12 Eylül 2018

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 4

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 4

İSLÂM’A DAVETTE KAVL-İ LEYYİN VE MÜLAYEMET ESASI

İslâm bize, “kötülükleri iyilikle savmamızı”, hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi kavl-i leyyin, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, (yumuşak söz, yumuşak tavır ve yumuşak hâl) yolunu emir ve tavsiye buyurmaktadır. İnsanları en çok etkileyebilecek ve onların gönüllerini en çok kazanabilecek hususların başında şüphesiz yumuşak söz ve tatlı dil gelmektedir. Zîrâ yumuşak söz ve güler yüz, insanın gönlüne, kalbine ve ruhuna daha munis gelir. Bu yüzden yumuşak sözlü insanlar, toplum içinde sıcak ve yakın bir ilgiye mazhar olurlar ve her zaman sevilirler.

Biz bu makalemizde önce İslâm davet usûlünün en temel prensiplerinden olan “kavl-i leyyin”in ne anlama geldiğini ve Kur’ân’da nasıl bir çerçeveye oturtulduğunu inceleyeceğiz. Daha sonra da, Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında ve tebliğ metodunda yumuşak sözün ve yumuşak davranışın önemine, yani “kavl-i leyyin” prensibine temas edecek ve buradan hareketle de bütün tebliğ erlerinde bulunması gereken özelliklere ışık tutmaya çalışacağız.

A. Kur’ân’da Yumuşak Söz (Kavl-i Leyyin) “Lîn” kelimesi sertlik ve kabalığın zıddı olup nezaket, kibarlık, yumuşaklık ve yumuşak huyluluk anlamlarına gelir.1 Yine “Lin” kelimesi güzel muamele etme ve affedici olma mânâlarını da kapsamaktadır. “Yumuşak söz” şeklinde tercüme edilen “kavl-i leyyin” ifadesi ise nezaketle, şefkatle ve tatlı dille konuşma anlamlarını ihtiva etmektedir.2 Kavl-i leyyinden başka hilm ve rıfk kelimeleri de benzer anlamda olup ağırbaşlılık sükunet sabır ve yumuşaklık3 mânâlarına gelir. Özellikle hilm kelimesi daha ileri bir seviyeyi ifade ederek öfkenin kabarması hâlinde itidal ve sükuneti koruma şeklinde açıklanmıştır.4 Bu çerçevede “lîn” kelimesi insanlar arası münasebetlerde yumuşaklık, yumuşak davranma ve tatlı dille konuşma olarak tanımlanabilirken “hilm” kelimesi ise beşerî münasebetlerde hoşgörülü ve bağışlayıcı davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî bir erdem olarak açıklanabilir.5

Bu kısa kavram tahlilinden sonra Kur’ân-ı Kerîm’de kavl-i leyyin prensibinin nasıl yer aldığına temas edebiliriz.

Yüce Allah, Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. Harun’a yönelik şöyle hitapta bulunmaktadır:

اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

“İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.”6

Görüldüğü gibi Yüce Allah, Hz. Musa ve kardeşini Firavun’a gönderirken onlara yumuşak söz söylemelerini emretmektedir. Yüce Allah tarafından verilen bu emir, bir Müslüman’ın düşmanına olan tutumunu belirlemede temel kriter olarak dikkat çekmektedir. Buna göre âyette “kavlen leyyinen” ifadesinin kullanılması, Firavun’a karşı hem nasıl konuşulacağına hem de nasıl davranılacağına ışık tutmaktadır. İbn Abbas, âyetteki “kavlen leyyinen” ifadesini, Hz. Musa ve Hz. Harun’un konuşmalarında sert ve kaba olmayıp latîf olmaları şeklinde yorumlar.7 Aynı şekilde bazı müfessirler de bu ifadeyi, nezaket, kibarlık ve yumuşaklık olarak açıklamışlardır.8 Bikâî bu âyeti esas alarak “emri bi’l-ma’ruf” görevini yerine getiren insanların muhatapların seviyesine göre derece derece en güzel şekilde yumuşak davranmaları gerektiğine özellikle dikkat çekmektedir.9

Buna göre Hz. Musa’ya emredilen tebliğ metodundan anlaşılan, Allah’a davet konusunda kabalık ve sertliğin terk edilerek yumuşak söz ve şefkate mutlaka yer verilmesidir. Bir tarafta insanların en azgın ve kibirli olanı, diğer tarafta da Allah tarafından insanlar arasından seçilmiş, mertebesi en yüksek kul bulunmaktadır. Durum böyle olmasına rağmen Yüce Allah, Hz. Musa’ya, Firavun’la konuşurken yumuşaklıkla ve nezaketle davranmasını emretmektedir.10 Burada dikkati çeken önemli bir husus, Kur’ân’ın düşünmeyi, Allah’tan korkmayı “kavl-i leyyin”e bağlamasıdır. Bu yaklaşım mefhum-u muhalifiyle ele alınacak olursa,“Sertlikle üzerine giderseniz ne düşünür ne de haşyet duyar.” mânâsını çıkarmak mümkündür. Ayrıca söz konusu âyette korkulan veya umulan bir durumun beklendiği ve o işin mümkün olabileceği “lealle” edatıyle ifade edilmiştir. İlahî Beyan’daki bu üslûp, muhatap Firavun bile olsa yumuşak bir tavrın karşıdaki insanı yumuşatacağı ve onu da tezekküre sevk edeceği mânâsına geliyordu.11

Şu hâlde tanrılık iddiasına kalkışabilecek kadar haddini aşan bir kişinin nasihat dinleyip Allah’tan korkması ümidinin, yumuşak söze bağlı kılınması, konumuz açısından oldukça önem arz etmektedir.

Diğer taraftan başta Mukatil (v. 150/767) olmak üzere bazı müfessirler “kavlen leyyinen” ifadesini Nâziât Sûresi’nde geçen

اذْهَبْ إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُلْ هَلْ لَكَ إِلَى أَنْ تَزَكَّى

“Firavuna git, zîrâ o iyice azdı! Ona de ki: kendini arındırmaya gönlün var mı?”12 âyetiyle tefsir etmişlerdir.13 Soru tarzında gelen bu cümle son derece nazik, kibar ve muhataba değer veren bir hitap özelliğine sahip olması yönüyle Hz. Musa’nın Firavun’la konuşurken nasıl bir üslûp kullanması gerektiğini bildirmektedir. Bu da peygamberlik makamına yaraşır bir şekilde muhatapla konuşurken -düşman bile olsa- son derece tatlı ve yumuşak bir hitap seçmektir. Böylece Kur’ân, daha evvel zikredilen tatlı dille ve nezaketle konuşma hususuna,14 Nâziât Sûresi’nde geçen bu âyetle tekrar dikkat çekmektedir.

Yine Firavun’la konuşurken onun konumunu dikkate alacak şekilde bir künye ile hitap etme de,15 bu âyet etrafında yapılagelen tefsirlerdendir.16 O dönemde Firavun’a yönelik farklı şekildeki lâkaplarla (ebu murre, ebu’l-abbas, ebu’l-velid, ebu musab) hitap edildiği söylenmektedir. Künyeyle hitap etme ise genel olarak muhataba bir değer ve şeref verildiğini gösterir.

Fazl b. İsa, Kur’ân’da Firavun’a karşı gösterilen yumuşaklık ve nezaketten esinlenerek İlahî ahlâkı şöyle ifade eder:

“Ey kendisine düşmanlık yapana bile sevgisini gösteren Allah’ım, Kim bilir seni dost edinene ve sana yakarışta bulunana nasıl yakınlık gösterirsin!” Yine bu âyetten ilham alan Yahya b. Muaz, ağlayarak duygularını şu özlü ve mânâ yüklü cümlelerle dile getirir:

“İlahî “Ben ilahım.” diyerek Sana ilâhlık taslayana işte Sen’in merhametin, Kimbilir “Sen Allah’sın.” diyerek Sen’in ilâhlığını kabul edene karşı Sen’in merhametin nasıl olur!”17

Ayrıca Kur’ân’daki “kavl-i leyyin” ifadesi çerçevesinde dikkatleri çeken bir husus da şudur: Hiçbir insan, Firavun gibi kötü olamayacağına göre her ne inançtan olursa olsun, diğer insanlara karşı sertliği ve kabalığı bırakarak yumuşak tavır sergileme, güler yüz gösterme ve tatlı dille konuşma, insanlar arası münasebetlerin sağlıklı bir zemine oturması için Kur’ân’ın getirdiği temel ilkeler arasında yer almaktadır.

Abbasi Devleti’nin seçkin halifelerinden Harun er-Reşid’in yanına bir gün zahid bir kişi gelir. Bu zât, yaptığı işlerden dolayı halifeye öyle sert bir dil kullanır ki, Harun er-Reşid: “Bu senin yaptığın nasihat ve irşad değil, insaflı ol.” deme mecburiyetinde kalır ve şunu söyler: “Cenab-ı Hak senden daha çok hayırlı birisini (Hz. Musa ve Hz. Harun’u) benden çok daha şerli birisine (Firavun’a) göndermiş ve yumuşak sözle muamele etmelerini, güzel bir şekilde davette bulunmalarını emretmiştir.”18

Müfessirlerin genel olarak kavl-i leyyin hususunda yaptıkları yorumlardan çıkan sonuç, Hz. Musa ve kardeşinin, Firavun’u hak dine çağırırken, son derece nazik, kibar ve yumuşak bir şekilde konuşmuş olmasıdır.19 Özellikle vurgulamak gerekir ki yumuşak söz ve yumuşaklık, insanların gönüllerinde daha çok tesir uyarmakta ve genel olarak daha faydalı neticeler doğurmaktadır. Bu yüzden iki Peygamber, Firavun’a karşı yumuşak bir üslûpla konuşmuş ve ona “Sen yalancısın.”, “Sen azabı hak ediyorsun.” şeklinde incitici bir üslûp kullanmamışlardır.20 Büyük Müfessir Fahruddîn er-Râzî davette yumuşak davranmanın kalb ve gönüllere daha çok tesir edeceğini buna mukabil kaba ve sert davranışın da nefreti ve kabul etmemeyi netice vereceğini bildirmektedir.21

Yumuşak söz ve tatlı dil sadece Hz. Musa ve kardeşine ait bir tutum değil bütün peygamberlerin Hakk’a davet metotlarının genel karakteristik özelliğidir. Çünkü peygamberlerin, Hakk’a davetlerinden maksat büyüklük taslamak, fayda vermeyen sert ve kaba sözler sarf etmek, muhatabı kırmak ve incitmek değil, muhatapta hidâyet ışığının uyanmasına vesile olmaktır.22 Nitekim Kur’ân, Hz İbrahim’in sıfatlarını anlatırken mealen; “İbrâhim çok yumuşak huylu, şefkatli ve kendisini Allah’a teslim eden bir kuldu.”23 buyurarak bu hususa dikkatleri çekmektedir.

İslâm alimlerinin bu âyet etrafında yaptıkları yorumlardan hareketle tebliğde bulunan insanların yani tebliğ erlerinin, muhatapları kim olursa olsun hatta Firavun, Nemrut, Şeddad gibi kalb ve kafaları imana kapalı ve küfre programlanmış insanlar bile olsa, anlatacakları hususları yine “kavl-i leyyin ” ile anlatmaları gerektiği sonucuna varılabilir.

Sözünü ettiğimiz çerçevede bir Peygamber’den amansız bir düşmanı karşısında en öncelikli ve en önemli görevlerinden biri olan risalet vazifesini yerine getirirken bile yumuşak ve hoşgörülü olması isteniyorsa, risalet görevi dışındaki ferdî ve sosyal hayat alanlarında diğer insanlarla ilişkilerinde mülayemet, incelik, şefkat ve hoşgörü gibi pozitif değerlere yer vermesi ve bunları esas alması evleviyetle gerekmektedir.

B. Peygamber Efendimiz ve Mülâyemet Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlığa İslâm dinini tebliğ etmiş ve İslâm’a davet vazifesini bütün Müslümanlara bir görev ve miras olarak tevdi etmiştir. Ancak O, ümmetine sadece tebliğ görevini değil, tebliğ görevinin metodunu ve nasıl yapılması gerektiğini de miras olarak bırakmıştır.

Kuran, Hz. Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) hitaben

اُدْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ

“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et.” buyurarak tebliğ görevinin nasıl yerine getirileceğini bildirmektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yirmi üç yıla yaklaşan peygamberlik hayatı boyunca insanları dalâletten hidâyete, zulmetten nura ve küfürden imana çağırırken onlara son derece yumuşak davranmış ve en güzel şekilde muamele etmiştir. Çünkü O, Kur’ân’ın ifadesiyle pek üstün bir ahlâk üzerindedir.24

Hz. Peygamber’in yüce ahlâkı, hoşgörülü oluşu, yumuşaklığı ve yufka yürekliliği sarih bir şekilde Âl-i İmrân Sûresi’nde geçen

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi.”25 âyetiyle vurgulanmakta ve övülmektedir. Hz. Peygamber’in katı kalbli olması durumunda ise, insanların onun etrafından dağılacağı ifade edilerek, davranışlarında sevgi, hoşgörü ve bağışlama prensiplerine devam etmesi istenmektedir.26 Şüphesiz bu âyet, Hz. Peygamber’in büyüklüğünü, yüce ahlâkını, onun kaba davranışlardan uzak bulunduğunu, şefkat ve merhametle dopdolu olduğunu ve yumuşaklıkla muamele ettiğini göstermektedir.

Razî, bu âyetin ışığında Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) risaleti ile ahlâkı arasında güzel bir münasebet kurarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlerin imamı olduğuna göre, onların en halimi ve en güzel ahlâklısı olması gerekir.”27 Demek ki Hz. Peygamber’deki bu güzel ahlâk, yumuşaklık ve yufka yüreklilik, O’nun peygamberliğinin ve bütün insanlara rehber olmasının gereğidir.

Bir başka açıdan bakıldığında İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan bir peygamberin olumsuz vasıflar taşıması, kaba ve sert davranış sergilemesi düşünülemez. Çünkü kaba ve katı kalbli bir kimse başka bazı erdemlere sahip olsa da, muhataplarında nefret uyandırır. Bu durumda insanlar böyle bir kimseyi dinlemek ve onunla konuşmak istemezler. İncitici ve sert bir üslûpla konuşma elbette muhatabın uzaklaşmasını netice verir.

Hz. Peygamber, hadîs-i şerîflerinde de Yüce Allah’ın her işte yumuşaklığı sevdiğini ve sertlik ve kabalığa karşı vermediği şeyleri yumuşaklığa verdiğini bildirmektedir.28 Bir başka ifadeyle, Yüce Yaratıcı, yumuşaklığa karşılık verdiği şeyleri, kabalık ve sertlik karşısında vermemektedir. Nitekim Yüce Allah’ın bir kulu sevdiği vakitte, ona rıfkı ihsan edeceği ifade edilmiş29 ve bazı nebevî beyanlarda yumuşaklık ve mülâyemetten mahrum olanların bütün hayırdan mahrum kalacağı belirtilmiş ve30 الرفق يمن “Yumuşaklık berekettir.”31 buyrulmuştur.

Yumuşak davranma ve mülâyemetle ilgili bir başka hadîs-i şerîfe göre ise zulme uğradığında sabreden, kendisine kötülük edilince affeden ve cahilce davranışlara maruz kaldığında onlara yumuşaklıkla ve mülayemetle muamele eden insanların kıyamet gününde cennete koşarak gideceği ifade edilmiştir.32

Yine Hz Peygamber, (gündüzleri) oruç tutan (geceleri) ibadetle geçiren kişinin ulaştığı dereceye, kulun güzel ahlâkla ve mülâyemetle ulaşabileceğini bildirmektedir.33 Bu konu etrafında çok önemli tahşidatlarda bulunan Hz. Peygamber, en yakınında bulunan Hz. Aişe’ye (r.a) bir gün şöyle buyurmaktadır:

“Ya Aişe! Sen Yumuşak davran. Çünkü yumuşaklık bir şeyde bulunursa kesinlikle onu süsler ve bir şeyden çıkarsa da mutlaka onu çirkinleştirir.”34

Bu çerçevede Hz. Peygamber’e ait daha pek çok nurlu beyanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında konumuzla yakından ilgisi bulunan şu nebevî beyanlar, varlık gayeleri insanlara hak ve hakikati anlatmak olan müminler için çok önemli tavsiye ve öğütler ihtiva etmektedir:

“Cehennem’e haram olan veya Cehennem’in kendisine haram olduğu kimseyi size haber vereyim mi?

Cehennem her yumuşak huylu, uysal, sakin, kolaylık gösteren ve insanlara yakın duranlara haram kılınmıştır.35

“Rıfktan nasibi verilen bir kimseye hayırdan da nasibi verilmiştir. Yumuşaklıktan nasibi verilmeyen bir kimse ise hayırdan da mahrumdur.”36

İşte Hz. Peygamber’den gelen bu öğüt ve tavsiyeler, müminlerin güzel ahlâkı ve yumuşaklığı, kendi fıtratlarına mal etmeleri gerektiğini göstermektedir.

Şu halde kavl-i leyyin çerçevesinde baştan beri zikredegeldiğimiz İlahî hitaplar ve hadîsler bir bütün olarak değerlendirildiğinde tebliğ insanının sadece yumuşak sözle konuşmasının yetmediği, bununla birlikte yumuşaklığın onun aslî vasfı hâline gelmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde, pek çok olumsuz hâdiselerin ve yanlışların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Yani, kavl-i leyyin, mürşidin fıtratı ile bütünleşmemişse ve içinden gele gele o hâli yaşayamıyorsa, er-geç damarına basıldığında iç kimliği ortaya çıkacak ve tamiratı tahribata çevirecektir. Böyle bir sertlikle karşı karşıya kalan muhataplar da, onun temsil ettiği düşünceden de, davadan da uzaklaşacaklardır. Bu yüzden kavl-i leyyinin fıtrat hâline getirilmesi tebliğ ve irşatta bulunanlar için çok önem arz etmektedir. Bu da ancak hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ve şekl-i leyyin ile mümkün olacaktır.37

Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bir husus şudur: Yumuşaklık ve mülâyemet, hiçbir zaman davet konusu olan iman ve İslâm esaslarının yumuşatılması ve değiştirilmesi mânâsına gelmez. Bu yüzden denebilir ki yumuşaklık, davet konularında tedriciliğe riayet ederek, İslâm’a davet metodunda söz konusudur.

Sonuç Netice itibariyle Müslümanların her devirde insanları hak ve hakikate çağırırken peygamberlerin çizgisinde olmaları ve onların davet usûlüne uygun davranmaları gerekmektedir. Peygamberler ise insanlara şefkat ve merhamet duygularıyla muamele etmişler ve davet metotları olarak genellikle yumuşak davranmayı ve tatlı sözle konuşmayı tercih etmişlerdir. Bu yüzden müminin, hizmet insanının herkesten daha duyarlı davranarak muhataplarına karşı kullanacağı dilin ve sergileyeceği davranışların yumuşak olmasına itina göstermelidir.

Unutulmamalıdır ki, en sert ve en katı insanlar bile tatlı dil ve güler yüz karşısında yumuşama gösterebilir. Dilimize yerleşmiş olan “Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır.” atasözü de bu hususu çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Bu yüzden muhatap kim olursa olsun, tebliğ görevini yerine getiren kimselerin muhataplarına bir şeyler anlatabilmeleri için mülâyim ve müsamahakâr olmaları vazgeçilmez şartlardır. Bir başka ifadeyle iyiliği emreden her kişinin üzerine düşen, yumuşak sözle konuşmak ve hoşgörülü olmaktır.38 Zîrâ “Yumuşaklık, Hakk’a davetin esasıdır.” Hakk’a davet ve tebliğ âdâbı ise, bir yandan sertlik ve kabalığın terk edilmesini, diğer yandan da mülâyemet ve yumuşaklığı gerektirmektedir. Şu hâlde mülâyemet gösterme, yumuşak huylu ve geçimi kolay bir insan olma, tebliğ ve irşat vazifesini yerine getiren bir müminin, en önemli vasıfları arasında sayılabilir.

*Araştırmacı-Yazar Dr. Ali Can, Yeni Ümit acan@yeniumit.com.tr

Dipnotlar 1. İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “lyn” mad., Beyrut; Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, Çağrı Yay., İstanbul, 1987, s. 611.; İsfehânî, el-Müfredat, “lyn” mad., Beyrut. 2. Semerkandî, Bahrü’l-Ulûm, Beyrut, 2/344; İbn Âşûr, Tefsirü’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 16/225. 3. Razi , Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut, 1990, 10/140. 4. İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “Hilim”, mad.; Cürcani, et-Tarifat, “Hilim”, mad., 5. DİA., “Hilim” mad., 6. Tâhâ, 20/44. 7. Fîrûzâbâdî, Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsîri İbn Abbâs, Tahrân, s. 262. 8. Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, Beyrut, 1992, 3/405. 9. Tâhâ, 20/44. 10. Râzî, a.g.e., 3/153; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. 11. M.Fethullah Gülen, Prizma-1, 40; Kırık Testi-5, 223. 12. Nâziât, 79/18. 13. Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, 3/405. 14. Tâhâ, 20/44. 15. Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatü’l-Beyan, İstanbul, 1966, 8/ 3291. 16. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1984, 16/169. 17. Hâzin, Tefsirü’l-Hazin, Beyrut, 1995, 3/205; Âlûsî, a.g.e., 16/195. 18. İbnu’l-Cevzi, el-Muntazam, Beyrut, 8/328. 19. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. 20. Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, 1993, 3/353. 21. Râzî, a.g.e., 13/33. 22. İbn Âşûr, 16/225. 23. Hud, 11/75. 24. Kalem, 68/4. 25. Âl-i İmrân, 3/159. 26. Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196. 27. Razi, a.g.e., 9/50. 28. Buhârî, İstitâbetu’l-Mürteddîn, 4; Müslim, el-Birr ve’s- Sıla ve’l-Âdâb, 23. 29. Taberanî, Mu’cemu’l-Kebir, 2/306 30. Ebû Davûd, Edeb, 12 31. Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/139. 32. Beyhaki Şuab’ü-İman, 6/263. 33. Ahmed b. Hanbel, 6/133;Taberanî, Mu’cemu’l-Evsat, 6/232. 34. Ebû Davûd, Cihad, 2; Sahihi ibn Hibban, 2/310. 35. Ahmed b. Hanbel,1/415;Beyhakî, Şuabu’l-İman, 2/215. 36. Tirmizî, Kitabü’l-Birri ve’ss-Sılat, 67. 37. M.Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s. 275. 38. Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196.

DEVAMINI OKU
MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE DİNLER VE MEZHEPLER ARASI BARIŞ: SEBEPLER VE ÇÖZÜMLER

Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!.. Abdestümüz namâzumuz dogrılukdur tâatumuz, Işkıla bağladuk kamet safumuzı kim ayıra! Yunus Emre

İnsanlar arasında dünyevî sebeplerle ortaya çıkan düşmanlık ve savaşları ortadan kaldırmak ve çeşitli çatışmaları barışa dönüştürmek, dinlerin önemli gayelerinden biridir. Dinler bunu çoğu zaman başarmıştır da. Meselâ İslâm dini, nesiller boyu birbirine düşman olan Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki düşmanlığı kısa sürede ortadan kaldırıp kalıcı bir barışa dönüştürmüştür. Bununla birlikte, dinlerin ve hattâ mezheplerin, kendi aralarında bile her zaman barış içinde olamadıkları gerçeği, tarihî ve güncel bir realitedir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Ortaçağ’daki din savaşları ve modern dönemdeki mezhep kavgaları günümüzde de bazen açıktan bazen gizliden, bazen birinci sebep olarak bazen de ikinci, üçüncü dereceden bir sebep olarak varlığını sürdürmektedir. Yine üzülerek, şaşırarak ve kınayarak belirtilmesi gereken bir husus da, din ve mezhep eksenli olan veya olmayan savaşlarda din insanlarından bazılarının da savaş kışkırtıcılığı ve savunusu yapabilmesidir.

Açık konuşmak ve dürüst olmak gerekirse, öyle görünüyor ki, her dinin kutsal saydığı metinde barışa çağıran pek çok ifade olduğu gibi, az veya çok savaşa izin veren ifadeler de vardır. Yine öyle görünüyor ki, her dine mensup din adamları arasında, metaforik tabirle söylemek gerekirse, şahinler olduğu gibi güvercinler de vardır. Bugünün barışsever din insanlarına düşen görevlerden biri, dinin özündeki barışçıl ifadeleri evrenselleştirmek ve âlimler arasında da barışsever şahsiyetleri modelleştirmek olsa gerektir. İslâm dininin yetiştirdiği bu tür örnek şahsiyetlerden ikisi, Mevlâna ve Yunus Emre’dir.

Mevlâna ve Yunus Emre, dinler ve mezhepler arası düşmanlıkları önlemek ve farklı inançlardan insanların barış içinde yaşamalarını sağlamak için kendi dönemleri için olduğu gibi bugün de geçerli olan analizlerde, önerilerde ve öğütlerde bulunmuşlardır. Bu makalede biz, Mevlâna ve Yunus Emre’ye göre, önce, dinler ve mezhepler arası anlaşmazlıkların sebeplerini –ve tabiî ki ekonomik, siyasal vb. değil, din ve ahlâk eksenli sebeplerini- belirlemeye çalışacak, sonra da, bu sebeplerin ortadan kaldırılması ve kalıcı barışın sağlanması için her ikisinin getirdiği dinî ve ahlâkî öneri ve öğütleri irdeleyeceğiz.

1. Yolların Farklılığını Abartmamak, Kaynağın ve Gayenin Birliğine veya Benzerliğine Bakmak Öyle anlaşılıyor ki, Mevlâna’ya göre, birçok tarihî kurum gibi, dinlerin de kaynağı, yöntemleri ve gayeleri ayrı ayrı dikkate alınmalıdır. Ona göre, bu üç açıdan bakıldığında, dinlerin yolları ve yöntemleri farklı farklıdır, ama kaynağı ve gayeler aynıdır. O, bu durumu günümüz Batı dünyasında da sıkça alıntılanan ve epigraf yapılan bir kandil ve ışık teşbihiyle dile getirir: … değişen kandildir ancak.

Bu kandille fitil başkadır; ama ışığı başka ışık değildir, hep o yandandır.1

Bu ifade yolların farklı ama kaynağın aynı olduğunu belirtmektedir. (Mevlâna burada, dinlerin nihai kaynağının Tanrı olduğunu, peygamberler farklı ise de, saçtıkları İlâhî ışığın bir olduğunu, farklı zamanlarda farklı peygamberler gelmişse ve değişen tarihî, içtimaî ve kültürel şartların gereği olarak ayrıntılarda bazı farklılıkları hayata geçirmişlerse de, İlâhî ışığın parıltısının kıyamete dek hep bir ve aynı kalacağını, çünkü Allah’tan kaynak aldığını söylemektedir.)

Mevlâna’daki kandil ve ışık teşbihinin bir benzeri de Yunus Emre’de vardır; o da “yetmiş iki millet”le ilgili çeşme ve su benzetmesinde bulunur ve çeşmeler farklı olsa da suyun aynı su olduğunu öne sürer:

Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya Edebdür bize yirmek bir lüleden sızaram.2

Mevlâna’nın, dinlerin gayelerinin birliği konusundaki görüşleri daha da açıktır. Ona göre, dinlerin yolları, yöntemleri ayrı ise de, gayeleri birdir. Kendi ifadesiyle, “Her peygamberin, her erenin bir yolu-yordamı vardır; fakat değil mi ki Tanrı’ya götürmede, hepsi de birdir.”3 Kendisinin konuştuğu bir toplulukta gayrimüslimlerden ağlayan, sevinen, türlü hâller gösterenlerin olduğu gerçeği karşısında, bunun nasıl mümkün olduğunun sorulması üzerine o bu konudaki görüşünü açıkça dile getirir ve örneklendirir:

“Yollar her ne kadar çeşitli ise de gaye birdir. Görmüyor musun ki Kâbe’ye giden ne çok yol vardır. Bazısının yolu Rum’dan, bazısının Şam’dan, bazısının Acem’den, bazısının Çin’den, bazısının da deniz yolundan Hint ve Yemen’dendir.”4

Dinlerin yollarının farklı, kaynakları ve gayelerinin aynı olduğunu söylemek, din fenomeni ve tarihiyle ilgili bir görüştür. Bu görüş doğru kabul edildiğinde, dinler ve mezhepler arasında barış hedeflenirse, neyin yapılmaması ve neyin yapılması gerekir. Mevlâna’ya göre yolların farklılığını hepten görmezden gelmesek bile abartmamalı, yollardan ziyade kaynağın ve gayenin birliğine bakmalıyız. Zîrâ onun ifadesiyle,

“… yollara bakarsan, ayrılık büyük ve sınırsızdır.”5

Mutlak, Sonsuz ve Sınırsız olan Tanrı’nın sonlu insanlarca kavranmasının –fil hikayesinde anlatıldığı üzere6- doğurduğu güçlükler, Allah’ın farklı yollar sayesinde her bir dine veya mezhebe mensup insanın “mayasını meydana çıkarmak” ve “cins olanını olmayanından ayırt etmek” gibi bir yöntem takdiri,7 ve bu gibi tabii ve İlâhî sebepler yanında, insanların da yollara iyice şaşı bakmaları dinler ve mezhepler arasındaki aynılık veya benzerliklerin görülmez olmasına, aksine farklılıkların artmasına ve abartılmasına yol açmıştır. Yolların farklılığına takılıp kalmak, aynı gayedeki insanların birbirinden ayrılmalarına, birbirini ötekileştirmeleri, dışlamaları ve hattâ düşman görmelerine kadar gidebilmektedir. Oysa farklılıkların öne çıkarılması ikiliği, ikilik de zayıf düşmeyi ve hatta yok olup gitmeyi doğurabilmektedir. Onun ifadesiyle,

“Sırçaya bakarsan yiter gidersin; çünkü sırça yüzündendir ikilikle sayıya sığış.”8

Peki sırçaya, kandile, fitile, yani yolun biçimindeki farklılıklara takılmak; ikilik, ayrılık, düşmanlık, kavga ve savaş doğuruyorsa, ne yapmak gerekir? Cevap bellidir! Sırçaya değil ışığa bakmak, kaplar ve yollardaki farklılıklara değil, kaynaklar ve hedeflerdeki benzerlik ve aynılığa bakmak gerekir. Böyle baktığımızda önceden ötekileştirdiğimiz insanları ayrı değil bir görür, düşman değil dost görürüz. Mevlâna’nın deyimiyle, yollara değil de,

“… gayeye, maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.”9

Doğru yere bakmanın getirdiği bu birleşme ve anlaşma hâli de, ikiliği, zayıflığı ve yok olma tehlikesini ortadan kaldırıp, sonu gelmez kavgalar ve savaşlardan kurtulmayı sağlar:

Fakat ışığa bakarsan ikilikten, sonu, önü olan sayıdan kurtulursun.

Ey varlığın özü, inananla ateşe tapanın, Yahudi’nin ayrılığı, aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.10

Dolayısıyla, kalıcı barışın yakalanabilmesi için yapılması gereken şeylerden ilki, bakış açımızın odağını değiştirmektir. Sonradan ortaya çıkan farklılıklardan ziyade kaynak ve hedef birliğine veya benzerliğine odaklanmalıyız. (Nitekim Mevlâna, bu düşüncelerine pratik hayatında da uymuş ve aslında Şafii mezhebinden olan Çelebi Hüsameddin’in Mevlâna’nın mezhebi olduğu için Hanefiliğe geçmek isteyişini gerekli ve uygun görmeyip, sevgi ve aşk yolunu takip edip insanları da bu yola sevk ettiği sürece, kendi mezhebine uyup onu takip etmesinin daha uygun olacağını belirtmiştir.11

Mevlâna için bunları söylemek, yolu ve yoldaki farklılıkları hiç önemsememek anlamına gelmemektedir; daha ziyade, odak noktamız, farklılıklar değil benzerlikler olursa daha iyi olur demektir. Nitekim ötekini tanımak ve ötekinin inançları ve hayat tarzıyla ilgili daha doğru ve daha fazla bilgi sahibi olmak da onlarla barış içinde bir arada yaşamanın yollarından bir diğeri olarak gösterilmektedir.

2. Anadil ile Yetinmeyip, Ötekilerin Dillerini ve Hâllerini de Öğrenmeye Çalışmak Mevlâna’ya göre, dinler, mezhepler, kültürler arası ayrılığın, iletişimsizliğin, iyiliği emir ve kötülükten nehiy konusunda işbirliği yapamayışın ve hattâ bazen kavga edişin bir başka sebebi de, ötekinin dilini anlayamamak, onun düşünce ve duygu dünyası hakkında bilgisiz olmaktır. Mesnevî’de bununla ilgili enfes bir hikâye vardır:

Bir adam, dört kişiye bir para verdi. Bunların biri, ben dedi bu parayı engûra vereceğim.

Öbürü Araptı, hayır dedi; a azgın, ben engûr istemem, ineb isterim.

Öbürüyse Türktü, bu para dedi, benim; ineb istemem ben, üzüm isterim.

Öbürü de Rumdu, bırakın şu lafları dedi; istafil istiyoruz biz.

Kavgaya giriştiler; savaşa kalktılar; çünkü adların mânâsından haberleri yoktu.

Ahmaklıktan birbirlerine yumruk vuruyorlardı; bilgisizlikle dopdoluydular, bilgidense bomboş.12

Bu güzel öyküye göre, birbirinin lisanını bilmemek ve sadece lisanını bilmemek de değil –ki herkesin lisanını bilmek imkânsızdır– birbirinin hiç olmazsa beden dilinden ve hâl dilinden de anlamamak ve anlamaya gayret etmemek, kavgaların ve savaşların sebeplerinden biridir. Bu durumda yapılması gereken şeylerden biri, ötekini iyice dinlemeden ve anlamadan kavgaya tutuşmamak, aksine, kavga etmeden barış içinde yaşayabilmek için, çok yakın yaşamak durumunda olduğun insanların mümkünse dillerini, lisanlarını az çok bilmek, değilse, hiç olmazsa kültürlerini iyice tanıyarak ve empati kurarak beden dillerinden ve/veya hâl dillerinden anlayabilecek üstün bir düzeyde olmaktır. Nitekim Mevlâna der ki, Orada yüz dilli, sır sâhibi üstün bir er olsaydı, onları barıştırıverirdi.13

Bir insanın çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir toplumdaki bütün komşularının konuşma dilini öğrenmesi imkânsızdır. Ancak bunun olamadığı yerde hiç olmazsa onların hâllerini anlamaya çalışması mümkündür ve yararlıdır. İnsanların farklı diller ve kültürler içinde olmasının Tanrı’nın takdiri ile de alâkası vardır ve insanlar farklı diller ve ifadeler içinde de olsa aynı hâlleri, aynı tecrübeler ve deneyimleri yaşamakta ve hedeflemektedir. Bu durumda ötekilerin dilleri ve dualarının dış görünüşündeki farklılıklardan ziyade, içerikteki ifadeleri ve içlerindeki hâllerine dikkat etmeliyiz. İçteki iyi niyetler ve iyi hâllere baktığımızda, barış içinde yaşamamız biraz daha kolaylaşacaktır. Nitekim Mevlâna’nın ifadesiyle, İlâhî bir perspektiften şöyle bir açıklama, uyarı ve öğütle karşılaşmaktayız:

Herkese bir huy verdim; herkese bir çeşit tâbir düzdüm. Onun için övüş olan, senin için yeriştir; ona baldır da sana zehir.

Bizse tamamiyle, temizlikden de münezzehiz, pislikten de; ağırcanlılıktan da temiziz, çeviklikten de.

Ben, buyruklarımı, bir fayda elde edeyim diye buyurmadım; kullarıma cömertlikte bulunayım diye buyurdum.

Hintlilere Hintlilerin tâbirleri övüştür; Sintlilere Sintlilerin tâbirleri.

Ben, onların beni tesbihleri yüzünden arınmam; bu tesbih yüzünden gene onlar arınır, onlar inciler saçarlar.

Biz dile, söze bakmayız, cana, hâle bakarız.14

Yunus Emre de, farklı diller ve farklı tebdiller içinde de olsa her din ve mezhepten insanın aslında aynı Bir’e ve aynı hedefe yöneldiğini ve bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini söyler:

Onsekiz bin âlem halkı cümlesi bir içinde Kimse yok birden artuk söylenür dil içinde Cümle bir anı birler cümle ana giderler Cümle dil anı söyler her bir tebdil içinde15

3. Kulaktan Dolma Bilgi ile Yetinmeyip, Ötekinin Dinini veya Mezhebini Öğrenmeye Çalışmak Farklı din ve mezhep mensupları arasındaki ayrılığın, anlaşmazlığın ve bundan doğan olumsuz sonuçların bir başka sebebi de, ona göre, yetmiş iki milletin birbirinin dinini, mezhebini tanımaması, birbirinin dini yaşantısından haberdar olmaması, aralarında diyalog olmaması ve birinin ötekinden şüphe etmesi ve onu sapıklıkla suçlamasıdır. Bununla irtibatlı olarak o şöyle der:

Her şey, ayrı bir çeşitte tesbih eder seni; hem de bunun haberi bile yoktur öbürünün hâlinden. İnsan, cansızların tesbihini inkâr ededursun; o cansız, kullukta ustadır. Hattâ yetmiş iki milletin her birinin, öbüründen haberi yoktur da onun tesbihinden şüphe eder. … … …

Sünnînin özel bir tesbih edişi vardır ama Cebrînin de, bunun tersine, bir başka tesbihi vardır da ona sığınır.

Sünnînin, Cebrînin tesbih edişinden haberi yoktur; Cebrîye de, Sünnînin tesbih edişi tesir etmez.

Bu, boyuna o sapıktır, yol yitirmiştir der durur; ama onun hâlinden de haberi yoktur, kalk buyruğundan da.16

Bu durumda, barışa giden yollardan biri de bilhassa yakın yaşamak durumunda olduğumuz öteki dinler ve özellikle mezheplere mensup insanların inançları, ibadetleri ve ahlâkları ile ilgili doğru bilgi sahibi olmamızdır.

Öteki dinler ve mezheplerle ilgili doğru bilginin ve yakından tanımanın, bizi, ‘onların hepsi de hakmış’ gibi bir noktaya götüreceğinden korkmamalıyız ve böyle bir noktaya da zaten gitmemize gerek yoktur ve gitmemeliyiz. Bunun yerine, bu doğru bilgi ve tanımanın bizi, onların hepsi tamamen bâtılmış noktasından çıkarmasına izin vermeliyiz ki, olması arzu edilen sonuç budur. Nitekim Mevlânâ, Mesnevi’de, “Birbirine aykırı mezhepler arasında şüphede kalış, bunlardan sıyrılıp çıkış, kurtuluş” başlığı altında bu konudaki görüşünü kalp (sahte) para ve altın para teşbihinin de yardımıyla oldukça açık bir biçimde ortaya koymaktadır:

Her biri, duyanlar, kendisini o köyün adamı sansın diye bu yolun izlerini söyler-durur.

Gerçek olarak şunu bil ki bunların hepsi de doğru değildir; fakat bu sürünün hepsi yollarını kaybetmiş de değildir.

Çünkü hak olmadıkça bâtıl meydana çıkmaz; ahmak, kalp parayı altındır ümidiyle alır.

Dünyada yürüyüp duran geçer akça olmasaydı, kalp paralar nasıl harcanabilirdi?17

Peki bu durumda ne yapmamak ve ne yapmak gerekir? Öteki dinler ve özellikle mezheplerin tamamına bütünüyle bâtıl dememeli; bunun yerine, ondaki hak olan yönleri, iyi ve güzel tarafları açık yüreklilikle teslim ve takdir etmelidir. Mevlâna’nın öğüt verici ifadeleriyle, Öyleyse, bütün bu sözler bâtıldır deme; bâtıllar, hak ümidiyle gönüle tuzak kesilmişlerdir.

Öyleyse hepsi de hayâl, hepsi de sapıklık deme; dünyada hayâlsiz gerçek yoktur. … … …

Dünyada ayıplı şeyler olmasaydı alış-veriş edenlerin hepsi de ahmaklaşır-giderdi.

Kumaş tanımak pek kolay olurdu; mademki ayıplı yok; ehil olmayan kim oluyor, ehil kim?

Fakat her şey ayıp olsaydı, o vakit de bilginin faydası olmazdı; hepsi odunsa burada öd ağacı yok demek.

Her şey hak diyen kişi, ahmağın biridir; her şey bâtıl diyen de kötü kişidir.18

Dolayısıyla, her din ve her mezhep aynı derecede ve eşit ölçüde haktır demek durumunda –Mevlâna’nın tabiriyle “ahmaklığında”– olmamakla birlikte –ki bu başka bir tartışma konusudur– kendimizinkinin dışındaki her mezhep bâtıldır demek kötülüğüne de düşmemeliyiz. Hem doğru bilgi sahibi olmanın ve yakından tanımanın getirdiği teolojik gerçeklikler hem de bir arada barış içinde yaşamanın gerektirdiği içtimaî gerçekler bunu gerektirmektedir.

4. Hep Kınamak ve Hor Görmek Yerine, Empatili Olmak, Az Kınamak ve Hoş Görmek Mevlâna’ya göre, dinler ve mezhepler arası anlaşmazlıklar ve kavgaların sebeplerinden biri de, ötekileri hep kınamak, eleştirmek ve hor görmektir. Bir de bu arada Allah’ın takdirini hiç dikkate almamak, bu bağlamda ailenin, eğitimin ve çevrenin din ve mezhep seçiminde aslında önemli bir rol oynadığını görmezden gelmek ve kendi doğrumuzu salt kendi gayretimizle bulmuşuz gibi bir gururla ötekileri sertlikle ve şiddetle eleştirmek ve kınamak. Oysa ona göre, Allah takdiri de dikkate alınarak biraz empati ile bakılmalı ve öteki dinler ve mezheplerin dini görüşlerinin yanlış gözükenlerini hiç eleştirmemek gibi tümüyle pasif veya ilgisiz kalınmamakla birlikte, bu tür eleştiriler daha az ve daha dikkatli yapılmalıdır. Nitekim o, ötekileri ve hatta ötekilerin kötülerini fazla kınamamamız konusunda bizi uyarır:

“Yürü, kork da kötüleri az kına, az yer; Allah takdîri tuzağına karşı güçsüz-kuvvetsiz olduğunu bil.”19

Sadece kötüler de değildir az kınamamızı istediği; kâfirleri bile hor görmememizi, merhamet ve hoşgörü ile karşılamamızı öğütler: “Hiçbir kâfire hor gözle bakmayın”20 der, “Hepsinin de canı, Allah nimetine karşı kâfirdir ama biz, bütün kâfirlere bile acırız.”21 Zira “Bize göre kâfirlik âfettir ama Tanrı’ya göre onda da bir hikmet var.”22

Yunus Emre’nin az kınamayı da yersiz bulduğu; çünkü aynı kaynaktan beslendiğimiz için bunu edebe aykırı gördüğü anlaşılmaktadır.

Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya Edebdür bize yirmek bir lüleden sızaram.23

Bu şiirde onun, dinlerin kaynağını bir gördüğü, dinleri tek bir çeşmeden sızan suya benzettiği anlaşılıyor. Tek bir çeşmeden sızan suları acı tatlı diye ayırmak, yargılamak, yermek, kötülemek de edebe aykırı görülüyor. Dolayısıyla bu şiir bağlamında düşünüldüğünde onun yetmiş iki milleti hak görme suçunun, biraz teolojik, mistik ve tarihsel sebeplerle, dinlerin kaynağının bir olduğuna inandığından, biraz da, etik ve empatik sebeplerle, ötekini yermeyi edebe, terbiyeye, olgunluğa aykırı bulmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Ötekileri yerli yersiz eleştirerek dışlamayıp, onlara bir gözle bakmanın yararı, insanlar arasında muhabbetin, sevginin, dostluğun artmasıdır. Yunus’a göre, tarihin tâ eski zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları savaşlara baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din ve mezhep anlayışlarının farklılıkları yüzünden çıkmıştır. Bir kısmı da din ve mezhep âlet edilerek çıkartılmıştır. Yunus, kimsenin dinine yalan, yanlış veya hakikate aykırı dememekle, mücadelelerin azalması ve hatta barışın ve muhabbetin doğması arasında yakın münasebet görmektedir:

Biz kimse dinine hilâf dimezüz Din tamâm olıcak toğar muhabbet24

5. Ayrılıkçı Değil Birleştirici Olmak, Kavgadan Değil Tanışma, Barış ve Sevgiden Yana Olmak Mevlâna’ya göre, dinler ve mezhepler arasındaki anlaşmazlıkların sebeplerinden biri de ayrılıkçı ve bölücü bir tavır içinde olmamız ya da bu tür tavırlar içinde olan insanların görüşlerine kanmamızdır. Oysa ayrılıktan zayıflık, birlikten kuvvet doğar. Daha dinî açıdan bakıldığında da, doğru olan, ufak tefek farkları ve hatta hataları da görmezden gelerek buluşturmaya, birleştirmeye çalışmaktır. Mevlâna bu hususu meşhur Musa ve Çoban hikâyesi eşliğinde çok etkileyici bir biçimde ifade etmektedir:

Musa, yolda bir çoban gördü; A Tanrı, A Allah diyordu; Nerdesin ki kulun olayım senin; çarığını dikeyim, saçlarını tarayayım senin.

Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım senin; A ulular ulusu, süt getireyim, sunayım sana.

Elceğizini öpeyim, oyacıklarını ovayım; uyuma çağın gelince yerceğizini silip süpüreyim.

Bütün keçilerim feda olsun sana ey andığım zaman hey-heyler, hay-haylar ettiğim.

Çoban bu çeşit boş sözler söyleyip durmadaydı.. Musa, a kişi dedi, bu sözleri kime söylüyorsun?

Çoban, bizi yaratan kişiye; hani şu yeryüzüyle gökyüzü, ondan meydana geldi ya dedi.

Musa dedi ki: Eyvahlar olsun; pek kötü bir hâle düşmüşsün; Müslüman olmadan kâfir oldun-gitti.

Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne ağıza alınmayacak laf; ağzına pamuk tıka. … … …

Çoban, ey Musa dedi; ağzımı diktin, bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın-yandırdın.

Elbisesini yırttı, yana-yakıla bir âh etti; başını aldı, çöllerin yolunu tuttu.

Musa’ya Tanrı’dan vahiy geldi; Tanrı dedi ki: Kulumuzu bizden ayırdın.

Sen, buluşturmak, birleştirmek için mi geldin, ayırmak için mi?

Gücün yettikçe ayrılık yoluna ayak basma; benim için en hoşlanılmayan şey, boşamaktır.25

Yunus Emre de, Mevlâna gibi, haklı olarak, ayrılıkçılığı, bölücülüğü ve kavgayı yermiş, aksine hep birliği ve birlikteliği övmüş, sevgiyi ve Yüce Sevgili’yi söylemiştir.26 Özellikle mezhepler arası barış ve kardeşlik bağlamında Yunus Emre, Müslümanlar arasında ayrılıkçılık ve fitne peşinde olanlara şöyle meydan okur:

Abdestümüz namâzumuz dogrılukdur tâatumuz Işkıla bağladuk kamet safumuzı kim ayıra27

Yunus, hayata ayrılıkçılık ve kavga için değil, hem Yaradana hem de birbirimize karşı dostluk, kardeşlik ve sevgi için geldiğimizi ve asıl görevimizin gönüller yapmak, dostluklar kurmak ve sevgi bağları oluşturmak olduğunu söyler:

Ben gelmedüm da’viyüçün benüm işüm seviyüçün Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm28

Yunus’un, kendi dindaşlarına da, onlar da “elin yüzin yumaz değül”29 dediği öteki dinlerin mensuplarına da çağrısı, öncelikle barışmaktır ve o bunu, “Beri gel barışalum yadısan bilişelüm”30 diyerek dile getirir; sonra da, “Hakk’a âşık olan kişi” olmak, “bir kez gönül yıkmamak” için gayret etmek ve bunların neticesinde “sevmek ve sevilmek”tir. Dinler ve mezhepler arası barışla ilgili sözlerin özü, sonucu ve hatta evrensel formülü Yunus’un şu mısralarında dile gelmiş olsa gerektir:

Gelün tanışık idelüm işin kolayun tutalum Sevelüm sevilelüm dünye kimseye kalmaz.31

*Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi cyaran@yeniumit.com.tr

Dipnotlar 1. Mevlâna, Mesnevî ve Şerhi, Şerh. Abdülbâki Gölpınarlı, (İstanbul: M.E.G.S.B. Yayınları, 1985), c. III, s. 158, (1253-56). (Bu esere bundan sonra kısaca Mesnevî diye atıfta bulunulacaktır.) 2. Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, Hazırlayan, Faruk Timurtaş, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986), s. 93. (Bu esere bundan sonra kısaca Divan olarak atıfta bulunulacaktır.) 3. Mevlânâ, Mesnevî, I, s. 523, (3098). 4. Mevlânâ, Fîhi Mâfih, çeviren: Meliha Ülker Tarıkâhya, (İstanbul: M.E.G.S.B. Yayınları, 1985), ss. 152-53. 5. Mevlânâ, Fîhi Mâfih, çeviren: Meliha Ülker Tarıkâhya, (İstanbul: M.E.G.S.B. Yayınları, 1985), ss. 152-53. 6. Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, III, s. 168, (1260-70). 7. Mevlânâ, Mesnevî, III, s. 188, (1505-06). 8. Mevlânâ, Mesnevî, III, s. 158, (1252-59). 9. Mevlânâ, Fîhi Mâfih, çeviren: Meliha Ülker Tarıkâhya, (İstanbul: M.E.G.S.B. Yayınları, 1985), ss. 152-53. 10. Mevlânâ, Mesnevî, III, s. 158, (1252-59). 11. A. Selahaddin Hidayetoğlu, Mevlana Mohammed Jelaleddin Rumi (Konya: Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2006), s. 42. 12. Mevlânâ, Mesnevî, II, s. 499, (3689-95). 13. Mevlânâ, Mesnevî, II, s. 499, (3689-95). 14. Mevlânâ, Mesnevî, ss. 273-76, (1718-57). 15. Yunus Emre, Divan, s. 167. 16. Mevlânâ, Mesnevî, III, s. 188, (1497-1506). 17. Mevlânâ, Mesnevî, II, ss. 417-18, (2927-46); vurgu C.S.Y. 18. Mevlânâ, Mesnevî, II, ss. 417-18, (2927-46); vurgu C.S.Y. 19. Mevlânâ, Mesnevî, I, s. 646, (3906). 20. Mevlânâ, Mesnevî, VI, s. 377, (2456). 21. Aynı eser, III, s. 214, (1801). 22. Aynı eser, I, s. 384, (2006). Yunus Emre de bu manada şöyle der: Kimin kâfir idüp kimin müselmân Anı kimse itmez illâ ol eyler Bkz. Yunus Emre, Yunus Emre Divanı II, Mustafa Tatcı, (İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1997), s. 151, (95/7). 23. Yunus Emre, Divan, s. 93. 24 Yunus Emre, Divan, s. 12. 25 Mevlânâ, Mesnevî, ss. 273-76, (1718-57). 26. Semih Sergen, Yunus Emre: Kuruyuduk Yaş Olduk, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000), s. 93. 27. Yunus Emre, Risalat al-Nushiyye ve Divan, Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul: Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayını, 1965), s. 123 (170b, CLIV). 28. Yunus Emre, Risalat al-Nushiyye ve Divan, Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul: Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayını, 1965), s. 90 (125b, XCVI). 29. Yunus Emre, Divan, s. 91. 30. Yunus Emre, Risalat al-Nushiyye ve Divan, Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul: Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayını, 1965), s. 116 (161a, CXLI). 31. Aynı eser, s. 56.

Prof. Dr. Sadık Yaran, Yeni Ümit

DEVAMINI OKU
EKONOMİK HAYATA İSLÂMÎ BİR BAKIŞ

Haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yapan bir tüccarın, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar ibadet sayılır. Modern dünyada ekonomik kriterler belirlenirken daha çok fayda ve zarar ilkesine göre hareket edilir. Çünkü çağdaş dünyadaki ekonominin temel hedefi, maddî açıdan her gerekeni yapmak ve ideal hayata kavuşmaktır. Bu sebeple herkesçe kabul edilen ve tartışmasız olan üst kriterleri yoktur ve olamaz. Fakat İslâm’a göre faizin yasaklığı, ihtikârın haramlığı, serbest piyasanın hâkim olması.. gibi pek çok hüküm, bu sahayı doğrudan ilgilendirmektedir. Bu durum ise modern iktisat anlayışı ile İslâm’ın çok noktada farklılaştığını göstermektedir. Bu meseleyi önce İslâmî anlayışı sunarak, sonra da modern sistemlerle mukayese ederek iki başlıkta ele alabiliriz. Biz modern sistemi “Ekonomik Sistemler ve İslâm” adı altında başka bir yazıya havale edeceğiz.

Bir Müslüman’ın kendi inancı çerçevesinde vazgeçemeyeceği temel ekonomi prensipleri vardır. Bunları açık ve net bir şekilde ifade edebilirsek, İslâm ekonomisinin karakteristiğini belirlemiş oluruz. Bunlar şunlardır:

A. İslâma Göre Mülk Allah’ındır İslâm’a göre gerçek hâkim ve her şeyin sahibi Allah’tır. Dolayısıyla insanlar geçici olarak ve O’nun adına mal-mülk sahibi kılınmışlardır. Bundaki maksat ise imtihana tâbi tutmak ve neticede gerçek kulluğu temin etmektir. Bu anlayış, niyâbeten bir mülkiyet hakkı vermesi gerekçesiyle, daima müvekkilin maksatlarının asıl hedef yapılması neticesini vermektedir. Dolayısıyla İslâm’daki ekonomik özgürlük, diğer ekonomik sistemlerin farklı olarak kendine has bir yapı arz eder.1

Bu cümleden olarak beşerî sistemlerde var olan her isteğe göre mutlak tüketim anlayışı, İslâm ekonomisinde olmayacaktır. Çünkü bencillik duygusuyla ve israf kategorisine girecek lüks tutkulara fıkıhta cevaz bulunamayacak, yapılsa bile helâl kabul edilmeyecektir. Ayrıca aşırı ve lüks tüketim uygulaması; fiyatların yükselmesine ve dar gelir sahiplerinin ezilmesine sebep olacağından farklı bir mesuliyet gerektirecektir. Dolayısıyla bu tür uygulamalarda bir haksızlık ve zulüm söz konusudur. Zîrâ zenginler isteklerine göre müsrifâne tatmin yolları ararken, fakirler aleyhine bir süreç hazırlamaktadırlar. Üretimi devamlı kılmak veya değişimi yaşamak için moda değiştirmelerine başvuran anlayış, israfın yasaklığı gerekçesiyle kendi özel hayatları açısından, toplumu meşru olmayan bir yöne tevcih ile de sosyal hayat açısından kabul görmeyecektir.2

Beşerî sistemlerde malı elde etmek, aynı zamanda onun istenildiği gibi tüketilebileceği hakkını vermektedir. Zîrâ malı kazanan onun mutlak sahibidir ve üzerinde dilediği tasarrufu yapabilir. Bu noktada taşkınlıkları engelleyici olarak getirilen ölçüler, yine beşer prensibi olduğu için aşılmaz değildir, dolayısıyla sabit sayılmaz. Fakat İslâm’da beşerüstü ve net prensiplerle, tüketimin ancak meşru yoldan yapılabileceği beyan edilmiştir. Çünkü bir bütün olarak şer’î hükümlere uyma gereği bu sonucu vermektedir. Bu durum, mutlak insaniyet için değişmez güzelliklerin kalmasına sebep olacaktır.

Beşerî sistemlerin ifrat ve tefrit sapmalarına mukabil, İslâm kültüründe karşılıklı yardımlaşma ve hediyeleşme öne çıkar. Çünkü muhtaca yardım İlâhi bir emirdir. Ayrıca Müslüman Müslüman’ın kardeşi sayılır ve ona hiçbir zaman zulüm etmeyeceği, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayacağı prensibi dinde riayet edilmesi gereken bir esastır.3 Yine mülkün kişiler elinde emanet olması, inançlı insanı emaneti yerinde kullanmaya memur ve razı eder. Bu da gerektiği yerde borç vermek ve yardımda bulunmak gibi neticeleri doğurur.

B. Mal, Meşru ve Faydalı Olan Şeydir Mal, insan tabiatının istediği ve biriktirdiği şeydir. Fakat İslâm’a göre şahıs veya tarafların kabul ettiği her şey mal sayılmamaktadır. Çünkü bir şeyin mal kabul edilmesi için onun İslâm’a göre de faydalı bulunduğu kesinlikle kabul edilmesi gerekmektedir.4 Meselâ domuz eti helâl olmadığı, dolayısıyla mütekavvim (meşru bir değeri olan) konumda olmadığı için İslâm’a göre mal kabul edilmezken, faydasının anlaşılmadığı dönemde hayvan gübresi, yine murdar et ve kendisine ihtiyaç olmaması durumunda köpek de bizatihi kıymet ve değeri haiz olmadığı için mal kabul edilmemiştir. Bu sebeple İslâm’a göre Müslümanlar açısından alkollü içecek türleri hiçbir zaman mal tanımı içine girmez.

C. Ekonomi Serbest Piyasaya Dayanır Arz ve talebin tam rekabet şartları içinde karşılaştığı, dışarıdan müdahalelerin olmadığı ekonomik modele serbest piyasa denmektedir. İslâm iktisadıyla ilgili kaynaklar değerlendirildiğinde çıkan sonuçlardan birisi, İslâm’a göre ekonomik piyasanın serbest olma gereğidir. Bu konuda söylenebilecek deliller şunlardır:

1. Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi ve sellem) mallara fiyat koyması istendiği zaman, O bunu kabul etmemiş, aksine rızkı bollaştıran ve azaltanın Yüce Allah olduğunu beyan ederek reddetmiştir.5 Bu durum açıkça bâyi ve müşteri arasında kendi şartları içinde oluşacak piyasayı göstermektedir.

2. Serbest piyasa ekonomisine kaynak olabilecek bir başka hadîs şudur: “İnsanları alış-verişte serbest bırakınız. Zîrâ Allah böylece insanları birbirlerinden faydalandırıp rızıklandırır. Bu sebeple birisi diğerinden tavsiye almak isteyince esirgemesin, nasihat etsin.”6 Bu iki delil açık ve net olarak serbest piyasa ekonomisini göstermektedir.7 Bu tercihin normal şartlarda doğru olduğunun göstergesi, pratik uygulamada ekonomik hayatın tahrik gücünün kâr motifinden kaynaklanmasıdır.8

3. İslâm’a göre ihtikârın (karaborsa) yasaklanması da serbest piyasaya müdahaleyi men etmekten olsa gerektir. Çünkü karaborsacılıkta Allah’ın rızık olarak verdiği ve şu an için sahibinin elinde mevcut olan bir malın, toplumun ihtiyacı olmasına rağmen sırf bencil bir düşünceyle pazardan çekilmesi söz konusudur.9

İhtikârı yasaklamadaki maksat, tekelleşmeden istifade ile normal şartlarda satıcının belli bir nispetle satacağı kâr haddini yükseltme isteğini, mukabilinde de halkın ezilme durumunu engellemektir. Bu uygulamada imkânları toplum aleyhine sömürü olarak kullanmak isteyen birisine mâni olmak söz konusu olduğu için gayet hikmetli bir uygulamadır.

İhtikârla ilgili bir hadîste Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Kim yiyecek maddelerini kırk gün saklarsa Allah ondan, o da Allah’tan uzak olur.” buyurmuştur.10 Bu kadar şiddetli bir tehdidin sebebi, karaborsa ile sun’î bir kıtlık oluşturulması ve bundan egoistçe fiyat artışı sağlanmasıdır. Çünkü bunun neticesinde halka kıtlık veya sıkıntı gelmektedir. Bu durum ise, içtimaî açıdan mal sahiplerine karşı soğuk ve kinle dolmuş bir toplum oluşturur.11

Serbest piyasanın gereği olarak kâr haddi koymak yasak olacaktır. Fakat istisnâi olarak tezahür edebilen tekelleşme veya satıcılar arasında anlaşmadan gelen sömürüleri engellemek için hîn-i hacette istihsânen uygulanabileceği de prensipte kabul edilmiştir.

4. Köylülerin pazardan men edilemeyeceğine yönelik emirler de serbest piyasa ekonomisini gösterir. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Şehirli köylü adına satış yapmasın. İsterse köylü adına alışveriş yapacak şahıs, onun babası veya kardeşi olsun.”12 Hattâ köylü mallarının yolda karşılanıp alınmasını yasaklayan emir de, bu mânâda serbest piyasayı teyit eden delillerdendir.13

Meseleyi tahlil açısından baktığımızda şunu görmekteyiz: Âdet olarak dışardan gelen mallar belli ellerde toplandığında, bu durum beraberinde bazı tekelleşmeleri getirmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) söz konusu zararı men için onların pazara rahatça girme ve alışveriş yapma imkânlarını sağlamıştır.

Serbest piyasa tam rekabeti sağlayarak14 kaliteyi yükselttiği gibi, üretilen kaliteli malların ucuza satılmasını da sağlayarak iki yönlü bir şekilde tüketiciye fayda sağlamaktadır. Aynı zamanda her üretici kendi kârını hesap ettiğinden, mevcut üretimi en ucuza temin etmeyi de bir başka taraftan düşünerek, kaynakları gereksiz yere tüketmeme ve işçileri verimli kılma gibi başka faydaları da temin etmektedir.

D. İktisadî Muamelelerde Taraflar İçin Herhangi Bir Bilinmezlik Olamaz İktisadî faaliyetlerde ve insanlar arası mal tebâ­dülünde asıl olan, hakkaniyeti temindir. Bu sebeple borç münasebetlerinde tarafların aldatılmaması ve muameleye herhangi bir hilenin karışmaması için, taraflarca her şeyin açık ve net olarak ortaya konması gerekmektedir. Bu da iktisadın temeli olan alışveriş akdinin bir netlik üzere yapılmasını teminle mümkündür. Bu netlikse akitlerdeki temel unsur olan rıza ve irade beyanının gerçek temellere oturmasını gerektirmektedir.

Normal şartlarda taraflar, ancak bildiği ve razı olduğu şartları kabul ederler. Bu sebeple rızayı zorlayan, yanıltan veya farklı beyana sevk eden durumlar ile eksik veya yanlış bilgi sebebiyle oluşan rıza hâli gibi durumlar, fıkhî açıdan satım akdine engel kabul edilmiştir. Dolayısıyla söz konusu durumlar doğrudan hile ve aldatma kapsamında değerlendirilir. Hattâ bu durumun, yanlış veya abartılı reklâm ile aldatıcı promosyondan olması arasında bir fark yoktur. Neticede şahısların tam bir hürriyet içinde ve bilerek karar vermesi asıldır. Bunu engelleyen her unsur akdi bozar veya ilgili tarafa muhayyerlik hakkı verir.

Yine bu gerekçe ile olmayan (madum) malın satışı yasaklanmıştır. Hattâ kısmen olmayan bir malın satışı mânâsına gelen selem akdindeki helâllik, ancak söz konusu malın belli vasıflarının netleşmesi şartıyla istisnai olarak ve zaruret gerekçesiyle oluşmuştur.15 Çünkü normal şartlarda, olmayan bir mal satılmaz. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de,

لاَ تَبِعْ مَا لَيْسَ عِنْدَكَ

“Yanında olmayanı satma.” buyurmuşlardır.16

Bu yasağın hemen görünen hikmeti, fiyatı artıracak olan sun’î aracılarla gereksiz yükselmeyi önlemek olduğu gibi daha pek çok hikmetleri de vardır. Çünkü sözkonusu hâl, mal ve gerçek değerini bilememekten doğan bir aldanmaya sebep olabilir. Bunu açıklar mahiyette hadîs-i şerîfte, “Kim bir yiyecek maddesini alırsa, eline geçmeden satmasın.” buyrulmuştur.17 Yine gereksiz yere alım satım yapılarak fiyat yükseltmenin önüne geçilmek istenmesi olabilir. Hattâ bu durum satanın kısmen ucuza mal vermesine sebep olabilir. Bu konuda Abdullah b. Ömer şunu anlatır: Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında halk, daha zahire pazara gelmeden satın alırdı. Bunun üzerine tacirlere memur gönderdi ve pazara gelmeden satmayı yasakladı.18

Yine şehirlilerin veya tacirlerin taşradan gelen köylü mallarını, sahiplerinin fiyatları bilmemeleri gerekçesiyle kandırarak yolda almaları ihtimali olduğundan, böyle bir alışveriş yasaklanmış veya satım akdi gerçekleşip de aldandıkları ortaya çıktığı zaman köylülere muhayyerlik hakkı tanınmıştır. Çünkü taraflardan birisi için bir belirsizlik söz konusudur.19

Yine neceş, yani gerçek alıcı olmayanların sanki malı alacakmış gibi görünerek fiyata müdahale yapması İslâm’da yasaklanmıştır. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), وَلَا تَنَاجَشُوا “Fiyatları kızıştırmayınız.” buyurmuştur.20 Çünkü bu muamelede sun’î bir artış vardır. Eğer gerçek alıcı olayın farkında olsa bu şekildeki bir fiyatı kabul etmeyecektir. Dolayısıyla onun rıza, irade ve beyanına müdahale edilmiştir. Diğer yönüyle bayi, istediği fiyata satamadığı malını elden çıkartmak için hileli bir yol bulmuştur. Fakat normal şartlarda gerçek alıcıların katıldığı açık artırmalar caizdir. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) fakir bir sahabinin eşyasını, en fazla fiyat verene satmıştır.21

Götürü (mücazefe veya cüzaf) usulü ile satışın caiz olabilmesi için satılan malın bir bilen tarafından tahmin edilmesi şartı da buna binaendir.22 Söz konusu malın tartılamaması, ölçülememesi veya net miktarının belirlenememesi sonucu ruhsat olarak uygulanan götürü yolu, mutlak mânâda bilinmezlik mânâsına değildir. Zîrâ bilinemeyen satışta neye karşılık hangi bedel verileceği de belli olmaz.

E. Toplumdaki Serveti Yaymak İlâhî Bir Maksattır İslâm ekonomisiyle ilgili temel ahkâma baktığımızda, tekelleşmenin önüne geçerek serveti yayma gayesi güttüğünü açık bir şekilde görmekteyiz. Zekât ve sadaka vermek, kurban kesmek, infak etmek emirlerinde bu tezahür açık olduğu kadar; faiz ve ihtikârın yasaklanması ile miras taksiminde malı yayma gayesinde de açıktır.23

Yine servet sahiplerinin üretimsiz, emeksiz ve risksiz olarak mal sahibi olma talepleri önlenmiş ve sınırsız zenginleşme duygularına set çekilmiştir. Dolayısıyla ya karz-ı hasen yoluyla ecrini Allah’tan bekleyerek karşılıksız borç verecektir veya para talep eden şahısla yatırıma ortak olacaktır. Bu da sermaye sahibinin, elini taşın altına koyması mânâsına gelmektedir. Zîrâ kâr ve zarara ortak olacaktır.

Sebebi ne olursa olsun her türlü karaborsanın yasaklanmasında, yine tabii piyasaya müdahale ve insanların çözümsüz durumlarından istifade düşüncesini engelleme vardır. Böylece imkân sahiplerinin aşırı büyümesine mâni olunmuş ve toplum içinde kısmen bir denge politikası oluşturulmuştur. Duruma göre narh koyma da bu çerçevede değerlendirilir. Fakat bundaki sürenin alt ve üst sınırları, -gerçek niyet kişilerin kalblerinde olmakla beraber- hukukî açıdan objektif kriterlerle zaman ve şartlara göre belirlenecektir.24

Ayrıca şu âyet-i kerîmede malın yayılması prensibi açıkça ifade edilmiştir:

مَا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاءِ مِنْكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

“Allah’ın fethedilen ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler; Allah, Peygamber, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa onu terk edin. Ve Allah’tan korkun. Çünkü O’nun azabı çok çetindir.”25

Hz. Ömer, Enfal Sûresi 41. âyeti yorumlayarak fethedilen arazilerin beşte dördünü mücahitlere dağıtmazken, Haşr Sûresi 7. âyetteki mezkur tröstleşme engelinden güç almış ve arazileri sahiplerinin ellerinde bırakarak haraç gelirlerinin devlete lazım olan meşru giderlere bir kaynak olmasını uygun görmüştür. Aynı zamanda malın neticede onlara döndüğüne karar vermiştir ki, sahabenin çoğu bu uygulamayı tasvip etmiştir. Bu sebepten Hanefî ve Malikîler, Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber’de fethedilen araziyi mücahitler arasında dağıtmasını, yönetici olması hasebiyle maslahat gereği yaptığı bir tasarruf kabul etmiştir.26

F. Kazanç Emeğe Göre Belirlenir Emek kapsamındaki temellüklerde, emek ve kazanç arasındaki eşitliğe riayet etmek temel İslâmî bir kaidedir. Bu sebeple sanat, ticaret ve ortaklıklar; hile ve sömürüye dayanmamak zorundadır.

Söz konusu kaidenin bir neticesi olarak faiz haram kılınmıştır. Ayrıca kumar gibi şans oyunları yasaklanmış, oralardan elde edilecek gelirler helâl kabul edilmemiştir.

Bu durum üretimsiz bir emeğin geçerli olmayacağını da göstermektedir. Zîrâ kumar oynayan bir grubun elindeki para artmamakta, sadece el değiştirmektedir. Mesela kumar oynanarak geçen bir aylık zaman diliminde yeni üretim yapılmadığı gibi, mevcut mal da muhafaza edilememiştir. Böyle bir gayret ise malayaniden de öte zararlı kabul edilecektir.

Kazancın emeğe göre belirlenmesi konusunda işlenmesi gereken en önemli konulardan birisi faizdir. Çünkü faizin haramlığı, karşılığı olmayan bir fazlalık içermesine dayanmaktadır. Bu sebeple çağdaş ekonomilerin en temel iktisat usullerinden birisi olan faiz konusuna burada değinmek gerekmektedir.

Faiz (ribâ), malın mal ile değişimi mahiyetindeki bir akitte, karşılığı bulunmayan fazlalığa denmektedir. Ödünç işlemlerinde ve alışverişte karşılığı bulunmayan hakiki veya hükmî fazlalık da bu kapsamdadır.27 Şari’ Tealâ açık ve net bir şekilde faizi yasaklamıştır. Bu sebeple faizin haramlığı konusunda hiçbir mezhepte ihtilâf söz konusu olmamıştır. Çünkü ondaki ihtilâf sadece faizin şümulü noktasında kalmıştır. Faizin haram kılınmasının sebepleri araştırıldığında şunlar görülür: Salt faizde gerçek mânâda emek, üretim ve risk yoktur.28 Çünkü faizde ise hem anapara güvence altında, hem de kâr güvence altındadır. Bu yönüyle faiz sanki misliyattan alınan bir kira gibidir.29 Bu durum ise yasaklanmasına gerçek bir gerekçedir. Zîrâ böyle bir sonuç, emeksiz kazanma mânâsına gelmektedir. Bu noktada faizin zararları; faizi veren tarafın sürekli olarak ve risksiz bir şekilde zenginleşmesi, buna karşılık faizi alan tarafın ise fakirleşmesi veya çok az bir kâr elde etmesi; faizle birlikte yatırımsız bir kâr yolunun açılmasıyla, sermaye sahiplerinin el emeği, üretim ve gerçek ticaret.. gibi usûllere başvurmaması; neticede işsizliğin artması; maliyet enflasyonunun oluşması; nihayetinde sürekli menfaat hesapları yapan kişilerden oluşan bir toplumda sevgi, kardeşlik ve yardım duygusunun azalmasıdır. Bu durum ise içtimâî açıdan büyük bir kaosa sebep olur. Zîrâ beşer tarihinde en büyük sıkıntılar şu iki düşünceden kaynaklanmıştır: Bunlardan birincisi “Sen çalış ben yiyeyim.” fikridir. Bu fikir diğer açıdan “Ben çalışmadan kazanayım.” şeklinde ifade edilebilir. İkincisi ise “Ben tok olduktan sonra başkaları açlıktan ölse bana ne?!” fikridir. Bunun diğer ifadesi ise “Ben muhtaç değilsem, kimse beni ilgilendirmez ve kimseye yardım edemem.” şeklindedir. İslâm birinci düşünceyi faizin yasaklanmasıyla, ikinci düşünceyi de zekât ve onu tamamlayan fıtır sadakası, nafaka, kurban.. gibi sair emirlerle ortadan kaldırmıştır.30

G. Muamelelerde İslâmî Kurallar Belirleyicidir Her sistem gibi İslâm da bir muamelenin geçerliliğini, kurallarına uyulmasına bağlamıştır. Öyleyse devir ve şartlar ne olursa olsun, İslâm ekonomisinin temel doktrinlerine aykırı düşen ticarî ve iktisadî muameleler, kendi açısından geçersiz olacaktır. Dolayısıyla sözkonusu tasarrufat Allah katında mesuliyeti mucip olur. Bu yönüyle İslâm toplumlarının ekonomik yapısı kendine özgü bir farklılık arz edecektir. Bu sebeple faize dayanan, belirsizlik (garar) içeren, yalancı şahitlerin karıştığı, hürriyetin kısıtlandığı, hile karışmış ve ihtiyaç olmadığı hâlde imkânlar gereği israfa sebep olan harcamalar.. türünden muameleler İslâmî açıdan reddedilecektir. Tabi israf meselesi değerlendirilirken zaruri olanlar, rahatlık ve kolaylık sağlayanlar ile lüks maddeler farklı değerlendirilir. Hattâ gerek yokken harcanılanlar daha da farklıdır.31 Dolayısıyla ticarî ve iktisadî muamelelerde İslâm’a aykırı hiçbir işlem meşru sayılmayacağı gibi, bu işlemin netice verdiği mal da helâl ve meşru sayılmayacaktır.

Serbest piyasanın hâkim olduğu bir ortamda ticari hareketlilik oldukça yaygınlaşacaktır. Bu noktada İslâm’ın temel prensiplerini aşmama yasağı, belli seviyede bazı tahditler koyacaktır. Bunlardan birisi de herhangi bir şahsın pazarlığı üzerine pazarlık yapmamaktır. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) “Biriniz diğerinin alış verişi üzerine pazarlık yapmasın. Kardeşi malı satın alacağı sırada almaya kalkmasın.” buyurmaktadır.32

Meşru dairede oluşacak şirketleşmeler ile ibaha alanı kapsamında geliştirilecek muameleler, sürekli olarak yeni ufuklar açacaktır. Bu geniş alan, mal bir taraftan, işletme de diğer taraftan olmak üzere anlaşılacak değişik kâr nispetleriyle ortaklıkların kurulabilmesine yol açacaktır. Bu tür akde mudarabe denir.

Bu alanda başka türlü şirketler de vardır. Önemli olan meşru dairede üretim ve kâr yapmaktır.33 Bu sebeple İslâm ekonomisi tamamıyla yasaklardan oluşan bir sistem değil, aksine belli istisnaları yasaklayan bir sistemdir.

İslâm’ın koyduğu iktisadî şartlarla, spekülatif olmaktan öte gerçek bir piyasa oluşacağından, toplum ekonomisi de hakiki temeller üzerine bina edilecektir.34

*Fırat Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ikoksal@yeniumit.com.tr

Dipnotlar 1. Nakvi, N. Haydar, Ekonomi ve Ahlak, Çev.: İlhan Kutluer, İnsan Y., İst.-1985, s. 96; Gülen, İktisâdî Mülahazalar, Nil Y., İst.-2009, s. 248. 2. Beşer, Faruk, İslâmda Sosyal Güvenlik, DİB Y., Ank.-1987, s. 32. 3. Buhari, Mezalim 3, (3/98). 4. İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, Tahkik: Adil Ahmed – Ali Muhammed, Daru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut-1415, 1. baskı., s. 3/615. 5. San’ani, Muhammed b. İsmail, Sübülü’s-Selam Şerhu Büluği’l-Meram, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, by yok, 1379/1960, 4. baskı, s. 3/32. 6. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/512; Miras, Kamil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, DİB Y., Ank., bt yok, 8. baskı, s. 6/473. 7. Samurkaş, Ali İhsan, Türkiye’de ve Hz. Muhammed Döneminde Enflasyon Düşüncesi, Rehber Y., Ank.-1993, 1. baskı, s. 433. 8. İslâmda Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Düşünce Y. Ank.-1978, s. 164. 9. Döndüren, Hamdi, İslâmî Ölçülerle Ticaret Rehberi, Erkam Y., İst.-1419/1998, s. 288-290. 10. İbn Hanbel, 2/33. 11. Nüveyhi, Muhammed, Ekonomik Adaletin Temelleri, Çev.: Ahmet Yaprak, Beyan Y., s. 26. 12. Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as, es-Sünen, Çağrı Y., İst.-1413/1992, 2. baskı, Büyu 45 (3/720). 13. Buhari, Büyu 72 (3/28). 14. Demirci, Rasih, Ekonominin Temelleri, TDV Y., Ank.-1996, 1. baskı, s. 84-86. 15. Döndüren, Ticaret ve İktisat, 129, 310-315. 16. Ebu Davud, Büyu 68, (3/768-769). 17. Buhari, Büyu 54, (3/23). 18. Miras, Tecrid-i Sarih, 6/446. 19. Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Erkam Y., İst.-1993; s. 228-231. 20. Ebu Davud, Büyu 44, (3/719). 21. San’ânî, Sübülü’s-Selâm Şerhu Bülûği’l-Merâm, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, by yok, 1379/1960, 4. baskı, s. 3/279; Döndüren, Ticaret ve İktisat, 231. 22. Karâfî, Fürûk, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut-1424/2003, s. 3/207,233; Döndüren, Ticaret ve İktisat, 337. 23. Yeniçeri, Celal, İslâm İktisadının Esasları, Şamil Y., İst.-1980, s. 449-451. 24. Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, 292. 25. Haşir suresi, 59/7. 26. Buti, Muhammed Said Ramazan, Davabıtu’l-Maslaha fi’ş-Şeriati’l-İslâmiyye, el-Mektebetü’l-Emeviyye, Dimaşk-1386 /1966, 1. baskı, s. 169. 27. Mergînânî, Hidaye, Kahraman Y., İst.-1996, s. 3/61; Özsoy, İsmail, Faiz, DİA, s. 12/110. 28. Özsoy, İsmail, Faiz ve Problemleri, Nil Y., bt yok, İzmir, s. 173-174. 29. Ersoy, Arif, Faizsiz Banka ve İşlevleri (Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli), İlmi Neşriyat, by ve bt yok, s. 34. 30. Nursi, Said, İşaretü’l-İ’caz fi Mezanni’l-İcaz, Çev.: Abdülmecid Nursi, Yeni Asya Y., İst., bt yok, s. 49. 31. Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, 191. 32. Buhari, Büyu’ 58 (3/24). 33. Aliyyü’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-Inâye, 3/58; 3/58; ed-Dîbû, İbrahim, Akdü’l-Mudarebe, Matbaatü’l-İrşad, Bağdat-1393/1973, s. 401 vd. 34. Bu makalenin hazırlanmasında büyük ölçüde “İslâm İktisadının Temelleri” isimli çalışmamız etkili olmuştur. Bilimname Dergisi, Kayseri-2005, s. 73 vd.

DEVAMINI OKU
İSLÂM’DA FERT VE DEVLET İLİŞKİSİ

Onu kutsama, mukaddes sayma gibi bir yanlışlığa düşmeden devlete karşı saygılı olmak bir vatandaşlık vazifesidir. İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Klan toplumundan örgütlenmiş devlet düzenine kadar geçen zaman içinde dünyaya her gelen kişi kendini yerleşik kurallara göre hareket eden bir toplum içinde bulmuştur. Bu kurallara aykırı davranan kişi kınanmadan en ağır cezaya kadar uzanan müeyyidelerle karşılaşır.

Fert ve devlet münasebetine İslâm açısından bakmak istersek Hz. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet görevine başladığı ândan itibaren Arap Yarımadası’nın bütün kavim ve kabilelerinin Müslüman olduğu, nübüvvet görevinin tamamlandığı âna kadar geçen zaman içinde, değişen şartlara göre fertlerin devletle ilişkisinin nasıl bir şekil aldığına bakmak uygun bir yöntemdir diyebiliriz.

Müslümanların içinde yer aldıkları yönetim şekillerini, yönetimin bütünüyle müşriklerde olduğu Mekke Site Devleti dönemi; Müslümanların yönetime gayrimüslimlerle ortak oldukları birinci etap Medine dönemi; Müslümanların yönetimi bütünüyle ele aldıkları ikinci etap Medine dönemi olmak üzere üç dönem içinde ele alabiliriz.

Mekke Dönemi Mekke dönemi, Müslümanların müşrik yönetimin içinde azınlık olarak bulundukları dönemdir. Bu dönemde Müslümanlar, müşrik çoğunluğun baskı ve işkencelerine maruz kalıyorlardı. Öldürmeye kadar varan işkencelere tahammül ediyorlar, inançlarından taviz vermiyorlardı. Bu devirde Müslümanlar aslâ bir asayiş problemi ortaya çıkarmıyor, toplumda huzursuzluk sebebi olacak bir harekette bulunmuyorlardı.

Toplumun yerleşik inançlarına aykırı olarak, kişilerin “Rabbim Allah’tır.” demeleri toplumun asayişini ve düzenini bozan bir durum olarak kabul edilemez. Bu inanç hürriyetinin tabiî sonucudur. Bu dönemde nazil olan müteaddit âyetlerle Kur’ân’da inanç hürriyeti defaetle vurgulanmıştır. Meselâ Kâfirun Sûresi 6. âyette “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” buyrulmuştur. Rabbim Allah’tır dedikleri için müminlerin işkence edilmeleri ve öldürülmelerinin haksızlık ve zulüm olduğu Bürûc Sûresi 8. âyette mealen “Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin tek hâkimi, azîz ve hamîd olan Allah’a iman etmeleri idi.” şeklinde açıklanmaktadır. Kişilere inanç özgürlüğünü tanımanın esas itibariyle eşyanın tabiatına uygun olduğu, baskı ve zorlamanın inançla ilgili konularda yeri olmadığı A’râf Sûresi 88. âyette mealen şöyle açıklanmaktadır: “Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz.» (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.” İnanç özgürlüğü temel hak ve özgürlükler kapsamına giren kişilik haklarındandır. Kimsenin inancının kimseyi ilgilendirmeyeceği Mutaffifin Sûresi 29-33. âyetlerde şu ifadelerle açıklanmıştır: “Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi. Ailelerine döndüklerinde yaptıkları bu işlerle övünüp eğlenirlerdi. Müminleri gördüklerinde ‘şüphesiz bunlar sapıtmış’ derlerdi. Hâlbuki bunlar, onların üzerlerine gözeticiler olarak gönderilmemişlerdi.”

Evet, Müslümanların neye inandıkları müşrikleri ilgilendirmezdi. Çünkü Allah hiç kimseyi inanç konusunda başkasının üzerine muhafız olarak göndermemiştir. Kısaca müşriklerin Müslümanların inancına karışma hakları yoktu. Bu sebeple Müslümanlara inançları dolayısıyla yapılan her müdahale zulüm ve haksızlık oluyordu. Buna rağmen Hz. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân’da beyan edilen siyaset paralelinde davranmış, onca işkenceler, öldürmeler, baskı ve hakaretlere rağmen en küçük bir asayiş problemi çıkarılmasına müsaade etmemiştir. Ancak müminlerin, Allah’ın âyetlerini alaya alan inkârcılarla oturmamak suretiyle pasif bir tepki koymaları gerektiği Nisâ Sûresi 140. âyette şu mealde ifade edilmektedir: “O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze geçinceye kadar inkârcılarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz”.

Mekke döneminde Müslümanlar güç kullanma biçiminde tepki vermediler. Bu yönde yapılan taleplere Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin vermedi. İkinci Akabe Biatı’nın tamamlanmasından sonra Abbas b. Ubâde “Ey Allah’ın Resülü! Sen’i hak din ve Kitap’la gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer Sen istersen yarın Mina halkını kılıçtan geçiririz.” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bununla emrolunmadık.” buyurdu. (İbn İshak, İbn Hişam Sire III, 90; İbn Sa’d Tabakat, I, 223; Ahmed b. Hanbel III, 462)

Resûlullah Efendimiz, müşriklere karşı güç kullanmak bir yana onlar aleyhine beddua etme talebini dahi kabul etmemiştir. Habbâb ve onun gibi işkenceye maruz kalan bazı Müslümanlar Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe’deyken varıp “Ya Resûlullah bizi dinimizden döndürmele­rinden korktuğumuz şu kavme karşı bizim için Yüce Allah’tan yardım dilemez misin? Bizim için Allah’a dua edemez misin?” diye hâllerinden şikâyet ettiler. Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; “Vallahi sizden önceki müminlerden bir kimse yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse o çukura dizlerine kadar gömülür, sonra bir testere getirilir, başının üzerine konulup biçilerek ikiye bölünürdü de bu işkence onu dininden döndüremezdi. Allah’tan korkunuz. Hiç şüphesiz Allah sizin için fetih ihsan edecektir. Vallahi yüce Allah bu işi muhakkak tamamlayacaktır. Öyle ki hayvanına binmiş bir kimse San’a ile Hadramevt arasında San’a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Yüce Allah’tan başka hiç kimseden korkmayacak. Fakat siz acele ediyorsunuz” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, V. S.109-111; Buhari, VIII, 56)

Buradan çıkan sonuç şudur: Diledikleri inanca sahip olmak ve inançlarının gereğini yerine getirmek fertlerin devletten talep edebilecekleri tabiî haklarıdır. Fertlerin de devlete karşı inanç özgürlüğü talebinden öte toplumun huzur ve sükûnunu bozacak davranışlarda bulunmamaları ve asayiş problemi çıkarmama yükümlülükleri vardır. Müşriklerin canlarına, mallarına, ırz ve namuslarına tecavüz etme hakları yoktur. Birlikte yaşamanın gereği olan ortak yükümlülüklere katılırlar. Olumlu icraatlar için oluşturulan teşkilâtlara destek olurlar. Hz. Rasûlullah’ın “hılfü’l füdûl”e katılması bunun bir misâlidir. Hz. Rasûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O’na tâbi olan müminlerin Mekke döneminde ortaya koydukları tablo budur. Bu dönemde Kur’ân Müslümanlara ferdî olarak köle azad etmelerini, fakirleri, miskinleri, yetimleri doyurmalarını, onlara yardım etmelerini emrediyordu. Müslümanlar da güçleri yettiği nispette bu ilâhî emirleri yerine getiriyorlardı. Özellikle sahipleri tarafından işkence edilen Müslüman köleleri satın alıp azad eden Hz. Ebû Bekir’in zor durumda olan Müslümanlara yardım faaliyetleri içinde özel bir yeri vardır.

Hiçbir mümin inanç farklılığından kaynaklanan bir sebeple Mekke Site Devleti içinde bir asayiş problemi çıkarmamıştır. Eğer çıkarsalardı maruz kaldıkları hakaretler, baskı ve işkencelerden ötürü çok da haklı olacakları sebepler mevcuttu. Halkının çoğunluğu gayrimüslim olan ülkelerde yaşayan Müslümanlar için Hz. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O’na tâbi olmuş Müslümanlarda dikkate alınacak çok örnekler mevcuttur.

Mekke Müslümanlarının bir diğer örneği de Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardır. Bilindiği üzere Mekke’de baskı, zulüm ve işkenceler tahammül sınırını aşan bir noktaya doğru artmaya devam edince Hz. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) izniyle bazı Müslümanlar Habeşistan’a hicret ettiler. Habeşistan’a ilk hicret nübüvvet’in 5. yılı Recep ayında yapıldı. Muhacirler Habeşistan’da himaye gördüler. Güvenlik içinde incitilmeksizin ibadetlerini yapabildiler. Garânik olayından sonra Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar geri döndüler. Mekke müşriklerinin işkence ve baskıları daha da artmaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz baskı ve işkenceye maruz kalan Müslümanlara ikinci defa Habeşistan’a hicret izni verdi. İkinci hicrete 101 kişinin katıldığı rivayet edilir. Muhacirler Habeşistan’da rahat ve huzura kavuştular. Kimseden korkmaksızın ibadetlerini yapabildiler. (Bak: İbn-i Hişam, 4/184-7). Müslüman muhacirlerden Habeş halkı ve Habeş hükümdarını rahatsız edecek herhangi bir olumsuzluk ve asayiş ihlâli vuku bulmadı.

Gayrimüslim bir toplum içinde Müslümanlar inançlarından dolayı baskı ve işkenceye maruz kalıyorlarsa, başka bir ülkeye sığınma imkânını da bulamıyorlarsa Müslüman kimliklerini gizleyebilirler. Böyle bir durumda inançlarını gizlemeleri imanlarına zarar vermez. Hudeybiye Anlaşması sırasında Mekke’de yaşayan ve Müslümanların henüz tanıma imkânı bulamadıkları bazı Müslüman erkek ve kadınların bulunduklarını Kur’ân haber veriyor. Bu Müslümanlarla ilgili olarak Fetih Sûresi 25. âyette; “Onlar, inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenlerdir. Eğer (Mekke’de) kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz sebebiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı (Allah savaşı önlemezdi). Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.” buyrulmuştur.

Müslüman’ın baskı ve tehdit altında kalbi imanla dolu olduğu hâlde canını kurtarmak için zâhiren küfür ifade eden sözler söylemesi de kişinin imanına zarar vermez. Gözleri önünde anne ve babası şehit edilen Ammar b. Yâsir’in öldürülmekten kurtulmak için küfür ifade eden sözler söylemesinin imanına zarar vermediği Nahl Sûresi 106. âyette şu ifadelerle açıklanmıştır: “Kalbi imanla dolu olarak mutmain iken, dini inkâr etmeye mecbur bırakılıp da yalnız dilleriyle inkâr sözünü söyleyenler hâriç, kim imanından sonra Allah’ı inkâr ederek gönlünü inkâra açar, göğsüne küfrü yerleştirirse, onlara Allah tarafından bir gazap, hem de müthiş bir azap vardır.”

Keza Kur’ân’da kavminin zulmünden korkarak imanını gizleyen müminlerden de söz edilir. Firavun’u ve Firavun kavmini bir olan Allah’a iman etmeye davet eden Hz. Musa’yı tekzip eden kavminin başına gelebilecek bir azaptan endişe eden ve o âna kadar imanını gizlemiş olan bir müminin kavmini ikna etmeye çalıştığı Mümin Sûresi 28-29. âyetlerde şu ifadelerle anlatılır: “Firavun hanedanından olup o zamana kadar iman ettiğini saklayan biri çıkıp şöyle hitap etti: ‘Ne o, siz bir insan ‘Rabbim Allah’tır.’ dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz? Hâlbuki o Rabbiniz tarafından açık belgeler ve mucizeler de getirdi. Eğer yalan söylüyorsa, yalanı zaten kendisinin aleyhinedir. Ama şayet doğru söylemişse, en azından onun sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şu bir gerçektir ki Allah haddi aşan, yalancı kimseleri kurtuluşa erdirmez. Ey benim sevgili halkım! Bugün hâkimiyet sizindir, ülkede üstünlük sizdedir. Ama yarın Allah’ın azabı başımıza gelir çatarsa, söyler misiniz hangi kuvvet bizi kurtarabilir.’ dedi.”

Ve yine Yâsîn Sûresi 20-22. âyetlerde bir Karye halkını uyarmak ve hakka davet etmek üzere gönderilen elçileri tekzip etmeleri üzerine o karye halkından iman etmiş ve imanını gizlemiş olan bir kişinin gelip kavmini ikna etmek üzere ne şekilde nasihatte bulunduğu şu ifadelerle açıklanmaktadır: Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş ve şöyle demişti: “Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir. Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de O’na döndürüleceksiniz.”

Kişi inancını serbestçe açıklayamıyor ve gereklerini yerine getiremiyorsa imanını serbestçe açıklayabileceği ve inancının gereklerini yerine getirebileceği bir memlekete göç etmelidir. Bu husus Nisâ Sûresi 97. âyette şöyle ifede edilir: “Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara: ‘Ne yaptınız bakalım?’ deyince, ‘Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik.’ diyecekler, melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir!” Ancak imanını izhar ve gereğince amel edebilme imkânından mahrum kalmış ve bulunduğu beldeden başka bir beldeye hicret edebilme imkânını bulamamış kimsenin imanını gizlemesi caizdir ve imanının Allah katında makbul olacağı mezkûr âyetlerden anlaşılmaktadır.

Birinci Medine Dönemi Medine’ye hicretle birlikte Müslümanlar için yeni bir dönem başlamıştı. Müslümanlar Medine Site Devleti’nde yönetime ortak olan bir inanç grubunu oluşturuyorlardı. Hicret’le birlikte Mekke’den gelen muhacirlerin Medine’de barınma probleminin halledilmesi gerekiyordu. Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineli Müslümanlarla muhacirleri birebir kardeş yaparak bu problemi sühûletle hâlletti. Bu suretle ensar, sahip oldukları varlık ve imkânlarını muhacir kardeşleriyle paylaşmak yükümlülüğünü yüklendiler. Kur’ân’ın ifadesiyle ensar bu görevi hiç yüksünmeden yerine getirdi. Haşr Sûresi 9. âyette ensar şu ifadelerle övülmektedir: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir sıkıntı hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Ayrıca Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine’de huzur ve güvenin sağlanması, dışarıdan vuku bulacak saldırılara karşı topyekun savunma yapılması için Medine’de, o günkü adıyla Yesrib’de oturan diğer kabile ve cemaatlerle bir sözleşme akdetti. Bu sözleşmeyle nasıl bir birlik oluşturulacağı, taraflardan her birinin bu birlik içindeki konumlarının ne olacağı belirleniyordu. Sözleşmenin birinci maddesi “Bu yazı, Allah’ın Resulü Muhammed tarafından Kureyşli ve Medineli müminler, Müslümanlar ve bunlara sonradan iltihak edenler ve onlarla beraber cihat edenler içindir.” ifadesiyle sözleşmenin kimleri kapsadığını belirliyordu. Bu kapsama giren tarafların Medineli olmayanlara karşı bir birlik oluşturduklarını “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet oluştururlar.” ifadesiyle açıklıyordu.

Yahudiler, Medine’nin sakinleri ve sözleşmenin tarafları olarak Medine’ye dışarıdan vâki olabilecek bir saldırıda Müslümanlarla birlikte şehri savunacaklardı. Bu hüküm sözleşmede şu ifadelerle yer alıyordu: “Müslümanlar ve Yahudiler Medine’ye hâriçten bir saldırı vukuunda müttefikan karşı koyacaklardır.” Sözleşmenin suç işleyen fertlerin cezalandırılmasına bir engel oluşturmayacağı da sözleşmede belirtilmiştir. Bu hüküm sözleşmede şu ifadelerle yer almıştır: “Bu yazı, bir haksız fiil veya cürüm işleyenin ceza görmesine engel olamaz. Harbe çıkan da Medine’de kalan da emniyet içindedir. Haksız bir fiil işlemek müstesnadır.”.Bu madde çerçevesinde sözleşme, Müslim gayrimüslim her ferde kimsenin canına, malına, şeref ve haysiyetine tecavüz etmeme yükümlülüğü getiriyor, aksi hâlde uygulanacak cezâi müeyyidede ayırım gözetilmeyeceği belirtiliyordu. Her bir topluluk bir âkile oluşturuyor, kendilerinden birinin cinayet işlemesi durumunda maktulün diyetini birlikte ödemeyi taahhüt ediyorlardı.

Diğer taraftan bu dönemde müminler olarak Müslümanlara Kur’ân ve Sünnet’le mükellefiyetler yükleniyordu. Bunların bir kısmı oruç, cuma ve bayram namazları gibi ibadetler, zekât, fitre ve öşür gibi mâlî, cihat gibi hem mâlî hem bedenî mükellefiyetler, tesettür gibi ferdî ve içtimâî nitelikli emirler, evlenme, boşanma ve miras gibi aile hukuku ile ilgili hükümler, katil ve yaralama suçları için kısas ve diyetler, hırsızlık, kazif ve zina suçları için belirlenen hudûd gibi cezâî hükümler nazil oluyor ve Hz. Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları açıklıyor ve uyguluyordu. Böylece müminlerin bir taraftan Rablerine karşı kulluk borçları, diğer taraftan Müslüman kardeşlerine ve devlete karşı hak ve yükümlülükleri belirleniyordu. Devlet, özellikle seferberlik durumunda müminlerden zekât dışında sefer masraflarını karşılamak üzere fedakârlıkta bulunmalarını istiyordu. Buna mukabil devlet de müminlerin canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumakla mükellefti.

Bu dönemde İslâm toplumu içinde Müslümanlarla anlaşma yapmış zimmî adı verilen ehl-i kitap bir zümre de bulunuyordu. Bunlar Müslümanlara karşı savaş açmış ya da savaş hazırlığı yapmaya başlamış sonunda mağlup olmuş veya mağlup olacaklarını anlayarak barış teklif etmiş olan kavim ve kabilelerdir. Yapılan anlaşma şartlarına göre ödedikleri vergileri karşılığında bunların devlet tarafından canları, malları, ırz ve namusları koruma altına alınmıştır. Mesleklerini, sanatlarını güven içinde icra edebilirler, ticaretlerini yapabilirlerdi.

Bu dönemde Müslümanlar Medine halkından bir fert olarak diğer gruplarla barış içinde yaşamak ve haklara saygılı olmakla mükelleftiler. Ancak bir Müslüman olarak kendi cemaatlerine karşı ayrıca yardımlaşma ve dayanışma mükellefiyetleri vardı. Bu yardımlaşma ve dayanışma, sözleşme şartlarına riayet eden diğer grupların aleyhine olmuyordu. Sözleşme şartlarına riayet eden kişiler ve gruplara Müslümanlar güvence veriyorlardı. Bu husus sözleşmede şu ifadelerle yer alıyordu: “Allah ve Resulü Muhammed himayelerini, bu sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza edenler üzerinde tutacaklardır.” Anlaşmanın bu maddesi sözleşmenin gayrimüslim taraflarından herhangi birine dışarıdan bir saldırı olursa Müslümanlara, mütecavize karşı müttefikin yanında yer almak mükellefiyetini getiriyordu.

İhanetleri ve Müslümanlara düşmanlıkları açığa çıktığı ândan itibaren fert ve cemaat olarak Müslümanların sözleşme şartlarına bağlılık mecburiyetleri kalkmış, geriye sadece Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) sadakat, Müslüman toplumuna tebaiyet borçları kalmıştı.

Hz. Resûlullah ve Müslümanlar fert fert ve cemaat olarak sözleşme şartlarına harfiyen riayet ettiler. Sözleşmenin tarafı olan gruplarla barış içinde birlikte yaşamaya özen gösterdiler. Ancak özellikle Yahudi gruplar sözleşmenin tarafı olan Müslümanlarla dayanışma içinde olmak yerine içeride asayişi bozmaya ve dışarıda Müslümanlar aleyhine müttefikler aramaya başladılar. Buldukları her fırsatta Müslümanlara ihanet ettiler. Resûlullah’ı zehirlemekten suikast plânıyla öldürmeye kadar her yolu denediler. Sonunda Müslümanlarla giriştikleri savaşlarda ya öldürüldüler ya da sürgün edildiler. Sonuçta Müslümanlar Medine’de tek hâkim unsur hâline geldiler.

Medine Dönemi İkinci Etap Medine’de Müslümanlar tek hâkim unsur hâli­ne geldikten sonra fertlerle devlet arasındaki mü­na­se­betler bakımından, gayrimüslim grupların yö­netime ortak olmadıkları saf bir idarî yapı vücut bulmuş oldu. Fertlerin devlete, devletin fertlere karşı yükümlülüklerini belirleyen ahkâm âyetleri nazil olmaya devam ediyor, bu âyetleri açıklayan ve tamamlayan Sünnet’le, şahsın hukukundan milletlerarası hukuka kadar her alanda hukukî hükümler vazediliyordu. Dînî veya dünyevî bir konuda Allah ve Resulü bir şeyi emredince Müslüman’ın itirazsız itaat etmesi emrediliyordu. Bu hüküm Ahzâb Sûresi 36. âyette şu ifadelerle yer alıyor: “Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, artık işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulü’ne âsî olursa açık bir sapıklık etmiş olur.”

Ancak farklı şekillerde karara bağlanabilecek bazı idarî konularda Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) konuyu istişareye açardı. Meşveret konusu olan mesele hakkında herkesin görüş bildirme, başka bir deyişle görüş ve kanaatleriyle yönetime katılma hakkı vardı. Bedir, Uhut ve Hendek savaşları öncesi strateji olarak nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda açılan istişareler gibi. Hz. Resûlullah’ın istişareye açtığı pek çok hâdise rivayet edilmiştir. Zîrâ Kur’ân’da yönetimle ilgili konularda (nasıl bir yol izleneceği hususunda) müminlere danışması emrediliyor. Bu hüküm Âl-i İmrân Sûresi 159. âyette mealen şöyle buyruluyor: “Allah’ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, yapılacak işler hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” Diğer taraftan müminlerin de yönetimle ilgili konularda temel ilkelerinin meşveret olduğu yine Kur’ân’da Şûrâ Sûresi 38. âyette mealen şu ifadelerle açıklanmıştır: “Onlar öyle kimselerdir ki Rab’lerinin çağrısına kulak verip, namazı hakkıyla îfâ ederler. İşlerini istişare ile yürütürler, kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan hayırlı işlerde sarf ederler.”

Bu dönemde Müslümanların muhatap oldukları ve çok tekrarlanan emirlerden biri de Allah için cihada iştirakti. Cihat çağrısı yapıldığında her bir mümin kendi imkânlarıyla teçhizat dâhil sefer hazırlıklarını yapar ve cihada iştirak ederdi. Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gazvelerinin hiçbirinde savaşı isteyen taraf olmamıştır. Her defasında savaşı kabule zorlanan taraf olmuştur. Zîrâ Kur’ân’da Müslümanlara düşmanlık yapmayan, barış hâlinde yaşamak isteyenlere iyi davranılması emredilmiştir. Bu hüküm Mümtehine Sûresi 8. âyette şu ifadelerle yer alır: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” Bu âyette “Allah adaletli davrananları sever.” ifadesi “Sizinle barış içinde olmak isteyenler kendilerine barışla mukabeleyi hak ederler. O hâlde siz de onlara barışla mukabele edin. Zîrâ Allah hak edene hakkının verilmesini sever” mânâsını ihtiva etmektedir.

Allah (celle celâlühü) müminlere, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık edenleri dost edinmelerini menetmiştir. Bu konuda Kur’ân’da müteaddit âyetler mevcuttur. Mümtehine Sûresi 9. âyette mealen şöyle buyrulmaktadır: “Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.” Aynı konu Âl-i İmrân Sûresi 118. âyette mealen şu ifadelerle yer almıştır: “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Ayrıca bakınız Âl-i İmrân 3/28; Mâide 5/51,57; Enfâl 8/73; Nisâ 4/144; Mümtehine 60/1)

Buna mukabil müminlerin tam bir birlik, bütünlük ve dayanışma içinde olmaları gerektiği Kur’ân’da müteaddit âyetlerde emredilmiştir. Buna misâl olarak Tevbe Sûresi 71. âyetin mealini zikredelim: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten alıkorlar; namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakîmdir.” İhtilafın ve tefrikanın güç kaybına sebep olacağı Enfâl Sûresi 46. âyette şu mealde ifade edilmiştir: “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, kuvvetiniz kaybolur. Bir de tam mânâsıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” Bu hükümlerle müminler topluma ve devlete karşı birlik ve bütünlük içinde bulunmanın gereklerine göre davranma mükellefiyetini yüklenmiş oluyorlar.

Mümin, Allah ve Resülü’nün bütün emirlerine itaatle mükellef olduğu gibi “ülü’l-emr”in, dinin açık hükümlerini ihlâl etmeyen kararlarına, emir ve talimatlarına da itaat etmelidir. Bu husus Nisâ Sûresi 59. âyette şu ifadelerle açıklanmıştır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” “İşler ehli olmayana tevdi edildiğinde kıyameti bekleyin.”1 mealindeki hadîste geçen “iş” kelimesi, kamu yönetimiyle ilgili olan işleri ifade eder. Bu mânâda âyetin meali “kamuya ait işleri üstlenmiş olan ümera”nın karar ve talimatlarına uymayı emretmektedir.

Devletin izin ve onayına bağlı işlerde onay almadan emrivâkilerde bulunmamak gerektiği hükmü, “Kişi için mubah olan emîrinin rıza gösterdiği şeydir.”2 mealindeki hadîse dayanır. Hadîste bahis konusu olan izin, iktâ ve ihya gibi daha ziyade ammeye ve hazineye ait mal ve imkânların fertlere tahsis izni ve kararıdır.

Sonuç Nübüvvetin başlangıcından Hz. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatına kadar gelişim tablosunu incelediğimizde Müslümanlar, azınlıkta oldukları Mekke Site Devleti içinde, huzur ve sükûnu bozacak hiçbir asayiş problemi çıkarmamışlardır. Toplumun tamamını ilgilendiren ve toplum lehine olan yükümlülüklerden kaçındıklarına dair bir haber gelmemiştir. Aksine “hılfü’l-füdûl” misâlinde olduğu gibi hayırlı organizasyonun içinde yer almışlardır. Ancak inançlarından taviz vermemişlerdir. Zîrâ bir olan Allah’a inanmalarının başkalarına zarar vermeyen tercihleri ve en tabiî hakları olduğu inancındadırlar.

Bu dönemde Habeşistan’a göç eden Müslümanlar Habeşistan’da aynı tavrı devam ettirmişler, inançlarına saygı gösteren Habeş hükümdarına da hiçbir sıkıntı çıkarmamışlardır. Habeşistan muhacirleri, her vesileyle hükümdar Necaşi’den övgüyle söz etmişler ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

Medine’ye hicretle birlikte muhacirler yeni bir yurt edinmiş oldular. Ensar da sahip oldukları servet ve imkânları muhacirlerle paylaşarak Medine’nin gayrimüslim halkı yanında bir Müslüman grup oluşturdular. Medine’nin dışa karşı savunmasını güçlendirme, içeride asayişi temin etmeye yönelik, gayrimüslim unsurlarla akdedilen sözleşme hükümlerine göre bir taraftan gayrimüslimlerle barış içinde birlikte yaşama, diğer taraftan bir Müslüman olarak Allah ve Resülü’nün emirlerine itaat etmek ve şûrâ kararlarına uymakla yükümlüydüler. Bu dönemde ibadetler, muamelat ve mücâzât alanında peyderpey inmeye devam eden âyetler ve bu âyetleri şerh eden sünnetlerle, ilâhî emirler dînî tamamlama yönünde bir seyir takip ediyordu.

Bu dönemde sıklıkla rastlanan, Müslümanları ortadan kaldırma teşebbüsleri sebebiyle cihat âyetleri de nazil oluyordu. Müslümanlar fiilî bir saldırıyla karşı karşıya kaldıklarında veya bir saldırı hazırlığı yapıldığına dair istihbârî bir bilgi geldiğinde cihada çağrılıyorlardı. Cihat çağrısını alan her Müslüman, eğer gücü yetiyorsa sefer için gerekli olan masraflarını kendisi karşılar, ortak giderlere de katılırdı. Mazeretsiz olarak cihada katılmayanlar hakkında şiddetli itâblar içeren âyetler nazil oluyordu.

Gayrimüslim unsurların Medine’yi terk etmelerinden sonra Müslümanlar yönetime bütünüyle sahip oldular. Allah ve Resülü’nün emirlerine itaat, Hz. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şahsında devlete itaat kabul ediliyordu. Artık gayrimüslim cemaatler yok, zimmî sıfatıyla “Ehl-i Kitap” fertler vardı. Müslümanlar zimmîlerin hukukuna da riayet etmek durumundaydılar. Müslüman fertlerin, devletin emir ve talimatlarına uymaları gerektiği ‘ülü’l-emr’e itaat kavramında ifadesini bulmuştur. Ülü’l-emr Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram yapamaz. Bunun dışında Ülü’l-emr’in yönetimle ilgili aldığı ve şer’i hükümlerle çelişmeyen her karar bağlayıcıdır, itaat edilmesi gerekir. Ülü’l-emr mubahlar alanında geçici önlemler olarak yasaklayıcı bazı kararlar da alabilir. Fertlerin bu kararlara da uyma zorunluluğu vardır.

Buna mukabil devlet de fertlerin canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak, halkın huzur ve sükûnunu temin etmekle mükelleftir. Fertlere her alanda yapacakları meşru faaliyetleri için özgürlük ve güven ortamını sağlamakla da mükelleftir. Devletin bu görevi Adiyy b. Hâtim’in naklettiği şu rivayette net biçimde açıklanıyor. “Adiyy b. Hâtim anlatıyor. Ben Resûlullah’ın yanındaydım. Bir adam geldi yoksulluktan şikâyet etti. Sonra biri geldi yol kesen haramilerden şikâyet etti. Bunun üzerine Hz. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ‘Ey Adiyy! Sen Hîre’yi gördün mü?’ dedi. Görmedim ama hakkında bilgi aldım dedim. Bana dedi ki eğer ömrün olursa sen bir kadının devesinin üzerinde Hîre’den yola çıkıp Allah’tan başka hiç kimseden korkusu olmaksızın gelip Kâbe’yi tavaf ettiğini göreceksin.’ buyurdu.”3

Ülü’l-emr âyetinden değişen ve gelişen zamanın şartlarına göre devletin fonksiyonlarında değişmeler oldukça bu paralelde âmme otoritelerinin şer’î hükümlere aykırı olmayan emir ve talimatlarına uymak gerekir. Buna mukabil fertlerin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel taleplerini devletin yerine getirmesi de gerekir.

* Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan haktan@yeniumit.com.tr

Dipnot 1.

إِذَا وُسِّدَ الأَمْرُ عَلَى غَيْرِ أَهْلِهِ ، فَانْتَظِرِ السَّاعَةَ هَذَا حَدِيثٌ صَحِيحٌ

(Bağavi, Şerhüssünneh, Er Rikâk, Babü Eşratis Sâ’ah) 2.

يَقُولُ (إِنَّمَا لِلْمَرْءِ مَا طَابَتْ بِهِ نَفْسُ إِمَامِهِ) مُعَاذٌ فَإِنِّي سَمِعَتُ عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ

(Taberani, Müsned-ü Şâmiyyîn, Müsned-ü Mekhûl) 3.

عَنْ عَدِيِّ بْنِ حَاتِمٍ قَالَ بَيْنَا أَنَا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذْ أَتَاهُ رَجُلٌ فَشَكَا إِلَيْهِ الْفَاقَةَ ثُمَّ أَتَاهُ آخَرُ فَشَكَا إِلَيْهِ قَطْعَ السَّبِيلِ فَقَالَ يَا عَدِيُّ هَلْ رَأَيْتَ الْحِيرَةَ قُلْتُ لَمْ أَرَهَا وَقَدْ أُنْبِئْتُ عَنْهَا قَالَ فَإِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ لَتَرَيَنَّ الظَّعِينَةَ تَرْتَحِلُ مِنْ الْحِيرَةِ حَتَّى تَطُوفَ بِالْكَعْبَةِ لَا تَخَافُ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ

(Buhari, Sahih, el Menakıb, bab 22)

DEVAMINI OKU
KUR’ÂN’DA KÂİNAT’IN GENİŞLEMESİ VE BÜYÜK PATLAMA

Giriş Hubble’ın kâinatın genişlediğine işaret eden yaklaşık on yılda elde ettiği gözlem neticelerini 1929 yılında yayımlamasından sonra, fizikçilerin kâinat hakkındaki görüşleri tamamen değişmeye başlamıştı. Aslında tarihî olarak Hubble gözlemlerini yayımlamadan önce, Einstein’ın 1916 yılında ortaya koyduğu kütle çekimi denklemlerini kullanan Friedmann, kâinatın genişlemesi gerektiğini 1922 yılında yayımladığı bir çalışmayla ortaya koymuştu. Fakat o yıllarda, büyük ölçüde felsefî sebeplerden, kâinatın durağan (static) olması gerektiği düşüncesi oldukça baskındı. Bu yüzden, ilk ortaya koyduğu denklemlerin dinamik bir kâinat öngörmesinden hoşlanmayan Einstein, durağan kâinat modeli elde edebilmek için denklemlerinde küçük bir değişiklik yapmıştı. (Hubble’ın gözlemlerinden sonra Einstein bu değişikliği kariyerinin en büyük hatası olarak tanımlamıştır.) Bu yüzden Hubble’ın gözleme dayalı verileri büyük bir şaşkınlık ve heyecan uyandırmıştı. Zaman içinde Hubble’ın neticelerini destekleyen başka gözlemlerin yapılmasıyla, genişleyen kâinat düşüncesi karşı konulması güç bir gerçek olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabii, kâinat genişliyorsa geçmişte daha küçük olmalıydı ve belki bütün kâinatın küçük bir hacim olarak ortaya çıktığı bir ândan bahsedilebilirdi. Bu bulguları ciddiye alan bir grup fizikçi, kâinatın (yani uzay-zaman ve içindeki bütün maddenin) doğumu ve gelişimi hakkında teorik araştırmalar yapmaya başlamışlardı. Bütün bu gelişmeleri (büyük ihtimal) şaşkınlıkla izleyen ve kâinatın ezelî olması gerektiğini düşünen diğer bir grup fizikçi ise, Hubble’ın gözlemlerini açıklamanın alternatif yolları olabileceğini düşünüp, durağan kâinat düşüncesinde ısrar ediyordu. Bunlardan biri olan Hoyle, 1949 yılında BBC radyoda katıldığı bir programda, genişleyen kâinat ve dolayısıyla kâinatın başlangıcı fikrini eleştirmek için “büyük patlama” (big-bang) ifadesini kullanmıştı. O programda kinayeli bir üslûpla ifade edilen büyük-patlama tanımlaması zaman içerisinde genişleyen kâinat modelini adlandırmak için kullanılmaya başlanmıştı. Böylece kâinat hakkında kimsenin tahmin dahi edemeyeceği yepyeni bir model ortaya çıkmıştı.

Büyük patlama modelinin önemli öngörülerinden biri olan ve patlama sonrası ortaya çıkması beklenen (bu, yeni ateşlenmiş bir silahtan çıkması beklenen duman şeklinde düşünülebilir) elektro-magnetik radyasyonun (kozmik mikrodalga fon radyasyonu) Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlemlenmesiyle, model hakkındaki tereddütler (neredeyse) tamamen ortadan kalkmıştır. Zaman içinde teknolojinin de gelişmesiyle, büyük-patlama modelini destekleyen farklı birçok gözlem ve hassas ölçüm yapılmıştır. Elde edilen gözlem sonuçlarını açıklayabilecek bugün için başka bir kozmolojik model de bulunmamaktadır. Bu sebeple büyük-patlama modeli fizikçiler arasında genel kabul görmüştür. Bu tarihî bilimsel gelişmelerde hiçbir Müslüman bilim adamının katkısının olmaması acı gerçeğini (şimdilik) bir kenara bırakıp, kâinat hakkında gözlem ve teorilere dayanarak elde edilmiş bazı bilgiler vermeye çalışalım.

Kâinat Hakkında Bildiklerimiz Galaksiler kâinat içindeki tipik yapılardır. Güneş Sistemi’nin içinde bulunduğu Samanyolu disk tipinde bir galaksidir. Yapılan ölçümler Samanyolu disk yarıçapının 100.000 ışık yılı, kalınlığının ise 100 ışık yılı olduğunu göstermiştir (1 ışık yılı, ışığın 1 yılda katettiği mesafe yaklaşık 10 trilyon km. olarak tanımlanır. Işık hızı maddenin erişebileceği en yüksek hız olarak kabul edilmektedir. Işık saniyede yaklaşık 300.000 km. yol alır.) Samanyolu galaksisinde güneş gibi yaklaşık 100 milyar yıldız bulunmaktadır. Kütle çekimi dolayısıyla, galaksi merkezlerinde yıldız yoğunluğu daha fazladır (yine kütle çekimi dolayısıyla galaksi merkezlerinde kara-deliklerin var olduğu düşünülmektedir). Gece gökyüzünde gözle görülebilen yıldızlar, Samanyolu içindeki yıldızlardır. (şehirlerden uzak yerlerde, Samanyolunun merkezini parlak bir disk olarak fark etmek mümkündür). Fakat teleskoplar ile daha uzak mesafelere odaklanıldığında, artık başka galaksiler parlak noktasal cisimler olarak gözlenirler (Hubble kâinatın genişlediği sonucuna uzak galaksiler üzerine yaptığı gözlemler sonucunda ulaşmıştı). Galaksilerin bir araya gelmesiyle galaksi kümeleri, ve kümelerin birlikteliğinden ise super-galaksi kümeleri oluşur. Bütün bu baş döndürücü mesafeleri ifade etmek için ışık yılı bile oldukça küçük bir uzaklık birimi olarak kalmaktadır.

Kâinatı tasvir açısından elimizdeki en başarılı teorik model Einstein’ın genel izafiyet teorisidir. Genel izafiyet teorisine göre, uzay-zaman dinamik bir objedir ve eğilip, bükülebilir. Bizim kütle çekimi olarak hissettiğimiz kuvvet ise uzay-zamanın eğriliğinin bir neticesidir. Büyük-patlama modeli, genel izafiyet teorisi içinde tabiî olarak ortaya çıkar. Kâinat hakkında aşağıda bir kısmından bahsedeceğimiz temel bilgiler, genelde gözleme dayalı veriler ile genel izâfiyet teorisi kullanılarak elde edilmektedir.

Büyük-patlama modeline göre, kâinat yaklaşık 13,7 milyar yıl önce çok sıcak ve çok yoğun bir hâlde doğmuştur. Burada kâinat derken uzay-zaman ve içindeki her şeyin kastedildiğini hatırlatmakta fayda vardır. Demek oluyor ki, bizim bildiğimiz zaman ve mekân da büyük patlama ile ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, büyük patlama öncesinde ne vardı sorusu, model için mânâsız bir sorudur. Benzer şekilde, günlük hayattan aşina olduğumuz genişleme kavramı bir şeyin başka bir şey içinde ilerlemesini çağrıştırsa da, kâinatın genişlemesini iç ve dış kavramlarına ihtiyaç olmadan, yani kâinatın içinde genişlediği başka bir ortamı düşünmeden, tanımlamak mümkündür.

Büyük-patlama modelinin önemli öngörülerinden biri geçmişte kâinatın termal (ısısal) bir dengede olduğudur. Bu öngörüyü destekleyen gözleme dayalı önemli veriler de bulunmaktadır. Bu sebeple büyük-patlama kelimesi kaotik bir hâdiseyi çağrıştırsa da, kâinatın ortaya çıkışında çok önemli bir denge hâli mevcuttur. Bu denge hâlinin kendiliğinden oluşmasının imkânsızlığı birçok fizikçi tarafından dile getirilmiştir.

Çok sıcak ve çok yoğun bir denge hâlinde doğan kâinat, genişledikçe soğumaya başlamıştır. İlk dönemlerdeki sıcaklık o kadar fazladır ki, maddenin en küçük yapı taşlarından oluşan bir plâzma (çorba) hâli mevcuttur. Sıcaklık azaldıkça plâzmanın yapısı değişir ve farklı kozmolojik evreler ortaya çıkar. Meselâ sıcaklık 1010 dereceye düştüğünde, proton ve nötronlardan atom çekirdekleri oluşmaya başlar. Sıcaklık 3.000 dereceye düştüğünde ise atomlar oluşur. Bu değişik evrelerin varlığını destekleyen birçok gözlem yapılmıştır. Meselâ Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılında gözlenen kozmik mikrodalga fon radyasyonu, ilk atomların oluştuğu evreden sonra serbest kalan fotonlardan (yani ışıktan) oluşur.

Büyük-patlama modeli daha birçok önemli detaya sahiptir ve bugüne kadar bu model kullanılarak yapılan hesaplar gözlemlerle uyum içinde olmuştur. Bununla birlikte bilinen fiziğin patlama ânına (sıfır zamanına) yaklaştıkça geçerliliğini yitirdiğini ve yeni teorilere ihtiyaç olduğunu belirtmekte fayda vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Kâinatın Genişlemesi Kur’ân-ı Kerîm’de kâinatın genişlemesine açık olarak işaret edilmiştir. Zâriyat Sûresi’nin 47. âyetinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyor ve genişletiyoruz.” Âyette kâinatın genişlemesine “mûsiûn” kelimesi ile işaret edilmiştir. Fakat burada asıl enteresan olan kelimenin kullanılış şeklidir. Müfessirlere göre âyette geçen “Ve innâ lemûsiûn” bir isim cümlesidir ve Arapçada isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. Dolayısıyla “Ve innâ lemûsiûn” cümlesine “Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz.” mânâsı verilebilir. Büyük-patlama modeline göre de kâinat doğduğu ândan itibaren sürekli genişlemektedir. Bu âyetle Kur’ân yol gösterici olarak vazifesini de yerine getirmekte ve “genişletiyoruz” ifadesi ile genişlemenin kendi kendine değil bizzat Allah’ın kudretiyle gerçekleştirildiğini vurgulamaktadır.

Büyük Patlama İle İlgisi Olabilecek Âyetler Enbiyâ Sûresi 30. âyette meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?” Bazı müfessirlere göre bu âyette geçen “ratk” (bitişik) ve “fetk” (ayırma) kelimeleri büyük-patlama ânına işaret ediyor olabilir. Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibi büyük-patlama ânında bütün kâinat çok küçük bir hacim hâlinde bir arada bulunmaktaydı ve daha sonra genişleyerek büyümeye başladı. Kâinat genişledikçe, içindekiler birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Ayette geçen “ratk” ve “fetk” kelimeleri ile bu hâdiseler zinciri işaret ediliyor olabilir.

Bununla birlikte, bazı müfessirler bu âyetin Güneş Sistemi’nin, Dünya’nın ve atmosferinin oluşumuna işaret ettiğini düşünmüşlerdir. Bunun sebebi âyetin devamında canlı varlıkların yaratılmasından bahsedilmesidir. Bu durumda “ratk” güneş sisteminin birlikte olduğu duruma; “fetk” ise gezegenlerin ve Dünya’nın Güneş’ten kopup atmosferin oluşmasına işaret ediyor olabilir. Belirtmek gerekir ki Güneş Sistemi gibi sistemlerin galaksiler içinde oluşması da büyük-patlama modeli içinde düşünülmektedir (bü­yük-patlama modeli sıfır zamanından bugüne kadar bütün evreleri ifade etmek için kullanılır). Dolayısıyla her iki muhtemel açıklamayı da büyük-patlama modeli ile irtibatlandırmak mümkündür.

Büyük-patlama ile ilgili olabileceğini düşündüğümüz başka bir ifade de En’am 14, Yusuf 101, İbrahim 10, Fatır 1, Zümer 46 ve Şura 11. âyetlerde geçen “fâtıri’s semavâti ve’l ard” ifadesidir. Benzer şekilde Enbiya Sûresi 56. âyette de gökler ve yerler ile ilgili “fatarahünne” ifadesi kullanılmıştır. Genel olarak meallerde “fatara” kelimesi “yaratma” olarak tercüme edilmiştir. Fakat Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde “fatara” kelimesinin “yarmak”, “uzunluğuna yarmak” ve “bir misal sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” mânâlarına da geldiğini anlatmıştır. “Fatara” kelimesinin bu mânâlarına bakıldığında, “fâtıri’s semavâti ve’l ard” ifadesinin büyük-patlamaya işaret edebileceği düşünülebilir. Şöyle ki, büyük-patlama bütün kâinatın ortaya çıktığı ilk özel yaratılma ânını anlatmaktadır. Bu sebeple “bir misâl sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” mânâsı büyük-patlamanın bu özelliğine işaret ediyor olabilir. Ayrıca “yarma” kelimesi büyük-patlama ânını “patlama” kelimesinden daha iyi ifade etmektedir. Uzay-zamanın ortaya çıkması bir tohumun yarılıp çatlayıp ortaya çıkması ile gayet güzel tasvir edilebilir.

“Fatara” kelimesinin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından zikredilen mânâlarından “uzunluğuna yarmak” ifadesi de oldukça dikkat çekicidir. Büyük-patlama ile ilgili önemli yanlış anlamalardan biri, kâinatın bir noktadan doğduğunu düşünüp başka bir boşluk içinde genişlediğini hayal etmektir. Büyük-patlama tek bir noktada meydana gelmemiştir. Bugünkü teorik anlayışımıza göre büyük-patlama ile bütün uzay bir anda ve birden ortaya çıkmıştır (yaratılmıştır). Başka bir ifadeyle büyük patlama her yerde meydana gelmiştir. “Fatara” kelimesinin “uzunluğuna yarmak” mânâsı asıl alınırsa, bunun büyük-patlamanın bir noktada gerçekleşmediğine işaret ediyor olabileceği düşünülebilir.

Sonuç Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız hususlar göz önüne alındığında, Kur’ân’da kâi­natın yaratılması ile ilgili ayetleri açıkça mu’­cizevi olarak nitelemek mümkündür. Tabii, konu başka açılardan da ele alınıp genişletilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette geçen “yedi-sema” kelimesi ile büyük-patlama sonrası meydana gelen değişik evreler (evrelerin tam sayısını belirlemek mümkün olmasa da Arapçada yedi, yetmiş ve yedi yüz sayılarının kesretten kinaye yani çokluğu ifade için kullanıldığını belirtmekte fayda vardır) veya bazı teorilerin öngördüğü ekstra boyutlara (enteresan olarak son yılların en çok çalışılan teorilerinden sicim teorisinde -string theory- yedi ekstra boyutun varlığı öngörülmektedir) işaret ediliyor olabilir.

Son olarak bu çalışmanın sadece amatör bir deneme olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır. Asıl yapılması gerekenin ise fizikçiler (özellikle uzmanlık alanı kozmoloji olanlar) ile tefsir ilimlerine vâkıf insanlardan oluşan bir heyetin, konu ile ilgili bütün âyetleri bir bütün hâlinde sistematik olarak ele alması ve hiçbir önyargıya sahip olmadan (Arapça gramer, kelime bilgisi ve tefsir usulü çerçevesinde) analiz edip anlamaya çalışmasıdır. Böyle bir çalışmanın Kur’ân mu’cizesini çok daha iyi ortaya koyacağı aşikârdır.

* Boğaziçi Üniv. Fen-Edebiyat Fak. Fizik Böl. Öğretim Üyesi ali.kaya@yeniumit.com.tr

Prof. Dr. Ali Kaya, Yeni Ümit

DEVAMINI OKU
BURÇLAR HAKKINDA

Kale, hisar, yüksek köşk manalarına gelen burç, astronomi dilinde ayın ve dünyanın uğrak yerleri olan yıldızlar topluluğunu ifade eder. Kur’ân’da, gökte burçların olduğu bildirilir ve bunlar bakanları hayrete sevk edecek bir güzellikler meşheri, Allah’ı tanıtıcı birer kudret eseri olarak takdim edilir. Böylece burçlar, birer tefekkür tablosu olarak önümüze serilir.(1)

Ayrıca, burçlara yemin edilerek, onlardaki büyük kudret hatırlatılmakta, gökteki ilahi sisteme dikkat çekilmektedir.(2) Bir başka sûrede ise “hubuk” kelimesi “burçlar” manasında beyan edilerek, yıldızların birlik beraberlik içinde ahenkle seyirlerine devam etmeleri nazara verilmiş ve insanların yeryüzünde tevhide ulaşamayıp parça parça olmaları kınanmıştır.(3) Hicr Sûresinde geçen “bürûcen” ifadesi, nekre (belirsiz) olması itibarıyla burçların sayısının belirsiz olduğuna işaret eder. Ancak, bugün sadece on iki tanesi burç ismiyle meşhur olmuş, diğerleri ise “suret” olarak tanıtılmıştır.

Bugün ifrat ve tefritlerin ağında ele alınmaktan kurtulamayan burçların, diğer ifadesiyle yıldızlar topluluğunun insanların ilgisini çekmesinin tarihi çok eskilere dayanır. Sümerlere kadar dayandırılan bu mesele, Mezopotamya’da burçlara ilahlık gücü vermeye kadar hududunu aşmıştır. Yahudilikte, herkesin tesiri altında bulunduğu birer yıldızı vardı ve aynı burç altında doğanlar akraba sayılıyorlardı.

Astroloji bir ilim midir?

Astronomi ile astroloji, önceleri birbirinden ayrı görülmeyip daha ziyade astronomi manasında bir bütün olarak değerlendirilirken, sonraları Astronomi, semadaki cisimler ve olaylarla ilgilenerek insanlığın emrine girmiştir. Gökbilimi manasına gelen astronomi, bugün bir ilim olarak ele alınır ve belli temelleri, metotları olan bir fen şeklinde değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm, uzay ve içindekilere dikkat çeker. Şu âyet-i kerîme, bunun açık bir delilidir:

وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا ف۪ي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

“Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de Odur. Bilen bir kavim için biz delillerimizi böyle açıkladık.”(4)

Bu ve benzer âyetlerden anladığımız kadarıyla, yıldızların yaratılmasında üç büyük hikmet sezilmektedir:

1) Allah’ın kudretine işaret etmeleri

2) Semanın süsü olup, bizi tefekküre sevk etmeleri

3) Yol tayini vazifesi görmeleri.

Astronomiden ayrı bir alan olan astroloji ise daha ziyade yıldızlarla ilgilenip, bunlar vasıtasıyla bir kısım sırlara vâkıf olmaya çalışanların mesleği hâline gelmiştir. Yunancada “yıldız bilimi” manasına gelen bu kelime, gök cisimlerinin ve özellikle de yıldızların insan karakterine tesirini ele alır. Belli bir temele dayandırılamayan, vasıtasız ya da yarı vasıtalı bilgileri içinde barındıran, gelecekten haber vermeyi içeren, bilim denemeyecek bir meşguliyettir.

Kâinatta Her Şey Birbiriyle İrtibatlıdır

Genel manada kâinat bir sistem olarak yaratılmıştır ve bu sistem içerisinde her şey birbiriyle doğrudan ya da dolaylı olarak irtibat hâlindedir. Bir kelebeğin kanat çırpışı, başka bir yerde atmosfer hâdiselerine yön verebilir. Özellikle, bedeniyle dünyanın her şeyine ihtiyaç duyan, ruhuyla zaman ve mekânları aşan insanoğlunun, kâinatın her tarafıyla ilişkisi vardır. Şimdiki zamanı yaşarken geçmiş ve gelecek zamandan da etkilendiği gibi güneşin hareketlerinden, ayın dünyayı takibinden, dünyanın dönüşünden, yıldızların yer değiştirmesinden etkilenmesi de söz konusudur. Hatta yıldızlar kümesi olan burçların, insan karakteri üzerinde bir kısım izleri söz konusu olabilir fakat bütün bunlar, güneşin, yıldızın ve ayın kendisinden değil, onları yoktan var eden ve baş döndüren bir ahenk ve nizam içinde döndüren Allah’tandır. Ne güneşin, ne ayın, ne de yıldızların, kendilerinden kaynaklanan bir kudret ve tesirleri yoktur. Hepsi de Allah’ın emrine âmâde olarak belli bir sistem içerisinde hareket edip durmakta ve böylece Allah’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudret sahibi olduğuna işaret etmektedirler. Hâlbuki bugünkü haliyle astroloji, yıldızların Allah’la irtibatını keserek, onları başıboş birer varlık olarak göstermekte, bunların -hâşâ- tesadüfen bir araya gelip dağılarak insanın kaderini belirlediğini iddia etmektedir.

Evet, dinimiz astronomiye ayrı bir ehemmiyet verip onu öğrenmeyi teşvik etse de bugün tamamen gelecekten haber verme şeklinde yaygınlaşan, yıldızlara olağanüstü güçler verip onların Allah’la irtibatını kesen astrolojinin dinimizde yeri yoktur zira yer gök Allah tarafından yaratılmıştır, yegâne güç O’na aittir ve gaybı da ancak O bilir. Aksini iddia etmek şirk olur. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

مَنِ اقْتَبَسَ عِلْمًا مِنَ النُّجُومِ اقْتَبَسَ شُعْبَةً مِنَ السِّحْرِ زَادَ مَا زَادَ

“Yıldızlardan bir ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur. Yıldızlardan aldığı bilgiler arttıkça sihirle olan ilgisi de artmış olur.” (5) buyurur ve astroloji adı altında yıldızlarla meşgul olup, gelecekten haber verme iddiasına girerek sihirle eş değer bir günaha saplanılacağını bildirir. Başka bir hadislerinde ise şöyle beyan ederler:

مَنْ قَالَ مُطِرْنَا بِنَوْءِ كَذَا وَكَذَا فَذٰلِكَ كَافِرٌ ب۪ي مُؤْمِنٌ بِالْكَوْكَبِ

“Şu veya bu yıldızın hareketi sayesinde bize yağmur yağdı” diyenler, beni inkâr etmiş, yıldızlara inanmıştır.”(6) Evet, dikkat edilecek husus, yıldızlarla meşgul olurken, onlara ilahlık vermemek, Allah’ın icraatlarını onlara isnad etmemektir.

Ehl-i Kalb Bazı İslâm Âlimleri Meşgul Olmuşlar

Vâkıa, İslâm âlimlerinden de astroloji ile uğraşanlar olmuştur. Ancak İbrahim Hakkı hazretlerinin de dediği gibi bu zatların yıldızlarla meşgul olmaktan gayesi, insanların kendi nefislerini tanımalarına yardımcı olmak ve Allah’ın gökteki eserlerine hayranlık duymalarına yol açmaktır.

Kalb ehli bazı zatların, burçlardan ve yıldız kümelerinin oluşturduğu şekillerden bir kısım yorumlara varmaları, Peygamber Efendimiz’in haber verdiği “remle” olayına benzer. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

كَانَ نَبِيٌّ مِنْ الْأَنْبِيَاءِ يَخُطُّ فَمَنْ وَافَقَ خَطُّهُ فَذَاكَ

“Peygamberlerden biri de kuma çizgi çizerdi. Kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse isabet eder!”(7) Rivayetlere göre İdris (aleyhisselam) ya da Daniyel (aleyhisselam) kum üzerine çizgiler çizerek bazı yorumlarda bulunurmuş.(8) Buna remle denmiştir. Bu hadiste Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Kim remle yapıp çizgilerini o peygamberin çizgisine isabet ettirirse, yorum yapabilir.” Ancak, âlimlerimizin umumi görüşüne göre bu söz, siz onun çizgilerine isabet edemeyeceğinize göre böyle bir yola başvurmanız câiz değildir, demektir. Dolayısıyla çizgiler yoluyla bir şeylerden uğursuzluk çıkarmak câiz görülmediği gibi yıldızlara bakarak bazı asılsız haberler vermek, böylece halkı aldatmak, göz boyamak, hele bu yolla para kazanmak da câiz değildir.

Hanefî fıkıh üstadlarından Merginânî, yıldızlarla ilgilenmede iki neticenin hâsıl olacağını söyleyerek, küfre girmemeye dikkat çeker: “Bilmiş ol ki yıldızlar ilmi, haddizatında kötü değildir çünkü o iki çeşittir:

Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur’ân’da Allah Teâlâ: “Güneş ve ay hesab iledir.” buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın belli bir düzende gitmeleri yani seyretmeleridir.

İkincisi: İstidlâl (deliller bulma) yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi vasıtasıyla bazı küçük hâdiselerin, Allah’ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına deliller çıkarılır ki bu câizdir. Tıpkı doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve sıhhate dair işaretler çıkarması gibi. Ama hâdiselerin Allah’ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia ederse kâfir olur.”(9)

Netice

Netice olarak diyebiliriz ki astrolojinin bir hakîkati olsa da bugünkü şekliyle onunla meşgul olmak çok dikkat edilmesi gereken bir husustur. Âlimlerimizin müsaade ettikleri meşguliyet, yıldızların şekillerine bakarak ve her şeyi Allah’ın ilmine bağlayarak bir kısım yorumlarda bulunma ve Allah’ın kudretine deliller gösterme şeklinde olsa da insanları bir kalıbın içine sokup kaderin hükmünü iptal etmek ve gelecekten haber vermek asla değildir.

Evet, aynı burçta doğan insanların karakterleri birbirine benzese de o burçta doğan bütün insanları bir kalıba sokmak ve hepsi aynıymış gibi düşünmek, herkesin kaderinin ayrı ayrı yazıldığı hakîkatine terstir ve bugünkü astroloji yorumlarının pek çoğu böyle bir tersliği içinde barındırmaktadır. Hâlbuki burçların genel yapısını ve insana tesirini bilmek, insanın kendini tanımasına yardımcı olsa da kesinlikle kaderin hükmüne tesir edemez, insana, “Bu böyledir.” deme salahiyetini vermez. Dolayısıyla insan, burçları kendini tanımak için birer vesile olarak kullansa da esas olan, Kur’ân ve sünnet çerçevesinde yaşayarak iradesinin hakkını vermesidir.

Bu açıdan da “Benim burcum bu, ne yapayım, değişemiyorum, elimden bir şey gelmiyor, burçlarımız aynı veya farklı olduğu için anlaşamıyoruz, geçinemiyoruz.” gibi insan iradesini baltalayan düşünce ve inanışlar caiz değildir zira Allah, insanı burçlarla değil, iradesiyle mesul kılmıştır. İnsan kendini zorlayıp iradesini iyi yönde kullandığında, Allah’ın istediği istikamette ikinci bir tabiat kazanması mümkündür ki hayattan gaye de budur.

Dipnotlar:
[1] Hicr Suresi, 15/16-18; Furkan Suresi, 25/61. [2] Buruc Suresi, 85/1. [3] Zariyat Suresi, 51/7-8. [4] En’am Suresi, 6/97. [5] İbn Mâce, edeb 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/227, 311. [6] Buhârî, istiskâ 28; Müslim, iman 125. [7] Müslim, mesâcid 33; Ebû Dâvud, salât 171. [8] Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/392. [9] İbn Âbidîn, Haşiyet-ü Reddi’l-Muhtâr, 1/103.

DEVAMINI OKU
CHATLEŞMEK CAİZ MİDİR?

İslâm hukukunda bazı hükümlerin ortaya konulmasında kullanılan sedd-i zerâi adında önemli bir prensip vardır ki buna göre normalde mubah olan bazı ameller, kişiyi neticesi itibarıyla günaha götürdüğünden günah addedilirler. Şayet sedd-i zerâi’yi kaba çizgileriyle, topyekün fenalıklara giden yolları kapatarak, yaşama ortamını emniyet altına almak şeklinde yorumlayacak olursak, birçok meselenin bu bakış açısıyla açıklığa kavuştuğunu görürüz. Mesela bu zaviyeden zina haram olduğu gibi kişinin zina yapmasına sebep olabilecek harama bakma, yabancı bir kadınla yalnız kalma, avret yerlerini kapatmama veya kadınların fitneye sebep olabilecek hâl ve tavırlara girmeleri gibi bir kısım fiiller de haram olur. Nitekim Kur’ân’da, “Zina yapmayın.” yerine “Zinaya yaklaşmayın.” (İsrâ Sûresi, 32/17) denmesi ne kadar manidardır. Öncelikle chatleşme meselesine bu zaviyeden bakabiliriz. Yani internette chatleşmeler ne gibi neticeler doğuruyor?

Yine usul-u diniyeden olan ve sedd-i zerâi ile aynı manaya gelen bir kaide daha vardır: “Vesileler hangi maksada hizmet ediyorsa onun hükmünü alır.” Buna göre internette gerçekleşen bu karşılıklı konuşmalarla bizim ulaşmak istediğimiz maksat nedir? Veya bu tür karşılıklı ilişkilerin varıp dayandığı nokta neresidir? Acaba hakîkaten hayırlı bir işe mi vesile oluyoruz? Yani konuştuğumuz kişiyle evlenmeyi mi düşünüyoruz? Yoksa karşımızdaki kişiye dinimizi anlatmak gibi bir kastımız mı var? Eğer böyle değil de chatleşen kimseler netice itibarıyla günaha giriyorsa yani bu insanların ahlâkî kişiliği zarar görüyor, chat tiryakisi olarak zamanını israf ediyor, karşısındaki insana yalan söylüyor, internet ortamında müstehcen şeyler konuşuyor ve bu durum onların ailesini ve arkadaşlarını ihmal etmesine sebep oluyorsa hatta bunların da ötesinde işin sonu zinayla neticeleniyorsa baştan itibaren bilgisayar başında geçirilen bütün zamanların günah olacağını söyleyebiliriz.

Biliyor ve duyuyoruz ki bu türlü konuşmalar neticesinde gayrimeşrû ilişkiler yaşanıyor, dolandırıcılıklar ve kandırmalar vuku buluyor, cinayetler işleniyor ve birçok aile yıkılıyor. Nitekim Cumhuriyet Üniversitesi tarafından ortaya konulan bir araştırma, chatleşmeyle ilgili acı gerçeği gözler önüne seriyor. Bu araştırmaya göre internet kafelere gidenlerin yüzde 43’ünün “chat” yaptığı ve bunların yüzde 36’sı arkadaş bulmak, yüzde 14’ü flört, yüzde 34’ü sıradan konuları konuşmak için yüzde 6’sı da müstehcenlik hedefli chatleşiyorlar. Öyleyse dönüp kendimize soralım: Ne için chatleşiyoruz? Kaldı ki dinimizin bize öğrettiği en önemli prensiplerden biri de insanın nefsine güvenmemesidir. Nefis, her daim günahı emreder, insanı günah işlemeye zorlar. İçte böyle potansiyel bir düşman varken, insan herhalde rahat rahat günah ortamlarına giremez/girmemeli.

Dini tebliğ etmek mi?

Diğer yandan bazen hayırlı niyetlerle bu tür diyaloglara giriliyor ancak sonuç itibarıyla hayırlı olmuyor çünkü bir kişinin bir taraftan karşı cinsle sıkı bir diyaloga girip konuşması diğer taraftan da kalb temizliğini ve düşünce duruluğunu muhafaza edebilmesi çok zordur. Hele internet gibi hiçbir kontrol mekanizması olmayan bir ortamda, her an duygu ve düşünce sapmalarının yaşanması an meselesidir. Bunun için eğer internet üzerinden başkalarına dinimizi anlatmak istiyorsak, bunu hemcinslerimize karşı yapalım ve bırakalım bayanlara bayanlar, erkeklere de erkekler tebliğde bulunsun. Böylece kaygan bir zeminde dolaşmamış oluruz.

Denilebilir ki bir kadının erkeğe ya da bir erkeğin kadına dini anlatması sonucunda, hidayet söz konusu olamaz mı? Bir erkek bir kadını irşad edemez mi? İrşad ettikten sonra da evlenmesi mümkün değil midir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: “Mevhum müsbet neticeler, muhakkak menfi neticeye tercih edilmez.” Yani, genellikle ve büyük bir ihtimalle sonu olumsuz olan, insanı olumsuz duygulara iten böyle bir diyalog, çok nadir rastlanabilecek, iman dairesindeki mutlu bir evlilik ihtimaline bina edilemez. Yaşanan yüzlerce olay ve yıkılan onlarca aile, bu sözlerimizi ispata yeter. Eğer böyle bir durum oldu ve bir erkek, bir kadınla dinî meseleleri konuşmaya başladıysa, bir tarafın diğerini irşadı da söz konusuysa, bu mesele kısa zamanda ilgili kitaplara ve yetkili hemcinslere havale edilmeli ve aradan çekilmelidir.

Bir de eğer biz birilerine dinimizi anlatmak suretiyle faydalı olmak istiyorsak buna çevremizden başlamalıyız. Yani önce kendi ailemizle, akrabalarımızla ve arkadaşlarımızla ilgilenmeli ve bu daireyi dışa doğru genişletmeliyiz yoksa yakın çevremizi ihmal ederek internette tanımadığımız kimselere faydalı olma mülahazası doğru değildir. Hâsılı, bize düşen, sedd-i zerâi prensibine uyarak, tehlikeli zeminlerde dolaşmamak, emin yerlerde durmaktır. Unutmayalım, günah, içerdiği şüphelerle insanın içini rahatsız eden ve kalbte gel gitler yaşatan şeydir. Son olarak bir hususu daha hatırlatalım ki günah günahı çeker. Binaenaleyh hiçbir kimse hiçbir zaman nefsine güvenmemelidir.

DEVAMINI OKU
MUSKA KULLANMAK

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gerek manevî gerekse maddî hastalıklardan kurtulmak için bizleri tedavi olmaya teşvik etmiştir. Konuyla ilgili bir hadis-i şerifte:

تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ دَاءً إِلَّا وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ۽ الْهَرَمُ

“Tedâvi olunuz. Yüce Allah ihtiyarlık hariç her hastalığın şifasını takdir etmiştir.”[1] buyurmuş böylece insanları bir taraftan tedavi olmaya teşvik ederken diğer yandan da her hastalığın bir çaresi olduğunu ifade ederek bizleri araştırmaya teşvik etmiştir. Aynı hususun ifade edildiği bir diğer hadis-i şerif ise şu şekildedir:

مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ دَاءً إِلَّا أَنْزَلَ لَهُ شِفَاءً

“Allah hiçbir dert göndermemiştir ki dermanını da göndermesin.”[2]

Maruz kalınan bir rahatsızlıktan kurtulmak için iki usul vardır: Tıbbî tedavilere başvurmak ve Kur’ân ve sünnette gelen bazı âyet ve duaları okumak. Bunlardan birincisi sebepler planında ilk başvurulması gereken yöntemdir çünkü doktora giderek, ilaç kullanarak veya değişik tedavi yöntemleri uygulayarak hastalığın izalesine çalışmak, sebeplere müraacat bakımından hem bir vazifedir hem de fiilî bir duadır. Bu fiilî duayı yerine getirirken aynı zamanda dilimizle de dua etmeli, böylece Allah’a müracaatta kusur etmemeye çalışmalıyız.

İster maddî isterse manevî tedavi olsun, zikrettiğimiz her iki tedavi usulü de hastalığın iyileşmesi adına başvurulan birer sebeptir yoksa derdi veren Allah olduğu gibi dermanı ve şifayı veren de Allah’tır. Kur’ân’da Hz. İbrahim’in (aleyhisselam):

وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ

“Hastalandığımda O’dur bana şifa veren.”[3] sözüyle bu hakîkate işaret edilmiştir. Evet, hem hastalığımızda hem de hastalığın iyileşmesi adına müracaat ettiğimiz usullerde, tevhid akidemizi her zaman korumamız gerekir.

Muska takmak dindarlık mıdır?

Elmalılı Hamdi Yazır’ın yaklaşımıyla, muska takarak tedavi olmak, halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın bir gereği ve dinin emrettiği bir şey değildir. Belki bu, bazı hususlar gözetildiği takdirde dinin bir müsaadesidir. Dindarlığın muktezası ise muskaya değil doğrudan Allah’a sığınmak, dua ile Allah’tan yardım istemek ve sadece O’na tevekkül etmektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hakîkati ifade etmek için: “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeden cennete girecektir!” buyurduklarında kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar kimlerdir?” diye sual edilmiş ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle cevap vermiştir:

لَا يَكْتَوُونَ وَلَا يَسْتَرْقُونَ وَلَا يَتَطَيَّرُونَ وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmayanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!”[4]

Efendimiz (aleyhissalâtu vesselam) başka bir hadislerinde de

إِنَّ الرُّقٰى وَالتَّمَائِمَ وَالتِّوَلَةَ شِرْكٌ

“Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır.”[5] buyurarak tedavi için bu tür yollara başvuran kimselerin karşı karşıya bulunduğu tehlikeye dikkatleri çekmiştir.

مَنْ تَعَلَّقَ شَيْئًا وُكِلَ إِلَيْهِ

“Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir.”[6] hadisi de Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda ümmetini ikaz eden ifadelerinden bir diğeridir. Bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen husus şudur: Her kim bir menfaati dokunur veya bir zararı uzaklaştırır inanç ve düşüncesiyle bir muska takınır ve bu şeye gönül bağlarsa o kişi taktığı şeye havale edilir çünkü bu kişi kendisine fayda verecek yegâne varlığın Allah olduğunu anlayamamış, yanlış kapıyı çalmıştır. Dolayısıyla bu kişi ne taktığı o şeyden bir fayda görebilir ne de Allah’ın yardım ve inayetine mazhar olabilir.

Dinimizin Tavsiye Ettiği Rukye

Aslında dinimizde okuma ile yani dua yoluyla tedavi (rukye) câizdir çünkü bu konuda varid olmuş onlarca hadis vardır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَ

“Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz.”[7] âyetiyle, “Kim Kur’ân’la şifa taleb etmezse, Allah ona şifa vermez.”[8] hadisinin de bu hususa işaret ettiğini söyleyebiliriz. Yani gerek Kur’ân’da yer alan bazı âyetleri gerekse Efendimiz’den rivayet edilen me’sur duaları vesile edinerek Allah’tan derdimize derman vermesini dilemek meşrudur. Sahâbe zamanında yaşanan şu hadise genellikle okuyarak tedavi olmanın cevazına delil olarak getirilmiştir:

“Biz, Allah Resûlü’nün gönderdiği askerî bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir cariye gelip: “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona: “Yahu sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak rukye yaptım” dedi. Biz kendisine “Allah Resûlü’ne sormadan bize verdiklerine dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu Efendimiz’e anlattık. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), (rukye yapan zatı tasdik etme edasıyla) “Fatiha’nın rukye olduğunu (tedavi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.”[9]

Muska Konusunda Dikkat Edilecek Hususlar

Bununla beraber ulema bir başkasına giderek ondan okumasını istemek veya onun verdiği bir muskayı üzerinde taşımanın meşruluğu üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunu belli şartlar altında câiz görürken, diğer bir grup âlim, mutlak olarak muskaya karşı çıkmıştır. Bu konuda varid olan hadislere baktığımızda, her iki tarafın da savunduğu görüşü destekleyecek hadisler bulabiliriz. Genel olarak muskanın mahzurlu olduğunu söyleyenler bunun tevhid akidesine ters olduğunu ve her türlü derde derman olacak tek varlığın Allah olduğunu ifade etmişlerdir.

Muskanın câiz olduğunu söyleyen âlimlerimizin genel olarak ileri sürdüğü şartlar şunlardır:

1– Okunan veya yazılan şeyler âyet ve hadislerden olmalıdır.

2– Manası bilinmeyen esrarengiz birtakım isim, harf, resim ve işâretler kullanılmamalıdır.

3– Bizatihi muskanın bir faydasının olmayacağı ve şifayı verenin Allah olduğu kesinlikle unutulmamalıdır. Yani muska, iyileşmemiz için bir vasıta olmaktan çıkarılarak gaye hâline getirilmemelidir.

4– Tedavi dışında değişik gayeler için kullanılmamalıdır. Kadını kocasına sevdirmek veya iki kişiyi birbirinden nefret ettirmek gibi.

5– Muska yazdırmak için gittiğimiz kişi, dindar ve müttaki olmalı, yaptığı işi çıkar maksatlı değil Allah rızası için yapmalıdır. Yani bu işi ticarete dökmemelidir.

Bu şartlara uyulduğu takdirde, muska takmanın günah olmayacağını söyleyebiliriz. Ancak yine de evlâ olan, muska takmaktan ziyade o muskanın içindeki duaları okumak, duasının makbul olduğuna inandığımız insanlardan dua istemek ve her türlü ihtiyacımızı Allah’tan talep etmektir.

[1] Ebû Dâvud, tıb 1; Tirmizî, tıb 2.

[2] Müslim, selam 69; Buhârî, tıb 1.

[3] Şuara Sûresi, 26/80.

[4] Müslim, iman 371.

[5] Ebû Dâvud, tıb 17.

[6] Tirmizî, tıb 24.

[7] İsra Sûresi, 17/82.

[8] Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 10/8.

[9] Buhârî, tıb 39.

DEVAMINI OKU
HELAL LOKMA VE İFFETLİ NESİLLER

“Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin!”

 Soru: Haram yiyip içmek manevî hayatı ne ölçüde etkiler; iffetli nesillerin yetişmesinde helal rızkın tesirleri nelerdir?

Cevap: Allah Teâlâ yeryüzünü, semaları ve onlardaki sayısız nimetleri yaratmış ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Bütün bu nimetlerden istifade etme hususundaki esas hüküm onların mübah oluşudur; yani, hakkında yasaklayıcı bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir. “O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı.” (Bakara, 2/29); “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Zât-ı âlîsinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye, 45/13) mealindeki ayet-i kerimeler, yerde ve göklerdeki bütün nimetlerin insanların istifade etmeleri için âmâde kılındığını açıkça anlatmaktadır. Evet, yenilmesi, içilmesi veya kullanılması ayet ya da hadislerle yasaklanmamış olan her şey helaldir.

Şu kadar var ki, Cenâb-ı Hak bir kısım şeyleri yasaklamış ve bu umumî istifade iznini bazı hükümlerle sınırlandırmıştır. Ayet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümlerle yapılması kesin olarak yasaklanan şeylere “haram” denilmektedir. Haramları tayin eden doğrudan doğruya Hazreti Şâri’dir; bu açıdan, sırf Allah’ın emri olduğu için onlara yaklaşmamak gerekmektedir. Bununla beraber, netice itibarıyla her haramın pek çok zararı olduğu ve onun yasaklanmasının sayısız hikmetlerinin bulunduğu da bir hakikattir. Herhangi bir haramı irtikap etmenin bazen maddî, bazen de manevî zararları olur. Mesela, bir lokma haramın, insanı inhirafa götürmesi ve hatta onun çoluk-çocuğunun genel durumuna da tesir etmesi her zaman söz konusudur.

Zikredildiği üzere, helaller ve haramlar Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle belirlenmiştir; hiç kimsenin kendi düşüncesine göre, helalleri haram ya da haramları helal saymaya hakkı yoktur. Şahsî yorumları neticesinde böyle büyük bir yanlışlığa düşebilecek kimseleri Mevlâ-yı Müteâl şöyle ikaz etmektedir: “Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz asılsız sözleri Allah’a mal ederek “bu helaldir, şu haramdır” demeyin. Çünkü, Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar.” (Nahl,16/116)

Hazreti Rezzâk-ı Kerîm, “Allah’ın size rızık olarak yarattığı şeylerden helal ve temiz olmak suretiyle yiyin!” (Maide, 5/88); “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin!” (Bakara, 2/168) mealindeki ayet-i kerimelerle, nimetlerden istifadenin çerçevesini beyan buyurmuş; helal ve temiz rızkın peşine düşülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu itibarla, insan Cenâb-ı Allah’ın nimetlerinden afiyetle yiyip içebilir; fakat, hangi yolla olursa olsun her eline geçeni kullanamaz. Yiyip içtiği şeylerin dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmamasına ve onlarda şunun bunun hakkının bulunmamasına dikkat etmelidir. Helalinden kazanmalı ve maddî-manevî tertemiz olan şeylerden -meşru dairede kalmak suretiyle- faydalanmalıdır.

Hakk’ın Mahbubu Nasırlı Eller

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “İbadet on parçadan müteşekkildir; bu on parçanın dokuzu helal rızkın aranmasındadır.” buyurarak, haramı, helali gözetmenin ehemmiyetini nazara vermiş; daha pek çok hadis-i şeriflerinde, rızık teminine matuf sa’y ü gayretleri övmüş ve ümmetini helal kazanca teşvik etmiştir. Lâl ü güher bir beyanında, “Öyle günahlar vardır ki, onlara ne namaz, ne oruç, ne de hac keffâret olabilir, onları ancak geçim temini için çalışmak affettirir, siler götürür” buyurmuş; bir başka zaman da, “Çalışmaktan elleri nasır bağlayan ve yorgun olarak uyuyan kimse mağfur olur, günahlarından kurtulur!” müjdesini vermiştir.

Evet, “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın nebisi Hazreti Davud da elinin emeğini yerdi.” buyuran Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), alnının teriyle ailesinin iâşesini temin etmeye çalışan herkesi takdir etmiş ve bu hususta her fırsatı değerlendirerek ashabını helal kazanca yönlendirmiştir. Mesela, bir gün Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Sa’d b. Muaz (radiyallahu anh) ile karşılaşıp onunla musâfaha yapmış (tokalaşmış) ve Hazreti Sa’d’ın ellerinin nasırlı olduğunu görünce bunun sebebini sormuştur. Büyük sahabi, “Ailemin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaktan böyle oldu!” deyince, Habîb-i Ekrem Efendimiz, “İşte Allah’ın sevdiği eller!..” buyurarak aziz dostunun nasırlı ellerini işaret etmiştir.

Yüce Rehberimiz, bütün sözleriyle ve örnek hayatıyla göstermiştir ki; şu kısacık ömür öyle de geçecektir böyle de. İnanan bir insan, yaptığı işin zorluk ya da kolaylığından, itibarlı bir meslek olup olmadığından ziyade kazancının helal mi yoksa haram mı olduğuna bakmalı ve ne yapıp edip helal rızkını temine çalışmalıdır. Gerekirse o, gidip bir yerde taş kırmalı ya da eline bir kürek alıp işsizlerin beklediği yerde beklemeli, sonra da fırsatını bulup birinin bahçesinin toprağını atmalı, diğerinin yolunu yapmalı.. ama mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın meşru saydığı bir yolla iâşesini sağlamaya bakmalıdır. Evet, helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icrâ edilen mesleğin türü ya da yapılan işin mahiyeti çok önemli değildir; bazı kimseler bir kısım işleri küçümseseler de, meşru her iş Hak katında makbuldür.

Kalbin Kâtili: Haram Lokma

Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!”

Pek çok hakikati ihtiva eden bu nebevî sözden işarî yolla şu husus da istinbat edilebilir: Şayet kalbe akıp gelen ve onun tarafından da bütün vücuda pompalanan kan, helal rızkın ürünü ise, onunla hem kalb sağlıklı olacak ve sıhhatli çalışacaktır hem de o selim kalbin pompaladığı temiz kanla bütün cesedin sıhhati teminat altına alınmış olacaktır. Aksine, necis kanın deveranıyla meşgul bir kalb bozulmaktan kurtulamayacak ve püskürttüğü kirli kandan dolayı da bütün vücudu fesada uğratacaktır.

Binaenaleyh, Hak dostlarından biri şöyle demiştir: “Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski halini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüd namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helal lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müsbet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevkeder. Kalblerini murakabe halinde bulunduranlar, haram lokmanın ya da helal rızkın tesirlerini -İslam’ın şehadetinden başka- kendi tecrübeleriyle de bilirler.”

Nitekim Nur Müellifi, haram lokmayı da dahil ettiği tehlikeli alanı anlatırken şöyle söyler: “Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa doymuyor; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti kaldıramıyor; yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan sönüyor ve ölüyor. Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâifini onda batırma.”

Haramın insana neler kaybettirdiğini anlama açısından Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in şu gaybî ihbarı çok ibret vericidir. Bilindiği üzere, hacca koşanlar ovayı-obayı “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” sözüyle inletirler. Bu söz, mü’minlerin hac esnasında ve ihramda bulundukları müddetçe sürekli tekrar ettikleri mukaddes kelimelerdendir; “Emret yâ Rabbi, buyur yâ Rabbi!.. Çağırdın, biz de geliyoruz yâ Rabbi!.. Davetine sözümüz ve özümüzle geliyoruz, buyur Allahım. Ey ortak ve benzeri olmaktan münezzeh Rabbimiz! Hamd Senin, minnet Senin ve mülk de Senin. Sen teksin, eşsizsin, emsalsizsin, buyur yâ Rabbi!” demektir. İşte, samimi kulların can ü gönülden bu cümleyle mukaddes beldeyi inlettikleri bir anda, sırtında haram parayla alınmış bir elbise ve midesinde haram yoldan sağlanmış bir lokma bulunan bir insan da “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” diye seslenir. Rahmân ü Rahîm (celle celâluhu) kendi hâlis misafirlerini Zâtına has bir memnuniyetle ve ilahî ikramlarla karşılarken, haramla beslenen ve harama bürünen o adama “La lebbeyke ve la sa’deyk” der. Bu söz, kısaca “Lebbeyk’in de sa’deyk’in de senin olsun; sen hoş gelmedin, safalar getirmedin!” manasına gelmektedir.

Demek ki, mü’min, elbisesinin ipliğinin bile haram ve şüpheli olmamasına dikkat etmeli, bilmeyerek olanından da Allah’a (celle celâluhu) sığınmalı ve harama düşme endişesiyle gönlü her zaman tir tir titremelidir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Haramdan sakının! Midesine haram lokma giren bir insanın duası kırk gün kabul olmaz.” buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de, “Allah tayyiptir, helal ve temiz olandan başkasını kabul etmez.” diyerek aynı hususa dikkat çekmiştir.

Bir gün Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, “Ya Rasûlallah, dua buyur da, Allah Teâlâ, benim her duamı kabul etsin!” istirhamında bulununca, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Dualarınızın kabul olmasını istiyorsanız, helal lokma ile besleniniz! Çok kimse vardır ki, haram yer, haram giyinir; sonra da ellerini kaldırıp dua eder. Böyle birinin duası nasıl kabul olunur ki?” demiştir. Bir başka vesileyle de bu beyanını şöyle teyid etmiştir: “Helal ve temiz gıdalarla beslen ki, duaların kabul olsun.”

Haram Karşısında Sahabe Hassasiyeti

Dahası, Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), haram lokmayla beslenen bir insanın vücudundaki haramın ancak Cehennem’le temizleneceğini belirterek ümmetini uyarmıştır. Helal-haram mevzuundaki bu nebevî teşvik ve tergîblerden dolayıdır ki, başta Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz olmak üzere bütün ehlullah harama bulaşmamaya azamî derecede hassasiyet göstermişlerdir. Selef-i salihînin sergüzeşt-i hayatları bu hassasiyetin misalleriyle doludur.

Bir örnek olması açısından, Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) şu hali hatırlanabilir: Sıddık-ı Ekber, yemeğini getiren hizmetçisine, her defasında onu nereden getirdiğini ve hangi yolla tedarik ettiğini sorardı. Bir defasında, ihtimal uzun zaman aç kaldıktan sonraki bir iftar anında, hizmetçisinin verdiği lokmayı yiyip sütü içinceye kadar her zamanki gibi yemeğin nereden temin edildiğini sormak aklına gelmemişti. Birkaç lokmadan sonra birden durmuş ve endişeli bir ses tonuyla, hizmetçisine “Bu yemek neredendi, bunu hangi parayla almıştın?” demişti. Hazreti Ebu Bekir’in yanında bir köle, bir hizmetçi gibi değil, bir dost, bir arkadaş misali muamele gören insan, “Ben cahiliye devrinde arraflık yapıyordum; fala bakıyor, gâipten haber veriyor ve kâhinlikten para kazanıyordum. O dönemde yaptığım arraflıktan dolayı birisinden alacağım vardı. Dün o adam borcunu getirdi, ondan ücretimi aldım ve bu yemeği de o parayla hazırladım.” cevabını vermişti. Bunu duyan Hazreti Ebu Bekir birden sendelemiş, düşecek gibi olmuş, beti benzi atmıştı. Hemen parmağını gırtlağına kadar sokmuş, zorla istifrağ etmiş ve yediği şeylerin hepsini dışarıya çıkarmıştı. Sonra da, büyük bir mahcubiyetle, “Allahım, midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından da Sana sığınırım.” demişti.

Hazreti Sıddık’ın bu hassasiyetini gören sahabi, “Ey Allah’ın Peygamberinin halifesi! Bu kadarı fazla değil mi? Ne diye kendine bu denli ızdırap veriyorsun?” diye sorunca, Ebu Bekir (radiyallahu anh) şöyle cevap vermişti: “Rasûl-ü Ekrem’den bizzat dinledim; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vücudunda bir tek haram lokma bulunan bir kimsenin ancak Cehennem’le temizleneceğini söylemişti.”

Evet, bu hassasiyet, başta Sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün selef-i salihînin hayat çizgisinin esasını teşkil ediyordu. Hazreti Ömer de (radiyallahu anh) bir gün yanlışlıkla devlet hazinesine ait olan bir zekât devesinin sütünden içmiş; onun milletin malı olduğunu farkeder etmez de hemen parmağını gırtlağına kadar sokarak istifrağ etmiş; o haramın kanına karışmasına ve bedeninin bir parçası haline gelmesine mani olmaya çalışmıştı.

İffetli Nesillerin Gıdası: Helal Lokma

İbrahim Edhem hazretleri, “Ashab-ı kemal, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir.” der ve bilmeden de olsa haram yiyip içmekten çok korkardı.

Hazreti Mevlânâ da, “İlim de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helal lokmayla meydana gelir. Bir lokma, haset ve hileyi netice verirse, cehalete ve gaflete sebeb olursa, bil ki, o lokma haramdır. Hiç buğday ekilip de arpa hasat edildiğini gördün mü?” demiş; hem sâlih bir insan olmanın hem de sâlih evlat yetiştirmenin helal rızıkla çok alâkalı olduğuna vurguda bulunmuştur.

Bir başka Hak dostu ise “helal lokma”nın iffetli nesiller üzerindeki tesirine şöyle dikkat çekmiştir: “Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri olan kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin ve batın tasfiyesinin eksikliği, hatta yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, her şeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur.”

İşte, ayet-i kerimelere, hadis-i şeriflere ve selef-i salihînin ikazlarına kulak verdiğimizde açıkça görüyoruz ki, selim bir kalbe sahip sâlih birer kul olabilmemiz için mutlaka haramlardan kaçınmalı ve helallerle iktifa etmeliyiz. Temiz nesiller yetiştirebilmek için de, bakım ve görümüyle sorumlu bulunduğumuz çocuklarımızı ve ailemizin diğer fertlerini helal, hoş ve temiz gıdalarla besleme mecburiyetindeyiz. Şüphesiz, ektiğimiz her tohum ya zakkum olup başkalarını zehirleyecek ya da kökü yerin derinliklerine uzanan, dalları semaları tutan mübarek bir ağaca dönüşerek gölgesiyle, dallarıyla, yapraklarıyla ve meyveleriyle insanlığa hizmet edecektir. Gayr-i meşrû yollarla elde edilen kazanç ancak bir cehennem zakkumu mesabesindedir ve o kazançla beslenen çocuklar da bir gün mutlaka hem anne-babasına hem de topluma kan kusturacaktır. Allah korusun, şayet yediğimiz haram, içtiğimiz haram, giydiğimiz haram ve hayatımız haramlarla iç içe ise, hem kendi manevî hayatımızı karartıyoruz hem de çocuklarımızın saadet ihtimalini yok ediyoruz demektir. Bu itibarla, zaman değişse de, asır başkalaşsa da, herkes gayr-i meşrû yollara sapsa ve helal haram demeden dünyevî imkanlardan istifade etse de, biz haram yiyemeyiz, bakmakla mesul olduğumuz kimseleri de haramla besleyemeyiz.

Hekimler, çocuk bekleyen bir kadına diyazem gibi rahatlık verici ilaçların dahi verilmemesini, çünkü bu tür ilaçların rahm-i mâderdeki ceninin maddî yapısına tesir edebileceğini, bir kısım uzuvlarının bozulmasına yol açabileceğini söylemektedirler. Bu ilaçlar her bebeğe ve her dönemde tesir etmeyebilir; fakat, yüzde bir ihtimal bile olsa, annenin, hekimin tavsiyesine uyarak hassas hareket etmesi ve özellikle doğumdan önceki birkaç aylık dönemde bu tür ilaçlardan uzak durması gerekir. Aynen bunun gibi, Abdulkadir Geylanî, İmam Şazilî, Şah-ı Nakşibend ve İmam Gazâlî misillü mana aleminin sultanları da tasavvufi tecrübeleriyle haram lokmanın insanlar üzerinde menfi tesir icra ettiğini ve haramla beslenen anne-babadan dünyaya gelecek çocuğun da -istisnalar hariç- manevî yapısının bozuk olacağını belirtmektedirler. Onlar da bu sahanın hekimleri olarak haram lokmaların bazı haramzâdelerin meydana gelmesine yol açtığını söylemektedirler.

İmam Gazâlî, haram yiyip içen bir kadının sütüyle beslenen çocuğun, ileride habîs şeylere ve çirkin işlere meyledeceğini söyler. Çocuğu, ancak haram yemeyen sâliha bir kadının emzirmesi gerektiğini, çünkü haramdan hâsıl olan sütün bereketinin olmayacağını ve ondan emzirdiği veya haram yedirdiği zaman çocuğun tabiatının o haramla münasebeti bulunan kötü şeylere yöneleceğini belirtir. “Çocuğun şirret olmasının kaynağı haram yemektir.” der. Ehlullah’tan biri de “Ahmak ve gafil kadının sütü zarar verir; gafletle emzirdi isen kustur!” diyerek bu konudaki hassasiyet ölçüsüne işaret eder.

Öyleyse, çocuğunun fizikî ve biyolojik açıdan sağlıklı doğması için gereken her şarta riayet eden ve yüzde bir-iki nispetinde dahi olsa her ihtimali değerlendirip en doğru olanı yapmaya çalışan valideynin, onun manevî yönden sıhhatli olması için de aynı hassasiyeti göstermesi gerekmez mi?

“Mübarek” Bir Damat

Seleflerimiz bu hususta o derece dikkatli davranmışlardır ki, ailelerinin helal rızıkla beslenmesi, çocuklarının manevî açıdan da selim fıtrat üzere doğması ve sıhhatli büyümesi için adeta tir tir titremişlerdir. Menkıbelerde asla değil fasla bakılması gerektiğini bir kere daha hatırlatarak anlatacağım şu hadise de bu hassasiyetin güzel bir misalidir.

Bir devirde, Merv şehrinin Kadısı, kızının evlilik çağına geldiğini düşünür ve ona layık bir eş aramaya başlar. Dünürcüler birer birer kapıya dayansa da Kadı efendinin acelesi yoktur, adayları teker teker değerlendirir, biricik kızını vereceği en uygun insanı bulmaya çalışır. O günlerde Kadı bir rüya görür; rüyasında kendisine kızını “Mübârek” adlı kölesine vermesi söylenir. Aynı rüyayı birkaç defa görünce ve kölesini değişik şekillerde deneyip onun sâlih bir insan, hayırlı bir damat adayı olduğuna kanaat getirince, bu düşüncesini eşe-dosta açar. Bazıları daha münasip, asil ve zengin kimseler de bulunabileceğini söyleyerek kadı kızının bir köleye verilmesine razı olmasalar da, Merv Kadısı kararını vermiştir. Kızının da rızasını alır, kölesini çağırır ve onları evlendirir.

Nikahın üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmiştir ki, Kadı Efendi, kızının ve damadının hallerini sormak için onları ziyaret edince, kızcağız “Babacığım, damadın çok iyi bir insan ama daha peçemi indirmedi, evlendiğimizden beri benden uzak duruyor; yediriyor, içiriyor, fakat elini elime sürmüyor.” der. Kadı bu hale taaccüp eder, hemen damadını bulur ve ona bu davranışının sebebini sorar. Aldığı cevap karşısında Kadı gözyaşlarına boğulur ve kızını doğru insana verdiğini görmenin sevinciyle şükür hisleriyle dolar. Damat şöyle der: “Efendim, ne olur alınmayınız, su-i zanda bulunduğumu zannetmeyiniz; fakat, siz şehrin kadısısınız, size çok gelen giden olur, evinize hediyeler yollanır; Cenâb-ı Hakk’ın bana bir emaneti ve hediyesi olan kızınızın o şüpheli şeylerden yemiş olmasından korktum. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bedendeki haram bir lokmanın tesirinin ancak kırk günde geçeceğini söylediğini öğrenmiştim. Muhtereme eşimi hiç değilse kırk gün alın terimle kazandığım helal lokmayla beslemek istedim; ta ki, Hâlık-ı Kerîm nasip ederse, evladımız sâlihlerden olsun.”

Evet, bu bir menkıbedir; aynıyla olmuş mudur bilinmez. Evlenen herkesin böyle bir erbaîn çıkarması da gerekmez. Mübarek adlı o Hak erinin kırk gün beklemesi sübjektif bir meseledir. Ne var ki, maneviyat aleminin sultanlarından, büyük veli Abdullah bin Mübarek işte o temiz izdivaçtan neş’et etmiştir.

İmam-ı Azam’ın Babası ve Helallik Alma Gayreti

Mevzu açısından benzer bir hadise de İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerinin muhterem pederi Sâbit hakkında anlatılmaktadır: Sâbit, bir gün dere kenarında abdest alırken, suya düşmüş bir elma görür. Abdestini tamamladıktan sonra, nasıl olsa çürüyüp gideceğini düşünerek “Bari zâyi olmasın!” der ve o elmayı alıp yer. Fakat, çok geçmeden tükürme ihtiyacı hisseder ve tükrüğünde kan görür. O zamana kadar benzer bir haline şahit olmadığı için o kanın yediği elmadan ileri geldiğini düşünür ve onu yediğine çok pişman olur. Elmanın sahibiyle helalleşmek için dere boyunca yürür; sorup araştırır ve sonunda adamı bulur. Hadiseyi ona anlatıp helallik dileyince adam hakkından vazgeçmek için onu uzun bir süre yanında çalıştırır, değişik şekillerde imtihan eder, sâlih bir Hak eri olduğuna inanınca da son bir şart koşar: “Benim kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var. Bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.” der. Sâbit Hazretleri âhirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul eder.

Nikahları kıyılınca Sâbit Hazretleri henüz yüzünü göremediği zevcesinin bulunduğu odaya girer; fakat, odaya girmesiyle çıkması bir olur. Hemen kayınpederine koşup, “Bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok!” der. Kayınpederi tebessüm ederek, “Evladım o benim sana nikahladığım kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allah Teâlâ hanenizi mübarek ve mesut etsin.” cevabını verir.

İşte böyle bir ana ve babadan da İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri dünyaya gelir. Tabii, bu da bir menkıbedir. Fakat, önemli olan, İmam-ı Azam gibi bir sultanın yetişmesine dayelik eden o yuvanın hangi esaslar üzerine bina edilmiş olabileceğine dair ip uçları yakalayabilmek ve bunlardan kendi hesabımıza ibretler çıkarabilmektir.

Annenin Tığı Oğlun Çuvaldızı Oluverir!..

Evet, bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlanarak helal ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir. Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarak -muvakkaten dahi olsa- çocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram, çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.

Ebu Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatından ve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu sürekli elinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla su taşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu Vefa Hazretlerinin üzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizli tutar ve şikayetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar ve çekilmez hale gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar ve oğlundan şikayetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenince gerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır; bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğa hamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar.

Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğun doğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Orada portakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeye de utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyvelere saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyve arzumu giderdim.” Ebu Vefa hazretleri bunu duyunca “İşte tığını meyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyve suyunu tatman, evladımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti. Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der. Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonra da komşusundan helallik aldığı aynı anda, çocuğunun içini bir pişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık, böyle bir şey yapmayacağım” diyerek elindeki çuvaldızı atar.

Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamız gereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenip büyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, ya yiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötede mutlaka çıkacaktır. Evet, helal, kalbin cilası olduğu gibi, haram da onun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul ve çocuklarının sâlih birer kul olmasını arzu edenler, helal dairesinden ayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler.

DEVAMINI OKU
HELAL GIDANIN ÖNEMİ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyet-i kerîmede yerde ve gökte bulunan bütün varlıkları insan için yarattığını ifade etmiş, farklı âyet-i kerîmelerde insanlara ihsan ettiği nimetlerden numuneler sunmuş ve nihayet bazı âyet-i kerîmelerde de mubah ve helâl dairesine bir sınır getirerek bizim için haram kılınan yiyecekleri açıklamış ve bunlardan uzak durmamızı emretmiştir. Konuyla ilgili âyet-i kerîmelere baktığımızda genel olarak Yüce Allah’ın temiz, hoş ve faydalı gıdaları insanlara helâl; pis, nâhoş ve zararlı gıdaları da haram kıldığını görüyoruz. Meselâ konuyla alâkalı Allah Teâlâ Bakara Sûresi’nde bütün insanlığa hitaben:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا

“Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yiyiniz.”1 buyurmak suretiyle, insanlara helâl ve hoş rızıklardan yemeyi emretmiştir. Birkaç âyet-i kerîme sonra ise mü’minlere hitaben şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ

“Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz!”.2 Başka bir âyet-i kerîmede de Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hüküm koyma hak ve salâhiyetini ifade etme sadedinde,

وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ

“Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.”3 buyrulmuştur.

Bu âyet-i kerîmelerde icmalen temiz-pis veya helâl-haram olarak vasıflanan gıdaların neler olduğu, başka âyetlerde tafsilâtlı bir şekilde ifade edilmiştir. Ancak, “Eşyada asıl olan ibahadır/mubahlıktır.” kaidesinde de ifade edildiği gibi, hakkında yasaklayıcı bir hüküm bulunmayan gıdalar helâl olduğu için, bunlar tek tek sayılmamıştır. Çünkü önemli olan, haramların bilinmesidir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’de; domuz, meyte, kan, Allah’tan başkası adına kesilen hayvan ve şarap haram kılınan yiyecek ve içeceklerdir.4 Sünnet-i Sahiha’da ise bunlara ilâveten, azı dişleri ve pençeleriyle avlanan yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar ve eşek de haram kılınmıştır.5 Bütün bunlar haram olduğu gibi, bunların katıldığı yiyecek ve içecekler de haramdır.

Kur’an ve Sünnet’in yasaklayıcı beyanlarının yanında, yiyecek ve içecekleri haram duruma getiren diğer bir faktör de, onların elde edilme şeklidir. Buna göre, rüşvet, faiz, gasp, hırsızlık, hile, yağmacılık gibi yollarla kazanılan gıdalar da helâl olmazlar. Bu açıdan yiyip içtiklerinin helâl olmasını isteyen bir Müslüman, bir yandan dinin helâl kıldığı gıdaları arayacak, diğer yandan da bu gıdaları helâl ve meşru yollardan temin edecektir.

MEŞRU DAİRENİN GENİŞLİĞİ

Meşru dairede yer alan ve insanlığın istifadesine sunulan nimetler insanı harama düşürmeyecek ölçüde geniştir. Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) bir dualarında: “Allahım helâl nimetlerinle benim gözümü, gönlümü öyle doyur ki harama dönüp bakmayayım.”6 buyurmak suretiyle helâl daireyle iktifa etmenin önemine işaret etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”7

Hakikaten haram kılınan yiyecek ve içecekler düşünüldüğünde, helâl olanların yanında bunların çok daha az olduğu görülür. Meselâ, Allah, domuzu yasaklamış; ancak koyun, keçi, inek, deve gibi evcil hayvanların yanında birçok yabanî hayvan etini de helâl kılmıştır. Aynı şekilde sarhoş edici içkilerin haram kılınmasına karşılık, insanın istifade edebileceği çok sayıda meşrubatın mubah olduğu görülür.

Kaldı ki, aslında bazı gıdalardan uzak durulması da yine insanın menfaatinedir. Zîrâ günümüzde yapılan araştırmalarda, İslâm’ın yasakladığı yiyecek ve içeceklerin insanlar için ne denli zararlı olduğu çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de “rics” yani pis bir madde olduğu ifade edilen8 domuz etinin insan bünyesine verdiği zararlar üzerinde bugüne kadar onlarca makale ve kitap çalışması yapılmıştır.9Keza Kur’ân-ı Kerîm’de bazı faydalarının bulunmasının yanında zararlarının çok daha fazla olduğu ifade edilen10ve kesin olarak haram kılınan11 alkollü içkilerin, yüzlerce hastalık ve probleme sebep olduğu neredeyse bütün dünya tarafından kabul edilmiştir.

Günümüzde ortaya çıkan birçok hastalık ve rahatsızlığın alınan gıdalarla yakından ilişkisi olduğu bir gerçektir. Bu sebeple hastalıkların tedavisinde yenilip içilen gıdalar kontrol altına alınmaktadır. Her işinde sayısız hikmetler bulunan Cenâb-ı Hakk’ın bazı yiyecek ve içecekleri haram kılmasında da insanlar için birçok fayda ve maslahatlar vardır.

Ancak burada bir hususu ifade etmeliyiz ki, samimi bir Müslüman faydasına ve zararına bakmadan İslâm’ın haram kıldığı her türlü yiyecekten uzak durmalıdır. Çünkü İslâm’ın birçok emrinde olduğu gibi helâl ve haramların da taabbudîlik (sırf Allah’ın emretmesi) sırrı ağır basmaktadır. Buna göre dinen haramlığı kesin olan bir gıdayı terk etmemizdeki asıl sebep ondaki zararlar değil, Allah’ın onu haram kılması olmalıdır.

HELÂL GIDA TALEBİNİN ÖNEMİ

Konuyla alâkalı âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı kadarıyla, Allah’ın insanlar için yaratmış olduğu ve onlara rızık olarak ihsan ettiği yiyecek ve içeceklerde, helâl ve temiz olanlar bırakılarak, haram ve pis olan gıdalardan istifade edilmeye kalkışıldığında, Şeytan’ın yoluna girilmiş, takva dairesinden uzaklaşılmış, kendisine karşı şükredilmesi gereken nimetlere nankörlük edilmiş, ubudiyetin dışına çıkılarak haram irtikâp edilmiş ve Allah’a imanın gereği de yerine getirilmemiş olacaktır ki, böyle bir akıbetin gerek fert gerekse toplum plânında daha başka komplikasyonlara da sebebiyet vereceği, günah ve fesada açık bir toplum vücuda getireceği muhakkaktır. Zîrâ Yüce Allah pek çok âyet-i kerîmede, ihsan ettiği rızıklardan, helâl ve hoş gıdalardan yemeyi emrettikten hemen sonra, şeytanın peşinden gitmememizi,12 kendisine iman ettiğimiz Allah’tan sakınarak takva dairesi içinde hareket etmemizi,13 şayet sadece Allah’a (celle celâluhu) ibadet ediyorsak O’na şükretmemiz gerektiğini14 ve yeryüzünde fesat çıkarmak suretiyle taşkınlık yapılmamasını15 emretmesi ve aynı zamanda kendisine iman etmeyi ve ubudiyette bulunmayı hatırlatması16gibi hususlar, helâl gıdalarla beslenmenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermesinin yanında, bu sınırın ihlâl edilmesinin de, insanları fesat, tuğyan, nankörlük ve taşkınlığa sürükleyebileceğine işaret etmektedir.

Ayrıca Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde:

يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَا يُبَالِي الْمَرْءُ مَا أَخَذَ مِنْهُ أَ مِنَ الْحَلَالِ أَمْ مِنَ الْحَرَامِ

“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.”17buyurmak suretiyle, insanların helâl ve harama dikkat etmeden bir hayat yaşamalarını âhirzaman fitnelerinden birisi olarak göstermiştir. Aynı zamanda biz bu hadîs-i şerîften hassas bir Müslüman’ın yediği içtiği şeylerin helâl olmasına dikkat etmesinin çok önemli olduğunu da çıkarıyoruz.

Öte yandan Ashab-ı Kehf’in anlatıldığı kıssada geçen şu hâdise de konumuz açısından dikkat çekicidir. Dinlerini yaşamak için bir mağaraya çekilen Ashab-ı Kehf, 309 yıl orada kaldıktan sonra uyanırlar. Daha sonra içlerinden birisini kendilerine yiyecek getirmesi için şehre gönderirler. Kur’ân-ı Kerîm onların bu durumunu şu ifadelerle anlatır:

فَابْعَثُوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ

“Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın en temiz yiyecek ne ise ondan size azık tedarik etsin.”18 Buna göre onlar, şehre gönderecekleri kimseden kendilerine getirecekleri rızkın “ezkâ” olmasını istemektedirler. Müfessirler, bu kelimeyi tefsir sadedinde, “daha tayyib”, “daha kaliteli”, “daha tatlı”, “daha ucuz”, “daha lezzetli”, “daha çok” gibi mânâlar yanında bir de “daha helâl” mânâsını zikretmişlerdir. Hattâ bazı rivayetlerde, bu şehir halkının, hayvanları putlar için kurban ettiği ve domuz kestiği ifade edilerek, “ezka” dan kastın, helâl kesilmiş hayvan olduğu ifade edilmiştir.19 Bütün bu mânâlardan yola çıkarak, herhalde bu âyet-i kerîmenin, günümüzde çokça zikredilen helâl ve güvenli gıda talebinin önemine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de,

طَلَبُ الْحَلَالِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ

“Helâl talebi, her Müslüman üzerine vaciptir.”20buyurmak sûretiyle meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Özellikle gıda sektörünün çok karmaşık bir hâl aldığı, gıdalarda menşei belirsiz birçok katkı maddesinin kullanıldığı, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaştığı, sektörün temelinde genellikle gayrimüslimlerin veya dinî hassasiyeti bulunmayan Müslümanların yer aldığı, insan sağlığından ziyade para kazanma hırsının öne çıktığı bir dönemde böyle bir araştırma ve hassasiyet ayrı bir önem ve ehemmiyet kazanmaktadır. Çok sayıda domuz çiftliğinin bulunduğu, senede ortalama yedi yüz bin ile bir milyon arasında domuzun tüketildiği, gıda endüstrisinde çok sayıda gıda katkı maddesinin yer aldığı, gıdalardaki etiketlerin doğru ve tam yazılmadığı, hâlâ hayvan kesiminde İslâmî usule uygun kesimin tam oturmadığı ülkemizde de Müslümanların hassas davranmaları gerekmektedir.21

HARAMLA BESLENMENİN UHREVÎ ZARARLARI

Cenâb-ı Hak, Mü’minûn Sûresi’nde şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ

“Siz ey peygamberler! Helâl ve hoş şeylerden yiyip için, makbul ve güzel işler işleyin! Zîrâ Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim.”22 Bu âyet-i kerîmede peygamberlere ve onların şahsında bütün müminlere hitaben, helâl ve hoş rızıklardan yemeleri ve sonra da salih ameller işlemeleri emredilmiştir. Ancak helâl rızık yeme emrinin salih amelden önce gelmesi gösteriyor ki, salih amelde bulunabilmek, helâl rızıkla beslenmeye bağlıdır.23 Demek ki, haramlarla beslenen bir insanın amellerinin de salih olabilmesi zordur.

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de birçok lâl ü güher beyanıyla haramdan uzak kalmanın önemine dikkat çekmiş ve haramla beslenen bir vücudun maruz kalacağı tehlikelere işaret etmiştir. Bir yerde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) haram giren bir midenin maruz kalacağı akıbeti ifade etme sadedinde şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَوَّلَ ما يُنْتِنُ من الْإِنْسَانِ بَطْنُهُ فَمَنْ اسْتَطَاعَ أَنْ لَا يَأْكُلَ إلا طَيِّبًا فَلْيَفْعَلْ

“İnsanın ilk (çürüyüp) kokacak olan yeri karnıdır. Öyleyse, bir insan gücü yettiğince karnına temiz olmayan şeyleri sokmamaya çalışsın!”24

Başka bir hadîs-i şerîflerinde ise Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) haramla beslenen bir insanın duasının bile kabul olmayacağını şu çarpıcı beyanlarıyla ifade etmiştir: “Seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: “Ey Rabbim, ey Rabbim” diye dua eden bir yolcuyu zikredip, buyurdu ki:

وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَقَدْ غُذِّىَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لَهُ

“Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?”25

Deylemî’nin İbn Mes’ud’dan rivayet ettiği: “Kim haram bir lokma yerse, Allah onun kırk gece namazını ve kırk sabah da duasını kabul etmez. Haramın besleyip büyüttüğü her et için en layık olan yer cehennemdir. Muhakkak haramdan bir lokma bile eti besleyip büyütür.”26 hadîs-i şerîfi de helâl lokmayla beslenmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu çarpıcı bir şekilde beyan etmektedir.

BÜYÜKLERİN HARAM KARŞISINDAKİ HASSASİYETLERİ

Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabe efendilerimizin ve daha sonraki ehlullahın haram lokma karşısında nasıl bir hassasiyet ve titizlik örneği sergilediklerine bakınca meselenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün yatağına yatmış; fakat sabaha kadar uyuyamamış ve yatağında dönüp durmuştu. Sabah olduğunda mübarek zevceleri O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sıkıntısının sebebini sorduğunda Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) cevabı şu olmuştu: “Yatağımı hazırlarken yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.”27 Aslında bu hurmanın sadaka ve zekât hurması değil de kendisine gelen bir hediye olması daha kuvvetli bir ihtimaldi. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine gelen sadaka ve zekâtları hiç bekletmeden hemen ihtiyaç sahiplerine ulaştırırdı. Buna rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kadar küçük şüphe karşısında bile hassas davranıyor ve bu yönüyle ümmetine de hüsn-ü misal teşkil ediyordu.

Başka bir gün Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) torunu Hazreti Hasan’ın zekât hurmalarından birisini ağzına attığını görünce hemen onu ağzından çıkartmış ve şöyle demiştir: “Bilmiyor musun, Âl-i Muhammed zekât malı yiyemez.”28

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tilmizleri olan sahabe efendilerimiz de midelerine haram bir lokmanın girmemesi hususunda aynı hassasiyeti taşımışlardır. Meselâ bir gün Hazreti Ebu Bekir (r.a.), hizmetçisinin getirdiği yiyeceği yemeye başladıktan sonra bunu nereden getirdiğini sorar. Onun bu yiyeceği Cahiliye döneminde kâhinlikten kazandığı parayla aldığını öğrenince de derhal parmağını gırtlağına kadar sokar ve yediklerini zorla dışarı çıkarır. Ardından da midesinde kalanlardan dolayı Allah Teâlâ’ya istiğfar eder.29

Yanlışlıkla bir zekât devesinin sütünü içen Hazreti Ömer’in tavrı da bundan farklı değildir. O da aynı şekilde kendisini istifraya zorlayarak haramın vücuduna karışmasına fırsat vermemiştir.30 Çünkü onlar Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) haramla beslenen bir vücudu ancak Cehennem ateşinin temizleyeceğini öğrenmişlerdi.

Şimdi de haramın insan üzerindeki menfi tesirini Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin başından geçen bir hâdiseyle misallendirelim: Hazret, oğlunun elindeki çuvaldızla insanların bin bir zahmetle uzaktan taşıdıkları su tulumlarını deldiğini öğrenir. Bu durumun sebebini öğrenme adına kendisini muhasebeye çeker ancak çocuğun bu davranışına sebebiyet verebilecek bir hatasını bulamaz. Eve gelince meseleyi bir de hanımına anlatır ve onu da muhasebeye sevk eder. Anne, düşünür taşınır ve sonunda yaptığı bir hatayı kocasına anlatır. Buna göre o, çocuğun doğmasından birkaç ay önce komşunun evine gider ve orada portakal ve nar gibi meyveler görür. Canı çok çekmesine rağmen hayâsı ev sahibinden istemeye mâni olur. O da komşusu görmeden elindeki tığı meyvelerden birine batırır ve çıkan suyu içer. Bunları dinleyen Ebu’l-Vefâ Hazretleri çocuğun bu kabahatinin sebebini anlar ve karısından, önce komşusuna giderek helâllik istemesini sonra da Allah’a tevbe ve istiğfar etmesini ister. O, bunları yapınca birden çocuğun içini bir pişmanlık hissi sarar ve artık bu yanlışından vazgeçer.31

ALLAH DOSTLARININ TAVSİYELERİ

Bediüzzaman Hazretleri haramların insanda meydana getireceği tahribata şu veciz ifadeleriyle dikkat çeker: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”32 Demek ki, bazen mideye giren haram bir lokma bile insanı batırabilir. Haram lokmanın insanın kalbî ve ruhî hayatına nasıl zarar verdiğini anlatma adına hak dostlarının çok önemli tespitleri vardır. Kalbin katılaşması, ibadet aşk u şevkinin sönmesi, gece kıyamının bitmesi, duaların kabul olmaması, insan lâtifelerinin ölmesi, iffetin yok olması vb. hususlar haramın zararlarından bazılarıdır.

Kalb ve ruh ufkunun kahramanı birçok Allah dostu haram gıdayla beslenmenin insanın mânevî hayatında nasıl bir tahribe yol açtığı üzerinde durmuşlardır. Sehl ibn-i Abdullah et-Tüsteri konuyla ilgili şunları söylemiştir: “Sıddıkların alâmetlerinin kendisine zâhir olmasını isteyen kimse, helâlden başka bir şey yemesin ve sadece sünnete uygun ameller işlesin.”; “Her kim haram yerse, onun organları da isyan eder. Kendisi bu durumu ister istesin ister istemesin, ister bilsin ister bilmesin fark etmez.”; “Bir kul şu dört haslete sahip olmadığı sürece imanın hakikatine ulaşamaz: Sünnetleriyle birlikte farzları yerine getirmek; şüpheli yiyeceklerden de korunarak helâl yemek; yasakların açığından gizlisinden uzak durmak; vefat edene kadar bu sayılan mevzularda sabır göstermek.”33

Şah Şucâ’ el-Kirmânî de harama bakmaktan gözünü muhafaza edenin, kendini nefsanî arzulara kapılmaktan koruyanın, daimî murakabe ile bâtınını, sünnete tâbi olmakla da zâhirini ihya edenin ve helâl lokma yemeyi alışkanlık hâline getiren kimsenin firasetinin şaşmayacağını ifade etmiştir.34

İmam Gazzali Hazretleri de selef-i salihinden konuyla alâkalı şu sözleri nakletmiştir: “Bazen olur ki, kulun kalbi yediği bir yiyecekten dolayı ters çevrilir ve tıpkı tabaklanmış derinin büzülüp çekildiği gibi büzülüp çekilir de bir daha da eski durumuna dönemez.”; “Biz başka değil sadece helâl yiyecekleri yeriz. Bu sebepledir ki, kalblerimiz müstakim olur, hâlimiz aynı kalır, melekût âlemine muttali olur ve ahiret âlemini müşahade ederiz.”35

Hazreti Mevlâna ise helâl lokmanın insan üzerindeki tesirini şu sözleriyle dile getirmiştir: “İlim de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmayla meydana gelir. Bir lokma, haset ve hileyi netice verirse, cehalete ve gaflete sebep olursa, bil ki, o lokma haramdır. Hiç buğday ekilip de arpa hasat edildiğini gördün mü?”36

Bunların yanında Abdullah b. Abbas, Cenâb-ı Hakk’ın midesinde haram bulunan bir kimsenin namazını kabul etmeyeceğini, İbrahim b. Ethem, yüce makamlara ermenin, mideye gireni kontrol etmekle mümkün olacağını, Fudayl b. İyaz, midesine girenleri bilen kimseyi Allah’ın sıddıklardan yazacağını, Yahya b. Muaz, Allah’ın hazinelerinden bir hazine olan itaatin anahtarının dua, anahtarın dişlerinin ise helâl lokma olduğunu, ifade etmişlerdir.37

TÜKETİCİLERE DÜŞEN VAZİFELER

1- Öncelikle her tüketicinin helâl gıdanın önemine, bunun İslâm’ın katî bir emri olduğuna inanması ve bu konuda bir arayış içinde olması gerekir. Yani iş öncelikle zihinde hâlledilmelidir ki bu, davranışlara da yansısın.

2- Helâl gıda arayışında şuurlu hareket edilmelidir. Bunun için de, öncelikle İslâm’da helâl ve haram kılınan gıdaların neler olduğunun sonra da bunların günümüzde nasıl kullanıldığının bilinmesi gerekir. İslâm’ın haram kıldığı gıdalar bellidir ve bunların sayısı da azdır. Ancak dinimizde haram kılınan alkol, domuz, kan ve murdar hayvan günümüzde pek çok endüstriyel ürünün üretilmesinde hammadde olarak kullanılmaktadır. Meselâ domuzun, yağı, midesi, pankreası gibi neredeyse her bir organından ayrı bir gıda katkı maddesi yapılmaktadır. Hâl böyle olunca, haram lokmanın midesine girmesini istemeyen Müslümanların da bu konuda şuurlu hareket etmekten başka çaresi yoktur.

3- Müslümanların birinci tercihi ucuzluk değil, helâllik ve güvenilirlik olmalıdır. Bu güne kadar gıda alanında televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında yer alan haberlere bakıldığında, bir kısım uygulamaların “gıda terörü” isimlendirmesini haklı çıkaracak derecede olduğu görülecektir. Meselâ, dana kıymasına tavuk sakatatı, kırmızıbibere kiremit tozu, zeytine siyah boya, tereyağına margarin, yoğurta jelâtin, bala tatlandırıcı katılması gibi gıda sektöründe birçok hile yapılmaktadır. Bu açıdan helâl ve sağlıklı gıda tüketmek isteyen Müslümanların, alacakları yiyecek ve içeceklerin muhtevasına ve güvenilirliğine bakmaları gerekir.

4- Haram maddelerden elde edilmiş veya vücuda zararlı olan gıda katkı maddeleri hakkında bilgi sahibi olunmalı ve etiket okuma alışkanlığı kazanılmalıdır. “Müslüman bir ülkede yaşıyoruz.” düşüncesiyle market raflarında ele geçen her ürün alınmamalı, kesinlikle araştırılma yapılmalıdır. Biz Müslüman bir ülkede yaşasak da artık dünyanın bir köy hâline geldiği ve gıda üreticilerinin hepsinin Müslüman olmadığı unutulmamalıdır.

5- Mümkün olduğu kadar endüstriyel gıdalar yerine, tabiî olanlar tercih edilmelidir. Çünkü renklendirmek, raf ömrünü uzatmak, tatlandırmak, kıvamını arttırmak, homojenleştirmek vb. gayelerle endüstriyel gıdaların içine birçok katkı maddesi ilâve edilmekte ve bunların bir kısmı sağlık açısından da risk oluşturmaktadır.

6- Tüketiciler, eğer ürün alırken içine katılan bazı katkı maddelerinden şüphelenirlerse, bunu gerek mail göndererek gerekse telefon açarak üreticilere sormalıdırlar. Onların böyle bir şuurla hareket etmeleri ister istemez üreticileri de belli konularda hassas olmaya zorlayacaktır.

7- Hiç şüphesiz günümüzde Müslümanların gıda konusunda en çok sıkıntı yaşadıkları alanların başında et ürünleri gelmektedir. İslâm, başta domuz olmak üzere bazı hayvanların etini haram kılmış, eti helâl olan hayvanlar için de belli bir kesim usulü getirmiştir. Buna göre hayvanı kesecek kimse Müslüman veya ehl-i kitap olmalı,38kesimden önce besmele çekmeli ve hayvanı “boğazlama usulüyle” kesmelidir. Aksi takdirde hayvan murdar olmuş sayılır. Ancak ülkemizde kesilen hayvanların tamamının böyle bir hassasiyetle kesildiğini söylemek oldukça zordur. O hâlde Müslümanlar, mümkün olduğu kadar aldıkları et ve et ürünlerinin helâl olup olmadığını araştırmalıdırlar.

8- Dünyanın bir imtihan yeri olması hasebiyle dinimiz bazı gıdaları insanlara haram kılmış ve Kur’ân ve Sünnet’te helâl ve haram olan yiyecek ve içeceklerin neler olduğunu açıklamıştır. Fakat kesin haram veya helâl olduğu anlaşılamayan şüpheli bir alan da vardır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Helâl de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur.”39buyurarak bu alana yaklaşmamamızı istemiştir. Bu açında özellikle şüpheli gıdaların oldukça fazla olduğu günümüzde, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadisleriyle amel etmek son derece önemlidir.

Özetle günümüzde Müslümanlar boğazlarından midelerine inecek her bir gıdaya vize sormalı ve yediklerinin helâl olup olmadığına dikkat etmelidirler. Gerekirse şüphe duydukları gıdalar hususunda uzmanına sorarak, telefon, mail ve daha değişik yollarla firmalara ulaşmalı ve yedikleri gıdaların mahiyetini öğrenme gayreti içinde olmalıdırlar. Evet, -hayatı yaşanmaz kılacak derecede ileri götürmemek şartıyla- yiyecek ve içeceklerimizde ihtiyatlı ve hassas hareket etmek inancımızın bir gereği olarak görülmelidir.

*Yüksel Çayıroğlu, İlahiyatçı – Yazar ycayiroglu@yeniumit.com.tr

DİPNOTLAR

1. Bakara Sûresi, 2/168. 2. Bakara Sûresi, 2/172. 3. Â’raf Sûresi, 7/157. 4. Bkz.: Bakara Sûresi, 2/173; Mâide Sûresi, 5/3; 5/90; Nahl Sûresi, 17/115. 5. Konuyla ilgili rivayetler için bkz.: Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 8/125-146. 6. Tirmizî, Dua 110. 7. Bediüzzaman, Sözler, Altıncı Söz, s. 33. 8. En’âm Sûresi, 6/145. 9. Bkz., Süleyman Kuş, Tahrimu lahmi’l-hınzîr hikmetü ve esbâbu fi’l-ilmi ve’d-dîn, Kahire: Dâru’l-beşîr; Ahmed Cevad, el-Hınzîr beyne mizâni’ş-şer’ ve minzâri’l-ilm, Kâhire: Dâru’s-selâm, 1987; Asaf Ataseven, Din ve Tıp Açısından Domuz Eti, Türkiye Dinayet Vakfı, Ankara, 1987; Muvaffak Muharrir, “Domuzla Gelen Tehlike: Trişinoz”, Sızıntı, sayı: 33. 10. Bakara Sûresi, 2/219. 11. Mâide Sûresi, 5/90. 12. Bakara Sûresi, 2/168; En’âm Sûresi, 6/142. 13. Mâide Sûresi, 5/88; Enfâl Sûresi, 8/69. 14. Bakara Sûresi, 2/172; Nahl Sûresi, 16/114. 15. Bakara Sûresi, 2/60; Tâhâ Sûresi, 20/81. 16. Mâide Sûresi, 5/88; En’âm Sûresi, 6/118; Nahl Sûresi, 16/114. 17. Buhârî, Büyû 7. 18. Kehf Sûresi, 18/19. 19. Bkz. Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 2000, 21/88; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Ârabî, 15/230-231; Hâzin, Lübâbü’t-te’vîl, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1979, 4/206. 20. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 10/74 (9993); Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 4/5 (9204). 21. Gıda sektöründe yaşanan problemler için bkz.; Hüseyin Kami Büyüközer, Yeniden Gıda Raporu, İstanbul, 2011; Kemal Özer, Şeytan Ne Diyor! İnsan Ne Yemeli Ne Yememeli, Hayykitap, İstanbul, 2011; Reşit Haylamaz, Türkiye’de Domuz Gerçeği, İstanbul: Nil Yayınları, 1996; İsmail Tokalak, Dünyada Gıda ve İlaç Terörü, Gülerboy Yayıncılık, İstanbul, 2010. 22. Mü’minun Sûresi, 23 /51. 23. Bkz.: Fahrettin er-Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, Beyrut: Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, 2000, 23/91. 24. Buhâri, Ahkâm 9. 25. Müslim, Zekât 65; Timizî, Tefsir, Bakara. 26. Suyutî, Câmiu’l-ehâdîs, 20/55 (21483). 27. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/193; Hâkim, el-Müstedrek, 2/17. 28. Buhâri, Zekât 60. 29. Buhârî, Menâkıbu’l-ensâr 26; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 6/97 30. Muvatta, Zekât 31; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/14. 31. Fethullah Gülen, Ölümsüzlük İksiri, Nil Yayınları, İzmir, 2011, s. 134-135. 32. Bediüzzaman, Lem’alar, s. 179-180. 33. Gazzâli, İhyâu ulûmi’d-din, II, 89. 34. Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, trc. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 1999, 3. baskı, s. 323-324. 35. Gazzâli, İhyâu ulûmi’d-din, II, 89. 36. Mevlânâ, Mesnevî, 1/120. 37. Gazzâli, İhyâu ulûmi’d-din, II, 89. 38. Ehl-i kitabın yaşadığı birçok ülkede hayvanların kesiminde, elektrik şoku verme ve tabancayla öldürme gibi farklı usullerin kullanıldığını biliyoruz. Bu usulleri tatbik eden kimse kim olursa olsun söz konusu hayvan yenmez. 39. Buhârî, Îmân 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108.

DEVAMINI OKU
İÇKİ VE UYUŞTURUCUDAN KORUNMA YOLLARI

İçki masasında aklı, kumar masasında bütün varlığı ve mukaddesatı giden bir insanın, Cenâb-ı Hak’la bağlarını devam ettirebilmesine imkân yoktur.

Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insan, bilgi, irâde, konuşma, akıl, idrâk ve tasavvur gibi yönleriyle diğer varlıklardan ayrılır. Bütün dinlerde ve hukuk sistemlerinde, insanın sahip olduğu önemli değerlerin korunma altına alınması da bunun bir göstergesidir. Bu değerler, din, can, mal, akıl ve nesildir. Bu vazgeçilmez değerler olmaksızın, ne fert, ne de toplum, hayatını sağlam ve mutlu bir şekilde devam ettirebilir. Bunlar, hava ve su kadar herkesin ihtiyaç duyduğu değerlerdir. Bu vazgeçilmez değerlerin tamamının karşısındaki müşterek düşmanlardan biri de, günümüzde son derece yaygın olan ve gittikçe de yaygınlaşan içki ve onun bir adım sonrası olan uyuşturucu belâsıdır. Bu makalede, zararlı alışkanlıklardan içki ve uyuşturucular ele alınacak, kişileri bunlara iten sebepler ve nesilleri bunlardan koruma yolları üzerinde durulacaktır.

A. Korunması Gerekli Beş Temel Esas

İnsanın bulunduğu her yerde, din de vardır. Zîrâ din fıtrî bir ihtiyaçtır. Mutlulukların zirvesinde âniden gelen bir sıkıntının, meydana gelecek bir bunalımın insanı kuşatması her zaman mümkündür. Bu olumsuz durumlarda insanın en güçlü sığınağı, dindir. Onun içindir ki, Allah Teâlâ insanları hiçbir zaman rehbersiz bırakmamış, her dönemde onlara kitaplar ve peygamberler göndermiştir.

İnsanın bedenine ve ruhuna zarar veren her şeyi yasaklayan İslâm dini’nin hakkıyla yaşandığı yerlerde içki, uyuşturucu vb. kötü alışkanlıkların hayat hakkı yoktur. Allah, insana emanet olarak verdiği maddî ve mânevî değerleri koruma altına almıştır. Dinî değerlerin yaşanmadığı toplumlarda uyuşturucunun yaygınlaşmasının önü açıktır. Dinin varlığı, aklın varlığına, şuurun yerinde olmasına bağlıdır. Zîrâ insanı insan yapan aklıdır; aklı olmayanın dini de yoktur. İslâm, toplum için bir zarûret olan dîn gerçeğini yerleştirmek maksadıyla, bütün uyuşturuculara karşı savaş açmış, uyuşturucunun azını da çoğunu da yasaklamıştır.

Beden, insanın kendi malı olmadığı için, gelişigüzel onun üzerinde tasarruf yetkisi yoktur. O, insana emanet olarak verilmiştir. Dinimizde emanete riayet etmemek, nifak sıfatı, hattâ yerine göre imanı yok edici olarak nitelendirilmiş,1 vücudumuzun emânet olup, Cenâb-ı Hakk katında bu emânetten tam hesap vermeden ayrılmanın mümkün olmayacağı bildirilmiştir.2 Alkolün vücuda zararları, bir hayli fazladır, bundan kat kat ağır olan çeşitli isimler altındaki uyuşturucuların zararlarının büyüklüğü buna mukayese edilsin.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği, akıl sahibi olmasıdır. İslâm’da akıl o kadar önemlidir ki, akıldan mahrum olan bir insanın mükellefiyetleri de yoktur. İslâm dini, aklın fonksiyonlarını iptal eden her şeyi yasaklamıştır. Uyuşturucunun haram kılınmasındaki sebeplerden birisi de, insan için son derece önemli olan aklı devre dışı bırakmasıdır. Uyuşturucu, aklın en büyük düşmanıdır. O, sadece akıl ve düşünceyi değil, aynı zamanda beden sağlığını da bozar. İnsanı insan olmaktan çıkartarak hayvanlaştırır. Bağımlılar, iradelerini de kullanamaz, kendilerine sahip olamaz ve kâr-zararlarını seçemez olurlar.

İslâm dininde, üzerinde hassasiyetle durulan ve korunması istenen değerlerden biri de, sağlam bir neslin yetiştirilmesidir. Bunun temelinde de aile hayatı vardır. Sağlam bir millet, ancak geleceğin teminatı olan nesillere sahip çıkmakla ayakta durabilir. Nesline sahip çıkmayan bir milletin, sonu gelmiş demektir. Uyuşturucunun, nesiller üzerinde sayılamayacak kadar çok zararı vardır.

Malın korunması İslâm’ın önemle üzerinde durduğu hususlardan biridir. Dünya ve âhiretin dengeli olması için, hem dünyanın hem de âhiretin kazanılması gerekir. Ancak kazanılan malın, gayr-ı meşru yollarda kullanılması, saçıp savrulması, İslâm’da haram kılınmıştır.

Belirtilen bu beş temel esasın, birbiriyle sıkı bir münasebeti vardır. Birinin yokluğu, diğerlerini olumsuz yönde etkilediği gibi, birinin varlığı da diğerlerinin korunmasına bağlıdır. Dolayısıyla bütün insanlığın huzuru için, bu beş temel hususun önemle üzerinde durulması ve korunması gerekmektedir.

B. Uyuşturucunun Hükmü

İslâm, insanların mutluluğuna ve saâdetine vesile olan şeyleri emretmiş, tehlikeli ve zararlı olanları da yasaklamıştır. Kur’ân, insanların kendilerini tehlikeye atmalarını (Bakara 2/195), canlarına kıymalarını, (Nisa 4/29) içki ve uyuşturucu maddelerini kullanmalarını kesin olarak haram kılıp yasaklamış, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de: “İçki, bütün kötülüklerin anasıdır.”3 “İçkiye devam edenin durumu, puta tapan gibidir.”4“Allah, içkiye, onu içene, içirene, satana, sattırana, sıkana, sıktırana, taşıyana, kendisi için taşınana ve parasını yiyene lânet etmiştir.”5 “Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.”6 sözleriyle, bunları kullanmanın hürmetini açıkça ifade etmiştir.

Gerek Kur’ân ve gerekse hadîslerde, içki ve uyuşturucularla alâkalı yasak, sadece belli bir madde üzerine has kılınmamış, özellikle kullanılmasında meydana gelecek neticeler dikkate alınmıştır ki, o da aklın örtülmesi, düşüncenin yok olması ve aklın kendine has işlevi yerine getirmekten mahrum kalmasıdır. Yani konulan yasak, aklı ihlâl eden her madde içindir. Buna göre, akla zarar veren, onun işlevini yitirmesine sebep olan ve insanı sağlam düşünmeden mahrum bırakan içki, esrar, afyon, eroin, kokain ve morfin gibi her türlü uyuşturucu madde, İslâm’ın yasak kapsamına girmektedir.

C. Uyuşturucuya İten Sebepler

Bu bölümde de insanları uyuşturucuya iten sebepler üzerinde kısaca durulacaktır. Zararları açıkça herkes tarafından bilinmesine, pek çok insanın uyuşturucu yüzünden ölmesini medyanın teşhir etmesine, kullananların içine düşmüş bulundukları kötü durumların televizyonlarda gösterilmesine, gazete sayfalarında çarşaf çarşaf yayımlanmasına rağmen, acaba insanlar neden hâlâ bu kötü alışkanlığın arkasına düşmekte ve onun pençesinde kıvranmaktalar? Her geçen gün bu kurbanların sayıları azalması gerekirken, neden artarak devam etmektedir? İnsanları uyuşturucu bataklığına düşürebilecek bazı sebepler şunlardır:

1. Rûhi Boşluk

Uyuşturucuya iten sebeplerin başında, insanların rûhî yönden tatminsizlikleri ve kendilerini boşlukta hissetmeleri gelmektedir. İnsan, sadece cesetten ibaret bir varlık değildir, cesedin yanında, ondan ayrılmayan bir de “rûh”u vardır. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi, rûhun da kendine göre ihtiyaçları vardır. Mide aç kaldığında cesedin rahatsızlanması gibi, rûhun açlığında da insanda mânevî rahatsızlıklar tezahür etmektedir.

Günümüzde maddî yönden gelişmiş ülkelerin gençliğine bakıldığında, bu durum açıkça görülmektedir. Maddî yönden her türlü imkâna sahip olan bazı ülkelerin gençleri, rûhlarını doyurmayıp aç bıraktıkları için, çareyi uyuşturucuda bulmaktadırlar. Hakiki gıdası verilmeyen rûh, doyumu yanlış yerlerde aramakta ve yanlış yollara sapmaktadır. Maddî şeylerin her türlüsünü tadıp da, doymayan genç, doyumu başka kapılarda aramakta ve bunların başında da uyuşturucu gelmektedir.

2. İnançsızlık

Öteden beri bütün insanlar, “Biz neyiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?” sorularına cevap aramışlardır. Ne olduğunu, nereden geldiğini, öldükten sonra nereye gideceğini bilmeyen ve dîni bir inancı da olmayan birinin kafasında, çözümsüz duran pek çok karmaşık problem vardır. Zîrâ çevresinde ölüp de bir daha da geri dönmeyenler karşısında, akıllı birinin iç huzuru bulması son derece zordur. Yine refah seviyesi ne olursa olsun, dinî bir inanıştan yoksun kalmış insanların ruhları doyumsuzdur. İşte bu doyumsuzluk, bu kimseleri, içki ve uyuşturucuya itebilmektedir.

İnancın zayıf olduğu veya hiç olmadığı yerlerdeki kimselerin, bu açıdan çok sıkıntılı olduğu görülmektedir. Zîrâ yapılan istatistiklerin neticeleri, durumun son derece vahim olduğunu göstermektedir. Meselâ Dr. Carl Jung, “Modern Man in Search of Soul” isimli eserinde şöyle demektedir: “Son otuz sene içinde dünyanın her tarafından hastalar bana müracaat ettiler. Yüzlercesini tedavi ettim. Otuz beş yaşını geçmiş olanlarının hasta olmalarının asıl sebebi, dinî inançlarını kaybetmeleri idi. Bunlar, hayata dinin penceresinden bakmıyorlar, dindar arkadaşları gibi davranmıyorlardı. Dinî inançlarına yeniden kavuşmadan da tamamen iyileşmiyorlardı.”7

Yine yapılan istatistiklerde açıkça görülmektedir ki, fakir olmalarına rağmen dinî inancın olduğu yerlerdeki intihar oranları, diğer yerlerdekilerle mukayese edilemeyecek kadar azdır.8 Demek ki sadece maddî problemleri halletmek, mutlu olmak için yeterli değildir. Çünkü madde her şeyi halletmemekte, inancın zayıf olduğu veya hiç olmadığı topluluklarda, suç oranlarında önemli artış olmaktadır. İnsanlar, değişik bunalım ve arayıştan ötürü kendilerini rahatlatıcı olarak uyuşturucuya kaptırmakta, onunla tatmin olmak, huzura kavuşmak, saadeti bulmak istemekte ve güya akıllarını kurcalayan birtakım sorulardan da böylece uzaklaşmış bulunmaktadırlar.

3. Tatminsizlik

Yaratılışı gereği insanın pek çok şeye ihtiyacı vardır. Onları gidermeden veya gidereceğine inanmadan doyuma ulaşamaz. İnsanların düşünceleri sonsuz, istekleri sınırsız, arzuları sayısızdır. İnsanların bütün isteklerine bu dünyada ulaşmaları da imkânsızdır. Zenginlikte, makamda, hayat tarzında üst limit yoktur. Ulaşılan her üst seviyede, bir müddet sonra sıkılan insan, ondan daha ötesini ister ve bu istek de hiç bitmez. Her ulaştığı seviyede aradığını bulamayan insan, bu defa tatmini başka şeylerde aramaya başlar ve ona ulaşmak için de her yolu mübah sayar.

Hâlbuki kalbler, ancak Allah’ı anmakla huzur bulur; ruhlardaki acılar ancak O’nun emirlerini yerine getirmekle diner, insan ancak bunları yaptığında sükûna erer. Marifetullaha yükselemeyen ve Allah’ı hatırlamayan kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru tadamaz, hayat boyu çırpınır durur. Nitekim: “..İyi bilin ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13/28) hakîkati de bunu göstermektedir.

4. Başa Gelen Musibetlerden Kurtulma

İnsanın başına bazı sıkıntıların gelmesi tabiidir. Bu durumda insan çoğu defa, kurtuluş yolu olarak içki veya uyuşturucunun pençesinde çareler aramaya başlar. Acıyı hissetmemek, sıkıntıyı duymamak ve karşılaştığı kötü durumundan uzaklaşmak için içmeye başlar. Ve böylece sanki kısa bir dönem için alınan bir içimlik veya çekimlik uyuşturucu, sonu gelmez içmeleri ve çekmeleri arkasından getirir.

Çağımızın önde gelen rûh hekimlerinden Ayhan Songar Bey’in konuyla ilgili şu tespitleri oldukça önemlidir: “Alkol evvelâ, rûhî veya bedenî ıstırabı bastırmak için alınır. Şahıs, alkol sayesinde çevre ile münasebetlerinin düzeldiğini, daha rahat konuştuğunu, neşelendiğini, dertlerinden kurtulduğunu söyler. Gittikçe buna, mide-bağırsak, karaciğer, damar ve sinir sistemi bozuklukları gibi bedeni ilgilendiren bazı hastalıklar eklenir.”9

Songar Hoca, bunun dört aşamada olduğunu ve 4. aşamadaki bağımlının, kısa bir süre bile alkolden uzak duramadığını, gittikçe gündelik dozun arttığını ve değil bırakmanın, dozun biraz azaltılmasının bile, şiddetli kesilmelere sebep olduğunu ve iki yudum arasındaki kısa devrede, kesilme belirtisi gösterdiği için, alkollü içkiyi biberona koyup devamlı surette emen kişiler tanıdığını belirtmektedir.10

Hâlbuki mü’min, başına gelenlere, sabırla karşı koyar. Zaten o, bu tip belâlara önceden hazırlıklı ve donanımlıdır. Tevekkül ettikten sonra başına gelenleri, kader açısından ve imtihan vesilesi olarak değerlendirir. Ve aynı zamanda başına gelenlerin âhiret âleminde karşısına birer mükâfat olarak çıkacağına inanır. Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) konuyla alâkalı: “Mü’minin başına küçük bir ağrı veya sıkıntı, hastalık, hüzün, hattâ kendini üzen bir keder gelirse, onunla günahlarından bazısı silinir”11 müjdesini vermektedir.

5. Taklit ve Özenti

İnsanları uyuşturucuya iten önemli bir sebep de taklit ve özentidir. Taklit ve özentinin ne kadar tesirli olduğunu şu örnek gayet güzel ortaya koymaktadır. ABD’li bir yazar olan Bradshaw, 17 yıl süreyle alkolizmden çektikten sonra içkiyi bırakarak şöyle demektedir: “Pek çok açıdan, günün birinde alkolik olacağım çocukken aklıma gelebilecek en son şeydi. Çoğu gece babamın içip içip bizi terk etmesi yüzünden ağlaya ağlaya uyurdum. Yatakta korkudan donmuş durumda yatıp, onun gece eve dönmesini bekler, neler olabileceğini asla bilemezdim. Alkolizmden ve temsil ettiği her şeyden nefret ederdim. Günden güne, onun içkisini bir saplantı hâline getirdim. Her ne kadar büyük bir çelişki gibi görünse de, çoğu alkoliğin çocukları da alkolik olmaktadır. Alkolik olmasalar da bir alkolikle veya başka takıntılı kişilik bozukluğu olan birisiyle evlenmektedirler.” Yazar daha sonra alkol tedavisi için hastaneye başvurur ve alkolden tamamen uzaklaşabilmek için din eğitimi alır.12

6. Kötü Arkadaş Çevresi

İnsanın kişiliğinin oluşmasında, iyi veya kötü bazı hasletleri kazanmasında âile kadar önemli başka bir kurum daha vardır ki, o da arkadaş çevresidir. Kişiye düşen, iyi insanlarla beraber olma, arkadaşlık etme ve böylece iyi bir insan olmaya gayret etmektir. Aksine kötü alışkanlıkları olan kişilerle sıkı bir münasebete giren insanların, onlardan etkilenmesi, belli bir süre sonra da onların özelliklerini taşıması kaçınılmazdır. Kur’ân mealen: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Doğrularla birlikte olun.” (Tevbe 9/119) tavsiyesiyle bu konuya dikkatlerimizi çekmektedir.

Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) iyi arkadaşla kötü arkadaşın misâlini, misk taşıyanla, körük çekene benzetmiş,13 kişinin, arkadaşlık yaptığı kişinin dini üzerine olduğunu da vurgulayarak, konuya dikkatlerimizi çekmiştir.14

Uyuşturucuyla alâkalı istatistikler de göstermektedir ki, bu kötü alışkanlığa düşmenin en büyük sebebi arkadaş çevresidir. Arkadaşların teklif veya ısrarlarıyla önce bir tadımlık, yudumluk veya çekimlik olarak alınan uyuşturucu maddeler, bilahare vazgeçilmez bir tutku haline gelerek, insanın kanına işlemektedir. Ve aynı zamanda başlayan her kurban, kendisine yeni dostlar aramakta, böylece bu kötü alışkanlık, bir zakkum gibi serpilip sağa-sola dal budak salmaktadır.

D. Uyuşturucudan Korunma Yolları

Her derdin devası, her hastalığın ilâcı ve her problemin de bir çözümü vardır. Uyuşturucuya gelince, önemli olan, henüz bu korkunç belânın kucağına düşmeden, insanları korumak ve bu canavara kaptırmamaktır. Zîrâ uyuşturucuya başlayan bir insanın ondan dönüşü çok zordur. Aşağıda sayılacak tedbirler, korunmada önemli faktörlerdir:

1. Vicdanlara Bekçi Koyma

Allah korkusu veya sağlam bir dine inanma da diyebileceğimiz vicdanlara bekçi koyma, koruyucu tedbirlerin en başta gelenlerindendir. Bu olmaksızın, diğer tedbirlerin olumlu bir neticesini alma adeta imkânsızdır. Yaptıklarından bir gün mutlaka hesap vereceğini düşünen bir insanın, herhangi bir kötülüğe yeltenmesi zordur. Bu da herkesin başına bir polis dikmekle değil, Allah tarafından görülüyor olma şuurunun insanlara kazandırılmasıyla olur.

Maddî olarak ne kadar yasak konulursa konulsun, hangi zecrî kanunlar çıkartılırsa çıkartılsın, vicdanlara bu şuur verilmeyince, meselenin hâlledilmesi güçtür. Yakın tarihte cereyan eden şu örnek de bunu göstermektedir.

ABD 1919–1933 arasında tam 14 yıl içkiyle mücadele etmiş. Havadan, karadan ve denizden bütün yollar gözetim altına alınmış, bunun için 60 milyon dolardan fazla sarfiyat, 9 milyar sayfa kitap-yayın, 300 insan idam, 532.335 hapis ve milyarlarca mal haczedilmiştir. Ancak hiçbir başarı elde edilememiştir. Ve 1933 yılında kanun yürürlükten kaldırılmıştır.

Daha sonra Amerika’da (New York’ta) içki aleyhtarları tarafından Yeşilay Cemiyeti gibi bir dernek kurulmuş. Bu dernek, dünyada içkinin ilk önce kim tarafından yasak edildiğini araştırmış. Karşılarına Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkmıştır. “Onun hatırasını yâd etmek üzere bir eser yapalım, heykelini dikelim.” demişler. Cemiyet mensuplarından bazıları bu teklife : “Onun getirdiği din öyle bir dindir ki, umumun menfaatine hasredilmeyen hiçbir esere eser denmez, para harcatılmaz.” itirazı gelince, cemiyet tarafından bir çeşme yaptırılması ve adına da “Muhammed’in Çeşmesi” denilmesi teklifi kabul edilmiştir.15

2. Rûhî Tatminin Temini

İnsanın ruhunda, değişik sebeplerden dolayı zaman zaman sıkıntılar, endişeler, korkular ve boşluklar oluşabilmektedir. Ruhtaki boşluktan dolayı meydana gelen stresin olmaması için, ruhun ihtiyacına cevap vermek gerekmektedir. Bu da ancak, dünyaya mümince bakma ve âhiret inancıyla mümkündür. İnanan insanın nazarında bu dünya gelip geçici bir yer hükmündedir.

İnsanı boşluğa sürükleyen ve üzüntüye sevk eden bir faktör de, ölümdür. Ölüm karşısında insanın müteessir olmaması imkânsızdır. İşte böyle bir durumda doyurulmayan ruh, kurtuluş çaresini ölümü düşünmemekte bulmaktadır. Çocukları, gençleri, ihtiyarları, hâsılı herkesi ölüm korkusu karşısındaki sarsıntıdan kurtarmak, ancak ebediyet gerçeğinin ruhlara duyurulmasıyla olabilir.

3. Dua

Çağırmak, yalvarmak ve istemek mânâlarına gelen dua, insanın kendi âcizliğini ve zayıflığını anlayıp, durumunu her şeyi bilen ve her şeye güce yeten Yüce Yaratıcı’ya (celle celâluhu) açması, yalvarması, arzu ve isteklerini O’na bildirmesidir. Dua, insanın, çözemediği meselelerle karşılaştığında, büyük bir sıkıntıya maruz kaldığında, her zaman baş vuracağı, içini boşaltacağı, böylece rûhî bir huzura kavuşacağı sığınaktır. Yüce Yaratıcı’mız (celle celâluhu) kendisinin bize her zaman için çok yakın olduğunu, dilediğimiz zaman kendisine açılabileceğimizi ve aynı zamanda isteklerimize karşılık vereceğini beyan buyurmaktadır. (Bakara 2/186). Böyle bir garantisi olan kimsenin, dünyada huzursuz olması, randevusuz, vakitsiz ve hiçbir engelle karşılaşmadan dertlerini anlatacağına ve onların çözümlerini bulacağına inanan bir kimsenin, rûhen çökmesi, karamsarlığa düşmesi ve hayata küsmesi düşünülemez.

Duasız bir toplum boşlukta demektir. Bu sahada önemli araştırmaları olan Alexis Carrel’in şu tespitleri oldukça yerindedir: “Ahlâkî ve mânevî duygular bir milletin faal unsurları arasında yer alır. Bunlar yok oluşa yönelirse, o milletin kesin çöküşü başlamış ve bağlarından koparak yok olmaya giden vasata girilmiş demektir. Bu sebeple, duâ ihtiyacını kendinde öldüren bir toplum, pratikte fesat ve çöküşten korunabilecek unsurlara artık sahip değildir.”16 “Hiçbir millet, duâyı terk ettiği için olduğu kadar, kendini ölüme hazırlamamış, çöküş ve alçalmaya maruz kalmamıştır.”17 Başka bir sözünde de şöyle demektedir: “Bir kişinin yapabileceği en kuvvetli iş duâdır. Dua, dünyanın çekim kuvveti gibi gerçek bir kudrettir. Hiçbir tedavinin fayda vermediği vak’alarda, insanların sadece duâ gücü ile hastalıklardan ve melankoliden kurtulduklarını gördüm.”18 Gandhi de: “Dua ve ibadet olmasaydı ben çoktan çıldırırdım.”19 demiştir.

Evet duâsıyla, sıkıntılarını ve dertlerini, kendisini her zaman duyan, gören ve istediklerine cevap veren birinin olduğuna inanan insan, rahatlayacak, karamsarlığa kapılmayacak ve uyuşturucu almakla sıkıntılardan kurtulacağım(!) saplantısıyla uyuşturucunun kucağına düşmeyecektir.

4. İyi Arkadaş Ortamı

Uyuşturucu ve diğer kötü alışkanlıklara müptelâ olmamak için, arkadaş faktörü çok önemlidir. İyi bir arkadaş ve dost, kişiye hep iyi şeyleri gösterir, iyi yerlerde dolaştırır ve iyi alışkanlıklar kazandırır. Özellikle anne ve babalar, çocuklarının kimlerle arkadaşlık kurduklarını izlemeli, bu konuda onlara gerekli ikazları yapmalıdırlar. Gerekirse, çocuğa iyi arkadaşlar bulmalı ve bu noktada ona yardımcı olmalıdırlar.

5. Dinin Emirlerine Uyma

Din, insanı dünya ve âhiret saâdetine götüren bir müessesedir. Bu müessesenin ayakta durması ve kendisine uyanları mutluluğa götürmesi de, elbette belirli kurallarla mümkündür. İyi bir dindar, aynı zamanda inandığı dinin kurallarına uyan kimsedir. Ve bir insanın dindarlığının ölçüsü de zaten bununla değerlendirilir. Uyuşturucuyla, dinin kuralları arasındaki münasebete bakacak olursak, evvela uyuşturucunun bir israf yönü vardır. İsraf, saçıp-savurma ise haram kılınmış, (A’raf 7/31) ve bu işi yapanlar da şeytanın kardeşi olarak nitelendirilmiştir. (İsra 17/27).

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de: “İçki içen, içerken (kâmil) mümin olarak içmez.”20 “Her kim dünyada içki içer de ondan tevbe etmeden ölürse, Cennet’e girse bile, oranın şarabından içemez.”21buyurmuştur. Dinî kurallara bağlı bir mü’minin, bu ifadeler karşısında uyuşturucuya yaklaşması, onu kullanması düşünülemez. Dinin kuralları, insanlara yasaklar koymak suretiyle onları zora koşmak değil, aksine onları zararlı olan şeylere karşı korumak içindir.

6. Özendirmenin Yasaklanıp, Kötülüğünün Anlatılması

Alkol ve uyuşturucuya başlamanın ilk sebebi, daha çok özenti, arkadaş çevresi ve ortama uymadır. Alkol ve uyuşturucunun her türlüsüne, medyanın bütün bölümlerinde yasak getirilmeli, reklâma, özendirmeye ve uyuşturucuyla alâkalı hiçbir görüntüye izin verilmemelidir. Ve aynı zamanda resmî davetlerde, toplantılarda, özellikle de okulların kapanış şenliklerinde içkiden uzak durulmalı, değişik vesilelerle onun, ferde ve topluma verdiği zararlar anlatılmalı, fert ve devlet plânında bu iş ele alınmalı, özellikle de gençlerin şuurlandırılması devletin siyaseti hâline gelmelidir.

Netice

Uyuşturucu, milletleri yok eden, gençlerin beyinlerini uyuşturan, toplumda huzursuzluk ve kargaşa ortamının çıkmasına sebep olan son derece tehlikeli bir maddedir. Geleceğimizin güven altına alınmasında, özellikle büyük şehirlerde meydana gelen düşündürücü ve son derece korkunç hâdiselerin artmamasında, uyuşturucuyla mücadelenin önemli bir payı vardır. Bu mücadelenin sadece belli bir teşkilât tarafından yürütülmesi de yeterli değildir. Topyekun millet olarak her fert ve müessese, kendi imkânlarıyla bununla mücadele etmeli ve yukarıda kısaca korunma çarelerini ele alırken üzerinde durduğumuz hususlar göz ardı edilmemelidir.

*Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi makgul@yeniumit.com.tr

DİPNOTLAR

1. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/135. 2. Tirmizî, Kıyâmet 1. 3. Nesâî, Eşribe 44. 4. İbn Mâce, Eşribe 3; Ahmed b. Hanbel, 1/272. 5. Ebû Dâvûd, Eşribe 2; İbn Mâce, Eşribe 6. 6. Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3. 7. Saffet Senih, İbadetin Getirdikleri, Nil Yayınları, İzmir 1995, s. 21-22. 8. Aynı yer. 9. Songar, Ayhan, Çeşitleme, Kubbealtı Cemiyeti Neşriyatı, İst. 1981, s.150-151. 10. Aynı yer. 11. Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1. 12. Saygılı, Sefa, Dünyada Alkol ve Uyuşturucu, Yeşilay Sayı 757/1996, s. 10. 13. Buhârî, Buyu’ 38; Müslim, Birr 146. 14. Tirmizî, Zühd 45. 15. Baykal, M. Hulusi, Tıbbi Tetkikler, Konya; Senih, Saffet, (a.g.e’den naklen), s.23-24. 16. Alexis Carrel-Ali Şeriati, Dua, (Ter: Kerim Güney), s. 56. 17. A.g.e, s. 124. 18. Senih, a.g.e, s. 18-19. 19. Öner, Öner, Necati, Stress ve Dini İnanç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1988, s. 14. 20. Buhârî, Mezâlim 30; Müslim, İman 100. 21. İbn Mâce, Eşribe 2; Ebû Dâvûd, Eşribe 5.

DEVAMINI OKU
ŞEYTANIN ZEHİRLİ OKU: HARAMA BAKMAK

Bizim bu dünyaya gönderilişimizin bir gayesi olduğu gibi, sahip olduğumuz her bir organımızın da bir yaratılış sebebi vardır. Bizler her bir uzvumuzu yaratılış istikametinde kullanmakla mükellefiz. Mesela gözlerimiz Allah’ın bizlere bahşettiği çok değerli birer nimet olduğuna göre, bu nimetin şükrünü eda etmek de ancak onları Rabbimizin razı olacağı bir yolda kullanmakla mümkün olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu enfes ifadeleriyle şu şekilde ele alır: “Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer, Cenab-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer göz Allah hesabına kullanılırsa hem büyük bir kıymet kazanır, hem de göz gibi bir nimete sahip olma ve onu Allah yolunda kullanmanın manevî zevkini yaşatır. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mûcizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.” (Sözler, s.25)

Geniş manasıyla günahı; İlahi emirlere ve yasaklara aykırı inanç, söz, fiil ve davranışlar; dince suç sayılan işler şeklinde tanımlayabiliriz. Fehthullah Gülen Hocaefendi’nin ifadeleri içinde ise günah; bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşma; iradenin yüzüne atılmış bir tükürük ve ruha içirilmiş bir zakkum; insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir duman, vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, ruhun aldığı bir yara ve muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmektir. İnsanın bu çukura yuvarlanmasını gerektirecek büyük-küçük birçok günah vardır. Ama bunların içerisinde bizim de üzerinde duracağımız bir günah çeşidi, zinanın ilk adımı sayılabilecek harama nazardır.

Burada haram olan nazar, kastî ve iradi olan bakıştır. Yani burada nehyedilen husus çarşıda, pazarda yürürken kişinin ani olarak gözüne çarpan haramlar değil, onun bizzat bakmayı murad ederek, bakışlarını harama çevirmesi ve bu menhiyatı işlemesidir. Efendimiz’in (s.a.s) Hz. Ali’ye (r.a) tavsiyelerinde bu mesele açıkça görülmektedir:

“Ey Ali, elinde olmadan gözüne ilişen bir haram ikinci defa bakma. Zira ilk bakış lehinedir, ama ikinci bakış aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44)

Aynı şekilde Hz. Cerir (r.a) Resülüllah’a ani bakıştan sorduğunda ona “nazarını hemen çevir” buyurur. (Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 44)

Demek ki, bizler gözümüze bu şekilde nahoş görüntülerin gelmemesi için daha baştan dikkatli olacak, ancak gözümüze ilişen böyle bir tablo karşısında da hemen bakışımızı başka tarafa çevireceğiz.

Harama Bakmak Kalbe Saplanan Zehirli Bir Ok Gibidir

Kişinin gözlerini haramdan koruması bizzat Kur’an’da emredilmiştir: “Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle!” (Nur, 24/30-31) Aynı şekilde Allah Teala “zinaya yaklaşmayın” emriyle, zinanın öncüsü sayılabilecek her türlü söz ve davranışı yasaklamıştır. Bu yasağın içine öncelikle harama nazarın girdiğini söyleyebiliriz. Çünkü müstehcen görüntülere bakmak bir taraftan mü’minler arasındaki hürmet ve muhabbeti yok ederken, diğer yandan kişinin ahlaki ve dini yönden derin yaralar almasına ve sahip olduğu birçok duygunun sönmesine veya ölüp gitmesine sebep olmaktadır.

Efendimiz (s.a.s) bir kudsî hadiste bu günahın mahiyetini tasvir ederken şöyle buyuruyor: “Harama bakış şeytanın oklarından zehirli bir oktur. Kim benden korktuğu için bundan sakınırsa, bu hareketine karşılık ona öyle bir iman bahşederim kî, o imanın tadını tâ kalbinin derinliklerinde hisseder.” (Münzirî, et-Tergib ve’t-Terhîb, III, 63). Demek ki, bir açık saçık görüntüyle karşılaşan kişinin önünde iki seçenek vardır: Ya bu günahı irtikap ederek şeytanın bu zehirli okuna hedef olacak; ya da Allah korkusundan dolayı bu günahtan yüz çevirecek ve bu amelinin neticesinde kalbinin derinliklerine kadar işleyecek bir iman neşvesi tadacak. İşte bu imtihan dünyasında tercih kula kalıyor.

Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz (s.a.s), gözleri haramdan korumanın, Allah katında ne kadar makbul bir amel olduğunu şu ifadeleriyle anlatıyor: “Kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır, ancak şunlar müstesna: Allah’ın haramlarına bakmayan gözler, Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler, Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler.” (et-Terğib ve’t-Terhîb, 3:35) Buradan anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak haramlar karşısında ürperti duyup, gözlerini o çirkin manzaralardan sakındıran kullarını, orada mahzun etmeyecek ve o gözleri ağlatmayacaktır.

Kişinin helal olmayan görüntülere bakması karşılığında, onun ruhî ve manevi hayatında oluşacak tahribatlar Risale-i Nurda şu şekilde anlatılıyor: “Nasıl ki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder, öyle de, ölmüş kadınlar suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-yi insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” (Sözler, s. 381) “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” (Lemalar, 655)

Gözünü Haramdan Sakınan Kişiye Vacip Sevabı Vardır

Burada üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Her haramı terk, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır. Yani kişi sevap haznesini, haramlardan kaçarak da doldurabilir. Hatta yerine göre, kişinin bu yönden kazanacağı sevaplar daha çok olabilir. Çünkü günümüz şartlarını düşündüğümüzde, çok sık haramlarla baş başa kalabilmekteyiz. Bu haramlara karşı bizim göstereceğimiz her karşı koyuş, mertebemizin yükselmesinde bizim için ayrı bir basamak olacaktır. Biraz daha açarsak, çarşısıyla pazarıyla, televizyonuyla, internetiyle günümüz dünyası haramlara çok açık hale gelmiştir. Aynı ölçüde bizler, harama girmeme konusunda azmimizi ve gayretimizi arttıramazsak farkında olmadan düşmeye başlayabiliriz. Ve (Allah muhafaza) öyle bir an gelir ki geri dönüşü çok zor olabilir. Ve yine günahların neticesinde kalbimizde oluşan o siyah noktalar, öyle bir gün gelir ki, bütün kalbimizi kaplar da, biz farkında bile olamayız.

Dolayısıyla, daha baştan günaha karşı tavrımızı açıkça ortaya koymalıyız. Ve böyle bir günah işlediğimizde, ona hiç hayat hakkı tanımamalı ve derhal derin bir pişmanlık içerisinde tövbe ve istiğfarla o günahın izalesine bakmalıyız.

DEVAMINI OKU
YAKIN HARAMLIĞI

Yazımımızda; “ebediyen haram olan yakınlar” ile “evlilik neticesinde oluşan akrabalara ait haramlık” konusunu, Kur’ân-ı Kerîm’in güneşten parlak âyet-i kerîmeleri ve Sünnet-i Sahîha’nın aydınlık beyanları ışığı altında ele almaya çalışacağız. Zîrâ hayatî önemi haiz haram ve yasakların, insanı gündüz gibi aydınlatan ve rahmete gark eden nassların ikazları doğrultusunda yeniden ele alınmasında, “soy/neseb” haramlığı ile “evlilik/sıhriyyet” haramlığının şerî delil ve gerekçeleriyle tekrar hatırlanmasında fayda bulunmaktadır.

Bilhassa günümüzde şiddetin, uyuşturucunun, içki kullanımının ve aile yapısını bozucu çarpık münasebetlerin sıradanmış gibi gösterilmesi toplumumuzu rahatsız etmekte ve sıklıkla şikâyet konusu olmaktadır. Nikâhsız hayat, zina, anormal yaşantılar teşvik edilmekte; derbeder, düzensiz, savruk, sorumsuz ve ahlâkî sınır tanımayan fert veya toplulukların yaşayış tarzları özendirilmeye çalışılmaktadır. Bu da genç şahsiyetlerin bir kısmında dinî/ahlâkî erozyonlara sebep olmakta; uzun zamanlardan beri oluşmuş yerel ve evrensel örf, âdet ve değerlerimizde sarsıntılar meydana getirmektedir.

Belki bin seneden beri yığınağı yapılan yıkıcı ve tahrip edici unsurlar, insanımızın kalbî hayatı ve dinîbakış açısının dehşetli şekilde zarar görmesi için çabalamaktadır. Hemen her türlü vasıtayı kullanarak mânevî hayata hücum edenler, büyük bir kitle kuvvetine sahip olmuştur. Bu habis ruh, sadece bizi değil, insanlık âlemindeki umumî vicdanı da uzun bir zamandan beri bozmaya; vicdan ve ruhun temel rükünleri sayılan irade, zihin, his ve lâtife-i Rabbâniyede zirveleri hedefleyen samimi ruhları âtıl hâle getirmeye çalışmaktadır.

Aile ve toplumu ayakta tutan hayatî kural ve dayanakları tahrip anaforuna karşı; ruh ve zihinlerin, bozulmaya meyletmiş vicdanların, manevî büyük yaralar almış kalblerin, Kur’ân ve Sünnet’in evrensel, kıyamete kadar geçerli, aydınlık getiren hakikatleri, şifa veren iksir ve beyanları ile hayata döndürülmesi elzem gözükmektedir.

Ebedî Haramlar

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflere göre, erkeklere kesin ve ebedî haramlar üç gruptur:

Birincisi, neseben yakınlık veya diğer bir tabirle kan hısımlığı sebebi ile haram olanlar.

İkincisi, müsâhera yani “evlilik/nikâh” sebebi ile haram olanlar.

Üçüncüsü, “süt emme” yani sütkardeşliği yolu ile meydana gelen haramlar.1

Şahıslar arasında “kan, süt emme ve evlenme” gibi tabiî veya akdî bir bağ ile teessüs eden akrabalık münasebeti Türkçemizde “hısımlık” kavramı ile karşılanmaktadır.2

Allâhu Teâlâ, bir insan için hem “nesep/soy” hem de “sıhriyyet/nikâh” sebebi ile oluşan bağa önce şu âyet-i kerîme ile işaret etmektedir:

وَهُوَ الَّذى خَلَقَ مِنَ الْمَاءِ بَشَرًا فَجَعَلَهُ نَسَبًا وَصِهْرًا وَكَانَ رَبُّكَ قَديرًا

“Ve işte insanı sudan yaratan, onu soy sop ve evlilik yoluyla kazanılan yakınlık, bağlılık (duygusuyla) donatan O’dur; (evet,) çünkü Rabbin sınırsız kudret sahibidir.” (Furkan, 25/54)

Bu âyet-i kerîmenin yer aldığı Furkan Sûresi, Mekke döneminin ortalarında, Yâsin Sûresi’nden sonra nâzil olmuştur. İniş itibarı ile kırk ikinci sıradadır. Biraz sonra meâlini vereceğimiz âyet-i kerimelerin yer aldığı Nisa Sûresi ise Medine döneminde Ahzâb Sûresi’nden sonra nazil olmuştur. İniş itibariyle doksan ikinci sıradadır. Buradan şu anlaşılabilir: Cenab-ı Hak, “nesep/soy” ve “nikâh/evlilik” yolu ile oluşan yakınlık (sıhriyyet) ve bu yakınlığın oluşturacağı mahremiyete, önce Furkan Sûresi’ndeki âyet-i kerîmede yer alan “neseb” ve “sıhr” kelimeleri ile işaret etmiştir. Zihin, ruh ve kalblerde bu kavramların yerleşmesinden sonra, Allah Teâlâ Medîne döneminde inzâl buyurduğu Nûr Suresi 22. ve 23. âyet-i kerimelerde, kendileri ile nikâh bağı kurulmasını ebedî ve kesin olarak yasakladığı “on dört sınıf” kadını tek tek sıralayarak tafsîl etmiştir. Şöyle ki:

“Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu, ne kötü bir yoldur.

Size şunlarla nikâhlanmanız haram kılınmıştır: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri (kayınvalideleriniz), kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Fakat zifafa girmediğiniz eşlerinizin kızlarını nikâhlamanızda beis yoktur.

Keza kendi sulbünüzden oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz de haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisa, 4/22–23)

İbni Abbas (ra), “Allâh Teâlâ bu âyet-i kerimede neseb/soy bakımından yedi kişiyi, sıhrden/evlilikten doğan yakınlık sebebi ile de yedi kişiyi haram kılmıştır.” demektedir.3

Âyet-i kerîmede kendileri ile nikâh bağı kurulması kesin bir şekilde haram kılınan bu kadınlardan yedisi “nesep/soy” cihetindendir. Bunlar:

“Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek kardeşin kızları ve kız kardeşlerin kızları.”

Kendileri ile nikâh bağı kurulması kesin olarak haram kılınan kadınlardan diğer yedisi ise, “nesep/soy” cihetinden değildir. Bunlar:

“Sütanneler, sütkız kardeşler, karıların anneleri (kayınvalideler), kendileriyle zifafa girilmiş kadınların başka kocadan kızları (üvey kızlar), iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulundurulması, oğulların hanımları (gelinler) ve babaların daha önce evlenmiş olduğu hanımlar.”

Cenâb- Hakk’ın “Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin.” (Nisa, 4/22) ve “Size anneleriniz haram kılındı.” (Nisa, 4/23) beyanları ile kastedilenin, onları nikâhlamanın haramlığı olduğu açıkça anlaşılan bir husustur. Çünkü haramlık veya helâllik, zâtlara nispet edildiği zaman, bu durumda fiillerin haramlığı kastedilmiş olmaktadır. Buna göre meselâ: “Size leş ve kan haram kılındı.” (Maide, 5/3) denildiğinde herkes buradaki maksadın, bunları yememe olduğunu net bir şekilde bilmektedir.4

Annelerin ve kızların haram oluşu, Hz. Âdem devrinden bu zamana kadar bilinen ve tartışılmaz bir husustur. İlâhî dinlerin hiçbirinde, anne ve kızlar ile evlenmenin helâl olduğu hükmü yer almamıştır.5

Haram Kılınanların Nevileri

1– Anneler

Haram kılınanların birinci nevi annelerdir. Âyet-i kerîmede geçen “ümm/anne” kelimesi lügatlerde, yakın ifade olarak insanın kendisini doğuran kimseyi yani anneyi, uzak ifade bakımından ise nineleri tanımlamaktadır. “Ümm/anne” kelimesi genel olarak, bir şeyin başlangıcı, varlığı, yetiştirilmesi ve iyileştirilmesindeki temel unsur mânâsındadır. Sonradan gelenlerin kendisine bağlı bulunduğu her şeye “ümm/anne” denilmekte, nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, bütün bilgilerin kaynağı olan levh-i mahfuz için “ümmü’l-kitâb” (ez-Zuhruf, 43/4) tabiri kullanılmaktadır.6 Eğer “ümm/anne” kelimesi, hem anneler hem de nineleri hakikî olarak niteleyen bir kelime olarak kabul edilirse, hem anneler hem de nineler için ortak bir kelime hükmüne geçer. Bu durumda Cenâb-ı Hakk’ın, “Anneleriniz, size haram kılındı.” buyruğu, bütün anneler ve bütün ninelerin haram kılınması konusunda doğrudan bir nass olur. Ama “ümm/anne” kelimesi anneler için hakikat, nineler için mecaz kabul edilirse, bu durumda ninelerin nikâhının haramlığı yine nassa, âyete dayanmış olur.7

2– Kızlar

Haram kılınanların ikinci nevi kızlardır. Ayrıca erkekler veya kadınlar yoluyla, bir kimseye füru itibarı ile soy bağı bulunan her kadın da o kimsenin kızı sayılır. Oğlun kızı, kızın kızı gibi.

3– Kız Kardeşler

Haram kılınanların üçüncü nevi de kız kardeşlerdir. Buna, anne-baba bir kız kardeşler, baba bir kız kardeşler ve anne bir kız kardeşler dâhildir. Ancak bir kimsenin hanımı ile evliliği boşanma ya da vefat gibi bir sebeple sona ererse, o kimse boşandığı ya da vefat etmiş karısının kız kardeşi ile evlenebilir. Nitekim Hz. Osman (ra) Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı Rukiyye Validemiz ile evlenmiş, bir müddet sonra Rukiyye Validemiz’in vefatı üzerine Efendimiz”in (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer kızı Ümmü Gülsüm Validemiz’le evlenmiş ve kendisine bu evliliklerine hürmeten “iki ışık sahibi” mânâsına “zinnureyn” lâkabı verilmişti.

4–5– Halalar ve Teyzeler

Haram kılınanların dördüncü ve beşinci nevileri ise, halalar ve teyzelerdir. Usul itibarı ile soyunun kendisine varıp dayandığı her erkeğin kız kardeşi o kimsenin halasıdır. Bazen hala, anne cihetinden de olur ki bu, annenin babasının kız kardeşidir. Yine usul itibarı ile her kadının kız kardeşi de o kimsenin teyzesidir. Bazen teyze, baba cihetinden de olur ki bu, babanın annesinin kız kardeşidir.8

6–7– Kız Yeğenler

Haram kılınanların altıncı ve yedinci nevileri, erkek kardeş ile kız kardeşlerin kızları yani kız yeğenlerdir. Erkek ve kız kardeşlerin kızları ile ilgili hüküm, insanın kendi sulbünden gelen öz kızları hakkındaki hüküm gibidir.

İşte bu yedi kısım, âyet-i kerîme ile “soy/nesep ve rahimler” cihetinden haram kılınmışlardır. Allah’ın, “nesep ve rahim” bakımından nikâhını haram kıldığı her kadının haramlığı ebedî olup, hiçbir şekilde helâl olmaz.9

8–9– Sütanne ve Sütkız Kardeşler

Haram kılınanların sekizinci ve dokuzuncu nevileri, âyet-i kerîmede; “Sizi emziren (süt) anneleriniz ve sütkız kardeşleriniz.” şeklinde beyan edilmektedir.

Cenâb-ı Hakk, nikâhları haram olduğu için süt emzirmiş kadınları da “sütanneler” diye adlandırmıştır. Nitekim yine benzer haramlıktan dolayı, “(Peygamberin) hanımları da, müminlerin anneleridir.” (Ahzab, 33/6) mealindeki âyette, ezvâc-ı tâhirat “müminlerin anneleri” olarak tavsif edilmişlerdir.

Allah Teâlâ, bu âyette sütannelerin ve sütkız kardeşlerin nikâhlanmasının haram olduğunu açıkça belirtmiştir. Fakat bu haramlık sırf sütanne ve sütkız kardeşlerle bitmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Nesep bakımından haram olanlar, süt cihetinden de haram olurlar.”10 buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak emzireni “anne”, emzirenin öz kızını da süt emen erkek çocuğa “kız kardeş” mesabesinde kabul etmekte, böylece süt emmeyi “soy/nesep” yerine koymuş olmaktadır. Dolayısı ile Cenâb-ı Hak, soy/nesep yönü ile yedi sınıfın nikâhlanmasını haram kıldığı gibi -ki bunlar yukarıda sıralandı- süt emme yolu ile sütannelerin, sütkız kardeşlerin, süthalaların, sütteyzelerin, süterkek kardeşlerin kızlarının ve sütkız kardeşlerin kızlarını da haram kılmaktadır.

İnsanın sütannesi, neseben annesi dışında emziren kadındır. Yine aynı şekilde bu süt emzirene, ister nesep cihetinden olsun, ister süt emme cihetinden olsun, “anne” olarak nispet edilen her kadın da yine o süt emmiş kimsenin sütannesi sayılır. Sütkız kardeşler üç çeşittir: Birincisi, “ana-baba bir” sütkız kardeştir. İkincisi, “baba bir” sütkız kardeşindir. Üçüncüsü, “ana bir” sütkız kardeştir.11

10– Hanımların Anneleri (Kayınvalideler):

Haram kılınanların onuncu nevi, “Hanımlarınızın anneleri” lafızları ile ifade edilenler yani kayınvalidelerdir. Bu ifadeye, hanımların öz anneleri ile birlikte, annesi ve babası cihetinden olan bütün büyük anneleri (nineleri) girer.

11– Üvey Kızlar

Haram kılınanların on birinci nevi ile ilgili olarak Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu) mealen şöyle buyurmaktadır: “Kendileriyle (zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram edildi. Eğer üvey kızlarınızın anneleriyle zifafa girmemişseniz, onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur.” (Nisa, 4/23)

“Rebâib” kelimesi Arapçada “rebîbe” kelimesinin çoğuludur ve bir kimsenin hanımının, başkasından olan kızı mânâsına gelmektedir. Kelime mânâsı “terbiye edilmiş” demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk’ın “rabâib” tabirinden maksat, “sizin terbiye ve himayenizde olan kız çocuğu” demektir. Bir kimse bir kadınla nikâhlandığı ve cinsî münasebette bulunduğu zaman, o kadının o erkekten olmayan diğer kızı ya da kızları o erkeğe icmâ-ı ümmetle haramdır.12

12– Gelinler

Haram kılınanların on ikinci nevi, Cenâb-ı Hakk’ın, “Keza kendi sulbünüzden oğullarınızın (öz erkek çocuklarınızın) hanımları (gelinler)” mealindeki âyeti kerîme ile ifade ettiği kimselerdir. “Kendi sulbünüzden” ifadesi, evlât edinilmiş olanları hâriç bırakmaktadır. İslâm’ın ilk yıllarında, evlâtlıklar, oğul mesabesinde idi. Hâlbuki bir kimseye, kendi sulbünden olmadığı müddetçe, evlâtlığının hanımı haram değildir. Zîrâ Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Zeyneb binti Cahş el-Esedî’yi nikâhlamıştır. Zeyneb binti Cahş, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) halasının kızı idi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Zeyneb Validemiz’i, Zeyd İbn Harise’nin (ra) boşamasından sonra nikâhlamıştır. Müşrikler, “O, oğlunun karısı ile evlendi.” deyince, Cenâb-ı Hakk, “Allâh, evlâtlıklarınızı öz oğullarınız kılmamıştır.” (Ahzab, 33/4) mealindeki âyeti indirdi ve: “Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlâtlıkları, eşleriyle münasebetlerini kestikleri (onları boşadıkları zaman), o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir.” (Ahzab, 33/37) buyurdu.

Allâh Teâlâ’nın, “Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları” ifadesinin zahiri, sütoğullarının hanımlarını kapsamıyor gibi görünse de Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Neseb yönünden haram olanlar, süt emme (rada) yoluyla da haram olurlar”13 buyurmuştur. Binaenaleyh bu hadis-i şerîf, sütoğulların hanımları ile evlenmenin de haram olduğunu açıkça ifade etmektedir. Çünkü “Onların dışındakiler size helâl kılındı” (Nisa, 4/24) mealindeki âyet umumî bir hüküm iken, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nesep yönünden haram olanlar, süt emme (rada) yoluyla da haram olurlar.” ifadesi, âyet-i kerîmeden daha hususi bir ifade olmaktadır. Böylece, âyetin umumi mânâsı, Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen bu haber-i vâhid ile tahsis edilmiş, sınırlandırılmıştır. Bu âyetin, torunun hanımının da dedeye haram olmasını gerektirdiği açıktır.14

13- İki Kız Kardeşi Bir Nikâh Altında Bulundurmama

Haram kılınanlardan on üçüncü nevi, Hak Teâlâ’nın “Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da aynı şekilde haram edildi.” mealindeki buyruğu ile iki kız kardeşin aynı nikâh altında bulunamayacağıdır. “Ancak, daha önce geçen geçmiştir.” mealindeki buyruğun mânâsı ise, Cenâb-ı Hakk’ın, “Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” mealindeki buyruğun delaletiyle, İslâm’ın gelişinden önceki bu tür nikâhların bağışlandığı şeklindedir.15

14- Babaların Önceden Evlendiği ve Boşamış Olduğu Kadınlar

Haram kılınanların on dördüncü nevi, “Babalarınızın evlendiği kadınlarla asla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu, ne kötü bir yoldur.” (Nisa, 4/22) mealindeki âyet-i kerîmede ifade edilenlerdir. Âyet-i kerîmede beyan buyurulduğu üzere, babaların evlenmiş ama boşanmış olduğu kadınlarla asla evlenilemez ve bu kesin bir haramdır.

Şu âna kadar ifade edilen mutlak evlenme engelleri hiçbir şekilde ortadan kalkmazken, nisbî/göreceli evlenme engelleri belirli hâllerde ortadan kalkabilir ve önceden evlenmeleri yasak olanlar geçerli bir şekilde evlenebilirler. Ancak nisbî evlenme engelleri kalktığında olabilecek evlilik konusuna burada şimdilik girmiyoruz.

Zina neticesinde hürmet-i müsâheranın (evlilik bağı ile oluşan haramlık) gerçekleşmiş olup olmayacağı hususunda Hanefî imamlar ile Şafiî fukahası ayrılmaktadırlar. Şafiîler şu görüşleri ileri sürmektedirler: Nikâh, bir akid, bir sözleşme mânâsı taşımaktadır. Bir nakle göre İmam Şafiî Kur’ân-ı Kerîm’de “nikâh” ve “tezvîc” kelimelerinin geçtiği âyet-i kerîmeleri okumuş ve şöyle demiştir: “Cenab-ı Hakk nikâha iki isim vermiştir; nikâh ve tezvîc.”16 Dolayısı ile İmam Şâfiî’nin, evlenilmesi haram kılınan kadınları beyan buyuran âyet-i kerîmelerin, “akid/sözleşme” mânâsı taşımayan gayrimeşru cinsî mukarenetlere şâmil olmadığını kabul ettiği, gayrimeşru mukarenetlere nikâh kelimesini teşmil etmediği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Buna cevaben Hanefî ve Hanbelî fukahası ise şöyle demektedirler: Nikâh kelimesi, lügatte mutlak anlamda cinsî münasebet mânâsınadır.17 Yani hem helâl hem de haram cinsî mukarenet için, Arapçada nikâh kelimesi kullanılmaktadır.18 Binaenaleyh nikâh kelimesi, hem meşru hem de gayrimeşru mukarenetlere şâmildir.19 İmam Beyhakî de bu anlamı teyid için Resülullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kim, bir kadının fercine bakarsa, o kimseye o kadının annesi de kızı da haram olur.”20 buyurduğunu rivâyet etmektedir. Dolayısı ile hürmet-i musaheranın (evlilik bağı ile oluşan haramlık) bazen gayrimeşru bir bakışla bile gerçekleşebileceğine dikkat çekmiş olmaktadır. İmam Beyhakî, bu rivâyeti, mânâ itibarı ile yakın diğer bir rivâyetle de desteklemekte, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kim, bir kadının fercine bakarsa, Allâh onun yüzüne bakmaz.”21 şeklindeki ikazını bizlere aktarmaktadır.

Ömer Nasuhi Bilmen, yukarıdaki hadîs-i şerîfte bakışı yasaklayan hükmün, bir insanın nikâhlısı olsun olmasın bütün kadınlarla ilgili olduğunu söylemektedir. Ayrıca Bilmen, gayrimeşru beraberlik, hürmet-i musâherayı (evlilik bağı ile oluşan haramlığı) doğurabileceğini “cüz’iyyet” kavramı ile izah etmektedir. Ona göre cüz’iyyet, haramlığı doğuran bir sebeptir. Bir insan, nasıl kendi nefsi ile münasebete giremezse, bu haram ise, kendi cüz’ü ile de ilişkiye giremez. Çocuk, erkek ile kadından meydana gelmesi itibarı ile anne ile babanın birer cüz’ü, parçası, yani kan bağı hâline gelir. Bu cüz’iyyetin veya kan bağının oluşması anne, kız, baba, oğula kadar herkese kadar uzanır. Ayrıca cüz’iyyet, yani kan bağı, hissî (duyu ile algılanabilir ve biyolojik) bir durum olduğundan cüziyyet (kan bağı) hem sahih nikâhlı, hem de zinada yani nikâhsız mukarenetlerde (beraberlik) de meydana gelir.

Zina ile hürmet-i müsâherenin meydana gelişi hükmü, bir şer’i ceza esasına da dayanmaktadır. Zina eden erkek, zina ettiği kadının yakınları olan ve normalde evlenebileceği kadınlarla evlenemez duruma düşmekte, bu kadınlar ona haram hâle gelmekte, böylece zina yapmış olduğu için büyük bir hak mahrumiyetine maruz kalmaktadır. Zina ettiği kadının usûl ve fürûundan hiçbiriyle evlilik akdine salahiyeti kalmamaktadır. İslâmî ceza usulünde baba veya anne katilinin mirastan mahrumiyeti de böyle bir hak mahrumiyeti esasına dayanmaktadır.

İşte, zina neticesinde “neseb” ya da “iddet” meydana gelmiyor olsa dahi, bu durum hürmeti müsaherenin de oluşmayacağını göstermemektedir. Çünkü zina neticesinde nesebin tahakkuk etmemesi, cüz’iyyetin (kan bağının) oluşmadığı için değil, nesebin gerçekleşiyor ya da gerçekleşmiyor olduğuna dair temel bir şüphenin varlığı sebebiyledir. Bu temel şüphe, zinakarın daha başkaları ile de ilişkide bulunmuş olabileceği düşünülerek, doğan çocuğun zina edene kadına ve erkeğe aidiyetinin gerçekleşmemesi durumudur.22

Netice

İnançlı bir erkek veya kadının, kendisine nikâh düşen kimselere karşı alabildiğine dikkatli davranması gerektiği açıktır. Ancak bundan daha fazla “neseben, sıhren ve radâen” (süt emme ile) nikâhlanamayacağı erkeklere ve kadınlara karşı daha dikkatli, daha saygılı ve daha ölçülü davranmalıdır. Sınır tanımazlık, ahlâkî zayıflık, kıt düşünce -hafizanallah- bir de dinî kurallar konusunda bilgisizlik ve lakaytlıkla birleşirse toplum dokusu örselenmiş, neslin geleceği tehlikeye atılmış, cehaletin ve bağnazlığın kol gezmesine göz yumulmuş demektir.

Bütün bu olumsuzlukların yegâne çare ve tedavisi; evrensel, aynı zamanda kıyamete kadar bütün insanlığın kurtuluş ve şifa reçetesi Kur’ân-ı Kerîm ve Nebevî beyanların geniş caddesinde ve dairesinde bulunmaktır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfelerin fert ve toplumlar için getirmiş olduğu yüce ve yüksek hakikatlerin muhtaç gönüllere ulaşması dilek ve temennileri ile..

İstifade Edilen Kaynaklar

Beyhakî en-Neysabûrî, Ahkâmu’l-Kur’ân li’l-İmam eş-Şâfiî, Dâru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut-1990.

Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu.

Cessâs el Hanefî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan-1992.

Dağcı, Şamil, “İslam Aile Hukukunda Evlenme Engelleri.

El-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, Vezâratu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmî, Kuveyt-1986.

Hüseyin b. Ali el-Beyhakî, Kitâbu Süneni’l-Kübrâ mea’l-Cevheri’n-Naki, Dâiratu’l-Maârif, Haydarabad-1353.

İbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan-1999.

İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, Lübnan, trsz.

İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhâh Tâcu’l-Luğati ve Sıhâhi’l-Arabiyyeti, Dâru’l-İlm Li’l-Mollâyîn, Beyrut-1984.

Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredat fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Mektebetu Nezzâr, trsz.

Râzi, Fahruddîn, Tefsiru’l-Kebir Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Fikr, Beyrut, Lübnan-1981.

Musa Kazım Gülçür

mkgulcur@yeniumit.com.tr

Dipnotlar

1. El-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, 36/210, Vezâratu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmî, Kuveyt-1986.

2. Dağcı, Şamil, “İslam Aile Hukukunda Evlenme Engelleri”, s. 195.

3. İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/ 478, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, Lübnan, trsz.

4. Râzi, Tefsiru’l-Kebir Mefâtîhu’l-Ğayb, 10/26, Dâru’l-Fikr, Beyrut, Lübnan-1981.

5. Râzi, ae., 10/27.

6. Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredat fî Ğarîbi’l-Kur’ân, 1/27, Mektebetu Nezzâr, trsz.; İbnu Manzûr, Lisânu’l-Arab, 2/137, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan-1999.

7. Râzi, ae., 10/28.

8. İbnu’l-Arabî, ae., 1/479.

9. Râzi, ae., 10/30.

10. Buhârî, nikâh 20, 27; Müslim, radâ 1, 2.

11. Râzi, ae., 10/30-31.

12. İbnu’l-Arabî, ae., 1/486.

13. Müslim, rada 3.

14. Râzi, ae., 10/35-36.

15. Râzi, ae., 10/39.

16. Beyhakî en-Neysabûrî, Ahkâmu’l-Kur’ân li’l-İmam eş-Şâfiî, 1/181, Dâru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut-1990.

17. İbn Manzûr, ae, 49/4537, “nekeha” maddesi; İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhâh Tâcu’l-Luğati ve Sıhâhi’l-Arabiyyeti, 1/413, Dâru’l-İlm Li’l-Mollâyîn, Beyrut-1984.

18. Cessâs el Hanefî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2/112, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan-1992.

19. Cessâs, ay.

20. Hüseyin b. Ali el-Beyhakî, Kitâbu Süneni’l-Kübrâ mea’l-Cevheri’n-Naki, Nikâh, 7/170, Dâiratu’l-Maârif, Haydarabad-1353.

21. Beyhakî, ay.

22. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, 2/98.

DEVAMINI OKU
MAKYAJ VE SINIRLARI

Allah (celle celâluhû), bütün kâinatı baş döndürücü bir güzellikte yarattığı gibi bu kâinatın en câmi meyvesi olan insanı da en güzel bir surette var etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede:

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِٓي أَحْسَنِ تَقْو۪يمٍ

“Biz insanı en mükemmel surette yarattık.”[1] buyrulmaktadır. Tefsircilerimiz bu âyetteki, “Ahsen-i takvim/en güzel şekilde, tam kıvamında” ifadesinin, manevî güzellik manasına gelebileceği gibi fizikî güzellik şeklinde de anlaşılabileceğini söylemişlerdir.

Böyle bir girişten sonra bu yazıda ele almak istediğimiz konuya gelelim. Günümüzde makyajın özellikle kadınlar arasında çok yaygınlaştığını görüyor, hatta erkeklerin bile kendilerine göre makyaj yapmaya başladıklarına şahid oluyoruz.

Fransızca “maquillage” kelimesinden Türkçe’ye geçen makyaj kelimesi; “yüzü güzelleştirmek için boyama, yüz boyama, yüz bakımı” gibi manalara gelmektedir. Her şeyin orta yolunu bizlere gösteren İslâmiyet, Allah’ın yaratılıştan insana vermiş olduğu güzelliklerini gösterme manasına gelen süs, makyaj, takı ve güzel giyimi belli kayıtlarla mubah kılarken, Allah’ın bizlere takdir buyurduğu fıtratı bozmaya yönelik süs ve makyaj türlerini ise yasaklamıştır. Şeytan, Allah’a karşı geldiği o ilk anda, insanların bu türlü fıtratı bozucu şeylere kalkışacağını söyler ve bu konudaki rolünü şöyle ifade eder:

وَلَاٰمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّٰهِ

”Şüphesiz onlara (insanlara) emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.”[2]

Makyajın yapılış gayesi, süslenmek ve dikkat çekmektir. Makyaj yapan kadın, başta başkalarının dikkatini çekmek için yapmasa ve sadece kendimi güzel görmek istiyorum dese bile, netice itibarıyla makyaj, özellikle erkeklerin dikkatini çeken bir unsurdur. Yani, başta mesele -muhâl farz- günah olmasa bile, netice itibarıyla insanı günaha itmektedir. Kaldı ki her süslenen insan, mutlaka başkalarını mülahaza dairesine alarak süslenir ve az veya çok güzel görünme isteğini ortaya koyar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi güzellik duygusu fıtrîdir ve Allah’ın istediği istikamette kullanılırsa sevap kazandırır, tersi olursa, günahların bir davetçisi hâline gelir.

İnsanda ve özellikle kadında fıtrî olan güzel görünme hissi, dinimiz tarafından -bütün duygularda olduğu gibi-  tadil edilmiş ve bir kadının nerede ve kime karşı süsleneceği açıklanmıştır. Buna göre  bir kadının süslenmesi iki şekilde olur: Birincisi, ev içinde. Yani kocası için süslenmesi, ona güzel görünmesi ve onu cezb etmesi. Bu maksatla süslenen bir kadın, kocasını günahlara girmekten alıkoyacağından sevap kazanır zira bu hâliyle o, kocasının aklını ve duygularını dışarıdan içeriye, sokaktan eve çevirmektedir. İkincisi, ev dışında. Yani başkaları düşünülerek yapılan süslenme ve makyaj.

Makyajla Gelen Günahlar

Kadının dışarıda makyajlı hâlde bulunması, beraberinde bazı günahlara yol açar:

1- Başkalarını kendisine baktırarak günaha sokma,

2- Olduğundan başka görünerek insanları aldatma,

3- Allah’ın verdiği sureti ve vücudu beğenmeme manasına gelen şekil değişikliklerine girme.

Evet, İslâm, süslenip güzel görünmeye karşı değildir. Sadece insandaki bu duyguyu, günah işlemeye, duyguların bulanmasına ve insanlar arası kargaşaya sebebiyet vermeyecek şekilde sınırlandırmıştır. İslâmiyet’in hoş görmediği nokta, keyfe kâfi olan meşru dairenin dışına çıkarak sadece kendisini değil başka insanları da günaha sevk edecek ve onların içerisinde bazı olumsuz fikirleri harekete geçirecek şekilde süslenmektir.

Asr-ı saadette bu konuda bazı tedbirler alınmış ve camide namaz gibi önemli bir ibadette dahi kadının süslenmesi ve koku sürünmesi, bir engel olarak görülmüştür. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:

أَيُّمَا امْرَأَةٍ أَصَابَتْ بَخُورًا فَلَا تَشْهَدْ مَعَنَا الْعِشَاءَ الاْٰخِرَةَ

“Kendisine buhur (koku) değen kadın sakın bizimle yatsı namazına katılmasın.”[3]

Bir kadının kokular sürünerek dışarıya çıkmasının ne manaya geleceğini şu ikaz edici beyanlarıyla Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) öğreniyoruz:

كُلُّ عَيْنٍ زَانِيَةٌ وَالْمَرْأَةُ إِذَا اسْتَعْطَرَتْ فَمَرَّتْ بِالْمَجْلِسِ فَهِيَ كَذَا وَكَذَا يَعْن۪ي زَانِيَةً

“Her göz zina eder. Kadın koku sürünür sonra da erkeklerin bulunduğu bir topluluğa uğrarsa o da zina işlemiş olur.”[4]

Bu konuda insan, “Başkasının benim yüzümden günaha girmesi beni ilgilendirmez. Ben güzel görünmeyi seviyorum ve süsleniyorum. Herkesin günahı kendine” diyemez zira bir günaha sebep olan, o günahı işlemiş gibi olur.

Bugün, yapılan masraflı süslemelere göre insanlara değer verilebilmektedir. İnsanlık adına çok acı olan bu durum, insanı insan yapan vasıfların bir tarafa bırakılmasına ve neticede değerlerin alt üst olmasına sebebiyet veren hususlardan birisidir. İnsanların şehevî duygularını tahrik etmek, haram olan usullerle insanların teveccühünü kazanmaya çalışmak, kendini güzel bir vasıfla ve fikirle değil de şekille ifade etmeye çalışmak, insanların bizi sağlıklı şekilde değerlendirmelerine mâni olmak yani onları aldatmak vs. hepsi başlı başına birer günahtır ve işte makyaj bu tür günahları içinde barındırmaktadır.

Bu arada, makyajda kullanılan boyaların, parfümlerin ne içerdiği de ayrı bir mesele. Maalesef, çoğunun hangi maddeden ve nasıl yapıldığını, içinde ne gibi katkılar barındırdığını bilmiyoruz fakat bilmediğimiz şeyleri kullanmakta da mahzur görmüyoruz!

Aslında Kur’ân’ı rehber edinen ve O’nun emrine âmâde olan cennete talip kadınlar için şu âyet ne kadar güzel bir uyarıcı ve mürşiddir: “Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korumalarını söyle. Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler. Zînet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar dışında kimseye göstermesinler. Saklı zînetlerine dikkat çekmek için ayaklarını da vurmasınlar! Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felâha eresiniz!”[5]

Bu âyet-i kerîme bir Müslüman kadının Allah’ın kendisine vermiş olduğu ziynetleri ve ziynet takılan yerleri, hangi sınırlar içerisinde ve kimlere karşı muhafaza etmesi gerektiğini açık ve seçik olarak belirtmiştir.

[1] Tin Sûresi, 95/4.

[2] Nisâ Sûresi, 4/119.

[3] Müslim, salât 143; Ebû Dâvud, tereccül 7.

[4] Tirmizî, edeb 35; Ebû Dâvud, tereccül 7.

[5] Nur Sûresi, 24/31.

DEVAMINI OKU
TAADDÜD-Ü ZEVCÂT (ÇOK EVLİLİK)

Özellikle son asırlarda İslâm hakkında yapılan tartışmaların merkezinde kadının yer aldığı görülmektedir. Kadının şahitliği, mirastaki payı, erkekle eşit olup olmaması, evlilikteki konumu, çalışması, boşama hakkı vb. konuların yanında, İslâm’ın erkeklerin birden çok kadınla evlenmelerine izin vermesi de hakkında çokça tartışmanın vuku bulduğu meselelerdendir. Çok evliliğe karşı çıkılmasının temelinde, bu uygulamanın kadın-erkek eşitliğini ortadan kaldırdığı, kadın hak ve hürriyetlerini engellediği, modern hayat tarzının gereklerine uymadığı vb. gerekçeler yer almıştır. Gayrimüslimler, İslâm’a saldırmak için kendilerince bu konu hakkında açık bir kapı bulduklarını zannetmişler, içimizdeki bazı Müslümanlar da gerek iman zâfiyetinden, gerek meselenin hikmet ve maslahatlarını kavrayamamaktan, gerekse Batının kültürel baskısı altında kalmanın verdiği kompleksten dolayı taaddüd-ü zevcât hakkında tenkitlerde bulunmuşlardır. Müslim ve gayrimüslimlerin bu meseleyi dillerine dolamalarına karşılık, eli kalem tutan münevverlerimiz de konu hakkındaki tenkit ve eleştirilere cevap mahiyetinde yazılar kaleme almışlardır. Ancak bunlardan bazılarında, feminist yaklaşımların, Batı medeniyetinin ve yaşanılan çağın sosyal ve kültürel etkisinde kalınarak ifrat ve tefritlere girildiği de olmuştur.

Çok evlilik, Batılılarca genellikle tenkide maruz kalsa da bazı Batılı düşünürler, çok evliliğin sosyal ahlâk ve ekonomik açıdan örnek bir uygulama olduğunu ve Batıdaki çoğu erkeğin tek kadınla yetinmediğinden ahlâksızlıkların ve gayrimeşrû çocukların ortaya çıktığını ileri sürerek bu uygulamayı bu problemler için bir çözüm şekli olarak düşünmüşlerdir. Biz ise bu yazımızda, tarihte çok evliliğe temas ettikten sonra meselenin İslâm hukukundaki yerini, hükümlerini ve şartlarını tespit etmeye çalışacak ve İslâm’ın bu hükmü vaz’ etmesindeki hikmet ve maslahatlara işaret edeceğiz.

Tarihte Çok Evlilik

Çok evlilik bazılarının zannettiği gibi İslâm’la başlayan bir uygulama değildir. İslâmiyet’ten önce Babil, Yunan, İran, Çin ve Hint gibi birçok toplum ve medeniyette görülen çok evlilik, İslâmiyet’ten sonra da diğer medeniyetlerde varlığını sürdürmüştür. Çok evliliğin dince meşru kabul edilmesi İslâm’la vücuda gelmiş de değildir. Çok evlilik, Brahmanizm ve Zerdüştlük gibi Doğu dinlerinde meşru kabul edildiği gibi Yahudilik ve Hristiyanlıkta da onu yasaklayan bir hüküm mevcut değildir. Bilakis, Kitab-ı Mukaddes’te, Hz. İbrahim, Hz. Ya’kûb, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman (aleyhimüsselam) gibi bazı peygamberlerin çok kadınla evli olduklarından bahsedilir. Diğer yandan Hammurabi kanunlarında da çok kadınla evlilik kabul edilmiştir. Bütün bunlar göstermektedir ki taaddüd-ü zevcât müessesesi, dinî olmaktan ziyade sosyal bir mesele olarak eski devirlerden beri birçok toplum ve dinde cari olmuştur.[1]

Cahiliye döneminde de durum bundan farklı değildi. Taaddüd-ü zevcât Araplar arasında yaygın bir uygulama olup, herhangi bir sayıyla ve ahkâmla sınırlı olmadığından istismara açıktı. Hatta o dönemde erkekler zevceleri üzerinde her türlü hakka malik olduğundan, kadınlar kocalarının vefatıyla, onun vârislerine miras kalıyordu. Cahiliye döneminde çok kadınla evlenmek, daha çok ekonomik imkânlar ve sosyal statüyle ilgili olduğundan güç ve servetin de bir göstergesi sayılıyordu.

İslâm’da Çok Evlilik

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Müslüman olarak sahabe saflarına katılanlara dörtten fazla olan eşlerini boşamalarını söylemesi, bu uygulamanın Cahiliyede cari olduğunu göstermektedir. Mesela Kays b. el-Haris, nikâhı altında sekiz kadın varken Müslüman olduğunu, durumu Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) anlattığında, eşlerinden dört tanesini seçip diğerlerini boşamasını emrettiğini söylemiştir.[2] Gaylân es-Sekafi de Cahiliye devrinde nikâhına aldığı on karısıyla birlikte İslâm’a girmiş ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu eşlerinden dört tanesini seçmesini emretmiştir.[3] Bunlardan başka, kaynaklarda, Müslüman olduğunda; Nevfel b. Muaviye el-Kinani’nin nikâhı altında beş eşi, Urve b. Mes’ud es-Sekâfi’nin nikâhında on eşi, Safvan b. Ümeyye el-Cumahi’nin nikâhında sekiz eşi bulunduğu ve Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sahabilere eşlerinden dört tanesini seçmelerini emrettiği rivayet edilmiştir.[4]

Görüldüğü üzere İslâmiyet çok evliliği bidayeten tesis etmemiş yani bir taneden dörde çıkarmamış, bilakis zaten sınırsız bir hâlde cari olan bu uygulamayı dörtle sınırlamış ve ona dair bazı ahkâm ve şartlar koyarak onu ıslah etmiştir. Bu durumu Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle ifade etmiştir: “Dörde kadar evlilik; tabiata, akla, hikmete uygun olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Özellikle dört evliliğe öyle şartlar getirmiştir ki bu şartlar gözetildiğinde hiçbir zarar ortaya çıkmaz. Bazı açılardan şer gibi görünse de bu, şerrin en hafifidir. Şerrin en hafifi (ehvenüşşer) ise tam adalet olmasa da mevcut şartlarda uygulanabilen en iyi adalettir (adalet-i izafiye). Kaldı ki insanların her hâlinde yüzde yüz hayır olmaz çünkü bir kısım şerler de söz konusudur.”[5] Yine Üstad’ın ifadesiyle, İslâm’ın bidayeten tesis ettiği hükümlerde hakiki bir güzellik ve tam bir hayır vardır. Ancak dinin bazı ahkâmı, İslâm’ın geldiği dönemde cari olan bir kısım uygulamaları ta’dile yöneliktir. Kölelik ve taaddüd-ü zevcâtta olduğu gibi bu tür hükümler bütünüyle hayır olmasa da ehvenüşşerdir. İslâm bunları bulundukları bozuk halden kurtararak, insan tabiatına en uygun hâle getirmiştir. Kaldı ki beşerin bütün uygulamalarında mutlak bir hayrın bulunması tecrübe ve realitelere terstir.[6]

Burada anlatılmak istenen husus şudur: Taaddüd-ü zevcât, kendine mahsus bazı mahzurları ihtiva edebilir. Ancak bütün zaman ve şartlar göz önüne alındığında temin ettiği fayda ve maslahatlar daha çok olduğu için meşru kılınmıştır. Aslında aynı durum bir yönüyle tek kadınla evlenen insan için de söz konusudur. Yani hiç evlenmemenin de evliliğe nazaran hususi mahiyette üstün yanları bulunabilir. Ancak insanların umumu ve genel ahvali düşünüldüğünde evliliğin gerekliliği hiç kimse tarafından inkâr edilemez. Bu açıdan özellikle içinde yaşanılan kültür ortamıyla, zaman ve şartların etkisinde kalınarak çok evliliği mutlak bir şer gibi görmek doğru değildir. İslâm evrensel bir din olduğu için getirdiği hükümlerde, bütün zamanların ve bütün insanlığın ihtiyaç ve maslahatını esas alır.

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda çok evlilikten beklenen bazı faydalar şunlardır: (1) Zina ve fuhşiyatın yayılmasını men etmek, (2) Nüfusun meşru surette artmasını temin etmek, (3) Bazı şartlarda himayesiz kalan kadınlara sahip çıkmak, (4) Kadın nüfusunun arttığı dönemlerde kadınların ırz ve namuslarını muhafaza etmek.[7] Bu faydalara baktığımızda taadddüd-ü zevcâtın meşru kılınmasındaki temel maksadın, sedd-i zerâi[8] ve maslahat ilkesine dayandığını görürüz. Bazı Batı ülkelerinde evlilik dışından doğan çocuk sayısının evlilik içi doğan çocuk sayısından daha fazla olduğunu ve çok evliliğe karşı çıkılmasına rağmen sayısız kadınla beraber olan insanların yaşadığı toplumlardaki zina ve ahlâksızlığın hangi boyutlara ulaştığını gördüğümüzde veya savaş sonrası bazı ülkelerde ortada kalan yüz binlerce kadının maruz kaldığı sıkıntıları düşündüğümüzde herhalde meselenin hikmetlerini anlamakta güçlük çekmeyiz çünkü İslâm, nesebe çok önem verdiği gibi “Zinaya yaklaşmayın.”[9] emriyle de nesebi bozacak bütün yolları kapamaya çalışmıştır.

Burada göz önünde bulundurulması gereken bir diğer husus da İslâmî hükümlerin bir bütünlük içinde değerlendirilmesi gerektiğidir. Çoğu zaman dinî hükümlerin uygulanmasında sıkıntıların çıkması, bu hükümlerin mahiyetinden değil, ortamın İslâm’a göre düzenlenmemesinden kaynaklanmaktadır.

Çok Evliliğin Hükmü

Diğer yandan çok evliliğe karşı çıkılmasının temelinde yatan en önemli sebeplerden birisi de sanki İslâm’ın her erkeğe dört kadınla evlenmeyi emrediyormuş gibi bir anlayışın olmasıdır. Hâlbuki birden fazla kadınla evlenmek, dinî bir mecburiyet yani bir farz veya vacip değil; bir ibaha ve müsaadeden ibarettir.[10] Buna göre her erkek kendi şartlarını ve durumunu gözden geçirerek ikinci evliliği yapmaya kendisi karar vereceği gibi her kadın da evli bir erkekle evlenip evlenmeme hususunda seçim hakkına sahiptir. Dolayısıyla eğer ikinci evliliğin gerçekleşmesiyle her iki taraf için de ortaya çıkması muhtemel bazı zararlar söz konusu olacaksa, bunu en iyi şekilde tespit edecek ve evlilik yapıp yapmamaya karar verecek olan tarafların kendileridir.

Diğer taraftan ister tek evlilik olsun ister çok evlilik, kişilerin durumuna göre evliliğin hükmü değişir. İslâm fıkıhçıları şahsın özel durumunu nazar-ı itibara alarak nikâhın hükmünün değişeceğini söylemişlerdir. Buna göre; mehir ve nafakaya sahip olan bir kimsenin zinadan korunması ancak nikâhlanmak suretiyle olursa evlenmesi farz, nikâhlanmadığında zinaya düşme tehlikesi bir endişe olarak bahis mevzuu ise evlenmesi vacip olur. Bazı fukaha evlenmenin kişiye vacip veya farz olması için karısına zulmedeceği korkusunun bulunmaması gibi bir şart daha ilave etmişler; böyle bir korku bulunması hâlinde o kişinin evlenmesinin mekruh olacağını söylemişlerdir. Aynı şekilde zina korkusu bulunsa bile mehir ve nafakaya sahip olmayan kimsenin evlenmesi de mekruh görülmüştür.[11] Gerekçe olarak da mehir ve nafakanın kul hakkı olduğu, zinadan kaçınmanın ise Allah hakkı olduğu, bu iki hak karşılaştığında kul hakkının tercih edileceği gösterilmiştir. Ancak böyle bir kimsenin başkalarından borç alma imkânı varsa bunu yapması da mendup ve hatta duruma göre vacip olur zira iffetli ve namuslu kalmak niyetiyle evlenmek isteyen bir kimsenin fakirlikten korkmaması gerektiği âyetle sabittir.[12] İtidal hâlinde olan yani harama düşme tehlikesi bulunmayan, malî ve bedenî bir engeli de olmayan bir kimsenin evlenmesi ise sünnet-i müekkededir. Bunun yanında bir kişinin evlendiği takdirde evlilik hukukuna riayet etmeyip, karısına zulmedeceği kesin olarak bilinirse bu kişinin evlenmesi haram, eğer bu bir ihtimal dâhilinde ise evlenmesi mekruhtur.[13]

Evet, buradan anlaşılmaktadır ki İslâm’a göre herkes gelişigüzel evlenemeyeceği gibi gelişigüzel ikinci ve üçüncü evliliği yapması da mümkün değildir. Şahısların özel durumlarına göre evliliğin hükmü nasıl değişiyorsa, aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmelerinin de hükmü değişecektir. Bazıları için duruma göre bu bir mecburiyet bazıları için ise mekruh veya haram hükmünü alabilir. Buna göre ikinci evliliği yapacak erkeğin malî gücünün kadınların mehir ve nafakalarını karşılamaya yetecek miktarda olması ve bu kişinin âyet-i kerîmede ifade edilen adalet şartına uyması yani eşlerine zulmetme korkusunun bulunmaması gerekir.

Kur’ân’ın Evliliğe Bakışı

Kur’ân-ı Kerîm’de evliliğin hikmet ve faydalarına işaret eden, kadın ve erkeğin birbirlerine karşı haklarından söz eden, eşlerin birbiriyle iyi geçinmelerini tavsiye eden vb. aile müessesesiyle ilgili bir hayli âyet-i kerîme bulunmaktadır. Ancak biz burada sadece konumuzla ilgili birkaç hususa işaret edeceğiz.

Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresinde

وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ

“Onlarla hoşça güzelce geçinin.”[14] buyurarak, aile huzuruna ve iyi geçime dikkat çekiyor. Başka bir âyet-i kerîmede ise:

وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُۤوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً

“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir.”[15] buyurmak suretiyle aile içinde bulunması gereken en önemli iki esas olarak “rahmet” ve “meveddet”e işaret ediyor. Âraf Sûresinde de:

هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا

“O’dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da gönlü kendisine ısınsın/huzur bulsun diye eşini yarattı.”[16] beyanında bulunarak evlilikten beklenen bir diğer maksat olarak eşler arasındaki samimiyet, sıcaklık, huzur ve sükûnete dikkat çekiliyor.

Buradan anlıyoruz ki evlilikten maksat, eşlerin huzur bulacağı, karşılıklı, saygı, sevgi, muhabbet ve hürmetin olduğu, eşlerin birbirine karşı hüsn-ü muaşeretle muamelede bulunduğu kısaca mümin için bir nevi cennet bahçesi kabul edilebilecek bir yuva vücuda getirmektir. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak: وَأَخَذْنَ مِنْكُمْ مِيثَاقًا غَل۪يظًا “Hem onlar siz kocalarından hukuklarını gözetme konusunda sağlamca teminat da aldılar.”[17] buyurmak suretiyle, evliliği, erkeğin hanımına verdiği önemli ve ciddi bir teminat saymıştır. Elmalılı, buradaki misakın, Allah’ın emri ve Peygamberin sünneti üzere yapılan nikâh akdi ve ahkâmı olduğunu, bunun gereği olarak da erkeğin evlilik devam ettiği sürece karısına karşı güzel bir surette sohbet ve muaşeret etmeyi taahhüt ettiğini ifade etmiştir.[18]

Âyet-i kerîmelerin tavsif ettiği evlilik modeli sadece tek evlilikte değil, bundan sonraki yapılacak evliliklerde de geçerli olmalıdır. Eşler arasında güzel geçimin, sevgi ve şefkatin, saygı ve hürmetin bulunması Kur’ânî bir esas olduğuna göre ikinci evlilik yapmayı düşünen bir erkek bunları nazar-ı itibara almak zorundadır yoksa ikinci evlilik yapacak bir kişinin ilk evliliği tehlikeye girecekse, eşleriyle arasında bu Kur’ânî düsturlar ihlal edilecekse, bulunduğu konum itibarıyla ciddi bir itibar kaybına uğrayacaksa, çevresi tarafından suizanların oluşmasına sebebiyet verecekse, bu kişinin dinin bu ruhsatını kullanması doğru değildir. Dolayısıyla meseleyi bazılarının zannettiği gibi sadece şehevî hislere bağlı görmek oldukça eksik ve yanlış bir değerlendirmedir.

Eşler Arasında Adâlet Şartını Temin

Kur’ân-ı Kerîm’de çok evliliğe müsaade eden âyet-i kerîme şu şekildedir:

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامٰى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَٓاءِ مَثْنٰى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاّ تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذٰلِكَ أَدْنَٓى أَلَّا تَعُولُوا

“Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirememekten endişe ederseniz, bir kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.”[19]Âyet-i kerîme iki, üç veya dört eş almayı adalet şartına bağlamıştır. Âyet-i kerîmeye göre hanımları arasında adaleti sağlayamamaktan korkan bir kişinin tek kadınla evli kalması vaciptir.[20] Yani, ikinci, üçüncü veya dördüncü evliliği yapmak, bunlar arasında tam bir adalet şartını gerçekleştirmeye bağlıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de: “Bir kimsenin iki hanımı olur, birine daha fazla meylederse, kıyamet gününde bir tarafı çarpık olarak gelir.” ifadeleriyle meselenin önemine dikkat çekmiştir.[21]

Diğer yandan âyet-i kerîmenin sonunda: ذٰلِكَ أَدْنَۤى أَلاَّ تَعُولُوا “Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” buyrulmak suretiyle, taaddüd-ü zevcât erkeğe ağır bir külfet ve vazife yükleyeceği için eşleri arasında hakka riayet edemeyip adaletsizlikten korkan kimselerin tek kadınla evli kalmalarının veya sahip oldukları cariyelere kanaat etmelerinin, zulüm şaibesinden uzak olduğu için en salim yol olduğu belirtilmiştir.

Fıkıh kitaplarının nikâh bahislerinin “kasm” ve “nafaka” bölümlerinde eşler arasında riayet edilmesi farz olan adaletin nerelerde aranacağı tafsilatıyla anlatılmıştır. Özetle, birden fazla kadını nikâhı altında tutan bir erkek, bunların yaşlı-genç, bakire-dul, eski-yeni veya hasta-sağlıklı gibi vasıflarına bakmadan bunların yanında eşit miktarda kalmalı; sohbet ve hüsn-ü muaşerette aralarında eşitliği gözetmeli; mesken, yeme-içme ve giyim gibi nafaka içinde değerlendirilen aslî ihtiyaçların karşılanmasında da adaletten ayrılmamalıdır. Eğer koca, eşleri arasında adaleti gözetmez ve eşlerden birisi bu durumu mahkemeye şikâyet ederse hâkim, kocaya bir ceza takdirinde bulunarak, bundan sonra ona adaletli davranmayı emreder[22] hatta Mâlikî ve Hanbelî mezhebine göre eğer koca hâkimin uyguladığı cezaî müeyyideye rağmen ıslah olmazsa, hâkimin eşleri talak-ı bâin ile boşama veya nikâhı feshetme yetkisi vardır.[23]

Bütün bunlar şeklî ve zahirî yönden gözetilmesi gereken adalet olup, bunun ötesinde kişi eşlerine karşı kalbî meyillerinden sorumlu değildir çünkü bu, takati aşan bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresinde:

وَلَنْ تَسْتَط۪يعُۤوا أَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَۤاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَم۪يلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِ وَإِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَإِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا

“Ey kocalar! bütün benliğinizle isteseniz dahi eşleriniz arasında tam adaleti sağlayamazsınız. Öyleyse bir tarafa büsbütün gönlünüzü kaptırıp da öbürünü kocasızmış gibi bir vaziyette bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, işlerinizi iyileştirir ve haksızlıktan sakınırsanız, unutmayın ki Allah Gafurdur, Rahîmdir.”[24] buyurarak kalbî temayüllerde tam bir eşitliğin sağlanmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir. Hz. Âişe’den nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de eşleri arasında taksimde adaletli davranır ve sonra da şöyle dua ederdi:

اَللّٰهُمَّ هٰذَا قَسْم۪ي ف۪يمَا أَمْلِكُ فَلَا تَلُمْن۪ي ف۪يمَا تَمْلِكُ وَلَا أَمْلِكُ

“Allah’ım! Bu benim gücümün yettiği taksim (adalet), gücümün yetmediğinden beni sorumlu tutma.”[25]

İslâm’ın Çok Evliliğe İzin Vermesinin Hikmetleri

Buna geçmeden önce bir hususun üzerinde durmakta fayda mülahaza ediyoruz. Bazılarının zannettiği gibi taaddüd-ü zevcât İslâm tarihinde bütün erkeklerin başvurduğu bir uygulama değildir. Osmanlı devletinde bile birden fazla kadınla evli olan erkek sayısının en fazla yüzde on olduğu ifade edilmiştir ki bu da on erkekten dokuzunun tek kadınla evli kaldığı anlamına gelir. Yüzde onluk kesimin de çoğu iki kadınla evli kalmıştır.[26] Günümüz İslâm ülkelerinde ise bu oran daha da düşüktür. Bu durum göstermektedir ki İslâm toplumlarında çok evlilik kadınların suiistimal edildiği ve sorumsuzca kullanılan bir kurum değil, geçerli sebeplerin bulunduğu ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda başvurulması gereken bir çare olarak görülmüştür.

Günümüz dünyasını göz önünde bulundurduğumuzda şöyle bir değerlendirme yapmamız da mümkündür: İslâm dünyasında birden fazla kadınla evlenen erkeklerin sayısı, Batı’da kadınlarla evlilik dışı ilişkide bulunan erkeklerden çok daha az olmuştur. Yine dinin bu müsaadesi sayesindedir ki İslâm dünyasında nesebi gayr-i sahih çocuklara rastlanmamış, kadınlar ve çocuklar himayesiz ve kimsesiz bırakılarak başkalarına muhtaç hâle getirilmemiş ve toplumda gayrimeşrû ilişkiler yayılmamıştır.

Diğer yandan tarihin değişik dönemlerinde savaşlar sonucunda kadın nüfusu erkek nüfusuna oranla çok artmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, 2. Dünya savaşından sonra Almanya’da kadınların nüfusu erkeklerden 7.300.000 daha fazla idi ve bunların 3 milyonu da duldu. Nitekim savaş sonrasında buna bir çare bulunamadığı için birçok Alman kadın küçük menfaatler karşılığında müttefik güçlerin kötü emellerine alet olmak zorunda kalmıştır. 1948 yılında Münih’te düzenlenen Uluslararası gençlik konferansında, cinsiyet oranlarındaki bu dengesizliğe bir çözüm bulunamaması üzerine katılımcılardan bazılarının poligamiyi (çok evliliği) önermeleri ve bunun konferansın kapanış bildirgesine dâhil edilmesi de dikkat çekicidir.[27]

Günümüz dünya toplumlarında da kadın ve erkek nüfusu arasındaki dengenin bozulduğu bir gerçektir. Mesela Amerika’da erkeklerden 8 milyon fazla kadın vardır. Bazı Orta Asya ülkeleriyle, Afrika ülkelerinde veya savaşların görüldüğü Bosna Hersek ve Kosova gibi ülkelerde de benzer bir orantısızlık göze çarpmaktadır. İşte bütün bu durumlarda çok evlilik kabul edilmediği takdirde, mecburen, metreslik, eşcinsellik veya fuhuş gibi gayrimeşrû ilişkiler kabul edilmek zorunda kalınacak ya da kadınlar ömür boyu bekâr kalmaya itilmiş olacaklardır.

Meseleyi kadın ve erkeğin fizikî yapılarının tamamen farklı olması noktasında da düşünebiliriz. Kadınlar erkeklere nazaran daha uzun ömürlüdür. Erkeklerden daha önce bâliğ olurlar ve çocuk sahibi olma yaşları da erkeklerden daha düşüktür. Erkeklerden farklı olarak ayın belli bir kısmını âdetli geçirirler. Hamilelikleri, çocuk doğurmaları ve lohusa olmaları da kendilerine has bir özelliktir. Fizikî olarak erkeklerden daha zayıftırlar. Tek tek bütün bu farklılıkları düşündüğümüzde meselenin hikmetini biraz daha iyi anlayabiliriz.

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm:

نِسَۤاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ

“Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır.”[28]buyurarak kadınların annelik yönlerine dikkat çekerken, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de:

تَزَوَّجُوا الْوَدُودَ الْوَلُودَ فَإِنّ۪ي مُكَاثِرٌ بِكُمُ الْاُمَمَ

“Vedûd (çok seven) ve velûd (çok doğuran) olanla evlenin zira ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim.”[29]buyurarak ümmetin çokluğunun ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Buna göre izdivacın en mühim gayesinin tenasül (neslin artması) olduğunu düşündüğümüzde, çok evliliğin bir hikmetini daha anlamış oluruz.

Son olarak bir hususa daha temas edelim. Günümüz Batı medeniyeti çok evliliği tasvip etmese de bu durum bütün dünya kadınlarının bakış açısını yansıtmaz. Nitekim birçok Afrikalı kadın, kendini yalnız hissettiğinden kocasını tekrar evlenmeye zorlamaktadır. Nijerya’nın bir şehrinde yapılan bir anket sonucuna göre ankete katılan kadınlardan yüzde altmışı kocalarının başka bir kadınla evlenmelerini memnuniyetle karşılamıştır. Aynı şekilde Kenya’daki bir araştırmaya göre 100 kadından 76’sı çok evliliğe olumlu bakmıştır. Aynı ülkenin kırsal kesiminde bu oran daha da artmış ve 27 kadından 25’i çok eşle evliliğin tek eşle evlilikten daha iyi olduğunu düşünmektedir. Amerika’da çok evliliği tatbik eden Mormonlar da[30] eşlerden biri diğerine yardım ettiği için bu uygulamanın hem kariyer hem de çocuk bakımı açısından daha ideal bir yol olduğuna inanmaktadırlar.[31]

Çok Evlilikte Kadının Durumu

Bazıları taaddüd-ü zevcâtın (çok evliliğin) kadın-erkek eşitliğini ortadan kaldırdığını söyleyerek, kadına da böyle bir hak verilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ancak kadının birden çok erkekle evlenmesine sınırlı birkaç kabile ve toplum dışında tarihte rastlanmadığı gibi günümüzde yapılan anketlerde de kadınların bunu istemedikleri ortaya çıkıyor.[32] Zira öncelikle kadının psikolojik ve fizikî yapısı böyle bir duruma müsaade etmez. Erkeğe nazaran daha nahif ve narin bir yapıda yaratılan bir kadının dört erkekle evlenmesi, onlara hizmet etmesi, onların ihtiyaçlarını karşılaması aklen de mümkün değildir.

Evliliğin en önemli gayelerinden birisinin tenasül (neslin devam etmesi) olduğunu düşündüğümüzde de bir kadının birden fazla erkekle evliliğinin yanlışlığı anlaşılacaktır çünkü bir kadının bir çocuk doğurması yaklaşık bir seneyi bulmakta ve erken bir dönemde doğurganlık özelliğini kaybetmektedir. Erkekler için ise durum böyle değildir. Onlar ileri yaşlarına kadar çocuk sahibi olabilme özelliklerini devam ettirirler. Dolayısıyla birden fazla erkekle evlenen bir kadın onların çocuk isteklerine de cevap veremeyecektir.

Meseleyi erkek açısından düşündüğümüzde de böyle bir durumun ne kadar kötü olduğu anlaşılır zira fıtraten bozulmamış ve deformasyona maruz kalmamış hiçbir kimse karısını bir başkasıyla paylaşmak istemez. Birden fazla erkekle evli olan bir kadının sahip olduğu yuvada mutluluk ve huzurun bulunması mümkün değildir. Burada çatışma ve rekabet hâkim olur.

Diğer açıdan bu durum İslâm’ın çok önem verdiği ve kendisine miras, evlenme yasağı, velâyet vb. birçok hükmü bağladığı nesebin karışmasına da sebep olacaktır çünkü bu durumda çoğu zaman çocuğun babası karışacak ve ortaya farklı problemler çıkacaktır. Dolayısıyla insan fıtratına aykırı olan böyle bir uygulamayı İslâm’ın câiz görmesi mümkün değildir.

Diğer yandan bir erkeğin ikinci veya üçüncü evliliği yapmasının ilk eşinin hakkını ihlal edeceği ve aralarında kıskançlığa sebep olacağı söylenerek buna karşı çıkılmıştır. İfade etmeliyiz ki İslâm, hükümlerini duygu ve kalbî meyilleri göz ardı etmeksizin akıl ve mantık üzerine bina etmiştir. Toplumun temelini oluşturan aile gibi bir kurumda da aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla daha önce de ifade ettiğimiz gibi çok evliliğe müsaade edilmesinde cüzi birtakım zararlar akla gelse de mesele tüm insanlık çapında düşünüldüğünde, kadın ve erkeğin fıtratları nazar-ı itibara alındığında ve evliliğin hikmet ve gayesi olan tenasül açısından meseleye yaklaşıldığında bu konuda itiraza mahal olmadığı görülecektir.

Her kadının evlenme hürriyetine sahip olduğunu ve evli bir erkekle evlenip evlenmeme kararının kadına ait olduğunu söylemiştik. Diğer yandan ikinci evlilikte ilk eşin rızası şart değilse de[33], her kadın böyle bir ihtimale binaen evlenmeden önce kocasından tefviz-i talak dediğimiz boşama hakkını alarak erkeğin ikinci evliliğini önleyebilir. Bu bir temlik (mülk edindirme) olduğundan kocanın bundan geri dönmesi de mümkün değildir. Bu durumda kadının hakkının ihlal edildiğinden bahsetmek çok doğru bir yaklaşım değildir.

Netice

Evet, İslâm getirdiği ahkâmla, tarihte birçok toplum ve kültürde görülen, Cahiliye döneminde de yaygın bir uygulama olan çok evliliği ta’dil ve ıslah etmiş, onu belli bir sayıyla sınırlamış ve eşler arasında adalet ve müsavatın gözetilmesini isteyerek hukukî bir çerçeve altına almıştır. İslâm’ın çok evlilikle ilgili hükmü, bir emir olmaktan ziyade, belli hikmet ve maslahatlara mebni bir izin mahiyetindedir. İçinde yaşadıkları kültür ortamının etkisiyle çok evliliği tenkit edenlerin, bu tenkitlerinde haksız oldukları açıkça ortaya çıkmıştır çünkü meseleyi doğru anlayabilmek için bütün zamanları ve bütün insanlığın durumunu göz önünde bulundurmalı, kadın ve erkek yapısını nazar-ı itibara almalı, izdivaçtaki maksadı kavramalı ve toplum realiteleri göz ardı edilmemelidir. Mesele umumi planda böyle olmakla birlikte, ikinci evlilik dinin ideal olarak bize takdim ettiği bir evlilik modeli olmaktan ziyade, ehven-i şer olarak vaz’ eylediği bir uygulamadır. Dolayısıyla dinin bu ruhsatından faydalanmak isteyen kişilerin, buna ihtiyaç olup olmadığını, ilk evliliklerinin selameti ve çevrenin tepkisini iyi değerlendirmeleri ve özellikle tek evliliğin yaygın bir uygulama hâline geldiği yerlerde daha dikkatli olmaları gerekir.

[1] bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, “Taaddüd-ü Zevcât”, Sebilürreşad Dergisi, 23/590; Kevser Kamil Ali, “Çok Evlilik”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 8/365, 366.

[2] Ebû Dâvud, talâk 35.

[3] Tirmizî, nikâh 33.

[4] Adnan Demircan, “Cahiliye ve Hz. Peygamber Döneminde Çok Kadınla Evlilik”, İstem Dergisi, sayı: 2.

[5] Bediüzzaman, Münazarat, s. 121.

[6] Bediüzzaman, Münazarat, s. 121.

[7] Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 2/114.

[8] Sedd-i zerâi, günahlara giden yolları kapatarak yaşama ortamını emniyet altına almak demektir.

[9] İsrâ Sûresi, 17/32.

[10] Sabûnî, Tefsir-u Âyâti’l-Ahkâm, 1/397-398.

[11] Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de:

يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ! مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ الْبَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ

“Ey gençler topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine getirmeye gücü yeten evlensin. Kimin buna gücü yetmezse oruç tutsun zira oruç kişiyi korur.” (Buhârî, savm 10) buyurarak bu hususa dikkat çekmiştir.

[12] İbn Âbidîn, Haşiyet-ü Reddi’l-Muhtâr, 3/6.

[13] İbn Âbidîn, Haşiyet-ü Reddi’l-Muhtâr, 3/7.

[14] Nisâ Sûresi, 4/19.

[15] Rum Sûresi, 30/21.

[16] A’raf Sûresi, 7/189.

[17] Nisâ Sûresi, 4/21.

[18] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, s. 1321.

[19] Nisâ Sûresi, 4/3.

[20] Sabûnî, Tefsir-u Âyâti’l-Ahkâm, 1/400; Ayrıca bkz: Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2/80; 82.

[21] Nesâî, işretü’n-nisâ 3; İbn Mâce, nikâh 47.

[22] bkz. Serahsî, el-Mebsût, 5/217-219.

[23] Kevser Kamil Ali, “Çok Evlilik”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 8/366.

[24] Nisâ Sûresi, 4/129.

[25] Ebû Dâvud, nikâh 37; Hâkim, Müstedrek, 2/204.

[26] Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, s. 417, 418.

[27] Şerif Muhammed, “İslâm ve Diğer Geleneklerde Kadın”, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 55.

[28] Bakara Sûresi, 2/223.

[29] Ebû Dâvud, nikâh 4; Nesâî, nikâh 11.

[30] 1800’lü yıllarda kurulan bir Hristiyan cemaatidir.

[31] Şerif Muhammed, “İslâm ve Diğer Geleneklerde Kadın”, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 55.

[32] bkz. Semra Ulaş, “İslâm’da Çok Kadınla Evlilik”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 6/1.

[33] Bu durum Hanbelî mezhebi dışındaki diğer üç mezhebin görüşüdür. Hanbelî mezhebine göre bir kadın evlilik akdi esnasında kocasının ikinci evliliği yapmamasını şart koştuğunda koca bu şarta uymak zorundadır. (Hirakî, Metnu’l-Hirâkî, 1/101)

DEVAMINI OKU
İSLAM’DA KADININ MİRASI

Günümüz dünyasında İslâm’ı eleştirmek isteyenlerin dillerine doladığı hususlardan birisi de kadının mirası meselesidir.

Her şeyi yerli yerine koyan ve herkese hak ettiği konumu veren dinimiz, miras meselesinde de kadına, adalet ve hikmet çerçevesinde hakkını vermiştir. Melekler, Allah’ın her işinde bir hikmet olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle dile getirirler:

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَاۤ إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

“Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin.”(Bakara Sûresi, 2/32) Yani Kur’ân-ı Kerîm, meleklerin lisanıyla bizlere Allah’ın (celle celâluhu) her işinde bir hikmet olduğunu bildirmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’de bize bildirilen hükümlere itaat etmek bütün müminlerin şiarıdır.

İslâm miras hukukunda gözetilen en temel iki özellik “akrabalık” ve “adalet”tir. Yani miras, yakınlık derecesine göre ve adaletle dağıtılır. Bu yakınlık ve adalette elbette kadın da yerini almıştır. İslâm, kadına mirastan pay verdiğinde, erkeğin hâkim olduğu bir toplulukta bu bir inkılâp niteliğindeydi zira o gün itibarıyla ne Arap yarımadasında ne de dünyanın değişik yerlerinde kadının insanî hiçbir hakkı söz konusu değildi. İşte böyle bir ortamda İslâm dini, kadının mirastaki paylarını ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de en ayrıntılı hükümlerin yer aldığı miras âyetlerinde kadının hisseleri kıyamete kadar değiştirilemeyecek şekilde ve açıkça sabit kılınmıştır.

Temel kaynaklarımızda “payları belirtilmiş kimseler” manasına ashâb-ı ferâiz denen bu kimseler onüç başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıkların yedisi bizzat kadınlarla ilgilidir. Bunları sayacak olursak; anne, zevce (eş), kız, oğul kızı, öz kız kardeş, bababir kız kardeş, nene… Görüldüğü üzere bir aileye mensup olan kadınlara –şartlar oluşması hâlinde- paylar ayrılmıştır. Bu sayılanlardan anne, zevce (eş), kız her hâlükârda mirastan pay almaktadırlar. Yani bunların kendilerine bakacak eşleri olsa veya kızlar açısından düşündüğümüzde başka bir aileye gelin olarak gitseler bile dinimiz onlara da payını ayırmıştır.

İslâm dininin yayıldığı Arap yarımadasında ve hatta günümüzde bile, aileye ait malları başka ailelere taşıdığı gerekçesiyle kızlara mirastan pay ayrılmadığını düşünecek olursak vicdanlarda meselenin ehemmiyeti daha açık anlaşılacaktır. Miras âyetlerinin inmesine vesile olan olayda bu ehemmiyet açıkça görülür. Buna göre;

يُوص۪يكُمُ اللّٰهُ فِٓي أَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ

“Allah size, çocuklarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin paylarının, kızların alacağı payın iki katı olmasını emretmektedir.”(Nisâ Sûresi, 4/11) âyeti inince bu hüküm, müşriklerin hoşuna gitmemiş ve şöyle demişlerdir: “Kadına dörtte bir, ya da sekizde bir, kız çocuğa yarım ve küçük çocuğa da mirastan pay veriliyor. Oysa onlar ne ata binebiliyor, ne de düşmanla savaşabiliyor. Küçük çocuğa da miras veriliyor, oysa çocuk hiçbir işe yaramıyor.”(Taberî, Câmiu’l-Beyân, 4/275) Âyetin indiği ortamda kadın ve çocuklar, sosyal hayatta ve özellikle savaşlarda bir yarar sağlamadığından kendilerine bir değer atfedilmiyordu. Oysa dinimiz anne karnındaki bebeğin bile payını ayırmıştır. Evet, sağ doğması şartıyla bebeğin de mirasta payı mevcuttur.

Niçin erkekler mirastan iki kat fazla pay alıyor?

İslâm miras hukukunda, eleştiri konusu yapılan en önemli husus, kadınların erkeğe nispetle mirastan daha az pay almasıdır. İslâm miras hukukuna göre bir kadının erkekten az pay alması, sadece erkek kardeşiyle birlikte bulunması durumunda geçerlidir. Eğer erkek kardeş yoksa, bu durumda daha fazla pay da alabilmektedir. Âyette şöyle buyrulur: “Allah size çocuklarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının, kızların iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve ikiden fazla iseler, bunların payı, ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı olarak bir tek kız ise mirasın yarısı onundur.”(Nisâ Sûresi, 4/11)

Şimdi, zâhiren haksızlık gibi görünen ve bazılarınca eleştirilen, erkeğin kızdan iki kat fazla miras almasının hikmetlerine temas edelim.

İslâm dinine göre erkeğin yapması gereken vazifeler vardır. Bunlar; askerlik, savaş, yakınlarının geçimini temin etme mesuliyeti, akrabaların işlediği cinayetler neticesinde kan bedeli ödeme sorumluluğu, evlenirken kadına verilecek olan mehirdir. Bu vazifeler arasında özellikle nafaka yükümlülüğü üzerinde durmakta fayda var. Dinimiz, ailenin nafaka yükünü erkeğe yüklemiştir. Buna göre bir ailenin, barınma, giyim-kuşam, yiyecek-içecek gibi temel masraflarını o evin erkeği karşılamak zorundadır. Yani evin hanımının ve çocuklarının, barınma, giyim-kuşam, yeme-içme, bunun yanında erkek çocuklarının emsali para kazanıncaya kadar, kız çocuklarının ise evleninceye kadar bütün masrafları erkeğin sırtına yüklenmiştir. Bunun yanında sadece eş ve çocuklar değil yerine göre anne ve kız kardeşler gibi aileye mensup diğer kadınların nafakaları, bakacak kimse olmadığı takdirde ilk olarak erkeğin sırtındadır. Evet, dinimiz hayatın ekonomik yükünü bütünüyle erkeğe yüklemiştir. İslâm dinine göre hareket edildiğinde bir kadın hayatın ekonomik yükünü çekmemelidir zira her halükarda akrabalarından erkekler kendi nafakasını karşılamakla yükümlüdür. Bütün bu bilgiler ışığında insaflı olarak değerlendirilirse, mirastan erkeğin iki, kadının bir pay almasının, eşitsizlik değil, tam aksine adalet olduğu anlaşılacaktır. Ancak bu durum, erkeğin İslâm hukukuna göre vazifelerini yaptığında yerine gelmektedir. Ferdiyetçilik ve bencilliğin yaygın olduğu günümüzde erkeklerin üzerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyip, miras meselesine sıra gelince haklarını hatırlamaları bu meselenin de eleştirilmesine sebebiyet vermektedir. Buna göre erkekler, sadece miras hususunda değil bütün konularda üzerine düşen vazifeleri bilmelidirler çünkü dinimiz, insanlara akrabalarını gözetmelerini, yakınlarına bakmayı emretmiştir.(Nahl Sûresi, 16/90)

Aynı konuyu “Muhakemesiz medeniyet, Kur’ân kadına üçte bir verdiği için âyeti tenkit eder” şeklinde açıklayan Bediüzzaman Said Nursî, hükümlerin genel itibarıyla çoğunluğa göre olduğunu özetle şu şekilde ifade etmektedir:

“Çoğunluk itibarıyla bir kadın kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak bir kadınla aile kurmaya mecbur olur. İşte bu konumdaki bir kadın, babasından erkek kardeşinin yarısı kadar miras alsa, kocası onun noksanını tamamlar. Erkek, babasından kız kardeşinin iki katı alsa, bunun yarısını evlendiği kadının geçimine verecek; böylece kız kardeşine denk hâle gelecektir. İşte Kur’ân böyle hükmetmiştir ve adalet bunu gerektirir.(Bediüzzaman, Sözler, s. 442)

Miras taksiminde gözetilen bu farklılığın sosyolojik ve psikolojik yönü ise daha farklı bir hususu ortaya çıkarmaktadır. Günümüzde bile pek çok yerde, kız çocuklara, “malımızı başkasına götürecek birisi” nazarıyla bakılmakta, bu da o masum kıza karşı bir olumsuz tavra dönüşmekte, bu tavır daha sonra onu mirastan mahrum bırakmaya kadar gitmektedir. Bu haksızlığa maruz kalan kız, babasından ve kardeşlerinden soğumakta, onların arkasından konuşmakta ve akrabalar arası ilişkiler bozulmaktadır. İşte dinimiz, Cahiliye’de yaşanan ve hâlâ da devam eden bu bakış açısını tadil etmek, aynı zamanda kızın hakkını da vermek için ona erkeğin yarısı kadar pay takdir etmiştir. Böylece hem kız, baba malından ve şefkatinden mahrum kalmayacak hem de baba ve erkek kardeşler, kızlarına ve kız kardeşlerine mallarını başkalarına götüren biri nazarıyla bakmayacaklardır. Neticede hüküm böyle verilmiş ve büyük bir sosyo-psikolojik inkılâp yaşanmıştır. Bu durumu Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri özetle şöyle açıklamaktadır: “Şu halde, fıtraten nazik, nazenin ve yaratılış itibarıyla zayıf ve nahif kız, görünüşte az bir şey kaybeder fakat ona bedel akrabalarının şefkatinden, merhametinden tükenmeyen bir servet kazanır yoksa ‘Hakk’ın rahmetinden ziyade merhamet edeceğiz’ diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şiddetli bir zulümdür. Belki Cahiliye döneminde olduğu gibi vahşice ve merhametsizce bir kötülüğe yol açma ihtimali vardır.(Bediüzzaman, Mektubat, s. 50)

Bütün bu açıklamalar ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki dinimizin ortaya koyduğu bir hayat sistemi vardır. Bu sistem içerisinde erkeğin konumu ve vazifesi ile kadınınki farklı farklıdır. Dolayısıyla miras paylaşımı da farklı olacaktır. Erkek ailenin reisi ve aile geçiminin sorumlusudur. Öyleyse, kadına nisbetle daha fazla alacaktır. Zâhiren haksızlık gibi görünen bu meseleye erkekle kadının toplumda ve ailedeki malî sorumluluğunu nazara alarak baktığımızda dinimizin getirdiği hükmün ne kadar merhametli ve adaletli olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.



BÜTÜN SORULAR

Sitemizdeki bütün soruları aynı anda görmek isterseniz


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...