GLOBALİZM
Kavram olarak “global” (küresel) sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse bile, “globalization” (küreselleşme), oldukça yenidir. İlk olarak 1960’larda ortaya çıkan globalleşme kavramı, 1980’lerde ise sıkça kullanılmaya başlanmıştır.
1990’lara gelindiğinde de, bilim adamlarının önemini kabul ettiği anahtar bir sözcük haline gelmiştir 1990’lı yılların başlarında ortaya atılan globalizm (küreselleşme) kelimesi günümüzde de sık sık kullanılmaktadır. Bu konu üzerine dünyada çeşitli şekillerde (konferanslar, tartışmalar ve protestolar yapılarak) çalışmalar sürdürülmektedir.
Günümüzde globalleşme konusunda çok geniş bir literatür oluşmuştur; ancak sosyal bilimlerin (toplum olaylarının incelendiği) bir çok alanında görüldüğü şekilde, globalleşmeye ilişkin birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bir diğer ifade ile globalleşme konusunda, gerek teorisyenler, gerekse uygulamacılar arasında uzlaşmadan bahsetmek mümkün değildir.
Yayınlanan gazetelerin ticaret ve finans sayfalarında, dergilerde sürekli olarak globalizmle (küreselleşme) ile alakalı konular yayınlanmakta ve açıklamalarda bulunulmaktadır. Sürekli olarak dünyanın belli merkezlerinde yüksek düzeyde katılımlarla propagandası yapılmaktadır. Katar Doha’da, Meksika Cancun’da ve Dubai’de İsvicre Davos`da İMF ve Dünya Bankası gibi ekonomi kuruluşlarının katılımıyla yapılan çalışmalar gibi.
Ulusal hükümetler üzerindeki otoritesi ile Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ/WTO), bir çok devletten daha fazla olan ekonomik gücüyle çok uluslu şirketler, küresel gönüllü kuruluşlar (NGOs) ve ulusal sınırları aşan diğer gruplar ortaya çıkmıştır. Bu ve buna benzer çalışmalarda süper güçler tarafından, global devlet ekonomisini tartışmak üzere, toplantılar düzenlenmektedir.
Globalizm anlayışının ortaya çıkarılışı ve vakıaya hakim olma amacının ne olduğunun yanında Hilafetdevleti döneminde bu çıkışın ne tür sorunlara yol açabileceğini açıklamak gerekmektedir.
Konuya girmeden önce önemle belirtmemiz gerekir ki; Ümmet içerisinde bazı Müslümanlar Hilafet Devletinin Müslümanlar için tek doğru yol olduğu gerçeğinde tereddüt etmemektedirler. Fakat aynı zamanda karışık, global ekonomi düzeninin öne çıkarıldığı, günümüz dünyasına Hilafet’in ayak uydurmasının çok zor olacağı kanısındalar.
Yine bu konu bazı Müslümanların İslam’ı çözüm olarak görmeleri ile birlikte globalizm sürecinde İslam’ın nasıl hayatta kalacağı hususunda tedirgin olmalarıyla alakalıdır. Bu yüzden önce globalizmi incelememiz ve akabinde HilafetDevletinin globalizmin hakim olduğu bir dünyada hayatta kalabilecek imkanlara sahip olup-olmadığını açıklamamız gerekmektedir.
Globalizm nedir?
Belirttiğimiz gibi, “globalizm” kelimesi bu asırda akademisyenler ve fikir adamları tarafından sıkça kullanılmakta ve övülmektedir. Kelimenin sıkça kullanılmasına rağmen, çok küçük bir kesim globalizmi içine yerleştirecekleri homojen (bağdaşık) bir çerçeveye ulaşabilmişlerdir. Mesela; 2002 yıllında globalizmi tartışan yaklaşık 1000 gazete, yazı ve kitap yayınlanmıştır.
Bunun dünya kamuoyunda önemli etkileri olmuştur. Bu yoğun çalışmalar ve etkinliklere rağmen globalizmin gerçekten ne olduğu hususunda ortak bir fikir birliğinden bahsetmek mümkün değildir. Bu konuda ortak görüşün doğmaması globalizmin geniş ve esnek bir anlamı olduğuna işaret etmektedir.
Çelişkili yaklaşımların ve ifade tarzlarının olması şu gerçeği ortaya koymaktadır ki o da; globalizmi herkes kendi çıkarlarına göre yorumlamasıdır. Liberal ekonomistlerin, sosyalistlerin ve hatta çevrecilerin globalizm kelimesini, kendi siyasi çıkarları ve kriterleri (kıstasları) ölçüsünde tanımladıklarını görmekteyiz.
Bu sayfaları Joseph Stiglitz, Anthony Giddens, Paul Krugman ve Gordon Brown’ın globalizm tanımlarıyla doldurabilirdik. Fakat böylesi bir yol takip etmek, günümüzde Londra veya New York’tan düğmeye basılarak, yatırım ve finans hareketlerinin düzenlendiği gerçeğiyle yüzleşmekten uzak kılar, konumuzun hedefini saptırır, yazımızı defalarca açıklanmış bir hususu tekrar dile getiren akademik bir yazı haline dönüştürür.
Günümüzde karşılaştığımız bu kelimeyi (globalizmi) herkesin anlayabileceği, gerçekler ve vakıası üzerine temellendirilmiş bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Genel olarak globalizm; ekonomik, siyasi ve kültürel alanda meydana gelen olaylarla alakalıdır. Konumuzun akışında globalizmin içerdiği tüm başlıkları ele alacağız.
1- Ekonomik globalizm:
Gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doyması, özellikle 1970’lerdeki petrol krizi sonrasında dış piyasalara açılma arayışı ile iktisadi faaliyetlerin hacimlerinin artmış olması küreselleşme sürecini ortaya çıkartan ekonomik faktörlerden bazılarını oluşturmaktadır.
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren enformasyon teknolojilerinin yaygınlık kazanması, dünyada mesafe kavramının eski anlamını ortadan kaldırmıştır. Bu durum globalleşme bağlamında belki de ilk etkisini finans piyasalarında hissettirmekle birlikte, bu etki günümüzde çok daha geniş bir alana yayılmıştır.
Bu, ürünlerin, ticari ürünlerin, finans ve yatırımların dünyanın bir köşesinden diğer köşesine akışı ve pazarlanmasıyla bağlantılıdır. Aslında bu, bir ülkenin “ulusal ekonomisini” devletten daha güçlü bir hale geliştirme anlamını taşımakta ve olaylar; ulusal düzeyden daha yüksek bir düzeyde cereyan etmektedir.
Ekonomik globalizmin savunduğu; artık Amerikan, İngiliz veya Çin ürünleri değil, Alman veya Kanada ekonomisi değil, global bir ekonomi oluşturmaktır. Ki; bu husus transport (taşımacılık) ve telekomünikasyon (haberleşme) vasıtasıyla istenilen bağımlı, ekonomik alakalarla geliştirilmiş olsun. Globalizm hakkında genelde konu edilen, duyduğumuz ve okuduğumuz bunları içeriyor.
Globalizm, mallarını ihraç etmek için şirketler kurmak ve bu şirketler yolu ile malını ihraç etmek istediği ülkelerin yerel halkından olan kimselere temsilcilikler vererek mallarını ihraç etmeyi esas alır. Bu öngörü; tacirin önündeki ticaret yollarını açmaya gerek duymaksızın mallarının önündeki ticaret yollarını açmaya yöneliktir. Burada güvence sadece şirketlerin kendisine yöneliktir.
Globalizm anlayışı;
Yukarıda belirttiğimiz gibi globalizm düşüncesi sadece yayılmakla bırakılmayıp, uygulamaya da konulmak istenilmektedir. Teori gereği globalizm dünya geneline hakim olmaya devam edecektir. Bu fenomenin (olgunun) gerçek yapısını iyice anlamamız gerekmektedir.
Globalizmin realitesi ve gerçek yüzü:
1990’lı yıllardan itibaren globalizm çılgın ateş gibi dünyada yayılmıştır. Savunanlarının ve teşvikçilerinin belirttiği; sözde avantajlarına rağmen, realitede (gerçekte) globalizmin herkes için pek de uygun olmadığı açıkça görülmektedir.
Globalizm savunucularına göre; "endüstri uygarlığının bir ürünü olan ulus devlet, globalleşme sürecine paralel olarak önemini yitirmiştir. Artık global piyasa, politikanın yerini almaktadır; çünkü piyasa mekanizması hükümetlerden daha rasyonel (hesaplı) çalışmaktadır.
Bir çok neo-liberal (aşırı yenilikçiler) için globalleşme, ilk gerçek global uygarlığın habercisi olarak değerlendirilmektedir.
Aşırı-küreselleşmeci bakış açısına göre, global ekonominin yükselişi, radikal yeni dünya düzeninin bir delili olarak yorumlanabilecek, global düzeyde kültürel karışım (hypredization), küresel yayılma ve küresel yönetişim kurumlarının (Global Governance Institutions) doğuşu, köklü bir biçimde yeni dünya düzenin delilleri ve ulus devletin ölümü olarak yorumlanmaktadır.
Artık ulusal hükümetin sınırlarını kontrolde zorluk çekmeye başlamışlardır. Küresel ve bölgesel hükümetler daha büyük roller talep ederken, devletlerin otonomisi ve egemenliği de daha çok aşınmaktadır.
Bunun yanında, ülkeler arasında uluslararası işbirliği kolaylaşmıştır; artan küresel iletişim altyapısı sayesinde değişik ülkelerin halkları, ortak çıkarlarını daha çok farkına varmakta ve bunun sonucunda da küresel bir uygarlığın doğuşu için ortak bir zemininin oluştuğunu iddia etmektedirler"
Kurtarıcı olmaktan ziyade, globalizm ulaştığı ve dokunduğu en uzak bölgeleri dahi yakıp yıkmıştır. Globalizm, ‘Washington Konsensüs’ü (mutabakatı) haline gelmiştir ki; bu Konsensüs bir seri ekonomik politikalardan oluşmaktadır. Bu politikalar yeni dünya paradigması (modeli) içerisinde başarılı olduğu takdirde, ulusların bunu benimsemesi istenilmektedir.
İzlenilen politikada yardımların verilmemesini, yüksek vergi, kamu giderlerinin azaltılması, ekonominin yeniden düzenlenmesi (liberalleştirilmesi), kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve borsanın değer kaybetmesini içermektedir. Bu globalizm tohumları ekonominin büyümesi ve gelişmesi için yegane çözüm olarak gösterilmektedir. Fakat 20 yıllık tecrübe sonrası beklenilenin tam tersi olmuştur.
Globalizm dünya topluluğu için ekonominin eşit düzeyde genişlemesi hedefine ulaşamamış aksine gerileme ve çöküşe sebep olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz politikaların yapısına ve sonuçlarına baktığımızda, dünyadaki eşit hakların, dejenere edilmiş ekonominin, içerisinde kaybolup gitmesi bir sürpriz değildir. Bu politikalarda oluşan çatlaklıkları konunun devamında inceleyeceğiz.
Ticaret sınırlarının baskı sonucu kaldırılması:
Gelişen ülkelerden, Ricardo’nun eşit avantajlar kanunundan faydalanabilmeleri için ticaret sınırlarını kaldırmaları istenildi. Bu teoriye göre; her hangi bir ülke en uygun şekilde üretebileceği ürünlerde ve hizmetlerde uzmanlık alanı olur. Aynı zamanda bu tip ülkede üretimi zor olan diğer ürünleri başka bir ülkeden ithal etmeye teşvik vardır. Bu bir bakıma; ülkenin bazı ürünleri kendisinin üretme imkanı olsa dahi diğer ülkelerden ithalat edebileceği anlamına gelir. Bu bakış açısından yola çıkarak, Honduras (Amerika’nın tekstil ithalatında en büyük kaynağı) veya Çin’den tekstil ithal etmek ekonomik olarak, Amerika’nın tekstil üretmesinden çok daha ekonomiktir. Bu durumda Amerika’nın tekstil üretimine geçmesine gerek yoktur.
Tekstil ithal etme aynı zamanda Amerika ve Çin içinde faydalı olacaktır. Şöyle ki:
Birincisi; Amerika’da tekstil fiyatları düşük olacaktır ki; böylelikle tüketiciler paralarının büyük bir kısmını başka şeylere harcayabileceklerdir.
İkincisi; Çin’in tekstil ithalatından elde edeceği gelir, ülkenin gelir seviyesini yükseltecek ve böylelikle Çin Amerika’nın ürettiği ürünlerden (cep telefonları, Microsoft gibi bilgisayar ürünleri ve buna benzer ürünleri) daha fazla satın alabilecektir.
Bu sisteme bağlanan tüm ülkeler, bu sınırlar çerçevesinde özgür ticaret haklarından faydalanacaklar ve eşit avantajlar kanunundan yararlanabileceklerdir.
Teorik olarak bu tez çok olumlu görünmektedir. Fakat realitede (gerçekte) Batılı ulusların iki yüzlülüğünü ortaya koymaktadır.
Serbest ticaret teorisi, Dünya ticaret sistemindeki uluslararası sınırlar gelişen ülkelerdeki ihracat büyümesini geriletmiştir. Endüstri ülkeleri diğer endüstri ülkelerine yaptıkları satışlarda ortalama 1% ödüyorlar. Buna karşılık Güney Asya’da ki ihracatçılar 8% ödüyorlar.
Dahası; zengin ülkeler kendi çiftçilerine senelik büyük miktarlarda yardım yapmaktadırlar. Bu rakam milyarlarla ifade edilebilir. Bu durumda fakir ulusların rekabet etme imkanları neredeyse tamamen ortadan kalkıyor. Mesela; Japonya pirinç çiftçilerine, pirinç üretim masrafının 7 katını ödemektedir.
Bunun sonucu diğer çiftçiler pirinç fiyatını düşürmek zorunda kalmaktadırlar. Böylece diğer ülkelerin pazara girmeleri engellenmekte ve böylece zengin uluslar diğer ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmelerine engel olmaktadırlar.
Bu hususta en büyük suçlulardan biri Amerika’dır. Geçen yıl Bush iktidarı Amerikan çiftçilerine, 10 yıl içerisinde ayrılan paydan 175 milyar dolar fazla verileceğini açıkladı.
ABD, keten üreten çiftçilere yıllık Afrika’ya yaptığı yardımın üç katını yapmaktadır. 2001 yılından 2002 yılına kadar ABD keten çiftçilerine 3 milyar dolar yardım garantiledi.
Bu miktar fakir bir Afrika ulusu olan Burkana Faso’nun tüm ekonomik gelirinden daha yüksektir. Birleşmiş Milletler, İnsani Gelişme Raporuna göre ise, dünya finanssal piyasalarında her gün 1,5 trilyon dolardan fazla para el değiştirmektedir.
Bunun çok az bir kısmı İslam beldelerine uğramaktadır. Küresel düzeyde bütünleşmiş finanssal piyasalar tarihte ilk defa gerçekleşmektedir. Buda sabit Pazar piyasası yerine oynak, yatırımcılar üzerinde güvenç oluşturmayan bir sistemi doğurmuştur.
Buraya kadar ticaret düzeninin çarpık yapısını gözler önüne serdik. Bu sistem zenginlerin yararına işlev yapmaktadır ve gelişen ülkelerin kalkınmasına engel olmaktadır.
Ülkeleri asli ihtiyaçlara daha az yatırım yapmaya zorlamak:
Batı ülkelerinin haricindeki ülkelerden, “serbest pazar ekonomisini” oluşturabilmesi ve böylelikle söz konusu ülkenin borçları için yardım alabilmesi için, kendi ekonomilerine daha az yatırım yapmaları istenildi.
Devletin ‘geriye çekilmesiyle’ devlet giderlerinde dramatik azalmalar başladı. Bir çok ülkelerde -şu an olduğu gibi- eğitim ve sağlık gibi hayati önem taşıyan şeyler için devletin harcamaları korkunç derecede azaldı. Yıllık bütçenin büyük bir kısmıyla borçlar karşılanmakta ve kamunun ihtiyaçlarına çok az bir miktar kalmaktadır.
Türkiye örneğinde olduğu gibi... Temel ihtiyaçlardan olan su ve ekmeğe ayrılan yardımlar kaldırılmış, bunun sonucu fiyatlar yükselmiş ve fakirlik sıkça görülmeye başlamıştır.
Sonuç tıpkı Meksika, Venezuela, Mısır, Endonezya, Arjantin ve Nijerya’da olduğu gibi toplumsal huzursuzluktur. Mesela; 1996’da Ürdün’de ‘ekmek’ ayaklanmaları başlamıştı. İnsanlar sokaklarda 12 sentten 23 sente çıkan ekmeğin fiyatını protesto etmişlerdi. 4,2 milyon Ürdün halkının temel gıda fiyatları yükseltilmiş ve bir zoraki İMF anlaşması olan buğday yardımları azaltılmıştı.
Bu hususta Ürdün rejiminin tepkisi ise devlete meydan okuyanları insafsızca vurmak olmuştu. Ordu en şiddetli protesto bölgelerine gönderilmiş ve 300 den fazla kişi tutuklanmıştı. Gece sokağa çıkma yasağı uygulanarak ve birçok bölge giriş-çıkışlara kapatılmıştı.
Özelleştirme
Globalizm için ana faktör; kamu sektörünün şirketlere satılması yani özelleştirilmesidir. Dünyanın bir çok fakir ülkesinde IMF ve DB (Dünya Bankası) tarafından empoze edilen SAP’lar (Ekonomik Programlar) içeren uygulamalar sonucu hayati önem taşıyan kamu hizmetleri özelleştirildi. Özelleştirme programları sonucu da büyük felaketler olmuştur.
Önceleri bedava olan eğitim paralı olunca bir çok aile çocuğunu okuldan almak zorunda kaldı. Temel sağlık kontrolü olabilmek için milyarlar gerekmektedir.
Özelleştirmenin fakir ülkelere açtığı zararın kanıtlanmasına rağmen İMF ve DB bunu halen ekonomik bir model olarak tavsiye etmektedirler. Suyun özelleştirilmesi buna sadece bir örnektir. DB Haiti’nin başkentinde özelleştirilmiş su şebekelerinden gelen suyun, kamu sektöründen gelen sudan on kat daha pahalı olduğunu açıkladı. Moritanya’da ki aileler gelirlerinin yarısını suya harcamaktadırlar. Buna rağmen İMF ve DB suyun özelleştirilmesini desteklemektedir. Bu doğrultuda, 2000 yılı içerisinde 12 Afrika ülkesine suyu özelleştirme anlaşmaları çerçevesinde teşvik kredileri verilmiştir.
Özelleştirmenin yukarıda belirttiğimiz zararlarının yanı sıra gelişen ülkelerde uluslar arası şirketlerin ekonomik güçleri artmıştır. Her şeyin özelleştirildiği Arjantin, Brezilya, Şili ve Zambiya gibi ülkelerde serbest rekabet tamamen saf dışı bırakılmıştır. Uluslararası şirketler çok güçlü hale gelmişler hatta yatırım yaptıkları ülkelerden daha güçlü bir fonksiyon kazanmışlardır.
Orantıya vurduğumuzda görülen; dünyadaki en geniş ekonomiye sahip olanların başında 51% şirketler, 49% ise ülkeler gelmektedir. Satışlar sonucu bazı şirketlerin net kar miktarı gelişmekte olan bir ülkenin yıllık bütçesinden daha yüksektir.
Mesela: Shell’in yıllık satışı 68 milyar dolar civarındadır. Bu miktar 110 milyon vatandaşı olan Nijerya’nın gelirinin 2,5 katıdır. 1989’da ticaretin 18% büyük uluslararası şirketlere aitti. 1993’de uluslararası şirketlerin toplam mülkü dünya mülkünün çeyreği kadardır.
Bu korkunç faklar ortaya çıktıkça bazıları için endişeye sebebiyet vermeye başladı. Jack Behrman bazı Amerikan şirketlerini bazı Avrupa ülkelerini satın alabilecek güçte olmakla suçladı.
Özelleştirmenin bazı sosyal etkilerinin yanı sıra ortak güç de yükseldi.
Globalizmin gerçek yüzü:
Globalizmin gerçek yüzü işte budur. Globalizmin yol açtığı felaketlere şahit olmak için Pakistan, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Endonezya, Türkiye veya Latin Amerika’ya gitmek yeterlidir.
Bir yönüyle mesafenin/mekanın yok olması anlamına da gelen küreselleşme, aynı zamanda, ulusal toplumların sınırlarını aşan bir “dünya toplumu”nun oluşmasını teşvik eden dinamikler de içermektedir.
Bir müddet önce bir Batılı, globalizmin etkilerini görmek için Latin Amerika’yı dolaştı. Bu Batılının konuştuğu sıradan insanlar, bu yolu/globalleşmeyi izleyen politikacılardan ve kamu şirketlerini satın alan yatırımcıların sundukları vaatlerden nefret eder duruma gelmişlerdi. Yani sefalet içerisinde yaşamalarına sebep olan globalizm prosedürlerinden/bu amaca hizmet eden yol ve yöntemden artık iyice bıkmışlardı.
Toplumun içerisinde neler olup bittiğini anlamadan, Atlantik’te kapalı kapılar arkasında politikalar üretenlerin bir icadı olan globalizmin gerçek yüzü işte budur.
Şüphesiz kendi ekonomi politikalarının yararsız etkileri onlara geri dönmüştür. Fakat onlar yine de ısrarla “one size fits all approach” -herkese uygun bir ölçü- demektedirler.
Politika üretenlerin bu inatçı tavırları, komünizmin çökmesi ardından büyüyen kapitalizm modelinin tüm dünyada uygulanacak tek bir ekonomik model olmasını arzuladıklarının işaretidir.
2- Globalizmin siyasi ve kültürel boyutu
Globalizm, sadece ekonomik bir vakıa değildir. Aynı zamanda siyasi ve kültürel bir olgudur. Yani belirli güç odakları tarafından belirlenen siyasi hedefler ve faaliyetler “globalizm” adı altında tüm dünyaya empoze edilmektedir.
Aynı şekilde bütün dünyaya Batı yaşam tarzı ve kriterleri “global değerler”, “global kriterler”, “global kültür” adı altında empoze edilmektedir. Globalleşme, bir bütünleşmeyi değil, farklı kültürler, farklı uygarlıklar ya da bölgeler arasında yeni çatışmaları beraberinde getirecektir.
a- Globalleşme adı altında eğitim kurumları 1980’lerden itibaren özelleştirilmeye başlanmıştır. Kamu yönetim taslağı olarak yapılan düzenlemelerde bunlar yer almaktadır.
Türkiye’de 3 Kasım 2003 tarihinde kamuoyuna resmen açıklanan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Taslağı” diğer ülkelerde de eğitimde yenilikler şeklinde lanse edilerek globalleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu doğrultuda Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerde proje kredileri temelinde yürüttüğü çalışmalara “Küresel Eğitim Reformu” adını vermektedir.
b- Globalleşme, her alanda mesafenin daha az önemli hale gelerek, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kapitalist olguların artırılarak, dünyanın bunun etrafında bütünleşmesini sağlamaktır. Bu kapitalist şirketlerin/sömürgecilerin uyguladığı tek yanlı bir süreçtir.
c- Hemen hemen bütün devletler kurallarını kendilerinin koymadıkları uluslar arası -hatta Avrupa Birliği gibi örneklerde uluslar üstü- hukuka göre taahhütler üstlenmek durumunda kalmaktadır. Aynı şekilde uluslararası ortak “insan hakları hukuku” da devletlerin kendi takdirlerine göre kural koyma ve uygulama yetkilerini büyük ölçüde sınırlandırmaktadır.
Devlet egemenliğini aşındıran başka bir gelişme, suç işlediği iddia olunan kişileri -bunlar devlet adına işlenmiş olsalar bile- doğrudan doğruya yargılamak üzere uluslararası mahkemelerin kurulmasıdır.
Bu demektir ki, mutlak egemenlik yerini kayıtlı egemenliğe -yani, bir devletin dünya sistemine üyeliği onun kendi yurttaşlarına iyi davranmasına bağlı olduğu anlayışına- bırakmaktadır.
Bugün dünyada 5000 civarında devletlerarası kurum vardır.
Globalleşmenin bir boyutu olarak; “yeni dünya düzeni” uluslararası normların ve ahlakilik standartlarının ortaklaşa tanınmasına dayandığı için, bu düzende uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesi, saldırganlık ve yayılmacılığa kaşı direnme, silahlanmanın kontrolü ve azaltılması, ülke içinde insan haklarına saygının sağlanması bütün devletler için gözetilmesi gereken temel esaslar durumundadır. Bu çizgide bazı işler verimlilik adı altında yürütülmektedir.
Giddens’ının da dahil olduğu bu grup, globalleşmeyi, “modern toplumları ve dünya düzenini yeniden şekillendiren hızlı sosyal, siyasal ve ekonomik değişmelerin arkasındaki ana siyasal güç” olarak görmektedir.
Özellikle Doğu Blokunun, yıkılması kapitalist sistemin yalnız kalması sonrasında serbest piyasa ekonomisine yönelik bir çıkış yaşanmıştır. Nitekim kısa bir sürede tüm maliyetine rağmen, devletçi ekonomiler, piyasa mekanizması süreci içinde, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin imkanlarından yararlanma çabası içine girmişlerdir.
Bir diğer ifade ile duvarların yıkılmasının ardından, globalleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi aşılmıştır. Her ne kadar, Asya krizi sonrasında globalleşmeye yönelik itirazlar artmaya başlamış olsa bile, son dönemde neo-liberal ideolojinin temel ilkelerine güven anlayışı içerisinde hızlandırılarak sürdürülme çabası söz konusudur.
Ekonomik yönden bugün yeryüzündeki ülkelerin önemli bir kısmı birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin; Tayland’da başlayan bir kriz, bütün Asya’yı etkilediği gibi, bizi de etkileyebilmektedir. Ya da Rusya’da yaşanan bir krizin arkasından Türkiye’den bu ülkeye ihracat yapan bir çok firma kapısına kilit vurmak zorunda kalabilmektedir.
Bu da doğal olarak ülkeleri kendi politikaları kadar, başka ülkelerin izlediği ekonomik ve siyasal politikalar konusunda da duyarlı olmaya zorlamaktadır. Yani artık ülkelerin iç işlerinde yaşadığı sorunlar ile dış ilişkilerindeki sorunlar arasındaki sınır giderek aşınmaya başlamıştır.
Onun için “globalizm” etiketli tüm siyasi ve kültürel telkinlere, propagandalara karşı ümmeti ve hatta tüm insanlığı uyarmak gerekir.
Zira o şeytani güç odakları tüm insanları kendi çıkarlarına hizmet eden uysal sadık kullar haline getirmek istemektedirler. Yani globalizm kula kulluğun çağdaş versiyonu/değişik biçimi olmaktadır.
3- Herhangi bir ulus globalizm olmadan hayatta kalmayı başarabilir mi?
Konumuzun başında altını çizdiğimiz soru, Hilafet’in bu yeni globalizm düzeniyle rekabet edip edemeyeceği şeklinde idi. Bu soruyu soranlar, 1400 yıl önce gönderilmiş vahiyden kaynaklanan hükümler üzerine tekrar kurulacak olan Hilafet’in, bu modern dünyada var olup olamayacağı konusunda tereddüt edenlerdir.
Bu soruyu bir örnekle cevaplayalım. Ki; bu örnek bir ulusun globalizm olmadan var olamayacağı iddiasını çürütmektedir.
Asya kıtası 1997’de tüm dünyanın “Asian Flu” olarak bildiği bir ekonomik krize şahitlik etti. Bir çok bölgelerde ekonomik ve finanssal erimeler/çözülmeler görüldü.
Globalizm, finans sektörünün geniş liberalizm/serbestlik hareketi sonucu, yabancı yatırımlar 1990’lı yılları boyunca bölgeye akın etti.
1996’da net olarak 93 milyar dolar ülkeye giriş yaptı. Daha sonra yabancı yatırımlar geldikleri gibi hızla pazardan çekildiler ve arkalarında kaos içerisinde yıkılmış bir pazar bıraktılar.
Kriz en fazla Endonezya’yı vurmuştu.
Kasım 1997 ve Nisan 1998 arası yabancı devletler ülke ekonomisinden 40 milyar dolar sömürdüler.
Yaklaşık 40 milyonluk nüfuzun 50%’si fakirleşti ve ekonomi 13%’si küçüldü.
Krizi açıklamak ve geçiştirmek için birçok teori sunuldu. Çünkü bu globalleşme yolunda ısrarlı olanlar için kötü bir olaydı. İki yüzlü politika burada da devreye girdi ve olay farklı bir noktaya çekilerek gerçekler insanların nazarından uzaklaştırıldı.
Asya kıtasındaki bir çok insan halen konun ehemmiyetini anlamaktan uzak vaziyette, ortaya atılan bu teoriye inandı ve inanmaya devam etmekte. Bu teoriye göre krizin sebebi; Asya’nın, Batı ulusları tarafından özgür kapitalist pazar sistemine girmediğinden dolayı cezalandırılması idi.
Aynı zamanda konuya derinlemesine baktığımızda görülen odur ki; IMF’nin, bir ulusun ekonomik çöküşünü değil yatırımcıların ve spekülatörlerin/vurguncuların karlarını düşündüğünü göstermektedir.
Buraya kadar belirttiğimiz gibi; globalizmin ekonomik çöküş ve yıkım getirdiği açıkça gözle görülmektedir.
Globalizm olmadan hayatta kalınamayacağını savunanlara savunduklarını çürütecek, globalizmin ulaştığı tüm uluslara ölüm ve hastalık getirdiğinin kanıtı/delili çoktur.
Meksika Peso krizi (1995), Roubel krizi (1998), Asya krizi (1997), Arjentinya ve Türkiye (2001/2002) krizleri globalizmin ürünlerinden sadece birkaç tanesidir.
Globalizm bütün ulusları George Soros gibi stoklara ve fonlara yatırım yapıp devasa dolarlar kazanan vurguncuların geçici isteklerine bırakmıştır.
7 temmuz 1997’de Thai Bhat para birimi 25% değer kaybetti. Yerel para birimine müdahale edip giriş ve dış para biriminden hareketle çıkış yapan vurguncular ulusal para biriminde büyük devalüasyolara sebep oluyorlar.
Bir Müslüman olarak cevaplandırılması gereken en önemli soru, bizler bu globalizm prosedüründe yer almak istiyor muyuz?
Etiyopya, Kongo, Şili, Brezilya vs. gibi olmak istenebilir mi?
Realite şudur; diğer ülkeler gibi bizlerden de Müslümanlar ve beldelerin pazarlarından da bahsedilmektedir.
Neo-liberalizm (yenilikçi) politikalar adı altında piyasaya çıkanlar globalizmi değişik bir tarzda insanlığa sunmaktadırlar.
Aynı anda bunlar globalizme kölelik yapmaktalar.
Chomsky gibi bazı batılı düşünürler dahi globalizmi; “kar peşinde koşan dev işletmelerin, totaliter ufak bir grubun elinde toplandığı, baskıcı kurumların gaddarlığı” olarak nitelemekteler.
Globalleşme sürecinin,
Marks’ın “Bütün dünyanın işçileri birleşin”
anlayışından ziyade, kapitalist piyasa ekonomisi içinde gerçekleşmiş olması, günümüzün neo-liberallerini memnun ederken, yine aynı radikal grup içerisinde yer alan, neo-marksistlerin kötümser yorumlar da yapmalarına sebep olmaktadır.
Ancak sonuçta gruplar ulus devletin aşıldığı ve küresel bir uygarlığın doğmakta olduğu şeklindeki hiper-küreselleşmeci bir yaklaşım içerisinde benzer görüşleri savunmaktadırlar.
Globalizmin bir parçası olmak onlar için kayıp değil aslında bir kazançtır, çünkü globalizm sadece toplumun bir kısmı (kapitalistler) için bir kazançtır.
Globalizm aslında; devlet ve ekonomi arasında ticaret ve yatırım aktivitesidir. Bunu devletler rahatlıkla benimsemektedirler. Fakat toplumun kabullenemediği globalizmin ve neo-liberalizmin -açıkça görülebileceği gibi- sinsi doğasıdır.
Globalizmi kabul etmemek ticaret ve yatırımdan nefret etmek değil fakat yıkım ve sefalete sebep olan ekonomik politikaları kabul etmemek demektir.
Dikkat edilirse; globalizmin içerisi batılılarca doldurulmuştur.
Yani bu şekliyle batı mefhumları arasında yer almıştır.
Eğer genel anlamıyla ticaret ve yatırım söz konusu ise bu noktada İslam’i çerçevede kalmak şartı ile- bir sorun yoktur.
4- Hilafet ve globalizm
Sağlıklı ekonomik aktivite Hilafetin kontrolü altında idi. Asya, Afrika ve Avrupa’ya yönelik ticari bağlantılarda olduğu gibi.
Ticaretçilerin, ticari seyahatleri boyunca İslam davasını taşımaları sonucu Endonezya ve Orta Asya gibi bölgeler İslam’a tamamen kendini açmıştı. Bu yolla bir çok kavim İslam’ı din olarak tercih etmişlerdi. Hilafet hiç bir zaman izole/bu hususu tecrit etmemiş, baskı altına almamış aksine ekonomik gelişmenin merkezi olmuştur.
Hilafet devleti ticaret yapıyordu ve aynı zamanda Ümmetin servetlerini koruyor, onların şer’i çerçevede dağıtımını gerçekleştiriyor ve rahatlarının sağlanmasına itina gösteriyordu.
Bu durumu günümüzle karşılaştıracak olduğumuzda tam tersi bir durumun olduğu ortadadır.
Müslümanların kaynaklarının göz göre göre çalındığını, sömürge kavgasında İslam beldelerinin batılıların savaş merkezi haline dönüştüğünü, yıkım, talan, zulüm, işkence ve büyük katliamların yaşandığını görüyoruz.
Dünya ticaretinde söz sahibi olmak isteyen devletler ve onların arkasındaki obur şahsiyetler dünyanın bir çok zengin kaynaklarını güdümlerine geçirmek için yarış içerisindedirler.
Hilafet, Ümmeti liberal ekonomi (serbest ticaret politikalarından) ve bunların sonucu olan yıkımdan kurtaracaktır.
Hilafet, uluslararası ticaret konusuna da el atıp her şeyi düzenlediği gibi hemen uygulama alanına koyacaktır.
Sınırlarda kontrol noktaları kurar ki; böylelikle ticaret kontrol edilebilsin.
Hilafet devleti altında, uluslararası ticaret, ürünlerin kaynağına göre değil ticaretçinin normal bir vatandaş olduğu gerçeği üzerine temellendirilir. İslam devletiyle savaş halinde olan herhangi bir devletin tüccarı, İslam devletinde ticaret yapmasına izin verilmez fakat tüccar veya ürünleri için özel bir izni varsa müstesna.
Devletle antlaşması olan tüccarların ticaret alanları antlaşmada belirtilen alandır. Ülkenin tebaasından olan tüccarların stratejik veya diğer gerekli maddeleri satmasına izin verilmez.
Hilafet, günümüzde ekonomiyi çöplüğe çeviren Batı’dan koruyacak ve sadece kendisine kar getirecek uluslarla ticaret yapacaktır. Devlet global ticaret sisteminden bağımsız kalır ve aynı zamanda kendisini izole (tecrit) etmez.
Hilafet devleti, ekonominin ve arkasındaki çıkar gruplarının devlet olmasının önüne geçecek, hayatı yönlendirmede ideoloji ön plana çıkaracaktır. Bu ekonominin dışa açılımında bir set oluşturmak demek değildir.
Hiç şüphe yok ki üretimin ihraç edilmesi ülkelerin servetini artıran işlerin en önemlilerindendir. Hatta bazı ülkeler büyüklüklerini dış ticarete getirdiği korumalar ve dış pazarlar oluşturma sayesinde gerçekleştirebilmişlerdir.
Ekonomik ilişkiler, dış pazarlar oluşturmanın, bulmanın en önemli hedeflerinden bazıları sanayi devrimini gerçekleştirebilmek için gerekli olan bilgi transferi/teknolojik bilgi sanayisel ürünler ve gerekli olan dövizi elde edebilmek ve böylece de sanayi devrimi için gerekli olan malları satın alabilmektir.
Bu şirketlerin, ticaretin globalleşmesi değil Dış Ticaret Dengesi ister aleyhimize olsun isterse lehimize olsun- önemli olan dış ticaret siyasetinin “sanayi mamulleri ticareti esası” üzere yürütülmesidir.
Globalizm, dünyadaki bütün ülkelerin tacirin tabiiyetini esas alarak değil malın menşesini esas alarak ticari faaliyetleri yürütmesini esas almaktadır.
Hilafet devleti ise, ticari ilişkilerini malın menşesini esas alarak değil, tacirin vatandaşlığını esas alarak gerçekleştirecektir. Dolayısıyla da ticari anlaşmalarda bu kural mutlak surette göz önünde bulundurulması gerekir.
Ülkeye malların veya insanların girişi ya da çıkışı İslâm Devleti'nin vatandaşları için mutlak şekilde serbesttir.
Günümüzde görüldüğünün aksine Hilafet devleti, ümmetin kaynaklarını ve rahatını korur, alakalarını düzenler.
Hilafet devleti, para birimini altın ve gümüşe çevirerek ülke içi ekonomiyi stabilize (sağlamlaştıracak) ve manipüleye (doğruların gizlenilmesine) bir son verecektir.
Globalizmin, minimum olarak verdiği sağlık ve eğitim hizmetini Hilafet devleti düzenleyecek ve tamamen halka açacaktır.
Hilafet bir durum veya bir işi yalnızca kendi yetkisi altında görmeyi kaldıracaktır ki; bu icat ve yenilik bakımından müthiş bir olaydır.
Çünkü günümüzde patentler ekonomik konuda çok büyük engellerdir.
Bunun sonucu ümmet sahip olduğu kaynaklarla, servetle, kapasite ve doğru düşüncelerle uluslararası alanda hakim duruma gelir.
Mesela; ne gariptir ki; bugün Pakistan bir çok madenlere, petrol rezervlerine, insan kaynaklarına ve önemli deniz kapılarına sahip olduğu halde ekonomik kriz içerisindedir. Mısır’ın dış ülkelerden yiyecek ithalat ettiğini görüyoruz ki, bu çok gariptir. Çünkü Mısır en verimli topraklara sahiptir.
O kadar büyük ekonomik canlılığına rağmen Türkiye`de ekonomik krizin ve yoksulluğun olması garip bir durum değil midir?
Müslüman yatırımcılar ise uluslararası şirketler tarafından ellerinden alınan yatırım olanakları ve oluşan güvenlik sorunlarından dolayı ellerinde bulunan ümmetin sermayesini gelişi güzel kullanıyorlar, yönetimlerin bazı tecrit hareketlerinden etkilenerek sermayeyi dış ülkelere taşıyorlar veya dışarının taşeronculuğunu yapıyorlar.
Afrika, çok geniş kaynaklara sahiptir fakat açıklıktan ölen milyonlarca insanı için bir kaç dolar dahi bulamamakta.
Müslüman dünyasındaki kukla ya da hain liderlerin, IMF ve DB gibi kurumların globalizm adına ekonomik politikalar uygulamaları Ümmetin ekonomik çöküntüye uğramasına sebep oldu. İslam bu gidişata dur diyecektir.
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.
Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin.” (Bakara 188)
Bu vakıayı değiştirmek için Ümmetin kaynaklarını kullanabilecek İslam ideolojisine, düşünce ve fikirlerini dış etkenlerden esinlenmeden sadece İslam’dan alan, çok uyanık ve dürüst liderliğe ihtiyaç vardır.
Hilafet’in geri dönüşüyle Amerika ve İngiltere gibi ülkelerin globalizm adı altında Ümmetin servetini sömüren asalaklar olduğu açıkça görülecek ve onların hayat kaynağı olan bölgeler kurtarılacak, böylece bu günkü dev varlığını İslam beldelerindeki yer altı ve yer üstü kaynaklarına dayandıran batı ekonomisi eriyecektir.
Globalizmin ekonomik olarak hükümran oluşunu; onu hayatta tutabilmek için başkalarına ihtiyacı olduğunu görmekteyiz.
Fakat Hilafet devleti bunun aksine bağımlı veya bağımlı olmaya mecbur değildir ve globalizmin gerçek yüzünü sergileyebilme gücündedir.
Sonuç:
Ümmet, sefalet ve sorunlar açan globalizm olmadan hayatta kalma kapasitesine sahiptir.
Şu an İMF, DB ve kapitalist elit tabakanın sömürdüğü Ümmetin sahip olduğu kaynaklar onların ellerinden devlet olmuştur.
Hilafetin gelişi ile buna bir son verilecek, servetler İslam’ın belirlediği çerçevede Müslümanların yararına kullanılması için seferber edilecektir. Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz”
(Haşr 7)
Hilafet Ümmete, tekrar insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı toplum sıfatını kazandıracak ve globalizm zincirlerinden kurtaracaktır.
Şu gerçek bilinmelidir ki; İslâm akidesi esas alınmadan ne globalizmin, ne sömürgeciliğin, ne liberal ekonominin önüne geçmek mümkündür.
Yine, İslam akidesi temel alınmadığı takdirde ortaya konan iktisat ile ilgili hükümler ve bu hükümler üzerine oturtulan düşüncelerle ülkedeki servetin artırılması ve iktisatta herhangi bir ilerleme sağlanması mümkün değildir. Ortaya konan İslâm’i çözümleri koruyan ve kollayan faktör İslâm akidesidir.
Çünkü İslâm akidesi kalkınmada temel olduğu gibi maddi ilerlemede de temeldir. Ortaya konulan çözümleri koruyan akideden daha kuvvetli bir unsur söz konusu değildir. Hele bu akide tek doğru akide olan İslâm akidesi ise.
Böylece İslam akidesi temelleri üzerine kurulacak olan Hilafet devletinin kurulması ile ekonomi canlılığını kazanacak, çalınan servet ve tüm zenginlikleri sahibi olan ümmete geri döndürecektir.
İzole etme, tekelleştirme yöntemine gitmeyecektir.
Sağlıklı yapısı, elde edeceği devası ekonomik güçle, Ümmetin verdiği destekle -İNŞALLAH- tüm insanlığa İslam’ı yayacak ve hakim kılacaktır. İnsanlığı kula kul olma zilletinden kurtarıp Alemlerin Yaratıcısı Şanı Yüce Allah”a kul olma onuruna kavuşturacaktır.