02 Ekim 2018

Hukuk Felsefesi




Hukuk Felsefesi

Hukuk felsefesi, insanların toplum içinde bir arada yaşamalarıyla oluşan ilişkilerin dayandığı ya da dayanması gerektiği temelleri karşılıklı haklar ve yükümlülükler açısından ele alan felsefe dalı. Pozitif hukukun bittiği yerde başlayan ve hukuk kavramından yola çıkan hukuk felsefesi, hukuk biliminin temelini ve ana kavramlarım ele alır.[1]

Kendi içindeki her bir akımca farklı olarak tanımlanan ve içeriği oluşturulan hukuk felsefesi, felsefenin hukuka ilişkin bir alanıdır. Felsefenin temel dallarından bir olan aksiyoloji içindeki etik başlığına bağlanır. Temel problem alanları; hukukun kaynağı, amacı, adalet, mevcut hukuk düzenlerinin (pozitif hukuk) meşruluki vb. gibi ortaya konabilir. Fakat mutlak gerçekçi ya da realist hukuk teorileri açısından bakıldığında bu tanımlamalar eksik hatta yanlış kalacaktır.

Hukuki pozitivizm, formel bir bakışla hukukun bir normlar sistemi olduğunu ve kaynağının da devlet olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla hukuku kendi içinde tutarlı ve anlamı belirlenmiş bir bütün olarak ortaya koymanın gerekliliği üstünde durmaktadır. Yine felsefî pozitivizme paralel olarak adalet, hak, ahlâk gibi kavramların metafizik, spekülatif ve bilinemez (kimine göre yok) olduklarını dolayısıyla hukukun dışında tutulması gerektiğini ileri sürer. (Özellikle Kelsen)

Realist teoriyse, bir yanıyla sosyolojik bir karakterdedir ve uygulamaya, mahkeme içtihatlarına büyük önem verir. Bu teoriye göre hukuk büyük ölçüde fiilen mahkemelerde gerçekleşen şeydir ve yasa koyucunun rolü sanıldığı kadar büyük değildir.

Bunlardan önce ve spekülatif anlamda felsefe içinde değerlendirilebilecek asıl hukuk felsefesi akımı doğal hukuk yaklaşımıdır. Bu düşünce hukukun Tanrısal ya da akıl kökenli (ikisi arasında iktidar açısından önemli farklar vardır) olduğunu ve insan düşüncesinden bağımsız a priori değerlere dayandığını ileri sürmektedir. İnsan hukuku icat eden değil keşfeden konumundadır ve zaten yapması gereken tek şey de budur. Doğal hukuk en temel problem olarak adalet değerini ele alır. 20. yüzyılda büyük önem kazanmış insan hakları düşüncesinin kaynağında da bu düşünce yer almaktadır.[2]

Hukuk felsefesinin temel kavramı olan "hak", bireylerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyen hukuk sistemlerinin özünü belirler. Bu ilişkilere farklı açılardan bakılması ve farklı değerlendirmeler yapılması sonucunda çeşitli hukuk felsefesi görüşleri gelişmiştir. Örneğin, birey ile hukuk ilişkisinde bireye ağırlık veren görüşlerin en ucunda hiçbir hukuksal düzenleme tanımayan anarşizm, hukuka ağırlık veren görüşlerin en ucunda da bireyin geçerli hukuk düzenine mutlak boyun eğişini öngören totaliterlik vardır. Bu 2 uç arasında, bireyin hukuk karşısındaki durumunu "özgürlük", hukukun birey üstündeki yetkesini de "ödev" kavramı açısından sınırlandırmaya yönelik görüşler yer alır. Bu dengeleme çabalan, günümüzde, her insanın sahip olması gerektiği düşünülen ve hukuk devleti ilkesinin temel bir öğesini oluşturan "insan haklan" kavramını doğurmuştur.

Hukuk felsefesinin tarihi "Adil bir hukuk sistemi nasıl olmalıdır?" sorusuna verilen yanıtların tarihi olarak görülebilir. Bu açıdan bakıldığında, hukuk felsefesinin temel kavramları arasında yer alan hukuk ve adalet kavramları üzerine her dönemde düşünüldüğü ortaya çıkar.

Eski Yunan'da ilk dönemlerde egemen olan kozmoloji görüşlerinin yerini zamanla topluma ve insana ilişkin kavramların almasında sofistlerin ve Sokrates'in etkisi büyüktür. Pozitif hukuk açısından adalet sahibi olan bir şeyin ya da bir durumun doğal hukuk açısından da adalet sahibi olup olmadığı sorununu ilk kez sofistler tartıştılar. Sokrates ise, tek kişiden yola çıkıp toplumsal bir kurum olarak adaletin ne olduğu sorusu üstünde durdu. Öğrencisi Platon ve onun ardından da Aristoteles, aynı geleneği sürdürerek, kişiyle devlet ilişkisine ağırlık verdiler ve bu ilişkilerin çerçevesi içinde vatandaş hakları açısından adaletin ne olduğunu araştırdılar. Her ikisi de devletin temel işlevinin adaleti sağlamak olduğunu vurguladı. Bu tür bir felsefe görüşünün temelinde yatan kent-devletinin (polis) zamanla kendine yeterli olmaktan çıkması ve Büyük İskender'in geniş bir imparatorluk kurmasıyla, insanların daha geniş bir dünya görüşü edinmesini sağlayan felsefe sistemleri ortaya çıktı. Böylece, evrensel bir imparatorluğun vatandaşı olan insanların haklan ve bu bağlam içinde adalet kavramı tartışılmaya başladı. Bu görüşün başlıca temsilcileri stoacılar ve Epikurosçular oldu. Doğaya uygun yaşamayı öneren stoacılar bu görüşün sonucu olarak dünya vatandaşlığı kavramım getirdiler. Böylece dar sınırlan olan bir devlet egemenliğine son verdiler. Epiktetos ve daha sonra Marcus Aurelius da bu görüşü savundular. Epikurosçularsa yarar ilkesinden yola çıkarak hukukun temeline bu ilkeyi koydular. Bir anlamda bu görüş sözleşme düşüncesinin ilk örneği olarak görülebilir.

Hem stoacılardan, hem Epikurosçulardan kimi görüşler alan Cicero, De republica (Cumhuriyet Üzerine), De legibus (Yasalar Üzerine) ve De officüs (Ödevler Üzerine) adlı temel yazıtlarında yeni bir hukuk felsefesi ortaya koydu. Cumhuriyetin eski kurumlarının askeri diktatörler tarafından yıkıldığı bir siyâsal kargaşa döneminde yaşayan Cicero, res publica'yı insan yaşamını daha iyi bir hale getirmek amacıyla yasalarla düzenlenmiş bir birlik olarak tanımlıyordu. ius naturale (doğal hukuk), ius gentium (bütün kavimler ülkeler için geçerli hukuk) ve ius çivile (medeni hukuk) ayrımını yapıyor ve devletin de doğanın bir ürünü olması nedeniyle bu 3 hukuk türünün birbirine karşıt olmadığını belirtiyordu.

Ortaçağda Hıristiyanlığın etkisiyle insan yaşamının her alanına egemen olan omnia potestas a Deo (Her güç Tanrı'dan gelir) ilkesi hukuk kavramını da etkiledi. Bu dönemin en önemli temsilcisi sayılan Aquinumaralı Aziz Tommaso'nun görüşleri, klasik anlayış ile dinsel tabular arasında orta bir yol bulma çabasını yansıtır. Tommaso bu bağlamda 3 tür yasadan söz eder: Lex aetema (ebedi yasa) insanın kavrayamadığı ve dünyayı yöneten ilahi usun kendisidir; lex naturalis (doğa yasası) us yoluyla doğrudan bilinebilen yasadır; lex humana (insani yasa) insanın doğal hukukun kurallarına uygun olarak kendisi için koyduğu yasadır. Tommaso bu 3 tür yasa arasında bir çelişkinin ortaya çıkması durumunda önceliği lex hu-mana'ya verir.

Hukuk felsefesi tarihi içinde, Eski Yunan'da vatandaşlık hakkı olarak ortaya çıkan hak anlayışının giderek insanı ön plana çıkaran bir konuma ulaşması ve insan hakkı olarak vurgulanması Felemenkli hukuk bilgini Hugo Grotius'un doğal hukuk kuramıyla oldu. Kilise otoritesinin çökmesi, hükümdarların bağlı oldukları dinsel odakların giderek zayıflaması, Grotius' un ortaçağ öncesi doğal hukuk anlayışına dönmesinin başlıca nedenidir. Grotius'un görüşlerini daha ileriye götüren Hobbes, Locke ve Rousseau, insanın doğal durumundan ve doğal haklarından yola çıkarak sahip olmaları gereken insan haklan için en uygun koşullan tartıştılar. Bu filozofların birleştiği ortak nokta, insanların kendilerini yönetme hakkını bir kişiye ya da bir gruba ancak kendi yaptıkları bir sözleşmeyle devredebilecekleri görüşüdür. Hobbes sözleşme öncesi ve sonrası doğal haklara öncelik verirken, Locke ağırlığı mülkiyet hakkının tanınmasına, Rousseau da temel hak ve özgürlüklerin korunmasına verir.

Özgürlük sorununun ortaya atılmasıyla, toplumsal özgürlüklerin yanında kişisel özgürlükler de tartışılmaya başladı. Kant, çağdaş hukuk felsefesinde işlenen en önemli kavramlardan olan "kişi" kavramını ilk kez ortaya atan düşünürdür. Geliştirdiği ahlâk felsefesinden yola çıkarak tek insanın kendi içinde özgürlük olanağı taşıyan bir varlık olduğunu belirtir. "İnsanlık" ile "tek insan" ilişkisinden "kişi" kavramını elde eden Kant, kişiyi "hak ve ödev sahibi varlık" olarak tanımlar. Buna göre kişi, bütün insanlığı kapsayan ödevlere uygun eylemlerde bulunmakla özgür ve dolayısıyla da ahlâklı olur; bundan da sahip olduğu haklar doğar. Kişi haklan ve temel özgürlük gibi kavramlar, Kant'ı "dünya vatandaşlığı" ve "ebedi barış" gibi hukuk felsefesinin önemli kimi başka kavramlarını da ele almaya yöneltti.

Kant'ı eleştirerek yola çıkan Hegel ise, tek insanın, volksgeisf'in (halk tini) oluşmuş biçimine uygun davranarak özgür olabileceğini savundu. Bu, Hegel'e göre hukukun da temelini oluşturuyordu. Grundlinien der Philosophia des Rechts'in (1821; Hukuk Felsefesinin Ana hatları) özellikle 1. bölümünde soyut ve evrensel yasayla hakları ele alan Hegel mülkiyet, kişilik ye sözleşme kavramlarını irdeleyerek devletin sivil topluma üstün olduğu sonucuna vardı. Bu görüşün eleştirisinden hareket ederek bireysel özgürlük ile devlet arasındaki çelişki üstünde duran Marks, bir noktada Kant'a yaklaşarak tek tek devletlerin olmadığı ve emeğin özgürleştiği bir dünya toplumu görüşünü savundu.

Yüklendiği ağır mirasın izlerini taşıyan çağdaş hukuk felsefesi, insanın insan olmakla sahip olduğu "insan haklan", bir toplumun üyesi olmakla sahip olduğu "birey haklan" ve her türlü toplumsal kurumun üstünde bir kişi olmakla sahip olduğu "kişi haklan" arasında kendine özgü bir model oluşturmuştur. Örneğin son yıllarda kişinin kendi varlığı üstünde tasarruf hakkına ağırlık verenlerle devletin kişinin sağlığım denetleme görevini öne çıkaranlar arasında tartışılan "ölüm hakkı" sorunu, hukuk felsefesi açısından da önemli bir konu sayılmaktadır.[1]

Kaynaklar

[1] turkcebilgi.com/hukuk_felsefesi/ansiklopedi
[2] tr.wikipedia.org/wiki/Hukuk_felsefesi

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...