12 Eylül 2018

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 2

LUKATA (BULUNTU MAL) İLE İLGİLİ HÜKÜMLER 2
Kazalarda yönetimin kadılara bırakılması
Osmanlı Devleti’nde uygulanan yönetim sisteminin orijinal taraflarından birisi de, kazalarda yönetimin kadılara bırakılmış olmasıdır. Kaza, kadının hukukî ve idarî yetkilerini kullandığı birim demektir. Kazalarda ehl-i örf denilen yönetici sınıftan kimseler olduğu hâlde, yönetimin kadılara bırakılması, hukukun üstünlüğünü, ilmin saygınlığını gösteren çarpıcı bir durumdur. Bu sisteme göre kazalarda bulunan bütün devlet görevlileri kadıya bağlı olarak görev yapmaktadır. Dolayısıyla idareciler kadıya bağlı olarak çalıştırılarak hukukun üstünlüğü sağlanmış olmaktadır.

Ayrıcalıklı sınıfların olmaması
Osmanlı Devleti’nde adalete ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yapının olmasının bir sebebi de toplumda ve devlette ayrıcalıklı sınıfların olmamasıdır. Aynı dönemde Avrupa’da bulunan asiller, ruhbanlar ve burjuvalar gibi sınıflar Osmanlı toplumunda görülmez. Osmanlı toplumunda kanun egemenliğini sarsacak şekilde ayrıcalıklı sınıflara yer yoktur. Ehl-i örf (yönetici) sınıf, hiçbir zaman Avrupa’daki derebeyleri gibi toprağın ve köylülerin sahibi değildir, sadece devleti temsil eden yöneticilerdir. Ulema sınıfı da Avrupa’daki ruhbanlara benzemez. Ruhban sınıfının Avrupa’da halk üstünde kuvvetli yetkileri vardır. Ulema sınıfını oluşturan müderris, kadı, müftü ve imamların insanlar üzerinde ruhbanlar gibi yetkileri yoktur. Bunlar kendilerine verilen görevleri hukuk çerçevesinde yapan memurlardır.6

Kanun karşısında herkesin eşit olması
Osmanlı toplumu kanun karşısında herkesin eşit olduğu insanlardan oluşur; bir köylü ile padişah bu noktada eşittir. Mahkemeler sıradan insanı yargıladığı gibi padişahları da yargılama yetkisine sahiptir. Osmanlı tarihinde padişahların sıradan insanlar gibi mahkemede yargılandığı davalar bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in bir gayrimüslim mimar ile olan davası bunlardandır.

Fatih, Rum Mimar Sinanüddin Yusuf b. Abdul­lah’ı Fatih semtindeki Havariyyun Kilisesi’nin arazisi üzerinde bir cami inşasıyla görevlendirmişti. Bunun için mimara gerekli malzemelerin yanısıra iki büyük mermer sütun da teslim etmiş ve caminin Ayasofya’dan daha büyük olması gerektiğini söylemişti. Fatih, tamamlanan caminin Ayasofya’dan daha büyük yapılmamasından ve teslim ettiği iki mermer sütunun üçer arşın kısaltılmış olmasından dolayı mimara öfkelenmişti. Mimar Sinanüddin ise sütunları kısaltmasaydı, caminin kubbesinin çok yüksek olacağını ve depremlere dayanamayacağını söylemişti. Bu cevabı ikna edici bulmayan Fatih, Mimar Sinanüddin’in ellerini kestirmişti.

Bunun üzerine Mimar Sinanüddin, padişahı İstan­bul ve Eyüp kadılarına şikâyet etmiş; ancak onlar padişahı yargılamayı göze alamamışlardı. Daha sonra bu şikâyeti Üsküdar’da kadılık yapan Hızır Çelebi’ye ulaştırmıştı. Kadı Hızır Çelebi, mimarı dinledikten sonra padişahı mahkemeye davet etmişti. Çağrıya icabet eden Fatih, mahkemede başköşeye oturmak isteyince, Kadı Hızır Çelebi ihtarda bulunmuştu: “Oturma Beğüm! Hasmunla mürafaa-i ser olup ayak beraber dur.”

Hızır Çelebi, davacı ve davalıyı dinledikten sonra kısas olarak Fatih Sultan Mehmed’in de elinin kesilmesine karar vermişti. Padişah sükûnetle kararı dinlerken mimar hayretler içinde kalmıştı. İstanbul fatihi koskoca Sultan Mehmed’in eli kesilecekti. Bir süre sonra kendisine gelen mimar, kısas yerine diyet -yani tazminat- ödenmesine karar verilmesini talep etmişti. Bunun üzerine mahkeme Fatih tarafından mimara ömür boyu günlük 10 akçe diyet ödenmesine karar vermişti. Fatih ise, bu 10 akçeyi 20 akçeye çıkarmıştı.7

Atamalarda kanunlara uygun davranılması
Osmanlı’da hukukun üstünlüğünü gösteren kurallardan birisi de, bir göreve atama yapılırken kanunlara uygun davranılması ve bu kanunların padişah da dâhil kimse tarafından değiştirilememesidir. Osmanlı Devleti’nde idarî, askerî veya ilmî bir makama gelmek için belirli şartlar ve kurallar vardı. Bu kurallara aykırı olarak bir kimsenin o makama tayin edilmesi mümkün değildir. Padişah da olsa bu kurallara uymayan kimse bir makama atanamazdı. Meselâ, Yavuz Sultan Selim gibi otoriter bir padişah Çaldıran Savaşı sırasında görüşlerini çok beğendiği Baş Defterdar Pîrî Mehmed Çelebi’yi sadrazamlığa getirmek istediği hâlde bunu yapamamıştır. Şah İsmail’i uzun bir takip sonunda yakalayıp savaşa mecbur eden Yavuz, istişare meclisini toplamış, vezirler askerin yorgun olduğunu ve hemen savaşa girilmemesi gerektiğini söylemişti. İstişare meclisindekilerden birisi olan Pîrî Mehmed Çelebi ise askerin içinde Şah İsmail sempatizanlarının bulunabileceğini ve beklendiği takdirde bunların organize olarak isyan çıkarabileceğini, bundan dolayı hemen savaşa girilmesinin daha doğru olacağını söylemişti. Bu görüşü çok isabetli bulan Yavuz: “İşte yegâne doğru görüş sahibi, yazık ki vezir olamamış.” demişti. Bir makama gelebilmek belirli kurallara bağlı olduğu için Yavuz Sultan Selim, Pîrî Mehmed Çelebi’yi hemen sadrazam yapamamış, ilk önce üçüncü vezirliğe tayin etmiş ve ancak 3 sene 3 ay 11 gün sonra sadrazamlığa atayabilmişti.

Kanunî döneminde de atama kurallarına aynı şekilde uyulduğu görülmektedir. Bu dönemde Barbaros Hayreddin Paşa, Cezayir’i ve kendi donanmasını Osmanlı hizmetine sunduğu hâlde, ömrü boyunca beylerbeyilikte kalmış, hiçbir zaman vezir olamamıştı. Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze Deniz zaferini kazanmış olmasına rağmen vezirliğe getirilmedi. Bunun sebebi ise kaptan-ı deryalığın payesinin beylerbeyilik olmasıydı. Benzer şekilde Turgut Reis, Trablusgarb’ı fethettiğinde, Kanunî buranın beylerbeyiliğini kendisine vereceğini vaat ettiği hâlde bunu yapamamış; onun yerine Tacura Sancakbeyi Hadım Murad Paşa’yı tayin etmişti. Yine Turgut Reis 1553 yılında Korsika seferinde büyük başarı gösterince Kanunî kendisine Cezayir Beylerbeyiliği ve Kaptan-ı Deryalık vermek istemiş; ancak Rüstem Paşa’nın karşı çıkması sebebiyle atamayı gerçekleştirememişti. Turgut Reis’in Trablusgarp Beylerbeyi olması ise, ancak Hadım Murad Paşa’nın vefatı üzerine gerçekleşebilmişti.8

Kanunî devrinde İstanbul’da bulunan Avusturya Elçisi Busbek göreve atamaların liyakate göre olduğunu, başka herhangi bir ölçünün kullanılmadığını şu sözleriyle ifade etmektedir: “Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden mümtaz bir mevkiye çıkamaz… Sultan, herkesin vazife ve memuriyetini verirken ne servete önem verir ve ne de boş ricalarla iddialara kulak asar. Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadı düşünür. İşte bu şekilde herkes kendi liyakat ve kabiliyetinin karşılığını görür. Her memuriyetin başında o görevi en iyi yapacak bir kişi bulunmaktadır. Türkiye’de herkes makam ve ikbalini kendisi gerçekleştirir. Türkler insanlarda kabiliyetin anne-babadan geçtiğine ve miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselemezler, itibarsız ve hakir bir hâlde kalırlar. Türklerin her teşebbüslerinde başarılı olarak hâkim bir millet hâline gelmelerinin ve her gün sınırlarını genişletmelerinin sırrı budur. Bizde liyakat ve iktidara yer ayrılmamıştır. Bizde her şey doğuşa bağlıdır. Yüksek mevkilere çağrılacak adamların kimin neslinden geldiklerine bakılır.”9

Netice olarak, Osmanlı Devleti’nde padişahtan sıradan vatandaşlara kadar herkes hukuk kurallarına uygun hareket etmek mecburiyetindeydi. Devletin idarî ve hukukî sistemi, hukukun üstünlüğüne göre kurulmuştu. Başında şeyhülislâmın bulunduğu ilmiye ve yargı teşkilâtı, idarecileri denetler, gerektiğinde yargılardı. Kazaların yönetimi kadılara bırakılmış, buralardaki devlet memurları kadıya bağlanmıştı. Osmanlı Devleti’nin uyguladığı hukukun üstünlüğüne dayalı bu devlet sistemi, günümüzde ülkemiz ve dünya ülkeleri için örnek olmaya devam etmektedir.

DİPNOTLAR
  1. İsmail Hami Danişmend, İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, İstanbul 1953, s. 38-39 (sadeleştirilmiştir).

2. Danişmend, İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, s. 39.

3. Halil İnalcık, “Osmanlı Hukuk Sisteminde Adaletin Üstünlüğü”, Adalet Kitabı, Ankara 2007, s. 141.

4. İnalcık, “Osmanlı Hukuk Sisteminde Adaletin Üstünlüğü”, s. 141.

5. Fahri Unan, “Osmanlı Devlet Felsefesi’nde Adalet”, Adalet, Ankara 2007, s. 114.

6. Abdullah Demir, Ahmed Cevdet Paşa ve Ruhbanlık Üzerine, Sızıntı, Ocak 1998.

7. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Koleksiyonu, I/36; Abdurrahman Adil, Hâdisat-ı Hukukiyye, İstanbul, 1932, s. 185-186; İsmail Hami Danişmend, Fetih ve Fatih, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 116- 117.
 
8. Danişmend, İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, s. 40.
 
9. Ogier Chiselin Busbecq, Türk Mektupları, çev. H. Cahit Yalçın, İstanbul 1939, s. 82-83.

DEVAMINI OKU
HUKUK, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE UYGULAMA

HUKUK, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE UYGULAMA
Toplum düzeninin sağlanıp huzur ve güvenin yerleşmesinde, şahıs veya komitelerin üstünlüğünden ve sözlerinin geçerli olmasından çok, hukuk prensiplerinin üstün olması gerekmektedir. Kanunlar ne kadar iyi olursa olsun, eğer cemiyette, sadece zayıflara uygulanırsa, bu kanunlar o cemiyete faydadan çok zarar getirirler. Avrupa’da, güçsüzlere tatbik edilen özel kanunların, birçok problemi ve yan tesirleri de beraberinde getirdiğini görüyoruz. Kendi çocuklarını bile yiyen 1789 ihtilâli ile ancak belli noktalara gelinebilmiştir. Ama şu gün için bile dünyanın pek çok yerinde çifte standartlar uygulanmaya devam etmektedir. Orta Amerika’da, Güney Afrika’da Filistin ve Afganistan’da yapılan uygulamalar gözler önündedir. Medenî Avrupa’nın işçilerimize reva gördüğü ayırım da meydandadır. Çeşitli baskısı çıkarılan kanunlar da herkes tarafından bilinmektedir, bu durumda hukuk yönünden eşitlikten veya hukukun üstünlüğü prensibinden bahsedilebilir mi?

Halbuki 1400 sene önce Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu prensip hususunda tavizsiz davranışını ortaya koymuş, bilhassa asîl bir hırsız kadının cezasının kaldırılması için araya girenleri çok zor bir durumda bırakmıştır. Kanunları uygulamada bazı insanları müstesna sayma keyfiliğe müsâit tavizler verme, kitlelerde İşkence ve zulümlere yol açtığı için, Hristiyan âlemi bunun kötülüklerini uzun müddet sırtında taşımış, daha sonra, kanunların çiğnenmemesi için denetleyici kontrol sistemleri geliştirme mecburiyetinde kalmıştır. Çoğunluğa dayanan sistemlerin, siyasî iktidarlara tanıdığı imkânların sebep olacağı zararları önlemek için de Anayasa Mahkemelerini ve diğer Yüksek mahkemeleri kurmuşlardır. Ama bunlar da hâlâ bir kısım haksızlıkları önleyememektedir. Dolayısiyle kitleleri meydana getirecek insan unsurunun çok iyi eğitilmesi gerekmektedir. Bunun için de imân duygusunun, şaşmaz ilâhî adaletin, gelecek bir muhteşem hesap gününün kalplere yerleştirilmesi ve buna bağlı bir mesuliyet anlayışının vicdanlara ışık tutmasının sağlanması icap etmektedir.

Sosyal düzen kurallarından biri olarak bilinen hukuk, günümüzde, kişilerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini düzen-iyen ve ihlâli halinde müeyyidelerle, devlet desteğiyle desteklenen kurallar bütünü olarak tanımlanmaktadır. Arapça asıllı olan hukuk, hak teriminin çoğuludur. Haklar anlamınadır. Ne var ki, dilimizde hukuk denilince, haklar anlaşılmaz fakat bir tür sosyal düzen kurallar akla gelir.

İlk insanlardan beri var ola gelen hukuk kuralları köken, kaynak itibariyle farklı farklı durumlar arz eder. Vahye dayanan ilâhî kaynaklı hukuk kuralları olduğu gibi, beşerî kaynaklı, hukuk kuralları da vardı r. Mesela Roma, Babil, Germen … hukuku birer beşerî kaynaklı hukuk sistemleridir. Yahudi hukuku, İslâm hukuku… da birer ilâhî kaynaklı hukuk düzenleri olarak bilinir. Beşerî kaynaklı hukuk sistemleri yalnızca dünyevî ilişkileri ve olanı düzenlerken ilâhî vahye dayananlar kişiler arasındaki dünyevî ilişkiler yanında işin ahlâkî yönünü, Allah ile kulu arasındaki ilişkileri, ibâdet biçimlerini de düzenlemektedir, olanla birlikte olması lâzım gelen üzerinde de durulmaktadır.

Nitekim böyle bir kapsam genişliği nedeniyledir ki, İslam fıkhının tanımı, “Kişilerin, yararlarına ve zararlarına olan şeyleri bilmesi ilmi” şeklinde yapılmaktadır. Böyle olunca da kişinin yarar ve zararına olan şeyler yalnızca karşılıklı ilişkilerden doğan şeyler olmayıp, ibâdet gibi şeyleri yapıp yapmamaktan doğan yararlar ve zararlar da bu tanımın içerisine girmektedir. Oysa günümüz beşerî hukuk sistemleri, ibâdet ilişkilerini, kişilerin yaratanıyla olan görevlerini bir vicdan işi haline getirmiş kişilerin kendi istek ve iradelerine bırakmıştır. Yapanlar ve yapmayanlar hakkında herhangi bir müeyyideyi öngörmemektedir.

Yalnızca dünya ile olan ilişkilerde kuralları ihlâl durumu karşısında her hukuk sisteminde bazı cezalar öngörülmüştür. Bunlardan amaç, yapılan işlemlerin geçersizliğini sağlamak, haksızlıkta bulunanları cezalandırmak, başkalarını da benzeri davranışlarda bulunmaktan önlemektir. Nitekim “hukukun üstünlüğü” ilkesi bütün anayasalarca benimsenmekte, birer ilke olarak anayasalara yerleştirilmektedir. Bu temel ilkelere, kurallara uymayanlar her kim olursa olsun, uymamalarının karşılığını kesinlikle bulma, cezai müeyyidelerle karşılaşma ortamı yine hukukla sağlanılmıştır. Esasen böyle yapılmazsa o zaman hukuk düzeninden de söz edilemez. Orada keyfîlik, kişilerin iradelerinin üstünlüğü söz konusudur. Kur’ân da, geçmiş milletlerin ileri gelenlerinin ilâhî kitaplarındaki bazı emirferi kendileri için uygulamadıklarından, zayıflar için uyguladıklarından, nefislerine ağır gelen kuralları uygulamayıp kendi arzuları doğrultusunda koydukları kuralları uyguladıklarından yer yer bahsedilmekte ve sırf bu sebeple helak oldukları ifade buyrulmaktadır. Aynı durum beşerî hukuk sistemlerinde de görülür; orada da kilise babalarının, derebeylerinin, kralların emirleri hep zayıflar, güçsüzler için işlemiş, ileri gelenler için özel hükümler uygulanmıştır. Pek tabiî böyle bir sakat uygulama saltanatlarının kısa zamanda sönmesine, çökmesine sebep olmuştur. 1789 Fransız İhtilâli sırf bu keyfî durumu sona erdirmek, hukukun üstünlüğünü toplumda geçerli kılmak için yapılmamış mıdır?

Hz. Muhammed (a.s.), kendi döneminde getirdiği dinin kurallarını tam hâkim ve geçerli kılmak için tavizsiz hareket eylemiş, kuralları çiğneyen, onlara uymak istemeyenleri ağır bir dille yermiştir. Bir keresinde, asillerden bir kadının hırsızlıkta bulunduğu haberi kendisine ulaşınca yargılaması sonucu elinin kesilmesine karar vermiş, fakat kadının kabilesinden bazıları onun için aracı olmuşlar, cezanın infaz edilmemesini Hz. Peygamberden istemişlerdir. O da. “Hırsızlıkta bulunan kızım Fâtıma bile olsa elini keserim, cezası ne ise onu uygularım.” buyurmuştur.

Görülüyor ki, şu örnekte ve uygulamada da güdülen amaç, kitlede kuralların tavizsiz uygulanması, hukukun üstünlüğünün sağlanılması, kişilerin keyiflerine, arzu ve isteklerine, takdirlerine bırakılmamasıdır. Yine Kur’ânda Allah (cc), Peygamberine şu emri vermiştir; “O halde(ey Habibim sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin…” (Hûd 11/112)

İşte gönderilen bütün emir ve yasaklara basta Peygamber olmak üzere onun yolunda yürüyen, onunla beraber olan herkesin eksiksiz uymaları kesin bir şekilde açıklanmaktadır. Bunun bir istisnası, keyfîliğe yol açıcı bir kapısı bulunmamaktadır. Sırf bu emrin gelişi üzerine rivayete göre Nebî (a.s.),”Hûd suresi beni yaşlandırdı.” buyurmuşlardır. Elbette gelen dini eksiksiz bir şekilde esasen uygulayan ve böyle hareket etmesini bir kez daha vurgulayan bu âyetler karşısında Nebi (a.s.)ye düşen görev, daha da hassas davranmasıdır. Bu ağır emir karşısında kim yaşlanmaz, ihtiyarlamaz? Ama biraz yumuşak davranma, biraz tavizkâr hareket, görülüyor ki, kitlelerde ne zulümlere, işkencelere yol açmış, ne engizisyon mahkemeleri kurulmuş ve bîçâre insanları yargılayıp ateşe veya darağacına götürmüştür.

Osmanlılarda yöneticilerin ve özellikle de Padişahların Cuma namazı kılmak üzere selâtîn camilerine gidişleri ve dönüşleri sırasında çevrede ve geçeceği yol üzerinde toplanan halkın “Gururlanma Padişahım! Senden büyük Allah var.” sözleri de o zamanki toplumda hukukun, kuralların üstünlüğünü sağlamanın bir yolu ve yöntemi idi. Dolayısıyla yöneticilerin keyfî hareket edemeyeceği, bir üstün gücün ve o güçten kaynaklanan üstün kuralların bulunduğu her fırsatta hatırlatılmış oluyordu.

İşte bizim geçmişimizden bu örnekler, hukukun üstünlüğünü sağlama açısından geçmişteki durumu ve uygulamaları göstermektedir. Az önce de belirtildiği gibi, batıda ezilen toplumlar, ezenlere karşı başkaldırmaya başlayınca ilk işleri, keyfîliklerin önüne geçmek için, hukukun üstünlüğü ilkesini toplumda hâkim kılmak olmuştur. Hukuk kurallarını çiğnemesi umulan üstün iktidarlara, yöneticilere karşı da onları frenlemek, denetlemek üzere çeşitli adlarla yargılama makamları kurmuşlardır. İdarenin her türlü eylem ve işlemini yargı denetimine tabi tutmuşlardır. Yasama organında siyâsî iktidarların sayısal üstünlük nedeniyle istediği kanunları çıkarabilme durumu karşısında da onu denetlemek üzere Anayasa Mahkemeleri ya da Yüksek Mahkemeler kurmuşlardır. Kişiler hakkında karar verme durumundaki hakimlerin keyfîliklerini önleme açısından da ilk mahkemelerin üzerinde bir üst mahkeme kurma söz konusu olmuştur.

Bütün bunlardan amaç, toplumda kişi arzuları yerine, kurulu hukuk düzeninin, sisteminin gereklerini hakim kılmaktır. Aslında bunları söylemek ve yazmak bile zaiddir. Zira medenî toplum olmanın esasen gereği de bu değil midir? Medenî insanlar hep böyle demez mi? Evet öyle der. Ama bir de dünyadaki uygulamaya bakılırsa durumun hemen hiçbir yerde iç açıcı olmadığı açık seçik görülür. En medenîyim diyen toplumlarda bile yamyamlar diyarındaki uygulamayı kıskandıracak, gölgede bırakacak kişisel, keyfî uygulamalar görülmektedir. İşte İsrail deki yürekler paralayan durum. İşte Afganistan’ın güdümlü yöneticilerinin, kendi vatandaşlarına reva gördüğü durum. Güney Afrika, Orta Amerika ve daha nice yerlerdeki hukuk düzeni adı altında hukuku açıkça çiğneyici tasarruflar. İşçilerimizin emeğini ucuz bir şekilde değerlendirenlerin, onlara söz verdikleri halde ülkelerinde serbest dolaşım hakkını tanımayan sözde Avrupalı dostlar! Kendi ülkelerindeki haksız uygulamaları görmezlerken, bir başka ülkedeki yönetimleri insan haklarını çiğnemekle itham edenler… Bu durumda nerede kaldı hukukun üstünlüğü?

Kısacası, hukukun üstünlüğü ilkesi bugün nerede yaşanıyor? Yara almadığı bir yer gösterilebilir mi? Adamlara, güçlülere, etkin mafya örgütleri arzularına göre yasaların çıkarıldığı ve uygulandığı bir Küba veya orta Amerika ülkesinde elbette hukukun üstünlüğünden söz edilemez. Bir Hindistan da veya bir başka uzak doğu ülkesinde azınlıktaki din mensuplarına adetâ hayat hakkı tanımazca-sına baskı yöntemi uygulama, devlet teşkilâtından çıkarma ve daha nice muameleleri reva görme karşısında, ne ölçüde hukukun üstünlüğü ilkesi vardır denilebilir? Dünyanın neresine bakılırsa bakılsın durum birbirinden pek farklı değildir.

O halde bu ilke hep satırlarda mı kalacaktır? Elbette kalmaz. Önemli olan, birinci planda ele alınması gereken kurallar değil insanlardır. Onlar ne ölçüde iyi yetiştirilirse, kuralların başarısı da ona göredir. İnsan sevgisinden mahrum kalanların, o sevgiden mahrum yetişen ve yetiştirenlerin etkin olduğu toplumlarda en ideal kurallar bile kısa zamanda başarısız hale gelir. Kilise babaları yerine başka babaların modern çağda etkinliğini insanoğlu görür. Oysa insanın bütün arzusu, slogan halinde olmayan gerçek bir sevgi, kardeşlik, dirlik ve düzendir. Herkes de bunu tesisle görevlidir. Değilse gelecek bir felâket iyi ve kötüyü ayırt etmeden herkesi ve hepimizi kasıp kavurur da hiç kimse bunun dışında kalamaz.

Bütün müslümanlara, dinlerinde devamlı birlik ve bir vücud gibi olmalarını, hiç bir suretle Dinde ayrılık yapmamalarını vasiyet ederim.

Allah’ın yardımı birliktedir. Müslümanlar ayrılığa düşmezlerse onları kimse mağlub edemez.

Dinin hükümlerini nefsinde ihlas ile tatbik edeni kimse aldatamaz. Cin ve şeytan o insana gelebe edemez.

Allah, Esmâ-i hüsnâsıyla bilinir. Cenâb-ı Hakkın asarını, Kudret ve azametini düşün, Zât ve mahiyetini düşünme.

Esmâ-i hüsnânın çokluğu bir merkezde düşünülürse Tevhid olur. Tevhid kuvvettir.

Dâima Allah’tan başkasını unut. Zâkir olursun. Böyle olan kimse her yerde zâkirdir. Kalp ve lisâniyle Allah’ın zikrine devam edenlerin kalbine Allah Zât-ı Ehadiyetine karşı iştiyak nuru ilka eder. Gözü açılana haya gelir.

Haya makamında Fetih başlar. Fetih, kalb gözünün Tevfik-i Rabbani ile açılmasıdır. Bu göz açıldımı ahlâk, fazilet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur, onsuz yaşayamaz- (Muhyiddin îbn Arabi)

DEVAMINI OKU
AHLAK, HUKUK, ADALET

AHLAK, HUKUK, ADALET
Hukuk kuralları, uyuşmazlıkları adalet esasına uygun olarak çözerse kendinden beklenilen faydayı yerine getirmiş olur. Adaletin temini için hukukun muhteviyatının toplumun kabul ettiği meşruiyet zeminine dayanması, vazettiği kurallarda boşluk olmaması, uyuşmazlığın ve taraflarının doğru tahlil edilerek vakıaya en uygun olan hüküm ile anlaşmazlığın sona erdirilmesi gerekli olan şartlardan bazılarıdır. Hukuk kurallarının gerek adaleti tesis ederken gerekse hakkı seri olarak ihtiyaç sahiplerine tevdi ederken üzerinde dikkatle durması gereken bir konu vardır ki o da hukukun tatbikçisi, uyuşmazlığın çözücüsü ve adaletin tevzi makamı sıfatıyla hakimdir. Hukuk, felsefi ya da pratikteki tatbikat açısından eksiklerini, boşluklarını ikmal etse, kuralları ile tüm uyuşmazlıkları kapsayan ve bunları çözebilecek gücü kudreti haiz olacak bir konuma sahip de olsa, soyut kuralların elinde şekillendiği, kalıbını bulduğu kişi sıfatıyla uyuşmazlıkta son sözü söyleyecek olan hakim adaletin oluşumunu etkileyecektir.

Soyut bir şekilde ifade edilen kanunlar, bu özelliklerden dolayı mütevellit her hâdiseyi çözme gibi bir iddiaya sahip olsalar da mezkur iddiaları şöyle ya da böyle hakim eliyle olur. Hakim olayları çözerken birbirine benzer sayısız olayı soyut ve sabit metinlere dayamak zorundadır. Tabiîdir ki bu durumda hakim, etrafını çevreleyip sınırlandıran soyut kurallar arasında kalan takdir hakkını kullanarak hukukun oluşumuna yorumlarıyla, uygulamalarıyla ve oluşturduğu teamüllerle katkıda bulunmaktadır. Takdir hakkı da hukuku yorumlamada hukukun süjelerine dar bir saha bırakmaktadır.

Hukukun süjelerinin hukukun oluşumuna etkileri, uzun vadede hukukun sadece maddî yönüyle ilgili görünse de hukukun ruhuna da sirayet edecek bir gücü haizdir. Ahlâk kurallarının hukukun maddî yönüne etkisi önemlidir. Bununla birlikte vurgulamak istediğimiz gerçek: Adalet idesine ulaşılması istenirken maddî hukuk hükümlerinin uyuşmazlıklara uygulanmasında hukukun süjelerinin yeterli hukukî malumata/tecrübeye sahip olup olamamalarının yanında en az bunlar kadar önemli bir eksiklik olan ahlâkî değerlerin de varlığı/yokluğudur.

Hukuk birbirinden ayrı biçimde yakın ve uzak sayısız amaçlara hizmet eder. Hukuk bunu, toplumun gerçekleri doğrultusunda gerçekleştirmelidir. Bu amaçlar içinde bazıları durum ve şartlara göre önceliğe sahip olurlar. Öncelikler, öne geçen değer yargılarına göre belirlenmelidir. Hukukun geçerli değerlendirmelerinden söz edildiği zaman, o dönemde topluma egemen olan eğilimler etkileyici olmalıdır. Kuralları belirlemesi gereken eğilimleri oluşturan ahlâkî değerler, toplumsal ilişkilerin genel anlamda yansımalarıdır. Toplumların sürekli değişim geçirmeleri gerçeğiyle, süregelen değişim içinde toplum yönetimine egemen olan kimselerin ahlâkî tutumları, davranışları, anlayışları hukuka yansır ve hukuk düzeninin oluşumunu biçimlendirir. Hukukun amacı, öne geçen değer yargılarına göre belirmeye başlar. Bundan sonra ise yeni düzenlemeler, değişmiş olan yeni amaca göre yapılır. Hukukun amacı da bir değer yargısı olduğundan, diğer değerlere öncülük eder, onları yönlendirir, kurallar biçiminde gerçekliğe kavuşmalarına yardımcı olur.

Hukukun objektif yanı olduğu gibi sübjektif yanı da vardır. Hukukun meydana getirilmesi sürecinde, hukukun uygulanmasında esneklik söz konusudur. Hukukun süjeleri, karşılaştıkları somut meseleleri çözerken ister istemez kendi sübjektif değer yargılarının etkisinde kalacaklardır. Hukukun süjelerinin verecekleri kararlarda, ne kadar genel kurala bağlı olurlarsa olsunlar, kuralların somut olaylara yansıması söz konusu olduğundan sübjektif değer yargıları hukuk uygulamasında özel bir yere sahiptir.

Hukuk ile ahlâk ve bunlara bağlı olarak adaletin birbirinden ayrılmaz değerler olduğu bir gerçektir. Hukuk felsefesi açısından hukuk ile ahlâk arasında bazı farkların olması bütünüyle her iki olgunun fonksiyonel olarak birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülmesinden ileri gelir. Hukuk ve ahlâk arasındaki ilişkiye kaynak, ulaşılmak istenen toplumsal uzlaşma, davranışlara meşruiyet zemininde yön verme gibi farklı pencerelerden bakılacak olursa fonksiyonel yaklaşımın açtığı uçurumlar azaltılmış, hatta bazı noktalarda kapatılmış olunur. Laik kökenli hukuk sistemleri her ne kadar ahlâkı hukukun oluşum kaynakları arasında sayıyorsa da bu, samimiyetle ve içtenlikle söylenilen bir söz gibi gözükmemektedir. İçtenlikle söylendiğini kabul etsek bile meseleye sadece fonksiyonel yaklaşım, aradaki ilişkiyi kısır ve şekilci kılmaktadır. Şayet hukuk ile ahlâk arasındaki münasebet şekilcilikten ve kısırlıktan uzak olmasaydı, aynı kaynaktan gıdalanan, aynı toplumun malı olan, aynı meşruiyet zemininde toplumsal uzlaşmayı sağlamaya yönelen bu iki kavram, ahenk içinde arz-ı endam ederdi. Halbuki pek çok ülkede ve özellikle ülkemizde yerel ahlâkî anlayışlar bir yana, evrensel ahlâk kurallarına uygun kanunlar yapılması yoluna gidilir, ya da böylesi ahlâkî ilkeleri ihlal eden kanunların ilgası düşünülürdü.

Hukuk-ahlâk ilişkisi sadece hukukun kökeni, oluşumu ile ilgili bir mesele değildir. Felsefî düzlemde tartışılıp hayata aktarılamayan ahlâk-hukuk ilişkisinin entelektüel gevezelikten öte mânâsı yoktur. Ahlâkın en azından evrensel ilkeler dahilinde hukuka taşınması ve hukukun oluşumunda rol oynaması gerekir. Hukuk bilimi, karakteristik yapısından kaynaklanan bir defada oluşup artık ikinci müdahaleye kadar sabit kalan bir olgu olmayıp, hak sahibini her tespit edişte yeniden ona bir şeyler katıldığına, yani bünyesinin sürekli yenilendiğine göre ahlâkî hükümlerle de dinamikliği nispetinde ilişkisi var demektir. Hukukun süjeleri, adalet ilkesini yerine getirmeye çalışırken ve hukuk biliminin dinamik yapısı içinde ona yorumlarıyla yön verirken, başka bir ifade ile hukuku belirlerken baz alacakları ahlâkî kaideleri içselleştirmiş olmaları gerekir. Hukuka yön verecek olan hukukun süjeleri tarafından yaşanmayan, anlaşılmayan ve hatta karşı çıkılan ahlâk kurallarının, ne hakim söylemin aksine hukuka kaynaklık etmesi, ne de bu ahlâk kurallarının toplum menfaatine kullanılması bahis mevzudur.

Hukukun kaynağı konusunda Duguit ve Kelsen gibi iki büyük hukukçu farklı cümlelerle de olsa toplum şuuruna, din, ahlâk gibi evrensel değerlere göndermeler yapmaktadır. Pozitivizmi temsil eden Duguit e göre hukuk kurallarının kaynağı toplumu meydana getiren insanların kolektif şuurudur. Bu şuura aykırı olarak konulan kurallar ölü doğacağından yürürlük şansı olmayacaktır. Kelsen e göre, anayasa dahil tüm normlar geçerliliğini temel bir normdan alır. Temel normun geçerliliği siyaset, ahlâk ve dine dayanır. Hukuk felsefesi açısından hukukun kaynağı konusunda yapılan tartışmalarda örnek olarak verdiğimiz hukukçuların düşünceleri gibi bu konuya hakim olan düşünce: hukukun kaynağının toplum vicdanı, halk şuuru, ahlâk, din gibi evrensel referanslar olması şeklindedir. Laik hukuk felsefesinin isabetli görüşlerine karşın tenkit edilecek durum uygulamanın hukuk-ahlâk arasında kurduğu illüzyonik bağdır. Hukukun kaynaklarının sayıldığı yerlerde kaynaklar ile ortaya konan hükümler arasında kayda değer bir bağın gösterilemeyişi uygulamanın illüzyonunun ortaya çıktığı yerdir. Bu meyanda felsefi düzlemde ne söylenirse söylensin ortadaki hakikat, vâzı-ı kânun olan kanun koyucu ların sayılan kaynaklarla ilgisiz-alâkasız hükümler sevk edebilmeleri bu yolda kendilerine engel olabilecek bir üst normun ya da denetcinin olmayışıdır.

Dinler, yeryüzünde ahlâk anlayışının ve ahlâk kurallarının tebliğcisi olmak ve müntesiplerine tebliğlerini teklif etmek sıfatıyla ister istemez ahlâk-hukuk arasında bir bağ kurar. Lâik hukuk açısından ilkin yadsınacak bu durum, hukukî ve ahlâkî yönleri ilâhî olan bir İslâm hukuk sisteminde ise çok büyük bir öneme sahiptir. Lâik kökenli hukuk sistemlerinde hukukun kaynağı ne olursa olsun sonuçta bu kaynak ilâhîliğin dışındadır. Lâik bakış açısından ahlâk kurallarının kökeni ilâhî bile olsa †ki bu dahi ilâhî olmaktan çıkıp içtimaî olmuştur†hukuk ile iki ayrı membadan beslendiği için biri diğerini göz önüne almak zorunda kalmamıştır. Günümüzde bunun o kadar çok misali vardır. Hukuk, ahlâksızlığı yer yer meşrulaştırmakta, hukukun süjeleri ister istemez bu meşruiyet kazanmış gayr-i meşru kuralları uygulamak zorunda kalmaktadırlar.

İnsanlarda adalet, hukuka bağlılık şuuru, hukukun üstünlüğüne olan inanç, mer î kanunlarla sağlanamaz. İnsanların kanunları anlama ve uyma zorunluluğuna erişebilmeleri için geçen zaman, onlara aynı zamanda mer î kanunlara karşı takınılacak tavrı da öğretmektedir. Bunun aksini iddia etmek, insanı yetiştiği zeminden ayrı, hüdâyı nâbit görmenin ifadesidir. İnsanlar, içinde yetişmiş oldukları ortam, eğitim seviyeleri ve hepsinden önemli olarak daha belirleyici faktör olan ahlâkî değerlere bağlı olarak hayatlarını sürdürürler. Toplumsal hayatta düzeni ifade edecek olan adalet, hukukun üstünlüğüne olan inanç ve hukuka bağlılık şuuru, insanın hayat perspektifine sıkı sıkıya bağlıdır.

Bir tarafta cüz î dahi olsa hukukun oluşumuna katkıda bulunan hukukun süjeleri vardır; diğer tarafta keyfemayeşa denebilecek rahatlıkta herhangi bir üst referansa bağlılık hissetmeden vâzı-ı kânun (kanun koyucu) bulunmaktadır. Birisi bağlı olması gereken ahlâk ilkeleri dahil hemen hiçbir kuralla bağlı değildir ve başıboş şekilde kanun koyabilme imkânına sahiptir. Diğeri ise ister istemez kanun koyucunun kurallarını uygulamak durumdadır.

Hukuk, ahlâk ve adalet üzerinde derin düşünülmesi gereken kavramlardır. Hemen her safhada hukukun oluşumunun ahlâk kuralları ile desteklenmemesinin yanında kanun koyucu dan asgari seviyede ahlâkî davranış beklenmemektedir. Yürürlükteki normlarda kanun koyucunun ahlâkî davranışları belirtilmemiştir. Herhangi bir ahlâkî kural ile çerçevelenmemiş kanun koyucu, nasıl olur da kabul etmek ve uymakla yükümlü tutulmadığı ahlâk kurallarına bütünüyle uygun kanun koyabilir? Aksi bir davranışta önündeki engel nedir? Normalde kanun koyucudan böyle bir davranışın beklendiği söylense bile, denetim ve norm yokluğu, böylesi bir beklenti ifadesinin tamamen vicdanî ve kişisel olduğunu gösterir. Pek çok gayr-i meşrunun caiz hale getirilip, terviç edildiği ortamda kanun koyucunun ahlâkî denetim gibi bir mekanizmaya ihtiyaçları olup olmadığı ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur. Meselâ günümüzde kamuoyunda ahlâk yasası olarak bilinen ve öncelikle kamu idarecilerini ve milletvekillerini ilgilendiren taslak bazı ahlâkî hükümler içermektedir. Buna rağmen taslakta, konumuzla alâkalı olarak kanun koyucuların kanun koymaları ile ahlâkî yönleri ve konulan kanunların ahlâkiliği gibi bir düzenleme olamadığını üzülerek ifade edelim. Taslakta yer alması istenen hükümlerin pek çok Avrupa ülkesinde uygulanıyor olması ne kadar takdire şayan ise günümüze kadar ülkemizde benzer bir çalışmanın yapılmamış olması da o kadar üzücüdür.

Yeni Ümit Dergisi, Sayı 12, Akif Gültepe

DEVAMINI OKU
İMAM BUHARÎ VE SAHİH’İ

İMAM BUHÂRÎ (V.256/870) (GENİŞ KAPSAMLI ÇALIŞMA)
Muhammed b. İbrâhîm el-Cu’fî el-Buhârî, h.194/810 yılında Buhara’da doğmuştur. Künyesi Ebû Abdillâh’tır. Dedesinin dedesi olan Berdizbeh Mecusi idi. Onun oğlu Mugîre, Buhara Valisi Cu’feli Yemân vasıtasıyla müslüman olmuştur. Buhari bundan dolayı “Cufi” nisbesiyle de anılmıştır.

On yaşına doğru Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. On altı yaşına geldiği zaman İbnü’l-Mübarek ve Veki b. Cerrah’ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve kardeşi ile hacca gitti. Daha sonra onlarla birlikte memleketine dönmeyip Mekke’de kaldı ve orda hadis tahsil etti. Daha sonra da bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başladı. Şam, Basra, Hicaz, Kûfe, Bağdat ve Mısır’ı gezdi, oralardaki üstadlardan hadis tahsil etti. Buhârî kendisinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler. Ezberlediği hadis sayısı ise, kendi ifadesiyle, 100.000’i sahih, toplam 300.000’dir.

40 yıl kadar süren ilim yolculukları sonunda Nişabur’a yerleşmek istemiştir. Fakat mihne olayından Buhârî de zarar görmüş, Muhammed b. Yahya ez-Zühli’nin rekabeti yüzünden Nişabur’u terketmiştir. Sarayında hadis hocalığı yapmayı kabul etmediği için de Halid b. Ahmed ez-Zühli tarafından Buhara’yı terketme mecburiyetinde kalmıştır. Semerkand’a gimek üzere yola çıkmış ancak Hartenk kasabasında hastalanmış ve orada 256/870 yılında Ramazan bayramı gecesi (1 eylül 870 cuma) 62 yaşında vefat etmiştir

İmam Buhârî hadise hizmet konusunda hiçbir fedakarlıktan çekinmemiştir. Hemen her şeyini bu uğurda harcamıştır. Yiyip içmeye önem vermez, az konuşur, talebeye iyilik ederdi. Gece gündüz Kur’an okuduğu da rivayet edilmiştir.

İmam Buhârî’nin ahlaki faziletleri, te’kid ettiği raviler hakkındaki sözlerinde de görülür. Son derece mutedil ve insaflıdır. En ağır cerh ifadeleri (münkerü’l-hadis) o kişinin güvenilmeyecek kadar zayıf olduğu, (seketü anh) muhaddislerin onun hakkında fikir beyan etmediğini söylemekten ibarettir.

Sevdi yegane eğlence ok atıcılığıydı. Uzun süre yanında kalmış olan katibi Muhammed b. Ebu Hâtim, birlikte oldukları süre içinde sadece iki defa hedefe isabet ettiremediğini belirtmiştir.

Yazdığı hadisler kitaplarda kalmamış, hafızasına da nakşetmiştir. Onun hadis bilgisi devrin bilginlerince insaf sınırlarını aşacak tarzda yoklanmıştır. Bir keresinde yüz kadar hadisin sened ve metinleri karıştırıldıktan sonra Buhârî’ye okunmuş ve ne düşündüğü sorulmuştur. O da hepsini ezberden düzeltmiş ve soranları kendine hayran bırakmıştır.

İbn Huzeyme “Şu gökkubbenin altında Rasulullah’ın hadislerini Buhârî’den daha iyi bilen ve daha iyi ezberlemiş olan birini görmedim” demiştir. Buhârî’yi yakından tanıyan alimlerin bu gibi takdirkâr ifadeleri, onun ilmî şahsiyeti ve otoritesi hakkında fikir vermektedir.

Telif hayatına daha öğrencilik yıllarında başlamıştır. et-Tarihu’s-Sagîr, et-Tarihu’l-evsât, et-Tarihu’l-Kebîr, el-Edebu’l-Müfred, ed-Duafâ gibi eserleri yanında Sahihu’l-Buhari diye meşhur olan eseri Camiu’s-Sahih, müstesna bir yere sahiptir.

el-CÂMİU’S-SAHÎH

Tam adı “el-Câmiu’l-Müsnedü’s-Sahîhu’l-Muhtasar min Umûri Rasulillah sallallahu aleyhi ve selem ve Sünenihi ve Eyyâmih” olan eser “Sahîhu’l-Buhârî” diye şöhret bulmuştur.

Buhârî, hocası İshak b. Râhûye(v.238)’nin, “Rasulullah (s.a.v.)’in, sahih hadislerini muhtasar bir kitapta toplasanız” diye temennide bulunması üzerine tasnif etmiştir.

Buhârî, Sahih’ini altı yüz bin hadis arasından seçmiştir. Mekke’de ve Buhara’da telif ettiğine dair rivayetler vardır. On altı yıl sürdüğü düşünülürse, eserini Mekke’de yazmaya başladığı, daha sonra Buhara, Medine ve Basra’da yazıp tamamladığı anlaşılır.

Concodance’a göre, 97 kitap ve 3730 bâbdan oluşmaktadır. Mükerrerler dahil 7275, hariç ise dört bine yakın hadis vardır.

Buhârî eserini bir ibadet vechi içinde hazırlamıştır. Rivayete göre her hadisi önce abdest alıp veya gusledip iki rekat namaz kıldıktan sonra yazmıştır.

Hadis rivayet ettiği hocalarının sayıları iki yüz seksen dokuzdur.

Eserdeki kitap ve bablarda hadis sayısının değişik rakamlarla tespiti ise bazı babların kitap kabul edilmesi, bir hadisin bazen uzun, bazen kısa olarak birkaç yerde geçmesi sebebiyle farklı sayımı, iki ayrı isnadla rivayet edilen hadislerin kimine göre bir, kimine göre iki rivayet kabul edilmesi, bazı nüshalar arasındaki farklar gibi değişik tespitlerden kaynaklanmaktadır.

Bab Başlıkları

el-Camiu’s-Sahih’in bab başlıklarına “terceme” adı verilir. Bu tercemeler ve muhtevaları diğer hadis kitaplarından farklı özellik taşımaktadır. Buhârî bab başlıklarını çoğu zaman ayet-i kerimelerden, bazen hadislerden iktibaslarla ve bazen de serbest şekilde fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği ibarelerle tanzim etmiştir.

Fıkhî kanaatlerini bab başlıklarında aksettirdiği için (فقه البخري في تراجمة) “Buhârî’nin fıkhı tercemelerinde bulunur” sözü şöhret bulmuştur.

Tercemelerinde kesinlik ifade eden kalıplarla (cezm sigalarıyla) zikrettiği rivayetler güvenilirdir.

Buhârî sahih hadisleri toplamıştır. Ancak bazen istidlâl kabilinden ve tercemelerde olmak kaydıyla zayıf hadis zikreder. Öteki hadisler gibi değil, senedsiz olarak verir.

Bablar ve bablar içindeki hadislerin sıralanışı da fıkhî bir sonuca varma eğilimindedir. Şartlarına uygun yeteri kadar hadis bulamadığı bir babda veya fıkhî görüşünü özellikle belirtmek istediği bir konuda, ilgili ayetleri, ta’lik yoluyla rivayet ettiği hadisleri, sahabe, tebiin ve meşhur imamların sözlerini tercemede zikreder. Herhangi bir mezhebe bağlı değildir. Daha çok kendi kanaatini destekleyen görüşleri nakleder.

Bazı bab başlıkları altında hadis yer almaz. Bununla Buhârî eserinde yer almasa bile o konuda güvenilir hadislerin bulunduğuna işaret eder.

Ta’likleri

Sadece ilk ravinin adını zikretmek suretiyle yapılan nakillerdir. Camiu’s-Sahih’in bab başlıklarında çok görülür. Bu bir isnad kusuru kabul edildiği için bazı alimlerce tenkide uğramıştır. Ancak, o, eserini mümkün olduğu kadar kısa ve özlü telif etme düşüncesiyle bu yola başvurmuştur.

Tekrarları

Buhârî, bazen de, bir hadisi ilgili olduğu konularda, ondan hüküm istinbatı düşüncesiyle değişik isnadlarla rivayet ederek muhtelif kitapların çeşitli bablarında hadisi bölerek(takti) tekrarlar.

En fazla tekrarladığı rivayet Hz. Aişe’nin Berire’yi satın alıp kölelikten kurtarması ile ilgili olan Berire hadisidir, yirmiden fazla yerde tekrarlanmıştır.

Aynı senetle iki yerde rivayet etmesi ise çok nadirdir

Hadislerdeki farklı bilgi ve hükümlerin öğrenilmesi, birden fazla sahabe tarafından rivayet edildiğinin anlaşılması, birbirine zıt görünen bazı hadislerin sağlam isnad zincirlerinin ortaya çıkması, bazen kısaca rivayet edilen bir hadisin uzun bir metni olduğunun görülmesi gibi sebeplerle hadisleri tekrarlamıştır.

Şartları

Diğer kütüb-i sitte imamları gibi Buhârî de aldığı hadisleri hangi şartlara göre seçtiğini zikretmemiştir. Eser incelenmek suretiyle tespit edilmiştir.

Buhârî hocasından sahabeye kadar son derece güvenilir muhaddisler tarafından muttasıl bir isnad ile nakledilen rivayetleri eserine almıştır. Senetteki her bir hoca ile talebenin uzun süre görüşmüş olması esastır. Müslim ise aynı asırda yaşamış olmalarını yeterli görür. Buhârî bu konuda çok daha titiz davranmıştır.

Rivayeti

Buhârî, Sahih’ini bizzat kendisi on binlerce talebeye okutmuştur. Bin kadarı Sahih’in ravisi olmuştur. Ancak sadece beş tanesinin ismi bilinmektedir. Bu raviler Firebrî(v.320), Nesefî(v.295), Nesevî(v.290), Bezdevî(v.329) ve Mehâmilî(330)’dir.

Firebrî’nin rivayeti, Sahih-i Buhârî’nin sonraki nesillere intikalini sağlayan yegâne nüsha olmuştur. Firebrî nüshasının rivayetleri zaman içinde bir takım ek çalışmalara konu olmuştur.

Yunûnî(v.701), kendinden önceki faaliyetlerden geniş ölçüde yararlanmak suretiyle Firebrî’den gelen Buhârî nüshaları arasındaki farkların giderilmesine çalışmıştır. Bugün elde bulunan Buhârî nüshalarının yarısından fazlasını Yunûnî nüshasından yapılan istinsahlar ve baskılar teşkil etmektedir.

Abdulhamid Han’ın emriyle ve Yunûnî nüshası esas alınmak suretiyle Mısır’da 1313’te yapılan 9 ciltlik baskı en güvenilir neşirdir.

İslam Dünyasındaki Yeri

Kur’an-ı Kerim’den sonra en büyük ilgiyi Sahih-i Buhârî görmüştür. Sevap kazanmak,  maddi manevi sıkıntılardan kurtulmak, her türlü murada nail olmak arzusuyla da okunmuştur.   Kur’an-ı Kerim ile birlikte Sahih-i Buhârî hatimleri yapıldığı, hata Kuran üzerine olduğu kadar Sahihayn üzerine de yemin edildiği bilinmektedir. Önemli işlere başlarken de Sahih-i Buhârî’yi hatmetme geleneği vardı. Mesela Balkan Savaşlarından önce, TBMM açılacağı zaman da Sahih-i Buhârî hatimleri yapılmıştır.

Hatmü’l-Buhârî adıyla yazılan kitaplar, Sahih-i Buhârî’nin nasıl okunacağına yöneliktir.



Muhtasarları

Camiu’s-Sahih’ten seçmeler yaparak meydana getirilen çalışmalar arasında şu eserler zikredilebilir:

–  İbn Ebu Cemre(v.699)’nin Camiu’n-Nihâye adlı eseri başta kendisi olmak üzere birçok alim tarafından şerh edilmiştir.

–  Ahmed ez-Zabîdî(v.893)’nin et-Tecridü’s-Sarîh adlı eseri meşhur bir çalışmadır ve dilimize tercüme edilerek şerh edilmiştir.

                                          –  Ziyaeddin ed-Dağıstani’nin  Zübdetü’l-Buhârî adlı eseri Sahih-i Buhârî’deki kavlî hadisleri bir araya getirme maksadıyla yazılmıştır.

Şerhleri

Sahih-i Buhârî’yi şerhetmenin önemini vurgulayan İbn Haldun’un isteği gerçekleşmiş ve hakkında bir çok çalışma yapılmıştır. Kâtip Çelebi’nin tespitine göre 82 şerh yazılmıştır. Sonrası da hesaba katıldığında 100’den fazla şerhi olduğu söylenebilir.

–                                     Hattabi(v.388)’nin İ‛lâmu’s-Sünen adlı eseri ilk Sahih-i Buhârî şerhi olarak bilinmektedir. Buhârî’den bir asır sonra kaleme alınmıştır.

Bu şerhlerden bugün elde mevcut ve mütedavel olanlar:

–                                     Kirmani(v.786)’nin el-Kevâkibü’d-Derârî adlı eseri hadislerdeki müşkilleri açıklamakta, gramere, hadis usulüne, fıkha, ravilere ve onların çeşitli durumlarına dar bilgiler vermekte, birbirine zıt gibi görünen hadislerin arasını telif etmektedir.

–                                     İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî adlı eseri Sahih-i Buhârî şerhlerinin en mükemmeli olarak kabul edilmektedir. Mukaddimesi, müstakil bir cilt halinde Hedyu’s-Sâri adı ile kaleme alınmıştır. Bu mukaddime Sahih-i Buhârî hakkında bilinmesi zaruri olan bilgileri ihtiva eder. İbn Hacer, Ebu Zer nüshasını esas almıştır. Açıklamaya gerek gördüğü kelimelerin lügat manasını, irabını, hadisteki edebî inceliklerini, fıkhî hükümleri ve görüş ayrılıklarını ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Rivayetleri hadis tekniği açısından değerlendirmeye tabi tutar. Esere yöneltilen çeşitli tenkitleri de cevaplandırır. Hangi hadislerin Müslim’de yer aldığını da söyleyen eser daha sonra yazılan bütün şerhlere kaynak olmuştur.

–                                     Aynî(v.855)’nin Umdetü’l-Kâri fî şerhi Sahîhi’l-Buhârî adlı eseri Sahih-i Buhârî şerhleri içinde Fethu’l-Bâri ile birlikte en çok itibar görenidir. İlk hadisinde takip ettiği, hadisi otuz değişik açıdan inceleme metodunu ikinci hadisten itibaren azaltarak terk etmiş, daha sonra rivayetleri beş altı yönden ele almakla yetinmiştir. Eserde okuyucuların karşılaşabileceği çeşitli problemler halledilmiş, doyurucu bilgiler verilmiştir.

–                                     Katsallânî(v.923)’nin İrşâdü’s-Sârî li şerhi Sahîhu’l-Buhârî adlı eseri kısa ve özdür, Fethu’l-Bâri’nin özeti gibidir. Fethu’l-Bâri ve Umdetü’l-Kâri’den sonra üçüncü sırada anılagelmiştir.

BİBLİYOGRAFYA

El-Azami, Mustafa, “Buhari, Muhammed b. İsmail”, DİA, İstanbul 1992, VI, s.368-372.

Çakan, İsmail L., Hadis Edebiyatı, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2003.

Kandemir, Yaşar, “el-Camiu’s-Sahîh”, DİA, İstanbul 1993, VII, s. 114-123.

Sönmez, M. Ali- Başaran, Selman, Hadis Usûlü ve Tarihi, U.Ü. Basımevi, Bursa, 2001.

DEVAMINI OKU
CUMA HUTBE DUASI

CUMA HUTBE DUASI
Birinci Hutbe:

اَلْحَمْدُ للهِ اَلْحَمْدُ للهِ اَلْحَمْدُ للهِ الَّذِى هَدَانَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْ لاَ أَنْ هَدَانَا اللهُ. وَ مَا تَوْفِيقِي وَ لاَ اعْتِصَامِي إِلاَّ بِاللهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَ إِلَيْهِ أُنِيبُ

أَشْهَدُ أنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَ لاَ نَظِيرَ لَهُ وَ لاَ مِثَالَ لَهُ. اَلَّذِى لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْهِ. كَمَا أَثْنَي عَلَى نَفْسِهِ. عَزَّ جَارُهُ وَ جَلَّ ثَنَاؤُهُ وَ لاَ يُهْزَمُ جُنْدُهُ وَ لاَ يُخْلَفُ وَعْدُهُ وَ لاَ إِلهَ غَيْرُهُ. وَ نَشْهَدُ أَنَّ سَيِّدَنَا وَ سَنَدَنَا وَ مَوْلاَنَا مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ. اَلسَّابِقُ إِلَى الأَنَامِ نُورُهُ. وَ رَحْمَةٌ لِلْعَالَمِينَ ظُهُورُهُ.

صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ أَوْلاَدِهِ وَ أَزْوَاجِهِ وَ أَصْحَابِهِ وَ أَتْبَاعِهِ وَ أَحْفَادِهِ أَجْمَعِينَ. أَمَّا بَعْدُ فَيَا عِبَادَ اللهِ؛ إِتَّقُوا اللهَ تَعَالَى وَ أَطِيعُوهُ. إِنَّ اللهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَ الَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ.

فَقَدْ قَالَ اللهُ تَعَالَى فِي كِتَابِهِ الْكَرِيمِ. أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ. بِسْــمِ الله الرَّحْمنِ الرَّحِيم

(Bir âyet okunur ve Türkçe hutbeye başlanır.)

Hutbe bitince şöyle devam edilir:

أَلاَ إِنَّ أَحْسَنَ الْكَلاَمِ وَ أَبْلَغَ النِّظَامِ. كَلاَمُ اللهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ. كَمَا قَالَ اللهُ تَبَارَكَ وَ تَعَالَى فِي الْكَلاَمِ. وَ إِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ. وَ أَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ. أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ. بِسْـمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

:…(Bir âyet okunur ve oturulur.)

İkinci Hutbe:

İkinci hutbe için tekrar ayağa kalkılır:

اَلْحَمْدُ للهِ اَلْحَمْدُ للهِ اَلْحَمْدُ للهِ حَمْدَ الْكَامِلِينَ كَمَا أَمَرَ. نَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللهُ وَ نَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ النَّبِيُّ الْمُعْتَبَرُ. تَعْظِيمًا لِنَبِيِّهِ وَ تَكْرِيمًا لِفَخَامَةِ شَانِ شَرَفِ صَفِيِّهِ. فَقَالَ اللهُ عَزَّ وَ جَلَّ مِنْ قَائِلٍ مُخْبِرًا وَ آمِرًا: {إِنَّ اللهَ وَ مَلاَئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَ سَلِّمُوا تَسْلِيمًا}.

لَبَّيْكَ

 (Ayakta salavât okunur) …

Salavâttan sonra şu âyet okunarak minberden inilir:

إِنَّ اللهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَ الإِحْسَانِ وَ إِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَي وَ يَنْهَي عَنِ الْفَحْشَاءِ وَ الْمُنْكَرِ وَ الْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

عباد الله : Allah’ın Kulları!

إِتَّقُوا اللهَ تَعَالَى وَ أَطِيعُوهُ : Allah’a karşı çok saygılı olun. Lütufları kadar saygılı olun. Merhameti kadar saygılı olun. Gönlünüz ona karşı saygıyla dolup taşsın. Yozlaşmadan tevakkî edin. Bodurlaşmadan tevakkî edin. İnce, hassas kalpli insanlar gibi yaşayın. Allah’ın emrine itaat edin. Allah’ın himayasine girin. Allah’a itaatten bir an dûr olmayın.

إِنَّ اللهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَ الإِحْسَانِ وَ إِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَي : Muhakkak Allah, adaletle emrediyor. Kur’an’da buyurduğu hayat tarzıyla; sırat-ı mustakîm ile emrediyor.

En geniş manasıyla ihsanla, Hakk’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmakla… siz görmeseniz de O sizi görüyor ya! Bin hadiseyle mevcudiyetini size hissettiriyor ya. Kalbinizin atışı ve çarpışıyla mevcudiyetini size duyuruyor ya.

Ve yine en geniş manasıyla, yakınlarınıza bir şey vermekle, yüce ve yüksek olan İslamiyet’in ufkunuzda bayraklaşması uğrunda servetinizi sarfetmekle size emrediyor.

وَ يَنْهَي عَنِ الْفَحْشَاءِ وَ الْمُنْكَرِ وَ الْبَغْيِ. يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

: Ahlaksızlığın her çeşidinden, gizlisinden açığından, dinin emirlerini tanımayıp serkeşlik yapmanın her türlüsünden, Allah’ın ve Rasulüllah’ın çirkin gördüğü bütün şeylerden sizi nehyediyor.

Böylece size nasihat ediyor. Ta düşünesiniz; bir  sürü eğri – büğrü yol içinde, sırat-ı müstakimi bulasınız, Kur’an’nı yaşıyasınız, emn-ü eman içinde Cennet’e dahil olasınız…

أقم الصلاة. إن الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر ولَذِكْرُ الله أكبر والله يعلم ما تصنعون

صدق الله العظيم…

DEVAMINI OKU
NAMAZ VE KALB SAĞLIĞI

NAMAZ VE KALB SAĞLIĞI
Allah’ın (celle celâluhu) yarattığı, emrettiği, yasakladığı hiçbir şeyde çirkinlik, gayesizlik, başıboşluk ve abesiyet yoktur. Sathî bir bakışla tabiattaki bazı hayvan ve bitkileri zararlı veya gereksiz olarak değerlendirmek, hikmetini anlamakta zorlandığımız teklif ve emirleri faydasız görmek çok yanlıştır. Yanlış anlamaya fırsat vermeden ilâve etmek gerekir ki; başta ibadetler olmak üzere, Allah’ın (celle celâluhu) bütün emir ve yasakları, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet’i başta olmak üzere, iman etmekle mükellefiyet altına girdiğimiz dinimize ait taabbudî davranışlar, hikmet ve faydaları için yapılmaz. Dinin bütün emir ve yasaklarında bizim için elbette fayda ve hikmetler vardır; fakat bunları asıl gaye ve hedef kabul ederek kulluk yapılmaz. Bu nokta inanan bir Müslüman için çok önemlidir.

Bu açıdan bakılınca; perhiz/diyet yaparak zayıflamak, sağlık gayesiyle aç kalmak ayrı bir şey, oruç tutmak çok daha ayrı bir şeydir. Turistik seyahat için Mekke’ye gitmek farklı, hac gayesiyle gitmek çok daha farklıdır. Aynı şekilde; kalb sağlığı, iskelet ve kas sistemini koruma gayesiyle spor yapmak başka, namaz kılmak çok daha başka bir şeydir.

Bu ibadetlerle bizi yükümlü kılan Rabbimiz (celle celâluhu), hikmet ve merhametinin bir buudu olarak onlara bizim için faydalar da koymuştur. Meselâ; domuz eti ve alkol haramdır, hiç düşünmeden bu emre uymamız gerekir. Böyle olunca, alkolden ve domuz etinden gelecek birçok hastalıktan da korunmuş oluruz. Muhal farz, domuz eti ve alkol, sağlık için çok faydalı olsaydı bile, bir Müslüman’ın haram olduğu için bunlardan uzak kalması icap ederdi.

Allah (celle celâluhu) nasip etmiş, yaklaşık on yıl önce hacca gitmiştim. Mescid-i Nebevî’de, namaz aralarındaki müsait vakitlerde, genellikle kaza namazlarımı eda ediyordum. Farkında olmadan, namazlarımı hızlı kılıyormuşum. Yanımda namaz kılan biri el-kol hareketleriyle bu hususta beni uyardı. Bana nazikçe namazımı daha yavaş ve doğru kılmam gerektiğini anlattı. Geçen gün üniversitede öğrencilerin organize ettiği bir seminer, bana bu hâdiseyi tekrar hatırlattı.

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksek­oku­lu talebeleri, düzenledikleri bir seminerde, günlük yapılması gereken basit egzersizleri katılımcılara uygulamalı gösterdiler. Gün içinde belirli aralıklarla beli öne, sağa, solo ve arkaya eğmemizi, başı sağa ve sola yatırmamızı, döndürmemizi tavsiye ettiler. Benim en dikkatimi çeken şey, her hareketin en az beş saniye kadar sürmesini önemle vurgulamaları ve sözkonusu hareketleri paketler hâlinde, günde en az 3-5 defa yapılmasını söylemeleriydi. Bütün bunlar bana namazdaki “tadil-i erkân”ı hatırlattı.

İbadetlerin sağlığa faydalarına dâir çeşitli şeyler duymuş veya okumuşuzdur. Ancak ibadetlerin sağlıkla münasebetine dâir ilmî makale azdır. İbadetler, Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapıldığından, inanan insanlar bu tür bir hikmet arayışına girmemektedir. Ancak, namazla alâkalı objektif bir makale ile karşılaşınca, bunun daha geniş kitlelere duyurulması gerektiğini düşündüm.

Milletlerarası bir dergide yayımlanan “Effect of Muslim Prayer (Salat) on a Electroencephalography and Its Relationship with Autonomic Nervous System Activity” (Namazın Beyin Dalgaları Üzerine Tesiri ve Otonom Sinir Sistemi ile Münasebeti) başlıklı makalede, namaz kılmanın beyin ve kalb sağlığına faydaları anlatılmış. Makalede ayrıca namaz kılmanın, sempatik sinir sisteminin tesirini azalttığına, parasempatik sistemin vücuttaki tesirlerini artırdığına vurgu yapılıyor. Sempatik sistem, kalbi hızlı çalıştırıp tansiyonu yükseltirken; parasempatik sistem, tam aksine kalbi yavaşlatıp tansiyonu düşürür. Genel olarak, sempatik sistemi baskın olan insanlar erken ölürken, parasempatik sistemi baskın kişiler, Allah’ın izniyle, istatistikî olarak daha uzun yaşar. Makaleye göre; namaz, bedenî ve ruhî rahatlamaya vesile olmakta, endişeyi azaltmakta; dolayısıyla kalb, damar ve beyin sağlığı için oldukça faydalı olmaktadır.

Bütün bunlar bize Allah’ın merhamet ve fazlını bir defa daha hatırlatmaktadır. Namaz kılarak hem O’nun (celle celâluhu) emirlerini yerine getirmenin huzurunu yaşıyoruz, hem de beden ve ruh sağlığımız için faydalı bir şey yapıyoruz.

Sözkonusu makalede, namaz hareketlerinin sürelerine de temas ediliyor: kıyam ve kıraat 60-90 saniye, rükû 10-15 saniye, rükûdan kıyama kalkınca yaklaşık 5 saniye, secde 10-15 saniye, iki secde arasında oturma yaklaşık 5 saniye, ikinci secde 10-15 saniye, son oturma 30-60 saniye.

İlmihal kitaplarında rükû ve secdelere dâir bazı hususlara dikkat çekilir. Rükûda, kol ve bacaklar sakinleşinceye kadar beklemek, rükûdan kalkınca beli iyice doğrultmak ve hemen secdeye gitmemek gerekir. Secdede de durum benzerdir.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı dönemde söz ve uygulamalarıyla bizzat gösterdiği hususlar, bugün ilmî makalelerce de doğrulanmaktadır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Namazından çalan kimse, en fena hırsızdır.” buyurduğunda, ashâb-ı kirâm: “Ey Allah’ın Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem)! İnsan kendi namazından nasıl çalabilir?” diye sorar. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Rükû ve secdelerini tam yapmaz, rükû ve secdelerde belini iyice doğrultmaz da ondan.” (Ahmed bin Hanbel-Taberani-İbni Huzayme-Hakim). Başka bir hadîste ise, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Rükû ve secdelerini yerine getirirken belini doğrultmayan kimsenin namazı yeterli değildir.”

Namazı tadil-i erkân ile kılmak diğer bütün mezheplerde farz iken, Hanefi mezhebinde vaciptir. Tadil-i erkân hem namazın ve hem de bedenin sıhhatine vesile olmaktadır.

Bir namazda vücuttaki bütün kasların çalıştığına dâir bir makale, dergimizde yayımlanmıştır (Şubat, 1997, Sayı:217, Dr. Aslan Mayda). Benzer şekilde, Allah’ın emir ve yasaklarının her birinde sayısız hikmet bulunabilir. Her ne kadar ibadetleri Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapıyor olsak da, inanan bilim insanları olarak bunların fıtrata uygunluğunu, hikmet ve faydalarını ortaya çıkarmak bizlerin bir görevidir.

DEVAMINI OKU
İSLÂM’DA İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI

İslâm hukuku kuralları; din, can, akıl, nesil ve malın korunmasını hedefler. Din, can, akıl, nesil ve mal; insanın korunması gereken en temel haklarıdır. Diğer hak ve hürriyetler, bu beş hakkın içerisinde yer alır.

DİNÎ HAK ve HÜRRİYETLER

Esas itibariyle dinler, insanlık tarihi boyunca, hak ve hürriyetlerin kaynağı ve koruyucusu olmuşlardır. Dinler aslî özelliklerini kaybedip bozulmaya başlayınca, hak ve hürriyetleri sınırlayabilmiş ve ortadan kaldırabilmişlerdir. İslâm; Kur’ân ve hadîs gibi temel kaynaklarına bağlı kalındığında, hak ve hürriyetleri korumuştur.

İslâm dini, Müslümanlara ve gayrimüslimlere inanç ve ibadet özgürlüğü tanımıştır. “Dinde zorlama yoktur.”1, “Sizin dininiz size, onların dini onlaradır.”2 mealindeki âyetlerde ve benzer mealdeki hadîslerde, İslâm dininin kabul edilmesinde zorlama olmadığı ifade edilmektedir. Bu inanç ve ibadet hürriyeti sayesinde, İslâm ülkelerindeki gayrimüslimler, İslâm’ın ilk asırlarından günümüze kadar inançlarını koruyabilmiştir.

YAŞAMA HAK ve HÜRRİYETİ

Yaşama hakkı, âyet ve hadîslerde korunması gereken en önemli haklardan biri olarak anlatılmış; insan öldürmek, büyük günah ve suç olarak tanımlanmıştır. İslâm hukukuna göre, bir insanı kasten öldürmenin cezası kısastır: “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı.”3; “Savaş gibi haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Haksız yere öldürülen kimsenin velisine hakkını alması için yetki verdik. O da artık öldürmekte ileri gitmesin.”4

Yaşama hak ve hürriyetinin en temel dinamiklerinden birisi, vücut bütünlüğünün korunmasıdır. Bir insanı öldürmek yasak olduğu gibi, onun vücut bütünlüğünü ortadan kaldırmak da yasaktır. “Biz Tevrat’ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşı ödeşme yazdık. Ancak kim hakkından vaz geçerse, bu onun günahlarına kefaret olur.”5

İslâm; yaşama hakkının en fazla ihlâl edildiği savaşları bile kural ve kaidelerle düzenlemiştir. Bu ihlâllerin önüne geçmek için savaş hukuku çerçevesinde kanun ve kurallar belirlenmiştir. Buna göre, savaşlarda veya savaş dışı durumlarda soykırım yapılamaz. Savaş hâlinde kaçanlar ve yaralılar öldürülmez. Fiilen savaşa girmeyen kadınlar, çocuklar, din adamları ve işçiler öldürülmez. Hayvanlara ve bitkilere zarar verilmez.6

DÜŞÜNME ve İFADE HÜRRİYETİ

Dinin ve hukukun korumayı hedeflediği üçüncü unsur akıldır. Din ve hukuk, akıllı olan insanları muhatap alır. Deliler, bunaklar, çocuklar, uyuyanlar, sarhoşlar dinî ve hukukî açıdan mesul sayılmazlar. Bu açıdan akıl, düşünme ve düşündüklerini ifade etme hürriyeti dinin ve hukukun temelinde yer alır.

Düşünme ve düşündüklerini ifade etme hürriyetinin önemli bir unsuru, “emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama) görevidir. Bir Müslüman kötü bir şeyle karşılaştığı zaman, o kötülüğü gücü yeterse eli, yetmezse dili ile engellemelidir. Buna da gücü yetmezse, o kötülüğe karşı kalbinden buğzetmelidir.7

İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevi, meşru muhalefet hakkı olarak da isimlendirilebilir. Meşru muhalefet hakkı, hukuk dairesi dışına taşmadan insanların, toplumun ve devletin icraatlarını eleştirebilmektir. Meşru muhalefet hakkı, insanların, toplumun ve devletin daha iyiye gitmesi için çok önemlidir. Bir toplumda ve devlette meşru muhalefet kanalları tıkandığı takdirde, insanlar kanundışı yollara sapmak zorunda kalırlar.

İslâmiyet’in ilk dönemlerinde iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevi hakkı ile yerine getirilirken, Emeviler’den itibaren hilâfetin saltanata dönüşmesiyle hükümdar korkusu sebebiyle bu vazife tam mânâsıyla yerine getirilemez olmuştur. Hâlbuki iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama, Müslümanlar için sadece hak değil, aynı zamanda bir görev, bir farzdır.8 “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”9mealindeki âyet bunu Müslümanlara emretmektedir.

AİLE HAK ve HÜRRİYETİ

İslâm hukukuna göre, herkes aile kurmak, evlenmek ve çocuk sahibi olmak hakkına sahiptir. Fertler ailenin temelini oluşturduğu gibi, aile de toplumun temelini oluşturur. Maddî ve mânevî açıdan sağlıklı fertler, sağlıklı aileleri ve sağlıklı aileler de sağlıklı toplumları meydana getirir.

“İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir.”10; “Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbise gibisiniz.”11; “Gençler! İçinizden aile geçindirebilecek güçte olanlar evlensin. Çünkü evlilik gözü haramdan sakındırır, iffeti daha iyi korur. Evlenmeye gücü yetmeyenler ise oruç tutsun. Çünkü oruç şehveti kırar.”12; “Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Evleniniz, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”13 gibi mealleri verilen âyet ve hadîslerle evlilik teşvik edilmiştir.

Aile haklarının önemli bir bölümünü, çocuk hakları oluşturmaktadır. İslâm hukukuna göre çocuk hak ehliyetine sahip olarak doğar, yedi yaşında temyiz kudretine ulaşır, ergenliği ile birlikte tam ehliyetli olur. Yeni doğan çocuk iyi bir isim verilmesi, akika kurbanı kesilmesi, iyi bir şekilde bakılması, güzel bir şekilde eğitilmesi, malları varsa korunması gibi temel haklara sahiptir. Ergenliğe ulaşana kadar bu şekilde haklarla korunan çocuk, ergen olduğu zaman tam ehliyete sahip olur, her türlü hukukî işlemi kendi başına yapabilir.

Kadın hakları da aile hak ve hürriyeti içinde yer almaktadır. İslâm dini kadını, erkek ile aynı statüde kabul etmekle birlikte, kadın ve erkeğin kendine has özelliklerinden dolayı bazı farklı düzenlemeler getirmiştir. Esas itibari ile kadın da erkek gibi dinî, hukukî, insanî, siyasî, ticarî hak ve hürriyetlere sahiptir. Bununla birlikte kadının kendisine has bazı hususiyetlere, erkeğin de kendisine has bazı özelliklere sahip olması sebebi ile hak ve hürriyetlerde bazı farklılıklar söz konusu olmuştur. Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi, bir erkek şahide karşılık iki kadın şahidin istenmesi bu farklılıklardandır. Kadının erken ergenliğe ulaşıp erken doğurganlık yeteneğini kaybetmesi, buna karşılık erkeğin geç ergenliğe ulaşmakla birlikte çok ileri yaşlara kadar baba olabilmesi, birden fazla kadınla evliliği gerektiren sebeplerden birisidir. Ayrıca savaşların çok olduğu dönemlerde sahipsiz kalan kadın ve çocukların korunup kollanması için de birden fazla evlilik gerekli görülmüştür.

İslâmiyet’in kadın hakları ile alâkalı getirdikleri ileri seviyede olmasına rağmen, İslâm tarihi boyunca geleneklerden kaynaklanan önemli kısıtlamalar sözkonusu olmuştur. Geleneklerden kaynaklanan bu kısıtlamalar, sanki İslâm dininin gereği gibi düşünülmüştür. Hâlbuki İslâmiyet, kadın ve erkeğin durumuna uygun hak ve hürriyetleri tanımıştır. Gelenekten kaynaklanan sınırlamaları ortadan kaldırmak, İslâmiyet’in kadına tanıdığı hakları uygulamak gerekmektedir.

Aile ile alâkalı haklardan birisi de, özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığıdır. İslâmiyet insanların özel hayatlarının gizli kalmasını esas alır, özel hayatın araştırılmasını yasaklar. Kişinin özel hayatı, diğer insanlara ve topluma zararlı değilse, devlet tarafından müdahale söz konusu olmaz. Aşağıda meali verilen âyetlerde bu husus açıkça belirtilmiştir:

“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın.”14; “Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar artık oraya girmeyin ve eğer ‘Dönün!’ denirse, siz de dönün, bu sizin için daha temizdir.”15

EKONOMİK HAK ve HÜRRİYETLER

Mülkiyet hakkı, önemli bir haktır. İslâmiyet mülkiyet hakkını kabul etmiş ve korumuştur. Buna göre, herkes malını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Ancak mülkiyet hakkı, başkasının hakkına dokunursa, kullanımı sınırlandırılır. Mülkiyet hakkını kullanırken, komşuların mallarına zarar verilemez. Meselâ, bir kimse malı üzerinde mülkiyet hakkını kullanırken, komşu binanın zayıflamasına veya yıkılmasına yol açamaz. Mülkiyet hakkı, kamu yararı sebebi ile devlet tarafından da sınırlandırılabilir. Bazı bina ve araziler kamu yararı sebebi ile kamulaştırılabilir. Komşuluk hukukundan başka, şuf’a ve irtifak hakları sebebi ile de mülkiyet hakkı kısıtlanabilir.16

Ekonomik haklardan birisi de çalışma hakkıdır. İslâmiyet çalışma hakkı çerçevesinde herkesin meşru dairede istediği işte çalışmasına imkân vermiştir. Kişinin alın teri ile elde ettiği kazanca kimse müdahale edemez. Tasarruf ve teşebbüs özgürlüğü herkese tanınmıştır. Özel teşebbüs esas olmakla birlikte, sosyal adaleti sağlayacak tedbirlerin de alınması gerekir. Herkes meşru dairede her türlü işi ve ticareti yapma hakkına sahiptir. Devlet özel teşebbüsü artıracak, sosyal adaleti sağlayacak, çalışma hürriyetini temin edecek her türlü imkânı hazırlar. Bunun için devlet yolların güvenliğini sağlar. Soyulan tüccar ve vatandaşların zararlarını tazmin eder.17 Böylece vatandaşın çalışma hak ve özgürlüğünü tam mânâsıyla kullanmasını sağlamış olur.

Netice olarak; insan hak ve hürriyetleri tarih boyunca toplumların başlıca meseleleri olmuş ve hâlen de olmaya devam etmektedir. Kölelikten, sefaletten, en zor şartlarda çalıştırılmaktan bugünlere gelen insanoğlu, hak ve hürriyetlerinin artırılmasını istemektedir. İslâm dini ve hukuku, insana layık olduğu hak ve hürriyetleri vermiş olmakla birlikte, devlet ve toplumların bunları tanıyıp uygulamasında sıkıntılar yaşandığı görülmektedir.

Doç. Dr. Abdullah Demir, Sızıntı Dergisi, Sayı: 442. a.demir@sizinti.com.tr

DİPNOTLAR
1. Bakara, 256.

2. Kafirun, 6.

3. Bakara, 178.

4. İsra, 33.

5. Maide, 45.

6. Belkıs Konan, “İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Açısından Osmanlı Devletine Bakış”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XV, Yıl 2011, Sayı 4, s. 260.

7. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Artık bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir.” Müslim, İman, 78.

8. Osman Keskioğlu, İslâm Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, İzmir 1996, s. 135.

9. Ali İmran, 104.

10. Nur, 32.

11. Bakara, 187.

12. Buhari, Nikah 3; Savm 10; Müslim, Nikah 1.

13. İbn Mace, Nikah 1.

14. Hucurat, 12.

15. Nur 27-29.

16. Ekinci, Osmanlı Hukuku, s. 203.

17. Ekinci, Osmanlı Hukuku, s. 203.

DEVAMINI OKU
KARDEŞ KATLİ MESELESİNİN ŞER’Î DAYANAĞI VAR MIDIR?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir. Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

1) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tespit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ulul-emr tarafından tespit edilecek tazir cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı ispat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı ispat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara tazir cezaları denir ve ulul-emr tarafından tespit edilir.

2) Şahsa karşı işlenen cinâyet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tespit edilmiştir.

3) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle ispat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ulul-emrin tespit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir. Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, önce nazarî plânda ele alalım, sonra da tatbikattaki örneklerin hangi gruba girdiğini beraber mütalaa edelim. Bu mütalaamızdan önce şunu da gözü önüne alalım: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizam-ı âlem yani âlemin nizamı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz’edilen idam cezaları vardır. Biraz sonra açıklayacağımız vechile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163. maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizamına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma’tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır. Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır. Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih’in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım.

Kardeş katli meselesinin birinci şer’î dayanağı, her hukuk nizamında bulunan devlete isyan suçudur. Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır. Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğalebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır. Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultandan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmamalıdır. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse tazir cezaları ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Yalnız bunlar müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizam-ı âlemi korumaktır

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizam-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa’y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır. İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer’î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultan Selim’in, birisi Şi’îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer’îdir. Fâtih’in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir. Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir. Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbetteki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir. Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir.

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misal teşkil etmektedir. Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:”Buğat yani asiler ise, Mülteka ve benzeri fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir. Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar. Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır. Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka’yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir. Meselâ Padişah’ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizam-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları katl, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır”.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

DEVAMINI OKU
NAMAZIN ÖNEMİ

Namaz Allah’a ulaşmaya, varlığı yorumlamaya, değişik ilimlerle kâinatı hallaç etmeye müsait yaratılan bu mükemmel insanın tabiatına en uygun bir ibadettir.
“Dua, ibadet, bağışlanma dilemek, yalvarmak” anlamında Farsçadan Türkçemize “namaz” olarak geçen ve “tazim için eğilmek, kulluk” gibi mânâlara da gelen “salât” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de 99 yerde geçer1. Tam 33 yerde zekât emrinden hemen önce namaz emri vardır. Bu durum aslında namazın önemine oldukça açık bir işarettir. Zikrettiğimiz 33 ve 99 rakamlarının, namazlardan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından emredilen 33 “Sübhânallah”, 33 “Elhamdülillâh” ve 33 “Allâhuekber” mübarek tesbihlerinin sayılarına ve toplamlarına denk geliyor olması da dikkat çekicidir.

Bakara Sûresi’nin üçüncü âyetinde, “O kimseler ki, gaybe inanırlar.” cümlesi ile Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamete, haşr u neşre, kaza ve kadere “iman rükünleri” öz bir şekilde beyan buyrulmaktadır. Öz ya da işaret yolu ile iman rükünlerine dikkatler çekildikten sonra insan zihni, İslâm rükünlerine de aynı şekilde temas buyrulmasını beklerken, âyet-i kerîme İslâm’ın rükünlerinden ikisine ismen ve sarahaten temas etmektedir. Bunlardan birincisi namazın ikamesi diğer bir tabirle gereği üzere kılınması, ikincisi ise maddî/manevî kazançlardan infakta bulunmadır. (Bakara, 2/3)

“Namazı kılın, zekâtı verin.” (Bakara, 2/43) mealindeki âyet-i kerimede, önce İslâmî rükünlerden “namaz” ve hemen arkasından “zekât” zikredilmektedir. Pasaj/cümle diğer bir İslâmî rükünden bahisle ilerleyecekmiş gibi görünürken, namazın önemli bir cüz’ü olan “rükû” emri “وَارْكَعُوا” “rükû edenlerle birlikte siz de rükû ediniz” şeklinde çoğul hâlde zikredilmekte, dolayısı ile “namazların cemaatle edası” keyfiyetine güçlü bir işaretle, rükû rüknüne de tam bir sarahatle temas buyrularak nazarlar yeniden namaza tevcih edilmiş olmaktadır. (Bakara, 2/43)

Başka bir âyet-i kerimede ise mealen; “Sizin veliniz/dostunuz ancak Allah Teâlâ’dır. Ve O’nun peygamberidir ve imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler..” (Mâide, 5/55) buyrularak “dostlar” nazarlara verilmekte, bu dostların ancak Allâh (celle celâluhu), Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Allâh’a (cc) iman eden müminler olduğu beyan buyrulmaktadır. Devamında “dost” özelliği taşıyan müminlerin vasıfları verilmektedir. Dostların ilk özelliği namazı tam manası ile ikâme eden kimseler olmalarıdır. İkinci özellikleri zekâtlarını aksatmadan vermeleridir. Üçüncü olarak ise -zihinler, bu dostların oruç ve hac gibi diğer İslâmî özelliğinin zikredilmesini beklerken- namazları cemaatle ifa etmeleri, cemaat hâlinde yaşama ve bizzarure cemaatten ayrılmama özellikleri “وَهُمْ رَاكِعُونَ” “onlar rükû eden müminlerdir” mânâsındaki tek bir kelime ile ifade edilmektedir. (Mâide, 5/55)

Namaz o derece önemli bir ibadettir ki, Hz. Adem’den (as) itibaren bütün peygamberlerin ve dinlerin tebliğinde yer almıştır. Hz. İbrahim (as) (İbrahim, 14/40), Musa (as) (Mâide, 5/12), Şuayb (as) (Hud, 11/87), Zekeriyyâ (as) (Ali İmran, 3/37) ve İsa (as) (Meryem, 19/31) ve diğer peygamberlerin namaz ile emredildiklerini Kur’ân-ı Kerîm bizlere haber vermektedir.

İSLÂM’IN BEŞ TEMEL ŞARTINDAN BİRİ
Namazın, İslâm’ın beş şartından birisi olduğunu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) beyan buyurmaktadır.2 Bilindiği üzere bu temel şartlardan “namaz” ve “oruç” bedenî, kalbî, ruhî, aklî, zihnî ve sırrî bir ibadet durumunda iken, “zekât” ve “hac” az önce sayılanlara ilâve olarak aynı zamanda malî bir ibadettir. Şayet bir Müslüman’ın malî durumu zekât ve hac rükünleri için yetersiz ise, bu durumda böyle bir kimse için geride kalan seçenekler sadece “namaz” ve “oruçtur”. Bilindiği üzere namaz ve oruç için herhangi bir malî külfet söz konusu değildir. Buna rağmen namaz ve orucu (hafazanallah) önemsememe gibi bir sıkıntı varsa, böyle bir kimse ebedî hayatı konusunda müthiş derecede tedirgin olmalıdır.

Malî ve bedenî ibadetler mukayesesine kısaca temas etmişken, “Zenginler sevapça daha ileride midirler?” gibi zihinlere gelebilecek bir soru açısından şu rivayeti aktarmakta fayda mülahaza etmekteyiz:

Ebû Zerr’den (ra) rivayet edildiğine göre bazı insanlar: “Ey Allah’ın Resulü, zenginler bütün sevapları alıp götürüyorlar; çünkü onlar da bizler gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor, ayrıca zenginliklerinden dolayı sadaka da veriyorlar.” dediler. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah sizlere sadaka verme ve bu yönde sevap kazanma imkânı vermedi mi sanıyorsunuz? Her Sübhanallah demek bir sadakadır, her Allahüekber demek bir sadakadır, her Elhamdülillah demek bir sadakadır, her Lâ ilâhe illallah demek bir sadakadır, iyiliği emretmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır.” buyurdular.3

BEŞ VAKİT NAMAZ
Cenâb-ı Hakk, mealen: “Namazlara ve orta namaza devam edin” (Bakara, 2/238), “şüphesiz namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır” (Nisa, 4/103), “Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl” (Hûd Sûresi, 11/114), “Güneşin doğuşu ve batışından önce, gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün her iki vaktinde tesbih et” (Taha, 20/130), yüksek beyanları ile günde beş vakit namazın müminler için çok önemli bir vazife ve sorumluluk olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Ayrıca Nisa, 4/103; İsra, 17/78; Nur, 24/36; Rum, 30/17-18; Kaf, 50/39-40; Dehr (İnsan), 76/25-26 âyet-i kerîmelerinde de beş vakit namaza ve vakitlerine temas edilmektedir.

Cabir b. Abdillah (ra) anlatıyor: “Namaz vakitlerini öğretmek için Cebrail (as) Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi. Cebrail (as) imamet için öne geçti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasına durdu. İnsanlar da Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasına durdu. Cebrail (as) güneş tepeden henüz döndüğü sırada öğle namazını kıldırdı. Cebrail (as), her şeyin gölgesi bir misli olunca yine geldi. Daha önce yaptığı gibi tekrar öne geçti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onun arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında olduğu hâlde ikindi namazını kıldırdı. Cebrail (as) güneş batınca tekrar geldi. Yine öne geçti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında olduğu hâlde akşam namazını kıldırdı. Sonra Cebrail (as) şafak (ufuktaki kızıllık) kaybolunca yeniden geldi ve öne geçti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında olduğu halde yatsı namazını kıldırdı. Sonra Cebrail (as) fecir vakti olduğunda (sabah) tekrar geldi ve öne geçti. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında olduğu hâlde sabah namazını kıldırdı.

İkinci gün, Cebrail (as) bu defa kişinin gölgesi bir misli kadar olunca geldi ve bu defa öğle namazını kıldırdı. Sonra kişinin gölgesi iki misli olunca geldi. Bu defa da ikindi namazını kıldırdı. Sonra güneş batınca geldi ve önceki gün yaptığı gibi akşam namazını kıldırdı. Akşamı kıldıktan sonra uyuduk. Sonra uyanıp tekrar uyuduk. Tekrar uyanınca Cebrail (as) geldi ve dünkü yaptığı gibi yatsı namazını kıldırdı. Daha sonra tan yerinin beyazlığı yayılınca geldi. Daha yıldızlar parıldamakta iken dün yaptığı gibi sabah namazını kıldırdı. Cebrail (as) sonra dedi ki: “Dünkü kıldırdığım vakitlerle bu günkü kıldırdığım vakitler arasındaki zamanlar namaz vakitleridir.”4

Ashab hazeratı mescidde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte otururken, Dımam İbnu Sa’lebe gelerek İslâm’ın temelleri ile alâkalı bazı sorular sormuş, Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) cevaplarını almış, sorularından birisi de şu şekilde olmuştur: “Allah Teâlâ adına soruyorum: Gece ve gündüzde beş vakit namaz kılmanı sana Allah mı emretti?” Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah’a yemin olsun evet!” demiştir.5

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Namazlarınızı benden gördüğünüz şekilde kılınız.” buyurmuş6, namazların vaktinden soran bir adama da: “İki gün namazları bizimle kıl.”7 diyerek namazların vakitlerini, rekât sayılarını ve kılınış şekillerini uygulamalı olarak talim buyurmuştur.

Günlük namazların beş vakit kılınması konusunda Kitap, Sünnet ve icmâ-ı ümmet gayet açıktır. Dolayısı ile gerek geçmişte ve gerek günümüzde, günlük namazların kaç vakit olduğu ve kılınış şekilleri ile ilgili en küçük bir ihtilaf yoktur.

VAKTİNDE KILMAK
Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ashab hazeratı çeşitli vesilelerle hangi amelin daha faziletli olduğunu sormuşlar, nübüvvet feraseti kaynaklı ferdî farklılıkların gözetildiğini düşündüğümüz cevaplar almışlardır. Ancak namaz yüksek bir öneme sahip olduğu için, namazı emreden birçok âyet-i kerîmenin yanısıra Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) namazın vaktinde kılınmasına verdiği önemin ve hassasiyetinin doruk noktasında olduğunu görmekteyiz. Ümmü Ferve’nin rivayetine göre, Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hangi amel efdaldir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “İlk vaktinde kılınan namaz!”8

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’ye (ra) şu tembihte bulunmuştur: “Ey Ali; Vakti girdiği zaman namazı sakın geciktirme.”9 Hz. Ömer’in (ra) rivayetine göre de bir adam gelerek; ‘Ey Allah’ın Resûlü! İslâm’da Allah’a en sevimli olan şey nedir?’ diye sormuş, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da; ‘Vaktinde kılınan namaz. Namazı terk edenin dini yoktur. Namaz dinin direğidir.’ buyurmuştur.”10

KIYAMET GÜNÜNDE KULUN İLK HESABA ÇEKİLECEĞİ AMEL
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı tamam ise, felaha erer ve kurtulur. Fakat namazı yoksa kaybeder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarında noksanlar çıkarsa, (en iyi şekilde bilmesine rağmen) Azîz ve Celîl Rabb’i: ‘Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız.’ der. O kulun farzlardaki eksikleri varsa nafileleri ile tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir.”11

DİNİN DİREĞİ
“Namaz dinin direğidir.” mealindeki hadîs-i şerîf, Müslümanlar arasında yerleşmiş ve meşhur olmuştur. Ancak zaman zaman da olsa bazı kimseler bu beyanın sıhhati ile ilgili yersiz şüphe yaymaya çalışmaktadır. Hâlbuki bu cevâmiu’l-kelim (az ve öz sözcüklerle çok şeyi ifade etme, konuşulan mevzuda az sözle kapsamlı ifade) cümlenin diğer hadîs kitaplarında da şahitleri bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Muâz b. Cebel’e şöyle buyurmuştur: “Sana bütün işin başını ve onu ayakta tutan direğini, zirve noktasını söyleyeyim mi? Ben, söyle ey Allah’ın Resulü dedim. Şöyle buyurdu: “İşin başı İslâm, onu ayakta tutan direği namaz, zirve noktası ise Allâh için çabalamaktır.”12

Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer, “Namaz dinin direğidir” mealindeki hadîs-i şerîf için “Ravileri sika/güvenilir.”13demekte, İmam Beyhakî de Şuabu’l-Îman’ında bu hadîs-i şerîfi şu şekilde aktarmaktadır: Hz. Ömer’in (ra) rivayetine göre bir adam gelerek; Ey Allah’ın Resulü! İslâm’da Allah’a en sevimli olan şey nedir?’ diye sordu. Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem); ‘Vaktinde kılınan namaz. Namazı terk edenin dini yoktur. Namaz dinin direğidir.’ buyurdu.14

ALLÂH’A (CELLE CELÂLUHU) EN YAKIN OLUNAN ÂN: SECDE
Secde, namazda alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayak parmak uçlarını da kıbleye bakacak şekilde yere koyarak Allah’ı (celle celâluhu) gönülden ve ürpererek anma ve namaza ait temel bir rükündür. Abdullah b. Abbas (ra) rivayetine göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Yedi kemik (bir rivayette yedi uzuv) üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret etti- (Böylece burun-alın bir sayıldı), iki el, iki diz ve iki ayağın parmak uçlarıdır.”15

Secde kelimesi türevleri ile birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de 92 yerde geçmektedir. Secde, namazın en önemli hareketi, ibadet ve kulluğun özü ve esasıdır. Kul, secde ile taatullah, haşyetullah, marifetullah ve muhabbetullahın en yüksek mertebelerine ulaşma imkânı bulur. “Secde et ve (Rabb’ine) yaklaş!” (Alak, 96/19) ki aynı zamanda secde âyetidir, kulun Allâh’a en yakın olacağı ânın secde anı olduğunu haber vermektedir. Ebu Hüreyre (ra)’den rivayete göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kulun, Allah’a en yakın olduğu zaman secdede olduğu ândır. Bu sebeple secdelerde çok dua edin.”16

MANEVİ KİRLERİ TEMİZLEMESİ
Namaz sürekli bir temizlenme ve arınma ameliyesidir. İnsanın gün içerisinde el ve yüzünü defalarca yıkama lüzumu hissetmesi gibi, insanın batınî lâtifeleri de gün içerisinde beş vakit namaz ile bir arınma ve temizlenme ihtiyacı içerisindedir ve bunu sağlayacak olan tek husus, Allâh rızası gözetilerek kılınacak vakit namazlarıdır.

Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle söylediğini işittim: “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?” “Bu hâl, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!” dediler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.” Buyurdu.17

KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYMASI
Kur’ân-ı Kerîm’de namaz ile ilgili âyet-i kerîmelerden, namaz kılan kimsede zihnî, ruhî ve kalbî oldukça önemli değişim ve dönüşümlerin gerçekleştiğini, bunun yüksek ahlâk olarak davranışlara yansıdığını, iman-ibadet-yüksek ahlâk vetiresinde namazın büyük ehemmiyeti olduğu anlaşılmaktadır. “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11/87) mealindeki âyet-i kerime, bir yönü itibarı ile namaz ve insanın fiilleri arasındaki uyum ve irtibatı söz konusu etmektedir. Bu irtibatı gösteren diğer bir âyet-i kerime ise mealen şu şekildedir: “(Resulüm!) Sana vahiy edilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût, 29/45)

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); “Her kimin kıldığı namaz kendisini hayâsızlıktan ve münkerden alıkoymuyor ise onun namazı yoktur.”18 buyurmaktadır. Ümmü Seleme’den (r.anhâ) rivayete göre, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Namaza dikkat edin, namaza!” buyurmuştur19.

TERKİNDEKİ TEHLİKE
Kur’ân-ı Kerîm’de namazın terki veya önemsenmemesi ile alâkalı olarak mealen şöyle buyrulur: “Namazlarından gaflete düşen (kıldıkları namazın değerini bilmeyen, namazlarının vaktini önemseyerek terk eden ya da vaktinde kılmayan) musallîlere veyl olsun!” (Mâun, 107/4-5)

“Veyl” kelimesini İbn Abbas (ra) azap, Osman b. Affân (ra) Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ile Cehennem’de bir dağ20, Ebu Said el-Hudrî (ra) yine Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ile Cehennem’de bir kişinin ancak kırk yıl aşağıya düşerek varabileceği bir çukur21 olarak tanımlamıştır.

“Sakar” adlı Cehennem’e girişin gerekçesi sorulduğunda, orada bulunanların ilk söyledikleri sebep, namaz kılmayışları olmaktadır. “Her bir kişi kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. Ashabu’l-yemîn müstesnâ, onlar Cennetlerdedirler. Suçlulara sorarlar: ‘Sizi Sakar’a (Cehenneme) ne sürükledi?’ Derler ki: ‘Biz namaz kılanlardan değildik, yoksullara yedirmezdik, (günaha, yanlışlıklara) dalanlarla birlikte dalardık. Din gününü de yalanlardık. Nihayet ölüm gelip bize çattı.’ Artık şefaat edebileceklerin şefaati de onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 74/38-48)

Namazı terk edenlerle ilgili bir diğer âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk mealen şöyle buyurur: “Bunlardan sonra ise namazı zayi eden, arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar Ğayy (Cehennem) ile karşılaşacaklardır.” (Meryem, 19/59) Bu âyet-i kerimeyi tefsir eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebu Umame el-Bâhilî’nin (ra) rivayeti ile şunları aktarmaktadır:

“Eğer bir kaya parçası Cehennem’in kenarından aşağıya atılacak olursa, yetmiş yıl düşse bile Ğayy ve Âsâm’a ulaşmadıkça Cehennem’in en derin noktasına ulaşmış olmaz.” “Ğayy ve Âsâm nedir?” diye sorulunca da şöyle buyurdular: “Bunlar Cehennem’in dip tarafındaki iki kuyudur. Cehennemliklerin irinleri buralardan akar. Allah Teâlâ’nın: “Namazı terk eden, arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar Ğay ile karşılaşacaklar.” (Meryem, 19/59) âyet-i kerîmesi ile “Kim bunları işlerse Âsâm ile karşılaşır.” (Furkan, 25/68) buyruklarında söz konusu ettiği kimseler bunlardır.”22

Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) namazdan bahsetti. Buyurdu ki: “Her kim şu beş vakit namazı eksiksiz kılarsa, namazı kıyamet gününde ona bir aydınlık, hakkında delil ve kurtuluş olur. Her kim de bu beş vakit namazı gereği gibi kılmazsa ne nur, ne delil ne de kurtuluş olur. Kıyamet gününde de Karun, Firavun, Haman ve Ubeyy ibn-i Halef ile birliktedir.”24

Hz. Ebu’d-Derda’nın (ra) rivayetine göre Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: “Parça parça kesilsen de, yakılsan da Allah’a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse, Allah’ın koruması ondan uzaklaşmıştır.”25

SONUÇ
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kişinin namazı terk ile küfre düşeceğini haber vermiş,26 namazın terk edilmesinin şirk olduğunu belirtmiş,27 “Namazı olmayanın (kâmil mânâda) dini yok demektir. Namazın dindeki yeri, başın bedendeki yeri gibidir,28 diyerek namazın mümin için dindeki merkezî konumuna dikkat çekmiştir. Maddî ve mânevî hastalıkların temelinde namazsızlık vardır. Çünkü namaz bir nur, bir aydınlık sağanağıdır.29 Kulun Allâh (celle celâluhu) ile doğrudan irtibatını sağlayan kopmaz bir bağdır.

Huşu ile Allâh’a (celle celâluhu) yönelenler için namaz; huzur ve itminanın tükenmeyen kaynağı, bilhassa iftitah, kıyam, kıraat, rükû ve secde rükünleri ile biiznillah mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve sâfiyye mertebelerine yükselebilme platformu, rüyetullah saadetine (Mutaffifîn, 83/23, 35; Kıyâmet, 75/23) mazhariyetin üssü ve likâullaha (Enâm, 6/154; Rad, 13/2) yüksek seviyede inanabilmenin de kilididir. Ancak diğer taraftan namaz, Allah’a (celle celâluhu) mülâkî olacaklarını kabul etmeyenler (Enâm, 6/31; Yunus, 10/45; Secde, 32/10) içinse zor ve ağır bir ibadettir (Bakara, 2/45).

Hz. İbrâhim’in (as) şu güzel duası hitâm-ı misk nevinden olsun: “Ya Rabb! Beni de, neslimi de namazı devamlı ve dosdoğru kılan kullarından eyle! Duamı, lütfen kabul buyur Ya Rabb!” (İbrahim, 14/40)

Yeni Ümit Dergisi, 110. sayı, Yard. Doç. Musa Kazım Gülçür

DİPNOTLAR
1. M.F. Abdülbaki, Mucem, “slv” md.

2. Buhari, iman 1; Müslim, iman 22; Nesai, iman 13; Tirmizi, iman 3.

3. Müslim, zekât 53.

4. Nesâî, mevâkît 10.

5. Buhari, ilm 6; Müslim, iman 10; Tirmizi, zekât 2; Nesâî, siyam 1.

6. Buhari, ezan, 18; Müslim, mesâcid, 293; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/436; Dârimî, salât 42.

7. Müslim, mesacid 176, 177; Tirmizi, salat 115; Nesâî, mevâkît 12.

8. Ebu Davud, salat 9; Tirmizi, salat 127; Müslim, iman 137; Buhari, mevâkît 5.

9. Tirmizi, salat 127.

10. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 4/300 (2550).

11. Tirmizî, mevâkît 188. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, salât 149; Nesâî, salât 9; İbni Mâce, ikâmetu’s-salâh 202; Tirmizi, salât, 306; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 1/291-292.

12. Tirmizî, iman 8.

13. İbn Hacer, Et-Telhîsu’l-Habîr fî Tahrîci Ehâdîsi’r-Râfi’i’l-Kebîr, 1/308, Müessesetü Kurtuba-1995.

14. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 4/300 (2550) Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2003.

15. Buharî, ezan, 133, 134, 137, 138; Müslim, salât 227-231; Ebu Dâvud, salât 150-151; Nesâî, iftitâh 40; İbn Mâce, ikâmetu’s-salâh 19; Müsned, 1/285, 286.

16. Müslim, salât 15; Nesâî, mevâkît 35; Tirmizi, deavât 118; Müsned, 2/121.

17. Buhâri, mevâkît 6; Müslim, mesâcid 282; Tirmizî, emsâl 5; Nesâî, salât 7; Muvatta, sefer 91.

18. Münavî, Feyzü’l-Kadir, VI/221; Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, VI/465; Deylemî, Firdevs, III/622.

19. Müsned, 1/290.

20. Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 3/163-164, Kahire-2001.

21. İbn-i Hibban, Sahih (İbn Belban tertibi), 16/508 (7467).

22. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 8/206, (7731), Mektebetü İbn Teymiyye, Kahire, trsz.

23. Heysemi de Mecmau’z-Zevâid’inde bu hadîs-i şerîfi nakletmekte ve şöyle demektedir: “Hadisin senedinde zayıf raviler vardır. İbn Hibban, bu ravilerin sika olduklarını ancak hata da yapabildiklerini söylemektedir.” (Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 10/713 (18591), Dâru’l-Fikr, Beyrut-1994).

24. Müsned, 2/169, Darimi, 2/301, İbn-i Hibban, Sahih (İbn Belban tertibi), 4/329 (1467); Beyhakî, Şuabu’l-Îman, 3/312.

25. Müsned, 5/238.

26. Müslim, îmân 134; Ebû Davud, sünnet 15; Tirmizî, iman 9; İbn Mace, ikâmetu’s-salâh 17; İbn-i Hibban, Sahih (İbn Belban tertibi), 4/305 (1454).

27. İbn Mâce, ikâmetu’s-salâh 77.

28. Taberanî, el-Mu’cemüs-Sağîr, 1/113; Suyûtî, el-Câmius-Sağîr, 2/387.

29. Müslim, taharet 1.

DEVAMINI OKU
FLÖRT MÜ, NİŞANLILIK MI? EVLİLİK ÖNCESİ SÜREÇ

Ta baştan sağlam esaslar üzerine kurulmuş ve maddî-mânevî saadetin dalgalanıp durduğu bir yuva, milletçe var olmanın en sağlam bir temel taşı ve faziletli fertler yetiştirmenin de mübarek bir mektebidir.

Evlilik, yüksek hedefleri olan ve ebediyete uzanan bir beraberlik olduğu için, ciddiyet ve dikkat ister. Şüphesiz başta gösterilecek dikkat, daha sonra ortaya çıkması muhtemel birçok problemin önüne geçecektir. Hem dinimiz, hem de onun gölgesinde gelişip şekillenen geleneklerimiz bu konuda bize yardımcı olacak ve bir kısmı dinen bağlayıcı olan hüküm ve uygulamalar taşımaktadır. Konu iki temel safhada ele alınabilir: Eş seçimi ve adayların birbirini tanımaları…

Burada daha çok adayların birbirlerini tanıma konusu üzerinde duracağız. Zîrâ bu konuda başta evlenecek gençler olmak üzere, mütedeyyin aileler dâhil, birçok kişide ciddi kafa karışıklığı bulunmaktadır. Modern hayat, evlenecek kişilerin birbirlerini yeterince tanımaları için flörtün dışında bir yolun olmadığını söylemekte ve maalesef toplumda bu yolun kaçınılmaz olduğu düşüncesini hâkim kılmaya çalışmaktadır. Oysa modernleşmenin ve ona bağlı gelişen dünyevîleşmenin, önümüze koyduğu hattâ dayattığı her uygulama olduğu gibi kabul edilecek olursa, hem din, hem de insanlık ciddi yaralar alacaktır. Flört yerine, dinimiz ve geleneklerimizin şekillendirdiği eş seçimi ve onun devamı olan nişanlılığın, evlenecek adayların birbirlerini tanıma metodu olarak öne çıkarılmasının isabetliliği, ahlâkîliği, yeterliliği ve önemi üzerinde durmaya çalışacağız. Kefaet yani denklik prensibinin eşlerin huzurlu bir yuva kurmalarındaki önemini de vurgulamak gerekir.

EŞ SEÇİMİ
Aile kurmada en önemli ve ilk adım şüphesiz eş seçimidir. Eş seçiminde geleneksel olarak uygulanmaya devam edilen adayların rızasına dayalı bir nevi görücü usulünün İslâm’a, örf ve adetlerimize daha uygun bir usul olduğunu da vurgulamak gerekir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi evliliklerinde bu usulü uyguladığı gibi, kızlarını veya ashabını evlendirirken de bu usulü uygulamıştır. Yani akraba veya dostların önerisi ve adayların birbirlerini görüp rıza göstermesi metoduyla evlilikler gerçekleşmiştir. Akraba ve dostların önerisi, adayın dindarlık, karakter, güzellik, aile çevresi ve hattâ maddî durumu gibi konular göz önüne alınarak gerçekleşeceğinden, karar vermede ciddi şekilde yardımcı olacaktır. Geriye adayların, Sünnet’e uyarak birbirlerini görmesi kalmaktadır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tavsiyesi olan bu görmeyi günümüzde, ölçüsü dairesinde görüşme şeklinde yorumlamanın hadîs-i şerîfin ruhuna aykırı olmadığı kanaatindeyiz.

Sahabeden evlenmek isteyen Muğire b. Şu’be’ye, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Evleneceğin kişiye bak/gör, Zîrâ bakmak/görmek aranızdaki bağlılığı arttırır.” buyurmuştur.1 Başka bir hadîs-i şerîfte şu ifadeler bulunuyor: “Allah bir şahsın kalbine bir kadına evlilik teklif etme düşüncesini koymuşsa, ona bakmasında bir sakınca yoktur.”2 Evliliğin geleceği, eşler arasındaki sevgi ve bağlılık için adaylar birbirlerini görmeli ve ölçüsü dairesinde bir iki defa görüşmelidirler. Ancak bu görüşmelerin bir-iki defayı aşmaması, ardından hemen akrabaların devreye girmesi ve asla flörte dönüşmemesi gerektiğini belirtmek gerekir. Bu tavsiye ve görüşmelerden sonra karar müspet olursa artık nişanlılık safhası başlar.

NİŞAN
Evlilikte nişanlılık safhası hem dine hem de geleneklere dayanmaktadır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Aişe Validemiz’le nişanlılığı bu uygulamanın aynı zamanda bir Sünnet olduğunu da göstermektedir.

Nişandan önce yapılan sözlülük de, her ne kadar dinî literatürde pek yer almıyorsa da, artık ülkemizde yaygınlık kazanan bir uygulamadır. Aslında bu uygulama nişana verilen değer ve merasim zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Önce usulüne göre kız istenir ve fazla zaman geçirmeden nişan merasimi yapılır. Bazı bölgelerde sözlülük pek uygulanmaz, tarafların akrabaları uygun bir şekilde gerekli görüşmeyi yapar, işi belli bir olgunluğa getirirler. Ama asıl ilân ve merasim nişan töreniyle olur. Bazı yerlerde bu törenin neredeyse evlilik kadar abartıldığı da olur. Sözlülük döneminin çok kısa tutulması, istenmeyen bazı nahoş durumların ortaya çıkmasına ve dedikoduların yayılmasına engel olması açısında önemlidir. Sözlülük, tabir yerinde ise kızı (dolayısıyla erkeği) yöresel ifadesiyle kınalamak olduğundan kısa zamanda nişan yapılması gerekir.

Evlilik ciddi bir iş olduğundan, tarafların birbirlerini tanımaları da ciddi olmalıdır. Taraflar ve aileleri birbirlerini en ciddi şekilde sözlülük ve kısa zamanda onu izleyen nişanlılıkla tanıma yoluna gitmeli; onun dışında kalan ve birçok sakıncaları bulunan flört ve benzeri gayr-i ciddi yollara kapı açmamalıdırlar.

FLÖRTE DÖNÜŞEN NİŞANLILIK
Nişanlılık dönemiyle ilgili dikkat çekilmesi gereken bazı hususlar bulunmaktadır. Nişanlılık ne erkek ve kız, ne de diğer akrabalar arasındaki mahremiyeti kaldırmaz. Nikâh kıyılıncaya kadar mahremiyet açısından yabancı sayılırlar. Durum böyle olunca da nişanlıların el ele tutuşup yalnız başlarına gezmeleri, hattâ daha ileri gidip sarılıp öpüşmeleri caiz olmadığı gibi halvet-i sahihaya meydan verecek şekilde kapalı mekânlarda bulunmaları da caiz değildir. Hem nişanlıların hem de ailelerinin mahremiyet kurallarına uymadan görüşmeleri de dinen sakıncalıdır. Mesela kızın annesi ‘damadım diyerek’ erkeğin yanında annesi gibi davranmamalıdır, Zîrâ o dinen daha yabancıdır.

Diğer bir konu da gençlerin günaha girmeden birbiriyle dolaşabilmeleri için dinî nikâh kıyılmasıdır. Nişanlılık dönemi nikâhı denilebilecek bu uygulama neredeyse din kılıfına sokulmuş flört hâline gelmiştir. Yani helâl flört… Hattâ bundan da daha tehlikelidir. Zîrâ nikâhın varlığı gençlerin daha ölçüsüz davranmalarına sebep olmakta ve maalesef geri dönüşü imkânsız mahzurlu neticeler doğurmaktadır. Nikâhın düğünle birlikte hatta resmî nikâhtan sonra kıyılması daha uygundur. Hangi niyetle ve hangi safhada olursa olsun, kıyılan nikâh tarafları karı-koca yapar ve maddî-manevî bütün hak ve sorumlulukları gerçekleştirir. Dolayısıyla nişanlılar ve akrabaları bu dönemde dikkatli olmalı, birbirlerini tanıma konusunu abartmamalı ve bu bahane ile ortaya çıkabilecek nefis ve Şeytan’ın hilelerine dikkat ederek ahlâkî kuralları ihlâl etmemelidirler.

Şimdi de bir nebze flört üzerinde durmak istiyoruz. Maalesef bazı mütedeyyin aileler bile çocuklarının flört yaparak evlenmelerini hoş karşılamakta ve bu uygulama gittikçe yaygınlık kazanmaktadır.

FLÖRT
Flört, evlenme niyetiyle bir kız ve erkeğin hissî münasebetler kurması ve bu münasebeti aşırıya gitmeden uzun süreli bir beraberlik içerisinde sürdürmesi şeklinde tarif edilmektedir. Böyle masumane bir şekilde tarifi yapıldığından, yukarıda dediğimiz gibi, bazı mütedeyyin aileler tarafından bile hoş karşılanmaktadır. Ama maalesef durum böyle değildir. Flörtün hem dinî, hem psikolojik, hem de sosyal birçok zararı bulunmaktadır. Meselâ;

1. Yanlarında mahremleri olmadan, nikâh düşen kız ve erkeğin baş başa kalması caiz olmadığı gibi, yanlarında mahremleri bulunsa bile, el ele tutuşup gezmesi de caiz değildir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Yanında mahremi olmadan bir kadın bir erkekle baş başa kalmasın.”3; “Bir erkekle bir kadın baş başa kalırsa üçüncüleri şeytandır.”4

Evlenme niyetiyle yapılacak görüşme; görme ve usulüne uygun bazı meseleleri konuşmadan ibarettir. Bu ifadeler ışığında meseleye bakıldığında, hem erkek, hem de kız için flörtün dinen sakıncalı, hattâ haram olduğu hemen anlaşılır.

2. Flört eden iki gencin yanında mutlaka Şeytan hazır bulunacaksa, münasebetlerini ölçülü sürdürmeleri kolay değildir. Mânen iki taraf da zararda olmakla beraber, dünyevî açıdan daha çok kız zararlı çıkmaktadır. Psikologlar şu tespitlerde bulunurlar: “Flörtle eş arayan kadın için süre ne kadar uzun olursa, kadının muhatabını o kadar iyi tanıyacağına ve o nispette doğru karar vereceğine inanılır. Zîrâ, kötü niyetliler hâriç, kadının genellikle başlıca gâyesi evliliktir. Ancak flört süresi ne kadar uzarsa, erkek karşı cinsten o kadar sıkılacaktır.

3. Flört yaparak adayların birbirlerini daha iyi tanıyacakları, dolayısıyla daha sağlıklı ve mutlu bir evlilik yapacakları düşüncesi de yanlıştır. Flört ederek evlenen kişilerin çok kısa bir zaman sonra boşandıkları, boşanmasalar bile, mutlu olmadıkları yapılan anketlerle tespit edilmiştir. Bunun böyle olması normaldir, zîrâ haram işleye işleye yapılan yani haram üzerine bina edilen bir evlilikte huzur olmayacağı gibi, gerçek huy ve karakterlerini gizleyerek yapılan flörtle de muhatap tanınamaz. “Bunca beraberliğe rağmen seni tanıyamamışım…!” şeklindeki sözler bunun acı bir itirafıdır. Tanıyamaz çünkü gerçek huylar hiç ortaya çıkmamış ve ‘köprüden geçinceye kadar…’ mantığı uygulanmış; evlenip köprüden geçince her şey ayan beyan olmuş; ama bu sefer de iş işten geçmiştir. Ya boşanma, ya da mutsuz bir hayat…

Bazen de işin tersi cereyan ediyor ve flört döneminde bazı gerçek huylar görmezlikten gelinebiliyor. Özellikle evliliğe kilitlenmiş kadın, flört döneminde, erkeğin şiddete meylini, aldatma riskini, kötü alışkanlıklarını, ailesini aşağılama gibi huy ve davranışlarını onu kaçırmamak için görmezlikten gelir, isabetli değerlendiremez ve daha sonra da pişman olur. Bir bilim adamı flörtle alakalı şu ifadeleri kullanıyor: “Flört ilişkisine deneyim ya da deneyimsizlik açısından yaklaşmak çok sağlıklı değildir. Çünkü flörtte maske vardır. Ergenler ve yetişkinler çoğu zaman beklentiye göre tavır alabilir. Flörtün artık bir yaşam tarzı olarak ifade alanı bulduğu modern batı toplumlarında boşanmaların fazla oluşu ve gittikçe artma eğilimi göstermesi flörtün evlilik için deneyim sağladığı tezini çürüten en önemli pratiklerden biridir. Flört bazılarının iddia ettiği gibi masum bir duygusal deneyim değildir.”5

Ayrıca, bekârken çok kimseyle görüşen, çok kimseyle eğlenen erkek ve kızda, evlendikten sonra da çok kimseyle görüşme arzusu devam eder. Bir kişiye bağlı kalmak, zamanla onu sıkmaya başlar ve değişiklik arayışına girer. Bu da evliliği dinamitler…

Evliliğin ciddiyetine ve tabiatına bakıldığında nişanlılığın flörte göre çok daha üstün ve sakıncasız olduğu görülmektedir. Zîrâ nişanlılık,

-meşrudur, hattâ Sünnet’tir, -ciddidir, -ölçülüdür, -akrabaların ve çevrenin gözü önünde cereyan etmektedir, -sadece evlenecekler değil, bütün akrabalar birbirlerini yakından tanıma fırsatı bulmaktadır, -bu safhada nikâh kıyılmasa iki taraf açısından da riskleri azdır, -taraflar mahremleriyle beraber daha rahat görüşürler, -taraflar ciddi bir evlilik niyetiyle nişan yaptıklarından gerçek duygu ve huylarını daha rahat ortaya koyarlar, -her gün duyduğumuz kız yüzünden kavgalar, cinayetler ve intiharlar olmamaktadır, -işin ciddiyeti ve akrabaların da işin içinde olması kötü niyetlerin önüne geçmektedir, -sosyal, psikolojik ve dinî netice ve mükellefiyetleri olan bir süreç olduğundan, gönül eğlendirmeye kapalıdır, vs.

Nişanlılık sadece tarafların birbirlerini deneme dönemi değil, evliliğin başlangıcı olmakla birlikte bu dönemdeki detaylı tanışmalar neticesi gerekirse geri dönmeye de müsait bir süreçtir. Tarafların birbirlerine kapalı kalan, ama kabullenilmesi zor olan bazı gizli durum, huy ve alışkanlıkları da bu dönemde ortaya çıkacağından, usulüne uygun yapılıp devam ettirilen bir nişanlılık döneminden geri dönülebilir. Şayet nişanlılık dönemi normal ölçülerle devam etmişse, taraflar fazla yara almadan ayrılmış olacaklardır. Ama nikâh kıymak ve evli gibi davranmak şeklindeki yanlış uygulamalar yapılmışsa, taraflar psikolojik, sosyal ve ekonomik açıdan yara alacaklardır. Kısacası nişanlılık hem geniş dairede tanıma, hem de evliliğe hazırlık dönemidir.

Nişanlılığın psikolojik, sosyolojik, örf ve adet, ahlâkî, dinî ve hukukî boyutları iç içedir. Elbette, aynı zamanda sosyal bir müessese de olan nişanlanmayla ilgili gelenek ve göreneklerden hangilerinin fıkıh kapsamına girdiği ve İslâm’a aykırı olup olmadığı iyi analiz edilmelidir.6

NETİCE
Günümüzde, mütedeyyin olanlar dâhil birçok aile, çocuklarının kendi başlarına tanışıp flört ettikleri kişilerle evlenmelerinin gelecekteki aile hayatları adına daha sağlıklı olacağını düşünmekte ve sosyal, psikolojik ve dinî mahzurlarına rağmen flörte göz yummaktadır. Oysa hem bu tür münasebetlere uzun yıllardır göz yuman Batı ülkelerindeki ailenin durumu, hem yapılan istatistikler, hem de din, örf ve adetlerimiz flörtün evlenmede uygun bir metot olmadığını ortaya koymaktadır. Bunun yerine sözlülük ve nişanlılık din, örf ve geleneklerimize daha uygun ve yukarıda belirtildiği gibi daha ciddi, seviyeli, suiistimale kapalı ve sorumluluk yükleyici olduğu için tercih edilmeli ve aile kurumu daha bu ilk adımda sağlam temellere oturtulmalıdır.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi Prof. Dr. Abdulhakim Yüce

DİPNOTLAR
1. Tirmizî, Nikâh, 5.
2. İbn Mace, Nikâh, 9.
3. Buharî, Nikâh, 111.
4. Müsned, 1/176.
5. Maruf BEÇENE http://www.aktuelpsikoloji.com/haber.php?haber_id=6680
6. Sosyal ve fıkhî açıdan konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Ahmet Güneş, Dinimizde ve Örfümüzde Nişanlanma, Yeni Ümit Dergisi, 2009, s.83, yıl: 22, ss. 34-40.
DEVAMINI OKU
KUŞLUK (DUHA) NAMAZI

Diğer adı, Duha namazıdır. Peygamberimiz’in kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığına ve ashabına bu vakitte namaz kılmayı tavsiye ettiğine dair çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Peygamberimiz’in kuşluk vaktinde 12 rekât namaz kılan kişi için Allah’ın cennette bir köşk bina edeceğini müjdelediği nakledilmektedir. (Tirmizi, Vitr, 15)

Kuşluk namazı kılmak müstehap olup, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani güneşin doğması üzerinden takriben 45-50 dakika geçmesinden zeval vaktine kadar olan süre içerisinde iki veya dört veya sekiz veya on iki rekât kılınabilirse de, en faziletlisi sekiz rekât kılmaktır.

DEVAMINI OKU
ENFLASYON ORANINDA ÖDEME

Alışverişlerde ve borç alıp vermelerde gündeme gelen önemli konulardan biri de enflasyon farkıdır. Bir alışveriş yapıldıktan veya bir borç verme işlemi gerçekleştikten sonra, ödeme gününe kadar paranın değerinin düşmesi ya da çıkması durumunda alacaklının veya borçlunun zarara uğrama ihtimali vardır. Bu zararın miktarını önceden belirlemek ya da tahmin etmek, özellikle dalgalı seyreden ekonomilerde mümkün değildir. Bu noktadan hareketle borçlanmalarda meydana gelen ve gelmesi muhtemel olan bu zarar telafi edilmeli midir, telafi edilecekse bunun şekli ve metodu ne olmalıdır şeklinde sorular akla gelmektedir.

Öncelikle genel kuralı hatırlatalım: Bir borç, baştan belirlenen miktar ne kadarsa o kadar ödenir. Bir insan yaptığı alışverişten doğan on ay vadeli 1000 liralık borcunu, vadesi geldiğinde 1000 lira ödemelidir. Bir yıl sonra ödemek şartıyla 1000 lira borç alan bir kimse, vadesi geldiğinde borcunu 1000 lira olarak vermelidir. Aynı şekilde 1000 lira borç alan bir kimse, ödeyeceği zaman onu 1000 lira olarak ödemelidir.

Kural böyle olmakla beraber, enflasyonun yüksek ve dalgalı olduğu ülkelerde ödeme dönemindeki ödenen miktarın nominal (üzerinde yazılı) değeri değişmese de reel değeri ve alım gücü mutlaka değişir. Enflasyon düştüğünde paranın değeri yükselir, enflasyon yükseldiğinde ise paranın değeri düşer. Enflasyonun sebebi ister piyasadaki paranın miktarı ister o paranın devir hızı isterse faiz oranının artması gibi başka bir şey olsun, neticede o, paranın değerine olumsuz manada tesir etmektedir. Mesela enflasyon oranının yüzde yirmi olduğu bir ülkede, bir yıl önce borç alınan 1000 liranın gerçek değeri (alım gücü), bir yıl sonra ödeneceği zaman 1200 liranın alım gücüne eşdeğerde olur. Bu durumda borçlu borcunu 1000 lira olarak ödese, alacaklıyı 200 lira zarara uğratır. Paranın değer kazandığı durumlarda ise bunun tersi yaşanır ve bu defa da borçlu zarara uğrar.

Bu problemi ele alan fıkıh âlimlerimiz konuyla alakalı bazı içtihatlarda bulunmuşlardır. Bu içtihatların çoğunluğu, borcun yazılı olarak belirlenmiş olan nominal değerle ödenmesi yönündedir. Yani bir kimse 1000 lira borç almışsa veya yaptığı alışverişte 1000 lira borçlanmışsa o kimse borcunu ne zaman öderse ödesin 1000 lira öder.[1]
Bu genel görüşün aksine Hanefilerden İmam Ebu Yusuf, Abbasiler zamanında baş kadılık görevinde bulunmuş , bu münasebetle pek çok problemle karşı karşıya kaldığından dolayı farklı bir içtihatta bulunmuştur. Ona göre borcun, borçlanmanın gerçekleştiği tarihteki değerine göre ödeme yapılmalıdır.[2] Yukarıdaki misal üzerinden devam edecek olursak, yüzde yirmi enflasyonun olduğu bir ülkede, bir yıl önce 1000 lira borç alan kişi, bir yıl sonra bunu 1200 lira olarak ödemelidir. Çünkü bir yıl önceki 1000 liranın alım gücü, yani değeri, bir yıl sonra 1200 liraya karşılık gelir. Burada miktarlar eşit olmasa ve şeklen bir faiz oluşsa da paranın değeri açısından bakıldığında eşit değerde ödeme yapılmış olur.

Alınan borcun aynı miktarda geri ödenmesi gerektiğini belirten ve çoğunluğu oluşturan âlimlerin az önceki görüşleri ele alınırken o âlimlerin yaşadığı zamanın şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Zira o dönemde tedavülde olan altın ve gümüş paraların değeri çok fazla değişmiyordu. Değişse de bu, itibara alınacak bir miktara ulaşmıyordu. Sonradan yapılmaya başlayan bakır, demir ve diğer madenlerin karışımından oluşan paralar (fülüs) genelde küçük işlemlerde kullanılıyordu. Bunların meydana getirdiği değişiklikler ise yine dişe dokunur miktarda değildi. Fakat daha sonra fülüs ve kağıt paralar tedavüle girip altın ve gümüşü temsilen piyasada yer almaya başlayınca, bunlardaki değer değişimi ulemayı meşgul etmeye başladı.[3]

İmam Ebu Yusuf’un az önceki içtihadında da diğer âlimlerde olduğu gibi o zamanda yaşanan örfün ve şartların büyük tesiri vardır. Zira onun döneminde, altın ve gümüşle beraber madenlerden yapılmış fülüs adı verilen paralar kullanılıyordu. Hem taşıma hem de güvenlik açısından fülüslerin avantajı daha büyüktü. Ancak fülüslerin değerinde meydana gelen değişmeler İmam Ebu Yusuf’u düşündürmüş ve neticede onu söz konusu içtihada sevk etmiştir. Onun bu içtihadına göre fülüslerle yapılan borçlanmalar, dirheme endeksli yapılacak, ödeme gününde dirhemin değerine eşit miktarda fülüs ödenecekti. Bu içtihad daha sonra Hanefî mezhebinin genel görüşü olarak kabul edilmiştir.[4]

Burada dikkatimizi çeken husus, İmam Ebu Yusuf’un fülüsü dirheme (gümüşe) endekslemesidir. – Gümüşe endeksleme, gümüşün bugünkü düşük değerine bakarak yadırganmamalıdır. Zira o dönemde gümüşün piyasadaki gücü de altın gibiydi. Dolayısıyla gümüş yerine altın da olabilirdi.- Çünkü altın ve gümüş zatî değeri olan paralardır. Eski çağlardan beri para ve ticaret işlerinin dayandığı en temel değerler altın ve gümüş olmuştur. Bu ikisi, yaratılıştan değerlidir ve İslam Hukuku’nda da hılkî (yaratılıştan) para olarak kabul edilmiştir. Diğer bir ifadeyle altın ve gümüş, hem mal olarak hem de para olarak kullanılabilmektedir.

Fülüs, banknot, kâğıt para gibi sonradan tedavüle sokulan paralar ise maddi değeri olmayan, mal olarak kullanılamayan, altın ve gümüşün değerini temsil eden itibarî paralardır. Yani bunların değeri, üzerlerinde yazılan miktara dayalı olarak tamamen itibari bir değerdir. Kendisinden yapıldıkları demirin, bakırın, kâğıdın değeri ya yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla İmam Ebu Yusuf, itibarî değere sahip olan paranın yapısından kaynaklanan değer kaybını, zatî değeri olan altın ve gümüşe endeksleyerek gidermiş olmaktadır. Böylece borçlu da alacaklı da mağduriyet yaşamamış olur. Zaten fülüs cinsinden olan paralar revaçta oldukları müddetçe her bakımdan altın ve gümüş gibi kabul edilmişlerdir. Zira onları temsilen piyasada bulunmaktadırlar.[5]

Bu değerlendirmelerin ışığında, günümüzde bu konuda yaşanan problemlerin çözümü için denebilir ki, yapılan borçlanmalar zatî değeri olan altın gibi bir şeye endekslenerek yapılmalıdır. Böylece şeklen de olsa bir faiz şüphesinden ve iki taraftan birinin zarara uğrama ihtimalinden kurtulmuş olunur. Burada şöyle bir itiraz akla gelebilir: Altında bugün ciddi anlamda dalgalanmalar olabiliyor. Çok yükseldiği takdirde borç alan kişi mağdur olmaz mı? Bu şekilde borçlanmanın diğer bir faydası da borç verme gibi sevabı yüksek bir hasletin toplum içinde yayılmasına vesile olmasıdır. Çünkü zarara uğrayacağını düşünen hiç kimse başkasına borç vermek istemez. Bu da Müslümanlar arasındaki borç vererek muhtaçların yardımına koşma ahlakını ciddi manada tahrip eder.

Günümüzde borçlanmalar zatî değerinin olması yönüyle altına endekslenerek yapılabilir. Altın yerine gümüş de olabilirdi. Fakat bugünkü piyasalarda gümüş, altın kadar belirleyici bir değere sahip olmadığından dolayı bu mümkün görünmemektedir. Borçlanmaları altına endekslemedeki maslahattan yola çıkarak günümüzün piyasa belirleyici ölçülerinden olan Dolar ve Euro’ya endeksleyerek de borç ilişkisine girilebilir. Zira bunlar bütün dünyanın kabul ettiği maddî değer ölçüleridir.

Eğer başlangıçta buna dikkat edilmeyerek para üzerinden bir borçlanma gerçekleşmişse, bu durumda da şunlar söylenebilir. Eğer borçlanılan para miktarı yüksek değilse ve borç ilişkisinin üzerinden paranın değerini ciddi ölçüde etkileyecek kadar bir süre geçmemişse, şüpheden uzak durma adına herhangi bir arttırma, eksiltme veya endekslemeye gitmeyerek doğrudan alınan miktar üzerinden bir ödeme yapılabilir. Mesela bugünün şartlarına göre borç olarak verilen 1000 liralık bir borcun, üç beş ay sonra geri alınırken yine aynı miktarda alınması, insaniyet açısından daha uygun olur.

Fakat yüksek miktarda bir borç ilişkisi söz konusuysa ve paranın üzerinden de onun alım gücüne ciddi etki edecek ölçüde uzun bir süre geçmişse, bu durumda alınan paranın olduğu gibi geri ödenmesi alacaklıyı ciddi zarara uğratır. Bu sebepledir ki söz konusu paranın verildiği günkü değerinin hesaplanarak, ona göre bir ödeme yapılması adalet ve hakka uygun bir davranış olur. Tam olarak bunun tespiti zor olsa da, altın fiyatı ve temel kuru gıda fiyatları gibi bir kısım ölçülerden yola çıkılarak böyle bir hesaplama yapılabilir. Her ne kadar böyle bir işlem fakihler arasında ihtilaflı olduğundan bir kısım şüpheler içerse de, enflasyon oranının yüksek olduğu ülkelerde meydana gelen borçlanmaların hak ve adalete uygun bir şekilde ödenmesi adına böyle bir yol takip edilmesinde ihtiyaç ve zaruret bulunmaktadır.

[1] Hıraşî, Şerhu Muhtasar-ı Halîl, 5/55; Remlî, Nihayetü’l-muhtâc, 4/228; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/244; Ayrıca bkz: Beşir Gözübenli, Günümüz Faiz ve Finansman Problemleri, s. 148-153.

[2] İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 4/534.

[3] Nihat Dalgın, Gündemdeki Tartışmalı Konular -2, s. 417.

[4] İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, 4/534.

[5] Beşir Gözübenli, Günümüz Faiz ve Finansman Problemleri, s. 136.

DEVAMINI OKU
AŞÛRE GÜNÜ ÜZERİNE

Aşûre günü, kamerî ayların birincisi olan Muharrem ayının 10. günüdür. Bugünle alakalı üzerinde durulan iki önemli husus vardır: 1. Hazreti Musa ve Yahudilerin Firavun’un zulmünden bugün kurtulması. 2. Hazreti Nuh aleyhisselam’ın gemisinin Cudi dağının başına oturması ve o günden bu yana bütün sami dinlerinde oruç tutulması.

Hatta müşriklerin de Hazreti İbrahim’den bu yana bu orucu tuttuğu, dolayısıyla peygamberimizin de bu oruca iştirak ettiği, bir ara bıraksa da Medine’ye geldiğinde tekrar tutmaya başladığı rivayet edilir. Arapların bugün yaptığı işlerden biri de Kabe’nin örtüsünün değiştirilmesidir.[1]

Aşûre gününün orucu hakkında İbni Abbas (r.a.) bize şu malumatı aktarır: “Rasulullah aleyhissalatu vesselâm Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve: “Bu oruç nedir?” diye sordu. Kendisine şöyle cevap verildi: “Bu gün iyi bir gündür. Allah Teâlâ bu günde Musa (a.s.) ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa (a.s.) bu günde oruç tutmuştur.” Peygamber Efendimiz de aleyhissalatu vesselâm: “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” buyurdu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.” [2]

Bu durum Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar devam etti. Daha sonra ise Rasulü Ekrem aleyhissalatu vesselâm Aşure orucu mevzuunda insanları muhayyer (serbest) bıraktı. Şu hadis-i şerif bu muhayyerliği ifade eder: “Bu gün Aşure günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın.” [3]

Evet, aşure günü oruç tutmak ve o gün Hazreti Musa aleyhisselam ve ümmeti, firavunun zulmünden kurtulduğu için oruç tutarak Allah’a şükretmek, Peygamberimiz tarafından tavsiye edilen nafile ibadetlerdendir. Şu kadar var ki, sadece aşure gününü oruçlu geçirmek mekruh görülmüş, önceki veya sonraki günle beraber tutulması tavsiye edilmiştir. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Aşure orucunu tutun; ancak bir gün önce veya bir gün de sonra tutarak Yahudilere muhalefet edin.”[4] Burada, her ne kadar Yahudilerin tutmuş olduğu bir oruç devam ettirilse de, bize ait bir renkle bir üslupla devam ettirilmesi gayreti görülmektedir Efendimiz’de. İbni Abidin, bizden önceki ümmetlere ait hükümlerden bizim için de geçerli olanlara örnek verirken kısasla beraber, aşure orucunu da zikreder. [5]  Bu oruç kitaplarımızda bazen sünnet, bazen müstehap bazen de nafile olarak zikredilir. Her üçü de doğru olmakla beraber aşure orucu, sünnetin nafile kısmındandır. Sahabe efendilerimiz, aşure orucuna çok ehemmiyet verirler, çocuklarına da tuttururlardı. Hatta çocukları acıktığında onları oyuncaklarla oyalamaya çalışırlardı.[6]

Bugün Yapılabilecek Diğer Ameller

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, İbn-i Mesud’dan rivayet edilen bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Kim ailesine Aşure günü geniş (cömert) davranırsa Allah da ona senenin geri kalan günlerinde lütuf ve ihsanlarını yağdırır.” [7] Sahabe’den Cabir (r.a.) diyor ki: “Ben bunu kırk yıl denedim, hiç aksamadı.” Tabiînin büyüklerinden Süfyan Sevrî de der ki: “Biz bunu denedik ve öyle olduğunu gördük.” Bu konuda pek çok hadis rivayeti mevcuttur. Bazıları zayıf olsa da sahih olanları da vardır ve İbn-i Abidin, çok yoldan rivayet edilmesinden dolayı, bunların hepsinin “hasen hadis” derecesine çıktığını söyler.[8]

Ayrıca Peygamber Efendimiz aleyhi ekmelüt tehayâ, aşure günü göze sürme çekmeyi tavsiye buyurmuş ve faydasını da şu şekilde beyan etmiştir: “Kim aşure günü sürme sürünürse, ebediyyen göz ağrısı çekmez.”[9] Bazı fıkıh kitaplarımız, bu mevzunun Peygamberimiz tarafından teşvik olarak beyan edildiğini belirtmişlerdir.[10]

Bugünde pişirilen aşure tatlısı tahminimizce, Peygamberimizin bugün “aileye karşı cömertçe davranmamızı” teşvik etmesini yorumlayan geçmiş büyüklerimizin, atalarımızın bir uygulamasıdır ve güzeldir de. Aşure tatlısı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi. Helvacıların nezaretindeki aşçılar ve kiler ağaları tarafından hazırlanan aşure, muharremin onundan itibaren “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılırdı. Anadolu’da zengin aileler ve esnaf teşkilatları tarafından pişirilen aşure, sebilciler, duagûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi.

Evet, bizde de bu vesileyle, aile içinde bir bayram havası tüter, çocuklar kendilerine değer verilmesinin hazzını duyar, güzel duygularla dolu bir gün geçirilir. Belki de gelecekte yaşanacak güzellikler için bugün bir başlangıç olur. Bugün akraba ve komşulara ikramda bulunulur, böylece hal hatır sormak için güzel bir vesile elde edilmiş olunur. Bu zamana kadar yaşanan tecrübelerden hareketle söyleyecek olursak, aşure tatlısı akrabaların kaynaşmasına, uzak yakın komşuların birbirlerini hatırlamasına, güzel tanışmalara ve yumuşamalara vesile olmuştur. Hatta, yurt dışında yaşayan gönül erleri, aşure aşı vesilesiyle pek çok gönle girmesini bilmişlerdir.

Bugünün Duası

Bir kere daha aşure gününün, milletçe ve insanlık olarak güzel günlerin yaşanmasına vesile olması dileğiyle, makalemizi Kulubu’d Daria’da geçen aşure duasıyla bitirelim. Gümüşhanevi hazretleri’nin derlemiş olduğu Mecmuatü’l Ahzab’ta, İbni Arabi cildinin 600. sayfasında, bu eserin muhtasarı olan Kulubu’d- Daria’nın da 737. sayfasında geçen duanın meali şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim. Allahım, Sen, Ebedî’sin, Kadîm’sin, Evvel’sin. Sonsuz keremin ve fazlın hürmetine, önümüzdeki yeni yıl içinde bizi, şeytandan, onun avenelerinden ve dostlarından korumanı isterim. Sürekli kötülüğü emreden, fenalık isteyen nefsime karşı yine Sen’den yardım dilerim. Beni Sana yaklaştıracak amellerle benim her türlü derdime deva bahşetmeni ümid ederim. Ey Celal ve İkram Sahibi, Ey Merhametlilerin en Merhametlisi, rahmetini beklerim!

[1] – Buhari, Savm, 69; Müsned, 6/244.

[2] –  Buhari, Savm, 69; Müslim, Sıyam, 127; Ebu Davud, Savm, 63.

[3] –  Buharî, Savm, 69; Müslim, Sıyam, 116; Muvatta, Sıyam, 34.

[4] – Müsned, 1/241.

[5] – İbni Abidin, Terc. 1/114.

[6]  – Buhari, Savm 47.

[7] –  Cami’üs-Sağîr, 6/ 235.

[8] –  İbni Abidin, Terc. 15/557.

[9] -Beyhaki Şuabü’l İman’da, (3797). İbni Abbas’tan zayıf isnadla merfu hadis olarak rivayet etmiştir.

Ayrıca bkz: Nasbu’r Raye, 2/455-456).

[10] – Hidaye, Kitabu’s Savm, 1/151.

DEVAMINI OKU
HİCRET VE NİYET

Hicret, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın Mekke’den Medine’ye yapmış oldukları mukaddes göçün adıdır. Bu kutlu mekân değişikliğinin tarihi, Hazreti Ömer tarafından ay takviminde yılbaşı olarak tayin edilmiştir. Bu yıl, 13 Ekim Salı’yı, Çarşambaya bağlayan gece hicrî yılbaşı gecesi olmaktadır. Bu vesileyle hicretten bahsetmek, özellikle de hicretteki “niyet” faktörüne nazarlarınızı çekmek istiyoruz.

Hicret, Peygamberimizden (aleyhissalâtu vesselam) sonra her dönemde olmuştur, bugün olmaktadır, kıyamete kadar da olacaktır. Zira dini anlatmak, Allah’ın adını her tarafa duyurmak, Peygamberimiz zamanında olduğu gibi bugün de en büyük vazifedir ve bu kutsi vazifeyi yerine getirmek için hicret etmek, her devirde şart olmuştur. Yurdunu yuvasını terk ederek yakın uzak bütün diyarlara dağılan ve tek gayesi Allah’ın adını, Peygamberin yâdını, İslam’ın güzelliklerini insanların gönüllerine yerleştirmek olan hicret erleri, hiçbir devirde eksik olmamıştır. Allah eksik etmesin. Allah’a şükürler olsun ki, bugün de, değişik unvan, meslek, usul ve metodlarla dünyanın muhtelif yerlerine giderek oralarda dinimizi ve milletimizi temsil eden hakka adanmışları müşahede edebiliyoruz.

Ciddî bir niyet gerekiyor

Hicrette “niyet” unsurunun ehemmiyetine bir hadis-i şerif çerçevesinde bakmaya çalışalım. Aişe validemizin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyururlar:

“Mekke fethinden sonra artık (hususi manasıyla) hicret bitmiştir. Fakat bununla beraber Rabbin adını cihanın dört bir yanına duyurma gayreti ve bu niyete kilitlenme şeklinde (kıyamete kadar) devam edecektir. O halde (bu uğurda) bir nefer olmanız istendiğinde hiç tereddüt etmeden gerekeni yapın.”(Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 45, Cihâd 1, 27, 184; Müslim, Hac 445)

Evet, hususi olarak hicret bitmiştir. Yani, Allah Resulü’nün yaptığı gibi topluca, herkesin iştirak ettiği ve kimin ne için Mekke’den çıktığı belli olacak şekilde yapılan hicret artık bitmiştir. Şimdi, bundan sonra sağa sola yapılan göçler, ciddi manada niyete ihtiyaç duyularak yapılacaktır. Mekke’den Medine’ye gidilirken, herkesin niçin gittiği belliydi ve herkeste hicret niyeti saklıydı. Ramazan’da tutulan oruç, her ne niyetle tutulursa tutulsun, Ramazan orucu yerine geçeceği gibi, o dönemde Peygamberimizle beraber Mekke’den çıkıp Medine’ve varan herkes hicret niyetiyle çıkmış kabul ediliyordu. Daha sonraları ise, yapılan seferler ise cihad etmek ve Allah’ın adını dört bir tarafa duyurmak için yapıldı. İşte hicretin mahiyeti bu iki hususa bağlandı. Cihad için de niyet esas olduğuna göre mesele sadece niyet üzerinde yoğunlaşıyor demektir.

Evet, hicret niyetiyle yapılan her sefer, hicret sevabı kazandırır. Başta şuurlu bir niyet şarttır. Zira, hadisi şerifte bugünkü hicretin kabulü, mana ve muhtevası ciddi bir niyete bağlanmıştır. Daha sonra da bu niyeti korumak esastır. Hicret niyetiyle gidildiği halde sonradan bu niyet korunamamış, gidilen maksadın aksine bir hayat yaşanmaya başlanmışsa, bu durum niyetin bozulduğuna işarettir ve kaybetmeye sebeptir.

Sonradan niyet olur mu?

Başta hicret niyetiyle gidilmeyip sonradan niyet hicrete çevrilirse, o da başta hicret niyetiyle göç edenler gibi sevaba nail olur. Bu durum “innel hasenâti yüzhibnesseyyiâti = İyilikler kötülükleri giderir” ayetince de teyid edilen bir durumdur.

Giderken; çalışmak, üniversite okumak vs. için giden bir insan, gittiği yerlerde belli bir şuura erer ve dinine hizmet etmeye başlarsa, bu da onun hicreti olur. Aslında bu durum, hicretin esas manasını da içine almaktadır. Zira peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, hicretin temel esprisini açıklarken şöyle buyururlar: “Gerçek Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” (Buhârî, Îmân 4-5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65.)

Aslında bu hadisi şerife göre yerinde duran ve iradi olarak günahları terk eden insan bile hicret etmiş sayılır. Dolayısıyla vatanlarını şu veya bu sebeple terk edenler, sonradan şuurlanır, günahlara açık hayatlarını düzeltir ve dinin ruhuna uygun yaşamaya çalışırlarsa onların sıfatları da muhacir olarak kaydedilir inşallah. Allah, hicret edenlerin hicretlerini kabul, hicret edemeyenlere de hicret etmeyi nasib etsin.

DEVAMINI OKU
ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ (TEVHİT DELİLİ)

Varın ispatı yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Hâlbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman ispat edilemez…

İki ispat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatte ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifade etmez.

Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!.. Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar… İşte o kapı ve o delillerden birkaçı:

İmkân Delili
Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsavidir. Var olduğu gibi, olmayabilir de. Var olurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az var olan kadar olmayan da var olma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var olma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah’tır (celle celâluhu).

Hudûs Delili
Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak’alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; illetsiz malûl, sebepsiz netice ve sanatkârsız sanat mümkün değildir. Sebepler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah’tır (celle celâluhu).

Hayat Delili
Hayat şeffaf bir muamma!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güç’e delâlet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcı’sını gösterir ve ilân eder. O, muamma oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: “Beni var edip yaratan ancak Allah’tır (celle celâluhu).” der..

İntizam Delili
Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım’a delâlet eder ki, O da ancak Allah’tır (celle celâluhu).

Sanat Delili
Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:

Çok büyük sanat değerine sahiptir;

Çok kıymetlidir;

Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;

Çok sayıda olmaktadır;

Karışık ve çeşit çeşittir;

Devamlıdır.

Hâlbuki zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde sanat ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (celle celâluhu) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelir!.

Hikmet ve Gaye Delili
Her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gayesizlik, mânâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde âleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin.. öyle ise, kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah’a (celle celâluhu) isnat etmekle mâkul bir yol tutmuş olabiliriz.

Şefkat-Merhamet ve Rızık Delili
Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkça ispat ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, her şeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta ve ispat etmektedir.

Yardımlaşma Delili
Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdeta aynı bütünün parçaları hâline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak el birliği içinde ve aynı gaye etrafında toplanıp bitkilerin imdadına koşuyor ve bu imdada koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vacibü’l-Vücud bir Zât’ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir…

Temizlik Delili
İnsandan arza, arzdan semanın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât’ı (celle celâluhu) anlatmaktadır.

Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada karadelikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verâsındaki Zât-ı Mukaddes’i göstermektedir.

Simalar Delili
Esasen bütün mahlûkata teşmili mümkün iken, meseleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki simasını ele alarak mevzua yaklaşmış olalım:

Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat’iyen benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hakk’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, simada yer alan uzuvları başka simalardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak surette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle teçhiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sinesinde kalb bulunan her vicdan sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât’ı (celle celâluhu) gösterir ve tanıttırır…

Sevk-i İlâhî Delili
Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen malumatla ve yaratılıştan gelen bir kabiliyetle iş görüyorlar. Hâlbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu hâlde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu hususiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât’tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş…

Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu ilâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu harikulâdelik, ancak ve ancak Allah’ın (celle celâluhu) bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantıkî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır…

Ruh ve Vicdan Delili
Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği ruhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk’ı bildiren delillerdendir. Dünyada emir âlemini temsil eden cevher ruhtur ve ruh, bu âleme ancak terakki ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzuumuzun haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mahiyeti noktasında hiçbir münasebeti olmayan ruhun kendine mahsus bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ı ilân eden en mühim delillerden biridir.

Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rabb’e dönüşler ve O’na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk’ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O’nunla irtibat hâlindedir. Zaten “Elest Bezmi”nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdan değil midir? İşte vicdan, bu şahitliğin hakkına riayet zaruret ve mecburiyetinin sevkiyle “Allah” demektedir…

Fıtrat ve Tarih Delili
Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzuh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı temin eden yapıları itibarıyla delâlet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât’tır. Bu Zât da, hiç şüphesiz Allah’tır (celle celâluhu).

Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hatta gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir mânevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarurettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât’la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât’tır. Ve O da Allah’tır (celle celâluhu).

Duygular Delili
İnsan, binlerce duyguyla teçhiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ı tanıtır. Bu duygu, insanda var olan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, daima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakikî mânâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdi edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiçbiri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Hâlbuki, bunun varlığı bir vâkıadır, inkârı da kabil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. ve ebedî hayatı da yine O verecektir.

İttifak Delili
On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zira ortada bir ittifak hâdisesi var. Hâlbuki bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce peygamber, yüz binlerce evliyâ ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, “Allah vardır.” hakikatidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği hâlde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış nebiler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?

Kur’ân Delili
Kur’ân-ı Kerim’in kelâmullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dair yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzu ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, meselenin ispat yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle “Allah vardır.” derler.

Peygamberler Delili
Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hakk’ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zira peygamberlerin varlıklarının gayesi, tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk’ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini ispat eden delillerin serdi, şu andaki mevzumuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arz edelim ki, bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir.” demektedir.

FARKLI BİR AÇIDAN TEVHİD DELİLLERİ

KISIM: İRÂDE DELİLİ:
Bu kısımda, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inayetine istinad ederek kâinatın var olmasını; bu varlığın Allah’ın varlığına delalet etmesini; kâinatta cereyan eden her hadisenin bir iradeye göre ve muhteşem bir nizamla olmasını, Cenâb-ı Hakk’ın varlığının delilleri olarak arzedeceğim.

Şu içinde yaşadığımız kâinatın varoluşu, varlığını devam ettirme keyfiyeti, bir kısım kanunlara, nizamlara bağlanmıştır. Ciddi bir tefekküre, tahlile tabi tutulduğunda bu kanunların, nizamların kendi dilleriyle “Bizi Allah yarattı” dedikleri işitilecektir.

Kâinata, irade delili ile bakıp araştırdığımızda, eşyanın körü körüne akan bir sel gibi sürüklenmediğini; her hadisenin bütün yönleriyle hesap edildiğini; herşeyin enine-boyuna ölçülüp-biçildiğini; bütün mahlukatın bir düzen ve nizam altında dünyaya gelip, yine bir düzen ve nizam içinde göçtüğünü görüyoruz. Ve irade delilinin, adeta şöyle haykırdığını işitiyoruz: “Kâinatta tesadüfî, rastgele hiçbir hadise yoktur. Herşeyi, herşeyin dizginini elinde tutan Allah, istediği gibi evirir-çevirir, istediği şekle sokar…”

 ATOMLARI HAREKET ETTİREN KUVVET NEDİR?

Canlıların en küçük parçası olan hücrenin içine girdiğinizde, harikalarla karşılaşırsınız. Mesela, insan vücudunu teşkil eden hücreler ile hayvanların ve bitkilerin hücrelerini teşkil eden hücrelerin birbirinden farklı olduğunu görürsünüz. İnsan vücudundaki bir hücrenin hemoglabin sayısı altmışdokuzbin ise hayvan hücresindeki hemoglobin sayısı kırkbindir. Bu sayılar hiçbir zaman değişmez. Bunların dizilişi ise karşı karşıya, birbirine mütekabil zincirler gibidir. O halkaların herhangi birine müdahale edildiği an, zincir bozulacak ve canlının hayatiyetinin kaybolmasına sebeb olacaktır. O küçücük müdahalenin neticesi olan değişme, canlının ölümüne malolacaktır.

Her hücrenin içindeki kimyevî maddeler farklı miktar ve çeşitliliktedir. Kimisinde demir, kimisinde fosfor, kimisinde magnezyum bulunmakla birlikte miktarları da farklıdır. Hücrenin yapısına göre değişiklik gösteren bu miktar ve çeşitlerin değişmesi ihtimali ve imkanı da yoktur. İlmî araştırmalar neticesinde, basit bir misal olarak dikkatinizi çektiğim, vücudun en küçük parçası olan hücrenin bu boyutu ile ilgili olarak, şu hakikata varıldı: “Zerreleri hareket ettiren, atomlara yol gösteren; bunları şekillendirip, nizama sokarak insanı, hayvanı, bitkiyi ve bütün eşyayı karekteristik hususiyetlerle ayrı, ayrı yaratıp yaşatan Allah’tır.”

Kimya araştırmacıları, Hegel ve Bughner devrinde ortaya atılmış olan “Protoplazma nazariyesi”nden meded umdular. “Madem ki, yeryüzündeki atomlar insanı varetmeye, yaratmaya müsait değildir. O hâlde ilk canlı başka bir kürede meydana gelmiştir. Mesela, Merih’te meydana gelerek bir kısım anaforlar veya fırtınalar ile hayat cürsümeleri hâlindeki protoplazmalar dünyamıza indi ve hayata menşe’ oldular.Sonra stoplazma, sonra hücre, sonra canlılar meydana geldi” dediler.

Münakaşası yapılan böyle bir nazariyenin kabulüne ve böyle bir şeyin vuku bulmasına imkan yoktur. Düşünüp, kıyaslayalım. Akıllı bir canlı olan insan, binlerce yıllık ilminin ve tekniğinin birikimi ile geliştirdiği füzeyi, binbir hesap ve ihtimamla uzaya gönderiyor. Onun atmosfere girdiği anda sürtünme ile yanabileceği; iç ve dış basınç farklarıyla deforme olup parçalanabileceği; yörüngesinden uzaklaşıp, kaybolabileceği; kullanılan yakıtın tehlikeli durumlara sebebiyet verebileceği; astranotların beslenmesi, solunumu, psikolojik yapıları, vs. gibi milyonlarca menfî durum ve ihtimal hesap ediliyor. En küçük bir hata ve yanlışlığın yapılagelen herşeyi faydasız hâle getireceği bilindiğinden, tesadüflere göre hareket edilmiyor.

Yani, özel olarak eğitilmiş kişiler, özel alaşımlı metallerden yapılmış füzeler ve binbir hesapla belirlenmiş yörüngelerle fezadaki en yakın bir menzile gitmek tesadüfe bırakılmıyor da; bir hayat cürsümesi, bir protoplazma, binlerce menfi şarta, ışık hızıyla hesap edilen mesafelere, kozmik anaforlar ve manyetik fırtınalara, ultroviyole ışın bombardımanlarına rağmen; dünyamıza geliyor, bir köteye konuyor… Mağmalarla ve çevre şartlarıyla mücadele edip yaşama kavgası veriyor…Sabırla, müsbet şartların oluşmasını bekliyor… Sonra stoplazma meydana geliyor… Hücre teşekkül ediyor… Parçalanıyor, ikinci hücre, üçüncü hücre, dördüncü hücre ve basit canlılar… Ardından daha mükemmelleri ve insan…

O hayat cürsümesinin başka bir kürede meydana gelebileceğini kabul etsek bile burada karşımıza çıkan zorluklar orada karşımıza çıkmayacak mı? Dünya gibi, canlıların yaşamasına en müsait ortamda bile meydana gelemeyen bir protoplazmayı, yaşamaya elverişsiz olduğunu bildiğimiz o gezegenlerde nasıl meydana getireceksiniz?

Uzaklara gitmeyin. Buyrun, aynı elementleri, aynı maddeleri alın. En basit bir hücrenin terkibini yapmaya çalışın. Mahiyetini bildiğinizi, terkibini bildiğinizi iddia ettiğiniz, basit bir canlı olan tek hücreli amipe hayatiyet veriniz. Ama, hiçbir şeye ve hiçbir hücreye hayatiyet veremezsiniz, veremeyeceksiniz de…

İşte bu nazariyenin de kıymeti; beşikteki bebelere bile anlatamayacağınız bir safsasata.(12)

HAYATIN MENŞEİ NEDİR?

Allah (cc), basit gördüğümüz sineğin adını anarak şöyle diyor: “Ey insanlar, kulak veriniz, dikkat kesiliniz. Size bir misal irad edilecek. Onlar ki, eşyanın var oluşunu, hilkatin şu intizamını ve mükemmeliyetini, Allah’tan başka şeylere vermek istiyorlar. Hâlbuki onların hepsi toplansa bir tek sineği dahi yaratamazlar.”(13)

Elhak yaratamazlar, kanadını bile değiştiremezler. İlmî tekamülleri sonsuzluğa doğru gitse; hepsi bir araya gelseler, bilgilerini üst üste yığıp, yeni keşifler yapıp, yeni teknolojiler geliştirseler; yine de Cenâb-ı Hakk’ın yaratılış mucizesine ulaşıp, bir tek sineğin kanadını bile değiştiremezler. Kur’ân böyle diyor, ilim de böyle diyor. Bunun dışında bir söz edilemez artık.(14)

“Sinek onlardan birşey alıverse.” Yani, sizin vücudunuzu teşkil eden, milimetrenin binde biri olan mikronla ölçülebilen, x ışınları ve elektromikroskoplarla görülebilen hücrenin içindeki çekirdeği aldığınız an, onu ölüme mahkum eder, hayatiyetine son verir de yeniden iade edemezsiniz.(15)

Cenâb-ı Vacib-ül Vücud Hazretleri bu ayetlerin pencerelerinden ma’rifete giden yolu gösteriyor. Bizlere ma’rifet havasını teneffüs etme imkanını bahşediyor.

Böylece, O’na ait ma’nâları görüyor, düşünüyor, bedbinlikten kurtuluyor; eşyanın ve kendimizin gelişigüzel, kapkaranlık bir meçhule gitmesi kaygısından uzaklaşıyoruz. Herşeyin dizginini elinde tutan Cenâb-ı Hakk’ı tanıyor, o zimamdarın istediği istikamette gitmenin şuuruna eriyor, “Elhamdülillah” diyoruz.

Dünyanın ömrü, binlerce sene devam etse, ilim binlerce derece mesafe kat etse; Kur’ân ayetleri yine aynı hakîkatları haykıracak, ilmî hakikatların hiçbiri ile çelişmeyecektir.

Allah’ı inkar etmek isteyenler son bir ümitle; kurumuş tütün yapraklarını parçalayıp ezdiler ve hayatîyet eseri bırakmadılar. Ertesi sene, o yaprak tozlarını başka tütün yapraklarıyla karıştırdılar, bir canlılık emaresi müşahade edince de “İşte, var ettik, hayat yarattık” dediler. Fakat elektromikroskopla meselenin inceliklerini araştırdıkları zaman, hücrenin çekirdeğinde ve stoplazmada bulunan RNA ve DNA dedikleri terkiplerle karşılaşıp, yine mağlub oldular. “Allah-u Halik-u Külli şey” dediler.(16)

Kâinatın her parçasında, her zerresinde Allah’a ait ma’nâları müşahade etmek, Cenâb-ı Hakk’ın Yed’i Kudreti’nin işleyişini görebilmek için, bütün kâinatı bir labaratuara sokup tetkik ve tahlil etmemiz elbette çok zordur. Fakat bir duvarın veya kubbenin taşlarını elimizle üst üste koyduğumuz gibi; elimizin yettiği, aklımızın erdiği, ilmî seviyemizin ulaşabildiği noktalarda, bulabildiğimiz malzemeyi kullanıp, bu mevzuda alınacak ve verilecek dersi idrak etmeyi Cenâb-ı Hakk’tan istiyoruz.

Yukarıda arzettiğim hususlar, umumi ma’nâda, hayatın menşei hakkında kafi ve vafi bir fikir vermiş olamaz. Ancak, Allah’ı göstermesi ve O’nun ma’rifetine sevketmesi bakımından yeterlidir.

Kur’ân ve ilim ittifakla, insanın yaratılmasını ve yaratılışın menşeini, menbaını bildiriyor. Cenâb-ı Vacib-ül Vücud ve Tekaddes Hazretleri “İnsanı ben yarattım, Ahsen-i Takvim sırrına mazhar ettim. Hilkatin gayesini anlamayan, yaratılışındaki derin hikmete ve esrara vakıf olamayan, düşünmeyen insanı esfel-i safiline, aşağıların aşağısına ben ittim. Ben insanı Eşref-i mahluk olarak yarattığım hâlde, o ‘ben maymundanım’ dedi. İşte o kadar aşağılara ittim onu” diyor.(17)

Sonra da, hilkatte menşei bilmemenin, eşyanın yaratılışındaki hikmete vakıf olamamanın kötü neticesini şöyle ifade ediyor: “İlim ve fennin dürbünü, gözlüğüyle eşyaya bakıp, Allah’a îmanı elde eden; kainattaki ma’rifet derslerini okuyup, yüzünü secdeye koyan; gururunu kırıp, benliğinden vazgeçen; îman ve salih amel dairesinde bulunanları böylesine aşağıların aşağısına düşmekten korudum. Ma’rifete giden felaha götüren, kendime gelen yolu gösterdim” demek suretiyle bize hilkatte menşei bilmemenin, eşyanın yaratılışındaki hikmete vakıf olamamanın kötü neticesini ifade etmiş oluyor.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...