, Şerîf isminde bir subay gelip, (Efendim! Üç aylık kızım vefât etdi. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acâba, süt anası arıyan var mı?) dedi. Çocuğu gösterdim. Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın rızâsı için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Zevcem de, buna sevinir dedi. Çocuğu götürdü. Yine diyor ki, (1257) senesinde çok sıkıntı çekdim. İstanbula gitmeği düşündüm. (Regâib) gecesinde, Ravda-i mutahheranın bir köşesinde oturdum. Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem izn istemek için, gönlümü Hucre-i se âdete bağladım. Uyumuşum. Rü yâda bir ses, üç kerre (İstanbula git. Mustafâ pâşaya müsâfir ol!) dedi. Eve gitdim. Çoluk çocuğa vedâ edip yola çıkdım. İskenderiye şehrine kadar yürüdüm. Vapur param yokdu. Çok sıkıldım. (İşlerinizi şaşırıp, sıkıldığınız zemân, kabrdekilerden yardım isteyiniz!) hadîs-i şerîfini hâtırladım. (Kasîde-i bürde) yazarı olan imâm-ı Busayrînin rahime-hullahü teâlâ türbesine gitdim. Ziyâret etdim. Allahü teâlânın sevgili kullarından olan bu zâtın mubârek rûhunu vesîle ederek, Cenâb-ı Hakdan yardım diledim. [İmâm-ı Muhammed Busayrî, 695 [m. 1295] de vefât etmiş- 116
117 dir.] Dışarı çıkınca, Serezli Ahmed Beğ adında birisi ile karşılaşdım. Beni arıyormuş. (Efendim, Osmânlı devlet adamlarından Sa îd Muhîb efendi rahime-hullahü teâlâ yola çıkdığınızı işitip, sizi görmekle şereflenmek istiyor. Zahmet buyurup, gelirseniz, çok sevinecekdir) dedi. Konağa gitdik. Muhîb efendi, büyük bir nezâket ile ve saygı ile karşıladı. (Kabûl buyurursanız, vapurla İstanbula birlikde gidelim) dedi. Ertesi gün, Mısr vâlisi Muhammed Alî pâşadan rahime-hullahü teâlâ üç kese para geldi. Vapurla İstanbula geldik. Yirmibir gün, vapurda karantinada kaldık. Cum a günü, vapurdan çıkınca, doğru Eyyûb sultâna gitdim. Hâlid bin Zeyd hazretlerini radıyallahü teâlâ anh [1] ziyâret edip, kendisine garîb bir müsâfir olduğumu kalbimden geçirip, yardım etmesi için yalvardım. Eyyûb câmi inde, Cum a nemâzını kıldıktan sonra, cemâ at ile birlikde türbeye girdik. Bir yanda oturdum. Bilmediğim bir zât, (Nereye gideceğiz? Emr ediniz efendim!) dedi. Arkamdan, birisi, sırtıma yumruk vurup (emr olunan yere) dedi. Yolda giderken: - Arkama yumruk vuran kim idi dedim. - Onun ismi Mahmûddur. Eyyûb ehâlisi, kendisine meczûb derler dedi. - Beni nereye götürüyorsunuz dedim. - Bendeniz, eski ser kâtib-i yârî ve şimdi ser asker (Harbiye nâzırı) olan Mustafâ Nûri pâşanın rahime-hullahü teâlâ adamıyım. Sizi bulmağı emr buyurdu. - Mustafâ pâşa ile tanışmıyoruz. Acabâ, niçin böyle emr verdiler? - Orasını bilemem. Adınızı saygı ile söyliyerek, sizi beklediklerini bildirdiler. - Beni bilmez idin. Eyyûbde hiç bilen de yokdur. Acabâ yanlışlık olmasın dedim. - Hayır efendim! Pâşa hazretleri beni gönderirken, (Bugün Eyyûbde, Cum a nemâzından sonra, şöyle mubârek bir zât bulacaksın. Saygı ile, edeb ile, alıp buraya getir) dedi. Şeklinizi anlatdı dedi. Bu sözleri işitince, Mustafâ pâşanın ma nevî bir işâret aldığını düşündüm. Karşısına çıkınca, büyük bir nezâket ile ve edeb ile karşıladı. Efendim, benim müsâfirimsin. İstediğin kadar kalırsın. [1] Hâlid bin Zeyd Ensârî 50 [m. 670] de İstanbulda vefât etdi. 117
118 Dilediğin yerleri gezer, dolaşır, yine gelirsin dedi. Bir odaya yerleşdirdi. Emrime birkaç hizmetçi verdi. Ertesi gün, şeyh Abdülkâdir Mevlevî tekkesinin ziyâret günü imiş. Gidip bir yanda oturdum. Biri gelip edeb ile, (Efendi hazretleri! Mubârek isminiz nedir? Ne zemân geldiniz? Kimin yanında müsâfirsiniz?) dedi. Cevâblarımı dinleyip gitdi. Akşam dönüşde, Mustafâ pâşa hazretlerine bu soruları anlatdım. (Yüce pâdişâhımız rahime-hullahü teâlâ, bugün orasını şereflendirdiler. Kendileri Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan müslimânları çok sever ve sayarlar. Soran kimsenin pâdişâhımız efendimiz tarafından gönderilmiş olmasını sanırım) buyurdu. Pâdişâhımızın mubârek yüzünü görmekle şereflenebilir miyim dedim: Evet, Cum a nemâzı kıldıkları selâmlığa giderseniz, o şerefe kavuşabilirsiniz dedi. Beni, Cum a selâmlığına gönderdi. Selâmlık merâsimi, Beğlerbeği Câmi î şerîfinde idi. Bir yana durup, sultânın mubârek cemâlini görmek için bekledim. Pâdişâhımızın hakkı gören mubârek gözleri, bu âşık fakîre ilişince, şahlanarak giden atını durdurdu. Ser asker pâşayı gönderdi. Ser asker pâşa gelip, (Işkî efendi! Pâdişâhımız selâm söylediler! Size üçyüz kuruş ma âş irâde buyurdular. Çoluk çocuğu düşünerek üzülmesin! İstanbulun her yerini gezsin, görsün buyurdular) dedi. Sultân Abdülmecîd hân rahime-hullahü teâlâ efendimizin bu şâhâne fermânlarının, her zemân işitmiş olduğum keşf ve kerâmetlerinden biri olduğunu anlıyarak, çoluk çocuk düşüncesinden kurtuldum. Birkaç ay sonra, Medîne-i münevvereye döndüm. Çoluk çocuğumu râhat ve sevinç içinde buldum. Meğer, Pâdişâh Abdülmecîd hân rahime-hullahü teâlâ hazretleri, benim adım ile, çoluk çocuğuma üçbin kuruş göndermiş. Arkamdan da, yedi bin kuruş dahâ göndererek, hepimizi sevindirdiler. Bütün müslimânlar gibi, biz de, her nemâzda o mubârek pâdişâha düâ eyledik. Abdülmecîd hân rahmetullahi aleyh [1] hazretlerinin ihsânlarını ve kerâmetlerini anlatmakla şereflenmek için, şu kıt ayı her yerde okur oldum: Şehinşâh-ı mu azzam hazret-i Abdülmecîd hâna, Nasıl arz-ı hâl eylesem diye düşdümdü feryâda, Kerâmeti çok, ihsânı bol, ol şâh-ı cihân ârâ, Gönlümü anladı, bildi, bir fakîr gelmiş üftâde. Kerâmetidir beni kaldırdı hâk-ı mezelletden, Mu azzez eyledi fakîri, rağmen çeşm-i hüssâde. [1] Abdülmecîd hân 1277 [m. 1861] de vefât etdi. 118
119 Işkî efendinin gitmiş olduğu Beşiktaş Mevlevî-hâne tekkesi idi. Sonradan, Eyyûbde Behâriye caddesindeki tekkeye taşınmışdır. O zemân, tekke şeyhi Abdülkâdir dede imiş. Işkî efendi, büyük bir zât olmalıdır. Çünki, Hucre-i se âdet önünde her ne dilemişse, kabûl olmuşdur. Bahriye şûrâsı kâtiblerinden hâcı Tevfik beğ rahime-hullahü teâlâ, Medîne-i münevverede iken, gözleri pek ağrımışdı. Hucre-i se âdeti ziyâret edip, ağrıdan kurtulması veyâ İstanbula gitmesi için düâ etmiş, evine dönmüşdü. Arkasından evine Işkî efendi gelip gözlerine okumuş, üflemiş, ağrı hemen kalmamışdır. İstanbullu bir kimse yedi sene Medînede kalıp, her gün (Ravda-i mütahhera) denilen yerde (Delâil-i hayrât) kitâbını okurdu. Fekat Delâil-i şerîfi, ne zemân okumağa başlasa, üstü temiz, güzel kokulu, sakalı, bıyığı sünnete uygun olarak kesilmiş bir ihtiyârı yanında görürmüş. İstanbula döneceği zemân, Hucre-i se âdetin önünde düâ ederken, (Yâ Resûlallah! Biliyorsun ki, bu mubârek yerde, her gün Delâil-i şerîf okuyup bitirdim. Kabûl olduğunu anlıyamadım. O mubârek kitâbı okurken, acabâ gerekli saygıyı yapamadım mı?) dedi. Bir kenâra oturdu. Uyuyuverdi. Rü yâda, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin (Muvâcehe-i se âdet) penceresinden bir kâse süt ihsân buyurduğunu görerek, hemen alıp içer, uyandığı zemân, yanında o güzel kokulu ihtiyâr görünerek (âfiyet olsun kardeşim) der ve gider. Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem vesîle ederek yapılan düâların kabûl olduğunu bildiren ve misâller veren, nice kitâblar yazılmışdır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilînin rahime-hullahü teâlâ (Beyân-ı intisâr) kitâbında şaşılacak çok şeyler yazılıdır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilî İskenderî 732 [m. 1332] de vefât etdi. Mâlikî idi. İbni Muhammed Eşbilî rahime-hullahü teâlâ diyor ki, İspanyada Gırnata şehrinde, eski bir arkadaşımın evinde müsâfir idim. Arkadaşım hasta oldu. Yaşamasından ümmîd kesildi. O zemân vezîr olan İbnül-Hisâl rahime-hullahü teâlâ hastayı ziyârete geldi. Hucre-i se âdete götürüp bırakmak üzere bir mektûb yazdı. Hastanın iyi olması için Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem yardım diledi. Hasta, birkaç gün sonra iyi oldu. (Şakâyık-i Nu mâniyye) [1] kitâbının tercemesinde ikinci cildde [1] Şakâyık müellifi Taşköprü-zâde Ahmed bin Mustafâ 968 [m. 1561] de İstanbulda vefât etdi. 119
120 diyor ki, Osmânlı devletinin ilk Şeyh-ul-islâmı ve zemânının müceddidi olan büyük islâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Muhammed bin Hamza Fenârînin rahime-hullahü teâlâ gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz (Tâhâ sûresini tefsîr eyle!) buyurdukda, (Yüksek huzûrunuzda, Kur ân-ı kerîmi tefsîr etmeğe gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor) demiş. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz, mubârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mubârek tükrüğü ile ıslatdıkdan sonra, gözleri üzerine koymuşdur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeğe başlamışdır. Allahü teâlâya hamd ve şükr etmişdir. Pamuk-ipliklerini saklayıp, öldüğü zemân gözleri üzerine konmasını vasiyyet etmişdir. 834 [m. 1431] de Bursada vefât edince, vasıyyetini yerine getirdiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan düâlar kabûl olduğundan, müslimânların halîfesi, hazret-i Ömer radıyallahü teâlâ anh, Medînede kıtlık olunca, Abbâs bin Abdül Muttalibi radıyallahü teâlâ anh vesîle edinerek yağmur düâsına çıkdı ve (Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberini sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem vesîle yaparak düâ ederiz! Resûlünün muhterem amcası hurmetine, senden yağmur isteriz! Düâmızı kabûl buyur!) demişdir. Hazret-i Ömer radıyallahü anh halîfe iken, bir dahâ kıtlık olmuşdu. Kâ b-ül-ahbâr rahime-hullahü teâlâ hazretleri, (Yâ Emîrel mü minîn! İsrâîl oğulları zemânında, kıtlık olunca, Peygamberleri vesîle ederek düâ olunurdu) dedi. Bunun üzerine, hazret-i Ömer, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem minberine çıkıp, (Yâ Rabbî! Peygamberinin amcasını vesîle ederek sana yalvarırız ve onun hurmeti için senden mağfiret ve ihsân dileriz) demişdir. Cemâ ate dönüp, (Rabbinize düâ ediniz! O, düâları kabûl edicidir) demişdir. Halîfenin bu emri üzerine, hazret-i Abbâs, uzun bir düâ yapdı. Düâ bitmeden önce, yağmurdan Medîne sokakları sudan geçilemez oldu. O gün, hazret-i Abbâsın adı (Sâkî-i Harameyn) oldu. Resûlullahın şâiri olan Hassân bin Sâbit radıyallahü anhümâ o gün, hazret-i Abbâsı öven bir şi r okudu. Abbâsî halîfelerinin ikincisi Ebû Ca fer Mensûr, [1] Mescid-i Nebevî içinde imâm-ı Mâlik rahime-hullahü teâlâ ile konuşuyorlardı. Ey Mensûr! Burası Mescid-i se âdetdir! Hafîf sesle söyle! [1] Ebû Ca fer 158 [m. 773] de Mekkede vefât etdi. 120
121 Hak teâlâ, Hucurât sûresinde meâlen, (Sesinizi Resûlullahın sesinden dahâ yüksek yapmayınız!) buyurarak bir cemâ ati azarlamışdır. (Resûlullahın yanında hafîf sesle konuşanlar) âyet-i kerîmesi ile de, hafîf konuşanları övmüşdür. Resûlullaha, öldükden sonra saygı göstermek, sağ iken saygı göstermek gibidir dedi. Mensûr, boynunu bükerek, yâ Ebâ Abdüllah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa Kabr-i se âdete karşı mı durmalı dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri, Resûlullahdan yüzünü çevirme! Kıyâmet gününün şefâ atçısı olan o yüce Peygamber sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Kıyâmet günü, senin ve baban Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesîle olacakdır. Kabr-i se âdete dönerek ve Resûlullahın mubârek rûhuna sarılarak şefâ at dilemelisin! Nisâ sûresinde altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Nefslerine zulm edenler, sana gelip, Allahü teâlâdan afv dilerse ve Resûlüm de, onlar için afv dilerse, Allahü teâlâyı, tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahı vesîle edenlerin tevbelerinin kabûl olunacağını söz vermekdedir dedi. Bunun üzerine, Mensûr, olduğu yerden kalkıp, Hucre-i se âdet önünde durdu. (Yâ Rabbî! Bu âyet-i kerîmede, Resûlünü vesîle edenlerin tevbesini kabûl edeceğine söz verdin. Ben de, yüce Peygamberinin sallallahü aleyhi ve sellem yüksek huzûruna gelip Senden afv diliyorum. Kendisi sağ iken afv dileyip afv buyurduğun kulların gibi, beni de afv eyle! Yâ Rabbî! Nebiyyür-rahme olan yüce Peygamberini vesîle edinerek sana yalvarıyorum. Ey Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm! Sana tevessül ederek, Rabbime yalvardım. Yâ Rabbî! O yüce Peygamberi bana şefâ atçı eyle!) diyerek yalvarmağa başladı. Arkası kıbleye, yüzü (Muvâcehe-i se âdet) penceresine karşı ayakda durup, düâ eyledi. Minber-i nebevî sol tarafında kalmışdı. DİKKAT - İmâm-ı Mâlikin [1] Mensûr halîfeye rahime-hümullahü teâlâ verdiği nasîhat (Hucre-i se âdet) önünde düâ edenlerin çok uyanık olmaları lâzım geldiğini göstermekdedir. O makâma uygun edebi ve saygıyı gösteremiyecek olanların, Medîne-i münevverede çok kalmaları doğru olmaz. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh, (Biz Bağdâdda, kalbimiz burada olmak; biz burada, kalbimiz Bağdâdda olmakdan dahâ iyidir) buyurdu. Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce [1] Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 179 [m. 795] de Medînede vefât etdi. 121
122 kalmış, evlenmiş ve Hucre-i se âdetde belli bir hizmet yaparmış. Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurtdan ayran yapdırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. O gece, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, (Şeyh-ul-Harem) efendiye rü yâda görünüp, o kimsenin yapdığı işin başkasına verilmesini emr buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmakdadır deyince, (O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!) buyurmuşdur. Ertesi gün, bu emr bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmişdir. Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhud edebe uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır. Hucre-i se âdeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır. Gönlünde dünyâ düşünceleri bulunmamalıdır. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu ve derecesinin yüksekliğini düşünmelidir. Dünyâ işlerini ve büyük kimselerle görüşüp fâide sağlamağı ve alış veriş düşünenlerin düâları kabûl olmaz. Dileklerine kavuşamazlar. Hucre-i se âdeti ziyâret etmek çok şerefli bir ibâdetdir. Buna inanmıyanların, müslimânlıkdan çıkmalarından korkulur. Çünki bunlar, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bütün müslimânlara karşı gelmiş olur. Mâlikî âlimlerinden birkaçı, Resûlullahı sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ziyâret etmek vâcibdir demiş ise de, müstehab olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. 10 - Kitâbın ikiyüzsekizinci sahîfesinde diyor ki: (İbni Kayyım-i Cevziyye dedi ki, şirkin çeşidleri vardır: Muhtâc olduğu şeyleri ölüden istemek, ölülerden istigâse etmek de şirkdir. Ölü iş yapamaz. Kendine lâzım olan şeyi yapamaz ve zarar veren şeyi gideremez ki, başkalarına fâidesi olsun. Kendisi için Allaha şefâ at etmesini ölüden istemek de şirkdir. Allah izn verirse, ölü şefâ at edebilir. Onun ölüye yalvarması, Allahın izn vermesi için sebeb olmaz. Bu müşrik, izne mâni olan birşey ile şefâ at istemekdedir) diyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın şefâ at edemiyeceklerini bildirdiği şeylerden, ya nî putlardan, tapınılan, şerîk edilen şeylerden, şefâ at istemek yasak edilmişdir. Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât, Velîlerin, âlimlerin rahime-hümullahü teâlâ şefâ at edecekleri bildirilmişdir. Bunların şefâ at etmeleri için, kendilerine yalvarmak, Kur ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmış 122
123 olmağı göstermekdedir. Evet, şefâ at, Allahü teâlânın izn vermesi ile olacak. Fekat, izn vereceği kimseleri, Kur ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bildirmekdedir. Bunlar da, dilediklerine, râzı olduklarına, şefâ at edeceklerdir. (Vedduhâ) sûresinde, (Rabbin sana, râzı oldum deyinceye kadar, her istediğini verecek) buyurması da, bunu göstermekdedir. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ [1] (Fıkh-ı ekber) kitâbının ondördüncü maddesinde, (Peygamberler ve âlimler, sâlihler, büyük günâhı olanlara şefâ at edip, Cehennemden kurtaracaklardır) buyurdu. (Fıkh-i ekber)in, (Kavl-ülfasl) şerhinde, bu husûsda geniş bilgi vardır. Evliyâya yalvarmak, Allahü teâlânın, onlara izn vermesi için değil, izn verdiği zemân bize de şefâ at etmeleri içindir. Bu inceliği anlıyamıyan bir kimse, sapıtmakda, şefâ at istiyen milyonlarca müslimâna kâfir damgası basmakdadır. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem mü minlere şefâ at edeceğini buyurduğunu, müşriklere şefâ at edilmiyeceğini, kendi kitâbları da yazıyor. Ölülerden şefâ at istemenin şirk olduğunu kendisi uyduruyor. Bu müşriklere şefâ at edilmiyeceğini Kur ân-ı kerîm bildiriyor diyerek, Allahü teâlânın kitâbını kendine yalancı şâhid göstermeğe kalkışıyor. 11 - Kitâbın ikiyüzonaltıncı, ikiyüzyirminci ve ikiyüzyirmidördüncü sahîfelerinde, Resûlullahın amcası Ebû Tâlib için gelmiş o- lan, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini hidâyete getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ, dilediğini hidâyete kavuşdurur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerîmesini yazıp, kalbleri küfrden, fıskdan îmâna ve itâ ate ancak Allahü teâlânın çevireceğini bildirdikden sonra: (Tesavvuf büyüklerinden talebesinin kalbine girerek, kalbinde olanları bildiklerini ve kalbini dilediği gibi çevirdiklerini söyliyenler yalancıdır. Bunlara inananlar da, Allaha ve Peygamberlere inanmamış olur. Allahdan başka tapınılan herşeye (Vesen) denir. Kabr, türbe de vesendir. Meselâ, Mısrlıların en büyük ma bûdları Ahmed Bedevîdir. Adı belli olmadığı gibi, bir üstünlüğü, ilmi ve ibâdeti de bilinmiyor. Birgün câmi e girip, bevl yapmış. Nemâz kılmadan çıkmış olduğunu Sahâvî, İbni Hayyandan haber veriyor. Bunu iki cihânda tesarruf eder, yangınları söndürür. Fırtınada olan gemileri kurtarır sanıyorlar. İlâh, Rab ve gaybleri bilir diyorlar. Uzakdan işitir ve dilekleri yapar diyor, türbesinin toprağına secde ediyorlar. Ammân ve Irak ehâlisi de Abdülkâdir Geylânîye böyle tapınıyorlar. Muhyiddîn-i Arabî, yeryüzünün en büyük kâfiridir) diyor. [1] Ebû Hanîfe Nu mân bin Sâbit 150 [m. 767] de Bağdâdda şehîd edildi. 123
124 Tesavvuf büyükleri, Allahü teâlânın, hidâyetlerini ve se âdetlerini dilemiş olduğu, azâbdan kurtulacaklarını ezelde takdîr etmiş olduğu kimseleri tanırlar. Onların irşâdlarına sebeb olurlar. Evliyâya rastlamak, o seçilmiş büyükleri tanımak, onlara yalvarmak da, Allahü teâlânın takdîri ve ihsânıdır. Allahü teâlâ, ezelde hidâyet takdîr etmiş olduğu kimseye, Ehl-i sünnet âlimlerinin, tesavvuf büyüklerinin kitâblarını okumak nasîb ederek, se âdete ve şefâ ate kavuşdurur. Dalâletini, felâketini dilediklerini de, zındıkların tuzaklarına düşürür. Onların bozuk kitâblarını, alçak yalanlarını okuyarak Cehenneme sürüklenir. Vehhâbî kitâbı, ismleri geçen, Allahü teâlânın sevgili kullarına, büyük Velîlere iftirâlar yaparak, müslimânlara saldırmakdadır. Evet birkaç câhilin ve dînini dünyâ çıkarına âlet eden sapığın, islâmiyyete uymıyan çirkin sözü ve hareketi olabilir. Fekat, bunları ileri sürerek, bütün Ehl-i sünneti kötülemeğe kalkışması, hıristiyanlar kendisine tapınıyor diyerek, Îsâ aleyhisselâma dil uzatmağa benzemekdedir. Ahmed Bedevî rahime-hullahü teâlâ, Evliyânın büyüklerindendir. Şeyh Berînin talebesidir. Şeyh Berî de, Alî bin Nu aym Bağdâdînin talebesidir. Bu da, harîkalar, kerâmetler sâhibi, şerîf Ahmed Rifâ înin yetişdirdiği büyük bir Velîdir rahime-hümullahü teâlâ. Ahmed Bedevî, şerîflerdendir. Hicretin 675 [m. 1276] senesinde, Mısrda vefât etdi. Tanta şehrindeki türbesini her yıl yüzbinlerce müslimânın ziyâret ederek feyz aldıklarını ve islâmiyyete uymıyan hiçbirşey yapılmadığını (Mir ât-ül-medîne) kitâbı, binkırkdokuzuncu sahîfesinden başlayarak, uzun yazmakdadır. Abdülkâdir-i Geylânî ve Muhyiddîn-i Arabînin rahime-hümullahü teâlâ büyüklüklerini de, ancak onlar gibi yüksek olan islâm âlimleri anlamış ve yazdıkları yüzlerce kitâblarında anlatmağa çalışmışlardır. İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât) kitâbı, bu yüce Velîlerin medh ve senâları ile doludur. Abdülganî Nablüsî de rahimehullahü teâlâ (Hadîka) kitâbında anlatmakdadır. 12 - İkiyüzyirmidördüncü sahîfesinde: (Şa rânî, şeyhi Aliyyülhavâsın Resûlullahdan bir ân ayrılmadığını yazıyor. Bunlar yalandır. Doğru olsaydı Peygamber gelip, Eshâbı arasındaki ayrılıkları önlerdi) diyor. Zerre kadar aklı ve din bilgisi olan, böyle söyliyemez. Çünki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâbı arasında olacak fitnelerin, ayrılıkların hepsini haber vermişdi. Gelip de, bunları önlemesi, nasıl düşünülebilir? Şa rânînin rahime-hullahü teâlâ bildirdiği berâberlik, keşf ve müşâhede idi. Bu ahmakların anladıkları gibi maddî bir şey değildi. Anlamadıklarını, bilmediklerini inkâr ediyorlar. (İnsan bilmediği şeylerin düşmanıdır) 124
125 ata sözü, burada tâm yerini bulmakdadır. Hazret-i Ebû Bekr radıyallahü teâlâ anh, Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem her ân gördüğünü söyler ve senden utanıyorum derdi. Otuzikinci maddeyi okuyunuz! 13 - Yüzsekseninci sahîfesinde, İmâm-ı Busayrînin (Kasîde-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allahdan başkasına güvenmek, mahlûku büyültmekdir. Şirkdir) diyor. Resûlullahı, Allahü teâlâ övmüşdür. Kendisi de, kendisini överek, Allahü teâlânın kendisine ihsân etmiş olduğu ni metleri saymışdır. Bu övmeleri, o kadar çokdur ki, Busayrî hazretlerinin övmesi, onların yanında hiç kalmakdadır. Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem övmek ibâdetdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi övmüşlerdir. Bunlardan Hassân bin Sâbit ve Kâ b bin Züheyrin uzun medhleri meşhûrdur. Kâ b bin Züheyr, (Bânet sü âd) kasîdesinde, Busayrîden dahâ çok övmüşdü. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bunu beğenip, Kâ bın önceki kusûrunu afv buyurmuş ve mubârek hırkasını ona hediyye etmişdi. Bu hırka-i se âdet, şimdi İstanbulda Topkapı serâyındadır. Vehhâbî kitâbı, Busayrînin kasîdesindeki, (Yâ ekremelhalkı mâ lî men e ûzü bihi-sivâke inde hulûl-i hâdisil-amemi) beytini yazarak, Resûlullahdan istigâse şirkdir diyor. Bu beyt, (Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en cömerdi olan yüce Peygamber! Son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse yokdur) demekdir. Vehhâbî yazar, Taberânînin bildirdiği hadîs-i şerîfi yazarak, kuldan istigâse etmek şirkdir diyor. Bu hadîs-i şerîfde, bir münâfık, mü minlere sıkıntı veriyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk, gidelim, Resûlullaha istigâse edelim, ona sığınalım dedi. Resûlullah da, (Bana istigâse olunmaz. Allaha istigâse olunur) buyurdu. Vehhâbî, bu hadîs-i şerîfi ileri sürerek, Ehl-i sünnete hücûm etmek çabasındadır. Hâlbuki hadîs-i şerîf, herkesi her zarardan koruyan Allahü teâlâdır. Koruyucu sebebleri yaratan ve bu sebeblere koruma kuvvetini ve te sîrini veren Odur. O korumak istemese, sebebe kavuşdurmaz. Sebeb olsa da, te sîr edemez demekdir. Hadîs-i şerîf, (Bana sığınanlar, te sîri benden değil, Allahdan bilsin) demekdir. Hazret-i Ebû Bekr, böyle olduğunu bilmiyor mu idi. Elbet biliyordu. Fekat kıyâmete kadar gelecek olan mü minlerin, onun bu sözünü yanlış anlamamaları için, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, onun bu kısa sözünü açıkladı. Bunun için, bütün mü minler, her zemân, te sîri yalnız Allahü teâlâdan bilirler. İmâm-ı Muhammed Ma sûm, (Mektûbât)ının birinci cildi, yüzonuncu mektûbunda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, kendi kudretini sebebler altında gizledi. Kudret sâhibi yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gi- 125
126 bi, sebeblere yapışmağı emr buyurdu. Tâm müslimânın, sebeblere yapışmasını ve sebeblere kuvvet veren yaratana güveneceğini bildirdi. Ya kûb aleyhisselâmın bu ikisini birlikde yapdığını Kur ân-ı kerîmde bildirerek, onu övdü. Yûsüf sûresinde meâlen, (Ya kûb aleyhisselâm, bizim bildirdiğimizi bilir. Fekat, insanların çoğu, takdîrin tedbîre gâlib olduğunu bilmezler) buyurdu. Tibyân tefsîrinde, bu âyet-i kerîmeye (Müşrikler, Allahü teâlânın Evliyâsına ilhâm etdiği şeyleri bilmezler) demişdir. Te sîri sebeblerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile te sîr etdiklerini bilmiyenler sapıkdır. Sebebleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini bilmemiş, Allahü teâlânın, mahlûkları boş yere, fâidesiz yaratmış olduğunu söylemiş olur. İnsanları tenbelliğe sürükler. Sebeblere te sîr kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan ise, hak yola kavuşmuş olur. Her iki tehlükeden kurtulmuş olur. Yüzonuncu mektûbun tercemesi temâm oldu. Bu inceliği anlıyabilen, yukarıdaki hadîs-i şerîfi de doğru anlayabilir. İmâm-ı Muhammed bin Sa îd Busayrî rahime-hullahü teâlâ sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Şâzilî olan Ebûl-Abbâs-i Mürsînin yetişdirdiği Evliyâdandır. Ebül-Abbâs-i Mürsî de, Ebül- Hasen-i Şâzilînin talebesidir. 695 [m. 1295] senesinde Mısrda vefât etmişdir. Kendisine felc hastalığı geldi. Bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven meşhûr kasîdesini hâzırladı. Rü yâda Resûlullaha okudu. Çok hoşuna gidip arkasından mubârek hırkasını çıkarıp, imâma giydirdi. Bedeninin felcli olan yerlerini mubârek eli ile sığadı. Uyanınca, bedeni sağlam idi. Hırka-i se âdet de arkasında idi. Bunun için, bu kasîdeye (Kasîde-i bürde) denildi. Bürde, hırka, palto demekdir. İmâm-ı Busayrî rahmetullahi aleyh sevinerek, sabâh nemâzına giderken, salâh ve zühd ile meşhûr bir zâta rastladı. İmâma, kasîdeni dinlemek isterim dedi. Benim kasîdelerim çokdur. Hepsini herkes bilir dedi. Kimsenin bilmediği bu gece Resûlullaha okuduğunu istiyorum deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nerden anladın dedi. O zat da, imâmın rü yâsını, olduğu gibi haber verdi. Vezîr Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup, saygı ile ayakda dinledi. Hastalara okununca, iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden, belâlardan emîn oldukları görüldü. Fâidelenmek için, inanmak ve hâlis niyyet ile okumak lâzımdır. Kasîde-i bürde, on kısmdır: Birinci kısm, Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem olan sevginin kıymetini bildirmekdedir. İkinci kısm, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmakdadır. 126
127 Üçüncü kısm, Resûlullahı övmekdedir. Dördüncü kısm, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya teşrifini anlatmakdadır. Beşinci kısm, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem düâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmekdedir. Altıncı kısm, Kur ân-ı kerîm övülmekdedir. Yedinci kısm, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem mi racındaki incelikleri bildirmekdedir. Sekizinci kısm, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem cihâdlarını anlatmakdadır. Dokuzuncu kısm, Allahü teâlâdan afv ve mağfiret ve Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem şefâ at istemekdedir. Onuncu kısm, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem derecesinin yüksekliği bildirilmekdedir. Vehhâbî yazar, binlerce müslimânı şehîd etmiş olan zâlimleri övüyor. Onların, ma sûm kanları damlıyan kılınclarını, islâm mücâhidlerinin mubârek kılınclarına benzetiyor da, Allahü teâlânın yüce Peygamberini övmeği, puta tapanların putlarını övmelerine benzetiyor. Resûlullahı sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem övenlere müşrik damgası vuruyor. Kâfirler putlarını hâlık, ma bûd olarak övmüşdü. Böyle övmek ancak Allahü teâlâ için olur. Müslimânlar, yalnız Allahü teâlâyı böyle över. Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem överek mahlûkların en üstüne çıkarırız. Resûlullaha âşık olan, Onu çok öven, islâm âlimlerinin hiçbiri, o yüce Peygamberi hâlık ve ma bûd derecesine çıkarmamış. Allahü teâlâyı över gibi övmemişdir. Bu kitâbı yazan, hak ile bâtılı birbirinden ayıramıyor. Kitâbını, kâfirleri bildiren âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle doldurmuş. Bunlara yanlış ma nâlar vererek, islâm âlimlerine saldırmakda, tesavvuf büyüklerine, Allahü teâlânın sevdiği müslimânlara müşrik ve kâfir demekdedir. Bu vehhâbî kitâbını okuyanlar, her sahîfesindeki âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri görerek aldanmakda, bunlara verilen bozuk ma nâları doğru sanarak felâkete sürüklenmekdedirler. 14 - İkiyüzotuzdokuzuncu sahîfesinden başlıyarak diyor ki: (Hadîs-i şerîfde, insanların en kötüsü, kıyâmet kopacağı zemân diri olanlardır ve kabrleri mescid yapanlardır buyuruldu. İslâmiyyetden önce, mezârlar mescid yapılmışdı. Bu ümmetin sonra gelenleri, câhiliyye ehlinden de ileri gitmiş. Sıkışdıkları zemân, Allahı unutuyorlar. Ölüleri ilâh yapıyorlar. Ölülerin, kendilerinden is- 127
128 tenilenleri yapacaklarına inanıyorlar. Abdülkâdir-i Geylânî [1] düâ edenleri işitir ve yardım eder diyorlar. Onun gaybı bildiğini sanıyorlar. Hâlbuki, o ölmüşdür. Böyle söyliyenler kâfirdir. Kur ânı inkâr etmiş oluyorlar. İbni Kayyım, mezârların üzerindeki kubbeleri yıkmak vâcibdir dedi. İmâm-ı Nevevî, her ne niyyet ile olursa olsun, kabr üzerine türbe yapmak harâmdır dedi. Mezârlıklar pis olduğu için, orada nemâz kılınması yasak edildi diyenler yanılmakdadır. Çünki, Peygamberlerin mezârları pis olmaz. İbni Hacer-i Hiytemî (Kebâir) kitâbında, mezâr üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır. İslâm hükûmet adamlarının bu kubbeleri yıkmaları lâzımdır. Önce İmâm-ı Şâfi înin türbesini yıkmalıdır, dedi). Burada da müslimânlara iftirâ etmekdedir. Müslimânlar, hergün beş kerre, Allahü teâlâya ibâdet ediyor. Ona yalvarıyorlar. Böyle olan bir kimse için, Allahı unutuyor demek, açık bir yalancılıkdır. Müslimânlar ölüye tapınmaz. Allahü teâlânın sevdiği kullarının, hattâ her ölünün, mezârda işitdiğini, hadîs-i şerîfler bildirdiği için, Onun mezârına gidip, Onun sebebi ile Allahü teâlâya düâ ediyorlar. Meyyitden vesîle olmasını, şefâ at etmesini istiyorlar. Ölü her dilediğini yapamaz. Diri de, her dilediğini yapamaz. Fekat, Allahü teâlâ, sevdiği kullarının ve en önce Peygamberlerin düâlarını kabûl buyuracağını söz vermişdir. Müslimânlar, Peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve Evliyâdan rahime-hümullahü teâlâ birşey yapmalarını istemez. Allahü teâlânın birşeyi vermesi için düâ etmelerini ister. Evliyâ, kabr başına gelenin dilediğini işitir. Bunu vermesi için, Allahü teâlâya düâ eder. Allahü teâlâ da, düâsını kabûl eder. İbni Hacer-i Hiytemînin rahime-hullahü teâlâ [2] (Zevâcir) kitâbının yüzyirmibirinci sahîfesinden terceme yaparak, vehhâbî kitâbının yalanlarını ortaya koyalım: İbni Hacer, hadîs-i şerîfleri yazdıkdan sonra buyuruyor ki: Şâfi î âlimlerinden birkaçı, yukarıdaki hadîs-i şerîflerden alarak, altı şeyin büyük günâh olduklarını bildirmişlerdir. Bunlardan biri, kabrleri mescid yapmakdır. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Peygamberlerin kabrlerini mescid yapmayınız!) buyuruldu. Kabrleri mescid yapanlara la net edildi ve sâlihlerin kabrlerini mescid yapanların, kıyâmet günü, insanların en kötüleri olacakları bildirildi. Mezârı mescid yapmak demek, ona karşı nemâz kılmak demekdir. Bunun içindir ki, Şâfi î âlimlerimiz Pey- [1] Abdülkâdir Geylânî 561 [m. 1166] da Bağdâdda vefât etdi. [2] İbni Hacer-i Mekkî 974 [m. 1566] da Mekkede vefât etdi. 128
129 gamberlerin ve Evliyânın mezârlarına karşı, onlara saygı olarak nemâz kılmak harâm olur dediler. Harâm olması için, iki şart lâzımdır. Biri, kabrdekinin sayılı, büyük bilinen kimse olması, ikincisi, nemâzın ona karşı olmasını niyyet etmekdir. Mezâra kandil yakmak da, ölüye saygı için olunca, harâm olur. Mezâr etrâfında dönmek de böyledir. Bunlar saygı için değil ise, mekrûh olacağı anlaşılmakdadır. Kabre secde ederek saygı göstermek, ona tapınmak olur. Bu ise büyük günâh, hattâ küfrdür. Hanbelî âlimlerinden ba zıları, kabr yanında saygı nemâzı kılmak büyük günâhdır ve küfre sebeb olur. Böyle yapılan türbeleri yıkmalıdır dedi. İbni Hacer-i Mekkî Hiytemînin rahime-hullahü teâlâ (Fetâvâ-yi kübrâ fıkhiyye)sinin Mısr baskısı, cenâze kısmında diyor ki, (Her meyyitin gömüldüğü umûmî kabristânda, mezâr üstüne türbe yapılmaz. Bunları yıkmalıdır. Umûmî olmıyan mezârlıkdaki türbelerin yanına meyyit gömmek için türbeleri yıkmak câiz değildir.) Onyedinci sahîfesinde diyor ki, (Umûmî olan kabristâna türbe yapmak harâmdır. Yapılmış olanı yıkmalıdır. Vakf olan kabristânda ve sâhibinden izn almadan, bunun kabristânına binâ yapmak da harâmdır. Kendi mülkünde veyâ başkasının izni ile onun mülkünde türbe yapmak mekrûhdur). Yirmibeşinci sahîfesinde diyor ki, (Umûmî kabristânda türbe yapmak, çok yer kaplıyarak, başkalarının ölülerini gömmelerine mâni olduğu için harâmdır. Umûmî kabristândaki türbeleri yıkmalıdır. Şâfi î âlimlerinden çoğu rahime-humullahü teâlâ bunun için, imâm-ı Şâfi înin rahime-hullahü teâlâ türbesinin yıkılmasına fetvâ vermişdir. Çünki, bu türbe umûmî kabristândadır). Görülüyor ki, ibni Hacer-i Mekkî rahmetullahi aleyh her türbe harâmdır ve yıkılmalıdır dememişdir. Evliyânın kabrleri üzerine türbe yapmanın câiz olduğu (Câmi ul fetâvâ)da, (Keşf-ün-nûr)da ve (Üsûl-i erbe a)da açık yazılıdır. Zevâcir kitâbı, ikiyüzdokuzuncu sahîfesinde, gösteriş için yüksek ev yapmanın da büyük günâh olduğunu bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîflere uyarak, türbeleri yıkmayıp, Rıyâdda, Tâifde ve Ciddede yapdırdıkları sefâhet ve fuhş evlerini yıkmaları vâcibdir. İkiyüzkırksekizinci sahîfesinde, (Kabrleri ziyâret ediniz! Bu ziyâretler, sizlere âhıret gününü hâtırlatır) hadîs-i şerîfini yazıyor ve Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mubârek annesinin kabrini ziyâret buyurduğunu bildiriyor. Fekat bu hadîs-i şerîf kabrdekine istigâse etmeği, ondan birşey istemeği göstermez diyerek Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Evliyânın 129 Kıyâmet ve Âhıret - F:9
130 türbelerini ziyâret etmeği kâfirlerin mezârlara tapınmalarına benzetmeğe kalkışıyor. 15 - İkiyüzellidokuzuncu sahîfesinde, (Mescid-i nebevîye nemâz kılmak için girenin, selâm vermek için, kabre gitmesi yasakdır. Mescide her girişde, kabr-i Nebîye gitmeğe, imâm-ı Mâlik mekrûhdur dedi. Sahâbe ve Tâbi în mescide gelir. Nemâz kılar ve çıkarlardı. Selâm vermek için kabre gelmezlerdi. Çünki, islâmiyyetde böyle birşey emr edilmemişdir. Meyyitin rûhunun, kendi şeklinde görünmesi yalandır. Böyle görünmek, yalnız Mi râc gecesi olmuşdur. Eshâbın yapmadıklarını, sonra gelenler yapdılar. Eshâbdan birkaçı, yalnız uzakdan gelince, yalnız selâm vermek için kabre uğrardı. Abdüllah ibni Ömer yoldan gelince, kabre uğrar selâm verirdi. Başkasının böyle yapdığı görülmedi. Ahmed Rıfâ înin Peygamberin elini öpdüğü yalandır, uydurmadır. Hucre-i se âdet önünde düâ ederken, kabre dönmeyip kıbleye dönmek lâzım olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Hucre-i se âdeti ziyâret için, uzak yerlerden gelmek hadîs ile yasak edilmişdir) diyor. (Mir ât-i Medîne) kitâbında diyor ki: Hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret edene şefâ atim vâcib oldu) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi ibni Huzeyme ve Bezzâr ve Alî Dâre- Kutnî [1] ve Süleymân Taberânî [2] rahime-humullah haber vermekdedir. Bezzâr hazretlerinin bildirdiği başka bir hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret edene şefâ atim halâl oldu) buyuruldu. Müslim-i şerîfdeki ve Ebû Bekr bin Mekkârînin rahime-hullahü teâlâ (Mu ceme) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve başka birşey için niyyeti olmasa, kıyâmet günü, ona şefâ at etmemi hak etmiş olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye gelenlere, şefâ at edeceğini haber vermekdedir. İmâm-ı Taberânînin ve Dâre-Kutnînin ve diğer hadîs imâmlarının rahime-hümullahü teâlâ bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Hac edip kabrimi ziyâret eden kimse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur) buyuruldu. İbni Cevzî rahime-hullahü teâlâ de, bu hadîs-i şerîfi haber vermekdedir. Dâre-Kutnînin haber verdiği başka bir hadîs-i şerîfde, (Hac edip de, beni ziyâret etmiyen kimse, beni incitmiş olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi imâm-ı Mâlik rahime- [1] Dâre-Kutnî 385 [m. 995] de vefât etdi. [2] Taberânî 360 [m. 971] de vefât etdi. 130
131 hullahü teâlâ de bildirmişdir. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem ziyâret olunmak istemeleri, ümmetinin, bu yoldan da sevâb kazanmaları içindir. İmâm-ı Beyhekînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ, rûhumu geri verir. Onun selâmına cevâb veririm) buyuruldu. İmâm-ı Beyhekî, bu hadîs-i şerîfe dayanarak, Peygamberler mezârlarında diridirler buyurdu. Mubârek rûhunun geri verilmesi demek, yüksek makâmında iken, selâm verene cevâb verir demekdir. Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât mezârlarında diri olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler o kadar çokdur ki, birbirlerini kuvvetlendirmekdedirler. Meselâ, (Kabrimin yanında, benim için okunan salevâtı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir) buyurulmuşdur. Bu hadîs-i şerîfi Ebû Bekr bin Ebî Şeybe rahmetullahi aleyhimâ bildirmişdir ve altı büyük hadîs imâmının kitâblarında vardır. Abdüllah bin Abbâs radıyallahü teâlâ anhümâ dan ibni Ebiddünyânın haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, bir tanıdığının kabrine uğrayıp selâm verse, meyyit onu tanır ve cevâb verir. Tanımadığı meyyite selâm verirse, meyyit sevinir ve cevâb verir) buyuruldu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, dünyânın her yerinde, aynı zemânda salât ve selâm edenlerin herbirine ayrı ayrı nasıl cevâb verir denilirse, güneşin bir anda binlerce şehre ışık salması gibidir cevâbı verilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hazretlerine selâm verince, onu tanıdığı ve cevâb verdiği anlaşılınca, bir müslimân için bundan büyük bir şeref ve se âdet olabilir mi? İbrâhîm bin Bişâr rahmetullahi aleyh, (Hac etdikden sonra, kabr-i se âdeti ziyâret için Medîneye gitdim. Hücre-i se âdet önünde selâm verdim. Vealeykesselâm cevâbını işitdim) buyurmuşdur. Şi r: Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâdır bu! Murâ ât-i edeb şartiyle gir Nâbî bu dergâhe, Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-i Enbiyâdır bu! Hadîs-i şerîfde, (Ben öldükden sonra, diri iken olduğu gibi anlarım) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler kabrlerinde diri olup nemâz kılarlar) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabrde, bilmediğimiz bir hayât ile diri olduğunu göstermekdedir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâ înin ve birçok Velîlerin rahime-hümullahü teâlâ, Resûlullaha sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem 131
132 verdikleri selâmın cevâbını işitdikleri ve Ahmed Rıfâ înin, Resûlullahın mubârek elini öpmekle şereflenmiş olduğu, çok sağlam kitâblarda yazılıdır. Bunlara yalandır demek güneşi balçıkla sıvamağa benzer. Seyyid Ahmed Rıfâ î, [512] de Basrada tevellüd, 578 [m. 1183] de Mısrda vefât etdi. İkinci Abdülhamîd hân rahime-hullahü teâlâ bunun türbesini ve mescidini ta mîr ve fevkal âde tezyîn etdi. İslâm âlimlerinin büyüklerinden Celâleddîn Abdürrahmân Süyûtî rahime-hullahü teâlâ (Şeref-ül Muhkem) adındaki kitâbında muhâliflere vesîkalarla cevâb vermekde, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem kabrinde diri olup, selâm verenleri işitdiğini isbât eylemekdedir. Bu kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîflerden biri (Mi râc gecesinde, Mûsâ Peygamberi kabrinde nemâz kılarken gördüm)dür. Bu hadîs-i şerîfi, (Hilye) kitâbının sâhibi Ebû Nu aym rahime-hullahü teâlâ da bildirmekdedir. Abdürrahmân Süyûtî, 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etmişdir. Ebû Ya lânın rahime-hullahü teâlâ [1] (Müsned)inde bulunan bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler, kabrlerinde diri olup nemâz kılarlar) buyuruldu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem son hastalığında, (Hayberde yimiş olduğum yemeğin acısını her zemân duyardım. O gün yidiğim zehr, şimdi ebherimi, ya nî avort damarımı koparmakdadır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem şehîd olarak vefât etdiğini bildiriyor. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda şehîd olanları, ölü sanmayınız! Onlar diridirler) buyurdu. Resûlullah efendimizin de sallallahü aleyhi ve sellem bütün şehîdler gibi kabrinde diri olduğu buradan da anlaşılmakdadır. İmâm-ı Süyûtî rahmetullahi aleyh kitâbında, (Yüksek derecedeki Velîler rahime-hümullahü teâlâ Peygamberleri ölmemiş gibi görürler. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mûsâ aleyhisselâmı mezârında diri olarak görmesi bir [Mu cize] idi. Evliyânın da böyle görmeleri [Kerâmet]dir. Kerâmete inanmamak, câhillikden ileri gelir) buyurmakdadır. İbni Habbân ve İbni Mâce ve Ebû Dâvüdün rahime-hümullahü teâlâ bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Cum a günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar, bana bildirilir) buyuruldu. Öldükden sonra da bildirilir mi denildikde, (Toprak, Peygamberlerin vücûdünü çürütmez. Bir mü min bana salevât okuyunca, bir melek ba- [1] Ahmed Ebû Ya lâ 307 [m. 920] de Mûsulda vefât etdi. 132
133 na haber vererek, ümmetinden falan oğlu filân, sana selâm söyledi ve düâ etdi der) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mezârında, dünyâdakilerin bilemediği bir hayât ile diri olduğunu göstermekdedir. Zeyd bin Sehl radıyallahü anh buyurdu ki, bir gün Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem huzûrunda oturuyordum. Mubârek yüzü gülüyordu. Niçin tebessüm buyurduklarını sordum. (Nasıl sevinmiyeyim? Biraz önce Cebrâîl aleyhisselâm müjde getirdi: Allahü teâlâ buyurdu ki, ümmetinden biri sana bir salevât söyleyince, Allahü teâlâ, ona karşılık on salevât eder dedi) buyurdu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem diri iken, Eshâbına Allahü teâlânın bir rahmeti olduğu gibi, öldükden sonra da bütün ümmeti için, büyük ni metdir. İyiliklere sebebdir. Mehâl bin Amr diyor ki, bir gün Sa îd bin Müseyyib ile birlikde rahime-hümullahü teâlâ Ümm-i Seleme radıyallahü anhâ vâlidemizin odasının yanında oturuyordum. Birçok kimse ziyâret için Hucre-i se âdet önüne geldiler. Sa îd, bunlara şaşıp, ne kadar ahmak adamlar! Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem kabrde sanıyorlar. Peygamberler kabrlerinde kırk günden ziyâde kalırlar mı? dedi. Hâlbuki Sa îd Medînedeki Harre denilen felâket gününde, Kabr-i se âdetden ezân sesi işitdiğini haber vermişdir. Hazret-i Osmân radıyallahü teâlâ anh evi sarıldığı zemân, (Ben Medîneden ve Resûlullahın yanından ayrılıp başka yere gitmem) buyurmuşdur. Mehâl bin Amrın Sa îdden işitdim dediği söz doğru olsaydı, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kabrini ziyâret için çağırmazdı. Şöyle ki: Bilâl-i Habeşî radıyallahü teâlâ anh Kudüsün fethinden sonra, rü yâsında Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem aldığı emr üzerine Medîneye gelip, Kabr-i se âdeti ziyâret etdi. Müslimânların halîfesi olan Ömer bin Abdül azîz radıyallahü teâlâ anh Şâmdan Medîneye husûsî me mûrla salât ve selâm gönderirdi. Hazret-i Ömer radıyallahü anh Kudüsü aldıkdan sonra, Medîne-i münevvereye dönünce, önce Hucre-i se âdete girip, Resûlullahı ziyâret etdi ve salât ve selâm söyledi. [Sa îd bin Müseyyib, Medînedeki yedi meşhûr âlimden biri olup, 91 [m. 710] de Medînede vefât etmişdir.] Yezîd bin Mehrî diyor ki, Şâmdan Medîneye gidiyordum. Mısr vâlîsi olan Ömer bin Abdül azîze radıyallahü teâlâ anh [1] uğradım. Bana dedi ki, ey Yezîd! Resûlullahı ziyâret se âdetine kavuş- [1] Ömer bin Abdül azîz 101 [m. 720] de şehîd edildi. 133
134 duğun zemân benden salât ve selâm söylemeni ricâ ederim! Abdüllah ibni Ömer radıyallahü anhümâ, her seferden dönüşde, Hucre-i se âdete girer, önce Resûlullahı sallallahü aleyhi ve sellem, sonra hazret-i Ebû Bekri, ondan sonra babası hazret-i Ömeri radıyallahü teâlâ anhümâ ziyâret edip, her birine selâm verirdi. Bunu, imâm-ı Nâfi rahime-hullahü teâlâ haber vermekdedir. Doğru olduğunu (Feth-ul Mecîd) vehhâbî kitâbı da yazmakdadır. Hem, Peygamberin kabrini ziyâret etmek, islâmiyyetde bildirilmemişdir diyor. Hem de, yalnız Abdüllah bin Ömer ziyâret ederdi diyor. Başkaları ziyâret etmedi diyor. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın çoğunun radıyallahü teâlâ anhüm ecma în ziyâret etdikleri, kıymetli kitâblarda bildirilmişdir. [Nâfi, Abdüllah bin Ömerin radıyallahü teâlâ anhümâ âzâdlısı idi. 120 [m. 737] de, Medînede vefât etdi.] Abdüllah ibni Ömerin islâmiyyetde izn verilmemiş bir şeyi yapdığını söylemek çirkin bir iftirâdır. Kitâbın yazarı, işine geldiği zemân, Eshâb-ı kirâmı çok övmekde, işine gelmediği zemân da, böyle çok çirkin iftirâ yapmakdan sıkılmamakdadır. Kabr-i se âdeti ziyâret edip, salât ve selâm okumak câiz olmasaydı, Abdüllah bin Ömer radıyallahü anhümâ böyle yapmazdı ve onu gören Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecma în yasak olduğunu ona söylerlerdi. Onun yapması ve görenlerin ses çıkarmamaları, câiz ve sevâb olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Nâfi rahmetullahi aleyh diyor ki, Abdüllah ibni Ömerin Resûlullahın kabri başına gelip, (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dedikden sonra, (Esselâmü aleyke yâ Ebâ Bekr!) dediğini ve sonra (Esselâmü aleyke yâ ebî) dediğini, belki yüzden fazla gördüm. Hazret-i Alî radıyallahü anh, birgün mescid-i şerîfe girip, Fâtımanın radıyallahü anhâ odası önünde çok ağladı. Sonra Hucre-i se âdete girip, (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah) dedi. Yine ağladı. Sonra, (Aleykümesselâm ya ehaveyye ve rahmetullah) diyerek, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömere radıyallahü anhümâ selâm verdi. Sonra çekilip gitdi. Bunun için, fıkh âlimlerimiz rahime-hümullahü teâlâ hac vazîfesini yapdıkdan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek, Mescid-i şerîfde nemâz kıldılar. Sonra (Ravda-i mutahhera) ile minber-i münîri ve Arş-ı a lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zemân dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve ta mîr edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi înin radıyallahü teâlâ anhüm ecma în geçdikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de, hacdan 134
135 sonra Medîneye gelirler, fıkh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar hâcılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâretler yapmakdadırlar. Âlimler, önce Medîneye mi gitmeli, yoksa Kabr-i se âdeti hacdan sonra mı ziyâret etmeli süâline başka başka cevâb verdiler. Tâbi înin büyüklerinden Alkama ve Esved ve Amr bin Meymûn rahime-hümullahü teâlâ önce Medîneye gitmeli dediler. İslâm âlimlerinin güneşi olan imâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ önce Hac yapmak, sonra Mekkeden Medîneye gitmek dahâ iyi olur buyurdu. Ebülleys-i Semerkandînin rahime-hullahü teâlâ fetvâsında da böyle yazılıdır. [Ebülleys Nasr Semerkandî, 373 [m. 983] de vefât etmişdir.] Sultân ikinci Abdülhamîd hân rahmetullahi aleyh [1] zemânında bundan dolayı Osmânlı hâcılarının iki bayram arasında Medîne-i münevvereye gidip, hac zemânı gelince, Medîneden Mekkeye gitmeleri âdet olmuşdur. Hâcıların bir kısmı da, önce Mekkeye gidiyor. Arafâtdan sonra Medîneye gelip ziyâretleri yapıyorlar. Buradan Yenbû iskelesine gelip vapurlara biniyorlar. Süveyş kanalı yolu ile memleketlerine dönüyorlardı. (Şifâ-i şerîf) kitâbının yazarı kâdî İyâd ve Şâfi î âlimlerinden imâm-ı Nevevî ve Hanefî âlimlerinden ibni Hümâm rahime-hümullahü teâlâ buyurdular ki, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem mubârek türbesini ziyâretin çok sevâb olduğu, icmâ i ümmet ile belli olmuşdur. Vâcib diyen âlimler de vardır. Kabr ziyâreti sünnetdir. Kabrlerin en kıymetlisi olan (Hucre-i se âdet)i ziyâret, sünnetlerin en kıymetlisi olur. [Kâdî İyâd 544 [m. 1150] de Merrâkişde, Yahyâ Nevevî 676 [m. 1277] de Şâmda, İbni Hümâm Muhammed Sivâsî de 861 [m. 1456] de vefât etdiler.] Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bakî kabristânını ve Uhud şehîdlerini ziyâret ederdi. Hindistânın büyük âlimlerinden, Abdülhak-ı Dehlevî rahime-hullahü teâlâ 1052 [m. 1642] de vefât etdi. Fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında Uhud gazvesini anlatırken buyuruyor ki, Ebû Ferde radıyallahü anh buyurdu ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, birgün Uhud şehîdlerini ziyâret etdi. (Ey ibâdete lâyık olan Rabbim! Senin bu kulun ve Resûlün şâhidim ki, bunlar senin rızânı kazanmak için şehîd oldular!) dedikden sonra, bize dönerek, (Bir kimse bunları ziyâret ederse ve selâm verirse, bunlar o selâm sâhibine cevâb verirler. [1] Abdülhamîd hân 1336 [m. 1918] de vefât etdi. 135
136 Kıyâmete kadar, böyle cevâb verirler) buyurdu. Peygamberimiz, Uhud şehîdlerini ziyârete gider, (Sabr etdiniz. Size selâm olsun!) buyururdu. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer radıyallahü teâlâ anhümâ de, halîfe iken, Uhud şehîdlerini ziyâret ederek, böyle söylerlerdi. Fâtıma-ı Huzâiyye rahime-hullahü teâlâ diyor ki, Uhud meydânından geçiyordum. (Ey Resûlün amcası Hamza radıyallahü teâlâ anh, sana selâm olsun!) dedim. (Allahın selâmı ve rahmeti ve bereketi sana olsun!) cevâbını işitdim. Utâf bin Hâlid Mahzûmî rahime-hullahü teâlâ teyzesinden haber verdi ki, Uhud şehîdlerini ziyârete gitmişdi. Şehîdlere selâm verdi. Selâmına cevâb verdiler ve (Biz sizi tanıyoruz) dediler. Nisâ sûresinin altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Onlar nefslerine zulm etdikden sonra, gelirler. Allahü teâlâdan afv dilerler. Resûlüm de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Kabr-i se âdeti ziyâret etmeği emr etmekdedir. Bu âyet-i kerîme, hem erkekler içindir, hem de kadınlar içindir. Kabr-i se âdeti ziyâret ederken, bu âyet-i kerîmeyi okumanın müstehab olduğu bildirilmişdir. İmâm-ı Alî radıyallahü anh buyurdu ki, Muhammed bin Harb Hilâlîden radıyallahü teâlâ anh işitdim. Dedi ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem defn olundukdan üç gün sonra, Hucre-i se âdeti ziyâret edip, bir köşeye oturmuşdum. Bir köylü gelip, kendini Kabr-i se âdet üzerine atdı. Kabr-i şerîf üstünden toprak alıp, yüzüne gözüne saçdı. Yâ Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem! Hak teâlâ senin için buyuruyor, diyerek yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okudu. Ben, nefsime zulm etdim. İstiğfâr için seni vesîle ediyorum, dedi. Kabr-i se âdetden bir ses gelerek, sana müjde olsun! Günâhların afv edildi dediği işitildi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Uhud şehîdlerini ziyâret için, Medîneden Uhuda teşrîf etmişdir. Bundan dolayı, Kabr-i se âdeti ziyâret için, Medîne-i münevvereye gitmek de elbette ibâdet olur. Bunun çok sevâb olduğunu, islâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir) hadîs-i şerîfi, Kabr-i se âdeti ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmenin çok sevâb olduğunu göstermekdedir. Bu ziyâreti yapmıyanlar, bu çok sevâbdan mahrûm kalırlar. Belki de, vâcibi terk etmiş olacaklardır. Bu üç mescidden başkasını ziyâret için, uzak yola çıkmak, Allah rızâsı için olursa câizdir. Başka niyyetlerle olursa harâmdır. [Bu üç mescid: Mescid-i harâm ve mescid-i Nebevî ve mescid-i Aksâdır.] 136
137 Süâl: İmâm-ı Hasen bin Alî radıyallahü teâlâ anh, Kabr-i se âdet yanında ziyâretcilerin kabre yaklaşmalarına izn vermezdi. İmâm-ı Zeynel âbidîn radıyallahü anh [1] de, Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Evlerinizi mezârlık yapmayınız! Bulunduğunuz yerde bana salât ve selâm söyleyin! Söyledikleriniz bana bildirilir) buyurduğunu söyliyerek, Kabr-i se âdete yaklaşmağa izn vermezdi. Buna ne dersiniz? Cevâb: Bu sözler, (yalnız üç mescide ziyâret için gidilir) hadîs-i şerîfine uygun değildir. Fekat, bu iki imâmın sözü, ziyâretde saygısızlık yapanlar için olsa gerekdir. Hattâ imâm-ı Mâlik rahmetullahi aleyh, Kabr-i se âdet yanında çokca oturmağa izn vermemişdir. İmâm-ı Zeynel âbidîn rahime-hullahü teâlâ Hucre-i se âdeti ziyâret ederdi. (Ravda-i mutahhera) tarafındaki direk yanında durup, selâm verirdi. Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem mubârek başının, hucrenin bu tarafında olduğu, bundan anlaşılırdı. Resûlullahın mubârek zevcelerinin radıyallahü teâlâ anhünne odaları (Mescid-i se âdet) içine katılmazdan önce, burası, ziyâret yeri idi. Hucre-i se âdetin kapısı önünde durup selâm verirlerdi. Hârun bin Mûsâ Hirevî, ceddi Alkamaya sordu ki, Peygamberimizin mubârek zevcelerinin radıyallahü teâlâ anhünne odaları Mescid-i se âdete katılmazden önce Kabr-i se âdet hangi tarafından ziyâret olunurdu? Alkama, hazret-i Âişenin vefâtından önce, Hucre-i se âdet kapısı kapatılmamış olduğundan, bu kapı önünden ziyâret olunurdu cevâbını verdi. Hadîs âlimlerinden hâfız Abdül azîm Münzirî rahime-hullahü teâlâ, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız!) hadîs-i şerîfi için, elinizden geldiği kadar sık ziyâret ediniz demekdir, dedi. Ya nî, (Benim kabrimi, yılda bir iki kerre ziyâret etmekle bırakmayınız! Her vakt ziyâret ediniz!) demekdir dedi. (Evlerinizi mezârlık yapmayınız!) hadîs-i şerîfi de, evlerinizi nemâz kılmamakla mezârlığa benzetmeyiniz demekdir dedi. Mezârlıkda nemâz kılmak câiz olmadığı için, Abdül azîm-i Münzirînin sözü doğru olmakdadır. Âlimlerin çoğuna göre, Kabr-i se âdeti ziyâret için, bayram günleri gibi belli zemânlar ayırmayın demekdir dediler. Yehûdîler ve hıristiyanlar Peygamberlerin mezârlarını ziyâret etmek için çalgılı, oyunlu toplantı yaparlardı. Abdül azîm Münzirî, 656 [m. 1257] de Mısrda vefât etdi. [1] Zeynel âbidîn Alî 94 [m. 713] de şehîd edildi. 137
138 Bunlardan anlaşılıyor ki, Kabr-i se âdeti ziyâret için gelenler, selâm verip düâ etdikden sonra, durmayıp gitmelidir. Müslimânlar, Kabr-i se âdeti ziyâret etmeği, ibâdet ve çok sevâb bilmeli. Ne kadar uzak olursa olsun, ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmeli. Sık sık ziyâret etmeğe çalışmalıdır. Ya nî hac farîzası ömründe bir kerre olduğu gibi, Medîne-i münevvereye gitmeği de, ömründe bir kerreye bırakmamalıdır. Gücü yetdikçe gidip ziyâret etmeli. Fekat, (Hucre-i se âdet) önünde çok durmamalıdır. İslâm âlimlerinin güneşi Ebû Hanîfe rahime-hullahü teâlâ, müstehabların en üstünlerinden olan, Kabr-i se âdetin ziyâreti, vâcib derecesine yakın bir ibâdetdir buyurdu. Kabr-i se âdeti ziyâret etmeği adak yapanların, şâfi î mezhebine göre, bu adaklarını yapmaları lâzım olur. Başka mezârları ziyâreti nezr edenlerin, bu adaklarını yapmaları için sözbirliği yok ise de, adaklarını yapmaları dahâ iyi olur. Mescid-i harâmı yürüyerek ziyâreti nezr edenlerin, bu adaklarını yapmaları lâzımdır. Çünki, (Mescid-i harâm) içinde, hac farîzeleri yapılmakdadır. (Mescid-i se âdet)de ise, Kâ be-i mu azzamadan ve Kudüsdeki (Mescid-i aksâ)dan dahâ kıymetli olan (Kabr-i se âdet) vardır. Bu mubârek mescide yürüyerek gitmeği nezr etmek, Kabr-i şerîfi ziyâret etmeği de niyyet etmek olduğu için, bu nezri yerine getirmek de, elbet lâzım olur. (Kâ be-i muazzama)yı ziyâret için yapılan nezri yerine getirmek dört mezhebde de lâzımdır. Mescid-i se âdet ile Mescid-i aksânın ziyâreti için yapılan nezri yerine getirmek lâzım olduğunda sözbirliği olmadı. Bu ayrılık, Mescid-i se âdeti ziyâret içindir. Kabr-i se âdeti ziyâret için nezr yapanların, bu adaklarını yerine getirmeleri lâzımdır. Süâl: Ebû Muhammed bin Ebû Zeydden rahime-hullahü teâlâ soruldu ki, vekîl olarak hacca gönderilen ve Kabr-i se âdeti de ziyâret etmesi emr olunan kimse, hac edip, Kabr-i se âdeti ziyâret etmeden geri dönse, ziyâret için, kendisine verilmiş olan parayı geri vermesi lâzım olur mu? Cevâb: İbni Zeyd rahmetullahi aleyh cevâbında buyurdu ki, bu parayı geri vermesi lâzım olur. [Abdüllah Ebû Muhammed bin Zeyd, mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir. 389 [m. 999] da vefât etdi.] Kabr-i se âdeti ziyâret için imâm-ı Mâlik rahime-hullahü teâlâ buyurdu ki, Mescid-i şerîfe girdikde, kıbleyi arkaya almalı, yüzünü Hucre-i se âdete karşı dönmelidir. Edeb ve saygı ile, selâm 138
139 verip, salevât-ı şerîfe okumalıdır. Mescid-i şerîfe girince, önce iki rek at (Tehıyye-tülmescid) nemâzı kılmalıdır. Bunu (Ravda-i mutahhera) içinde kıldıkdan sonra, (Muvâcehe-i se âdet) karşısında durup, önce Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem, sonra hazret-i Ebû Bekre ve hazret-i Ömere radıyallahü anhümâ selâm vermeli, sonra belli düâları okumalıdır. Çünki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve her mü min, ziyârete gelenleri ve bunların selâmlarını, düâlarını işitirler. Dilediği gibi ve hâtırına geldiğini söyleyerek düâ etmek câiz ise de, âlimlerin bildirdikleri belli düâları okumak dahâ fâideli olur. İmâm-ı a zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh buyurdu ki, ben Medînede iken, sâlihlerden Eyyûb-i Sahtiyânî rahime-hullahü teâlâ gelip, Mescid-i şerîfe girdi. Yüzünü Kabr-i nebevîye döndü. Kıble arkasında kaldı. Ayakda ağladı. [Eyyûb-i Sahtiyânî, 131 [m. 748] de, Basrada vefât etdi.] Ebülleys-i Semerkandînin [1] imâm-ı a zam Ebû Hanîfeden rahime-hümallahü teâlâ haber verdiğine göre, kıbleye dönülür. Hucre-i se âdet arkada kalır. Şeyh Kemâleddîn ibni Hümâm, imâm-ı a zam Ebû Hanîfenin rahime-hümallahü teâlâ Müsnedinde bildirdiği üsûle bakılırsa, Ebülleys ile ona uyanların bildirdikleri, İmâm-ı a zamın önceki ictihâdı olduğu anlaşılır. Sonra, Hucre-i se âdete karşı ziyâret edilmesini bildirmişdir. Abdüllah ibni Ömer radıyallahü teâlâ anhümâ de, Hucre-i se âdete dönerek selâm vermelidir dedi. İbni Cemâ a rahime-hullahü teâlâ (Menâsik) kitâbında, (Kabr-i se âdeti ziyâret eden, Resûlullahın mubârek başı bulunan köşeyi sol tarafına ve kıbleyi sağ tarafına alıp, köşeden iki metre kadar uzakda durmalıdır. Sonra kıble dıvarını yavaş yavaş arkaya alıp, (Muvâcehe-i se âdet) penceresine karşı oluncaya kadar dönmelidir. Tam Kabr-i se âdete dönünce selâm vermelidir) demekdedir. [Muhammed ibni Cemâ a, şâfi î âlimlerinden olup, 733 [m. 1333] de Şâmda vefât etdi.] Görülüyor ki, Hucre-i se âdetin, Ravda-i mutahhera köşesi ile kıble duvarı arasına gelip mubârek başı sol tarafa almalı. İki metre uzak durmalı. Sonra yavaş yavaş, Hucre-i se âdete doğru dönmeli ve Kıbleyi arkaya almalıdır. Sonra salât ve selâm verip, düâ etmelidir. İmâm-ı Şâfi î ve başka imâmlar rahmetullahi teâlâ a- leyhim ecma în, böyle ictihâd buyurmuşlardır. Şimdi de böyle zi- [1] Ebülleys Nasr Semerkandî 373 [m. 983] de vefât etdi. 139
140 yâret edilmekdedir. Resûlullahın mubârek zevcelerinin radıyallahü teâlâ anhünne odaları, Mescid-i se âdete katılmadan önce, Hucre-i se âdetin kıble tarafında yer pek azdı. Muvâcehe-i se âdete karşı durmak güçdü. Ziyâretçiler, Hucre-i se âdetin Ravda-i mutahhera dıvarındaki kapısı önünde kıbleye karşı durup, selâm verirlerdi. Sonra imâm-ı Zeynel âbidîn rahime-hullahü teâlâ Ravda-i mütahherayı arkaya alıp, selâm verirdi. Mubârek zevcelerin odaları, mescide katıldıkdan sonra, (Muvâcehe-i şerîfe) penceresi önünde durup ziyâret edildi. Din imâmları, Medîne-i münevverede kalacaklar ve ziyâretçiler için birçok edeb ve şartlar bildirmişlerdir. Bu şartlar ve edebler, fıkh ve menâsik kitâblarında yazılıdır. (Mir ât-ül-haremeyn) kitâbının yazarı Eyyûb Sabri pâşanın rahime-hullahü teâlâ (Tekmile-tül-menâsik) kitâbında hepsi yazılıdır. İslâmiyyetde ilk yapılan türbe, Resûlullahın medfûn olduğu (Hucre-i muattara)dır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe radıyallahü anhâ vâlidemizin odasında, hicretin onbirinci 11 [m. 632] senesi, Rebî ulevvel ayının onikinci pazartesi günü, öğleden önce vefât etdi. Çarşamba gecesi, bu odaya defn edildi. Âişe radıyallahü anhâ hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde, kerpiçle hurma dallarından yapılmışdı. Biri garb, öteki şimâl tarafında iki kapısı vardı. Garb kapısı, Ravda-i mutahhera tarafındadır. Hazret-i Ömer radıyallahü teâlâ anh halîfe iken, onyedi senesinde, Mescid-i se âdeti genişletirken, Hucre-i se âdetin etrâfına kısa bir taş dıvar çevirdi. Abdüllah bin Zübeyr radıyallahü teâlâ anh halîfe iken, bu dıvârı yıkıp, siyâh taş ile yeniden sağlam yapdırdı. Bu dıvarın üstü açık olup, şimâl tarafında bir kapısı vardı. Abdüllah bin Zübeyr, 73 [m. 692] de şehîd edildi. Hazret-i Hasen radıyallahü teâlâ anh, kırkdokuz senesinde vefât edince, vasıyyeti gereğince, hazret-i Hüseyn, kardeşinin radıyallahü anhümâ cenâzesini Hucre-i se âdet kapısına getirip, düâ ve istigâse edeceği zemân, buraya defn edeceklerini sanarak, içeri sokmasını istemiyenler oldu. Gürültüyü önlemek için, içeri sokulmayıp, Bakî kabristânına defn olundu. İleride böyle hâller olmaması için, dıvarın ve odanın kapısını dıvarla örüp kapatdılar. Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velîd rahime-hullahü teâlâ Medîne vâlîsi iken, dıvârı yükseltdi ve üzerini küçük bir kubbe ile örtdü. Üç kabr, dışardan görülemez ve içeri girilemez oldu. Ömer bin Abdül azîz rahmetullahi aleyh, Medîne-i münevvere vâlîsi i- 140
141 ken, 88 [m. 707] de, halîfe Velîdin emri ile, zevcât-ı tâhirâtın radıyallahü teâlâ anhünne odalarını yıkdırıp, Mescid-i se âdeti genişletirken, etrâfına ikinci bir dıvar yapdırdı. Bu dıvar beş köşeli idi. Hiç kapısı yokdu. Irakda Zengîlerin idâre etdiği Atabekler devletinin vezîri, ya nî başvekîli ve Salâhuddîn-i Eyyûbînin [1] amcası oğlu olan Cemâleddîn-i İsfehânî rahime-hullahü teâlâ, 584 [m. 1189] senesinde, Hucre-i se âdetin dış dıvarı etrâfına sandal ve abanos ağaçlarından bir parmaklık yapdırdı. Parmaklık, mescidin tavanına kadar yüksekdi. Fekat, birinci yangında yandı. Altıyüzseksensekiz (688 [m. 1289]) senesinde demirden yapılıp yeşile boyandı. Bu parmaklığa (Şebeke-i se âdet) denir. Şebeke-i se âdetin kıble tarafına (Muvâcehe-i se âdet), şark tarafına (Kadem-i se âdet), garb tarafına (Ravda-i mutahhera) ve şimâl tarafına (Hucre-i Fâtıma) denir. Mekke-i mükerreme şehri, Medîne-i münevvere şehrinin cenûbunda olduğu için, Mescid-i nebînin ortasında, ya nî Ravda-i mutahherada, kıbleye dönen kimsenin sol tarafında Hucre-i se âdet, sağ omuzu tarafında ise, Minber-i şerîf bulunur. 232 [m. 847] senesinde, Şebeke-i se âdetin bulunduğu yer ile dış dıvarlarının arasına ve bu yerin dışına mermer döşendi. Mermerler, zemân zemân değişdirildi. Son olarak sultân Abdülmecîd hân rahime-hullahü teâlâ döşetdi. Hucre-i se âdetin beş köşeli dıvârları yapılırken üzerlerine bir de küçük kubbe yapılmışdı. Bu kubbeye (Kubbe-tün-nûr) denir. Osmânlı pâdişâhlarının rahime-hümullahü teâlâ gönderdikleri (Kisve-i şerîfe) bu kubbe üzerine örtülürdü. Kubbe-tün-nûr üzerine gelen, Mescid-i se âdetin büyük yeşil kubbesine (Kubbe-tülhadrâ) denir. Şebeke-i se âdet denilen parmaklığın dış tarafına örtülen kisve, Kubbe-i hadrâ altındaki kemerlere asılırdı. Bu iç ve dış perdelere (Settâre) denir. Şebeke-i se âdetin şark, garb, şimâl taraflarında birer kapısı vardır. Şebeke-i se âdet içine harem-i şerîf ağalarından başka kimse giremez. Dıvarların içine ise, hiç kimse giremez. Çünki kapıları ve pencereleri yokdur. Yalnız kubbe ortasında ufak bir delik olup, tel kafes ile kapalıdır. Bu deliğin hizâsında olarak, Kubbe-i hadrâya da bir delik açılmışdır. Mescid-i şerîf kubbesi 1253 [m. 1837] senesine kadar kurşun renginde idi. Sultân Mahmûd-i Adlî hânın rahmetullahi aleyh emri ile yeşile boyandı. 1289 [m. 1872] da, sultân Abdül azîz hânın rah- [1] Salâhuddîn Eyyûbî 589 [m. 1193] de Şâmda vefât etdi. 141
142 metullahi aleyh [1] emri ile yeniden boyandı. Mescid-i se âdeti ta mîr ve tezyîn için sultân Abdülmecîd hân rahime-hullahü teâlâ kadar çok para harc eden ve gayret eden hiçbir kimse olmamışdır. Haremeyni ta mîr için yediyüzbin altın sarfetmişdir. Ta mîr 1277 [m. 1861] de temâm olmuşdur. Hergün Resûlullaha bir hizmetde bulunmuşdur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüşdür. Sultân Abdülmecîd hân, Mescid-i nebevînin eski şeklini, İstanbulda Hırka-i şerîf câmi inde bulundurmak için emr buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam hâcı İzzet efendi rahimehullahü teâlâ Medîneye gönderilmişdir. İzzet efendi her yeri ölçerek elliüç def a küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbula gönderdi. Sultân Abdülmecîd hânın yapdırdığı (Hırka-i şerîf) câmi ine kondu. Abdülmecîd hânın ta mîrinden sonra, kıble dıvarı ile Şebeke-i se âdet arası yedibuçuk metre, şark dıvarından Kadem-i se âdet şebekesine altı metre, Şebeke-i Şâmî genişliği onbir metre, Muvâcehe-i şerîfe şebekesi genişliği onüç metre, Muvâcehe-i şerîfe şebekesi ile şebeke-i Şâmî arasındaki uzunluk ondokuz metredir. Mescid-i nebevînin kıble tarafında genişliği yetmişyedi metre, Kıble dıvarından, dıvâr-ı Şâmîye kadar uzunluğu yüzonyedi metredir. Hucre-i se âdet ile minber-i şerîf arası olan (Ravda-i mutahhera) genişliği ondokuz metredir. Bu ölçüler, bir Medîne zrâ ı kırkiki santimetre olduğuna göredir. Hanefî fıkh kitâblarındaki şer î zrâ ise, kırksekiz santimetredir. Süûd oğullarından Abdül azîz, Osmânlıların Haremeyn-i şerîfeyne olan mu azzam hizmetlerini gizlemek, Osmânlıların gözleri kamaşdıran zînetli, kıymetli eserlerini yok etmek için, 1368 [m. 1949] târîhinde emr ederek, Mescid-i nebevîyi yeniden ta mîre ve tevsî a başladılar. 1370 de başlayıp, 1375 de bitirdiler. Bütün sahâsı 11648 metre-kare oldu. Bundan evvel 9000 metre-kare idi. Şark ve garb dıvarlarının uzunluğu 128, şimâl dıvarının uzunluğu 91 metre oldu. Ravaklar ya nî kemerler içinde 232 direk vardır. Yeni yapılan iki minâreden herbiri 70 metre yükseklikdedir. Mekkedeki Mescid-ül-harâm 1375 [m. 1955] de genişletildi. 29127 metre-kare iken 160168 metre-kare oldu. 7 minâresi 90 metre yüksekdir. Safâ ve Merve tepelerinin üzerleri de örtülerek, Mescid-ül-harâm ile birleşdirildi. Birçok yerlerin ismlerini değiş- [1] Abdül azîz hân 1293 [m. 1876] da şehîd edildi. 142
143 dirip kendi ismlerini koydular. Medînenin bir dânecik (Bakî ) kabristânına ilk olarak Osmân bin Ma zûn radıyallahü anh defn edildi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu süt kardeşinin kabrine mubârek eli ile büyük bir taş dikdi. Kabr taşı dikmek sünnet olduğu bundan anlaşılmakdadır. Medîne-i münevveredeki türbeleri mezhebsizler yıkmışdı. İkinci sultân Mahmûd hân, [1] hepsini yeniden yapdırdı. Birinci cihân harbinden sonra, İngilizler burasını Osmânlılardan alıp, Abdül azîze verdiler. Tekrâr hepsini yıkdırdı. Mubârek binâları, hattâ Zemzem kuyusu üzerinde, birinci Abdülhamîd hânın rahimehullahü teâlâ yapdırmış olduğu san at eseri binâyı yıkdılar. Resûlullahın dünyâya teşrîf etdiği mubârek evi de yıkdılar. Yerine çarşı yapdılar. Hucre-i se âdetden sonra ilk yapılan türbeler, Bakî kabristânında, Resûlullahın mubârek zevcelerinin kabrleri üzerine yapılmış olan kubbedir. Zeyneb bint-i Cahş radıyallahü anhâ vâlidemiz pek sıcak günde vefât etmişdi. Hazret-i Ömer, kabr kazılırken, cemâ ati güneşden korumak için, kabr üzerinde çadır kurdurdu. Çadır, uzun zemân kabr üzerinde kaldı. Bundan sonra, kabrler üzerine çadır, çardak, zemânla, türbeler yapıldı. İslâmiyyetde ilk tabut da, yine Zeyneb vâlidemiz için yapıldı. Hazret-i Ömer radıyallahü anh, cenâzeye mahremlerinden başkasının gitmesine izn vermemiş, Eshâb-ı kirâm bundan üzülmüşdü. Esmâ bint-i Ümeys, (Habeşde tabut gördüm. Cenâzeyi örtüyor) dedi. Bunun anlatdığı şeklde tabut yapılıp, bütün Eshâb ile birlikde gidilerek defn edildi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, her sene Uhud şehîdlerini ziyâret ederdi. (Hurre-i Vâkum) denilen yerde durup, şehîdlere selâm verirdi. Hicretin sekizinci senesinde ziyârete gidince, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. (Bunlar şehîddir. Ziyâret edenleri tanırlar. Selâm verince işitir, cevâb verirler) buyurdu. Fâtıma-tüz-Zehrâ radıyallahü anhâ hazretleri de, hazret-i Hamzanın radıyallahü teâlâ anh kabrini her iki günde bir ziyâret eder, yeri unutulmamak için, işâret kordu. Her Cum a gecesi gidip, uzun nemâz kılar, çok ağlardı. İmâm-ı Beyhekî rahime-hullahü teâlâ [2] bildiriyor ki, Abdullah ibni Ömer radıyallahü teâlâ anhümâ buyurdu ki, Cum a [1] Mahmûd hân 1255 [m. 1839] da vefât etdi. [2] Beyhekî Ahmed 458 [m. 1066] da Nişâpurda vefât etdi. 143
144 günü, güneş doğmadan önce, babam hazret-i Ömer ile, şehîdleri ziyârete gitdik. Babam hepsine selâm verdi. Selâmına cevâb işitdik. Bana, sen mi cevâb verdin dedi. Hayır, şehîdler cevâb verdiler dedim. Beni sağ tarafına geçirip, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. Her kabrden, üçer def a cevâb işitdik. Babam, hemen secdeye kapandı. Allahü teâlâya şükr eyledi. Hazret-i Hamza ile, kızkardeşinin oğlu Abdüllah bin Cahş ve Mus ab bin Umeyr radıyallahü anhüm ecma în bir kabrdedir. Yetmiş şehîdden, geri kalanları da, ikisi üçü bir kabrdedir. Birkaçı da Bakî kabristânındadır. [Bu şehîdlerin hepsinin ismleri, (Mir ât-i Medîne)de yazılıdır.] 16 - İkiyüzelliyedinci sahîfesinde, (Ebû Dâvüdün rivâyet etdiği hadîsde bana salevât okuyunuz! Her nerede okursanız okuyunuz, bana bildirilir denildi. Demek ki, uzakda yakında okumak arasında ayrılık yokdur. Kabri bayram yeri gibi yapmağa hâcet yokdur) diyor. Hucre-i se âdeti ziyârete ihtiyâc olmadığını göstermek için, Resûlullahın, salât ve selâmdan haber aldığını yazmış, farkında olmıyarak, kendi kendisini yalanlamışdır. Ölü his etmez, duymaz diyordu. Şimdi de, haber aldığını yazıyor. Dörtyüzonaltıncı sahîfesinde, (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden düâ, şefâ at istemek, ona tapınmak olur) diyor. Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem kendisine okunulan salevâtdan haberdar olduğunu yazması ve yukarıdaki yazısı, birbirlerine uymamakdadır. Bundan başka, Ebû Dâvüddeki hadîs-i şerîflerden birini yazıyor. İkincisini yazmak işine gelmiyor. Hadîs âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî rahime-hullahü teâlâ, (Medâric-ün-nübüvve) kitâbının üçyüzyetmişsekizinci sahîfesinde diyor ki, Ebû Dâvüdün Ebû Hüreyreden radıyallahü teâlâ anhümâ haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ, rûhumu bana geri verir. Onun selâmını işitir, cevâb veririm) buyuruldu. İbni Asâkirin rahime-hullahü teâlâ haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Kabrim yanında, bana salevât okununca, o salevâtı işitirim) buyuruldu. 17 - İkiyüzyetmişbir ve sonraki sahîfelerinde, (Ümmetimin ü- zerine sapık imâmlar gelmesinden korkuyorum buyuruldu. Ya nî, müslimânları sapıtdıran âmirler, âlimler gelecek, kitâba uymıyan fetvâlar vereceklerdir. Bunlardan birçoğu derdleri, dileği olan, mezârıma gelsin, dileğini ona veririm derler. Ben Allaha çok yaklaşdım. İbâdet yapmak, benden afv edildi der. Evliyâ, dilediğine yardım eder. Dilekler, onlardan istenilir. Sıkışanlar, onların dirilerine ve ölülerine sarılınca se âdete kavuşurlar. Onlar dilediklerini 144
145 yapar. Kerâmet gösterirler. Levhilmahfûzu bilirler. İnsanların gizli düşüncelerini anlarlar. Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarına türbe yapdırırlar. Bunlar, Allahdan başka şeylere tapınmakdır. Hadîsde, münâfıklar hak sözleri söyliyerek aldatırlar denildi. Hadîsde, ümmetimden çokları putlara tapınmadıkça kıyâmet kopmaz denildi. Kabrlere tapınan, Allaha şirk edinenler, buna ne diyecekler? Son senelerde putlara tapınmak fitnesi o kadar artdı ki, kimse görmez oldu. Muhammed bin Abdülvehhâb ortaya çıkıp, bunu önledi. Hükûmetler buna karşı durmak istediler ise de, adı her yere yayıldı. Buna inanan da, inanmıyan da çok oldu. Ebû Tâhir diyor ki, Sü ûd oğulları, Abdülvehhâb oğlunun tevhîd bayrağını Arabistânın her yerine ulaşdırdı. Şirkin yayılmasını önlemek, şirki yok etmek lâzımdır. Kabrler üzerine yapılan türbeler de böyledir. Her türbe puthâne olmuşdur. Yeryüzünde bunları hiç bırakmamalıdır. Bunların çoğu Lât ve Uzzâ putları gibidir. Müslimânların çoğu müşrik oldu. Ümmetimden otuz deccâl çıkacakdır hadîsi meşhûrdur. Seyyid Muhammed Sıddîk bin Hasen hân [1] (Kitâb-ül-izâga)sında, bu deccâllardan birinin firenk habîsi gulâm Ahmed Kadıyânî olduğunu yazmakdadır. Bu hindli kâfir, önce Mehdî olduğunu söyledi. Sonra, hıristiyan devletin yardımı ile, Peygamber olduğunu bildirdi. Abdüllah ibni Zübeyrin hilâfeti zemânında ortaya çıkan Muhtâr Sekafî de, bu deccâllardan biri idi. Ehl-i beyti sevdiğini, hazret-i Hüseynin kâtillerinden intikam alacağını söyledi. Çok müslimân öldürdü. Sonra, Peygamber olduğunu, kendisine Cebrâîl geldiğini söyledi) diyor. Kitâbın müellifi, müslimânların üzerine sapık, dinsiz hükûmetlerin ve din adamlarının geleceğini haber veriyor. İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ bu sapık din adamlarının müslimânları doğru yoldan çıkardıklarını bildirmekdedir. Mezhebsizler islâm memleketlerinde câsûslar ele geçirip, bu satılmış mezhebsiz ajanlar ile müslimânları aldatıyorlar. Bozuk kitâblar basdırarak, Ehl-i sünneti yıkmağa, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerine, Velîlerine rahime-hümullahü teâlâ leke sürmeğe çalışıyorlar. İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz ikiyüzellibeşinci mektûbda buyuruyor ki, (Hazret-i Mehdî rahime-hullahü teâlâ islâmiyyeti yayacak. Resûlullahın sünnetlerini ortaya çıkaracak. Bid at işlemeğe ve bid atleri müslimânlık olarak yaymağa alışmış olan Medînedeki din adamı, Mehdînin sözlerine şaşıp, bu adam bizim dînimizi yok etmek istiyor diyecek. Hazret-i Mehdî, [1] Sıddık Hasen hân vehhâbî 1307 [m. 1891] de Hindistânda öldü. 145 Kıyâmet ve Âhıret - F:10
146 bu din adamının öldürülmesini emr edecekdir). Bu haberden mezhebsizlerin Medînede zuhûr edeceği ve uzun zemân kalacağı ve hazret-i Mehdî tarafından büsbütün yok edileceği anlaşılmakdadır. Kitâbın müellifi, burada da, kâfirleri, müşrikleri ve münâfıkları bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri yazıyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin rahime-hümullahü teâlâ bunlara yapdıkları açıklamaları uzun bildirerek, doğru yolu savunucu görünüyor. Sonra, Ehl-i sünnet olan temiz müslimânlara saldırıyor. Türbelere puthâne, Evliyâya put diyebilmek için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma nâ vermekden sıkılmıyor. Te vîlli olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma nâ veren kimse, te vîlini biliyorsa, (Bid at sâhibi), ya nî sapık olur. Te vîle lüzûm olmayan açık nasslara yanlış ma nâ vererek, islâmiyyete saldıran, müslimânlara müşrik diyen ise kâfir olur. Nassları yanlış te vîl eden, kâfir olmıyor ise de, müslimânlar arasında bölücülük yapıyor. Yalnız kendisi müslimân imiş. Asrlar boyunca gelmiş geçmiş milyonlarca müslimân müşrik imiş. Şimdi yeryüzündeki müslimânların çoğu da ölülere tapınıyorlarmış. Hadîs-i şerîfde bildirilen câhil, sapık imâmların, kimler olduğu meydândadır. Bin seneden beri gelmiş mü minlerin doğru yollarından ayrılarak sapıtmışlardır. Müslimânları doğru yoldan sapıtdıran zâlim devlet adamlarının da kimler olduğunu her mü min bilmekdedir. Bunlar, müslimân ve (tevhîd ehli) adı ile müslimânlara zulm eden, Ehl-i sünneti, doğru yoldaki mü minleri öldüren vehhâbîlerdir. Vehhâbî yazar, Kur ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ma nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet kitâblarına uymıyan fetvâlar veriyor. Müslimânlara müşrik diyor. Hiçbir islâm âlimi rahime-hümullahü teâlâ, (Dileği olan mezârıma gelsin, istediğini yaparım) dememişdir. Bunu, kitâbın yazarı uydurmakda, müslimânlara iftirâ etmekdedir. İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ, Allaha çok yaklaşdım dememişdir. Allahü teâlânın kendilerine ihsân etdiği kerâmetlerin duyulmasını bile istememişlerdir. En büyük kerâmet, islâm dîninin ahkâmına, ya nî emr ve yasaklarına uymak, Resûlullahın sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem izinde bulunmak olduğunu bildirmişlerdir. Abdülkâdir-i Geylânî rahime-hullahü teâlâ talebesi ile çölde giderken, hava karardı. Şimşekler, gök gürültüleri arasında, bulutlardan bir ses gelerek, (Kulum Abdülkâdir! Seni çok seviyorum. Bugünden sonra ibâdet yapmağı, senden afv eyledim!) sesi işitildi. O büyük Velî kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz hemen, (Kezzebte yâ Kezzâb!) dedi. 146
147 (Yalan söyledin! Ey yalancı şeytân! Beni aldatamazsın. Allahın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmdan, ibâdet afv edilmedi. Ölüm hastalığında bile, birisine dayanarak cemâ ate geldi. Hiçbir kuldan ibâdet afv olunamaz!) buyurdu. Kitâbın müellifi böyle mubârek Velîlere rahime-hümullahü teâlâ iftirâ etmekden hayâ etmiyor. Türbelerdeki Evliyâya tevessül etmek, yalvarmak şirkdir diyor. Hâlbuki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, (İşlerinizde şaşırdığınız [bunaldığınız] zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) buyurdu. Müslimânların, Evliyânın kabrlerini ziyâret etmeleri, onlardan yardım beklemeleri, bu hadîs-i şerîfe uydukları içindir. İslâm âlimleri rahime-hümullahü teâlâ, bu hadîs-i şerîfe uyarak Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ, kabrlerini ziyâret etmişler, feyz aldıklarını bildirmişlerdir. İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz ikiyüzdoksanbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Dehli şehrinde, bayram günü, hocam Muhammed Bâkî billâhın mezâr-ı şerîfini ziyârete gitmişdim. Mubârek mezârına teveccüh etdiğim zemân, mukaddes rûhâniyyeti ile iltifât buyurdu. Bu garîbi öyle okşadı ki, Hâce Ubeydüllah-i Ahrârdan kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz kendisine gelmiş olan feyzleri ihsân eyledi. Bu nisbete kavuşunca, Tevhîd ma rifetlerinin hakîkati hâsıl oldu). Yukarıdaki hadîs-i şerîf, birçok kitâbda yazılıdır. Müslimânlar arasında meşhûr olmuşdur. Osmânlı devletinin şeyh-ul-islâmlarından dokuzuncusu, büyük âlim, müftî-üs-sekaleyn, ya nî insanlara ve cinne fetvâlar vermiş olan Ahmed Şemseddîn ibni Kemâl efendinin rahime-hullahü teâlâ [1] (Kırk hadîs) kitâbının türkçe tercemesi, hicretin (1316) senesinde İstanbulda basılmışdır. Bu kitâbında diyor ki: İzâ tehayyertüm fil-umûr, feste înû min ehlil-kubûr! Ya nî, işlerinizde şaşırdığınız zemân, kabrdekilerden yardım isteyiniz! İnsanın rûhu, bedenine âşıkdır. Ölüp, rûh bedenden ayrılınca bu sevgisi yok olmaz. Rûhun bedene olan bağlılığı ve çekmesi, öldükden sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabr üzerine basmak, hadîs-i şerîfle, bunun için yasak edilmişdir. Bir kimse, bir Velînin rahime-hullahü teâlâ kabrini ziyâret edince, ikisinin rûhu buluşurlar. Çok fâide hâsıl olur. Kabr ziyâretine izn verilmiş olması, bu fâidenin hâsıl olması içindir. Bundan baş- [1] Ahmed ibni Kemâl 940 [m. 1534] de İstanbulda vefât etdi. 147
148 ka, gizli fâideleri de yok değildir. [İbni Âbidîn rahime-hullahü teâlâ, (Redd-ül-muhtâr) kitâbının önsözünde diyor ki, imâm-ı Muhammed Şâfi î, imâm-ı a zam Ebû Hanîfeye rahime-hümullahü teâlâ karşı çok edebli, saygılı idi. (Ebû Hanîfe ile bereketleniyorum. Kabri yanına gidiyorum. Güç bir süâl karşısında kaldığım zemân, kabri yanında iki rek at nemâz kılıp, Allahü teâlâya düâ ediyorum. Cevâbı hemen hâtırıma geliyor) buyurmuşdur.] Kabrdekinin rûhu ile ziyâretcinin rûhu, birer ayna gibidir. Işıkları birbirlerine aks eder. Ziyâret eden, kabre bakıp, Allahü teâlânın kazâsına râzı olup, rûhu bunu duyunca, ilmi ve ahlâkı feyzlenir. Bu feyz, kabrdekinin rûhuna aks eder. Meyyitin rûhuna, cenâb-ı Hakdan gelmiş olan ilm ve feyzler de, ziyâret edenin rûhuna aks eder. Şâfi î âlimlerinden Alâüddîn Alî bin İsmâ îl Konevî rahime-hullahü teâlâ, [1] (El-a lâm fî-hayât-il-enbiyâ aleyhimüssalâtü vesselâm) kitâbında diyor ki, Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve bütün müslimânların rûhları, kabrlerine ve anıldıkları yerlere inerler. Rûhların, kabrleri ile bağlılıkları vardır. Bunun için, kabr ziyâreti müstehabdır. Kendilerine verilen selâmı işitirler ve cevâb verirler. Hâfız, ya nî hadîs âlimi Abdülhak Eşbilî rahime-hullahü teâlâ (Akîbet) kitâbında diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, tanıdığı bir mü min kardeşinin kabrine gelip, ona selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. Fahreddîn Gazanfer Tebrîzî diyor ki, birşeyi çok düşünür, hiç anlıyamazdım. Hoca Tâceddîn-i Tebrîzînin rahime-hullahü teâlâ kabri başında oturup düşündüm. Anladım. Ba zı âlimler, (İşlerinizde şaşırdığınız zemân, kabrdekilerden yardım isteyiniz) hadîs-i şerîfindeki (kabrde olanlar), (Ölmeden önce ölünüz!) emrine uyarak, tesavvuf yolunda yükselmiş olan Evliyâdır dediler. Ahmed ibni Kemâl efendinin yazısı temâm oldu. [İbni Âbidîn, 1252 [m. 1836] de Şâmda, Abdülhak Eşbîlî Mâlikî, 582 [m. 1187] de vefât etmişlerdir.] Bu hadîs-i şerîfin açıklanması, (El-Besâir li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) kitâbında yazılıdır. Bu kitâb arabî olup, İstanbulda 1395 [m. 1975] de, ofset baskısı yapılmışdır. (Münâfıklar, hak söyliyerek, müslimânları aldatırlar!) hadîs-i şerîfi de, bu kitâbın müellifini haber veriyor. Kitâba, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin hak sözlerini doldurup, aralarına sapık inançları serpişdirmiş. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kabrdekilerden yardım isteyiniz buyuruyor. Bu ise, böyle yapanlara müşrik diyor. Bu hadîs-i şerîfi yasak ediyor. Resûlullahın emrine şirk diyor. [1] Alî Konevî 729 [m. 1328] de vefât etdi. 148
149 18 - (Feth-ul-mecîd) kitâbının yüzaltmışsekizinci sahîfesinde, (Evliyâ kerâmet olarak, diri ve ölü iken, istediklerine yardım edermiş. Şaşırdıkları, sıkışdıkları zemân, onlara yalvarıyor, yardım istiyorlar. Kabrlerine gidip, sıkıntılarının giderilmesini istiyorlar. Ölülerin kerâmet yapacaklarını zan ediyorlar. Bunlara Ebdâl, Nükabâ, Evtâd, Nücebâ, yetmişler, kırklar, yediler, dörtler, Kutb, Gavs gibi ismler takıyorlar. Bunların yalan olduğunu ibnül-cevzî [1] ve ibni Teymiyye bildirmekdedir. Bunlar Kur ân-ı kerîme karşı gelmekdir. Evliyânın diri ve ölü iken birşey yapacağını Kur ân red etmekdedir. Herşeyi yapan Allahdır. Başkaları birşey yapamaz. Âyet-i kerîmeler, ölüde his ve hareket olmadığını bildiriyor. Ölü, kendine birşey yapamaz. Başkalarına hiç yapamaz. Allah, rûhların kendi yanında olduğunu bildiriyor. Bu zındıklar ise, rûhlar serbest olup, dilediklerini yaparlar diyorlar. Bunların kerâmet olduğunu söylemeleri de yalandır. Kerâmeti, Allah dilediği velîsine verir. Kendi istekleri ile olmaz. Sıkıntılı zemânlarda, onlardan yardım istemek, dahâ çirkindir. Peygamber, melek ve velî, kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Diri olan kimseden maddî yardım istemek câizdir. Fekat maddî olmıyan, görülmiyen şeyler için, Allahdan başkasına yalvarılmaz. Hastanın, boğulacak olanın, fakîrin, Peygamberlerden, rûhlardan, velîlerden ve başka şeylerden yardım istemeleri şirkdir. Bunlara kerâmet demek, puta tapanların koyduğu bir ismdir. Allahın Evliyâsı böyle olmaz) diyor. İkiyüzdoksandokuzuncu sahîfesinde: (Bir kimse velî olduğunu söylerse, gayb olan şeyleri bilirim derse, bu kimse, şeytânın Evliyâsıdır. Rahmânın Evliyâsı değildir. Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî kulunun elinde hâsıl etdiği bir şeydir. Düâsı ile veyâ ibâdeti ile hâsıl olur. Velînin bunda bir kuvveti ve arzûsu te sîr etmez. Evliyâ, Velî olduklarını söylemez. Allahdan korkarlar. Sahâbe ve Tâbi în Evliyânın en yüksekleri idi. Bunlar, gaybı biliriz demedi. Allah korkusundan ağlarlardı. Temîm-i Dârî, Cehennem korkusundan uyumazdı. Evliyânın nasıl olduklarını Ra d sûresi bildirmekdedir. Böyle olan tesavvufculara Evliyâ denir) diyor. Önce şunu bildirelim ki, bu son yazısında, işin doğrusunu yazmakdadır. Keşki, Evliyâdan yardım istemeğe ve türbelerde düâ etmeğe şirk demeseydi ve kubbeleri yıkmak lâzımdır demeseydi, ne iyi olurdu. Fekat doğru yazıları arasında zehr saçıyor. Müslimânlar arasında bölücülük yapıyor. [1] Abdürrahmân Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de Bağdâdda vefât etdi. 149
150 Velî, kerâmet ne demek? Bunun doğrusunu imâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh in (Mektûbât) kitâbının çeşidli mektûblarından alarak aşağıda bildireceğiz: Kerâmet hakdır. Kerâmet, şirkden kaçıp kurtulmak, ma rifete kavuşmak, kendini yok bilmekdir. Kerâmet ile istidrâcı birbiri ile karışdırmamalıdır. Kerâmet ve keşf sâhibi olmak istemek, Allahdan başkasını sevmek demekdir. Kerâmet, kurb ve ma rifet demekdir. Kerâmetin çok olması, tesavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmakdandır. Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsân olunmuş Velînin kerâmete ihtiyâcı yokdur. Kalbin zikre alışması yanında, kerâmetin hiç kıymeti yokdur. Evliyânın keşfinde hatâ olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahîh olan keşfler, hayâl değildir. İlhâm ile kalbde hâsıl olur. Hayâl karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyânın keşfi, islâmiyyete uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyânın keşfleri, ilhâmları, başkaları için huccet, sened olamaz. Fekat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için huccetdir. Keşf ve kerâmet sâhibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecellîler, tesavvuf yolunun yolcularında hâsıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayretde ve ibâdetdedirler. Evliyânın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fâide elde edilebilsin. Evliyânın elbisesini edeb ve saygı ile giyince, çok fâide hâsıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyâsını büyük günâh işlemekden korur. Evliyâdan birkaçı, uzak yerlerde görülmüşdür. Bu görünüş, rûhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliyâ, küçük günâhdan korunmuş değildirler. Fekat, hemen gafletden uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, afv dilerler. Evliyâ, insanları hem islâmiyyetin açık emrlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyânın bir kısmı, sebebler âlemine inmemişdir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yokdur. İnsanlara fâideli olmazlar. Feyz veremezler. Evliyânın çoğunda, vilâyetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtâd ve ebdâl böyledir. Bunların gençleri yetişdirebilmeleri, Alî radıyallahü teâlâ anh ın yardımı ile olur. Velîlerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyâlık, zıllere, gölgelere kavuşmak demekdir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyâlık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyâlığı abdest gibi, nübüvveti nemâz gibi bilmelidir. Evliyâlık, kötü huylardan kurtulmak demekdir. Evliyânın, kendinin Velî olduğunu bilmesi lâzım değildir. Evliyâlık verilip de, Velî olduğu bildirilmezse, hiç kusûr olmaz. Velî olmak için, dünyâ ve âhıret sevgisini gönülden çıkarmak lâzımdır. 150