Postmodern Felsefe
Giriş
En genel anlamda, "Aydınlanma Tasarısı"nın temelini oluşturan nesnel bilginin us yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan güvenin kökten yıkılmasıyla birlikte, "temeldencilik", "özcülük", "gerçekçilik", "ussallık", "özne", "ben" gibi modern felsefenin en temel tasarımlarının sorunsallaştırılarak ele alındığı felsefe çerçevesi, konumu ya da duyusu.
Felsefede Postmodern yönelimli düşünürlerin evrensel, tümel, nesnel, ussal bir doğruluğun varlığına yönelik derin bir kuşku duydukları, bu kuşkuları doğrultusunda da özellikle değişik dil ve deyiş stratejileri aracılığıyla Batı felsefesi dilinin keskin kavram karşılıkları üstüne bina edilmiş ikilikleri yıkmayı amaçladıkları, hep "dilin yaşamsallığı" ile "yaşamın dilselliği" düşüncesini öne çıkardıkları gözlenmektedir. Düşünceleriyle Postmodern felsefenin oluşumuna katkıda bulunan düşünürlerin en önde gelenleri olarak, Nietzsche, Heidegger, Wittgenstein, Foucault, Levinas, Derrida, Lyotard, Baudrillard, Rorty, lngaray, Kristeva, Cixous adları sayılabilir.
Görüngübilim, var oluşçuluk, Marksçılık gibi düşünce okullarının tersine Postmodern felsefenin temel bir savunusu olmadığı gibi belli uslamlamalarla özetlenebilecek genel bir öğretisi de yoktur. Bu yüzden de Postmodern felsefe denince daha çok 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, Marksçılık, yapısalcılık, var oluşçuluk, post-yapısalcılık, yapısökümcülük gibi bir dizi felsefe akımından çeşitli biçimlerde etkilenmiş pek çok Fransız felsefecinin değişik bakımlardan belli yaklaşımlara karşı çıkmalarını anlatan ortak bir felsefe düzlemi anlaşılmalıdır. Bu anlamda Postmodern felsefe kendi içinde alabildiğine değişik felsefe eğilimlerinin biraraya geldiği, birbirinden son derece farklı konumların ya da tutumların savunulduğu kendi içinde bütünlüğü olmayan ayrışık bir felsefe bağlamına göndermede bulunmaktadır.
Postmodern felsefenin çok büyük ölçüde yaşam bulduğu 20. yüzyılın 2. yansındaki Fransız felsefe bağlamının biçimlenişinde kimi felsefe anlayışlarının çok özel bir yeri vardır. Kuşkusuz bunların arasında en önemlisi Alman felsefe geleneğidir. 19. yüzyıl düşünürlerinden Hegel, Marks ve Nietzsche bir yanda, 20. yüzyıl düşünürlerinden Freud, Husserl ve Heidegger öbür yanda, özünde Fransa kökenli Postmodern felsefenin doğuşunda çok önemli bir yer tutmaktadırlar. Bütün bu Alman filozoflarına ek olarak, çoğunluk yapısalcılığın doğuşunu olanaklı kıldığı düşünülen İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Suassure de ayrıca anılmayı hak etmektedir.
Gerçekten de bütün bu düşünürlerden çok değişik açılardan beslenen Fransız felsefecileri 1960'lı ve 1970'li yıllarla birlikte Postmodern felsefenin temel çatısını kuracak kilit değerde önemi bulunan düşünceler dile getirmişlerdir. Genel olarak postmodernizm terimi, terimin ilk ortaya atıldığı mimari başta olmak üzere sanat dallarında, felsefede, dinde, toplumda, kültürün hemen her alanında modernizm diye anılan anlayışa tepki olarak doğmuş bir dizi tutum ve yaklaşımı anlıyor olmakla birlikte, Postmodern felsefe denince çoğunluk postmodernizmin kuramsal altyapısını oluşturmaya dönük bütün araştırmaların birlikte durduğu kendine özgü bir felsefe düzlemi anlaşılmaktadır. Postmodern felsefe söylemine genel çizgileriyle bakıldığında değinilmesi gereken önemli noktalardan biri, Postmodern kavrayışın geleneksel felsefeden bütün bütün bir kopmayı gerçekleştirmek amacıyla özel olarak tasarlanmış konu seçimleriyle biçemsel özellikleridir.
Bu bağlamda Postmodern felsefe metinleri, geleneksel felsefe metinleri gibi salt felsefenin sorunlarıyla teknik konuları üzerine yazılmış metinler olmaktan çok, çoğu durumda klasik filozofların gözünde felsefe dışı konular olarak görülecek toplum ile kültürün hemen her yönüyle, her günkü yaşamın bütün anlarıyla ilgilidirler. Bu anlamda postmodern felsefenin ana izlencelerinden birisini, bütün öğeleriyle, yeter şartlarıyla, olmazsa olmazlarıyla "geleneksel felsefe metni tasarımları"nın çözüştürülmesini olanaklı kılacak birtakım yeni yazma stratejilerinin üretimi oluşturmaktadır. Gerçekten de Postmodern felsefe metinlerinin en belirgin özelliği bölük pörçüklükleridir. Bu nitelikleriyle hem geleneksel felsefe metni tasarımındaki kendi içinde bütünlüklü olma ülküsüne karşı çıkarlarken hem de çağdaş var oluş deneyinin bölük pörçüklüğünü dile getirmektedirler.
Derinlikli olmak yerine kimileyin sığlığa varacak ölçülerde yüzeysel olma, ağırbaşlı yazılar olmak yerine alaycı, dalgacı, ti'ye alıcı olmalarıyla yazı yazma ediminin bir oyun oynamaya dönüştürülmesi yine Postmodern felsefe metinlerinin ayırt edici özellikleridir. Bütün bu metinsel ve dilsel yeniliklerle gerçekleştirilmek istenen başlıca amaç, geleneksel felsefe değerlerinin olduğu denli, yerleşik kültürel değerlerin ve ayrımların da altlarının oyularak yerlerine yeni bir şey koymadan çökertilmeleridir.
Postmodern felsefenin büyük mimarları felsefe yapmanın her şeyden önce bir yazı yazma etkinliği olduğunu, aynı biçimde felsefecinin de değme bir yazar olduğunu düşündüklerinden ortaya koydukları metinlerde "yüksek kültür ile alt kültür", "iyiyle kötü", "dış dünyayla iç dünya", "ussal ile deneysel" gibi belli başlı bütün ayrımların çözüştürülerek felsefe metnini öteden beri taşımış bulunan bu geleneksel dayanakların kuşkuya açılmaları söz konusudur. Bu anlamda Postmodern felsefenin belirleyici öğelerinden biri, öteden beri birer dayanak oldukları düşünülmüş kimi kavram ya da terimlerin aslında öyle savıldığı gibi herhangi bir şeye dayanaklık edebilmelerinin söz konusu olmadığına yönelik temel farkındalıktır.
Gerek insancılığın insanmerkezcilik olduğunun açıklıkla görülmesi bakımından olsun, gerekse Descartes'te temelleri atılan Kant ile Hegel 'deyse doruğuna ulaşan modern felsefenin sorunlarının ayırdına varılması bakımından olsun, Postmodern felsefenin en başından beri Nietzsche, Heidegger, Lacan, Foucault, Deleuze, Derrida gibi felsefecilere düşünsel borçlan büyüktür. Postmodern felsefenin en temel görüşlerinden birine karşılık gelen, "insanın ölümü"ne bağlı olarak fizikötesi insanlığın sonuna gelinmiş olması düşüncesi, Postmodern durum diye anılan genel insanlık durumunun da en ayırt edici özelliğidir. Kuşkusuz bu durumun en iyi anlamı Nietzsche'nin yoksayıcılık (nihilizm) duyurusuyla varlıkbilgisel yoksayıcılık çözümlemelerinde bulunmaktadır.
1979’da yayımladığı Postmodern Durum başlıklı kitabında önemli Postmodern felsefecilerden Lyotard, Postmodern felsefenin felsefi anlamına yönelik oldukça yararlı açımlamalarda bulunmaktadır. Lyotard burada Postmodern felsefenin, bütün her şeyi açıklama savıyla ortaya ¢kan bütüncül (totaliter) üst anlatılara duyulan genel güvensizlik durumunun değişik biçimlerde dile getirilmesi olarak anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Foucault 'nun soy kütük çıkarmaya yönelik kazıbilimsel çalışmaları, Derrida'nın Batı felsefesinin sorunlu fizikötesi tasarımlarının yapısını sökmeye yönelik yaptığı okumalar, Deleuze 'ün göçebe düşünceleriyle ortaya koyduğu şizoanalizleri Postmodern felsefenin içerden, nasıl yapıldığının görüp izlenerek en iyi öğrenilebileceği yerlerdir.
Açıkça görüleceği üzere, Postmodern felsefenin geleneksel felsefe yapma anlayışına karşı dillendirdiği en güçlü meydan okumalardan biri, tarihin büyük ölçüde, modernciliğin ise bütün ülkü ve tasarılarıyla birlikte kesinkes sonuna gelindiği savıdır. Bu sav kimileyin Nietzsche'nin fizikötesi eleştirisine dayandırılarak, kimileyin de Hegelciliğin çökmüş olmasına dikkat çekilerek tanıtlanıyor olsa da, çoğu Postmodern felsefecinin gözünde buralardan destek almaya dahi gerek yoktur. Gerçekten de bütün her şey gibi tarihin de sona ermesinden daha doğal bir şey olamayacağım dile getiren Postmodern felsefeciler, tarihin sonunun gelmiş olduğunu görmek için Postmodern dünyayla Postmodern insan deneyiminde fazlasıyla gösterge bulunduğunu ileri sürmektedirler. Modernliğin ilerlemeci ideolojisinin kendi sonunu getirmiş olmasının yarı ironik yarı trajik bir gerçek olarak okunduğu Postmodern felsefe çerçevesi, hem Kant'ın aydınlanmacı Aydınlanma Tasarısı'nın hem de Hegel ile Marks'ın tarihsel usu saltıklaştırmaya yönelik olarak verdikleri felsefe temellendirmelerinin ölümcül hastalığa yakalanmış modernliğin ölmeden önceki son hastalıklı çırpınışları olduğu sonucuna varmaktadır. Bu sonuçla doğrudan ilgili bir başka nokta da kökleri Alman İdealizmi'ne kadar uzanan Avrupa yoksayıcılık deneyiminin edindiği yeni açılımdır. Buna göre Postmodern felsefe geçmişte olumsuz bir hastalık tanısı konulan yoksayıcılığı, Nietzsche'nin s11 fırsat olduğunu söylediği yoksayıcılık açıklamasından da destek alarak günümüz Postmodern dünyası için en anlamlı insanlık deneyimi olarak göklere çıkarıp adeta kutlamaktadır.
İnsanlık tarihinin geldiği bu noktada yaşanan yoksayıcılık deneyimi, göklerin adaletinin kimilerine göre bir ceza kimilerine göreyse bir armağan olarak gerçekleşmesi diye görülmektedir. Vincent Descombes hiç de hoşnut olmadığı bu durumdan yakınışını dile getirirken son derece açıklayıcı bir Postmodern felsefe betimi vermektedir. Özgün olan tek bit şey olsun yok; kopyaya ya da taklide model olanın kendisi de halis bir kopya ya da taklit. Gerçek olgular yok; yalnızca yorumlar var, bütün yorumlarsa daha eski bir yorumun yorumlanmasından öte bir şey değiller. Sözcüklere uygun anlamlar yok, yalnızca betili anlamlar dolaşıyor ortada. Hiçbir metnin sahici biçimi korunmamış, yalnızca çevirileri var elimizde. Doğruluk ya da gerçek diye bir şey yok; yalnızca "pastiş" (benzek; öyküntü) ile "parodi" (gülünçleme; yansılama) hayaletleri cirit atıyor 4 bir yanda."
Hiç kuşkusuz Postmodern felsefenin oluşumunda Fransız yapısalcılığının önde gelen düşünürleri, dilbilimci Saussure, insanbilimci Levi-Strauss, ruhbilimci Lacan göstergebilimci Barthes'in yapakları çalışmaların büyük katkılan vardır. Fakat bu oluşumda düşünürlerin çalışmalarından çok daha belirleyici olan, Platon, Descartes, Hegel gibi felsefe tarihinin en büyük dizgeci filozoflarının yapıtlarında karşılaşılan ve şaşmaz kesinlikleriyle dikkat çeken bilgi savlarına yönelik ortak yürütülen "salakçı Felsefe" eleştirisidir. Bu eleştirilerin kökleri Kierkegaard ile Nietzsche 'ye kadar uzanır. Gerçekten de, salak bilgiye ulaşmak adına açık seçik anlamları ve kesin doğrulukları belirlemeye yönelmiş geleneksel felsefe soruşturmasına karşı, Postmodern felsefe çok büyük ölçüde Nietzsche'nin "Tanrı'nın Ölümü" duyurusunu bütün içerimleriyle birlikte "Felsefenin Sonu" duyurusu olarak okumaktadır. Gerçekten de bu bağlamda Postmodern felsefenin oluşumunda son derece belirleyici olmuş ana izlencelerden ikisini, Heidegger'in "varlığın yapıçökertimi" ile Derrida'nın “bulunuş metafiziğinin yapısökümü" oluşturmaktadır.
Heidegger'in ilk olarak 1927’de yayımlanan "Varlık ve Zaman"da kendisinden söz ettiği yapıçökertimi zaman içersinde aşama aşama gelişerek 1957’de çıkardığı Özdeşlik ve Ayrım’da metafiziğin onto-theo lojical (varlık-tanrı-mantıksal) yapısının eleştirilerek çökertilmesine dönüşmüştür. Heidegger’in bu uğrakta kalkış noktasını pek çok bakımdan birlik bütünlük içinde olduğunu söylediği Aristoteles'in varlık tasarımı oluşturmaktadır. Aristoteles 'e göre kategorik düzeyde, tüm parçalılıkları bir bütün haline getiren ilk ilke işlevini eksiksiz olarak yerine getiren tözdür. Bu uğrakta asal tözler dünyasının kendisinin nasıl bütünleşik bir duruma getirildiği sorusuysa en yüksek töz yani ilk varlık olmaktalığıyla tümel, aynı zamanda en üstün töz de olan Tanrı'yla yanıtlanmaktadır. Bir başka deyişle, bütün bir varlıklar alanı ancak ve ancak bu varlıkların varlık olmaktalıklarına düzen kazandıran en yüksek varlığa başvurmak yoluyla anlaşılabilir. Heidegger, varlık bilgisinin tümelliğiyle tanrıbilimin önceliğinin bütünleşmesini, kavuşup birlikte denize dökülmelerini onto-tbeology (varlık-tanrı-bilgisi) diye adlandırmaktadır. Tipik bir Postmodern tutum içerisinde, bu göklere çıkartılmış ilkenin modern felsefede en üst doyuma kavuşturulduğu yerin Hegel olduğu saptamasında bulunduktan sonra, açık açık "saygısızca" davranmaktadır. Varlık-tanrı-bilgisinin tanrısallığın ancak ne adına, ne için, neyi başarmak amacıyla felsefeye sokulduğunun açık kılınması koşuluyla Felsefeye girebileceğini öne süren Heidegger, Aristoteles'ten Hegel 'e kadar uzanan ontotheologic (varlıktan bilgisel geleneğin her durumda Tanrı'yı kendi amaçlarına ulaşmak için kullandığını dile getirerek, modern teknolojinin ruhunu da bir anlamda önceden görüleyerek, kendi güç istencinin hizmetinde bütün bir varlığı anlaşılır kılma izlencesi kılığı altında Tanrı'yı dahi kullanabilen böyle bir geleneğin hiçbir saygı duyulmaksızın çökertilmesi gerektiğini savunmaktadır. Heidegger bu geleneğin dışına çıkabilmek için, bir yandan bir sonluluk yorum bilgisi geliştirirken, öbür yandan tanrı inancına bürünmüş söylemlerin gerisinde üstü örtük olarak yatanları ortaya çıkarmaya yönelik -en ince ayrıntısına varana dek- bir "kuşku yorum bilgisi" tasarlamıştır. Heidegger, bu 2 yorum bilgisel stratejiyi özellikle Hegel'in "Mantık Bilimi"nden "Doğa Bilimleri"ne, oradan da "Tinin Görüngübilimi"ne birtakım saltık kategorik şemalandırmalar yoluyla varlığın saltık bilgisine ulaşılabilir olduğu düşüncesi üstüne kurulu "bütüncülük"üne karşı kullanmaktadır.
Öte yanda, Derrida'nın, Heidegger'inkinden bağımsız kendine özgü bir Hegel eleştirisi olması bir yana, bulunuş metafiziğinin yapısökümü düşüncesi büyük ölçüde yavaş yavaş da olsa, aşama aşama da gerçekleştirilse en sonunda kesin anlamlara ve sonul doğrulara ulaşılabileceğini savunan Descartes'çi temeldenciliğe karşı yapılan şiddetli bir felsefe hareketi olarak değerlendirilebilir. Derrida'nın bulunuş metafiziğiyle tam olarak anlatmak istediği, bu tür anlamlarla doğmaların bulunduğu, bunların hiçbir aracıya konu olmaksızın dolaysız bir biçimde yaşantılanabilir oldukları biçiminde özetlenebilecek, sorunsuz olduğu düşünülen varsayımın tam da kendisidir.
Şimdi, yaşanan, tam şu anda burada olanın olduğu gibi Derrida'nın bulunuş tasarımının da değişik uzamsal ve zamansal uzantıları vardır. Anlamlar ya da dogmalar aracılığıyla bütünüyle burada olmanın, bölük pörçük bir biçimde olsa da saltık bilgiye ulaşmak için zorunlu olması, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın aşkın bir gösterilenin varlığına duyulan sarsılmaz inancın kanıtıdır. Buradaki aşkın gösterilen inancı, açıklığı, seçikliği ya da geçerliliği adına kendi dışında hiçbir şeye göndermede bulunma gereksiniminin duyulmadığı, hem kendine yeter bir anlam ya da doğruluk alanına hem de böyle bir ana duyulan inanç ile özdeştir. Bu bağlamda çoğunluk sanıldığı gibi yapısöküm, bütün bir açıklıkla sonul bir kesinlik savlarının alanı oyan uzamsal ayrımlarla zamansal ertelemelerin sürekli gösterimine dayalı olarak aşkın gösterilenin her durumda ulaşılmaz olduğunu ileri sürüyor değildir.
Gerçekten de 1968’de Derrida, Hegel'in öngördüğü gibi insan düşüncesinin varlıkla yüz yüze ilişkiye girmesinin ilkece olanaklı olmadığı, dile önsel ya da ondan bağımsız salak bilginin olanaksızlığı üstüne bina edilmiş söz merkezcilik eleştirisi bağlamında "ayrım" ile "erteleyim" düşüncelerinin birleşip kaynaştığı différance terimini ortaya atmıştır. Bu bağlamda, Derrida'nın uslamlamasının uzamla ilgili bölümü büyük ölçüde yapısalcılıktan türerken, buna karşı zamanı ilgilendiren bölümüyse Husserl'in "iç zaman bilincinin görüngübilimi"ne yer etmiş temeldenci apodiktik sezgi savlarına karşı geliştirilmiştir. Bu anlamda Postmodern felsefenin çok şeyler borçlu olduğu 4 filozof; Kierkegaard, Nietzsche, Heideggerle Derrida insan düşüncesinin bengiseliğinden ya da sonulluğundan söz etmenin bile saçma olduğunu savunurlarken bütünüyle Kantçıdırlar. Heideggerle Derrida için olduğu gibi, Kierkegaard ile Nietzsche için de insan düşüncesinde aşkın gösterileni aşkın bir yanılsama yapan tam da insan var oluşunun zamansal yapısıdır. Bütün bu düşünürler de metafiziğin bütün öğeleriyle birlikte geride bırakılmasının şu an için olanaksız olduğunun bütünüyle ayırdında olarak, fizikötesi tasarımlarla bağlanımların Platon'dan bu yana insan düşüncesiyle diline sökülüp atılmazcasına kök salıp iyicene yerleşmiş olması gerçeğine parmak basmaktadırlar. Bu bağlamda her biri de fizik sonrası felsefenin" fizikötesi eğilimlerden bütünüyle en son anlamda bir özgürlüğe geçişi olanaklı kılan bir eşik olmaktan çok, söz konusu eğilimlere karşı körü körüne tutsak olmanın olabildiğince önüne geçmek, temelsiz temeller üstüne bina edilmiş fizikötesi tasarımlara karşı elden geldiğince farkındalığımızı çoğaltmak anlamına geldiğinin altını özellikle çizmektedir. Gerçekten de kendisini Postmodern olarak tanımlayan çoğu düşünürün "felsefenin sonu" deyişini yanlış anlayıp olur olmaz çıkarımlarda bulunuyor olması gerçeği karşısında Derrida, "felsefenin sonu" sözünü her anlamda felsefenin sona erişi olarak okumak yerine, felsefe için bir dönemin yani fizikötesi dönemin kapanışı olarak, dolayısıyla da yeni bir felsefe döneminin açılışı olarak, hatta felsefenin daha yeni başlıyor oluşu olarak okunmasını önermektedir.
Yeni bir felsefece düşünme olanağı olarak Postmodern felsefenin "Siyaset Felsefesi" üstündeki olumlu ya da olumsuz içerimlerine ilişkin çok sayıda düşünce ileri sürülmekle birlikte, bütün bu değişik görüşler arasında özellikle Postmodern felsefenin siyâsal getirileriyle götürüleri bağlamında ortak bir uzlaşım daha kurulmuş olmadığı görülmektedir. Çok genel bir açıdan bakıldığında postmodern felsefecilerin çok büyük bir bölümünün sürekli üstünde durduğu ana nokta, "ussallık", "normallik", "iyilik", "sorumluluk" gibi Batı modernizminin temel ahlâksal ve siyâsal kavramlarının baştan beri "öteki"leri toplumun kıyılarına itekleyerek ya da sindirip dışlayarak denetim altında tutmaya yönelik olarak tasarlanıp öyle de işletilmekte oluşlarıdır.
Gerçekten de pek çok Postmodern felsefecinin gözünde Batı'nın liberal demokrasi doğrultusunda yol alışını kendisini kutsayarak göklere çıkarması, tarihin en başından bu yana toplum üstünde oynanan geleneksel baskıcı iktidar oyunlarının en yetkin, en yeni modem biçiminden başka bir şey değildir. Postmodern Felsefe bu durum karşısında çoğunluk, modem liberal demokrasilerde siyâsal kimliğin yapımı ve temel toplumsal değerlere işlerlik kazandırılışı doğrultusunda, "biz/ onlar’, "ussal/usdışı", "yasal/yasadışı" gibi kavramsal karşıtlıkların değergelerini soruşturmaktadır. Postmodern felsefe yaklaşımının bu noktada, büyük bir özen göstererek yürümeye yoğun bir çaba harcadığı görülmektedir. Gerçekten de her bir karşıtlıkta yer alan terimlerden ilki üzerine yoğunlaşıp saplanmamak, başka bir deyişle baskıcı Batı usunun ekmeğine yağ sürmemek ya da Batı'nın büyük ölçüde zaten başarmış olduklarım bir kez daha olurlayıp kesinlemek anlamına gelen kimi düşünsel tuzaklara düşmemek için Postmodern felsefecilerin hemen bütünü 2 terim arasındaki sınırın nasıl çizildiğine, bundan da önemlisi karşıtlık dolaşıma sokulurken toplum nezdinde nelerin gözetilmiş olduğuna dikkat çekmektedirler. Bu düşünsel yaklaşım hiç kuşkusuz modernliğin "ben", "toplum", "doğa" tasarımlarına yönelik en belirgin kimi bağlanımlarım da çok iyi çözümlemiş olmayı gerekli kılmaktadır. Bu noktada özellikle Levinas'ın "ben ile öteki ilişkisi"nde kendisini açığa vuran bütüncül (totaliter) yapılara yönelik olarak verdiği derinlikli çözümlemelerden büyük esin alan günümüz Postmodern felsefesi, karşıtlıkların çoğu durumda biri iyi biri kötü, biri doğru biri yanlış, biri güzel biri çirkin, biri istenir biri istenmez terimler barındırıyor olması gerçeğinin ötekileri uçlara iteklemesi sonucunu doğurduğu saptamasında bulunmaktadır. Daha açık bir deyişle söylenecek olursa, karşıt kavramlar ya da ikili karşıtlıklar üstüne kurulu Batı dilleri doğaları gereği ırksal, etnik, cinsel, ulusal gibi birtakım egemenlik pratiklerinin aralıksız olarak yeniden üretiliyor olmalarına olanak tanımaktadır.
Sözgelimi tam bu nokrada Foucoult'un "Gözetleme ve Cezalandırma Hapishanenin Doğuşu" adlı eserinde sunduğu Batı'nın normallik anlayışına yönelik soykütüğü, günümüzde Postmodern felsefenin içinden yöneltilebilecek eleştiriye örnek gösterilecek ölçüde klasikleşmiş sayılmaktadır. Ayrıca Foucault'nun pek çok öteki yapıtı da özünde yine bu tür Batılı egemenlik yapılarının izlerinin sürülerek soy kütüklerinin çıkartılması amacıyla yazıya alınmışlardır. Bunların arasında tarih boyunca cinsellik rejimlerinin başta dil rejimlerine dayalı olarak hangi stratejilerle denetim altında tutulduğunun açıklıkla sergilendiği "Cinselliğin Tarihi", hiç kuşkusuz en ön sırada yer almaktadır.
Postmodern felsefenin özellikle toplum ve siyaset bağlamındaki bu özel duyarlılıkları nedeniyle, "çok kültürcülük", "feminizm", "kadın, lezbiyen ve gay çalışmaları", "sömürgecilik sonrası çalışmalar", "üçüncü dünya araştırmaları" gibi görece yakın dönemli araştırma alanlarıyla yan yana, omuz omuza yürüdüğü görülmektedir. Bununla birlikte Postmodern felsefeye en azından siyaset felsefesi bağlamında yöneltilen eleştirilerden en dikkat çekici olanı, Postmodern felsefecilerin eleştirilerinin gerek kapsamını gerekse içeriğini alabildiğine genişleterek yeni bir Postmodern totalitarizmin doğmasına yol açıyor olmalarıdır. Bu eleştiriye karşı postmodern felsefecilerse, eleştiriyi yöneltenlerin temel bir noktayı yeterince özümsemediklerini belirterek, Postmodern felsefenin siyaset alanında bütünüyle gerçekleştirmeye çalışacağının liberal demokrasi eleştirisini olabildiğince derinleştirerek, günümüz kapitalist demokrasilerinin destekçileriyle yandaşlarını ötekilik sorununa daha duyarlı bakmayâ özendirmek olduğunu dile getirmektedirler.
Fakat bu noktada ilginç olanı Amerikalı Marksçı felsefe yönelimli toplum eleştiricisi Frederick Jameson'un postmodernizmi, dolayısıyla da Postmodern felsefeyi geç dönem kapitalizmin doğal bir uzanması ya da manajı olarak görüp bu düşünceyi kitabına başlık olarak koymuş olmasıdır. Postmodern felsefe çerçevesinde kimileyin "ötekiler siyaseti" diye adlandırılabilecek siyâsalı yeniden tanımlama arayışlarına karşın, bu arayışların gündelik yaşam pratiklerindeki somut karşılıklarının tam olarak neler olduğu çok belirgin değildir. Sözgelimi, şimdi olandan, burada olmakta olandan bütünüyle sıyrılmış yeni bir siyâsal yaşam ufkuna göndermede bulunan Derrida, bir başka hukukun geleceğinden, bulunuş metafiziğinin yol açacağı totaliterliğin dışında yatan bir gelecekten söz etmektedir.
Öte yanda Foucoult ise, "yeni bir hak biçimi" anlayışını onaya atarak, yerleşik siyâsal hak anlayışımız ile bu anlayış doğrultusundaki yaşam pratiklerimizi bütünüyle başka bir bağlama taşımanın peşindedir. Ne var ki, hem ötekileri hem de bir bütün olarak ötekiliği özgürleştirmeye dönük bütün bu Postmodern felsefe çıkışlı arayışların anlamlan, daha tam olarak enine boyuna değerlendirilmediklerinden açıklığa kavuşmuş değillerdir. O nedenle, ötekilerin geleceği gözetilerek yapılan bu gibi siyâsal önerilere pek çok siyaset kuramcısı bir hayli kuşkuyla bakmakta, bu gibi önerilerin içerimlerine kimileyin sessizliğe varacak denli temkinli yaklaşmaktadırlar. Bu bağlamda Postmodern felsefe çerçevesinin bütün ayrışıklığına karşın önerdiği siyâsalı yeniden düşünme anlamında sergilenen yaklaşımlardan birisi, liberal demokrasinin genel ruhuyla yerleşik yasaları ötekiliğe karşı çok daha konuksever bir konuma getirecek bir biçimde yeniden yapılandırmaktır. Söz konusu yaklaşımın üstünde en çok durduğu konuların başında, yerleşik demokratik egemenlik anlayışımız ile halkın kayıtsız koşulsuz egemenliği üstüne kurulu toplum tasarımımızı yeni baştan düşünmek gelmektedir. Postmodern siyaset felsefesine göre, demokratik siyâsal sistemin bu 2 varsayımı da fazlasıyla tektipleştirici olduğu gibi, bunların gerçekte olan bitenle, yani yaşanan süreçlerle de alınan toplumsal kararlarla da uzaktan yakından bir ilintisi yoktur. Daha açık bir deyişle, değişik halk katmanlarının istekleri toplumun siyâsal tercihleri üstünde eş ölçüde yansıtılıyor değildir. Yaşanan bu sözde demokrasi durumu karşısında Postmodern felsefecilerin birçoğu, çok daha açık bir biçimde siyâsal istencin öteden beri bir biçimde hep içinde "olanlar"ın egemenliği üstüne kurulduğunu, bu nedenle söz konusu istencin dışında kalmışları yani içinde "olmayanları yeni baştan düşünmemiz gerektiğini ileri sürmektedir.
2. Dünya Savaşı sonrası Fransası'nda irili ufaklı pek çok düşünsel akım arasında 2 felsefe geleneğinin öbürleriyle karşılaştırılamayacak ölçülerde egemen bir konumda bulunduğu görülmektedir.
Gerçekten de 1930'larda Aleksandre Koyreyle Aleksandre Kojeve aracılığıyla başlayan Jean Hyppolite'ye kadar uzanıp gelen "Hegelcilik" bir yanda, Merleau-Ponty, Ernmanuel Levinas ve Jean-Paul Sartre tarafından oldukça etkili bir biçimde temellendirilen var oluşçu görüngübilim öbür yanda Fransız düşün yaşamı üstünde son derece belirleyici durumdadırlar. Kimileyin Fransız Yeni Hegelciliği diye de anılan ilk gelenek, dönemin Yeni Kantçılık adıyla bilinen pek çok konuda söz sahibi düşünce okulunun egemenliğine son verip yerine geçmek amacıyla yola çıkmışlar. Bu amaç uyarınca bu geleneğin savunucuları hem Hegel'in tarihin diyalektik ilerleyişine yönelik olarak sunduğu düşüncelerinden hem de dönemin toplumsal hareketliliğinden en iyi biçimde yararlanarak, bir dizi felsefî, siyâsal, toplumsal olanağı dillendirme arayışı içindedirler. Buna karşı, öbür gelenekte yer alan düşünürlerse hem Husserl'in bilinç görüngübiliminin hem de Heidegger’in varlık çözümlemesinin ışığı altında var oluşçu Felsefeye yeni açılımlar kazandırmanın peşindedirler. Bunun yanında Jean-Paul Sartre'nin, gerek yazınsal çalışmalarıyla gerek etkin bir biçimde dönemin siyâsal olayları içinde yer alışıyla, Marksçılıkla var oluşçu görüngübilimi kaynaştırarak popüler bir felsefe konumu oluşturması ayrıca anmaya değer bir çabadır. Gerçekten de Sartre'ın Fransız düşünsel yaşamın doğrudan etkileyişi, 68 olaylarına gelinip de popülerliğini yitirene kadar özellikle solcu gruplar üstünde ağırlığını giderek artan bit oranda hissettirmiştir. Sartre'ın Varoluşçu Marksçılığı yeni bir "insancılık" yorumudur; hem tek tek bireylerin hem de bir bütün olarak toplumun sahici (athentic) var oluşlarını gerçekleştirmelerine yönelik bir aydınlanmayı olanaklı kılacak tarihsel bir bilinç sürecinin ideolojik bir savunusu.
Varoluşçu Marksçılık 1930'lardan başlayıp 1960'ların ortalarına kadar giderek yükselen bir popüler değer olarak Fransız kamuoyunu derinden etkilerken, 1950'lerin başında diğer bir düşün hareketi dönemin düşünsel gündemini belirler olmuştur. Saussure 'ün genel dilbiliminden esinlenen değişik disiplinlerden bir dizi düşünür, çözümleme yöntemi anlam kuramı bağlamında "Yapısalcılık" adıyla anılan çığır açan değerde birtakım yeni görüşler ortaya koymuşlardır.
Hiç kuşkusuz bu düşünürler arasında insanbilimci Levi-Strauss, ruh çözümlemeci Jacques Lacan ve yazın kuramcısı Roland Barthes'in ayrı bir önemi bulunmaktadır. Bu 3 düşünürün de özellikle üstünde durdukları konu, değişik alanlarda çeşitli çözümlemelerde bulunurken ne türden bir gönderme çerçevesi doğrultusunda yürüneceğidir. Bu bağlamda yapısalcılığın bu önde gelen kuramcıları, bireyin bilincindeki durumlara ya da bilinç yaşanmasına odaklanmaya şiddetle karşı çıktıkları gibi, Varoluşçu Marksçıların yatığı gibi insan doğasının aydınlanmasına yönelik ilerleme tasarımıyla belli bir tarihsel görüngünün öncesinin ancak kapsamlı bir ideolojinin ışığı altında görülebilir olduğu savı doğrultusunda düşünmeyi de son derece yanlış bulmaktadırlar. Yapısalcılığa göre, bir sözcüğün ya da daha doğru bir deyişle bir göstergenin anlamı bireyin bilincindeki niyet ya da tasarımlarla değil, ait olduğu dili oluşturan göstergeler dizgesinin ayrım ilişkileriyle belirlenmektedir. Dolayısıyla anlamlar her durumda Hegel'inki gibi öte dünya yönelimli tümel bir insan bilincinin ürünleri olmaktan çok belli bir dil kültürüne görecedirler. Bu çok temel saptamadan hareketle, araştırmalatım dizgesel yapıları ortaya çıkarmaya, bu yapıların dilsel, toplumsal ve ruhbilimsel görüngü alanlarındaki karşılıklarının izini sürmeye yoğunlaştıran yapısalcılar, geliştirdikleri bu araştırma yönteminin, hem Hegelcilikle Marksçılığın insancı ideolojik özniteliği hem de görüngübilimsel bilinç felsefelerinin özne temelli olması karşısında bütünüyle bilimsel ve nesnel olduğunu ileri sürmektedirler.
Bu 3 büyük yapısalcı düşünür postmodern felsefe bağlamının biçimlenişinde en az 2 bakımdan büyük yer tutmaktadırlar. Bunlardan ilki, sürece karşı süregelen yapının, evrensel tek bir anlam dizgesine karşı göstergebilimsel dizgeler çokluğunun varlığını en iyi biçimde tanıtlayarak, Marks ile Hegel'inki başta olmak üzere kültürler ötesi tarih dışı felsefeleri geçersiz kılmış olmalarıyla açıklanabilir. Böylelikle erek bilgisel tarih tasarımıyla diyalektik ussallık anlayışının bütünüyle içleri boş varsayımlar olduğu kuşkuya yer bırakmayacak bir belirginlikte kesinlenmiş olmaktadır. Öte yanda ilkiyle doğrudan bağlantılı olan 2. büyük katkı, dilsel dizgelerin çokluğunun, dolayısıyla da bir sözcüğün ya da göstergenin olası anlamlarının çokluğunun tanıtlanmasıyla birlikte kavramların tek anlamlı oldukları yollu geleneksel yaklaşımın bütünüyle çökertilmiş olmasında kendisini göstermektedir. Buna bağlı olarak, Descartes'in "cogito felsefesi"nde kilit bir konumda bulunan özdeşlik kavramının, yani öznenin kendisiyle özdeşliği varsayımının bütünüyle Avrupa felsefe geleneğinin anlamsız bir yapınası ya da sosun yaratmaktan öte bir değer taşımayan bir kurmacası olduğu da görülmüş olmaktadır. Hegelci tarih tasarımıyla bu tasarımın üstüne bina edildiği öznellik anlayışına yönelik yapılan yapısalcılık eleştirisi, Louis Althusser'in yapısalcı felsefesinde Marksçılığın yeni baştan temellendirilmesi sonucuna olanak tanıması bakımından ayrıca önemlidir. Kendi Marksçılık anlayışım betimlerken "insancılık karşıtlığı" terimini kullanan Althusser, bireylerin geleneksel Marksçılığın ileri sürdüğünün tam tersine genel bir tiretim dizgesinin alanları olduğunu, tarihinse hiçbir biçimde özneye yer olmayan, belli bir yönle, erek ya da amaçla açıklanamayacak bir süreç olduğunu savunmaktadır.
Postmodern felsefenin oluşumunda bir başka önemli düşünce damarı da, Nietzsche felsefesinin yapılan özgün yorumlarla Fransız felsefe çerçevesine taşınmasından oluşmaktadır. Bu bağlamda Gilles Deleuze, Georges Bataille ve Pierre Klossowski'nin 1950'liyle 1960'li yıllarda son derece değerli Nietzsche okumaları yapmaları, çoğu yerde Nietzsche'yi Fransızların Almanlara göre çok daha iyi anlayıp özümsemiş oldukları değerlendirmesine yol açmıştır.
Kuşkusuz bir yanda Nietzsche'nin Postmodern felsefeyi destekleyen düşüncelerinin Fransız felsefesinin gündemine oturmuş, öbür yanda Heidegger'in etkili teknoloji eleştirisiyle "hesapmakineci us" anlayışına yönelik saptamaları yapısalcılığın Hegelcilik karşın görüşlerini daha da bir pekiştirmiştir. Günümüzde Postmodern felsefenin çatısının kurulmasında son derece önemli bir yeri bulunan Fransız Nietzscheciliği'nin belli başlı savunuları arasında özdeşlik, öznellik, ussallık kavramlarına yönelik eleştiriler en ön sırada yer almaktadır.
Bu eleştiriler yanında dile her durumda birincil değerde öncelik tanınması, "olgu soruları"nın yerine "yorulama soruları"nın geçirilmesi, ilerlemeci ya da erek bilgisel tarih anlayışlarının bütün bütün yadsınması Postmodern felsefenin Nietzsche'yle arasında bulunan kan bağının önemli izlekleri arasındadır.
Postmodern Felsefe'nin Kaynakları
Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturan rasyonalizmin, yani nesnel bilginin akıl yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan inancın sarsılmasıyla birlikte başlayan ve bir bütün modern felsefenin temel kategorilerinin sorunsallaştırılması ve bu kategorilerin işletildiği epistemolojik ilkelerin yerinden edilmesiyle sonuçlanan felsefe eğilimi. "Özcülük", "temelcilik", "gerçekçilik", "nesnellik", "özne" ya da "ben" gibi modern felsefeye içkin ve aydınlanma düşüncesinin temel dayanakları olan kavramlar burada artık tümüyle işletilemez bir hale gelir. Bu, bir tür felsefenin sonudur; fakat tümden felsefenin değil, özellikle vurgulandığı haliyle, Platon'dan beri süregelen ve Modernizmde doruğuna ulaşan metafiziksel felsefenin sonudur
Felsefe yapmanın olanak ve olanakları bu noktadan itibaren başka bir yol izlemek durumundadır, ki Postmodern felsefe eğilimleri çeşitli kollardan bunun açılımlarını yaparlar. En bilinen ve etkili örnekleri Lyotard'ın Büyük Anlatılar'ın sonu eleştirisi, Foucault'un soy kütüksel arkeolojisi, Levinas'ın ötekilik felsefesi, Derrida'nın yapısökümcülük'ü, Deleuz'un göçebe şizoid analizler'i, Rotry'nin ironi ve olumsallık kavramları, Barthes'in göstergebilimsel serüven'i, Kristeva'nın metinlerarasılıkı, Laclau ve Mouffeu'nun anlamın kapatılamazlığı hakkındaki çözümlemeleri şeklinde çok genel olarak belirtilebilir.
Postmodern felsefe, fenomenoloji, yapısalcılık, var oluşçuluk, eleştirel teori ve Marksist felsefe gibi öğretiler arasındaki etkileşimlerin olduğu kadar, dilbilim, antropoloji, psikanaliz, sosyoloji gibi disiplinler arasındaki kuramsal sınır çatışmaları ve geçişkenliklerinin de ürünüdür. Farklı kollardan modern düşüncenin içinde kuramsal sınırları zorlayan Kant, Hegel, Marks, Freud, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Saussure bir anlamda daha modernizm içinde Postmodern felsefenin öncüllerini atmışlar ve derinleştirmişlerdir.Özellikle son 4 ismin Postmodern felsefenin fikir babaları oldukları söylenebilir. Fransız felsefecileri daha sonra, 1960 ve 70'lerde, bu düşünürlerin açtıkları izlekleri derinleştirerek Postmodern felsefenin başlıca yaklaşımlarını şekillendirmişlerdir.
Postmodern durum zaten çoktan belirginleşmeye başlamıştır 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren. Ekonomik, siyâsal ve toplumsal düzenlenişlerin ifadesi olan Postmodern durumun yanısıra, mimariden diğer sanat dallarına felsefe, din, toplum, kültür ve benzeri her alanda modernizme tepki olarak doğan tutum ve yaklaşımların ifadesi olarak da postmodernizm ortaya çıkmıştır. Postmodern felsefe ise, bu noktada postmodernizmin arka planındaki, ya da başka bir deyişle altyapısındaki teorik temeli oluşturur. Postmodern felsefe, dolayısıyla modern felsefenin içerdiği kavramsal ikiliklere ve onların epistemolojik temellerine kökten bir itirazdır denebilir.
Postmodern felsefe, her şeyden önce en genel anlamda evrensel, tümel, nesnel ve rasyonel bilginin varlığına yönelik derin bir kuşkunun ortaya çıkmasının ürünüdür. Bu kuşkuyla giderek, ikili kavram karşıtlıkları ve onların dayanakları olan epistemolojik konvansiyonları yıkmaya yönelir. Yapısalcı dilbilimin dil'i sorunsallaştırması, psikoanalitik kuramın bilinç'i deşifre etmesi ve antropolojinin kültürel olguların dayandığı derin yapıları açığa çıkarmasının sonuçlarına bağlı olarak düşünce-gerçeklik ilişkisinin, dolayısıyla da bilginin geleneksel felsefedeki yapısının altüst edilmesi söz konusu olur.
Postmodern Felsefe ve Geleneksel Felsefe'nin Eleştirisi
Postmodern felsefenin gelişiminde Fransız yapısalcılığı'nın özel yerini belirtmek gerekir: yapısalcılığın kurucu öncüsü Saussure'nin ve felsefi meseleleri dil bağlamında sınırlarına vardıran Wittgenstein'in sonrasında yapısalcılık özellikle Fransa'da etkin olmuş ve yol açtığı kuramsal tartışmalar yapısalcılık-sonrası-teoriyle Postmodern felsefenin oluşumunda belirleyici bir rol oynamıştır. Antropolog Levi Strauss, psikoanalitik kuramcı Lacan, göstergebilimci Barthes, Marksist filozof Althusser bu oluşumun yakın tarihli mimarlarıdır.
Postmodern felsefenin, belirli bir bakış açısıyla saptanabilecek kimi ortak eleştiri bağlamları ya da tematik toparlanmaları dışında belirli bir savunusu ya da öğretisi yoktur denebilir. Çünkü onu belli bir disiplin ya da öğretiye indirgemek olanaklı değildir, daha çok birkaç koldan farklı felsefelerin toplandığı bir felsefe düzlemi olarak anlamak mümkündür. Yani, farklı felsefi eğilimlerin bir araya geldiği, birbirinden farklı konum ve tutumların savunulduğu ayrışık bir felsefe düzlemi dir Postmodern felsefe. Tıpkı Modernist felsefelerin akıl ve akılcılık üstünden okunması gibi, Postmodern felsefenin de bunlara karşıtlığı üstünden okunması söz konusu olabilir.
Öyle ki, burada, felsefe dışı sayılan konular da bir şekilde felsefenin içine taşınır ve dahası, kategorik ayrımlarla belirlenmiş olan disiplinler sürekli bir arada kullanılır ve sürekli ara yüzeyler de çalışılır. Açıkça görüleceği üzere Postmodern felsefe, yalnızca modern felsefe düzlemini değil aynı zamanda onun mirasçısı ve mantıksal uzantısı olduğu geleneksel felsefenin metinsel yapısını, yani tüm kategorik işletim mekanizmalarını çözüştürmeye yönelmektedir. Burada, yeni bir içerik arayışının değil fakat daha çok ve asıl olarak yeni bir biçimsellik arayışının söz konusu olduğu söylenebilir.
Bu biçimselliğin başlıca özelliği geleneksel formların bütünselliğine, tümelliğine, kapalılığına ve ciddiliğine karşıt olarak, parçalı, yüzeysel, ironik ve çok katmanlı olduğu söylenebilir. İyi-kötü, yüksek-alt ya da yukarı-aşağı, doğru-yanlış, rasyonel-irrasyonel, öz-biçim, gerçek-gerçekdışı ve benzeri ikiliklere dayalı epistemolojik yapı çözüştürülür bu yeni biçimsellik girişimleriyle.
İnsan'ın Ölümü
Öte yandan, Postmodern felsefe, fizikötesi felsefenin ya da daha doğru bir deyişle felsefenin fizikötesi yapısının sonunu ortaya koymanın yanısıra, bir düzine fizikötesi nosyonun da sonunu ortaya koyar. Bunların başında insan nosyonu gelmektedir. Nietzsche'den Derrida'ya izlekler takip edildiğinde açık olarak insan'ın sonu'nun ortaya konulduğu görülecektir. Hümanizmin teorik statüsünün geçersizliği daha yapısalcılık zamanında belirginleşmiştir.
Althusser, yapısalcı Marksizm'ini temellendirirken kendi düşünce ayrımlarını ifade etmek için Marksizm bir teorik anti-hümanizmdir“ saptamasını çekincesiz ifade etmiştir ve yaptığı açılımlar bu bağlamda insan nosyonunun nasıl sorunsallaştırılacağını gösterir. Öte yandan, felsefe de ben'in olanaksızlığı açıkça gösterilmiş ve her bakımdan özne'nin özne oluşunun dayanaklarının kendi dışındalığı belirlenmiştir. Bu noktadan itibaren öznenin yeniden anlamlandırılması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Postmodern durum bu bakımdan yalnızca yeni birtakım iktisadi ve sosyal verilerin ifadesi değil, aynı zamanda teorik düzlemde bu fizikötesi sonun da adıdır. Postmodern felsefe, dolayısıyla, Kant'ta açık ifadesini bulan "aydınlanma tasarısı"nı ve bütün modern felsefe akımlarına ruhunu veren akıl'ın ve dolayısıyla bilim'in teorik düzlemde mutlaklaştırılması eğilimini, fizikötesi insan nosyonuyla birlikte geride bırakmaya yönelmiş felsefe duruşudur.
Sonuç olarak, Postmodern felsefenin mantığını çarpıcı birkaç formülasyonlarıyla (bunlar Postmodern felsefenin kendini ifade ettiği ve temel eleştirileri aldığı noktalardır) şöyle özetleyebiliriz:
Özgünlük yoktur, kopyaya kaynaklık eden de kopyadır ve asıl'a ulaşmak söz konusu olamaz. Saf gerçeklik ya da olgular yoktur, bakışın bütün olanaklarına yorum'un izleri sinmiştir ve bundan kaçılamaz, ayrıca bütün yorumlar önceki ya da başka bir yorumun yorumlanmasıdır. Hakikat, yoktur; öyküleme ve yansılamanın ötesinde tek ve mutlak olarak geçerliliği temellendirilebilecek bir gerçek olamaz. Metnin dışarısı yoktur, her tür bilgi, ontolojik ya da epistemolojik varsayımları içeren her tür bilgi, metinsel bir okumadır sonuçta, dışsal gönderimleri sürekli metnin içine düşer. Dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır, Wittgenstein'in söylemiş olduğu gibi, çünkü, dil'in sınırlarının ötesi bilgiye kapalıdır. Ve son olarak, "ben başkası"dır, ben, her zaman zaten başkalarının yaratımı olduğu için.