12 Eylül 2018

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 3

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 3

İLİM KUR’ÂN HAKİKATLARI İÇİN NE DİYOR?

Aynı zaviyeden bakıp, aynı îmanla dinlediğimiz zaman, ilmin de Kur’ân-î hakikatları ifade ettiğini görüyoruz. Yahudiler, dinsizler ve materyalistler hangi oyunla, sahtekarlıkla ve gözboyacılığıyla müslümanların karşısına çıkıp, îmanlarına kastetmeye çalışırlarsa çalışsınlar, ilim, ilelebed “Allah vardır! Herşeyi yaratan O’dur!” diye haykıracaktır.

Hendese ile meşgul olan ilim adamı, kâinattaki muhteşem ölçüyü, nîzamı ve hikmeti müşahadesi neticesinde; kâinatın herşeyden müstağni, mükemmel ve ganiyy-i mutlak saniî’ni görecek: “Bu kâinata geometrik ölçüler içinde en mükemmel şekli veren bir Mühendis-i ekmel, bir Mühendis-i ekber vardır ki, bu muhteşem ve mevzun şekli o yaratmıştır” diyecektir.

İlim adamları, geçmiş yıllarda, Büyük sahra’da üçgenler ve dörtgenler gibi geometrik şekiller yaparak, diğer gezegenlerdeki şuurlu varlıklara, varlığımızı göstermeye çalıştılar. İlim adamlarının böyle bir şeyi yapmaya tevessül etmeleri, kâinata hakim bir hendesenin varlığını kabul ve itiraf etmeleri demektir. Böylece, kâinatın herhangi bir yerinde bulunabilecek şuurlu varlıklara, kâinata hakim olan hendeseye vakıf insanların varlığını göstermeye çalıtmışlardır.

Kâinata ilim nazarıyla bakıldığında “Allah vardır! z” hakikatını görmemek, adeta imkansız olduğu gibi, sathî ve müstakil nazarlarla bakıldığı zaman da bu hakikat görülemeyecektir. Çünkü, küllî olarak düşünülemeyecektir. Eline aldığı cerrahî aletlerle insanın içine girip, kandamarları içinde gezen ama külliyatı, bütünü idrak kabiliyetinden mahrum bir operatör gibi olacaktır. Yani, teker teker her parçayı alıp, her organı tahlil ve teşrih eden ama bu parçaların neticede vardığı noktayı idrak edemeyen, kavrayamayan bir cerrah gibi olacaktır. Eski mantıkçıların “külliyatı idrak” dediği idrak kabiliyetinden mahrum olduğu için, îman edemeyecektir.

İşte eşyanın zahiri olan Şehadet âlemi! İşte eşyanın ledünniyatı!

Mevcud olan, zahirde gördüğümüz muhteşem ve mükemmel dış âlemi vareden şey, yine eşyanın batınında, ledünniyatında gizlidir. Kim ne derse desin, eşyanın zahirini inceleyen -inad-ı küfrî ile başlarını kuma sokmamış- ilim adamları “Kâinatın bilinmeyen, bilemediğimiz, kudretine akıl erdiremediğimiz bir Halık’ı vardır ki, müşahade ettiğimiz bu muhteşem nizamı, intizam-ı ekmeli meydana getiren O’dur” itirafında bulunmaktadırlar.

Müdakkik ilim adamlarından Jean diyor ki: “Kim ne derse desin, kâinatın muhteşem yaratıcısı, onu bir hesap ve plan içinde yaratmıştır. Çünkü hesapsız ve plansız hiçbirşey yoktur.” İlim dünyasına birçok yenilikleri ve İzafiyet teorisini getiren Einstien da: “İlim ne kadar ileriye giderse gitsin, insanlar ilk mistiklerden birinin dediği gibi diyecektir:”Görünen şeyler, görünmeyen şeyler tarafından meydana getirilmiştir.”

KÂİNATIN KUMANDANI KİMDİR?

Nazarını kâinata gezdiren insanın, kendisini ve diğer mahlukatı mükemmel bir tenasüb ile yaratıp gıdalandıran; hazık bir hekim gibi, herşeyi insanlara yarayışlı hâle getiren Allah’ı anlamaması ve tanımaması basiretsizliktir, körlüktür.

Dikkat edildiğinde, insan vücudunun nelere ihtiyacı varsa, hepsinin en uygun şekilde istifadesine sunulduğu görülür. Mesela mikroskopla görülebilen ve mikronla ölçülebilen hücrelerin bile gıdalanması ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri sözkonusudur. Asitlerden ve aminoasitlerden mürekkep hücre, ortadaki çekirdek ve etrafındaki stoplazma ile dıştaki incecik zardan müteşekkil elsiz, ayaksız bir şeydir.

En küçük dış müdahalelerden bile zarar görüp hayatiyetini yitirebilecek bu çok hassas yapı, ağzımıza koyduğumuz herşeyden ve teneffüs ettiğimiz havadan nasibini alır.Gerekli minaralleri, vitaminleri, karbonhidratları ve oksijeni temin edip, hareket eder ve çoğalır. Bulunduğu yer ve yapısı itibariyle yürümesi, uçması ve yüzmesi mümkün değildir ama, o hücre, yaratılışının gereği hemen her yöne hareket eder, hemen heryere gider ve bölünerek ürer. Bir iken iki, üç, dört olur. Hususiyetlerini koruyarak mevcudiyetini devam ettirir.

Bir hücrede mütahade edilen bu keyfiyet müteselsil daireler hâlinde, kâinatın her tarafında da müşahade edilir. Hücreyi büyütseniz insan, insanı büyütseniz kâinat olur. Kâinatı küçültseniz insan, insanı küçültseniz atom meydana gelir. İşte kâinatta böylesine bir tenasüb ve tevhid vardır. Bu açıdan: “Kürre-i Arz nedir?” sorusuna: “İnsanı var eden, onu birtakım arzular ve ihtiyaçlarla yaratan Allah’ın o ihtiyaç ve arzulara cevab vermek üzere hazırladığı bir sofra, bir ambar veya bir eczahanedir” cevabı verilebilir.

Yüzünüzü semaya çevirip, uzaktan uzağa göz kırpıp, bize tebessüm eden yıldızlarla yaldızlanmış gökyüzüne baktığınızda; yeryüzündeki kumlardan daha çok ve bizim küremizden binlerce defa büyük küreleri, en küçük bir düzensizliğe meydan vermeden gezdirip dolaştıran, ahenkle yörüngelerinde tutan Allah’ın mevcudiyetini, kudretini ve kayyumiyetini göreceksiniz. Hâttâ, dünyamıza düşerken atmosferde yanıp parçalanan meteorların, adeta, şeytanların başına vurup: “Dikkat et, bunlar Allah’ın kudret ve irâdesiyle dönüyor.” dediklerini duyacaksınız. Bu perspektifle baktığınızda, elektronikten kozmolojiye, atom fiziğinden radyolojiye kadar herşeye hükmü geçen Sani-i Hakîm’i göreceksiniz. Yıldızların, güneşlerin, galâksilerin, kozmik bulutların, hâttâ en küçük meteorların kendi dilleri ile “Allah vardır. Bizi, feza boşluğunda tutup, birbirimize çarptırmadan gezdiren, ahenkle dolaştıran O’dur” dediklerini duyacaksınız.

Zerrelerden gezegenlere kadar herşeyin, Allah’ın emirlerini dinlemeleri ve O’nun emirlerine amade oluşlarını müşahade için kâinata baktığınızda da, O Kumandan-ı Ekmel’in, O Kumandan-ı Ekber’in, adeta, ordularına “İleri Marş!” emrini verişi gibi, zerrelere “Yürüyün!” dediğinde yürüdüklerini, kürelere “İleri!” dediğinde hareket ettiklerini ve herşeye istediği nizamı verdiğini göreceksiniz.

İşte bunları müşahade ederek, ilminiz ve aklınızı kullanıp tefekkür ederek, kâinatın Kumandan-ı Ekmel’ini bulduğunuz an, siz de: “Ey büyük kumandan! Seni tanımaya, azametine uygun kulluk yapmaya geldim” diyecek, secdeye kapanacak, O’nun büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünüzü idrak ederek kulluğun tadına varacak, sermest olacaksınız.

TEFEKKÜR: İLMİN TEBESSÜM EDEN YÜZÜNDE ALLAH’I GÖREBİLMEKTİR

Materyalistlerin, Allah’ı inkar için kullandıkları ilim, bilakis O’nu tanımak ve bilmek için şarttır. İlim, Allah’ın varlığını ve birliğini isbat edip basiretsizlerin gözlerindeki perdeyi yırtmak için bir dayanaktır.

İlmin hangi yönüne bakarsanız bakın, onun mütebessim çehresinde Allah’ı göreceksiniz. O bakış ve görüşle arzu, iştiyak ve hahişkârlık içinde araştırmalara yöneleceksiniz. Labaratuarların içine girip ilmin dekaikine vakıf oldukça da, Cenâb-ı Hakk’a ait ma’nâları yakalayacaksınız. Her hücrede hayat çekirdeğini bulduğunuz gibi, Allah’a ait ma’na çekirdeklerini de bulacaksınız. Îmanınız ve yakîniniz ile araştırma şevkiniz artacak, ilmî ve teknolojik seviyeniz yükselecek, yeni yeni merhaleler kat’edeceksiniz.

Allah hakkındaki kanatları sağlam ve tefekkür dairesi geniş olanlar, ahiret nimetlerinden de en fazla istifade edip, Cennet’teki layezel cilvelere ve ra’şelere en çok mazhar olanlar olacaktır. Allah’ın mütemadî tecellilerine ve değişik nimetlerinin akıp-gelişine; hayatının her lahzasında değişik mütalaalar ile tefekkür edip, Kâinat Kitabı’nın değişik sayfalarını mütalaa eden insanlar mazhar olacaktır.

Kur’ân’ın tefekkür hususundaki ikazlarına ve teşviklerine uymuş, îman şuurunu gerçekten kavramış olan mü’minin, ilim ve fen açısından geri kalmasına imkan yoktur. Mü’minler, eğer geri kalmış, yeni ufuklara ulaşamamışlarsa, Kur’ân’ın ikazlarına uymamış, îman şuuruna erememitler demektir.

Ma’rifetin artması, millî harsın artması, ilim ve teknikte ileriye gidilmesi, müslümanların meskenet ve mezelletten kurtulması, ahiretin kazanılması; Allah hakkında gerçek ma’rifetin elde edilmesi, tetkik, tefekkür, teemmül ve araştırmalar neticesinde hasıl olacaktır.

Cenâb-ı Hakk-dinsizlerin ve bir kısım muhakemesizlerin İslâm tefekkürüne karşı çıkıp, perde germeleri neticesinde- tefekkürü unutmuş olan müslümanlara, tefekküre giden yolu göstersin, düşünmeye sevketsin. Kendi yapımızı, en küçük parçalarımızı, kâinatta cereyan eden hadiseleri, mikro alemden makro aleme kadar herşeyi düşünmek ve tefekkür etmek suretiyle; asırlardan beri kaybettiklerimizi yeniden elde ederek, izzetimizle arz-ı endam etmeye muvaffak etsin. Allah tevfik ve inayetiyle o tatlı ve mutlu günleri göstersin… Amin. (18)

HAYAT ve VARLIK SIRRI:

Hayat ve varlık birer sırdırlar. Birşeyin yoktan var olmasında hayat sırrı,ruh ve can sırrı, mevzubahistir. İnsan, bunlara ülfet ettiği ve alıştığı için harikalıklarını düşünmez bile. Rahmet sırrının tecellisi olan, annenin yavrusuna şefkatini izah edemez. Anne karnının, yavru için şefkat yüklü bir beşik hâline gelmesini ve yavrunun nazeninane beslenmesini izah edemez. Yumurta ve sprem nasıl hayatiyet buluyor, nasıl ruh ve can kazanıyor? İlim, kendi sathî bakışıyla bunları izah edemez. Şundan, sonra şundan, ondan sonra da şundan dolayı olmuştur diyemez. Keza, cansızlar nasıl can buluyor izah edemez. Kâinattaki varolma sırrı ve hayatiyet sırrı karşısında, bu oluşu kavrayamayan ve küfre ait “Varlık nazarîyesi”nin başbuğu gibi, yerden biten nebat karşısında “Hayret ediyorum, nasıl varoluyor?” diyerek şaşkınlığını ve temsil ettiği nazarîyenin çürüklüğünü ilan eder.

Bediüzzaman, “Varlık ve hayat; bunların her iki tarafı da nuranîdir” diyor. Yani sizin yaptığınız şeylerin görünen dış kısmı, mülk tarafı perdedir, perdelidir. Mesela, evlenmezseniz çocuğunuzun olmayacağını zannedersiniz. Ama evlenmek, anne ile babanın biraraya gelmesi, çocuğun olması için bir perdedir. Allah, o sebebi icraatına perde yapmıştır. Eşyanın yaratılışına ve hayatîyetlerinin devam keyfiyetine baktığımız zaman da, hepsinin zahirî sebeblere bağlı olduğunu görürüz. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın icraatına birer perdedir. Ki, Allah’ın kudret ve iradesinin, zahiren, basit ve hasis şeylere taallaku görülmesin, izzet ve azametine halel gelmesin. Bu hususu, o mübarek zat, fevkalade oturaklı ve üstün bir ifade ile beyan eder: “İzzet ve azamet ister ki: Esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.”

Allah’ın izzeti,akıl almaz galebesi, azameti, büyüklüğü ve insan ihatasının ulaşamayacağı varlığı ister ki, zahirî sebebler icraatına perde olsun. Ama O’nun Tevhid ve Celâl’i de vardır. Tevhid ve Celâl’i ise Allah’ın mülkünü kimseye takdim ettirmez, kimseye vermez. Cenâb-ı Hakk, Tevhid’le herşeye sabip çıkar: “Mülk benimdir!” der. Celâl’iyle şimşekler çaktırır: “Benim mülkümü kimseye veremezsin!” der. Kur’ân bunu şöyle anlatır: “Ruhtan sana sorarlar. Ey Habib’im de ki, O benim Rabb’imin işidir. O’nun kanunudur.” Herkesi susturur, cevab veremez hâle getirir.

Ruha sahip çıkabilir misiniz? “Onu ben yaptım, yaratabilirim” diyebilir misiniz? Ve ruh şudur, şundan-bundan teşekkül etmiştir, diyerek ilimle, fenle izah edebilir misiniz? Hayır!. Çünkü, ruh ve can meselesinin hem mülk, hem de melekut tarafları perdesizdir, şeffaftır.

Allah, hepimizi, kendisine apaçık bir delil olan bu meselenin hakikatına erdirip, ma’rifetine kandırsın. Kâlblerimizi îman ve Kur’ân nuruyla münevver eylesin. Bizleri her türlü inhiraftan, ma’sun ve mahfuz, Tevfikat-ı sübhaniye’sine mazhar, ma’rifet semasına i’la eylesin… Amin.(19)

KISIM: HAYAT DELİLİ
Herşeyin Allah’ın dilemesi ile olduğunu ifade eden “İrade delili”nin sonunda “Hayat delili”nin kapısına geldik. Müşkül, zor ve ağırdır ama mühim bir meseledir. Allah dilediği kadar tahlile muvaffak kılar, bazılarınız çok şey anlamasa bile meselenin hülasa ve özünü kavrar.

Kur’ân-ı Kerim “Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır” (20) buyuruyor. Hiçbir canlı yok iken O, yok’a varlık rengi verdi. Âlemi, var olan, kendi rengine boyadı, kendine ayine yaptı. Bir anda, bir nefhada varettiği zamanı, mekanı, zerreleri, bütün eşyayı ve terkipleri dilediği anda da yine bir nefhada yok eder, herşeyi baştan sona siler. Murad edip yok’u varettiği gibi var’ı da yok eder. Zerreler âleminden birşeyler toplar, hamur eder, kıvama getirip bir şekil verir ve seni yaratır. Ahsen-i takvim suretini verir, güzelleştirir, insan eder. Sonra da bir gül gibi soldurur, pörsütür. Kudret eliyle var ettiği seni, yine Kudret eliyle yok eder. Allah, böylece diriden ölüyü, ölüden de diriyi çıkarır.

Kur’ân yine ferman ediyor: “O Allah, öyle Allah’tır ki, bir tek nefisten sizi yarattı.”(21) Herşeyi tek şeyden yarattı. Hayvanların bir atası, nebatatın ise bir ilki olduğu gibi insanların da bir babası var. Allah, sizi, o tek nefisten, Hazret-i Âdem’den yarattı. O’ndan, önce, eşini yarattı, sonra çift çift ve tek tek sizi üretti, çoğalttı. Böylece Kur’ân hilkatın ve hayat vermenin dizgininin Allah’ın elinde olduğunu, insanların babasının Hazret-i Âdem olduğunu ifade ve ilan etti.

Burada ayrı bir hususa işaret edeceğim. Meseleler cemaatin anlayış seviyesine indirilip halk diliyle bile anlatılsa, düşünme yolu kendisine unutturulmuş kimseler çoğu meseleleri anlayamaz. Çünkü, üç-dört asırdan beri, bu milletin düşünme melekeleri dumura uğratılmıştır. Allah’ı ve İslâm’ı gereği gibi bilemeyen saf müslümanlar tarafından “düşünme, günaha girersin” denilerek tefekkür kapıları kapatılmıştır. Kafirler ve din düşmanları tarafından da başka manialar ve engeller konularak müslümanlar düşünemez hâle getirilmiştir. Bu sebeble, okuyanı veya dinleyeni Allah’ın ma’rifetine götürecek Îmanî dersler, düşünmeye alışık olmayan insanımızın beynini zonklatıyor, bazen de rehavete sevkediyor. Buna rağmen, bu hâllere ehemmiyet vermeyip meselelerin takdimini lüzumlu buluyorum.

MELEKÛT: EŞYANIN NİÇİNİ ve NEDENİ

İlim, akıl ve Kur’ân bir meselede ittifak etmişlerse, o meselenin karşısına çıkmaya imkan yoktur. Kimse o meselenin zıddı bir iddiada bulunamaz. Allah, Kur’ân dili ile “Biz, sizi bir Âdem’den yarattık, bir nefisten yarattık” dese; ilim de bunu te’yid eder şeyler söyleyip, deliller ortaya koysa, fikri ve aklı olan insan bunun aksini düşünemez.

Kur’ân bize bir tefekkür kapısı açıyor: “O insanlar göklerin ve yerin melekûtuna bakmıyorlar mı? Kendilerine tebessüm eden pırıl pırıl yıldızların ötesindeki âlemi idrak süzgeçlerinden geçirip anlamaya çalışmıyorlar mı? Yerin de melekûtuna dikkat etmiyorlar mı?”(22) diyor.

Melekût, eşyanın niçini, nedeni ve ledünniyatı demektir. Yani, yeryüzü nasıl varolmuş? Hangi kanunlarla mevcûdiyetini koruyup, üzerindeki mahlûkata döşeklik ediyor? İşte Kur’ân bu gibi sorularla nazarımızı ledünniyata tevcih etmemizi istiyor. Sonra da: “Allah bunları neden yarattı? Hilkate esas ne idi? İnsanı neden yarattı? Bunu hiç düşünmüyorlar mı?”(23) diyerek. İnsanın elinden tutuyor, atomlar âlemine götürüyor. Zerreler âleminden alıyor, annenin karnına tevcih edip, ceninin teşekkülüne baktırıyor. Yumurta spremle nasıl birleşiyor? İçinde neler meydana geliyor? Hücreler nasıl çoğalıyor? Yavru nasıl teşekkül ediyor? Yumurta, sprem, kan… Derken bir çiğnem et oluyor, kemik hâline geliyor ve o kemiğe yine et giydiriliyor. Bütün bunlar nasıl oluyor? Senin elinden tutup, fikren gezdiriyor. Vücudundaki bir hücrenin içine sokup, göremediklerini gösteriyor. Seni neden ve nasıl yarattığına, yaratılışının hangi şeye bağlı olduğuna dikkat-i nazarını celbediyor.

“Allah’ın insanı neden yarattığına, insanın yaratılışını hangi şeye bağladığına o insanlar bakmıyor mu?” Evet, “Bakmıyor mu?” tabiriyle ifade ediyor. Bakmıyorsa görmüyor demektir. Görmeyen insan da Allah’ı anlamayacak demektir. Öyleyse nazarımızı ilk çevireceğimiz yer göklerin ve yerin melekûtudur. Kur’ân bizi düşünmeye davet ederken, neticeye ulaştıracak bir düşünceye çağırıyor. Size, birileri, herhangi bir işi yapmanızı söyleseler. Bunu belli bir maksatla söylerler. Siz de, kendi aklınız, ilminiz ve idrakinize göre o işin nedenini, niçinini ve nasılını düşünerek; kendi ufkunuza göre, o işle ilgili bir neticeye varırsınız. İşte bunun gibi, insanlara yapılan beşerî veya İlahî her teklif bir neticeye ulaştırmak içindir.

Allah’ın: “Göklerin ve yerin iç yüzünü düşünün, ledünniyatına bakın, niçin ve nedenler âlemine dikkat edin” demesi; oturup, boşu boşuna düşünün demek değildir. Labaratuara girin, kimya gözüyle, fizik dürbünüyle, biyoloji mikroskobuyla bakın. Herşeyi derinlemesine inceleyin, tahliller ile sentezlere varın. Atamon hareketinde “Allah vardır!” Hücrenin yapısında, “Allah birdir!” Nebülozların dönüşünde “Allah en büyüktür!” haykırışlarını duyun demektir.

YARATILIŞ MUCİZESİ:

İnsan, Allah’ın dediği ve ilmin tasdik ettiği gibi, Hazret-i Âdem’den mi neş’et etmiştir, yoksa canlı bir organizmanın tekamülü ile mi meydana gelmiştir?

Kur’ân diyor ki: “Hazret-i İsa’nın yaratılışı hakkında tereddüte düşüyorlar. Allah’ın kudretini anlamayan, hayatın menşeini ve mahlûkatın ayakta duruş keyfiyetini derkedemeyen gözleri perdeli insanlar ‘Hazret-i İsa, babasız nasıl oldu?’ diyerek, hayret ediyorlar.” Kur’ân, Hazret-i İsa’nın yaratılışını mucize olarak anlatırken, nazarlarımızı Hazret-i Âdem’in yaratılışına çeviriyor. Hazret-i İsa’nın yaratılışı da, tıpkı Hazret-i Âdem’in yaratılışı gibidir. Allah Âdem (as), yeryüzündeki bütün varlıkların terkiplerinde bulunan, onları meydana getiren şeylerin esasından mürekkep olan çamurdan yarattı. O çamuru Destgah-ı Kudret’inde yoğurdu, Âdem (as) şeklini verdi. “Allah O’na ol dedi. O da bir kanunla oluverdi.” (24)

Bazıları “tekamül nazarîyesi” diyerek, mağara devri hikayeleri anlatırlar. “Önceleri yosunlar vardı. Sonra su kenarlarında basit mahluklar oluştu. Bunlar tekamül ederek hayvanlar ve maymunlar hâline geldi. Maymunlar da tekamül ederek, tedricen insan hâline geldi, bugünkü formunu aldı” diyerek, yaratılışı sakat ve çürük bir mantığa oturtmaya çalışırlar. (25)

Bu safsata münakaşa bile edilmeyecek bir mevzu iken, maalesef Batı’da ve İslâm dünyasında münakaşa edilir hâle getirildi. İlimle hiçbir alakası olmayan bir hülya iken, Allah’ı inkar eden materyalistlerin sımsıkı sarıldıkları kurtarıcıları hâline geldi. İlmî araştırmalarla belgeleyemedikleri ve isbat edemedikleri bu safsatayı, kendileri bile inanmadıkları halde, inananları inançlarından koparmak için yalancı belgeler ve gerçek olmayan fosillerle kabul ettirmeye çalıştılar. Hâlâ mekteplerde ve ilim kürsülerinde bu hezeyanlarını ve yalancı nakaratlarını tekrar ile telkin etmekteler. (26)

Bunlar, müslümanları, sımsıkı bağlı oldukları îman ve ma’nâ bağlarından koparmak içindir. Müslümanların dağınık ve derbeder hâle gelmesinin, ancak îman bağlarının çözülmesi ile mümkün olacağını bildikleri için bu uydurmalar yapılagelmektedir. Namazsız, niyazsız ve secdesiz; vicdânı, kâlbi ve alnı hepsi birbirinden paslı, Allah’ı bilmez müslüman dünyasının hâline bakın. Sokaklardaki behaim gibi dolaşanlara bakın. Onların bu hâle gelişleri, Allah’ı bilmemeleri ve kâlblerine atılan şüphe tohumlarının yeşerip akıllarını, idraklerini ve iradelerini işgal etmelerinin neticesidir.

İNSAN ve HAYVANLARIN YAPI FARKLARI:

Allah, insanı ve diğer mahlûkları ayrı ayrı hülasalardan, bariz farklarla yaratmıştır. Onların bu farklı mahiyetleri ve hususiyetleri bütün itirazcıların itirazlarına cevab verecek keyfiyettedir. Bilhassa insanların ve hayvanların, nesilden nesile verasetle intikal eden hususiyetleri; yavruya atalarından miras kalan maddî benzerlikler, ruhî ve manevî temasüller… Bir çocuğun, atalarından veya akrabalarından herhangi birisine şeklen benzemesi olan maddî veraset gibi, iç yapısı, ruhî siması, karekteri ve huyları gibi manevî verasetler… Mesela, Resûl-ü Ekrem’in, ceddi, Hazret-i İbrahim’e benzemesi, sizin de, bir kısım huy ve eşkal ile babanıza veya dedenize benzemeniz…

Karakteristik yapı ve hususiyetlerin nesilden nesile, verasetle intikali, vücudu teşkil eden hücrelerdeki kromozonlar ve genler vasıtası ile olmaktadır. baba ile gelecek nesiller arasındaki bağı, kromozonlar ve genler sağlamaktadır. Bunlar insan ve hayvanların vücudunda ayrı ayrı sayılarda ama sabit miktardadır, değişmez. Mesele sadece bu açıdan, yani veraset açısından bile ele alınacak olsa, hiçbir zaman, hiçbir hayvan insan olamaz.

Allah, mahlûkatın yaratılışı ile insanın yaratılışını ayrı ayetler ve ayrı ifadelerle anlatarak, bu hususa dikkatimizi celbediyor. Suyun hayata menşe’ olduğunu anlatırken, insanı ayrı bir şekilde mütâlaa ederek “insanı biz alaktan yarattık”(27) diyor.

Tekamülcüleri aldatan zaman şeridine takılan bir kısım canlıların; kısmî, cüz’î değişmelere uğramasıdır. Geçmiş devirlere ait bazı kafataslarının ve vücut yapılarının bugünün insanınkinden farklı oluşu, bir kısım insanların sima ve renklerinin değişik oluşu gibi şeyler, tekamülcülere, bugünün insan formu ile eski devirlerlerde yaşayan maymunlar arasında birleştirici unsurlar olduğu zehabını vermiştir. Bu zehaba kapılanlar, cüz’î değişmeleri ve farkları değerlendirmek suretiyle insana menşe’ bulmaya çalışmışlar; dört ayaklı bir mahlûku ataları kabul etmişlerdir. Öyle yanlış bir tercih yapmışlardır ki, ruh yapısı, şuur yapısı ve -biraz önce arzettiğimiz- verasetin intikalini temin eden kromozonların yapısı ile keyfiyeti bakımından tekamüle hiç de uygun olmayan bir hayvanı seçmişlerdir.(28)

LABORATUARDA CANLI YARATILABİLİR Mİ?

Bir mahlûkun, bir tek sıfatının değişebilmesi için, -Buton’un hesaplarına göre- bir milyon neslin geçmesi lazımdır. Yani burnunuzun şeklinin veya kulağınızın yerinin değişmesi için bir milyon neslin geçmesi gerekir.

Drosophila adındaki bir çeşit meyve sineği laboratuara alınarak, üzerinde denemeler yapıldı. Çeşitli kimyasal maddeler enjekte edilmesi sonucunda kısmî değişiklikler meydana getirildi. Ama bu değişiklik, kanatlarının biraz kıvrılması, biraz daha çirkin ve anormal hâle gelmesiydi. Bunun üzerine, sevinçle: “Tamam! Canlıları bazı müdahalelerle değiştirmek mümkündür. İşte biz bunu başardık.” dediler. Hâlbuki, istatistikler bu tür çalışmaların neticesinde, yüzde seksen oranındaki sineğin yapısının bozulduğunu, çirkinleştiğini ve hiçbir şekilde, daha güzel gelişmiş bir forma gelmediğini ortaya koyuyordu. Geriye kalan yüzde yirmisi ise, daha gelişmiş bir formda oluyorlar ancak kısa zamanda ölüyorlardı. En mühim problem ise, gelişmiş formların yeni nesillere aktarılamamasıydı. Neticede kendileri de tatmin olmadılar yine mağlub, yine müzmehil kaldılar. (29)

Mağlubiyete doymayıp, Allah’ı inkar için başka vesile ve vasıtalar araştırdılar. Sonra da, yeni bir iddia ile ortaya çıkıp: “Geçmiş zamanlardaki atların beş tırnağı varken, zaman ile, bu tırnaklar azaldı ve bugünün tek tırnaklı atları meydana geldi. Demek ki muhit ve ihtiyaçlar, zamanla değişiklikleri, tekamülleri meydana getiriyor. İnsan da başka bir varlıktı, zamanla değişip bu hâle geldi” dediler.

Bir lahza durup, düşünelim. Bunu yapan ve yaratan Allah olduktan sonra, tek tırnaklı olan at beş tırnaklı olsa veya beş tırnaklı at tek tırnaklı olsa ne farkeder? Allah, dilediğince yaratır, dilediği gibi yaşatır. Ama işin aslı böyle değil. Tekamülcülerin dediği gibi hiç değil.

Evveliyetle, bildiğimiz atların ceddi kabul edilecek tek tırnaklı bir at neslinin geçmiş zamanlarda yaşadığı katiyetle iddia edilemez. Ayrıca, insanın atası olduğunu söyledikleri maymunun, tekamül ederek insan hâline gelebileceğini ispat edebilmek için öne sürülen bu delil mantıkî değildir. “Beş tırnaklı at, tek tırnaklı at hâline geldi” demek, her hangi bir hayvanın at hâline gelmesi demek değildir. Aynı hayvanın bir vasfının değişmesi, beş tırnağının, tek tırnak hâline gelmesi demektir.

İddialarına mantıklı bir izah getirebilmeleri için, geçmiş devirlerde yaşayan herhangi bir hayvanın at hâline geldiğini isbat etmeleri gerekmez miydi? Tekamüle delil olarak ortaya çıkardıkları, atın tırnaklarının azalması küllî bir değişmeye misal teşkil edemez. Eğer, gerçekten, herhangi bir hayvanın tekamül edip at hâline geldiğini isbat ederek, insanın da başka bir mahlûktan tekamül edebileceğini söyleselerdi; biz de o zaman, belki inanır: “Tekamül varmış, oluyormuş” derdik. -haşa ve kella- Ama küllî bir tekamüle, vasıflarda meydana geldiği iddia edilen cüz’î bir değişmenin misal olabileceğini bile kabul etsek. Beş tırnaklı bir atın, tek tırnaklı hâle gelebilmesi için elli milyon senenin geçmesini beklememiz gerekecektir. Kendi hesaplarına göre de, hayatın başlangıncından bugüne kadar geçen süre bu tırnakların değişmesine yetmeyecektir. O hâlde, bir atın tırnaklarının değişmesine bile yetmeyen zaman, bir maymunun insan hâline gelmesine nasıl yetecek ki!?

Bir diğer husus, beş tırnaklı at ile tek tırnaklı at arasında, birbirini bağlaması gereker milyonlarca ara nesilden ancak beş nesli sayabilmeleridir. Sadece dört tırnaklı, üç tırnaklı ve iki tırnaklı at formlarını misal verirler. Sanki bir gece önceki beş tırnaklı at, sabaha kadar dört tırnaklı hâle gelmiş. Bir başka gün, bir tırnağı daha düşmüş. İleriki günlerde veya gecelerde de diğer iki tırnak düşüvermiş ve tek tırnaklı at arz-ı endam etmiş. Buton’un tesbitine göre, bir sıfatın değişmesi için gerekli olan bir milyon ara nesil nerededir? Meçhul… İşte bu iddianın da kıymet-i harbiyesi.(30)

Kimya ve fizik laboratuvarlarında canlı yaratma sevdasına düştüklerinde de, benzeri gülünç durumlara düştüler. Maddenin terkip ve tahlilleri neticesinde canlı var etmeye uğraşanlardan Ruslar, yirmi sene çalıştıktan sonra 1962’de gazetelere de yansıyan şekliyle aynen şöyle dediler: “Biz şu kanaata vardık ki, kimya ile fizik ile fizikoşimik ile canlı varetmeye, labaratuarda bu işe muvaffak olmaya imkan yoktur. Varolan canlı başka bir elle varolmuttur.”

Neticede, böyle safsata ve hezeyanları duyup, gördükçe kâinatın her vechesinde, binlerce dil ile: “Allah herşeyin yaratıcısıdır. Herşeyin dizgini O’nun elindedir. Başka bir sebeb veya şey O’nun mülkünde tasarruf edemez.” hakikatının velvelelerle haykırıldığını duymanın ve o cılız iddiaların, bu velveleler arasında boğuluşunu görmenin hazzına eriyoruz.

III. KISIM: İNÂYET ve HİKMET DELİLİ:

Kâinattaki bütün etya görülüp-gözetilmekte ve üzerlerinde hassasiyetle titrenilmektedir. Bütün canlılara, adeta, şefkatli bir anne gibi kol-kanat gerilmektedir. Ayaklar altında gezen, her an çiğnenip, ezilme ihtimali olan en küçük canlıların bile hayatîyetleri titizlikle muhafaza edilmektedir. Keza, en küçükten en büyüğe herşey birbirinin imdadına koşturulmaktadır.

İnâyet delili cümlesinden olarak, dağlar, taşlar şak şak yarılıp, nebatatın filizlenmesine müsait toprak hâline gelirler. Yeryüzü bütün unsurlarıyla, bitkilerin yeşerip, büyümesi için seferber olur. O sert kayalar, üzerlerine düşen çekirdeğin kök salıp, filiz verebilmesi için paramparça olurlar. Toprak, hava su; mikroorganizmalar, mineraller, elementler; otlar, ağaçlar, çiçekler; ağaçların üzerinde tebessüm eden meyveler; kuşlar, böcekler, balıklar; mikroplar, büyük-küçük bütün hayvanlar hepsi birbirinin imdadına koşar birbirine azık ve gıda olurlar. Neticede hepsi de istifademize sunulur. Mesela, denizlerde gezen bir balık, mikroorganizmalar ve yosunlarla beslenip, mineraller, proteinler ve vitaminlerle dolu bir konserve hâline gelerek imdadımıza koşar, gözümüze fer, pazumuza kuvvet, beynimize kudret verir.

Bütün bunları gördükten sonra fevkalade hassasiyet, şefkat ve merhametin eseri olan icraatların gelişigüzel olamayacağını anlar, birbirinin imdadına koşan herşeyin “İnâyet eli” ile sevkedildiğini idrak ederiz. Bu delil ile bütün işleri yürüten, idare eden, malum bir maksada doğru iten Allah’ın varlığını ve kâinatı O’nun yarattığını anlarız.

Mesela, insanın en hassas ve kıymetli cihazı olan beynin ayaklar altında veya karında değil de, omuzlar üzerindeki, fevkalade sağlam bir mahfaza olan kafatası içinde bulunması, tesadüfî değildir. İlmi kıstaslar ile de mükemmel bir hikmet ve faydayı muhtevi olduğunu gördüğümüz bu icraatın arkasında, Allah’ın Hikmet ve İnâyet eli vardır.

Mesela, anne rahmine düşüşten bebekliğe, bebeklikten gençliğe, gençlik çağlarından, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarına kadar; gecede – gündüzde, yazda – kışta, değişen her demde; hastalıkta – yorgunlukta, değişen her hâl ve şartta, gerekli olan gıda ve sair ihtiyaçların yaratılışı… Bunların midenin ve diğer uzuvların yapısına göre hazırlanması; en uygun ve münasib tatlarda, kıvamlarda, ambalajlarda, yer ve zamanlarda ihsan edilmesi, yine Allah’ın “İnâyet eli” ile birlikte işleyen, fevkalade şumullü, ince ve hassas “Hikmet eli”ni de gösteriyor.

Kısaca temas ettiğimiz İnâyet ve Hikmet delillerini layık-ı vechiyle ele alıp, tahlil etmek istesek ciltlerle kitap yazmamız gerekir. Ama Cenâb-ı Hakk’ın şu Kitab-ı Kebir-i Kâinat’taki asar-ı san’atını tefekkür etsek; göklerde gezen yıldızların içine girip mahiyetlerini araştırsak; denizlerin içine, mağmaların derinliklerine dalsak; akyuvarlara, alyuvarlara binip hücreden hücreye dolaşsak, heryerde: “Allah vardır, birdir! İnâyet ve Hikmet eliyle bütün kâinatı bizler için seferber edip koşturan, besleyip hayatiyetimizi devam ettiren O’dur” dediklerini müşahade edeceğiz.

KÂİNATTA PLANSIZ HİÇBİR İCRAAT YOKTUR

Kâinatın en uzak köşelerinden Dünya’mıza kadar, en büyük galeksilerden Ay’ımıza kadar hesapsız ve nizamsız hiçbir şey yoktur. Herşeyde, her hadisede, her icraatta bir plan ve hesap vardır. Yapılan tetkikler ve araştırmalar da kâinatta derin bir hendese ve hesabın hâkim olduğu kanaatini vermektedir. Kim, hangi nazarla bakarsa baksın bunu müşahade edecektir.

Mesela, hendese ile uğraşanlar, kendi perspektifleriyle bakıp, istedikleri yerlere nazarlarını dikip, istedikleri noktayı ele alsınlar. Nerede olursa olsun, heryerde hendesî ölçüler ve şekiller göreceklerdir. Şuuraltlarındaki üçgenlerin, dörtgenlerin, helezonların, elipslerin veya sarmalların her çeşidi ve boyutu ile karşılaşacaklardır.

Mesela, matematikle uğraşanlar, içinde bulunduğumuz Güneş sistemini ele alsalar; en yakınındakinden en uzağındakine, bütün gezegenler arasındaki mesafeleri ölçseler, bu mesafeler arasında sabit oranlar, formüle edebilecekleri bağlantılar arasalar, sadece birbirleriyle değil, bütün kâinatla alakalı formüller, oranlar ve bağıntılar bulacaklardır.

Araştırmacılar, yaptıkları bir araştırmada, Mars ile Jüpiter arasındaki bilinen mesafenin belirli oranlara ve formüllere uygun gelmediğini görünce şaşkına dönmüşlerdi. Fakat, ondokuzuncu asrın başlarından yirminci asrın başlarına kadar geçen zaman içinde, bu iki gezegen arasında binden fazla meteoridin, belirli bir yörünge ile gezdiğini görünce “Burada ayrı bir hesap vardır. Bilemediğimiz bir oran, bir formül vardır. Bunu da zamanla tesbit edebiliriz” dediler.

Biz burada, meselelere birer kapı açıyor, tefekkür ufkunda bir ışık yakıyoruz. Kâinatın geniş sayfalarındaki Allah’a ait ma’nâların, ma’rifet üsareleri halinde damlamasına, cazibe ve cezbenin Allah muhabbeti ma’nâsını taşımasına, O’na ait malûmatların birer çekirdek ve nüve hâlinde takdim edilmesine -kametine uygun ifade edilemese bile- gayret ediyoruz. Onun için, Allah’ın yarattığı herşeyde bir hesap ve nizam olduğuna misaller veriyor, bundan ötesini tefekkür ufkunuza havale ediyoruz.

SEBEPLER ve TABİAT KANUNLARI YARATICI OLABİLİR Mİ?

Burada, yanlış kanaatler neticesinde revaç bulan mesnetsiz ve çürük iki anlayış üzerinde duracağız. Eşyayı sebeblere vererek “sebebler yarattı” diyenler ile fen adına ortaya çıkıp Cenâb-ı Hakk’ın icraatını “tabiat kanunları”na vererek Allah’ı inkara yeltenenlere sille-i te’dib de bulanacağız.

“Eşyayı sebebler yarattı” denilerek herşeyin bir meçhule bağlanması ilim adamı işlenen böyle bir cinayetin ifadesidir. Maalesef bu, kendini ilim adama sayan bir kısım insanlar nazarında da rağbet ve revaç bulmuştur. Hâlâ böyle bir muhal ve hurafenin tesirinde kalan bu insanlara Cenâb-ı Hakk’ın varlığını anlatmak, sebeblerin Allah’a ayine olduklarını göstermek lazımdır.

Meydana gelen herşeyin bir kısım sebeblere bağlı olduğunu görmekteyiz. Çiçeklerin tebessüm etmesi için yağmurun yağması, güneşin şualar neşretmesi, rüzgarın esmesi, toprağın tavına gelmesi, mevsimlerin değişmesi, yeryüzünün bütün gezegenler ile tenasüb içinde bulunması gibi sebeplerin içtimaı gerekmektedir. Ama bu sebebler gerçekten bir çiçeği yaratabilecek, ondaki revnekdar hayatı varedebilecek kabiliyet ve kudrette midirler? Üzerinde asıl durulacak ve düşünülecek nokta budur.

İnsanın ve diğer canlıların yaratılışını bir kısım sebeblere bağlayanlar: “Daha önce şöyle olmuştur, sonra anne ile babanın izdivacı, sonra döllenmeler, üremeler ve türemeler vuku bulmuştur…” gibi şeyler söylerler. Bir çocuğun yaratılışını, karanlıklar ve bilinmezler içindeki spermin yumurtaya ulaşmasını, yumartanın döllenmeye hazır hâle gelip beklemesini, ceninin kan ve fışkı arasında ışıksız, havasız bir ortamda beslenmesini, doğum vakti gelince en uygun pozisyonu almasını ve diğer gelişmeleri annenin meşimenine verirler. Üstelik Cenâb-ı Hakk’ın mümtaz ve antika bir sanatı olarak kıymet ve değerini ancak O’nun bildiği ve ahsen-i takvim suretinde yarattığı insanın yaratılışını, bir kadın ile erkeğin şehevî hislerinin tatminine bağlayarak, onu sefil arzuların semeresi olarak mütalaa ederler.

Resûl-ü Ekrem’in huzuruna gelen dağdan inmiş, baldırı çıplak bir bedevi şöyle diyordu: “Bir yerdeki deve pisliği, oradan devenin geçtiğine delalet etmez mi? Bir yerdeki ayak izi, orada yürüyen birisinin mevcudiyetine delalet etmez mi? Sema burç burç nizam içinde, yıldızlar ve güneşler ahenkle hareket etmekte, yeryüzü vadi vadi insanlığın ihtiyaçlarına hitab edip cevap vermekte… Bütün bunlar, herşeyi yaratan ve herşeyi bilen Alîm ve Hakîm bir Allah’ın varlığına delalet etmez mi?”(32) O baldırı çıplak bedevi, laboratuar tahlilleriyle bile Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve azametini göremeyen gafil ilim adamlarından daha ileriye gitmiş, esbab perdesini yırtmış, sebeplerin neticesine varıp Allah’ı bulmuş, idrak sahibi bir insandı.

Hayatın ve yaratılışın hiçbir sebebe bağlanamayacağını, “Hayat sırrı”nı izah ederken arzetmiştim. Hayat ve yaratılış bir muammadır ama, ötesinde bulunan mübeyyin kudret izleri ile müzeyyen bir muamma. Ve o muammayı çözmek, bahsi geçen bedevinin bakışı ve anlayışı içinde bakmakla mümkündür. Böylece kâinattaki çeşit çeşit eserler, çok çeşitli izler ve yollar görülecek, bilinecek, kör, şuursuz ve ma’nâsız şeylere bağlanılmayacaktır.

EŞYA BİRBİRİNE HEM MAHKUM HEM DE HAKİM OLABİLİR Mİ?

Her varlık çeşitli atomlardan mürekkeptir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bu atomlar, kâinattaki umumi aşk, cezbe ve incizabdan nasibdar olarak birbirleri etrafında vecd ile döner, birleşir, kendilerinden büyük varlıkları meydana getirmeye çalışırlar. İnsanların ve diğer mahlûkatın vücudunu teşkil eden bu atomlar şuursuz ve cansızdırlar. Hâttâ atomun parçalanıp enerji hâline gelmesi, maddenin kaybolması durumu ” Atom madde midir, değil midir?” istifahamını da karşımıza çıkarmıştır. Buna rağmen, mahiyeti tam olarak bilinemeyen, “Madde mi, değil mi?” tartışması yapılan atomda ruh, can ve hayatîyet aranması, hele ruhu, canı ve hayatı verebileceğinin düşünülmesi hangi aklın ve mantığın tezahürüdür?

Bütün vücutlar, batbata vererek bir kubbe meydana getiren tatlar gibi birbirine dayanan atomların teşkil ettiği uzuvlardan meydana gelmiştir. Eğer, Allah’ı kabul etmez, bütün uzuvlar ile vücutları O’nun yaratıcılığına vermezsek; adeta, birlikte uzuvlar teşkil eden atomların hem emredip hem de itaat ederek, hem hâkim hem de mahkûm durumunda olduklarını kabul etmemiz gerekecektir. Herhangi bir atom diğerine: “Gel, yanyana duralım, başbaşa verelim. Sen altta kal ben üste çıkayım. Şöyle bir varlık meydana getirelim.” gibi şeyler diyecektir. Veya aynı şeyleri başka bir atom söyleyecektir. Hangisi böyle şeyler dese, diğerleri ona itaat edecek, karşı koymadan kabul edecektir. Birbirinin emsali ve aynısı olan şeyler, yine birbirinin hâkimi ve mahkûmu olacaklardır. Aynı zamanda, her atom kâinattaki bütün dengelere, kanunlara ve şartlara uygun olarak istedikleri uzvu, istedikleri canlıyı meydana getirebilecek sonsuz ilme, iradeye ve ihataya sahip olacakdır.

Bu durumda, eğer, Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti inkar edilip, birbirinin aynı ve emsali şeylerin hem hâkim hem de mahkûm olabileceği kabul edilse bile; her zerreye Eflatun kadar akıl, Aristo kadar muhakeme ve çağları aşan dâhilerinki kadar deha vermek gerekecektir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’a layık görülmeyip, O’na verilmeyen kudret, irâde, ilim ve hikmetin şuursuz, ruhsuz ve cansız atomlara layık görülmesi demektir. Böyle bir muhal elbette irâde, ilim ve şuurdan mahrum akılsızlara layık bir iddiadır.

Mesela, parmağınızın ucuna bakın. Oradaki başbaşa vermiş milyarlarca atom, adeta bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibidir. Parmağı teşkil eden kemik, tırnak, kılcal damarlar, sinirler vs. hepsi de atomların birleşmesiyle meydana gelmişlerdir. Aynı zamanda kâlbinizdeki ve beyninizdeki bir kısım atomlar müstesna, -onlarda molekül halinde değişir- vücudunuzun tamamı değişmektedir. Bütün insanlar her an değişmekte ve üç-dört senede tamamen başka bir vücuda sahip olmaktadırlar.

İşte bedeninizi teşkil eden atomlar, çeşitli yollarla ayrılıp yerlerini yeni gelenlere bırakırken, çok hassas bir hesap ve plana uygun olarak hareket ederler. Öyle ki, kulağınız veya bir başka uzvunuz hiç bir zaman olduğundan küçük veya büyük hâle gelmez. Gözlerinizin rengi, çenenizin şekli, kaşlarınızın kavsi değişmez. Hastalık ve maraz belirtisi olan arızalar müstesna, vücudunuzun herhangi bir yerinde şişlikler veya yarıklar meydana gelmez. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irâdesine ait plana göre teşkil edilen hücreler ve atomlar hadlerini aşmaya kalksalar “Dur! Hududun burasıdır. Buradan ileriye geçemezsin!” emriyle karşılaşırlar. İlmî, şuurî, iktidarî ve irâdî bir sevk ile tedvir ve tedbir edilirler.

FARKLILIKLAR ve ZITLIKLARA RAĞMEN UYGUNLUK NASIL OLUYOR?

Yaratılan herşeyde, hâttâ zıtların biraraya gelmesinde bile, birbiriyle uygunluk görülmektedir. Vücudumuzun fizyolojik, anatomik ve ruhî yapılanışı ile yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar ve galaksilerin yapılanışı arasında hiçbir aykırılık yoktur. Herhangi bir aykırılık mevzu bahis olsaydı, nebatlardan, hayvanlardan ve aslî unsurlardan istifade ile ihtiyaçlarımızı temin edemeyecek, böylece hayatımızı idame ettiremeyecek, mahvolup gidecektik. Cenâb-ı Hakk birbirinin zıddı şeyleri hayatîyetimize mastar yapmakta, onlar arasındaki mübayenetle hayata ayrı bir neşve katmaktadır. Artı ve eksi kutupların zıtlarını çekip, aynılarını itmesi veya erkek ile dişinin birbiriyle alakası gibi münasebetlerin yanında, insan ile nebat arasındaki tatlı alışveriş gibi… Nebatat ile insanların, biri oksijen alıp karbondioksit verirken, diğerinin karbondioksit alıp oksijen vermesi… Adeta, ellerinde bulunan emtiayı takas ederek ticaret yapmalarını, arz ve talepleri ile yeryüzündeki hayatın devamına vesile olmalarını Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irâdesine vermediğimiz takdirde, cansız ve şuursuz atomlara yaratıcılık vermemiz gerekecektir ki, bu yüz derece akılsızlığı gösterecek bir hurafedir, deliliktir.

Diğer bir nokta da şudur: Her varlık zamanla çeşitli suretlere girer, hergün ayrı bir şekil alır. Bazı canlılar saniyede, bazıları günde, bazıları ayda, bazıları da yılda birkaç defa değişir, farklı suretlere girerler. İşte bunlar her bir şekil, tavır ve suret için ayrı ayrı modeller ve kalıplar ister. Siz, bezlere sarılmış bir bebek, sokaklarda oynayan bir çocuk veya arzularının itişi ile sağa-sola koşan bir delikanlı iken, ayrı ayrı tavırlar ve kalıplar içinde bulunursunuz. Kudret ve İrâde elinin ahirette göstereceği filimlere, her anınız, ayrı ayrı şekiller ve pozlar olarak kaybedilmektedir. İşte bu tavırların hepsi aslî hüviyetini kaybetmeyen ayrı kalıplar ister ki, herhangi bir tavır ve hareketinizin akabinde kafanızın duruşu, vücudunuzun endamı, iç organlarınızın şekli ile ahlak, huy ve karekterinizde kalıcı değişmeler olmasın.

İlim adamları karakter, manevî yapı ve maddî sima gibi hususiyetlerin kromozonlar tarafından taşındığını ve nesilden nesile aktarıldığını söyleyerek, herşeyi onlara bağlıyorlar. Ama tamamen maddeden müteşekkil ve değişmeye mahkum olan kromozonlar bu işi nasıl yapabilirler? Bütün hususiyetlerini, şifrelerini ve sırlarını kendi yerlerine geçen zerelere bırakmaya ve değişmeye mecbur iken nasıl oluyor da hiçbirşeyi karıştırmadan aktarabiliyorlar? Hangi sırla karekteristik yapılar değişmiyor, fizyonomiler bozulmuyor da uzuvlar kemal buluyor?

Hâlbuki mütemadi değişmeler var. Yenilen şeyler, teneffüs edilen hava, içilen sular, dışarıya atılan şeylerle yer değiştirirken; aslî unsurların hiç değişmemesi ve bozulmaması gösteriyor ki, eşya var edilmeden evvel bir hesap ve hendeseye tâbi tutulmuş, o planlar ve kanunlara göre Âlem-i şehadete gönderilmiştir. Böylece hiçbir karışıklık ve hecr-ü merç meydana gelmemiş, âlemler birbiriyle çekişmemiştir.

Mesela, Allah bir ağacı yaratırken, ona öyle bir mahiyet vermiştir ki, güneşin yakıcı şualarına maruz kaldığı hâlde zarar görmez, bilakis özümleme yaparak gelişmesini temin eder. O ağaca böyle bir karakter verilmeseydi, kavurucu güneş şuaları altında hayatîyetini devam ettiremeyecekti. Keza suda bulunan erimiş ve havada gaz hâlinde bulunan oksijen ile bunlara göre yaratılmış kara ve deniz hayvanlarının ciğerleri, solungaçları ve bunun gibi binlerce misal…

Sizi, binlerce koridora açılan bir kapıdan girmeye mecbur etseler. Geçeceğiniz o koridorların herbirinin adab, usul ve kanunları farklı; giyeceğiniz kıyafetler, yiyeceğiniz şeyler ve alacağınız tavırlar değişik; giriş-çıkış şekilleri, yürüme ve durma tarzları, kapıları açıp-kapama usulleri vs. hepsi ayrı ayrı olsa, siz, hiçbir bilgi ve tecrübeniz olmadan; muhakeme, irade ve insiyatiften mahrum olarak o koridorlara itilseniz, herşeye rağmen bir baştan girip öbür başa kadar, bütün usul ve kaidelere riayet ederek geçip, hiç hata yapmadan öbür taraftan çıkabilir misiniz? Böyle bir teyin vukuu dütünülebilir mi?

Bütün mahluklar, hususiyle Ahsen-i takvim sırrına mazhar olan insan ruhî, bedenî, şehevî gadabî ve aklî yapısı, melekiyete ve şeytaniyete ait yönleriyle her an başka bir koridora, farklı bir Labirente girmekte, kendileri için meçhul olan mukadder ve muhakkak neticeye doğru, her şart ve duruma göre tavır ve şekil alırken aslî hüviyetlerini muhafaza etmektedirler. İşte bu hâl ve keyfiyet, Allah’ın siyanet bulutu hâlinde bütün eşyayı ihata eden mutlak ilmine, irâdesine ve mevcudiyetine delalet eder: “Allah vardır! Bütün sebebleri, sebeblerin de sebeblerini yaratan Müsebbib-ül Esbab O’dur.” der.

TABİAT NEDİR?

“Kâinat nasıl meydana geldi?” sorusunu sorduğumuzda bazıları hiç düşünmeden: “Tabiat yarattı” derler. Biz sorulara devam edip “Tabiat nedir? Şu ağaçlar, kuşlar, sularda oynaşan balıklar, kulaklarımızda yankılanan cıvıltılar nedir?” dediğimizde de: “Bunların hepsi tabiattır. Tabiat kanunlarıdır” diyeceklerdir. “Pekala insanlar, hayvanlar ve diğer varlıklar nasıl meydana geldi?” sorumuza da “Tabiat yarattı” şeklinde cevap vereceklerdir. Nedir bu muamma? Nedir bu heyula? Nedir bu tabiat?

Ledünniyata karşı olup, hikmetlere göz kapayan ilim bilmezler Kant’a kızarlar, Kant eşyayı “nomen-fenomen” şeklinde ikiye ayırmıştır. -Kant’ın düşüncesinin isabetliliği veya isabetsizliğini burada tartışmıyacağız- Buna bizim dilimizde “Şehadet âlemi- Gâyb âlemi” veya “mülk-melekut” denilmektedir. Eşyanın mülk tarafı yani Şehadet âlemi, gözle görülen varlık alemi ile onların tâbi olduğu ahval ve asardır. Melekut, yani gayb âlemi, hayat mekanizmasını harekete geçiren illetler, hikmetler âlemidir. Maddecilerin Kant’a kızmalarının sebebi ise inkar ettikleri madde dışı âlemi kabul etmesidir.

Tabiat, lugat ma’nâsıyla seciye, ahlak demektir. Maddecilerin anladıkları ma’nâ ise, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, sistemler, vs. herşeydir. Onların anladıkları gibi, tabiat eşyanın kendisi ise “Kâinatı kim yarattı? İnsanı kim yarattı?” sorularına “Tabiat yarattı” cevabını vermekle, “Tabiatı tabiat yarattı. Yeryüzünü yeryüzü yarattı. Taşlar, ağaçlar, kuşlar, insanlar, atomlar, galaksiler, herşey kendi kendini yarattı” demiş olmaktadırlar. Bu ise garipliğin, acaibliğin ve tenakuzun tezahürü olan bir safsatadır.

Eğer, tabiat demekle eşyanın bir kısmı hususiyetlerini, hâllerini ve vasıflarını kastederek, sıcaklık-soğukluk, çekme-itme, artı-eksi vb. gibi eşyanın arizî hallerini söylemek istiyorlarsa, biz soracağız: “Kromozonları ve taşıdıkları şifreleri kim yarattı? Karakterler, renkler, huylar vb. hususiyetleri kim verdi?” Onlar da, eşyayı vasıflarının yarattığı cevabını vererek yine gülünç duruma düşeceklerdir. Biraz iz’anları ve mantıkları kalmışsa, hiçbir cevap vermeyeceklerdir. Zira böyle birşeyi kabul etmek: “O şeyi vasıfları yarattı. İlim alimi, sanat sanatkarı, resim ressamı yarattı” demek gibidir.

Toprağa düşen bir tohum, Allah’ın icraatına perde olan nemi ve sıcaklığı da neşv ü nemasına uygun bulunca ukde-i hayatisini salıverir, başını yukarılara uzatıp hava, köklerini aşağılara bırakıp gıda alır. Şimdi tabiatçılara sorsak: “Çekirdek çatladı, kök saldı, filiz verdi. Bu iş nasıl oldu? Kendi kendine mi oldu? Su, hava veya toprak mı yaptı? Tohumdaki ukde-i hayatiye nereden geldi?” Birbirine bağlı, müteselsil yüzlerce, binlerce soru… Tohumun meydana gelmesine ve onun yeşermesine sebeb olan herşey için bir başka sebeb, o sebeb için de başka bir sebeb arayan sorular zinciri ard arda gelir. “Onu kim yaptı? O dediğinin sebebi ne? Bu nasıl oldu? Şu neden öyle? O niye böyle?” gibi mütemadi devam eden sorular…

Mekanik sistemlerle hareket eden bir otomobile bakınız. Onun hareketinin bir kısım şeylere bağlı olduğunu görürsünüz. Deposuna konulan benzini gaz pedalının püskürtmesi, bujilerin ateşlemesi, ateşlemeyi yanmanın takib etmesi, hararetin harekete dönüşmesi, hareketin tekerleklere intikali ve otomobilin uçarcasına gitmesi… Bütün bunlar, o mekaniğin vasıfları, hususiyetleridir. Bu durumda “Benzine yanma kabiliyetini veren, pulvarize olabilmesini öğreten kimdir? Ateşlenen benzin ile ısınan hava pistonları itmeyi nereden öğrenmiştir? Mekanikî itmenin-çekmenin, dairevî hareketlerin sistematiğini ortaya koyan kimdir?” gibi sorulara: “Bu mekaniği meydana getiren benzinin yanma kabiliyetidir, havanın genleşme kabiliyetidir vs.” denilemeyecektir. Çünkü bunlar birer hususiyet ve vasıftır. Vasıflar, hususiyetler ve sıfatlar zata tesir edemez.

Binaenaleyh bugün moda hâline getirilip, “Herşeyi yaratan doğa kanunlarıdır, tabiattır” denilerek, neslimize empoze edilen düşünce asılsız ve esassız, gülünç birşeydir. Eşyanın varlığını doğa ve tabiat denen şeye havale etmenin kıymet-i ilmiyesi olmamakla beraber, ahmaklık ve akılsızlık alameti olarak farklı bir değeri vardır.

Hulusa, eşya vardır, nizamlı ve hikmetlidir, her parçasında, her zerresinde Cenâb-ı Hakk’a ait ma’nâlar gizlidir. Sebeblerin tesir-i hakikileri yoktur. Tabiat kanunları denilen şeyler mahiyetleri meçhul bir kısım arizî vasıflardır. Çekme-itme kanunu, yerçekimi kanunu kılcallık ve sair tabiat kanunları mahiyetleri anlaşılamayan ama rizayi hesaplarla formüle edilmeye çalışılan birer nam, birer addır.

Yerinde kullanılmayan ilim dallarıyla neslimize dalalet ve sapıklık enjekte edilmeye, şüphe ve tereddüt tohumları ile kâlb ve ruhlarının bozulmasına çalışılmakta olan günümüzde bu mevzuda yapılacak her araştırma ve tahkik, Allah’ın ma’rifeti ile ilimlerde terakkiyi temin edecektir. Kâlbimizi îman ziyasıyla tezyin edecek, her adımla ölmezliğimizin, yokluğa atılmayışımızın bahtiyarlığı ve saadeti ile sermest olacağız. Böylesine bir îman anlayışına yükseldikten sonra Allah’ın tevfik ve inayeti ile aşamayacağımız hendek, geçemediğimiz vadi kalmayacaktır.

Resûl-ü Ekrem, insanların himmet ve gayretlerini tahkiksiz, araştırmasız, teemmülsüz ve tetkiksiz olarak birşeye bağlamalarından kurtararak, Cenâb-ı Hakk’a bağlamıştır. Tetkik, teemmül ve tefekkür neticesinde elde edilecek tahkiki îmanın yolunu göstermiştir. Bundan ötürüdür ki, hakiki îmanı elde etmiş mü’minler kâinattaki bütün hadiseler aleyhlerine dönse bile sarsılmaz, mukavemet ederler.

Cenâb-ı Hakk bizlere basiret ve ma’rifet ihsan etsin. Herşeyde O’nun varlığını ve birliğini müşahade edelim. Tefekkür, araştırma ve tahkik yoluna girerek, taklidî îmandan kurtulup, O’na îmanımızı artıralım. Amin…

DEVAMINI OKU
VEDÎA AKDİ

Bırakmak, terk etmek gibi mânâlara gelen vedia kelimesi, fıkhî ıstılahta bir kimseye koruması için bir malın emanet olarak bırakılmasına veya bırakılan bu malın kendisine denir. Fıkıhta emanet verme işlemine îdâ’, emanet verilen şeye vedîa, emaneti veren kimseye mûdi’, emanet alan kimseye de mûda’ veya vedî’ denir.[1] Emanet bırakma her ne kadar gönüllülük esasına bağlı bir muamele olsa da fıkıhta o, bir çeşit akit olarak kabul edilmiştir.

Mahiyeti

Mahiyet itibariyle gönüllü iyilik ve bağış anlayışına dayanan vedîa akdi, bir çeşit vekâlet hükmünde kabul edilmekle birlikte vekâlet akdinden farklı olarak malda tasarrufta bulunma yetkisi vermeyen, malı korumaya yönelik bir akit türüdür. Bu hususiyetiyle vedîa akdi, vekâletin özel bir şekli olarak kabul edilmiştir.[2]

Öte yandan vedîa akdi, taraflar için bağlayıcı olmayan gayr-i lâzım akitlerden kabul edilmiştir. Buna göre mûdi’ (emanet veren), malı istediği bir vakitte geri isteyebilir. Mûdinin istemesi durumunda da mûda’ (emanet alan) malı geri vermekle yükümlüdür. Ayrıca akit yapılsa bile mûdinin malı emanete vermeme hakkı bulunmasının yanında emanet alanın da dilediğinde bu akdi feshedip malı geri verme hakkı vardır. Çünkü emanetçi zaviyesinden vedîa akdi bir teberru (gönüllü iyilik, bağış) mahiyetinde olup o, akdi devam ettirmeye mecbur bırakılamaz.

Vedîa akdinin teberru mahiyetinde olması, bu akitte ücret alınmamasını gerektirmektedir. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki akid esnasında ücret şart kılınır veya örfte de bu konuda bir uygulama bulunursa emanet alan kimsenin ücret alma hakkı vardır.[3] Emanete verilen malın bizatihi kendisinden kaynaklanan ziyade ve gelirler ise maldan sayıldığı için bunlar mal sahibine ait kabul edilir ve bunların da asıl mal gibi korunması gerekir.[4]

HÜKMÜ
Güç yetirebilen bir kimse için vedîa kabul etmek müstehap görülmüştür. Zira insanların bu tür sosyal yardımlaşmalara ihtiyaçları vardır. Nitekim Mekke’de Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) emanet bırakılan mallar bulunmaktaydı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret etmeden önce sahiplerine vermesi için bu malları Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) bırakmıştır.[5]

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى

“İyilikte bulunmak, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın.”[6] buyrularak yardımlaşmaya teşvikte bulunulmuştur. Bir hadis-i şerifte ise insanların birbirine yardım etmesinin ne gibi güzel neticeler doğuracağı şu şekilde ifade edilmiştir:

وَاللهُ فِي عَوْنِ الْعَبْدِ مَا كَانَ الْعَبْدُ فِي عَوْنِ أَخِيهِ

“Bir kimse, Müslüman kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder.”[7]

ŞARTLARI
Hanefilere göre vedîa akdinin temel rüknü, icap ve kabul; diğer üç mezhebe göre ise icap ve kabulün yanında taraflar ve akdin konusu olan maldır.[8]

İcap ve kabulde kullanılan lafızların her ikisi sarahaten (açıkça) olabileceği gibi biri sarahaten diğeri delâleten (işaret ve ima ile) veya her ikisi de delâleten olabilir. Mesela bir kimse dükkan sahibine hitaben, “Şu malımı sana emanet ettim.” diyerek malı ona bırakıp gitse dükkan sahibi de bunu gördüğü halde susup bir şey demezse vedîa akdi gerçekleşmiş olur. Bu misalde verilen vedîa akdinde icap sarahaten, kabul ise delâleten yapılmış olur.[9]

Vedîa akdine konu edilen malın belirli olmasının yanında dinen mubah ve teslim edilebilir bir vasıfta olması gerekir. Buna göre havadaki kuşun, denize düşüp de çıkarılması mümkün olmayan bir hayvanın emanete verilmesi sahih olmaz.[10]

Vedîa akdinde tarafların akıllı ve mümeyyiz olmaları gerekir. Bülûğa ermiş olmaları ise şart değildir. Bu çerçevede deli veya gayri mümeyyiz bir çocuğun vedîayı kabul etmesi veya bir malı vedia olarak bırakması sahih olmaz. Bu kimselerden emanet kabul eden, malı gasbetmiş sayılacağı gibi bu kimselere emanet mal verenlerin malları zayi olduğunda malın bu kimseler tarafından tazmin sorumluluğu yoktur. Ancak kendisine vedîa akdi konusunda izin verilmiş mümeyyiz bir çocuğun emanet alması veya vermesi sahih olur.[11]

MALIN KORUNMASI
Vedîa akdinin sonucu olarak vedîa, emanetçinin elinde bir emanettir. Emanetçi, bu mal kendisinden talep edildiğinde onu geri vermekle mükelleftir. Mal kendisine teslim edildiğinde emanetçinin malı koruma görevi başlamış olur. Malın korunmasında örf ve teâmül belirleyici bir konumda bulunur. Buna göre emanetçinin emanet malı kendi malı gibi koruması gerektiği prensibi kabul görmüştür.[12] Hırz-ı misl olarak adlandırılan muhafaza etme mekânı, kişinin kendi mallarını koyduğunda ziyan olmayacakları bir mahiyette ve genel itibariyle mal saklamaya elverişli bir yer olmalıdır.[13] Bu mekânın emanet malı saklamada bir emsal oluşturup oluşturmadığı örfe göre tespit edilir.

Mûdi’ emanet malını verirken bu malın korunmasını, mûdaın kendi şartlarına göre kabul edebilir. Ayrıca mûdi isterse malın korunma şekli, mahiyeti, zamanı ve yeri hakkında kendisine göre şartlar ileri sürebilir. Elbette mûdinin ileri sürdüğü bu şartların mûda’ açısından yerine getirilmesinin imkân dâhilinde olması gerekir.

Vedîa akdinde malın korunması hususunda mûdaın dikkat etmesi gereken hususlardan birisi de onun malı, değerini eksiltmeyecek şekilde korumasıdır. Mûda bu noktada gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Mûdaın alacağı bu tedbirler de malın mahiyetine göre değişir. Söz gelimi, bir hayvan bırakılmışsa onun sulanması ve yeminin verilmesi, yün bırakılmışsa bunun güve için ilaçlanması, mekanik bir alet bırakılmışsa onun yağlanması mûda tarafından yerine getirilmelidir. Hanefi mezhebine göre bu tür tedbirlerin alınması için mûdinin akid esnasında bunları belirtmesi ve istekte bulunması gerekir. Diğer mezheplere göre ise böyle bir talepte bulunmasına gerek yoktur. Ancak malın kendisinden kaynaklanan bakım masraflarının mûdi tarafından karşılanması gerektiği hususunda mezhepler arasında ittifak vardır. Eğer bu masraflar mûdi tarafından ödenmezse mûdaın bu alacağına karşılık emanet verilen malı hapsetme hakkı vardır.[14]

VEDÎADA TASARRUF
Vedîa akdi çerçevesinde emanet malı elinde bulunduran kişi, sahibinin izni olmadan bu malda satış, kiralama, ödünç veya rehin verme gibi herhangi bir tasarrufta bulunamaz. Eğer mûdi, emanet mal hakkında mûdaa herhangi bir tasarruf yetkisi verirse, bu akid vedîa akdinden vekâlet akdine dönüşmüş olur.

VEDÎANIN TAZMİNİ
Vedîa akdine konu olan mal, mûdaın elinde emanet hükmündedir. Bu mal, emanetçinin herhangi bir kasdî hareketi veya bir kusuru olmaksızın telef veya zayi olursa tazmin edilmez. Kusuru olmadığı halde emanet mal emanetçiye tazmin ettirilseydi bu takdirde insanlar emanet almaktan kaçınır, bunun sonucunda da insanlar için pek çok maslahat yerine gelmemiş olurdu.[15] Ancak vedîa, emanetçinin kusuru sebebiyle zarara uğrar veya telef olursa bunun emanetçi tarafından tazmin edilmesi gerekir. Bu konuda fakihler arasında ittifak bulunmaktadır.

Vedîanın tazminini gerektiren başlıca sebepler ise şunlardır: Vedîanın izinsiz kullanılması, mal sahibinin rızası olmaksızın başka bir malla karıştırılması, başka bir kimseye verilmesi, vedîanın nakledilmesi, yolculuğa çıkarken birlikte götürülmesi, mûdaın vediayı inkâr etmesi, malın korunmasında ihmal gösterilmesi, vedîanın gerekli bakımının yapılmaması ve vedîanın sahibine geri verilmemesi. Bu tür davranışlar vedîa akdinde güven hususuna halel getirdiği için malın tazminini gerektirir.[16]

AKDİN SONA ERMESİ
Vedîa akdi ya karşılıklı rıza ile ya da tek taraflı fesih ile sona erer. Bunun haricinde taraflardan birinin vefat etmesi veya akid ehliyetini kaybetmesi ya da vedîanın mülkiyetinin başka bir kimseye geçmesi gibi durumlarda vedîa akdi sona ermiş olur. Hanefilere göre mûdaın kusurlu davranışı sebebiyle vedîa akdi sona ermez sadece mûda’ malı tazmin etmekle yükümlü tutulur.[17]

[1] Heyet, “Vedîa”, el-Mevsûâtu’l-fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, 43/5.

[2] Heyet, “Vedîa”, el-Mevsûâtu’l-fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, 43/9.

[3] Mustafa Yıldırım, “Vedîa”, DİA., 42/597.

[4] Mecelle, md. 798.

[5] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 6/472 (12696).

[6] Mâide Sûresi, 5/2.

[7] Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvud, Edeb 60.

[8] Bâbertî, el-İnâye, 8/484.

[9] Ö. Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, 4/151.

[10] Bâbertî, el-İnâye, 8/484.

[11] Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 6/207.

[12] Mecelle, md. 780.

[13] Mecelle, md. 781-782.

[14] Mustafa Yıldırım, “Vedîa”, DİA., 42/597.

[15] Merginânî, el-Hidâye, 3/213.

[16] Mustafa Yıldırım, “Vedîa”, DİA., 42/597.

[17] Molla Hüsrev, Dureru’l-hukkâm, 2/245.

DEVAMINI OKU
KREDİ KARTIYLA ALTIN ALIMI

İslâm hukukuna göre altın ve gümüş, para cinsindendir. Para çeşitlerinin birbiriyle mübadelesine ise sarf akdi denir. Dolayısıyla günümüzdeki sarrafların ve döviz bürolarının yapmış oldukları bütün işlemler, sarf akdinin hükümlerine göre değerlendirilir.

Sarf akdinin diğer akit çeşitlerinden farklı bir kısım özellik ve şartları vardır. Bunların en başında gelen şart ise bedellerin karşılıklı olarak peşin ödenmesidir. Yani sarf akdinin yapıldığı mecliste, taraflar bedelleri birbirlerine peşin olarak vermeli, karşı taraf da bunu kabzetmelidir. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Altın altınla misli misline ve peşin olarak; gümüş gümüşe misli misline ve peşin olarak satılmalıdır.”[1] Konuyla ilgili diğer bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Altın ve gümüşten peşin olmayanı peşin olan karşılığında satmayınız.”[2] buyurmuştur.

Hadis-i şeriflerden de açıkça anlaşıldığı üzere sarf akdinde bedellerin karşılıklı olarak peşin ödenmesi zorunludur. Dolayısıyla her iki taraf veya taraflardan birisi için vadenin söz konusu olduğu bir sarf akdi, fasit kabul edilmiştir. Zira vadenin bulunması, akit meclisinde kabzın gerçekleşmesine mâni olur. Fakat taraflar birbirinden ayrılmadan yani akit meclisi dağılmadan vade şartı iptal edilerek peşine çevrilirse bu durumda akit yeniden sahih hâle gelir.

Ayrıca sarf akdinde bedeller karşılıklı olarak peşin verilmediği takdirde ribe’n-nesie (veresiye faizi) ismi verilen bir çeşit faiz muamelesi meydana gelir ki, bu da haramdır. Ribe’n-nesie, aralarında ölçü/tartı ile cins birliği bulunan malların veresiye olarak mübadelesi demektir ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إنَّمَا الرِّبَا فِي النَّسِيئَةِ “Hiç şüphesiz veresiyede faiz vardır.”[3] sözleriyle bunun açıkça faiz olduğunu beyan etmiştir.

Buna göre sarraftan veya başka bir şahıstan altın satın alan bir kimsenin, aldığı altının bedelini peşin olarak vermesi gerekir. Aksi halde hem yaptığı akit fasit olacak hem de kendisi faize girmiş olacaktır. Diğer yandan bu kişinin aldığı altının çeşidi de önemli değildir. Yani veresiye olarak gram, çeyrek veya yarım altın almak caiz olmadığı gibi, bilezik, küpe veya gerdanlık gibi ziynet eşyaları almak da aynı şekilde caiz değildir.

Altının kredi kartıyla satımına gelince, bu konuda iki tür satış söz konusudur: Tek çekimle yapılan satış ve taksitle yapılan satış. Kredi kartıyla taksitli altın satışında araya vade girdiğinden dolayı faiz oluşmakta ve dolayısıyla bu, caiz olmamaktadır. Tek çekim halinde ise, her ne kadar fiyat peşin ödenmiş gibi görünse de araya zaman girmektedir. Zira tek çekimle çekilen paralar, yaklaşık kırk gün sonra satıcının hesabına geçmektedir. Ancak bazı âlimler, sarrafın sattığı altının karşılığının banka tarafından hemen hesabına geçirilmesi durumunda haramlığın ortadan kalkacağını söylemişlerdir.[4] Çünkü onlara göre önemli olan, müşterinin borcunu bankaya ne zaman ödediği değil, sarrafın sattığı ürünün karşılığını hemen alıp almamasıdır. Müşterinin altını almasına mukabil sarraf da bunun bedelini bankadan hemen peşin olarak alıyorsa, bedeller aynı mecliste karşılıklı olarak kabzedilmiş olacağından satış da caiz olacaktır.

Ne var ki böyle bir satış sözleşmesinde de bir kısım mahzurlar vardır. İlk olarak müşterilerin, sarrafın bankayla yapmış olduğu anlaşmayı bilmeleri genel itibarıyla mümkün değildir. İkinci olarak da, pos cihazıyla yapılan satışların karşılığı bankadan peşin olarak alındığında, banka bir miktar kesinti yapmaktadır ki, bunun caiz olup olmadığı da tartışmalıdır.

Bu itibarladır ki, altın alan kimselerin aldığı altının bedelini peşin vermeleri en uygun olan yoldur. Altın veresiye alındığında açıkça haram işlenmekte, kredi kartıyla tek çekimle alındığında da en azından şüpheli bir durumla karşı karşıya kalınmaktadır. İslâm ise şüpheli şeylerden uzak durmayı tavsiye etmiştir. Bununla beraber, günümüzün şartları düşünüldüğünde, altın alımlarında bazen zaruret hali oluşabilir. Alternatifin olmadığı bazı zaruri durumlarda insanlar, bu konuda bazı fetva verenlerin fetvalarına da istinaden, kredi kartlarını kullanarak tek çekimle altın alabilirler.

Diğer yandan altına ihtiyacı olan fakat yanında peşin parası bulunmayan kimseler için karz-ı hasen bir çıkış yolu olabilir. Yani onlar sarraftan altını borç olarak alır ve daha sonra aldıkları altını geri öderler. Böyle bir muamelede ise şeran bir mahzur yoktur.

[1] Buharî, Büyu’ 78; Müslim, Musâkât 81.
[2] Buharî, Büyu’ 78; Müslim, Musâkât 75.
[3] Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra, 6/141 (12113).
[4] Vehbe Zuhayli, el-Muâmelâtu’l-mâliyyetü’l-muâsıra, s. 133; http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0178.htm

DEVAMINI OKU
TEŞRİK TEKBİRİ NEDİR, NASIL GETİRİLİR?

Zilhicce ayının sekizinci gününe “terviye”, dokuzuncu gününe “arefe”, kurban bayramı olan onuncu gününe “nahr”, bundan sonraki üç güne de “teşrik günleri” (eyyâm-ı teşrik) denmektedir. Bayramın iki, üç ve dördüncü günlerine teşrik günleri denmesinin sebebi, bu günlerde teşrik tekbiri getirilmesidir.

Nitekim hadiste, “Arefe günü, nahr/kurban günü (kurbanın birinci günü) ve teşrîk günleri (kurbanın 2, 3 ve 4. günleri) biz Müslümanların bayramıdır.”(Ebu Dâvud, Savm 49) buyrulmuştur. Hacılar Mina’da olduklarından dolayı, bu üç güne Mina günleri de denir. (İbn Mâce, Menâsik 57)

Teşrik tekbirleri, Kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, toplam 23 vakit, her farzın selâmından sonra kadın-erkek, seferî-mukim ayırımı olmaksızın her mükellefe vaciptir. Teşrik tekbiri şöyledir:

اللهُ أَكْبَرُ اللهُ أَكْبَرُ لَا إلَهَ إلَّا اللهُ وَاَللهُ أَكْبَرُ اللهُ أَكْبَرُ وَللهِ الْحَمْدُ

 “Allahü Ekber, Allahü Ekber. Lâ ilahe illâllahu vallâhu ekber. Allâhü Ekber ve lillâhilhamd.”

Anlamı şöyledir: “Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur”.

Teşrik tekbirleri arefe günü sabah namazıyla başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar(ikindi namazı dahil) , yirmi üç vakit farz namazının arkasından birer defa denmesi vaciptir. Sadece kurban bayramına mahsustur.

Teşrîk tekbirlerinin başlangıcı Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme olayına kadar uzanır. İbrahim (a.s), gördüğü sahih rüya üzerine oğlunu Allah yolunda kurban etmeye karar verir. Kurban hazırlıkları sırasında Cebrail (a.s) gökten buna bedel olarak bir koç getirir. Dünya semasına ulaştığında yetişememe endişesi ile Cebrail (a.s); “Allahu ekber Allahu ekber” diyerek tekbir getirir. İbrahim (a.s) bu sesi işitince başını gökyüzüne çevirir ve onun bir koçla geldiğini görünce; “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber” diye cevap verir. Bu tekbir ve tevhîd kelimelerini işiten ve kurban edilmeyi bekleyen İsmail (a.s) da; “Allahu ekber velillâhi’l-hamd” der. Böylece kıyamet gününe kadar sürecek büyük bir sünnet başlatılmış olur.

DEVAMINI OKU
ALLAH’A SIĞINMA: İSTİÂZE

Allah’a sığınma, O’na iltica etme, şeytanın azdırması ve saptırmasına karşı en önemli bir sığınak ve dinamiktir. Bu dinamiğin behemehâl kullanılması şarttır.

Bu dar hacimli yazıda istiâze kavramı üzerinde durulmaya çalışılacak ve istiâze dualarına bazı örnekler verilecektir.

“Eûzü” diyerek Allah’a yönelen bir kul Rabb’ine istiâze etmiş olur. İstiâze, Cenab-ı Hakk’a iltica etme, sığınma, O’nun himaye ve korumasını dileme gibi mânâlara gelmektedir. Dua ile istiâze arasında bir umum-husus farkı olduğu görülmektedir. Dua istiâzeden daha geniş bir kavramdır. Zîrâ duada hem hayır ve iyilik isteme hem de kötülüklerden Allah’a sığınma vardır. İstiazede ise bunlardan sadece ikincisi yani şerlerden ve endişe sebebi hususlardan Allah’a, onun inayet ve rahmetine iltica söz konusudur.

Niçin ve Neden İstiâze? Âciz, zayıf, emel ve arzuları nihayetsiz, imkânları çok kısıtlı, ömrü boyunca şeytan, nefs-i emmâre ve bunlara ilâve olarak şehvet ve gazap gibi bir yönüyle düşman sayılabilecek kuvve(t)lerle mücadele etme durumunda olan insanın, hem hayır istikametindeki emellerini gerçekleştirmek hem de düşmanlarının tuzak ve komplolarından kurtulmak için, gücü ve merhameti sonsuz Rabb’ine iltica ve istiâze etmekten başka çaresi yoktur. Bu çarenin varlığını fark eden ve ona başvuran insan temel problemlerini halletmiş sayılır. Çünkü şeytan ve onun âdeta bir santral gibi kullandığı nefse karşı insanın en büyük zırhı istiâze yani Cenab-ı Allah’ın ulu dergâhına sığınmaktır.

Günümüzde maalesef pek çok insan inanmış dahi olsa âdeta şeytan yokmuş gibi davranmakta, bu yanlış düşünceleri de onları şeytan ve avenesinin tehlikeli desîse ve oyunlarına karşı her zaman açık hâle getirmektedir. Evet, komplocu, tahripçi ve yıkımcı şeytanın en tehlikeli desîselerinden biri insanın gözünü, yaptığı hata ve kusurlara karşı kapaması, o kusurları fark ettirmemesi; insan fark etmiş olsa bile şeytanın ona te’vil ettirmesidir. Bu komploya düşenler, şeytanın kendini inkâr ettirmek sûretiyle onlara bir çelme taktığının farkına varamamaktadırlar. Hâlbuki düşmanı olduğunun farkında olanlar sürekli teyakkuz hâlinde bulunurlar/bulunmalıdırlar. Tehlikeli zeminlerde fütursuzca dolaşanlarınsa acımasız avcıların tuzağına düşmesi pek tabiîdir. İşte savunma gayesiyle donanımındaki boşlukları kapama endişesi ve heyecanı taşımayan insan, nefsin ve şeytanın zehirli oklarına hedef olmakta ve çok defa da onların bir oyuncağı hâline gelivermektedir. Evet, şeytan vardır ve Kur’ân-ı Mübîn’in ifadesiyle insanoğlunun amansız ve inatçı düşmanıdır. İlk insan olan Hazreti Âdem’den bu yana hep ayakları kaydırmak için uğraşan, akla-hayale gelmedik türlü türlü tezyîn ve tesvîllerle Allah’ın kullarını şaşırtıp dalâlet vâdilerine sürüklemek için ant içmiş bir şeytan. “Şeytan işlemekte oldukları mâsiyet ve günahları onlara süslemiş, cazip göstermişti. (tezyîn)”(En’am sûresi, 6/43); “Kendilerine doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce fit vermiş, sonra da onları uzun emellere düşürmüştür. (tesvîl)”(Muhammed sûresi, 47/25) mealindeki âyet-i kerîmeler bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. Yine, Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi vesellem)’in ifadelerine bakıldığında da şeytanın, “insanoğlunun damarlarında tıpkı kanın çok rahat aktığı gibi akmakta”(Buharî, Ahkâm, 21) olduğu görülecek ve anlaşılacaktır.

İnsana düşen nefs-i emmaresinin yaptı(rdı)klarına karşı her zaman tavır almasıdır. Çünkü Kur’ân-ı Mübîn’in ifadesiyle, “Nefis her zaman kötülüğü emreder.”(Yusuf sûresi, 12/53) İnsan için nefsinden daha büyük bir düşman yoktur. Nefsini beğenenler hiçbir zaman onun kusurlarını göremezler. Ancak her zaman onu itham altında tutanlardır ki, nefislerinden kaynaklanan ayıpları görüp hissedebilirler. Cenâb-ı Allah da, mâsiyet çukurlarından taat zirvelerine taşımayı murad buyurduğu kullarına evvela nefsinin kusurlarını gösterir. Nefsinin ayıp ve kusurlarını gören insan tevbe ve istiğfarda bulunur, istiâze mülahazalarıyla Hakk’ın yüce dergâhına yüz sürer. Bunu yapabilen de şeytanın şerrinden ve nefs-i emmareye maskara olmaktan kurtulur.

İstiâze Allah’ın Emri ve Resûllerin Yoludur Kur’ân-ı Kerîm’de, Hadîs-i Şerîflerde ve değişik dua mecmualarında pek çok istiâze duaları yer almaktadır. İstiâze dualarından muradımız, içinde “eûzü, neûzü; eıznî, eıznâ; ecirnî, ecirnâ/sığınıyorum, sığınıyoruz” gibi ifadelerin yer aldığı yakarışlardır.

Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de,

فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

“Kur’ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”(Nahl sûresi, 16/98) buyurmaktadır. Bu emre binaen inananlar da Kur’ân-ı Azîm’i tilâvet edecekleri zaman O’nun hidayetinden tam istifade edebilme yolunda şeytanın desiselerinden etkilenmemek ve kalb ve ruhlarını tertemiz hâle getirmek için,

أَعُوذُ بِاللهِ مِنْ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” derler. Bu, lafzı itibariyle bir haber cümlesi olsa da mânâsı açısından bir dua cümlesidir, bir yakarıştır. “Allah’ım, şeytanın şerrinden beni koru!” mânâsına gelmektedir. Buradan ayrıca şöyle bir ders çıkarılabilir. İnsan Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet etmek istediği zaman şeytanî her türlü mülâhazadan arınmalı, O’nu tertemiz bir gönülle okumalıdır. Ayrıca, Kur’ân elinde olan bir insanı bile tezyîn ve tesvîlleri ile kandırabilen şeytan sâir iş ve durumlarında hayli hayli kandırabilir demektir. Dolayısıyla her zaman şeytana ve oyunlarına karşı teyakkuz hâlinde bulunmak gerekir.

Cenab-ı Allah’ın, kullarını istiâzeye çağırdığı Mü’minûn sûre-i celîlesinin 97 ve 98. ayet-i kerîmelerinde de,

وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!” buyrulur. Yine, “de ki: Sabahın Rabb’ine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan büyücü kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden” ve “de ki: İnsanların Rabb’ine, insanların yegâne Hükümdarına, insanların İlahına sığınırım. O sinsi şeytanın şerrinden. O ki insanların kalplerine vesvese verir. O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da” meallerindeki, Allah Rasûlü’nün namazlarında okuduğundan başka sabah-akşam ayrıca üçer defa okumuş olduğu Felak ve Nâs sûreleri konumuza örnek ve delil olarak zikredilebilir. Bilindiği üzere bu iki sûreye birden “Muavvizeteyn” denilmiştir ki, bunlarla Allah’a sığınılır demektir.

Nitekim yine Kur’ân-ı Hakîm’de görüldüğü üzere, Hazreti Musa (aleyhisselâm),

أَعُوذُ بِاللهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

“Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.”(Bakara sûresi, 2/67); Hazreti Nuh (aleyhisselâm),

أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ

“Bilmediğim bir şeyi Sen’den istemekten yine Sana sığınıyorum Rabbim.”(Hud sûresi, 11/47) ve Hazreti Yusuf (aleyhisselam), مَعَاذَ اللهِ “Allah’a sığınırım.”(Yusuf sûresi, 12/23) ifadeleriyle istiâzede bulunmuşlardır.

Az önce zikredilen Müminûn Sûresi’nin 97 ve 98. âyetleri de Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüt­tehâyâ) bir istiazesidir. Efendiler Efendisi’nin lâl ü güher ifadelerinde istiâzeye çokça rastlanmaktadır. Elbette hepsini buraya dercetmek mümkün değildir. Biz Server-i Kâinat Efendimiz’in sabah-akşam okumuş olduğu birkaç istiâze duasını buraya almakla iktifa edeceğiz.

Efendiler Efendisi’nin Bazı İstiâzeleri Muhakkak ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz her hususta olduğu gibi dua ve istiâze hususunda da bizler için en güzel örnektir. Cenab-ı Hak’tan nelerin ve nasıl istenmesi gerektiğini en iyi O bildiği gibi, hangi hususlardan ne şekilde istiâze edilmesinin daha münasip olduğunu da O bilir. Bu mülâhazalarla biz dualarımızda Cenâb-ı Hak’tan, umumî mânâda Peygamber Efendimiz’in dilediği hayırları diler, istiâze ettiği şerlerden de istiâze ederiz. Bununla beraber Nebiy-yi Ekrem Efendimiz’in hususî olarak Allah Teâlâ’ya sığındığı bazı istiâze cümlelerini de buraya kaydetmekte yarar görüyoruz.

أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ

“Mahlûkatının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.” (Müslim, Zikir, 54-55; Tirmizî, Deavât, 40; İbn Mâce, Tıb, 46; Dârimî, İsti’zan, 48.)

أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّاتِ الَّتِي لاَ يُجَاوِزُهُنَّ بَرٌّ وَلاَ فَاجِرٌ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَذَرَأَ وَبَرَأَ وَمِنْ شَرِّ مَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمِنْ شَرِّ مَا يَعْرُجُ فِيهَا وَمِنْ شَرِّ مَا ذَرَأَ فِي اْلأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمِنْ شَرِّ فِتَنِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمِنْ شَرِّ كُلِّ طَارِقٍ إِلاَّ طَارِقًا يَطْرُقُ بِخَيْرٍ يَا رَحْمٰنُ

“Yarattıklarının, gökten inen ve oraya yükselen, yerde biten ve yerden çıkan şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerinden, -hayırla gelenler müstesna- meydana gelen hâdiselerin şerrinden, ne bir iyinin ne de bir kötünün kendilerini aşamayacağı, Rahmân olan Allah’ın tastamam kelimelerine ve O’nun vech-i kerîmine sığınırım.”(Müsned, 3/421)

اَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ

“Her türlü şeytandan, şom kazadan ve kem gözlerden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.” (Buharî, Enbiyâ, 10; Ebû Dâvud, Sünne, 20; Tirmizî, Tıb, 18) Buradaki kelimelerden murad Kur’ân-ı Hakîm olabilir. Tastamam olması da, o kelimelerin fayda ve şifa verici olmaları ya da herhangi bir eksiklikten uzak bulunmalarıdır. Elbette, doğrusunu Allah bilir.

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ وَالْكَسَلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الْجُبْنِ وَالْبُخْلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ غَلَبَةِ الدَّيْنِ وَقَهْرِ الرِّجَالِ

“Allah’ım, tasa ve hüzünden Sana sığınırım. Âcizlik ve tembellikten Sana sığınırım. Korkaklık ve cimrilikten Sana sığınırım. Borç altında ezilmekten ve düşmanların kahrından da yine Sana sığınırım.”(Buharî, Deavât, 36)

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْسِي وَمِنْ شَرِّ كُلِّ دَابَّةٍ أَنْتَ اٰٗخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ﴿ إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“Allah’ım, nefsimin ve perçemlerinden tuttuğun her canlının şerrinden Sana sığınırım.” (Müsnedü’l-Hâris, 2/953) Şüphesiz ki Rabb’im dosdoğru yol üzerindedir.(Hûd sûresi, 11/56)

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْكُفْرِ وَالْفَقْرِ، اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ أَنْتَ

“Allah’ım, Sana sığınırım küfürden ve fakirlikten. Allah’ım, Sana sığınırım kabir azabından. Sen’den başka ilâh yoktur.”(Ebu Davud, Edep, 110)

اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْكَسَلِ وَالْهَرَمِ وَسُوءِ الْكِبَرِ وَفِتْنَةِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ اْلاٰخِرَةِ

“Allah’ım, tembellikten, kocamaktan, ihtiyarlığın dertlerinden, dünyanın fitnesinden ve Âhiret azabından Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir ve Dua, 74-76)

Allah Resûlü (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüt­ta­hiy­yât) Efendimiz gerek namazlarının akabinde, gerekse sâir zamanlarda daha başka hususlardan da Allah’a sığınmış, ashabına dolayısıyla ümmetine de sığınmalarını tavsiye etmiştir. Efendimiz’in hadîs-i şerîflerine bakıldığı zaman ezcümle O’nun, Allah’ın gazabından, Cehennem ve kabir fitne ve azabından, zenginlik ve fakirlikle imtihan olmaktan, Deccal fitnesinden, şekavetten, düşmanlara maskara olmaktan, belâlara maruz kalmaktan, hastalıklardan, erzel-i ömür tabiriyle ifade buyurdukları ele ayağa düşmekten, bunamaktan, dünya imtihanlarından, haşyet duymayan kalbden, kabul olmayan duadan, doymayan nefisten, yaşarmayan gözden, fayda vermeyen ilimden, şikak, nifak ve sû-i ahlaktan, hubs u habâis şeklinde söyledikleri erkek ve dişi şeytanlardan ve onların her türlü desiselerinden Allah’a iltica ettiği görülmektedir. İşte namazlarımızdan sonra bizim,

اَللّهُمَّ أَجِرْنَا

سُبْحَانَكَ يَا اَللهُ تَعَالَيْتَ يَا رَحْمٰنُ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ

سُبْحَانَكَ آهِيًا شَرَاهِيًّا تَعَالَيْتَ لاَ إِلهَ إِلاَّ أَنْتَ اْلأَمَانَ اْلأَمَانَ أَجِرْنَا من النار

gibi dua ve tesbihatlarla “Allah’ım bizi koru…” diyerek yakarışa geçmemiz ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sığındığı şeylerden Allah’a sığınmamız evvel emirde O’nun sünnet-i seniyyesine ittiba içindir. Yine Cevşen-i Kebir’de her bir hizbin sonunda okuduğumuz

سُبْحَانَكَ يَا لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ الْأَمَانَ الْأَمَانَ خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ، أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

“Sübhansın ya Rab! Sen’den başka yoktur ilâh. Eman diliyoruz Sen’den, koru bizi Cehennem’inden!” duası da Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) mübarek diliyle yapılmış bir istiâzedir. Aslında Cevşen’in bizzat kendisi bir istiâzedir.

Esmâ-i Hüsnâ ile İstiâze Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin bu son hususla alâkalı şu mütalaası ne kadar dikkat çekicidir:

“Çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm), Cevşen-i Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor. İşte şu sırdandır ki sûre-i

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ. مَلِكِ النَّاسِ. إِلٰهِ النَّاسِ. مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ

‘de üç unvan ile istiâzeyi emrediyor.”1

Hak Teâlâ’nın kulları olarak bizler aslında bu dersi yani Cenâb-ı Allah’a değişik isimleriyle istiâzede bulunup sığınma ders ve edebini Cevşen’den ve Allah dostlarının dualarından öğrendiğimiz gibi, onlardan daha önce Felak ve Nâs sûre-i celîlelerinden öğreniyoruz. Şöyle ki, Cenâb-ı Allah kullarına bu iki sûrede

رَبِّ الْفَلَقِ، رَبِّ النَّاسِ، مَلِكِ النَّاسِ، إِلَهِ النَّاسِ

diyerek istiâzede bulunmalarını Resûlü vasıtasıyla emretmektedir. Görüldüğü üzere burada Rab, Melik ve İlâh isimleri zikredilmektedir.

Bu iki sûreyi okuyan mü’min, insî ve cinnî düşmanlardan, onlardan gelebilecek kötülüklerden, hastalık ve musibetlerden, değişik fiyasko ve başarısızlıklardan Allah’a sığınırken, O Kudreti Sonsuz’un, evvelâ bütün insanları topraktan yaratan, terbiye ederek tekemmül ettiren, onlara akıl ve iz’an veren, insanlık vazifelerini duyurarak bütün mahlûkat içinde mümtaz bir hâle getiren ve Rubûbiyet mefhumunu öğreterek Kendi varlığını sezdirip hak ve hayır uğrunda çalışma yolunu gösteren bir Rabb-i Ecell-i A’lâ olduğunu mülâhazaya alır.

İkinci olarak, Kendisine sığındığı Yüce Zât’ın, insanların hepsini hükmü altında tutan, ilim ve hikmetinin muktezasınca onları hayır ve kemâle yönlendiren, dilediğini mülk verip şah yapan, dilediğini de padişahlıktan atan, dilediğini azîz, dilediğini zelîl etmek kudretine mâlik bulunan Melikler Meliki, Padişahlar Padişahı, Hükümdarlar Hükümdarı bir Melik olduğunu düşünür.

Üçüncü olarak da, sığındığı kapının, kullarının Kendisine her dâim ibadette bulundukları bir Hak Ma’bûd’un, yaratma, icat etme, varlık sahasına çıkarma ve o sahadan çıkarma, sevap ile mükâfatlandırma, azap ile cezalandırma gibi küllî tasarruflara, önüne geçilemez kudrete mâlik, samediyet, celâl ve ikram sahibi bir İlah’ın kapısı olduğunu düşünür.2

İşte Cenab-ı Hakk’a değişik isimleriyle istiâzede bulunan bir insan, bu üç ismi okurken içine girdiği düşüncelerin benzerlerini mânâ ve muhtevalarına göre diğer esmâ-i hüsna için de mülahazaya alabilir. Özetle diyebiliriz ki, Cenab-ı Allah’ın birbirinden güzel isimleri olan esmâ-i hüsna, istiâze açısından da büyük ehemmiyet ve kıymete sahiptir.

Netice Mü’min, havl ve kuvvetin yegâne sahibi Rabb’ine istiâze etmeden ne masiyetlere düşmekten kurtulabilir, ne de lâyıkıyla kulluğunu yerine getirebilir. Ne şeytanın oyunlarından azade kalabilir, ne de nefs-i emmareye mağlup düşmekten korunabilir. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler ve dua mecmualarında yer alan istiâze dualarına sık sık müracaat etmeli ve gönlünün sesiyle her zaman Rabb’inin koruyup kollamasına olan ihtiyacını dile getirmelidir. İnananlar için en güzel örnek olan rusül-ü kiram efendilerimizin (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselam) ve Allah dostlarının (rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) yolu budur.

*İlâhiyatçı-Yazar myilmaz@yeniumit.com.tr

Dipnotlar Sözler, sh. 356 Hak Dini Kur’ân Dili, Felak sûresi tefsiri

DEVAMINI OKU
İSLÂM’IN GENETİK VE EMBRYOLOJİK ÇALIŞMALARA YAKLAŞIMI

Genetik biliminin son yıllarda ulaştığı nokta, varlığın mülk yanında, Kur’ân’ın tabiriyle “âfâk”ta keşfedilen insanlık tarihinde önemli bir husustur. Ancak bu son nokta da demek değildir. Hatta insana bir bütün olarak baktığımızda bu tür buluşlar, yine Kur’ân’ın tabiriyle onun “enfüs”ündeki inkişaflarıyla at başı gitmiyorsa, insanlar küstahlaşabilir ve kendilerine verilen “halife”lik unvanına yakışmayan tavırlar içine de girebilirler.

A. Kopyalamanın Mahiyeti Bir canlı ile aynı genetik bilgiye sahip bir başka canlıyı üretmeye veya oluşturmaya genetik kopyalama denir. Diğer ifadeyle genetik kopyalama, aynı DNA1 yapısına sahip başka bir canlı oluşturmaktır. Fakat pratikteki uygulaması açısından bitki, hayvan ve insanda bir bütün şeklinde olabildiği gibi; tedavi maksatlı yapılan kısmî klonlamalar da söz konusudur. Çünkü her kopyalama üreme ve çoğalmaya yönelik değildir.

Üreme gayesi için kopyalamada canlıdan alınan uygun bir vücut hücresinin çekirdeğinde bilgi taşıyan kodlanmış DNA molekülü, içinden çekirdeği boşaltılmış (DNA bilgisi alınmış) yumurta hücresinin sitoplazmasına yerleştirilerek eşeysiz bir embriyo2 oluşturulmaktadır. Sonra bu embriyo taşıyıcı anne rahmine yerleştirilmektedir. Sonuç olarak yumurta içerisine yerleştirilen hücre çekirdeği kimden alınmışsa, teorik olarak onunla aynı genetik yapıya sahip bir canlının gelişmesine zemin hazırlanmakta3 ve üreme gerçekleşmektedir.

Üreme amaçlı elde edilen kopya, henüz embriyonik gelişmenin ilk safhalarındayken bazı hücreler ayrılarak çoğaltılabilir. Çünkü genetik kopyalamada normal tüp bebek işlemiyle çekirdek nakli yapılan yumurta hücresinin bölünmesiyle gerçekleşen hücrelerin sayısı normal gelişme süreciyle birlikte önce 2, 4 veya 8 gibi belirli bir hücre seviyesine ulaşır. Ve bu hücreler rahmin çeperine tutunduklarında, sayıları 32 veya daha fazlaya ulaşmış olur. Fakat hücre sayısı 16’yı geçtikten sonra, yani 5. gün bilinmeyen bir sırla4 artık hücreler kemik, kas, sinir v.s. gibi özelleşmiş dokuları meydana getirmek üzere germinel tabakaları (ektoderm, mezoderm ve endoderm) meydana getirmeye başlarlar. Hücre sayısı 32 olmadan öncesi itibarıyla, yani zigottan (nutfe) 4 gün sonraya kadar bu hücrelerden her birinde öyle bir çoğalma ve gelişme potansiyeli vardır ki, kendileri müstakil hale geldiğinde tam bir cenin5 oluşturabilmektedirler. Bu da her bir embriyodan 16 genetik ikizin olabileceği manasına gelmektedir.

Normal şartlarda insan üremesine suni müdahale caiz olmaz. Fakat fıkhî anlamda zaruret durumları bundan istisna edilir. Mesela bu konuda husyeleri6 alınacak bir erkeğin veya sürekli düşük yapmak.. gibi bazı sebeplerle hâmile kalamayacak bir kadının, vâkıada oluşmuş bulunan cenininin ölmesi durumunda, yedek konumda sonra döllendirilmek üzere tamamıyla istisnai ve kanun güvencesi altında saklanan nutfeleri, yani sperm veya yumurtaları olabilir.7 Çünkü bu durum, meşru nikah altındaki eşlerin nutfelerini, tüp bebek usulü birleştirme sayılır. Bu sebeple suni döllenme kategorisine girer. Fakat ölen cenin çoğaltılamaz. Zira suret ve heykel yapma konusunda bile belli şart ve yasakların var olduğu bir dinde,8 genetik kopyalamaya cevaz vermek düşünülemez.9

Tedavi Amaçlı Klonlama Tıbbi ilim ve uygulamalar yeterli seviyeye ulaşmadan önce bir insandaki eksik uzuv, ya bizatihi o kişinin kendinden, ya başka bir insandan veya bir hayvandan alınarak telafi edilmeye çalışılmaktaydı. Fakat gen teknolojisinin gelişmesiyle, ihtiyaç duyulan bazı organların üretimi de gerçekleşecek gibi görülmektedir. Henüz deri gibi sadece bir örtü konumundaki dokular üretilmeye başlamıştır. Ancak böbrek ve karaciğer gibi şekilli ve kompleks organlar henüz yapılmamış olmakla beraber ümit verici gelişmeler yaşanmaktadır. Bu ameliyeye göre insan hücresinin çekirdeğinden alınan DNA şifresi bir hayvan hücresine yerleştirilmekte, sonra da gelişmeye bırakılmaktadır. Bu işlem sırasında hayvanda herhangi bir zarar görüntüsü oluşmamaktadır. Ortaya çıkacak organda ise normaline göre pek bir farklılık olmayacaktır. Üstelik insan vücudu tarafından da kullanılabilecektir.10 Dolayısıyla bu konuya hükmü açısından bakıldığında, organ nakli gibi bir uygulama olduğu görülmektedir.

Bu tür klonlamada elde edilen embriyo anne rahmine yerleştirilmez. Çünkü bazı teknik işlemlerle embriyodaki kök hücrelerinin11 istenen dokuya konmasıyla, oradaki asıl hücrelere uygun bir şekilde farklılaşması sağlanmaktadır. Böylece istenen bir organ meydana getirilmiş olacaktır. Örneğin bu yöntemle karaciğer ve böbrek gibi organlar elde edilebilecektir. Dolayısıyla bu yolla insanın kendi dokularının aynısı oluşturulabilecek ve transplantasyon12 işlemlerinde kullanılabilecektir.13

Bitkilerde Klonlama Mevcut bilim ve teknolojiye göre bitki ıslah çalışmaları yapılabilmektedir. Zira canlıların karakterlerinin tamamını, sahip oldukları DNA’lar belirlemektedir. Bu sebeple biyoteknoloji14 ile DNA molekülü içindeki tek bir geni ayırmak ve istenen bir özelliği ortaya koyan başka bir türe yerleştirmek mümkün olduğu gibi, istenmeyen bir özelliği alıp çıkarmak da mümkün hale gelmiştir. Bu durum ise bitkilerde yeni klonlamaların olması manasına gelmektedir.

B. Kopyalama-Yaratma İlişkisi Klonlama, tüp bebek türü bir işlem sayılır. Çünkü kopyalama bir yaratma değildir. Bilakis yaratılmış materyaller üzerinde sadece kısmî bir tasarruftan ibarettir.15 Zira bu işlem, var olan bir imkânı kullanmak manasına gelmektedir. Diğer ifadeyle; var olan canlı bir üreme mekanizmasına, zaten mevcut olan bir genetik bilgiyi eklemekten ibarettir. Bu sebeple hiçbir zaman mevcut bir geni transfer yapana yaratıcı denemez. Fakat hücreler yoktan yaratılarak bir sonuca gidilseydi, belki buna yaratma denebilirdi.16 Bu gerçekten anlaşılan sonuç, kopyalama fiilinde yoktan yaratmak manasından öte, yaratılış kanunlarına ıttıla kesbetmenin oluşturduğu bir netice vardır. Bu sebeple kendisine, “yaratılış kanunundan istifade etmek” manası yüklenebilir.17

C. Kopyalamanın Meşruiyet Ölçüleri Genetik kopyalama yapmaya aceleden verilecek bir cevaz kararı yanlış olur. Fakat somut bir yapı eksikliği olan ürünlere genetik müdahale yapılabilir. Çünkü bu durum tedaviye girer.

Genetik sahasında uygulanamayacak kategorik yasaklardan çok; bir yandan meşru dairede araştırma ve geliştirmelerin yapılması, diğer taraftan olumsuz temel risklerin en aza indirgenmesinin akıllıca düşünülmesi ve düzenleyici etik modellerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu noktada insana, topluma ve ekosisteme zarar vermemek şartıyla, genler üzerinde biyolojik ve tıbbî nitelikte bilimsel çalışmalar yapmak, İslami açıdan bir sakınca taşımamaktadır. Dolayısıyla bu noktadaki temel şart; dinî beş temel maksat (makâsıd-ı hamse) olan din, can, akıl, nesil ve mal konusunda terki mümkün olmayan maslahatlar ile evrensel etik değerlere aykırılık taşımamadır.18

Söz konusu bu şartlar gözetilmediği takdirde, insanoğlu sorumluluğu dışında kalan pek çok uygulama alanında, gayr-ı meşru tatbikatları gerçekleştirebilir. Ve bunun neticesinde çok bilinmeyenli problemler zuhur edebilir. Mesela kobay niyetiyle üretilmiş bir insan, kendisini kobay olarak görmek istemeyebilir. Bu durumda ona bakarak; “Biz seni kobay olarak oluşturmuştuk” demek, herhalde kabul edilebilir bir gerekçe sayılmayacaktır.

Farz-ı muhal kobay olarak üretilen insan kendisine ait bu statüyü kabul etse bile, daha farklı problemler ortaya çıkabilecektir. Mesela şayet o evlense ve muhsan konumda zina yapsa, üzerine de şer’î ceza olan haddin tatbiki gerekse; bu durumda varlık sebebinin ortadan kalkması söz konusu olacaktır.

Bütün bu varsayım ve gerçekler, bitki ve hayvanlardaki genetik kopyalamadaki çerçeveyi, asgari olarak maslahatın ağır bastığı durumlara bağlamaktadır. İnsandaki genetik kopyalama ise sadece tedavi maksatlı uygulamalara inhisar etmektedir. Çünkü diğer şıklar için İslami açıdan bir meşruiyet gerekçesi mümkün görünmemektedir.

Normal şartlarda insan kopyalama caiz olamaz ve yasaklanmalıdır. Çünkü insan klonlaması ile ilgilenen sosyolog, hukukçu ve diğer bilim adamlarının; insan kopyalanmasının yasaklanması konusunda görüş birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Bu durum ise böyle bir uygulamanın doğru olmadığını, dolayısıyla da kabul edilemeyeceğini göstermektedir. Fakat tedaviye yönelik bilimsel araştırmaların devam etmesi noktasında da ittifakları vardır. Çünkü burada yapılan ameliye bir insanı bütünüyle kopyalamak değil, onun bazı hastalıklarına tedavi bulmaktır. Binaenaleyh bu çerçevede incelemelerin devam etmesi zaruridir. Dolayısıyla bunun İslâm’a aykırı bir yanı bulunamaz. Zaruret durumundaki kopyalamada ise, şu hükümler geçerlidir. Bizim de aynı görüşte olduğumuz bu sonuç, İslâm Konferansı Teşkilatı’na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren Mecmau’l-Fıkhı’l-İslamî’nin (İslam Fıkıh Akademisi), 23-27 Safer 1418 yani 28 Haziran – 3 Temmuz 1997 tarihleri arasında Cidde’de düzenlenen 10. dönem Toplantısı’nın 10d/1/99 sayılı kararında, “el-İstinsâhu’l-Beşerî” başlığıyla ele alınmıştır. Keza 9-12 Safer 1418/ 14-17 Haziran 1997 tarihleri arasında Fas Krallığı’nda, Akademi’nin de yardımıyla, merkezi Kuveyt’te bulunan İslam Tıbbî Bilimler Örgütü tarafından düzenlenen 9. Tıbbî Fıkıh Toplantısı’nda ortaya konan araştırma, inceleme ve tavsiyeler gözden geçirilmiş; fakihlerin ve tıp doktorlarının konuyla ilgili yaklaşım ve tartışmaları dinlenmiş, sonra da insan kopyalanması konusunda benzer netice ve mütalaalara varılmıştır. Dolayısıyla bu noktada şu şartlara riayet edilmesi gerekmektedir:

1. Yumurta ve sperm nikahlı karı-kocadan olmalıdır. 2. Sperm ve yumurtanın birleştirilmesi, nikahlı dönem içine denk gelmelidir. Buna göre önceden alınan nutfeler, boşanma veya karı ve kocadan birisinin ölümü gerçekleştikten sonra birleştirilemez. 3. Bu uygulama başka alternatiflerin kalktığı son şans olarak icra edilmelidir. Çünkü aksi bir durum doğal ve fıtrî hayata müdahale sayılır.

Neticede böyle bir uygulama tüp bebek türü bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Vücuttan alınan hücre ile döllenme yapılması ise, yaratılış kanunlarına aykırı olduğu için hiçbir zaman ve hiçbir şekilde caiz olmayacaktır.19

D. GDO’lu Ürünlerin Helallik ve Haramlık Durumu Açık şer’î bir emri çiğnemediği sürece genetik çalışmalar maslahat ve mefsedet kaidesine göre değerlendirilir. Çünkü bu sahada açık bir nas yoktur. Bu sebeple de GDO’lu ürünler20 Yüce Yaratıcı’nın işine karışmak manasına gelmez. Fakat yeryüzünde hassas kriterler üzerinde bulunan dengeler sarsılırsa, bu sefer bir fesat anlamının ortaya çıkacağı kesindir. Üstelik bu durum her şeyin kendi içindeki ve dışındakilerle olan fıtrî uyumunu ihlal edebileceği için, başta insan sağlığı açısından açık bir tehdit kapsamına girebilir. Böylece zararı kesin olan bir yiyecek,

يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ

“O Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülüğü meneder, temiz şeyleri helâl ve pis şeyleri haram kılar. Onların ağırlıklarını ve üzerindeki zincirleri indirir” âyet-i kerimesinde21 geçen habâis (kötü şeyler) kapsamına girer, dolayısıyla da helal olmaz.

Bu konudaki ayrı bir gerçek ise genetik kopyalama işlemindeki gen nakillerinin İslami ölçülere göre yapılması gereğidir. Fakat şu anda dünya üzerindeki bilimsel gelişmelerdeki ölçüleri İslam değil, çalışmayı yapan ve yaptıranlar belirlemektedir. Bu durumu ise daha çok maddi menfaatler, dolayısıyla da üretici firmaların talepleri belirlemektedir. Zira domates gibi bir bitkiye maymundan veya domuzdan bir gen nakli yapılması, İslam’a göre caiz olmaz. Çünkü bu hayvanlar şer’an necis sayılırlar ve kullanılamazlar. Dolayısıyla böyle bir ihtiyaç durumunda koyun ve keçi gibi eti, sütü ve kullanılabilecek diğer yanları helal olan hayvanlardan gen nakli yapılma zorunluluğu vardır.

Şayet İslâm’a göre yenmesi haram kılınan necis bir hayvandan gen nakli yapılırsa, söz konusu şey (mesela domates) necis hale gelir. Çünkü bu durumda domuz veya maymuna ait gen, istihaleye (değişim) uğramış ve yeni bir hüküm almış sayılmaz. Bu sebeple böyle bir nakle caiz denebilmesi için zaruret hükümlerinin oluşması gerekmektedir. O da terki halinde ölümcül bir durumun oluşması demektir. Bu neticeye göre ise gen nakilleriyle pek çok helal madde harama dönüşebilir. Üstelik bu durumu kimse de bilemez. Bu sebeple de genetiği değişmiş ürünleri tespit etmek ve onların helal olduğunu belirlemek gerekecektir. Bu durum ise mesela bir domatesin bile helal olduğunu gösterici damgaları zorunlu kılacaktır. Böylece hayatın bir yönüyle zorlaşacağı, ama helal sertifikalarının yaygınlaşmasıyla da kolaylaşacağı bir hal alacaktır.

Sonuç Bitki, hayvan ve insan açısından genetik kopyalama veya genetik üzerinde değişiklik yapma konusunda genel olarak şu temel ölçütleri söyleyebiliriz:

1. Ana rahminin kiralanması veya yumurta, sperm ve kopyalama işleminde, karı-koca arasına üçüncü kişilerin girdiği her durum haramdır.

2. Şer’î ilkeler dairesinde maslahatı sağlayıp mefsedeti giderecek şekilde; bakteri,22 mikroskobik canlı, bitki ve hayvanlar üzerinde genetik kopyalama veya genetik değiştirme teknikleri kullanmak şer’an caizdir. Çünkü bu türlerin hepsi insanların faydası adına vardır ve onların istifadesine sunulmuştur. Zaten şu âyetler de bu gerçeği göstermektedir:

هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الأَرْضِ جَمِيعًا

“Yer yüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan Odur.”23

وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ جَمِيعًا مِنْهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren O’dur. Elbette bunda düşünecek kimseler için ibretler vardır.”24 Zaruret olmadan yaratılış kanunlarına müdahale etmek caiz değildir.

Genetik kopyalama konusundaki uygulamalara genel olarak bakıldığında, mefsedetin maslahattan fazla olduğu görülecek ve pek çoğu haram sayılacaktır. Ayrıca mesele, “İlâhi dengeye müdahale ve ilâhi olan yaratılışı değiştirme” açısından değerlendirildiğinde, haramlığın daha da pekiştiği görülecektir. Çünkü insan elinin olayların sonunu bilmeden müdahalesi söz konusudur.

3. Burada hatırlatılması gereken diğer bir nokta ise çok yeni ve önemli bir gelişme olan, üstelik değişik açılardan tehlikeli bulunan insan kopyalama ve bu ameliyenin icra edildiği laboratuarların, değişik hedefler için propaganda alanı olmasını önlemektir. Bu sebeple başta İslâm ülkeleri olmak üzere bütün dünya, bu konudaki gerekli kanun ve düzenlemeleri yapmak durumundadır. Neticede, araştırma kurulları veya uzmanlarının kullanabilecekleri kapılar bile gerektiğinde doğrudan veya dolaylı olarak kapatılabilmelidir.

4. Genetik kopyalama ve değiştirme terimlerinin tespiti ve bu sahadaki ilgili şer’î hükümlerin belirlenmesi hususunda ilmî toplantılar düzenlenmek bir zarurettir. Bunu temin gayesiyle başta İslâm ülkeleri olmak üzere bütün dünya, ulemanın eşgüdüm halinde çalışması gerektiği bir konumda bulunmalıdır. Bu sebeple de biyoloji alanındaki yaratılış kurallarını tespit etmek ve gerektiği zaman başvurmak amacıyla, uzmanlardan ve din âlimlerinden oluşan teknik komisyonlar kurulmalıdır. Ayrıca bu sahalarda İslâmi ilkeler ışığında  araştırmalar yapacak bilimsel kurumlar tesis edilmelidir.

* Fırat Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Köksal

Kaynaklar

ADAM, Hüdaverdi, Kelam Perspektifinden Genetik Kopyalama, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003.

AHMED B. HANBEL, el-Müsned, Çağrı Y., İst.-1413/1992, 2. baskı.

ASIM BELAVİ, Görüş (İslam ve Tıp Açısından İnsan Kopyalamak Caiz mi?), İst.-2003.

AYDAR, Hidayet, Genetik Şifre Kopyalama ve Kur’ân, Elif Y., İst.-2003.

AYDIN, Baki, Dünden Bugüne Genetik Bilimi, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003.

BASAL, Abdünnasır, İslama Göre Kopyalama (İslam ve Tıp Açısından Kopyalama Caiz mi), Bilge Y., İst.-2003.

BOZKURT, Yıldız, Klonlama-Nedir Ne Değildir?, Zafer Dergisi, Mayıs 2003.

el-BUHARİ, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Camiu’s-Sahih, Çağrı Y., İst.-1413/1992, 2. baskı.

ed-DEHLEVİ, Şah Veliyyullah b. Abdürrahim, Huccetullahi’l-Baliğa, İdaratü’t-Tıbaati’l-Münire, 1352, 1. baskı.

DİYANET İşleri Başkanlığı, Konuyla ilgili Köprü Dergisinin sorularına 22.08.2003’te verilen cevap, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003. ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Y., İst.

GÜRSOY, Serdar, DNA Ahlakı, Sızıntı Dergisi, Haziran 2001.

HACVİ, Muhammed b. Hasen es-Sealibi el-Fasi, el-Fikru’s-Sami fi-Tarihi’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’t-Türas, Kahire.

KAROL, Sevinç,-Zekiye Suludere-Cevat Ayvalı, Biyoloji Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Y., Ankara-1998, 1. baskı ve 2000 2. baskı. KOCATÜRK, Utkan, Açıklamalı Tıp Terimleri Sözlüğü, Sevinç Mtb., Ank.-1986, 3. baskı.

KÖKSAL, İsmail, Genetik Kopyalamanın Fıkhî Yönü, Beyan Y., İst.-2005.

MEŞEL, Ali, Genetik kopyalamanın Bilimsel Açıklaması (İslam ve Tıp Açısından İnsan Kopyalamak Caiz mi), Bilge Y., İst.-2003. OK, Gökçe, Hafiziyetin Tecellisi: Genler, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003.

OK, Gökçe, Genetik Kavramlar Sözlüğü, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003.

eş-ŞEVKANİ, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Neylü’l-Evtar bi-Şerhi Müntehe’l-Ahbar min Ehadisi Seyyidi’l-Ahyar li’bni Teymiyye, Matbaatü Mustafa el-Babi, son baskı.

TESHİRİ, Ayetullah Muhammed Ali,, Nazra fi’l-İstinsah ve Hukmühü’ş-Şer’i, Mecelletü’l-Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, Mü’temeru’l-Mecmai’l-Fıkhi’l-İslami, sayı 10, cüz 3.

YAMAN, Ahmet, İslam Hukuku Açısından Genetik Kopyalama www.diyanet.gov.tr/diyanet/ARALIK2K/bilim.htm

Dipnotlar

1. DNA, deoksiribo nükleik asidin kısaltılmış şeklidir. Birçok organizmanın kalıtsal karakterlerinin tayininde rol oynayan, hücre bölündüğü zaman kendi kopyalarını yaparak oğul hücrelere geçen genetik materyaldir. Adenin, sitozin, guanin ve timin bazlarından biridir. Fosforik asit ve deoksiriboz şekerinden oluşan nükleotidlerin oluşturdukları, birbirlerine hidrojen bağlarıyla bağlanarak kıvrılmış iki zincirli sarmal yapıdır. (Karol, 161)

2. Embriyo, farklı iki eşey hücresinin birleşmesiyle bir canlı oluşmasıdır. (Ok, Genetik Kavramlar Sözlüğü, 102) Gebeliğin ikinci ayı sonuna kadar olan cenine verilen isimdir. (Kocatürk, 248) Yumurtadan meydana gelen, yumurta zarı ve yumurta kabuğu ile korunan, ya da vücudun içinde bulunan ve gelişmenin erken evrelerinde olan genç organizmadır. (Karol, 200)

3. Basal, Abdünnasır, İslama Göre Kopyalama, 97-100.

4. Genelde bu sır, zâhiren gen ve çevrenin etkisi olarak kabul edilmektedir.

5. Henüz annesinin rahminde bulunan çocuğa cenin denir. (Erdoğan, 53)

6. Testisleri.

7. Meşel, 188-189.

8. Bkz.: Buhari, Libas 89, 97 (7/64-67); Ahmed b. Hanbel, 1/308.

9. Dehlevi, 2/130; Şevkani, 2/113-116; Hacvi, 2/423-425.

10. Asım Belavi, 268-269.

11. Aldıkları komut veya sinyale göre farklı hücre tipine dönüşebilen veya kendisini yenileyebilen hücrelere kök hücre denir. (Aydın, 10)

12. Bir kimseden alınan doku parçası veya organın diğer bir kimseye veya aynı kimsenin bir yerinden alınan doku parçasının harabiyet gösteren diğer bir kısmına nakledilmesine transplantasyon denir. Buna göre o, doku veya organ aktarılması manasına gelmektedir. (Kocatürk, 790)

13. Bozkurt, Yıldız, Klonlama-Nedir Ne Değildir?, Zafer Dergisi, Mayıs 2003.

14. Özellikle DNA ve hücreyle ilgili konularda kullanılan biyolojik tekniklere verilen ad. (Ok, 101)

15. Gürsoy, 216-217; Diyanet, 100.

16. Bkz.: Adam, 64.

17. Teshiri, Görüş, Mecmeu’l-Fıkhi’l-İslami, 355.

18. Bkz.: Diyanet İşleri Başkanlığı, Konuyla ilgili Köprü Dergisinin sorularına 22.08.2003’te verilen cevap, Köprü Dergisi, Yaz dönemi 2003, s. 99.

19. Bkz.: Çev.: Yaman, Ahmet, Bkz.: İslam Hukuku Açısından Genetik Kopyalama www.diyanet.gov.tr/diyanet/ARALIK2K/bilim.htm ; Aydar, 297

20. GDO, genetiği değiştirilmiş organizma demektir.

21. Ârâf suresi, 7/157.

22. Kendine has bazı özellikleri olan küçük canlılara bakteri denmektedir. (Bkz.: Karol, 71-72)

23. Bakara suresi, 2/29.

24. Câsiye suresi, 45/13.

DEVAMINI OKU
ŞEYTAN VE VESVESE

Şeytanın bir insana, bilhassa mü’mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzi ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese ’ ok ve mermisini kullanır. Şeytan’ın Yaratılış Hikmeti Şeytan, “uzak olmak, muhalefet etmek” veya “yanmak ve helâk olmak” mânâlarına gelmektedir.1 Şeytan ile eş anlamlı kullanılan İblis kelimesi ise “ümitsiz ve kederli olmak”2 demektir. Şeytan ve İblis, Allah’ın rahmetinden uzak olan ve helâke sürüklenen varlıklardır. İnsana dışarıdan gelen ve onu yönlendiren düşünce ve duygular iki şekildedir: Rahmanî veya Şeytanî. Rahmanî olan güzel duygu ve düşünceler Allah’tan ilham şeklinde tecelli eder. Bunlarla Allah Tealâ, kuluna, doğru yolu bulması, iyiyi ve güzeli hayatında gerçekleştirmesi için yardım eder. Şeytan da insanoğlunu, Allah yolundan ve rızâsından uzaklaştırmak için gayret eder. Onun aklına olmadık düşünceler, kalbine de olumsuz duygular sokar.3 Kur’ân-ı Kerîm’de ilk isyan ve küfrün İblis’ten geldiği belirtilmektedir.4 Meleklerin arasında bulunan İblis’in Allah’ın emrine karşı gelerek, Âdem’e secde etmemesi olayında İblîs’in “melek mi, cin mi” olduğu İslâm âlimleri tarafından tartışılmıştır. Zîrâ âyette İblis ile melekler beraber zikredilmektedir.5 Bu âyetten hareketle bazı müfessirler, İblis’in de önceleri bir melek olduğunu (hattâ isminin Azâzil olduğunu), bu isyandan sonra meleklik sıfatını kaybettiğini ve kendisine Allah tarafından farklı özellikler verildiğini iddia etmişlerdir.6 Fakat Kehf Sûresi’ndeki

كاَنَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أمْرِ رَبِّهِ

“O (İblis), cinlerdendi. Rabbinin emrinden dışarı çıktı.”7 şeklindeki âyeti delil alan bazı müfessirler ise, İblîs’in melek değil, cin türünden ayrı bir varlık olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca meleklerin yaratılış özellikleri arasında “Allah’ın emrine karşı çıkmamak ve emredileni yerine getirmek”8 vasfı da bulunmaktadır. O hâlde isyankâr İblîs’in, önceleri melek türünden bir varlık olamayacağı anlaşılmaktadır.9

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Melekler nurdan, cinler ise öz ateşten yaratıldı. Âdem de (Kur’ân’da) size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” buyurmuşlardır.10 Şeytan da cinlerden olduğuna göre, onun da yaratılışı ateştendir. Yine hadîste “Kızgınlık Şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söndürüldüğü gibi, sizden biri kızdığı zaman hemen abdest alsın.”11 tavsiyesi yapılmıştır. Demek ki öfke ve kızgınlığın kaynağı da Şeytandır. Nitekim bu husustaki bir başka hadîs

إذاَ إشْتاَطَ السُّلْطاَنُ تَسَلَّطَ الشَّيْطاَنُ

“Sultan öfkelenip kızınca, Şeytan ona musallat olur (böylece hak ve adaletten ayrılır.)”12 şeklinde nakledilmektedir. Şeytan, Âdem’e secde etmeme sebebini açıklarken “kendisinin ateşten, insanın çamurdan yaratıldığını”13 belirterek, yanlış kıyas yapmıştır. Şeytan’ın bu kıyası kabul edilecek olsa dahi, toprak üretken, ateş ise tüketen yani tahrip olduğu için, müsbet olarak üretken olan imâr (toprak), menfi anlamdaki tahripten (ateşten) daha evlâ olmalıdır. Şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı için meleklerin arasından kovulup sürgün edilmiştir. Ancak o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir.14 Böylece Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır.15 Belki Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının da bir hikmeti olmazdı. Zîrâ, Allah’ın (celle celâlühü) asla günah işlemeyen ve Şeytan’ın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok mahlûkâtı vardır. Dolayısıyla “Neden Şeytan yaratıldı.” diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, birtakım şerlerden dolayı Şeytan’ın varlığı da aynı hikmete mebnidir.16

Allah (celle celâlühü), yarattığı insanların mahiyetlerinde gizli bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak Şeytan’ı çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran Şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. İnsanoğlu, insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmektedir. Zîrâ Hz. Ebû Bekirler böyle yetişmiş, Ebu Cehiller de böyle çoğalmıştır. Dolayısıyla Ebu Cehil’in kendi irâdesinin sevkiyle Cehennem’e sürüklenmesinde Şeytan’ın rolü olduğu gibi, Hz. Ebu Bekir (ra) gibi elmas ruhlu binlerce evliyanın, Cennetlere yükselmesinde de Şeytan’la mücadelenin fonksiyonu vardır. Şu hâlde şer olan, Şeytan’ın yaratılması değil, ona tâbi olup şer fiileri işlemektir. Nasıl ki herhangi bir cinayetin mesulü, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil, cinayeti işleyen kişidir. Aynı şekilde, Şeytan da insanın işlediği şerlerde vasıtadır. Olaylarda Şeytan âdi birer sebep olup, hakikî illet insanın iradesidir. Şeytan, inanmış, iman ve akide açısından kuvvetli, Allah ile irtibatı kuvvetli, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Belki mü’mine vesvese oklarını göndererek bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyleri aklına düşürebilir. O hâlde Şeytan’dan gelen vesveselere karşı da uyanık olmalıyız. Nitekim Şeytan şöyle der: Ben mal sahibine üç şeyde vesvese vermeye çalışırım. Malı helal olmayan yerden edinmesine uğraşırım. Malı hak olmayan yerlere harcatmaya çalışırım. Mala karşı içine sevgi ve muhabbet veririm ki hayır yollarına harcamasın.17 Bunlar Şeytan’ın vazifesi ve vesvesesidir.

Vesvese ve Kaynağı Vesvese, “şüphe, tereddüt, gizli söz, kişinin içinden geçen düşünceler” mânâsında insanı kötü, din ve ahlâk dışı davranışlara yönelten his ve duygulardır. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı Şeytan’dır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Şeytan’ın Hz. Âdem ile Havva’ya verdiği vesvese anlatılırken “Rabbin sizi bu ağaçtan yemenizin yasaklamasının sebebi: (yediğiniz takdirde) iki melek olacağınızdan veya cennette ebedi kalacağınızdandır.”18 şeklinde haber verilmektedir. Görüldüğü gibi vesvesenin ilk kaynağı Şeytan’dır. Zîrâ kendisinin ulaşamadığı Cennet nimetini kıskanarak, insanın Cennet’te devamlı kalmasına razı olmadığı için, insanı vesvese ile kandırmaya ve Cennet’ten çıkarmaya çalışmıştır. Bununla birlikte vesvesenin bir diğer kaynağı ise kişinin kendi nefsidir. Kur’ân’da bu meseleye şöyle değinilmektedir.

وَلَقَدْ خَلَقْناَ الإنْساَنَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine vesveselerini (fısıldadıklarını) biliriz.”19 Buradaki fısıltı, vesvese kişinin gönlünden geçirdiği kötü ve gizli duygulardır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda “Kişinin içinden geçirdiği kötü duygular (şirk, yalan, talan v.s.) fiiliyata dökülmedikçe sorumluluğu yoktur.”20 buyurarak, elde olmayan sebeplerle hatıra gelen düşüncelerden dolayı vebal olmadığını belirtmişlerdir. Sahabe-i kiramdan bazıları Hz. Peygamber’e gelerek, söylemesi dahi günah olan bazı söz ve düşüncelerin zihinlerine geldiğinden bahsetmişler. Peygamberimiz de böyle duyguların Şeytan’dan fısıldandığını ve bunun da imandan kaynaklandığını söylemişlerdir. Demek ki kötü veya günah olan şeyleri düşünmek günah değil, bizzat kötülüğü yapmak günahtır. Böyle düşünceler kalbden inanarak değil, Şeytan’ın fısıldamasıyla meydana gelen vesveselerdir. Vesvese, Şeytan’ın insan kalbini kurcalaması ve hayâl aynasına bir kısım resim ve manzaralar atmasına benzer. Bu da Şeytan’ın insana, bilhassa mü’mine karşı dünyada yaptığı bir oyundur. Çünkü Şeytan, küfür ve dalâlet adına alt edemediği mü’mine karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ okunu kullanmaktadır. Nitekim vesvese kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, bilakis hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Ayrıca Şeytan inanmış, iman ve inanç yönüyle tam, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Ancak kalbini bulandırır ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışır. Şu halde abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere önem verilmemelidir. Şâyet böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz iade edilebilir. Ama devamlı oluyorsa, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvun yıkandığı kabûl edilmeli ve namazın da tamam olduğu kanaatıyla hareket edilmelidir.21 Cebrail (as) Peygamberimiz’e abdesti öğrettiğinde, bevl sızıntısından hasıl olacak vesveselerin önlenmesi için, abdest aldıktan sonra elbisesinin altına su serpmesini emretmişti.22 Zîrâ Şeytan, mü’minde iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet aşkı olduğunu bildiği içindir ki, karşı taarruza geçmektedir. Şeytan’ın yaptığı, fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, cazip ve çekici göstermektir. Şu hâlde gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin mü’mine zararı olmaz. Vesvese, mü’minin gözünde üflemekle uçup giden tüy kadar zayıf olmalıdır. Mü’min Şeytan karşısında ye’se düşüp, “Artık ben mahvoldum!” deyip, mağlûbiyeti kabûl etmemelidir. Bilakis mukavemet göstermeli ve böyle bir şey arız olduğunda, mesela çok kızdığında ayakta ise oturmalı, oturuyorsa uzanmalı veya kalkıp abdest almalı ve iki rekât namaz kılmalıdır.23 Hadîste: “Abdest sırasında vesvese veren bir Şeytan vardır ki adı “el-Velehân”dır. Öyleyse suyun vesvesesinden (uzuvların yeterince yıkanmadığı vesvesesini atandan) kaçının!.”24 şeklinde ikaz edilmektedir. Şu hâlde özellikle abdest ve ibadetteki tereddüt ve vesvese Şeytan’dan kaynaklanmaktadır. Ezan okunduğunda Şeytan’ın kaçtığı, ezan bitince vesvese vermek üzere geri döndüğü ve insanın nefsine (kalbine) girerek falan şeyi hatırla, falan şeyi hatırla diyerek, kişinin kaç rekât namaz kıldığını unutturduğu da haber verilmektedir.25 Demek ki Şeytan namazda dahi musallat olabilmektedir. Bazen de insî ve cinnî şeytanlar vesveseyi şöyle vermektedir: Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyaya gelecek değilsin. Geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve dünya nimetlerinden istifade et!.

İnsî ve Cinnî Şeytanların Vesveseleri Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

 وَكَذاَلِكَ جَعَلْناَ لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَياَطِينَ الإنْسِ وَالْجِنِّ يوُحِى بَعْضُهُمْ إلىَ بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُوراً. وَلَوْ شاَءَ رَبُّكَ ماَ فَعَلوُهُ

“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı.”26 Burada peygamberlere dahi insan ve cin şeytanlarının düşmanlık yaptıkları açıkça beyan edilmektedir. Demek ki Allah’ın en seçkin kulları olan peygamberler, İlâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir. Burada ifade buyuruluğu gibi Allah dileseydi o “insan ve cin şeytanları” düşmanlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah’ın bunları peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. Allah’ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadele gereklidir.27

Hz. Peygambere “Ya Resulallah! Vesveseye müptelayım.” diyen Sahabe-i Kiram’a Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

تِلكَ مَحْضُ الإيمانِ

“Endişe edilecek bir şey yok. O mahz-ı imândır, imânın ta kendisidir.”28 buyurmuşlardır. Çünkü Şeytan kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz, sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Bir gün Peygamberimiz Ebu Zer el-Gıfari’ye “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” deyince Ebu Zer (r.a) hayret ederek “İnsanlardan da Şeytan var mıdır?” demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz de “Evet, vardır (belki de daha şerlidir)” buyurmuşlar.29 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Nâs Sûresi’nde sinsice kötülüğe sürükleyen cinlerin ve insanların şerrinden Allah’a sığınılması öğütlenmektedir.30 Bu sûrede insanların rablerinin de hükümdarlarının da ilâhlarının da sadece Allah olduğu ve yalnızca O’na sığınmak, O’na bağlanmak O’nun hükümranlığını tanımak gerektiği vurgulanmaktadır. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her insanın kendine ait bir cini (şeytanı) bulunduğunu bildirmiştir31 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında “Kocası gurbette olan (yabancı) kadınların yanına girmeyiniz. Çünkü Şeytan, her birinizin içinde, vücudunda kanın dolaştığı gibi (kendini hissettirmeden) dolaşır.” buyurmuştu. Sahabe-i kiram da “Sende de dolaşır mı ey Allah’ın Resülü? deyince, bu defa

وَمِنِّى وَلَكِنَّ اللّٰهَ أعاَنَنِى عَلَيْهِ فَأسْلَمُ

“Bende de (dolaşır), ancak Allah bana yardım etti de onun şerrinden selamette kaldım.”32 buyurmuşlardır. Ayrıca bir başka hadîste

كَلُّ بَنِى آدَمَ يَمَسُّهُ الشّيطانُ يَوْمَ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ إلاَّ مَرْيَمَ وَابْنَهاَ

“Her doğan çocuğa Şeytan mutlaka temas eder. Ancak Meryem ve oğlu (İsa) bundan müstesnadır.”33 şeklinde haber verilerek, Şeytan’ın Hz. Peygamber, Hz. İsa ve annesine (Meryem’e) dokunamadığı belirtilmektedir. “Ömer bir yola girdi mi, Şeytan o yolu bırakır başka yola girer.”34 buyuran Hz. Peygamber, “İnsî ve cinnî şeytanların Ömer’den kaçtığını görüyorum.”35 diyerek, Hz. Ömer’in imanını ve Şeytan’a karşı kuvvetini anlatmaktadır. Demek ki Kur’ân ve marifetullah ile dolu bir kalbe Şeytan nüfuz edemez. Şu hâlde mü’minler Şeytan’ın kışkırtmalarına karşı daima dikkatli ve ihtiyatlı bulunmalıdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir sefer dönüşü ashabıyla gece istirahata çekildiğinde Bilal-i Habeşi’yi sabah namazına kaldırması için nöbetçi bırakmıştı. Hz. Bilal de yorgunluktan uyuyakalınca, güneş doğmuş ve sabah namazı geçmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz:

إنَّ هَذاَ وَادٍ بِهِ شَيْطاَنٌ

“Burası Şeytanlı bir vadidir (Şeytan saltanat kurmuştur)”36 buyurarak, topluca oradan uzaklaşmışlar ve namazlarını cemaatle kaza etmişlerdi. Hikmet-i İlâhî böyle bir hâdise, Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ilk ve son olarak vuku bulmuştur. Şu hâlde her zaman Şeytan’ın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, Şeytan’ın ve Şeytanî hislerin avı ise, evrad u ezkâr, Allah’ı zikir ve O’nunla irtibat, bütün şer kuvvetlere karşı bir kalkandır.

Vesveseden Korunma Yolları Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَإماَّ يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطاَنِ نَزْغٌ فاَسْتَعِذْ بِاللّٰهِ

“Eğer Şeytan’dan bir fit (vesvese) gelip seni dürterse hemen Allah’a sığın.”37 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise:

فَإذاَ ذَكَرَ اللّٰهَ خَنَسَ عِنْدَهُ

“Âdemoğlu Allah’ı zikrettiğinde Şeytan yanından gizlenir, siner.”38 şeklinde haber vermektedir. Şu hâlde Şeytan’ın vesvesesinden emin olmak için öncelikle açıktan zikir olan cemaatle namaz ihmal edilmemeli ve özellikle “nâs” ve “felak” sûrelerine devam edilerek Kur’ân ile irtibat kesilmemelidir. Peygamberimiz

الشَّيْطاَنُ يَهُمُّ بِالوَاحِدِ وَالْإثْنَيْنِ فَإذاَ كاَنوُا ثَلاَثَةً لَمْ يَهُمَّ بِهِمْ

“Şeytan bir veya iki kişiyi aldatmaya yeltenebilir. Üç kişi (cemaat) oldu mu onlara musallat olamaz.”39 buyurmuşlardır. Bir başka rivâyette de:

إنَّ الشّيْطاَنَ ذِئْبُ الإنْساَنِ كَذِئْبِ الْغَنَمِ وَعَليْكُمْ  بِالْجَماَعَةِ وَ العاَمَّةِ وَالْمَسْجِدِ

“Şeytan insanın kurdudur. Tıpkı koyunlara saldıran kurt olduğu gibi (kurt, sürüden ayrılan koyunu yakaladığı gibi, o da cemaatten ayrılanı kollar) Siz cemaatten, sevad-ı azamdan ve camiden ayrılmayın!”40 buyrulmuştur. Cemaat de Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki “sevad-ı azam” denilen büyük topluluklardır. Nitekim vesvese, daha çok kendini can ü gönülden dine vermiş, dizginleri Şeytan’ın elinden koparıp almış, Allah’a (celle celâlühü) karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzûunda da terakki edip saffete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve kabiliyete karşı Şeytan’ın bir kıskançlık ve reaksiyonu olmaktadır. Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan nefisperestlerde olur. Ancak Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma’mur, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevkedemez. Şeytan, hiçbir zaman mü’minin kalbinde Allah’ı (celle celâlühü) marifet ve muhabbetinin, Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’ine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz. Ona ibâdetlerini terk ettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü’min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah’a (celle celâlühü) kurbiyet kazanmakta ve manen yükselmektedir. Bununla birlikte vesvese, hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberek kabul edilmelidir. Tıpkı saat zembereği gibi insanın kalbi de vesveseyle kurulduğu sürece daimâ çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür. Çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. İtikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü’minde böyle bir “Cihad-ı Ekber”i yaptırtan kaynaktır. Bu yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Böyle bir vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Çünkü Kur’ân’da, “Muhakkak, Şeytan’ın hilesi zayıftır.”41 şeklinde haber verilmektedir. Şu hâlde vesvese, bir araya toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer. Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert hâline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiçbir zararı olmaz.42 Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Şeytan sizden herhangi birine gelir de: ‘Bu koca kâinatı yaratan, düzene koyan kim?’ der. Sen de ‘Rabb’im olan Allah’tır.’ dersin. Hattâ sonunda Şeytan: ‘Rabbini kim yarattı?’ der. Şeytan’ın vesvesesi bu hâle gelince, euzu besmeleyi çekerek Allah’a sığının!”43 tavsiyesini yapmışlardır. Bu da itikadî açıdan Şeytan’ın mü’mine zarar veremeyeceğini göstermektedir.

Sonuç Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de Şeytan’ın insana düşman olduğunu belirterek,44 onun peşinden gidilmesini yasaklamıştır.45 Böylece onun kışkırtmalarına ve dürtmelerine karşı uyanık olunması istenmiştir. Şeytan’a karşı en önemli silâh, başta güçlü bir iman; Allah ile irtibat, her türlü dinî ve dünyevî konularda doğru ve yeterli bilgiler ile dinî ve ahlâkî duyarlılık gerekmektedir. Bu donanıma sahip olan insanlar, kendilerini Şeytan’ın kışkırtmalarından koruyacak kudret ve imkânı, Şeytanî baskılara karşı direnecek irade gücünü de kazanmış olurlar. Zîrâ Şeytan son derece kurnazca hileli, aldatıcı yollara başvurarak insanları yoldan çıkaracağına yemin etmiştir.46 Ancak ihlâslı, Allah rızâsını bütün ölçülerin üstünde tutan gerçek dindarları yoldan çıkaramayacağını da özellikle belirtmiştir.47 Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Kim bir kötülük yapmayı içinden geçirir de bunu yapmazsa Allah ona bir tam iyilik (hasene) yazar.”48 buyurarak, Şeytan’ın kışkırtma ve vesvesesiyle meydana gelecek olan kötülükten, samimi ve temiz yüreklilikle vazgeçebilenlere bir müjde vermektedir. Öyle ise, Şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Resûlü ile irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve maneviyatımızı güçlendirmeliyiz. Meselâ, namazda Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğunu hatırlama vesveseyi kesebilir. Keza eûzü besmeleye içtenlikle devam, Şeytan’ın uzaklaşmasına vesile olacaktır.

O hâlde vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Vesveseye hiç önem vermeden, yapılan amel eksik bile olsa, mezhep imamlarından birinin görüşüne uygundur deyip geçmek, vesveseyi ortadan kaldıran en güzel davranışlardan biridir. Meselâ Şafii Mezhebi’nde abdestte niyet ve tertip farz olmakla birlikte, Hanefî Mezhebi’nde Sünnet kabul edilmektedir. Dolayısıyla Şafiî Mezhebi’ne mensup bir kişi abdest aldıktan sonra önceden niyet yapıp yapmadığında tereddüt etse, Hanefi Mezhebi’nde niyetin Sünnet olduğunu düşünerek, vesveseye kapılmadan abdestinin tam olduğu kanaatine varabilmelidir. Bunun için de elbetteki ilim gerekir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem):

فَقِيهٌ واَحِدٌ أشَدُّ عَلىَ الشَّيْطاَنِ مِنْ ألْفِ عاَبِدٍ

“Tek bir fakih (âlim), Şeytan’a bin âbidden daha yamandır (aldatması zordur).”49 buyurarak, marifetle olan ilmin Şeytan’a karşı da muhkem bir zırh olacağı belirtilmiştir. Şu hâlde Şeytan’ın iğvası ve vesvesesi, Kur’ân ve Sünnet bilgisinden uzak olan kimselerde daha fazla görülür. İslâm’ın güzelliklerini ruhunda yaşayan kimselerde ise Şeytan’ın vesvesesi uzun ömürlü olmaz ve zarar vermez.

*Araştırmacı-Yazar msarik@yeniumit.com.tr

Dipnotlar

1. Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 264.

2. Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 70.

3. Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı, I, 295.

4. Bkz. Bakara 2/34.

5. Bkz. Sâd 38/73-74.

6. Bkz. İbn Kesir, Muhtasar, I, 53.

7. Kehf 18/50.

8. Tahrîm 66/6.

9. Bkz. Kurtubi, el-Cami li ahkâmi’l-Kur’ân, I, 294.

10. Müslim, Zühd, 60.

11. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 226.

12. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 226.

13. Bkz. Araf 7/12.

14. Bkz. A’râf 7/11-17.

15. Bkz. En’âm 6/112.

16. M. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, I, 199.

17. Bkz. Gümüşhanevî, Ramuzu’l-ehâdis, II, 332.

18. Araf 7/20.

19. Kâf 50/16.

20. Müslim, İman, 201.

21. Bkz. Mevsilî, el-İhtiyar, I, 11.

22. Bkz. İbn Mace, Taharet, 57.

23. Bkz. Tirmizi, Fiten, 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 226.

24. Tirmizi, Taharet, 43.

25. Buhari, Ezân, 4.

26. En’am 6/112.

27. Bkz. Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, II, 361.

28. Müslim, İmân, 211.

29. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 178.

30. Nâs 114/1-6.

31. Darimi, Rikak, 25.

32. Tirmizi, Rada, 17; Benzer rivâyet Müslim, Münafıkun, 70.

33. Buhari, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil, 147.

34. Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 22.

35. Tirmizi, Menakıb, 18.

36. Muvatta, Vukûtu’s-salat, 26; Benzer rivâyet için bkz. Müslim, Mesacid, 309.

37. A’raf 7/200.

38. Bkz. Suyuti, Fethu’l-Kebir, II, 185.

39. Muvatta, İsti’zân, 36.

40. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 233.

41. Nisa, 4/76.

42. Bkz. Gülen, M. Fethullah, İnancın Gölgesinde, I, 210.

43. Müslim, İman, 214.

44. Fâtır 35/6.

45. Bakara 2/168.

46. Bkz. Hicr 15/40.

47. Bkz. 38/83.

48. Buhârî, Rikak, 31.

49. İbn Mace, Mukaddime, 17.

DEVAMINI OKU
TABİAT KANUNLARINI NASIL ANLAMALIYIZ

Tabiatın mahiyeti apaçık bilindiği hâlde, onu, olduğundan farklı göstererek, nesillere yaratıcı bir güç gibi takdim etmek, ilimlere karşın bir muaraza ve her biri başlı başına harika birer sanat eseri olan şu dünya sergilerindeki bütün antika eserleri de tahkir sayılır. Tabiat Kanunu Nedir? Tabiat kanunu nedir? Materyalist bir bakış açısıyla bu sorunun cevabı Foulguié’nin Felsefe Sözlüğü’nde ‘tabiatta ve nesnelerde mevcut olan emredici kural’ şeklinde verilir. Yine aynı sözlükte kozalite açısından tabiat kanunu, ‘sebep ile sonuç arasındaki nedensellik ilişkisi’ olarak görülür.1

Materyalist filozof ve bilim adamları, belli olaylar ve özellikler arasındaki münasebetleri zorunlu olarak görmüşler ve kullandıkları önermelerde bu zorunlu gördükleri ilişkileri ‘tabiat kanunu’ olarak ifade etmişlerdir. Sonra da önermelerindeki bu ifadeye dayanarak olaylar arasındaki ilişkilerin illiyete dayalı tabiat kanunu olarak nitelendirilmesini tartışmasız olarak kabul etmişlerdir. Bunu, tümdengelime dayalı bir argümanın öncüllerinden çıkarılan bir hükmün zorunluluğuyla özdeş veya ona benzer zorunlu bir bağ olarak yorumlamışlardır.

Ne var ki illiyete dayalı ‘tabiat kanunları’, olanın neden öyle olduğunu asla açıklayıcı değildir. Zîrâ, ‘tabiat kanunları’ dediğimiz bu tekdüzelikler ancak olanı tasvir edebilirler, gözlemlenen olayın varoluş sebebiyle ilgili bir bilgi vermezler.

Bu noktada materyalist bilim adamlarının yanılgısı, ‘ne’ sorusunun cevabı olabilecek gözlemlerini, ‘neden böyle’ sorusunun cevabı imiş gibi kabullenip bir hüküm çıkartmalarıdır. Bu ise varlık hakkında bir enformasyon değil, bir ‘yorum’dur. Şu hâlde, ispatlanamayan böyle bir bilimsel açıklama bir ön yargıdan başka bir şey değildir. Kur’ân’ın terminolojisini kullanırsak bu sadece bir ‘zan’dır.

Bilimler, varlıklarını eşyadaki düzenli akışa (kanunlara) borçludurlar.2 Eşyanın yaratılışındaki düzen, Yaratıcı’nın eşyayı yaratış biçimidir. İnsanlar bu düzeni kavrayarak Yaratıcı’nın yaratış biçimine yaklaşırlar. Bu yaratış biçimi bütün varlığın düzenini belirler. Kâinatın düzeni veya tabiat kanunları dediğimiz şey, bu yaratış biçiminin görüntüsüdür, yoksa belirleyicisi değil. Yani, eşya belli bir biçimde var edildiği için tabiat kanunları vardır; tabiat kanunları var olduğu için eşya belli bir biçimde var oluyor, değildir.

Yaratılışta carî bir nizam (tekdüzelik) vardır; fakat bu, tam anlamıyla öngörülemez, çünkü bunun –Allah’ın emri ve iradesi hâriç- bundan sonra da aynı şekilde olmasını gerektiren hiçbir şey yoktur. Yaratılış, Allah öyle irade ettiği için tekdüzedir; daha da ötesi, yaratılışta, Allah’ın başka bir şekilde değil de, bu şekilde yaratmasını zaruri kılacak hiçbir şey yoktur. Varlığın düzenlilik içinde devam eden işleyişi, ancak ve ancak mutlak irade, ilim, kudret, hikmet ve rahmet gibi sıfatlara sahip bir Yaratıcı’nın doğrudan idare ve tasarrufuyla izah edilebilir, zîrâ mevcudatta tezahür eden bütün küllî fiiller, her şeyi ihata eden bir kudretin tecellileri olduğunu göstermektedir.

Bugün her şeyi maddede arayan materyalist araştırmacıların elinde bilim, yalnızca doğrudan doğruya gözlemlenen şeyin tasvirini yapmakla yetinmez; gözlemlenen olgularla ilgili ispatı yapılamayan tahminî açıklamalara da gider. Esasında bilimin görevi, olaylar arasındaki illet ve sonuç ilişkisini keşfetmeye çalışmaktır. Diğer bir ifadeyle, ilmî verileri toplamak sonra da bu verilerden hareketle varlıkta Allah’ın koymuş olduğu kuralları tespit etmektir. Ne var ki, söz konusu materyalist araştırmacıların bilimsel gayretlerinin odağında, ‘gördükleri düzenli akışı olaylardan sorumlu ‘zorunlu illetler’ olduğunu ileri sürmek’ gibi bir mârifeti(!) vardır. Yaratıcı’yı tanımak ve kabul etmek istemedikleri için, O’ndan bu şekilde kurtulmuş olabileceklerini düşünürler. Ancak tek bir Allah’ı kabul etmekten kaçındıkça, sonsuz ilâhları kabul etmek zorunda olduklarını görmezler.3

Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi sebeplere vererek (yatay olarak) değerlendiren materyalist filozof ve bilim adamlarına mukabil İslâm kelâmında bu ilişki Tevhid inancının gereği olarak doğrudan Müsebbibü’l-esbaba verilmiştir. Meselâ İmam Maturidî (ö.333/944) şöyle der: Eşyanın düzene kavuşması her şeyi yerli yerine koyan hakîm ve alîm bir varlık sayesinde olmaktadır. Eşyaya/nesnelere ait tabiatlar (özellikler) için de bu durum aynen geçerlidir. Hattâ bu tabiatlar hakkında evleviyetle geçerlidir, çünkü onlar zıt özellikler taşırlar, bu da aralarında uyumsuzluğun doğmasına sebep bir durumdur. Ancak varlıkta dâimî bir uyum görülmektedir. İşte mevcutlar arasında gözlemlenen bu uyum/âhenk ve onun devamlılığı, hiç şüphesiz ki, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve hükmü her şeye geçen (Kâhır) bir idare edicinin (Müdebbir) varlığına delâlet etmektedir.4

Yeniden vurgulamak gerekirse tabiat kanunları, insanların okuyup anlamlandırabileceği şekilde eşyanın düzenli bir tarzda Allah tarafından yaratılıp devam ettirilmesidir. Keza, tabiat kanunları, eşyanın varoluşunun sebebi değil, sonucudur. Yani, maddeyi ve hareketleri doğuran, kanunlar değildir, aksine, kanunlar var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar. Bilim dalları da bu kanunların sonucudur; onlar var olduğu için bilimler vardır. H. Pagels’in ifadesiyle, ‘..evren kodlanmış, kozmik kodla yazılmış bir mesajdır ve bilim adamlarının görevi bu mesajın şifresini çözmektir.’5

Gerek geçmişte gerekse bugün ‘sebep ve sonuç arasında zaruri bir bağın bulunmadığını’ anlamalarına rağmen bir kısım filozof ve bilim adamı yaratıcı gücün varlığının zorunlu oluşunu bir türlü kabullenememişlerdir. Meselâ determinizmin artık bir anlam ifade etmediğini kabullenen Nobel fizik mükâfatı sahibi Richard Feynman bunlardan birisidir. O şöyle der: “Size tabiatın ne şekilde davranacağını anlatacağım. Onun bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, onu çok sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli olarak ‘ama bu nasıl olabilir’ diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. (Doğanın) neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor…”6

Öyle görünüyor ki R. Feynman gibi filozof ve bilim adamlarının bir noktadan sonra ötesine adım atamamış olmalarının temelinde, ön yargılarının şekillendirdiği şartlanmalar ve de nefsanî duyguların baskısı gibi saikler yatmaktadır:

Birinci olarak, varlığın meydana gelişini ele alırken, ‘müteal/aşkın bir boyut, rasyonel değildir’ diyerek teorilerini kuranların, böyle bir boyuta ulaşan muhtemel bütün yolları ‘rasyonel değildir’ diyerek baştan kapatmaya kendilerini mahkûm bırakmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu itibarladır ki Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın yaratılışını anlamlandırabilecek olanların ancak, şartlanmışlık ve nefsanîliklerle fıtrî ayarı/dengesi bozulmamış temiz kalb/akıl sahipleri (ulü’l-elbâb) olabileceğini bildirir: “Semavatın ve arzın yaratılışında (varediliş biçiminde), gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip-gidişinde ulü’l-elbâb için gerçekten âyetler (açık işaret ve anlamlar) vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

İkinci olarak, inkârcı bilim adamlarının, varlığın işleyişini tesadüfe dayalı zorunlu illetlerle yorumlamalarının temelinde hesaba çekilme kaydından kurtulma ve yükümlülüklerden kaçma gayreti söz konusudur; eğer kanunlar tesadüfen ortaya çıkıp sebep-sonuç münasebetiyle zaruret hâlini alarak devam ediyorsa, o zaman insan, davranışlarından niçin ve kime karşı sorumlu olsun? Açıktır ki nefsanî sâiklerden kaynaklanan böyle bir düşünce başlangıcı tesadüfe dayalı bir determinizm fikrini zihinlere rahatlıkla yerleştirebilmektedir. Şu hâlde bu düşüncenin mantığını aramak gerekmez, çünkü bu bir istektir. Kur’ân, inkârcıların düşünce dünyalarını şöyle dile getirir:

“Onlar yalnızca zanna ve nefislerinin hevâlarına/arzularına uymaktadırlar.” (Necm, 53/23) “Eğer onlar senin bu çağrını kabul etmezlerse bil ki onlar sadece hevâlarına uymaktadırlar.” (Kasas, 28/50)

Bu âyetlerin ışığında inkârcıların arzuları şöylece özetlenebilir: İnsan serbest olsun, istediğini yapsın, iyi-kötü, sevap-günah gibi şeyler olmasın, tesadüfen gelinen dünyada rastgele yaşanıp rastgele çekilip gidilsin.

Kanun-Mucize Münasebeti Kelime olarak, ‘acz’ kökünden7 gelen mucize, genel anlamda, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı olay8 olarak tarif edilir. Buna göre, kâinatta gözlemlediğimiz her bir varlık, her şeyi bir düzen içinde yapan ve yürüten Allah’ın bir mucizesidir. İnsan dâhil hiçbir sebep yüce Yaratıcı’nın kurduğu düzenden bağımsız olarak bir şeyi meydana getiremez.

Aslında, insanın çevresinde meydana gelen olaylar, yani hayatın kendisi mucizeler kümesidir. Fakat her şey âdet hâline geldiğinden, insan, bütün bu olayların insanı âciz bırakan birer mucize olduğunun farkına varamaz. Sözgelimi insanın kendisi, bizatihi bir mucize olduğu gibi, ondaki akıl, bir mucize, kan dolaşımı, sinir sistemi vs. hepsi ayrı bir mucizedir. Ne var ki zihnimiz, düzen içerisinde gözlemlediği olayları ‘sıradan olaylar’, bildiği düzenin dışında gördüğü olayları ise, ‘mucize’ olarak düşünür. Oysa her zaman gördüğümüz için ‘sıradan’ diye adlandırdığımız olaylar da birer mucizedir.

Kur’ân-ı Kerim’de ‘âyet’ lafzı, gerek olağan, gerekse olağan dışı her bir kevnî olayı içine alabilecek bir anlama sahiptir; kâinatta -alışılmış olsun veya olmasın- görünen her tür olay haddizatında O’nun ilim, irade, kudret vb. sıfatlarını gösteren birer âyettir. Nitekim Mekkelilerin, peygamberden -önceki peygamberler gibi-, kendi iddiasını desteklemek için, mucize anlamında âyetler getirmesini istediklerinde, Kur’ân çok kere buna cevap olarak kâinatta birbiri ardınca düzenli olarak vukû bulan olayları hatırlatır.

Eşya ve hâdiseleri vahyin ışığında seyredemeyen bir insan ülfet ve alışkanlıklarının etkisi altında bu âyetlerin mucizelik yönünü unutur ve mucizenin sadece alıştığı ve gördüğü şeylerin tersine meydana gelen veyahut bunların değişmesi şeklinde ortaya çıkan şeyler olduğunu zanneder. Öyle ki, insanlar yanlışlıkla tabiat olaylarının ortaya çıkışını sadece tabiî sebeplere dayandırmaları sebebiyle orada Allah’ın irade ve kudretini göremez olurlar, ancak harikulâde (tabiatüstü/olağan dışı) bir mucize vuku bulduğu zaman, bunun hakiki Fâil’inin Allah olduğu konusunda en ufak bir şüpheye düşmeden kabul ederler. İşte Yüce Yaratıcı, gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, gerekse zihinlerin sebepler ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için zaman zaman farklı (istisnaî) icraatlarda bulunur ki, biz bunları mucize olarak adlandırırız. Allah, bu harikulâde âyetleriyle, bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır.

Evet, insan zihni alışık olduğu, kendisine tanıdık gelen bir şey gördüğünde onu sebeplerle açıklar ve sebeplerle açıklayabildiği için de söz konusu hâdiselerin vukuunu kolaylıkla onlara (sebeplere) verir. Orada âdeta Allah’a ihtiyaç duymaz ve olayın mucizevî boyutunu görmez. Yani zihne, sadece olağandışı/garip şeyler mucizevî gelir; böylesi bir olayı bildiği, alışık olmadığı sebeplerle açıklayamadığı için de onu tereddütsüz Allah’a verir. Oysaki temelde her şey bir mucizedir, ancak, her şeyin bir mucize oluşunu, yani bütün sebeplerin o şeyi vücuda getirmede âciz kalışını, zihnin, o şeylere âşina oluşu ve alışkanlıkları perdeler.

Esasında mucize kavramı/deyimi Kur’ân’da ve hadîs­lerde geçmemektedir. Bu mânâyı ifade için Kur’ân ve hadîs rivayetlerinde ‘âyet’ ve ‘burhan’ kelimeleri kullanılmıştır. Bunun gibi erken dönem hadîsçileri de ‘delîl’ ve ‘alâmet’ tabirlerini tercih etmişlerdir. Fakat zamanla kelâm kitaplarında mucize kelimesinin yaygın bir isim hâline geldiği görülmektedir.

Kelâm âlimlerinin sadece Allah’ın olağandışı icraatları için ‘mucize’ kavramını kullanmaları, teknik bir zaruretten olsa gerektir. Nitekim onlar ‘âyet’ kelimesinin yerine koydukları mucize için ‘âdet dışı/üstü bir iş’ anlamında ‘emrun hârikun li’l-âdet’ ifadesini kullanmakla9 her iki olayın da Allah’a ait bir iş olduğuna işaret etmiş olmaktadırlar.

Şimdi -sırf bu noktadan hareketle- mucizeyi şöyle tarif edebiliriz: Mucize, peygamberlerin sıdkını ve vahyin sıhhatini desteklemek için, Allah’ın tabiatta yürüttüğü akışı, mutad olandan farklı bir şekle intikal ettirmesidir.

Kanunların Varlık Hikmeti Kevnî kuralların varlık hikmetini maddeler hâlinde ele almadan önce, ‘kanun’ kavramından ne anlamamız gerektiğine değinmemiz yararlı olacaktır. İlgili başlık altında da önemle ve ısrarla vurguladığımız üzere, kanun, eşya ve olayların Yaratıcı tarafından sebep-sonuç çizgisinde düzenli bir silsile halinde varlık sahasına çıkarılıp devam ettirilmesinin bize akseden görüntüsüdür. Kısa bir hatırlatmadan sonra şimdi varlığın kanunlarla idare edilmesinin hikmetine geçebiliriz.

Allah’ın, insanların istediği sonuçları doğrudan değil de, sebep-sonuç ilişkisine dayalı belli kanunlara/kurallara bağlı olarak yaratmasının elbette ki hikmetleri vardır. Biz bilebildiğimiz kadarıyla birkaç tanesini zikretmek istiyoruz:

a. Yüce Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, isimleri/unvanları itibariyle Kendisini daha yakından tanıyabilelim diye koymuş olduğu kuralları, sebep-sonuç düzeninde yürütmeyi dilemiştir. Unutulmamalıdır ki, Yaratan’ın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, çünkü O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (İnnellahe ğaniyyun ani’l-âlemîn). (Bkz., Al-i İmran 3/197; Ankebut 296; Lukman 31/26; Hacc 22/64) Ancak, O’nun nasıl yarattığını anlamak için bizim sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilen bir yaratılış şekline ihtiyacımız söz konusudur. Nitekim bu maksada yönelik olsa gerektir ki, Kur’ân, dikkatlerimizi daima yüce Yaratıcı’nın hayat verme ve yaratma gibi fiillerine çevirir: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Ölümünden sonra, arza nasıl hayat verdiğine (bir bak)” (Rûm 30/50); “Allah’ın, yaratma işini nasıl başlattığına ve sonra onu nasıl tekrarladığına bir bakmazlar mı?” (Ankebût 29/19)

b. Kanunlarda tedrîcilik söz konusudur. Bu ise insana İlâhî san’atın azamet ve inceliklerinin safha safha görülüp seyredilmesi imkânını sunar.

c. Kanunlar, düzenlilik ve süreklilik arz eden kevnî icraatlar olması cihetiyle, insana yaşadığı âlemde nasıl adım atması gerektiği hususunda sağlıklı bir fikir verir. Aynı zamanda bu kanunlar, istediği bir sonuca nerede ve nasıl ulaşacağı konusunda ona güven ve huzur verir. Bu da insanlar için şükrü gerektiren bir durumdur. Nitekim Rahmân Sûresi’nde, Ay ve Güneş’in belli bir hesapla/düzenle hareket ettirildiğine, semanın belli bir mizanla/ölçüyle yükseltilip konumlandırıldığına ve arzın bitki ve canlı varlıkların istifadesine uygun biçimde dizayn edildiğine dikkat çekildikten sonra şu cümleye yer verilir: “Şu hâlde, Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlayabilirsiniz.” (Rahmân, 55/5-13)

d. Kanunlarla ilgili olarak vurgulanması gereken bir nokta da şudur: Fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için de kanunların varlığı gereklidir. Şöyle ki insanoğlu var olduğu günden beri, merak ve ilgisini belli bir ölçü ve düzen içerisinde yaratılan madde/eşya üzerinde yoğunlaşmaya vermiştir; bunun neticesi olarak da şifrelerle yaratılan varlığın sırlarını deşifre ederek açığa çıkmasına vesile olmaktadır. Neticede medeniyet ve teknoloji denilen şeyler, onun bu gayretleriyle günümüzdeki seviyesine ulaşmıştır. Hâlbuki işin başından her şey kuralsız/şifresiz olarak yaratılmış olsaydı, merak ve tecessüs kalmayacağından araştırma ve incelemeler de olmayacak ve insanlar dünyadan gelip-geçme sıralarını savmaya çalışacaklardı. Bir diğer ifadeyle insan, doğduğu gün, öleceği günü beklemekten başka bir işi olmayan bir varlık olacaktı. Bundan anlıyoruz ki varlığın sebepler ve kanunlarla idare edilmesi, insan istidadının inkişaf ettirilmesi ve onun imtihanıyla yakından ilgilidir. Yüce Yaratıcı dileseydi, varlığı kanunlara bağlı olarak idare etmeyebilirdi. Sözgelimi, O bize, ‘yer çekimi’ olarak isimlendirdiğimiz ‘yere indirim kanunundan’ hiç söz ettirmeyebilirdi; isteyene istediği zaman, boşlukta istediği sürat ve şekilde dolaşma imkânı verebilirdi. Veya dünyaya gelmesi istenilen bir çocuğun teşekkülü için, mücerred bir istemeyi/duayı şart koşardı da insan çocuğu kapısının önünde hazır bulabilirdi. Ancak bu durumda, beşerin zihnî ve iradî gayretleri, bilgi ve ilgi kaynakları kurumuş olurdu.10

Ayrıca Yaratıcı’nın düzenli icraatlarının adı olan tabiat kanunları taklit edilmeye açık durumdadırlar. Sözgelimi, belli bir süre ve tavuğa ait belli bir sıcaklık altında yumurtadan civcivin var oluşunu gören insanoğlu bunu aynen taklit etmiştir; bilinen bu belli süre ve belli sıcaklığı yumurtaya uygulayan ziraatçılar tavuk olmaksızın civcivin elde edilmesine –bi iznillah- muvaffak olmuşlardır. Yani ilimlerin gelişmesi de varlıktaki Allah’ın koyduğu kanunları keşfedip teknolojiye dönüştürmekten ibarettir.

Sonuç Allah’ın eşyanın akışından sorumlu kılmak üzere ‘kanun’ isimli yaratmış olduğu bir varlık yoktur. Kanunlar, sadece olayların cereyan ediş şeklinin tasviridir. Yani bizim ‘kanun’ dediğimiz şey, yüce Allah’ın eşyayı düzenli bir devamlılık içinde yaratma ve yarattığını devam ettirme usulünden başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle, kanun, her an hükmünü icra eden sübhanî âdetin sebep-sonuç çizgisi içinde bize yansıyan görüntüsünden ibarettir. Kelâmcıların ifadesiyle bu âdetullahtır. Allah bu kanunlarla insanlara yol gösterir ve onların bu kurallara uygun hareket etmesini ister.

*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi yozturk@yeniumit.com.tr

Kaynakça Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, İstanbul 1998. S. Hayri Bolay, E. Boutroux’ta Zorunsuzluk Fikri, MEB., İst. 1999. H. Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, Ülken yay. 1983. Ebu Mansur el-Maturîdi, Kitabu’t-Tevhîd, İstanbul 1979. Heınz R. Pagel, Kozmik Kod II, (çev. N. Bahar), İst. 1993. Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak yay. Ankara 2000. M. F. Gülen, İnancın Gölgesinde, Nil yay. İstanbul 1996. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1996. N. es-Sabunî, Maturîdiye Akaidi, (çev. B. Topaloğlu), Ankara 1991. S. Taftazanî, Sa’düddin, Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1989. Seyyid Ş. el-Cürcanî, Şerhu’l-Mevakıf, (nşr.: eş-Şerif er-Radî), Matbaatu’s-Seâde, ts.

Dipnotlar 1. Bolay, Boutroux’ta Zorunsuzluk Doktrini, s.143 (P. Foulguié-R. SaintJean, Dictionnaire de la Langue Philisophique, s.423-414’den naklen) Ayrıca bkz., Ülken, Bilim Felsefesi, s. 4-7. 2. Kanun belirli ve devamlı bir münasebeti ifade eder; onda bir plan, program ve nizam vardır. Bu itibarla ilimler, daima kanunlarla meşgul olur; tesadüfleri meşguliyet sahasına almaz ve onlarla uzaktan yakından ilgilenmezler. Zira, tesadüf kanunla zıtlaşmanın adıdır, bir diğer ifadeyle, tesadüf gelişigüzelliğin ve başıboşluğun adıdır. 3. Geniş bilgi için bkz. Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, s. 67-73. 4. Bkz., el-Maturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.117. 5. H. Pagels, Kozmik Kod II, s. 159. 6. R. Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, ,s.151. 7. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 369. 8. Bkz., es-Sabunî, Maturidiye Akaidi, s.105. 9. Bkz., et-Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, V, 11; el-Cürcanî, , Şerhu’l-Mevakıf, VIII, 223. 10. Geniş bilgi için bkz. M.F. Gülen, İnancın Gölgesinde, I, 26-33.

DEVAMINI OKU
BİR DİL BELÂSI: CİDAL

Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir. Konuşma kabiliyeti, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüklerinden biridir. İnsan bu kabiliyeti ile diğer varlıkların üstüne çıkar ve yeryüzünün halifesi mukaddes bir varlık hüviyeti kazanmış olur. Bu nimet sayesinde bir fert Allah’a ubudiyetini en kâmil mânâda ifade etmeye çalışır; temsil keyfiyetinin hemen sonrasında tebliğ vazifesini îfa eder; yaptığı tesbihat, tahmidat ve tekbiratla zikrin en mükemmelini dillendirir ve neticede insanın dilinde gülşenler açar. Aristo, her ne kadar insanın özünde potansiyel olarak mevcut bulunan eşref-i mahlûkat olabilme hasletini alt derekelere düşürürcesine, onu hayvan-ı nâtık olarak vasıflandırsa ve benliğindeki kıymeti tam mânâsı ile teslim edemese de ondaki konuşma özelliğine vurgu yapar ve öteki varlıklardan ayırt edici bir vasıf olarak mevcudiyetinde bulunan beyan becerisini öne çıkarır. İnsanın konuşması onun düşünmesini de tazammun eder; zîrâ bir fert, “ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor demektir.”1 Bu sayede o, hak ve hakikate tercüman olduğunda tekellüm ve tefekkür buudları sayesinde öteki yaratılmışlar karşısında üstünlük kazanır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşsiz vasıfları arasına “bürhan-ı nâtık”2 olmasını eklerken Kur’ân-ı Kerîm kelimeleri için de “melek-i nâtık”3 tavsifinde bulunur ki, bu tanımlamalar Efendimiz’in ve Kur’ân’ın konuşan, kâinatı anlatan, kevn ü mekânı açıklayan, ebedî âlemin sırlarını beyan eden en büyük deliller olduğuna işaret eder.

Allah insanı yaratmış ve ona beyanı, güzel söz söylemeyi öğretmiştir (Bkz. Rahmân Sûresi, 4) ve insan da dünden bugüne fikirlerini, inançlarını, duygularını hep konuşarak dışarıya yansıtmıştır. Fertler dildeki maharetleri ve beyan güçleri vesilesiyle nice “mamureler meydana getirmiş, söz ibrişiminden dantelâlar örgülemiş ve kelime cevherlerinden ne eşsiz gerdanlıklar tanzim etmişlerdir”4; etmişler ve dilin yaratılış keyfiyetini algılayarak; bu kavrayışa uygun şekilde dillerini tam kullanılması gerektiği biçimde değerlendirmişlerdir. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) şimdiye kadar gelmiş bulunan ve bundan sonra da gelecek olan dil üstadlarının sultanı ve baş tacıdır.

Belâgatin ve talâkâtin pîr-i mugânı ve şem-i tâbânı olan Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) her konuda olduğu gibi dilin en münasip şekilde istimali konusunda da rehber-i ekmeldir. O, bir cevâmiü’l-kelim’di5; üslûbunu tam yerli yerinde istihdam eden bir söz ve beyan sultanı idi; kelimeleri büyük bir derinlikle, dili dupduru bir halâvetle seslendirirdi; ifadeleri her zaman özlü bir desendeydi; sözleri hep kudsî bir gayeye matuf, kelimeleri de her dâim birer hikmet ışıltısı idi. Sözlerinden süzülen lâl-ü güher beyan neşideleri muhataplarına birer bahar esintisi yaşatır ve dinleyenlerin kalbleri O’nun hitabeti ile tomurcuklanırdı. O pırıltılı âb-ı hayat kaynağından nebeân eden billur nağmeler kalb yamaçlarında nurdan bir menşûr oluşturur ve o prizmadan süzülen latif, nazif ve fasih lisanla zümrüt yamaçlarda goncalar açardı. O (aleyhi ekmelüttehâyâ), hikmetin lisan-ı fasihi idi: kendisine tevcih edilen her meseleyi tam bir rasanetle çözüme kavuşturur; nezih ve muslih lisanı ile müşkillerden ve mübhemlerden muzdarip gönüllere, onları mahcup etmeden, kimseyi kırmadan ve vicdanları incitmeden huzur ve itminan soluklardı.

Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanan ve kendi hayat çizgisini O’nunki ile bütünleştirmeye çalışanlar için dil, insanı ulaşılması çok zor noktalara taşıyabilecek bir nimet, onu âlâ-yı illîyyîn-i kemâlâta çıkarabilecek bir zinet olabileceği gibi; bu kavrayıştan uzak duranlar için bir nikmet ve onu esfel-i sâfilîne düşürecek bir musibet de olabilir. Nitekim, Ebu Said el Hudrî, Efendimiz’den, “Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları, dile temenna edip: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zîrâ biz sana tâbiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz; sen sapıtırsan biz de sapıtırız’ derler.”6 hadîsini naklederken dilin nelere sebep olabileceğini takrir etmektedir. Bu anlamda istikametini yitirmiş dil alîllerinin müptelâ olduğu bir kısım tedavisi güç hastalıklar onlarda onulmaz yaralar açacak ve toplumda telâfisi zor sarsıntılar oluşturacak bir hüviyettedir. Yalan, iftira, kovuculuk, alay ve istihza ya da gıybet ve tenkit gibi insanın mukaddes kişiliğini zedeleyen bu illetlerden biri de hiç şüphesiz cidaldir.

Dildeki Yara: Cidal Cidal, lügat olarak ce-de-le kökünden gelir ve sağlam olmak, sert olmak, ipi sağlam bükmek, örgüyü iyi düğümlemek gibi mânâlar içerir; bu asıllardan mülhem cedelleşmek, husumeti şiddetli olmak, şiddetli kin gütmek ve tavizsiz nefret etmek anlamlarına gelmektedir. Arapçada cidal, mirâ veya muhasama gibi sözcüklerle tarif edilmek istenen mefhum Türkçede, sözle mücadele, ateşli konuşma, niza, kavga7; münazara, münakaşa, tartışma ya da cedelleşme8 gibi kelimelerle tarif edilir. ‘Cidal’ kelime itibariyle; başkasının sözüne itiraz edip onunla mücadeleye tutuşmak, galip gelmek için gerekirse içindekinin aksini söylemek, yersiz ve hedefi belirsiz tartışmalara girişmek, sürekli başkalarıyla uğraşmak, söz kavgası yapmak ve üstün görünmek için çekişip durmak gibi anlamlar ihtiva etmektedir.

Kavram, bir mantık terimi olarak “meşhur olan (meşhurat) ve doğru kabul edilen (müsellemat) öncüllerden oluşmuş kıyas” şeklinde; felsefe ve kelâmda ise “bir düşüncedeki çelişkileri tartışarak gösterme sanatı” biçiminde tanımlansa9 ve sözcük anlamı olarak da kendi çağrışım alanı içerisinde ciddi uğraş vermek, mücadelede bulunmak, yoğun çaba sarf etmek gibi fiiller barındırsa da bizim burada ele almak istediğimiz konu; dilin, yaratılış gayesine uygun düşmeyecek bir yolda sarf edilmesi olacaktır. Nitekim, “Kur’ân’da gerçek bilgiye ve kesin delile dayanmayan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermek suretiyle hakikati reddetme ve bâtılı savunma amacına yönelik tartışma yasaklanmış, buna karşılık kesin delil ve gerçek bilgiden hareketle yanlış fikirleri çürütme ve gerçeği ispat edip savunma maksadıyla yapılan tartışmalar caiz görülmüş”tür.10 Bu anlamda İslâm, memduh ve meşru cedeli takdir ve tavsiye ederken böbürlenmeye, kendini temize çıkarmaya ve farklı fikirleri tümüyle reddetmeye sebep olan cidali çirkin bir ahlâk ve kötü bir huy olarak kabul etmiştir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), bir hadîs-i şerîflerinde “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.”11 buyurarak cidalin ve münakaşanın bir toplumu doğru yoldan ve itidalden uzaklaştırabileceğini; uhuvveti dağıtıp, fertler arasında gerçekleştirilmesi arzulanan kardeşlik bağlarını zayıflatacağını haber vermiş ve ihtilafa yol açacağı mevzuunda ikazlarda bulunmuşlardır. Bu zaviyeden dünya çapında bir uhuvvet ve kardeşlik remzi olan hacda yapılması sakıncalı bulunan işlerden biri de cidaldir. (Bkz. Bakara Sûresi, 197)

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Mârifet­nâ­me’sin­de “Dilin Âfetleri”12ni sıralarken, çekişmekten ve münakaşa etmekten bahsettiği gibi; İmam Gazzali Hazretleri de İhya’da “Âfâtü’l-Lisan” bölümünde nefsin dili kullanarak yaptığı iki kötülüğü anlatır ki, bunlar münakaşa esnasında bir kişinin, “ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etme ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etme hevesi”13 olduğunu belirtir. İnsanın, benliğinde bulunan gururdan ve tahrip etme isteğinden ötürü dilini, heva ve hevesleri yörüngesinde kullanması onun nefsine boyun eğmiş olmasının bir alâmetidir ve cidal yaparak bu iki kötü hasletini desteklemiş ve takviye etmiş olmaktadır.

Fethullah Gülen Hocaefendi ise, cidal ve nizâın yol açtığı tehlikelere şu şekilde dikkat çekmektedir:

Bu şekilde cereyan eden hemen bütün tartışmalarda, böylesi fikir düellosuna iştirak eden herkesin bir kısım ön kabulleri vardır ve münazırlar, herhangi bir hakikatin tebellüründen daha ziyade ne yapıp yapıp kendi mülâhazalarını karşı tarafa kabul ettirmenin mücadelesini vermektedirler. Öyle ki, bu hususta ölesiye bir gayret sarf eder; yer yer kelime ve mantık oyunlarına girer; hasımlarını ilzam etme, mahcup düşürme… gibi yakışıksız şeylere başvurur ve hakikate karşı hep kapalı dururlar. Hakikatin/hakikatlerin ortaya çıkmasından daha çok, karşı tarafın düşünce, ifade ve felsefesine zıt şeyler üreterek musâhabeyi bir cidal, bir mugalâta ve diyalektiğe çevirirler ki, artık münazırlar satranç oynuyormuşçasına birbirini mat etme ve devre dışı bırakma (diskalifiye) mülâhazasıyla hareket eder ve bütün gayretleriyle böyle bir düşünce üzerinde yoğunlaşırlar. Bu tür bir musâhabeye ise kat’iyen münazara denmez; dense dense ona zihnî ve fikrî özürlülerin tartışması denir.14

Cidalin yapıldığı yerde olumsuz bir hava oluşur, hakperestlik değil nefisperestlik hâkim olmaya başlar. Artık belli bir tahammül seviyesinden sonra insanlar birbirlerini dinlemekten vazgeçer ve taraflar kendilerinin mutlak doğruluğunu ortaya koyabilmek için türlü türlü yalanlar, aldatmacalar, realitenin çok ötesinde abartmalar ve hilâf-ı vâki beyanlarla meşru/gayrimeşru ayrımına girmeksizin içlerinde ne varsa boşaltırlar. Nefsini müdafaa etmek için söylenen her sözün altında bir cidal gölgesi gizli olabileceği gibi davranışlarında mutlaka bir haklılık payı bulan, eleştirilmeye katlanamayan, kendini lâyuhti ve lâyüs’el gören ve de göstermek isteyen ve neticede sürekli kendini savunma gayreti içerisinde olan insanın benliğinde bulunan bu hasletler de hep cidalin birer dışavurumu olarak görülebilir.

Cidal yapan, kendi sözlerinin doğruluğunu ispatlayabilmek için muhatabının her kelimesinde bir hata bulmaya çalışır; onun sözlerini bütünüyle ademe mahkûm etmek için uğraşır ve söz sırası kendine gelse de gelmese de onu alt etmek için fırsat kollar. İşin nihayetinde de fertler arasındaki ittihat ve ittifak yerini küskünlüğe, kırgınlığa, tamiri güç gönül yaralanmalarına bırakır. Hakkın hatırı değil, kişinin enaniyeti âli tutulur duruma gelir ve mücadil, kinle, hırsla ya da hasetle beslediği ve bilediği heva ve hevesini kullandığı öfke edalı kelime ve üslûpla destekleyerek karşısındakini mahcup ve mahkûm etmeye çalışır.

Kalbler arasında ayrılıkların oluşmasına yol açan cidal; duygu ve düşünce birliğini dağıtır ve hedeflenen muhabbetin yerine iftirakı koyar; faziletfüruşluk tutkusuna kendini kaptırmış fertlerin etrafa buğz ve düşmanlık nazarıyla bakmalarına yol açar; ve hak ve doğruluğun yerine diğer insanların beğenisini kazanma niyetini yerleştirir. Menfaat, çıkar ilişkisi, enaniyet ya da kavga ve cidal üzerine oturtulmuş bir zeminde fertlerin huzura ulaşması çok zordur. Mugalata ve demagojinin yol açtığı yıkım ile fertler kendi ön kabullerini ve peşin hükümlerini bir kenara atma civanmertliğini gösteremezler ve tartışan taraflar bir hakikatin neşv ü nema bulmasını ya da bir fikir kristalinin belirmesini değil kendi mülâhaza dairelerinin diğer düşünceleri yutmasını ve tartışma mahallinden bir tek kendi fikrinin sağ çıkmasını hedeflemektedirler. Kur’ân-ı Kerîm ve Efendimiz bazı değişmez değerlerin ya da gaybî konuların tartışılmasına15; belli mevzularda şüphe uyandıracak bir biçimde soru sorulmasına (Bkz. Zuhruf Sûresi, 58); hiçbir delile dayanmaksızın âyetler hakkında münakaşaya girişilmesine (Bkz. Mü’min Sûresi, 35) de cevaz vermemişlerdir. Bununla beraber, Peygamber Efendimiz, haklı dahi olsa nefis ve enaniyetin hâkim olduğu münakaşadan vazgeçenlere ise Cennet’te ev verileceğine kendisinin kefil olduğunu bildirmişlerdir.16

Cidalden Kurtulma Yolları Bir Müslüman’ın dili kullanma mevzuunda üstlenmesi gereken görevlerden biri hiç şüphe yok ki tartışma ve konuşma âdâbına uygun hareket etmektir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve bir mücadeleye girmen gerektiğinde söz ve davranışlarında daima güzel olan şekli tercih et.” (Nahl Sûresi, 125) buyurarak muhataplar hangi seviyede ve kim olursa olsun, onların kalblerini kazanacak, onları incitmeyecek en güzel şekilde tartışmak icap ettiğine17 işaret eder. Yalnızca Müslümanların kendi aralarında yaptıkları muhaverelerde değil; gayrimüslimlerle yapılan konuşmalarda da Kur’ân “Ehl-i Kitabla -içlerinden zulmedenler müstesna- en iyi bir şekilde mücâdele ediniz” (Ankebût Sûresi, 46) buyurarak bize kavl-i leyyin çerçevesi içinde fikir beyan etmemizi, kimseyi yaralamadan, hafife almadan, alay ve istihzada bulunmaksızın iletişim ve etkileşim kurmamızı emreder ve muhatabın yaratılışından kaynaklanan bir kısım karakteristik özellikleri bir yana onun din tercihini bile göz önünde bulundurmaksızın tartışma ve münazara âdâbını Efendimiz yoluyla bütün Müslümanlara öğretir.

Çözüm getirmeyecek hattâ insanlar arası münasebetleri zedeleyebilecek olan münakaşa yerine, yapılabiliyorsa gerçekçi fikir ve çözüm önerileri sunulmalı, farklı fikirlere saygılı davranmanın bir eksiklik sebebi olmayacağı hatırlanmalıdır. Başkalarının fikir ve katkılarına değer verme, dinlemeyi etkin bir şekilde kullanma ve bilgiyi paylaşıma açık tutma, çoğu problemin kolayca çözümlenmesine katkıda bulunur. Bunun için uygun sorular sorma ve açıklamalar yapma, gerektiğinde esnek davranma, dilin âfetlerinden korunabilmede birer dalgakıran görevi üstlenebilir.18

Üstad Hazretleri, huzur ve saadet motifli bir medeniyet oluşturmak isteyen fertler için hayatlarında kaçınması gereken özelliklerden birinin cidal olduğunu belirtme sadedinde şunu söyler: “ [Bir mü’minin] Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihat ve tesanüt; hayatlanır cemaat.”19 Fertler münakaşa ve tartışmalarla meşgul olmak yerine, yardımlaşmaya, birlikte hareket etmeye ve ortak akıl oluşturmaya gayret etmelidirler. Toplumun hayat bulacağı ve yeniden kendi kıvamına ulaşacağı bir dönem, problemlerin kıtal ve kavga yoluyla yatıştırılması ile değil ancak düşüncelerin birbirini destekler ve düzeltir mahiyette dillendirilmesi ile; üslûbun nezaket ilmikleri ile örgülenmesi neticesinde gerçekleşebilir.

İkili görüşmelerin sürtüşmeye dönüşmemesi konusunda fertlerin üzerine düşen başka bir mesuliyet de enaniyetlerin frenlenmesinde ve hakkın hatırının âli tutulmasında yatar. İnsan haklı dahi olsa karşı tarafta bulunan kişinin ruh hâletini ve hissiyatını düşünerek hareket etmelidir. Bir hadîs-i şerîflerinde Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), “Kim haksız olduğu bir münakaşayı terk ederse kendisine Cennet’in kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münakaşayı terk edene de Cennet’in ortasında bir ev kurulur.”20 buyurarak cidal ve tartışmanın haklı taraf için de haksız taraf için de terk edilmesi lüzumu üzerinde durur ve cidalin terki neticesinde her iki tarafa da verilecek mükâfattan bahseder.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri nefsin bu özelliğine dikkat çekerek insanı Allah’a çok kısa bir zaman içerisinde yaklaştıracak adımları sıralarken birinci hatvede nefsin tezkiye edilmemesini vurgular ve nefsin her daim kritiğe tâbi tutulması hususunda şunu belirtir: “İnsan yaratılışında kendi nefsine muhip olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar sevdiği bir şey yoktur. Kendisini ancak mâbuda layık senalar içinde methediyor. Nefsini bütün ayıp ve kusurlardan tenzih etmekle, -haklı olsun, haksız olsun- kemal-i şiddetle müdafaa ediyor.”21 Fert haklı da olsa haksız da olsa sırf muhatabını incitmemek ve nefsine yenik düşmemek için; kurtuluşu, kendine taparcasına muhabbet beslemede değil, Allah’tan ötürü insanları sevmede bulmalıdır.

İnsanın bu meş’um ve mel’un hastalıktan kurtulması için üzerine düşen bir diğer sorumluluk da iradî olarak harekete geçirilebilen sevgi hasletini ve muhabbet duygusunu bütün fertlere yansıtabilmesi olsa gerek. İnsan etrafında bulunan herkese sevgi nazarı ile bakmalı ve dilinde açması muhtemel kötülük tohumlarını sevgi hisleri ile törpülemelidir. Lisanın şenaate kilitlenmesi sonrasında oluşacak bulanıklığın önüne geçmek insanlara sevgi hisleri ile yaklaşma koşuluyla gerçekleşebilecektir. Benliğinde yer etmiş bulunan başkalarını düşünmeme ve sadece kendini sevme yörüngeli bu yırtıcı sıfatlar ancak sevgi, herkesi kendi konumunda değerlendirme, fertlere Allah’tan ötürü mülâyemetle yaklaşma yoluyla silinebilir.

İslâm’ın müntesiplerine teklif ettiği; cidal, tartışma ve münakaşa değil; diyaloga, herkesi kendi konumuna göre değerlendirip onlara değer vermeye ve fertlere en azından insan olma vasıflarından ötürü saygı göstermeye dayalı bir hayat tarzıdır. Asr-ı Saadet’ten kaynağını alan ve çağlar boyunca medeniyet denizinde çeşitli “sulh adacıkları”yla kendini belli eden bu anlayış günümüzde de tam mânâsı ile uygulamaya konulduğunda insanlığın bu problemli ve çatışmalı dönemi sona erecek ve huzur solukları dünyanın her köşesinde hissedilmeye başlayacaktır.

*Araştırmacı-Yazar iakyol@yeniumit.com.tr

Dipnotlar 1. Fethullah Gülen, Beyan, Nil Yayınları, İstanbul 2004, s. 35. 2. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2004. 3. Bediüzzaman Said Nursi, Lemeat, 4. Fethullah Gülen, Beyan, Nil Yayınları, İstanbul 2004, s. 21 5. Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/172, 212. 6. Tirmizi, Zühd 61. 7. Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul 8. Bkz. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, İstanbul 2004, 5. cilt s. 267 9. TDV İslâm Ansiklopedisi, Cedel maddesi. 10. Agm. 11. Tirmizi, Tefsir (Zuhruf) 3250. 12. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Alem Yayıncılık, İstanbul 2008, s. 746 13. İmam Gazzali, İhyau Ulum’id-Din, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 3. cilt s. 259. 14. Fethullah Gülen, Münazara ve Diyalektik, Yağmur Dergisi, Temmuz-Eylül 2005, sayı 28. 15. Bkz. Tirmizi, Kader 1. 16. Bkz. Tirmizi, Birr 58. 17. Ali Ünal, Allah Kelâmı Kur’ân-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Define Yayınları, İstanbul 2007, s.595. 18. Abdulkadir Halit, Âdâb-ı Muaşeret, Rehber Yayınları, İzmir 2007, s. 181. 19. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Şahdamar Yayınları, İzmir 2007, s. 776. 20. Tirmizi, Birr, 58. 21. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007, s. 192.

DEVAMINI OKU
KUR’ÂN’LA KONUŞAN İNSANLAR

Kur’ân sayesinde insan, Allah’a muhatap olma gibi, mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilindeki Kur’ân’da Rabbini dinler, Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse, yemininde yalancı sayılmaz. Dünya var olduğu günden bu yana, hiçbir millet ve insan topluluğu, Müslümanların Kur’ân-ı Kerîm’e; okuma, anlama, ezberleme, hayata taşıma gibi hususlarda gösterdikleri ihtimamı, başka bir kitaba göstermemişlerdir. Kur’ân’a gösterilen bu yerinde ihtimam, onun indirilmeğe başladığı ve şartların son derece ağır olduğu Mekke döneminden, günümüze kadar farklı şekillerde tezahür etmiştir. Sahabiler, Mekke müşriklerinin ağır baskılarına ve işkencelerine rağmen, Kur’ân’ı hayatlarının gayesi hâline getirmiş, onun uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Şartlar olabildiğince ağırdır. Allah Resûlü’nün yanına gitmek, nazil olan âyetleri öğrenmek ve onları hayata taşımak âdeta ölümle eş değerdir. Ancak buna rağmen onlar bundan yılmamış, aksine ona karşı daha da iştiyakları artmıştır. Medine döneminde ise, Mekke’deki bu zor şartlar nispeten ortadan kalkmış, gerek Muhacirler gerekse Ensar ve yeni Müslüman olanlar, ilk ve en önemli işleri olarak Kur’ân’ı öğrenmiş ve ezberlemişlerdir. Onlardaki Kur’ân’a karşı olan bu ilginin birden fazla sebebi vardır.

Kur’ân’a Önem Verilme Sebeplerinden Bazıları Öncelikle Kur’ân, bir söz mu’cizesi olarak, edebiyat, şiir ve hitabetin zirvesinde bulunan o dönemin Arap Yarımadası’ndaki muhataplarının dikkatini çekiyor, onları cezbediyor ve âdeta büyülüyordu. Duydukları her bir Kur’ân âyeti, onlarda yeni sarsıntılar meydana getiriyor ve onlara yeni âlemlerin kapısını açıyordu. Dolayısıyla ashap, büyük bir ilgi ve iştiyakla onunla meşgul oluyordu.

İkinci olarak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatın her safhasında Kur’ân’a önem verdiğini gösteriyor, onun önemine vurgu yapıyor, yazılması ve ezberlenmesine teşviklerde bulunuyor ve Kur’ân ezberleyenlere ayrı bir yer veriyordu. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu iltifatları da ashapta ayrı bir teşvik unsuru oluyordu.

Üçüncü önemli bir faktör de Kur’ân’ın bizzat kendisinin, okunmasına ve ezberlenmesine yaptığı teşviklerdir. Bu teşvikleri duyan ashap, belirtilen semerelere ulaşmak için ona sahip çıkıyordu. Hatta işleri yoğun olup, bağ-bahçede çalıştığından dolayı her gün Hz. Peygamber’in yanına gelemeyen sahabîler de, inen vahiyleri Hz. Peygamber’den dinleme ve onu belleyip ezberleme işini nöbetleşe yapıyor, böylece gelen yeni vahiyler, hiç kimsenin dikkatinden kaçmıyordu.

Kur’ân, gerek Mekke’nin zor şartlarında, gerekse Medine’de kendisini özellikle bu işe veren ashab-ı suffe tarafından, büyük bir ihtimamla ezberleniyor, müzakere ediliyor ve çevre beldelere de ulaştırılıyordu. Kısa bir süre içerisinde Kur’ân’a verilen bu önem, onun kitaplaşmasında ve pek çok nüsha hâline getirilerek her yere ulaştırılmasında da gözden kaçmamaktadır. Fethedilen yerlerin genişliğine ve oralardaki insanların Kur’ân’ın okunmasına verdikleri öneme baktığımızda, “Ashap döneminde değişik İslam memleketlerindeki Mushafların sayısı, yüz binden az değildir. Kaldı ki Hz. Ömer el-Fâruk (r.a.), beytü’l-maldan, sadece Kur’ân’ı ezberleyip, derinliğine üzerinde düşünmeyi ihmal ederler düşüncesiyle, Kur’ân’ı hem ezberleyip hem de anlaşılmasıyla meşgul olanlara tahsisat ayırıyordu. İbn Mesûd ve İbn Abbas (r.a.) gibi sahabiler, Kur’ân’ın hem ezberini hem de onunla ilgili derin bilgiyi beraberce öğrenenlerdendi.

Gerek Kur’ân, gerekse Kur’ân’la ilgili diğer ilimleri Kûfe’de İbn Mesûd’dan okuyarak mezun olan pek çok âlim vardı. Söz gelimi Ebû Mûsa el-Eş’arî, Basra’nın camisinde, talebelerini gruplara ayırır, her gruba öğretmesi için bir öğretmen tayin eder, sonra da kendisi bunların hepsine güneşin doğuşundan öğlen vakti girinceye kadar, Kur’ân’ın hem talim hem de ezberletilmesi dersini verirdi. Şam’da vefat edinceye kadar aynı faaliyeti her gün Ebu’d-Derdâ (r.a.) da yapardı.”1

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sonrası Kur’ân’a Gösterilen İhtimam Büyük bir iştiyakla devam eden bu yoğun Kur’ân öğrenme ve onu anlama faaliyeti, ilerleyen zamanlarda daha da artarak ve müesseseleşerek devam etti. Birinci derecede Kur’ân’ı ezberleyen ve anlayan Kur’ân muallimleri, bunu sistemli bir şekilde başka coğrafyalara da taşımaya başladılar. Böylece Müslümanların bulunduğu her ev ve bölge âdeta bir mektep hâline geldi. Bu mektepte öğrenilen ve ezberlenen kitap ise Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyan’dı. Tâbiin ve tebe-i tâbiin asrı, giderek artan büyük bir ivmeyle adeta Kur’ân asrı hâline geldi. Tarladaki çiftçiden, şehirdeki en üst seviyedeki insana, 5-6 yaşındaki çocuktan ev işlerini yürüten hanıma kadar herkes, Kur’ân’la içli dışlı yaşamaya başladı. Cadde, ev, sokak adeta Kur’ân’la aydınlanıyordu. Hayatla buluşmaya başlayan çocuklara ilk öğretilen ve ezberletilen şey de yine Kur’ân’dı.

Kur’ân’a duyulan bu yerinde ve gerekli ilgi, sadece şehir merkezleriyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda köylere, ülkelerin en ücra köşelerine kadar ulaşmıştı. Öyle ki, merkeze en uzak yerlerden birinde, onun bir kelimesini veya bir harfini yanlış okuyan biri çıksa, yapılan bu yanlışı anında düzeltecek ve onu doğru okunuş şekline yönlendirecek pek çok kimse vardı. Kur’ân, sadece lâfzıyla okunan ve ezberlenen bir kitap değildi. Okunmasının yanında aynı zamanda yaşanan, hayata canlılık katan dinamik bir yapıya da sahipti. Çünkü Kur’ân, insanların gündelik konuşmalarında, muamelelerinde, anlaşmazlıklarında, ticaretlerinde temel ölçü olarak kabul edilirdi. Deyim yerindeyse Müslümanların ana gündemini, onlara hayat kaynağı olacak olan Kur’ân teşkil ediyordu.

Yukarıda belirttiğimiz husus için Hz. Ömer (r.a.) döneminden bir, tebe-i tabiin devrinden de iki örnek vererek, Yüce Kitabımız’ın o dönemdeki insanlar tarafından nasıl da özümsenip yaşandığını göstermiş olacağız.

Mehirle İlgili Âyetin Anlaşılmasına İtiraz Eden Kadın Birinci örnek Hz. Ömer’in hilafeti döneminde meydana gelmiştir. Hz. Ömer (r.a.) tarihin de kabul ettiği üzere, adalette zirve bir halifeydi. Her şeyin yerli yerinde olmasını, adaletten şaşılmamasını, hayatına vazgeçilmesi mümkün olmayan bir prensip yapmıştı. Dolayısıyla toplumda, bu anlamda meydana gelen adaletsizliklere hemen müdahale ediyor ve doğrusunu gösteriyordu. Nasılsa o sıralarda, evlenecek kızlara erkek tarafından verilmesi gerekli olan ve İslâm’ın da kesin bir miktar koymayıp, kişilerin durumuna ve örfe bıraktığı mehirde miktar yüksek tutulmaya başlanmış, bundan dolayı da evlilikler zora girmişti. Hem bir halife ve hem de Kur’ân’ın ruhunu çok iyi bilen biri olması sebebiyle Hz. Ömer (r.a.), bu durumu gündeme getirdi ve bir gün içlerinde kadınların da bulunduğu bir topluluğa hitap ederken bu mesele üzerinde durdu. Müslümanlara evlilik akdi esnasında tespit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini ve evliliklerin zorlaştırılmamasını hatırlattı. Tam da bu esnada Hz. Ömer’i (r.a) dinleyenlerden ve adını bile bilmediğimiz bir kadın, en arka taraflardan şöyle seslendi:

“Ya Ömer! Senin, bana ulaşmayan Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğun öğrendiğin bir şey mi var? Çünkü Kur’ân’da

وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا فَلاَ تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْئًا أَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا

“Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da, içinden ufak bir şey bile almayın…” (Nisa 4/20) buyruluyor. Ya Emire’l-müminîn! Allah’ın verdiği imkânı geri almak doğru olur mu?” deyince Hz. Ömer (r.a.) derhal inceliğin farkına varıp, cemaatin huzurunda o hanımın haklı olduğunu kabul etti.2 Âyet, evliliklerde mehir olarak -insanların durumlarına göre- kilolarca altın vermenin de olabileceğine işaret ediyordu. Ancak Hz. Ömer meseleye toplumun karşı karşıya kaldığı bir problem açısından bakıyor, kadın ise haklı olarak âyette işaret edilen nokta açısından bakıyordu.

Görüldüğü üzere, konuşulan bir mesele hakkında, ashabın içinden herhangi bir kimse, hemen Kur’ân’dan ilgili başka âyetlerle irtibat kurabiliyor ve meseleyi enine boyuna tartışabiliyordu. Burada dikkatlerden kaçmayan diğer bir durum da, itirazı yapan hanımın, Efendimiz’in eşlerinden veya ashabın ilimle meşhur simalarından biri olmayıp, herhangi bir sahabi olmasıdır. Ashabın içinden herhangi biri Kur’ân’a bu kadar detaylı bir şekilde vakıfsa, hayatını Kur’ân’a adamış, Allah Resûlü’nün yanından ayrılmayan kişileri varın siz düşünün!

Âyetlerden Getirdiği Delillerle Kurtulan Sahabi Konuyla ilgili olarak vereceğimiz ikinci örnek de yine Hz. Ömer (r.a.) devrinden. Hz. Ömer (r.a.), bir gece Medine’de dolaşıyordu. Birden evlerden birinden bir adamın şarkı söylediğini işitti. Hemen evin duvarından çıkarak eve girdi:

-Ey Allah’ın düşmanı yaptığın kusuru Allah’ın örteceğini mi zannettin, diye seslendi. Adam:

-Ey mü’minlerin emiri, dur, acele etme. Eğer ben, Allah’a karşı bir bakımdan hata işlediysem, sen üç bakımdan hata işledin.

1- Allah Tealâ, Kur’ân-ı Kerîm’de: وَلَا تَجَسَّسُوا “Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât 49/12) bu­yurduğu hâlde, sen kusur araştırdın.

2-

وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا

“Evlere kapılardan girin.” (Bakara 2/189) buyurdu­ğu hâlde, sen evin duvarına çıkarak içeri girdin.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتاً غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتَّى تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلَى أَهْلِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyiniz. Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir. Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız.” (Nûr 24/27) buyurduğu hâlde, sen evime izinsiz girdin ve üstelik selâm da vermedin, diye kar­şılık verince Hz. Ömer (r.a.):

“-Eğer ben seni affedersem, sen de be­ni affeder misin?” dedi. Adam: “- Evet” deyince, Hz. Ömer (r.a.): “-Affettim” diyerek evden çıkıp gitti.3

Bu örnekte de görüldüğü üzere, bir konu hakkında toplumdaki herhangi bir kimse, yeri geldiğinde Kur’ân’dan ilgili âyetleri hemen hatırlıyor ve kullanabiliyordu. Yine bu şahsın ashabın önde gelenlerinden biri olmayıp, hattâ henüz nebizden bile tam olarak vazgeçememiş bir sahabi olması da ayrıca dikkate değer bir husus olsa gerek. Ama buna rağmen Kur’ân’a vâkıf ve yeri geldiğinde rahatlıkla ondan deliller getirebilmektedir.

Kırk Yıl Sadece Kur’ân’la Konuşan Kadın Şimdi vereceğimiz misal ise, tebe-i tâbiin asrından. Bu asırda yaşayan Müslümanlar da, Kur’ân’la öyle bütünleşmişlerdi ki, âdeta etle-kemik gibi olmuş, muhtevası kılcallarına kadar nüfûz etmiş ve pek çok kimse için âdeta Kur’ân, en çok bilinen ve üzerinde konuşulup düşünülen bir kitap hâline gelmişti. İşte aşağıda anlatacağımız hanım, bunun canlı örneklerinden birisidir:

Yaşanan bu hâdiseyi anlatan, tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîste devasa bir âlim olarak kabul edilen Abdullah b. Mübarek’tir (h.182). Şöyle anlatıyor yaşadıklarını:

“Hacca gidiyordum. Irak-Suriye topraklarından geçerken tek başına yolculuk yapan bir kadınla karşılaştım. Ona selâm verdim. Ancak selamımı: سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ “Rabb-i Rahim’den sözle olan bir selâm yine onlara…” (Yâ Sîn 36/58) âyetini okuyarak aldı. “Buralarda ne yapıyorsun?” diye sordum. مَنْ يُضْلِلِ اللهُ فَلاَ هَادِيَ لَه “Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola getirecek yoktur.” (A’raf 7/186) âyetini okuyarak cevapladı.

Yolunu kaybettiğini anladım ve nereye gitmek istediğini sordum. Soruma:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى

“Bir gece, kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O!” (İsra 17/1) âyetiyle karşılık verdi. Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor. “Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim. ثَلاَثَ لَيَالٍ سَوِيًّا “Tam üç gündür” (Meryem 19/10) şeklinde cevap verdi. İhtiyacı olacağı düşüncesiyle yiyecek-içecek bir şeyler verme teklifinde bulundum. Bu defa ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ “Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın.” (Bakara 2/187) âyetini okudu.

Kendisine, içinde bulunduğumuz zaman diliminin Ramazan ayı olmadığını hatırlattım. Buna karşılık o:

وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ

“Her kim de, farz olmadığı halde gönlünden koparak bir hayır işlerse, mükâfatını görür. Zira Allah şükrün karşılığını verir. O, az amele çok mükâfat verir ve her şeyi bilir.” (Bakara 2/158) âyetiyle cevap verdi. Yolculukta orucun açılabileceğini hatırlatınca:

وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ

“Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/184) âyetini okudu.

Neden benim gibi konuşmuyorsun dedim.

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ إِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ

“Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın.” (Kâf 50/18) âyetini okudu.

Hangi kabileden olduğunu sordum.

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولاً

“Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsrâ 17/36) âyetiyle cevap verdi. Hata ettiğimi, dolayısıyla kusura bakmayıp hakkını helâl etmesini istedim.

لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

“Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helâl ettim Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur.” (Yusuf 12/92) âyetiyle cevap verdi.

Kendisine, deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.

وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللهَ بِهِ عَلِيمٌ

“Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.” (Bakara 2/215) âyetiyle mukabelede bulundu. Devemi yanına getirdim. Tam binecekken:

قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ

“Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını söyle.” (Nûr 24/30) âyetini okudu. Gözlerimi başka tarafa çevirdim. Tam binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi birazcık yırtıldı.

وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ

“Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir.” (Şûrâ 42/30) âyetini mırıldandı. Biraz sabretmesini ve devesini tutup bağlayacağımı söyleyince:

فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ

“Biz çözümü ihtiva eden hükmü Süleyman’a bildirdik.” (Enbiyâ 21/79) âyetini okuyarak, deveyi sevketme konusunda benim daha başarılı olduğumu ima etti. Peşinden deveye bindi ve

سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ

“Bunları bizim hizmetimize veren Allah yüceler yücesidir, her türlü eksiklikten münezzehtir. O lutfetmeseydi biz buna güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.” (Zuhruf 43/13-14) âyetlerini okudu.

“Deh” deyip deveyi hızlandırdım. Bu defa

وَاقْصِدْ فِي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ إِنَّ أَنْكَرَ الْأَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ

“Yürürken ölçülü, mûtedil yürü! Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman 31/19) mukabelesinde bulundu.

Yürürken şiir okumaya başladım. Bu kez:

فَاقْرَءُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ

“Artık Kur’ân’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun.” (Müzzemmil 73/20) dedi. Şiir okumak haram değil ki!” deyince:

وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُولُو الأَلْبَابِ

“Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” (Bakara, 2/269) âyetiyle cevap verdi.

Bir süre yolculuğa devam ettikten sonra, evli olup olmadığını sordum.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَسْأَلُوا عَنْ أَشْيَاءَ إِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ

“Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın! (Mâide 5/101) âyetini okudu. Derken bu hanımın kafilesine arkadan yetiştik. Kendisine kafile içinde kimsesinin olup olmadığını sordum. Bu defa da bana:

الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا

“Mal mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir.” (Kehf 18/46) dedi.

Anladım ki, çocukları var. Onların isimlerini sordum.

وَاتَّخَذَ اللهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً

“Allah İbrâhim’i dost edinmiştir.” (Nisâ 4/125),

وَكَلَّمَ اللهُ مُوسَى تَكْلِيمًا

“Allah Mûsâ’ya da hitab ederek konuştu.” (Nisa 4/164) ve

يَا يَحْيَى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍ

“Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl” (Meryem 19/12) âyetlerini okudu.

“Ey İbrahim, ey Musa, ey Yahya!” diye kafileye doğru seslendim. Nur yüzlü üç genç “Buyur!” diye çıkageldiler. Kadın onlara para verdi ve:

فَابْعَثُوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ

“Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin.” (Kehf 18/19) dedi. Gençler yiyeceği getirince kadın bana:

كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ

“Kendilerine şöyle denilir: “Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle, yiyin, için!” (Hakka 69/24) dedi.

Bütün bu gördüklerim karşısında gençlere dedim ki: Şayet annenizin bu durumunu bana söylemezseniz, bu yemekten asla yemem!” Gençler dediler ki: “Annemiz, ağzından Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır bu şekilde sadece Kur’ân’la konuşur.”

Abdullah b. Mübarek, yaşadığı bu ilginç olayı, Kur’ân’da her şeyin bulunduğuna delil olarak değişik zamanlarda anlatırdı.4

Görüldüğü üzere yukarıdaki örnekten, iki önemli husus karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, toplumdaki derin Kur’ân anlayışı. İkincisi de Kur’ân’ın, ortaya çıkabilecek meseleler karşısında bilen için yeterli çözüm ve cevapları ihtiva ettiği gerçeğidir.

Özellikle ilk üç nesil, Kur’ân’ın hem lâfız ve mânâsıyla bütünleşmiş, hem de hayatın bütün sahalarında onu belirgin bir şekilde yaşamışlardır. Aynı zamanda onlar, aradıkları her şeyi mutlaka Kur’ân’da bulacakları inancına da sahiptiler. Zîrâ Yüce Beyan’da her şey ya ima, ya işaret ya da sarahat derecesindeki açıklıkla kendi kıymet ve büyüklüğüne göre onda mevcuttur.

Nitekim Allah Resûlü’nün bereketli duasına mazhar olan ve “tercümanu’l-Kur’ân” lakabıyla bilinen İbn Abbas Hazretleri de: “Ben her şeyi Kur’ân’da bulabilirim! Hatta devemin yularını bile kaybetsem, onu da Kur’ân’da bulabilirim!”5 deyince, bunu duyanlar belki biraz da taaccüple bunun nasıl olacağını sormuşlar. O da: “Kur’ân’da bu konuya işaret eden:

فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“Eğer bu konuları bilmiyorsanız ilim adamlarına sorunuz. (Nahl 16/43) âyetiyle cevap vermiştir. Buna göre İbn Abbas Hazretleri, herhangi bir konuyu kim en iyi biliyorsa, onu o kimseye sormayı ve işleri ehline havale etmeyi bu âyetten çıkarmış oluyor.

Sonuç Yüce Allah’ın yeryüzüne göndermiş olduğu ve kıyamete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olacak olan Kur’ân-ı Kerîm, gökyüzünün emini olan Cibril tarafından, yeryüzünün emini olan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 yılda peyderpey indirilmiş, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu eşsiz beyanı ezberlemiş, yaşamış, vahiy kâtiplerine yazdırmış ve bütün Müslümanlara eksiksiz olarak tebliğ etmiştir.

Müslümanlar, gerek Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde, gerekse daha sonraki dönemlerde, Hatemü’n-Nebiyyin olan Hz.Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendilerine önemli bir emanet olduğunu sıkı sıkıya tembih ederek bıraktığı bu mu’ciz beyanı, hem okumuş, hem ezberlemiş ve hem de hayatın her alanında yaşamaya azami gayret sarfetmişlerdir.

Kur’ân’la olan bu sıcak ve yakın ilişki, ister istemez onların hem kültürlerini, hem gelenek ve göreneklerini, hem de hayatlarını derinden etkilemiştir. Şiirlerinde, hitabetlerinde, sohbetlerinde ve gündelik hayatlarında, adeta Kur’ân’la yatıp yine Kur’ân’la kalkmışlardır. Bu, son derece tabiîdir. Zîrâ bugün meselâ bir spor veya siyaset alanına baktığımızda, kahvehanedeki insandan, bağ-bahçesinde çalışana, ilkokuldan, en yüksek tahsil derecesine varıncaya kadar herkes bunlarla yakından ilgilendiğinden, bu konularla ilgili olup bitenden, konuyla ilgilenen şahıslardan, meselenin en detay noktalarına varıncaya kadar, herkesin üzerinde tartışmalar yapacak kadar bilgisinin olduğunu görmekteyiz. Yani bir milletin pazarında neye rağbet varsa, ister istemez o konu insanların gündeminde, ilgi alanında, dolayısıyla hayatlarının derinliklerinde yerini alabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda özellikle Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) itibaren ilk üç asrın en fazla rağbet ettikleri şeyin Kur’ân olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla Kur’ân, onların her zaman konuştukları, müzakere ettikleri, hayatlarının bereketini buldukları ve zevkle okudukları bir kitap hâlinde bulunmuştur. Tarihten konuyla ilgili sunduğumuz yukarıdaki birkaç misal, pek çok örnekten sadece üçüdür.

Burada, o devrin insanının, Kur’ân’a olan ilgisinin yanında, -özellikle de üçüncü misalde gördüğümüz gibi- bu insanların hayatlarını ne kadar dikkatli yaşadıklarının da bir göstergesi vardır. Kırk yıl boyunca bir hanımın, yanlış bir şey konuşurum düşüncesiyle Yüce Allah’ın sözünden başka bir kelâmla konuşmaması, buna açıkça işaret etmektedir.

*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi Muhittin Akgül makgul@yeniumit.com.tr

Dipnotlar

1. Kevserî, Muhammed Zâhid, Makâlât, s.103-110.

2. Bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, Nisa 20.âyetin Tefsiri.

3. Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummâl, 3/808.

4. Ahmed el-Hâşimi, Cevâhiru’l-Edeb, 1/261.

5. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, En’âm Sûresi 38. Âyetin tefsirinde.

DEVAMINI OKU

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...