22 Temmuz 2018

NUTUK V. BÖLÜM

NUTUK V. BÖLÜM

TÜRK MİLLETİNİN TAKİP ETMESİ GEREKEN SİYASİ İLKE: MİLLÎ SİYASET

Efendiler, Meclis’in açıldığı ilk günlerde, Meclis’e, içinde bulunduğumuz durum ve şartları açıklayarak takip edilmesini ve uygulanmasını yerinde bulduğum görüşlerimi arz ettim. Bu görüşlerin başlıcası Türkiye’nin, Türk milletinin takip etmesi gereken siyasî ilke ile ilgiliydi.
Bilindiği gibi, Osmanlılar zamanında, çeşitli siyasî ilkeler takip edilmiş ve edilmekteydi. Ben, bu siyasî ilkelerin hiçbirinin, yeni Türkiye’nin siyasi şekillenmesinde ilke olarak kabul edilemeyeceğine inanmıştım. Bunu Meclis’e anlatmaya çalıştım. Bu nokta üzerinde daha sonra da çalışmaya devam edilmiştir. Bu hususla ilgili olarak, öteden beri söylediklerimin ana noktalarını, burada hep birlikte hatırlamayı yararlı bulurum.
Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele ve müsademe (uğraşma ve kavga) demektir. Hayatta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır. Bu da maddî ve manevî güç ve kudrete dayanır bir husustur. Bir de, insanların uğraştığı bütün meseleler, karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği başarılar, toplumca yapılan genel bir mücadelenin dalgaları içinden doğa gelmiştir. Doğulu kavimlerin Batılı kavimlere taarruz ve hücumu tarihin belli başlı bir safhasıdır. Doğu milletleri arasında, Türklerin başta geldiği ve en güçlüsü olduğu bilinmektedir. Gerçekten de Türkler, İslâmlıktan önce ve İslâmlıktan sonra Avrupa içerisine girmişler, saldırılar, istilâlar yapmışlardır. Batı’ya saldıran ve İspanya’yı zapt ederek Fransa sınırlarına kadar uzanan Araplar da vardır. Fakat Efendiler, her saldırıya, daima bir karşı saldırı düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir bir tedbir bulmadan saldırıya geçenlerin sonu, yenilmek, bozguna uğramak ve yok olmaktır.
Batı’nın Araplara yaptığı karşı saldırı, Endülüs’te acı ve ibret alınmaya değer bir tarihî felâketle başladı. Fakat orada bitmedi. Kovalama Kuzey Afrika’ya kadar sürüp gitti.
Attilâ’nın Fransa ve Batı-Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, bakışlarımızı, Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üzerinde kurulmuş olan Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere çevirelim. Osmanlı hükümdarları arasında Almanya’yı, Batı Roma’yı zapt ederek çok büyük bir imparatorluk kurma teşebbüsünde bulunmuş olanı vardı. Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslâm dünyasını bir merkeze bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu amaçla Suriye’yi ve Mısır’ı zaptetti. “Halife” ünvanını takındı. Diğer bir sultan da hem Avrupa’yı zaptetmek, hem de İslâm dünyasını hüküm ve idaresi altına almak gayesini güttü. Batı’nın sürekli karşı saldırısı, İslâm dünyasının hoşnutsuzluk ve isyanı ve bu şekilde bütün dünyayı ele geçirme tasavvur ve emellerinin aynı sınırlar içine aldığı çeşitli unsurların uyuşmazlıkları, sonunda, benzerleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine gömdü.
Efendiler, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç teşkilâtıdır. Dış siyasetin iç teşkilâtla uyarlı olması gerekir. Batı’da ve Doğu’da, başka başka karaktere, kültüre ve ülküye sahip biribirinden farklı unsurları tek sınır içinde toplayan bir devletin iç teşkilâtı, elbette temelsiz ve çürük olur. O halde, dış siyaseti de köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin iç teşkilâtı özellikle millî olmaktan uzak olduğu gibi, siyasî ilkesi de millî olamaz. Buna göre, Osmanlı Devleti’nin siyaseti millî değil, belirsiz, bulanık ve kararsızdı.
Çeşitli milletleri, ortak ve genel bir ad altında toplamak ve bu çeşitli unsurlardan oluşan kitleleri eşit haklar ve şartlar altında bulundurarak güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasî görüştür. Fakat aldatıcıdır. Hattâ, hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri bile bir devlet halinde birleştirmek, varılması imkânsız bir hedeftir. Bu, yüzyılların ve yüzyıllarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla meydana koyduğu bir gerçektir.
Panislâmizm (İslâmcılık: Müslüman milletleri tek elden yönetme ideali) ve Panturanizm (Turancılık) siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilememektedir. Irk ayrılığı gözetmeksizin, bütün insanlığı içine alan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları da tarihe yazılmıştır. İstilâcı (bir ülkeyi kuvvet kullanarak ele geçiren ve yayılan) olmak hevesleri konumuzun dışındadır. İnsanlara her türlü şahsî duygu ve bağlılıklarını unutturup, onları tam bir kardeşlik ve eşitlik içinde birleştirerek, insancı bir devlet kurma teorisinin de kendine göre şartları vardır.
Bizim, kendisinde açıklık ve uygulama imkânı gördüğümüz siyasî ilke, millî siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.
Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle millî bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilâtımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Millî siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medenî dünyadan, medenî, insanî ve karşılıklı dostluk beklemektir.

HÜKÜMETİN KURULMASI

Efendiler, Meclis’e teklif ettiğim önemli bir husus da hükûmetin kurulması konusuydu. Bu meselenin ve bununla ilgili bir teklifte bulunmanın, o devir için ne kadar nazik olduğunu takdir buyurursunuz.
Gerçek, Osmanlı saltanatının ve hilâfetin yıkılmış ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni temellere dayanan, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu olduğu gibi dile getirmek, amacın büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi. Çünkü, halkın düşünce ve eğilimleri daha Padişah ve Halife’nin mazur durumda bulunduğu yolundaydı. Hattâ Meclis’te, ilk anda, hilâfet ve saltanat makamıyla temas kurmak ve İstanbul Hükûmeti’yle uzlaşma aramak akımı baş göstermişti.
İstanbul’daki şartların, Halife ve Padişah ile ne açıkça ne de özel ve gizli olarak görüşmeye elverişli olmadığını açıklamaya çalıştım. Böyle bir temasla ne anlamak istediğimizi sordum. Eğer milletin, bağımsızlığını kazanmak ve vatanın bütünlüğünü sağlamak için çalışmakta olduğunu haber vermek için ise, buna gerek yoktur. Çünkü, Padişah ve Halife olan zatın da bundan başka bir şey düşünmesine ve istemesine imkân varmıdır? Bunun aksini ağzından işitsem inanmam; mutlaka zorlama ve baskı altında söyletildiğini kabul ederim dedim. Aleyhimizde çıkarılmış olan fetvanın uydurma olduğunu, İstanbul Hükûmeti’nin emir ve bildirilerinin dirilerinin yoruma muhtaç bulunduğunu söyleyerek, bazı zayıf kalpli ve kıt düşünceli kimselerin göstermek istedikleri ihtiyatı gerekli bulmadığımızı belirttim.

MİLLÎ HAKİMİYET TEMELİNE DAYANAN HALK HÜKÜMETİ: CUMHURİYET

Şunu arz etmek istiyorum ki, hükûmetin kurulması dayanan ile ilgili bir teklif ileri sürmeden önce, duygu ve düşünceleri göz önünde bulundurmak zarureti vardı. Bu zarurete uymakla birlikte, asıl maksadı saklı tutan teklifimi bir önerge halinde sundum. Kısa bir tartışma ile ve bazı itirazlara rağmen kabul edildi,
Bu önergeyi bugün gözden geçirecek olursak, orada esaslı ilkelerin tespit ve ifade edilmiş olduğunu görürüz.
Müsaade buyurursanız, bu ilkeleri burada birer birer birer sayacağım:
1 – Hükûmetin kurulması zarurîdir.
2 – Geçici olarak bir hükûmet başkanı seçmek veya Padişah’a bir vekil tanımak mümkün değildir.
3 – Meclis’te yoğunlaşan millî iradenin, doğrudan doğruya vatanın mukadderatına el koymuş olduğunu kabul etmek temel ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet yoktur.
4 – Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplar.
Meclis’ten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir hey’et, hükûmet işlerine bakar. Meclis başkanı, bu hey’etin de başkanıdır.
Not: Padişah ve halife, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman Meclis’in düzenleyeceği kanunî esaslar çerçevesinde durumunu alır.
Efendiler, bu ilkelere dayanan bir hükûmetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükûmet, millî hakimiyet temeline dayanan halk hükûmetidir. Cumhuriyet’tir.
Böyle bir hükûmetin kurulmasında ana ilke, kuvvetler birliği teorisidir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin taşıdığı kavramlar anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar biribirini kovaladı.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA BENİ SEÇTİ

Saygıdeğer Efendiler, açık ve gizli oturumlarda, bir iki gün süren konuşma ve açıklamalardan ve işaret ettiğim ilkeleri içine alan teklifi yaptıktan sonra, yüce Meclis beni başkanlığa seçmekle bana karşı genel güvenini gösterdi.
Burada ufak bir noktayı da açıklamalıyım:
Hatırlarsınız ki, oluşmaya başlayan millî birliği, milletin coşmasına ve uyanmasına bağlamaktan çok, şahsî teşebbüs eseri sayıyorlardı. Bu arada benim teşebbüslerde bulunmamın engellenmesini önemli görüyorlardı. Beni millete ve hükûmete reddettirmekten ve lânetletmekten yarar umuyorlardı. Yapılan propaganda da: “Ben reddedildiğim ve lânetlendiğim takdirde, millet ve devlet aleyhinde hiçbir harekette bulunulmayacak…Bütün kötülüklerin sebebi benim şahsımdır. Bir adam için, bir milletin pek çok tehlikeleri göze alması akla sığmaz” şeklindeydi. Hükûmet ve düşmanlar, benim şahsımı, millete karşı bir silâh gibi kullanıyordu. Bu sebeple, 24 Nisan 1920 günü, gizli bir oturumda, Meclis’e bu durumu açıkladım. Başkanlık seçiminde, bunun da bir sakınca olarak dikkate alınmasını ve yalnız millet ve memleketin selâmeti düşünülerek oy ve kararlarının isabetle verilmesini rica ettim.
♦◊♦◊♦

BAKANLAR KURULU’NUN KURULMASI

Efendiler, Büyük Millet Meclisi, Bakanlar’ın (İcra Vekilleri) seçimi ile ilgili 2 Mayıs 1920 tarihli kanunla, Genel kurmay işlerini de yürütmek üzere, Büyük Millet Meclisi’nde 11 bakanlı bir Bakanlar Kurulu (İcra Vekilleri Hey’eti) meydana getirdi.
Görülüyor ki, Meclis’in açılış tarihi olan 23 Nisandan beri bir hafta kadar zaman geçmiş bulunuyor. Bu süre içinde memleket ve millet işleri ve özellikle yıkıcı akım ve faaliyetlere karşı tedbir alma hususu elbette bir an bile gecikemezdi ve gecikmemiştir. Yalnız, Bakanlar Kurulu’nun seçimi ile ilgili kanun çıktığı zaman, Meclis’ce bakanlığa seçilen kimselerden bazıları, daha önce fiilî olarak göreve başlamışlar ve bana yardım ediyorlardı. Bu arada İsmet Paşa Hazretleri de Genel kurmay işlerini üstlenmiş bulunuyordu.
Efendiler, bu münasebetle bir noktayı belirtmeyi gerekli buluyorum: O günlerde, mevcut arkadaşların hangi işlerde görevlendirileceklerinin uygun olacağı düşünülürken, Genelkurmay Başkanlığı için İsmet Paşa’yı tercih etmiştim. Ankara’da bulunan Refet Paşa , beni özel olarak görerek bilgi vermemi istedi. Anlamak istediği, Genelkurmay Başkanlığı’nın en yüksek askerî makam olup olmadığı noktasıydı. Benden ,söz konusu makamın en yüksek askerî makam olduğu ve ondan daha yüksek makamın Millet Meclisi olacağı cevabını alınca, buna itiraz etti. İsmet Paşa’nın, başkomutanlık demek olan bu durumuna razı olamayacağını söyledi. Görevin çok önemli ve nazik olduğunu, benim bütün arkadaşlar hakkındaki bilgi ve tarafsızlığıma güvenmenin uygun olacağını söyledim. Kendisinin böyle bir iddiada bulunmasının yakışık almadığını da ilâve ettim.
Efendiler, daha sonra Batı Cephesi Karargâhı’nda görüştüğüm Fuat Paşa’da, İsmet Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı’na kesinlikle karşı çıktı. Fuat Paşa’yı da, duruma en uygun olan çözüm yolunun kabulündeki zarurete inandırmaya çalıştım. Refet ve Fuat Paşa’ların kendilerine has bazı düşüncelerine ilâve ettikleri itiraz şuydu:Kendileri daha önce Anadolu’da benimle birlikte çalışmışlar. Fakat İsmet Paşa sonradan katılmış. Oysa, bundan önceki konuşmalarımda, sırası ve yeri geldiği için arz etmiştim ki, İsmet Paşa , benim İstanbul’dan ayrılmamdan önce benimle işbirliği yapmıştı. Daha sonra Anadolu’ya gelmiş ve birlikte çalışmıştık. Fakat Fevzi Paşa Hazretleri’nin Harbiye Nazırlığı’na gelmesi üzerine bazı önemli düşüncelerle ve özel görevle tekrar İstanbul’a gönderilmişti. Bu bakımdan düşünce ve işbirliğinde kıdem söz konusu olamazdı.
Genelkurmay işlerinin ilk defa İsmet Paşa’ya verilmesinde isabetsizlik olsaydı, bu konuda Fevzi Paşa Hazretleri’nin de beni uyarmaları bir vatan görevi olurdu. Oysa, Paşa Hazretleri, aksine bu görevlendirmeyi pek yerinde bulmuş ve kendileri, teklif edilen Millî Savunma Bakanlığı’nı çok samimî bir duyguyla derhal kabul buyurmuştur. İsmet Paşa’nın, gerek Genel kurmay Başkanlığı’nda gerek daha sonraki Cephe Komutanlığı’nda gösterdiği liyakat ve üstün gayret, kendisine görev vermekte doğru hareket ettiğimi fiilî olarak ispat etmiş bulunduğu için, millete karşı, orduya karşı ve tarihe karşı tam bir iç huzuru içindeyim.

HIYANET-İ VATANİYE KANUNU VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ KURULMASI

Efendiler, Meclis, 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniya Kanunu’nu (Vatan Hainliği Kanunu’nu) ve sonraki aylarda İstiklâl Mahkemeleri Kanunları’nı da çıkarmakla, inkılâbın tabiî gereklerini yerine getirmiş oldu.
Efendiler, İstanbul’un işgalinden sonra başlayan birtakım yıkıcı akımlara, olaylara, isyanlara dokunmuştuk. Bunlar hızla memleketin her tarafından biribiri ardınca ortaya çıktı ve sürüp gitti.
İstanbul’da Damat Ferit Paşa, derhal yeniden iktidar mevkiine getirildi. Damat Ferit Paşa Kabinesi, İstanbul’daki bütün yıkıcı ve hain kuruluşların meydana getirdiği blok, bu blokun Anadolu içindeki bütün isyan teşkilâtı, bütün düşmanlar ve Yunan ordusu elbirliği ile aleyhimizde faaliyete geçtiler. Bu ortak saldırı politikasının talimatı da, Padişah ve Halife’nin, düşman uçakları da dahil olduğu halde, her türlü vasıtayla memlekete yağdırdığı “Padişah’a karşı ayaklanma” (Huruç ale’s-sultan) fetvasıydı.
Bu genel, çeşitli ve haince saldırılara karşı, biz de, daha Meclis açılmadan önce, Afyonkarahisarı’nda, Eskişehir’de ve bütün demiryolu boyunda bulunan düşman birliklerini Anadolu’dan çıkarmak, Geyve, Lefke (bugünkü Bilecik’e bağlı Osmaneli ilçesi), Carablus (bugünkü Urfa ilinin Birecik ilçesine bağlı Barak bucağı) köprülerini yıkmak ve Meclis toplanır toplanmaz Anadolu ulemâsının fetvasını almak suretiyle karşı tedbirlere giriştik.

İÇ İSYANLAR

Efendiler,1919 yılı içinde, millî teşebbüslerimize karşı başlayan iç isyanlar, sür’atle memleketin her tarafına yayıldı.
Bandırma, Gönen, Susurluk, Kirmastı, Karacabey, Biga ve dolaylarında; İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan, Beypazarı dolaylarında; Bozkır’da; Konya, Ilgın, Kadınhan, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar dolaylarında; Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum dolaylarında; İmranlı, Refahiye, Zara, Hafik ve Viranşehir dolaylarında alevlenen karışıklık ateşleri, bütün memleketi yakıyor, hainlik, cehalet, kin ve bağnazlık dumanları bütün vatan göklerini yoğun karanlıklar içinde bırakıyordu. İsyan dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf hatlarını kesmeye kadar varan kudurmuşçasına kasıtlar karşısında kaldık. Batı Anadolu’nun, İzmir’den sonra, yeniden önemli bölgeleride, Yunan ordusunun taarruzlarıyla çiğnenmeye başlandı.
Dikkatle üzerinde durulmaya değer bir husustur ki, sekiz ay önce, millet, Hey’et-i Temsiliye etrafında toplanarak, Damat Ferit Hükûmeti ile ilişki ve haberleşmelerini kesmiş iken, Ali Galip ‘in teşebbüsü gibi tek tük olaylardan başka, böyle genel bir ayaklanma olmamıştı. Bu seferki yaygın ve genel ayaklanmalar, sekiz ay zarfında, memleket içinde çok hazırlık yapıldığını gösteriyordu. Damat Ferit Hükûmetinden sonraki hükûmetlerle, millî şuurun korunması ve güçlendirilmesi için yaptığımız mücadelelerin ne kadar haklı sebeplere dayandığı, acı bir şekilde bir daha anlaşılmış oluyordu. Millî Mücadele’ye kuvvet vermek için cephelerle ve ordu ile ilgilenme bakımından İstanbul’daki hükûmetlerin gösterdiği başka türlü ihtimallerin acı sonuçları da ayrıca görülecektir.

ANZAVUR VE DÜZCE İSYANLARI

Efendiler, önce, iç isyanlar hakkında açık bir fikir verebilmek için, müsaade buyurursanız, iç isyan olaylarına yeri geldikçe dokunmak üzere, anlatılan safhaları özet olarak arz edeyim:
21 Eylül 1919 tarihinde, Balıkesir’in kuzey bölgesinde başlayan birinci Anzavur isyanı, 16 Şubat 1920’de yine aynı bölgede ikinci defa baş gösterdi. Bu iki isyan, askerî birliklerimiz ve millî müfrezelerimizle bastırıldı. 13 Nisan 1920 tarihlerinde Bolu, Düzce dolaylarında da isyan çıktı. Bu isyan, 19 Nisan 1920 tarihinde Beypazarı’na kadar yayıldı. Bu sırada Anzavur, 11 Mayıs 1920’de top ve makineli tüfeklerle donatılmış beş yüz kişilik bir kuvvetle, üçüncü defa olarak Adapazarı ve Geyve dolaylarında, zayıf bir millî müfrezemize saldırmak suretiyle yine ortaya çıktı. Anzavur, gönderdiğimiz millî müfrezelerimize, düzenli ordu birliklerimize durmadan saldırdı. 20 Mayıs 1920 tarihinde, Geyve Boğazı yakınlarında yenildi ve kaçmak zorunda kaldı.
Düzce dolaylarındaki isyan olayı önemliydi. Abaza ve Çerkezlerden meydana gelen dört bin kişilik büyük bir kalabalık, Düzce’yi basarak hapishaneleri boşalttılar ve çarpışma ile oradaki süvari müfrezemizin silâhlarını aldılar. Hükûmet memurlarını ve subayları hapsettiler.
Her taraftan, âsîler üzerine kuvvet gönderdik. Bu arada, Geyve’de bulunan 24’üncü Tümen de, Komutanı Yarbay Mahmut Bey başta olduğu halde, Düzce’ye hareket etti. Mahmut Bey , Meclis’in açıldığı gün, yani 23 Nisan 1920’de, Hendek’ten Düzce’ye geçerken, Hendek de isyan etti. Adapazarı da âsîler tarafından elde edildi. Mahmut Bey,25 Nisan 1920’de, Hendek – Düzce yolu üzerinde âsîler tarafından aldatılarak pusuya düşürülmüş ve ilk ateşte şehit edilmiştir. Kurmay Başkanı Sami Bey , yaveri ve daha birkaç subay da aynı zamanda şehit düştüler. Bunun üzerine, 24’üncü Tümen muharebe edemeden âsîler tarafından tamamiyle esir edildi. Bütün tüfekleri, topları alındı. Ağırlıkları yağma edildi. Bu sırada İzmit Mutasarrıfı Çerkez İbrahim , İstanbul’dan Adapazarı’na geldi. Halka Padişah’ın selâmını bildirdi ve yüz elli lira maaşla gönüllü toplamaya başladı. Toplanan âsî kuvvetler bütün o yöreye hâkim olduktan sonra, Geyve Boğazı’ndaki kuvvetlerimize taarruza başladılar.
Bizim, bu isyan alanına gönderdiğimiz kuvvetler şunlardı:
1 – Salihli ve Balıkesir Kuva-yı Millîye’sinin oluşturduğu Çerkez Ethem Bey müfrezesi;
2 – İki tabur düzenli ordu birliği, dört dağ topu, beş makineli tüfek ve üç yüz efe süvarisinden kurulmuş Binbaşı Nazım Bey müfrezesi;
3 – İki tabur piyade, sekiz makineli tüfek, iki sahra ve iki dağ topundan kurulu, Yarbay Arif Bey müfrezesi;
4 – Üç yüz kişilik millî kuvvet ve iki makineli tüfek ve iki havan topundan ibaret Binbaşı İbrahim Bey(Çolak) müfrezesi.
Komutan olarak da Ali Fuat Paşa , Geyve Boğazı yakınlarından Adapazarı’na uzanan kesimde, Refet Paşa da Ankara’dan Beypazarı yoluyla Bolu’ya uzanan kesimde görevlendirildiler.

HİLAFET ORDUSU

Efendiler, İzmit’te de Süleyman Şefik Paşa komutasında, Hilâfet Ordusu adını taşıyan bir hain kuvvet yığınak yapıyordu. Bunun bir kısım kuvveti de, Bolu yakınlarında kurmay Binbaşı Hayri Bey komutasında âsîleri desteklemişti. Bu kuvvetle birlikte İstanbul’dan gönderilmiş birçok subay da vardı.
Hilâfet Ordusu’nun, Süleyman Şefik Paşa’dan sonra, belli başlı komutanları, Süvari Tümgenerali Suphi Paşa ve Topçu Yarbaylarından Senaî Bey’di. İstanbul’da da özel olarak kurulmuş bir kurmay hey’eti vardı. Bu hey’etin başlıca komutanları da, Kurmay Albay Refik ve Kurmay Yarbay Hayrettin Bey’lerdi.
Suphi Paşa ile ilgili küçük bir hâtıramı anlatayım: Suphi Paşa’yı Selânik’ten tanırdım. Ben yüzbaşı (kolağası) iken, o daha o zaman tümgeneral ve süvari tümeni komutanı idi. Aradaki rütbe farkına rağmen, çok yakın arkadaşlığımız vardı. Meşrutiyet’in ilânında, ilk defa İştip dolaylarında Cumalı adında bir yerde süvari manevraları yaptırmıştı. Diğer bazı kurmaylar arasında beni de tatbikat ve manevrada bulunmak üzere davet etmişti. Kendisi Almanya’da yetişmiş çok usta bir biniciydi. Fakat askerlik sanatını anlamış bir komutan değildi. Manevranın sonunda, ben, yetkim ve rütbem elvermediği halde, Paşa’yı bütün subaylarının önünde acı bir şekilde eleştirmiştim. Daha sonra “Osmanlı Ordugâhı” adlı küçük bir eser de yazmıştım. Suphi Paşa, gerek açıkça yaptığım eleştirilerden ve gerek yayınlanan bu eserimden dolayı pek üzüldü. Kendisinin itirafına göre, maneviyatı kırıldı. Fakat, şahsen bana gücenmedi. Arkadaşlığımız devam etti. İşte Hilâfet Ordusu’na buldukları komutan bu Suphi Paşa’dır. Paşa, sonradan Ankara’ya geldi. Geziye çıkıyordum. İstasyonda büyük bir kalabalık içinde biribirimizle karşılaştık. Kendisine ilk sorum şu oldu: “Paşam niçin Hilâfet Ordusu Komutanlığını kabul ettin?” Suphi Paşa, bir an bile duraklamadan: “Size yenilmek için” cevabını verdi.
Bu cevabı ile anlatmak istiyordu ki, bu görevi özel bir maksatla kabul etmişti. Suphi Paşa , öyle bir duygu içinde bulunabilir. Fakat, gerçekte, komutayı üstüne aldığı zaman kuvvetleri zaten yenilmiş bulunuyordu.
Bolu, Düzce, Adapazarı ve İzmit dolaylarındaki bu isyan, bu defa Haziran 1920 tarihine kadar üç aydan fazla sürdü. Fakat bundan sonra,29 Temmuzda yeniden bir isyan oldu. Ancak, bundan sonra da, bu bölgede tamamen sakin kalınmış değildir. Bununla birlikte, sonuç olarak âsîler tamamiyle bozguna uğratılmış ve elebaşları, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kanunlarına teslim edilmiştir. Hilâfet Ordusu’nun Bolu yakınlarında bulunan kısmı da bozguna uğratıldı. Komutanı Binbaşı Hayri ve subayları Yüzbaşı Ali, Üsteğmen Şerefettin, Üsteğmen Hay rettin, Makineli Tüfek Subayı Mehmet Hayri , Tabur Kâtibi (taburun yazışmalarını yürüten askeri memur) Hasan Lütfi , Cerrah İbrahim Ethem Efendiler’e de öteki âsî elebaşılarına yapılan işlem uygulandı. Hilâfet Ordusu da, İzmit’ten İstanbul’a kaçmaya mecbur edildi.

YENİHAN, YOZGAT VE BOĞAZLIYAN İSYANLARI

Efendiler, memleketin kuzeybatı bölgesinde âsîlerle uğraşırken, memleketin ortasında Yenihan, Yozgat ve Boğazlıyan dolaylarında da isyan başlıyor. Bu isyan hareketleri de hatırlanmaya değer.
14 Mayıs 1920 tarihinde Postacı Nazım ve Çerkez Kara Mustafa adında birtakım adamlar, otuz kırk kişi ile Yenihan’a bağlı Kaman köyünde isyan ettiler. Bu hareket gittikçe artan bir şiddetle genişledi. Âsîler, 27/28 Mayıs 1920 gecesi Çamlıbel’de bulunan bir müfrezemizi basarak esir ettiler. 28 Mayıs 1920’de diğer bir kısım âsîler de Tokat yakınında yürüyüş halinde bulunan bir taburumuza hücum ederek dağıttılar ve bir kısmını esir ettiler. Cür’etlerini artıran âsîler, 6/7 Haziran 1920 gecesi Zile’yi işgal ettiler. Oralardaki askerlerimiz Zile kalesine çekilerek kendilerini savundular. Askerin erzak ve cephanesi tükendikten üç gün sonra âsîlere teslim oldular. Asîler 23/24 Haziran 1920’de de Boğazlıyan’a baskın yaptılar. Orada bulunan bir müfrezemizi dağıttılar. Amasya’da bulunan Cemil Cahit Bey’ in komutasındaki 5’inci Kafkas Tümeni, âsîler aleyhine harekete geçirildi. Antep bölgesinde bulunan Kılıç Ali Bey de, bir millî müfreze ile bu bölgeye gönderildi. Erzurum’dan Ankara’ya gelmekte olan bir Erzurum Millî Müfrezesi de, o bölgede bırakıldı.1920 yılı Temmuzunun ortalarına kadar, bu âsîlerin takip ve tepelenmeleriyle uğraşıldı. Yenihan isyanı, Orta Anadolu’nun öteki bölgelerindeki fesatçıları da harekete geçirdi. Çapanoğullarından Celâl, Edip, Salih ve Hâlit Bey’ler; Aynacıoğulları ve Deli Ömer çeteleri gibi birtakım eşkıyayı başlarına toplayarak 13 Haziranda Yozgat civarında Köhne (şimdiki Sorgun ilçesi) bucak merkezini, 14 Haziranda da Yozgat şehrini işgal ederek büyük bir bölgeye hâkim oldular. Merkezi Sıvas’ta olan 3’üncü Kolordu kuvvetleri ve o bölgede bıraktığımız millî kuvvetler yeterli değildi. Eskişehir’deki Ethem Bey müfrezesi ile Bolu dolaylarındaki İbrahim Bey müfrezesi de Yozgat bölgesine gönderildiler.
Yozgat ve dolaylarında âsîler yok edildikten sonra, oraya gönderilen müfrezelere öteki bölgelerde görev verildi. Fakat bu yörelerde genellikle güvenlik kurulamadı.
7 Eylül 1920’de Küçük Ağa, Deli Hacı, Aynacıoğulları denilen birtakım serseriler Zile yakınlarında, Kara Nazım, Çopur Yusuf adında birtakım adamlar da Erbaa yakınlarında yeniden faaliyete geçtiler. Bunlardan Aynacı oğulları üç yüz atlı kadar toplayabilmişlerdi. Bu durum karşısında, İkinci Kuvve-i Seyyare (harbetmek üzere kendi araç ve gereçleri ile orduya katılan ve atlılardan oluşan gönüllü birlik) adını alan İbrahim Bey müfrezesi, tekrar, bulunduğu Eskişehir bölgesinden Yozgat’a giderek, oradaki millî müfrezeler ve jandarma kuvvetleriyle birlikte Maden, Alaca, Karamağara, Mecidözü bölgelerinde, çeşitli gruplar halinde, karışıklık çıkaran ve eşkıyalık eden âsîleri takip ederek ortadan kaldırdı. İbrahim Bey , âsîlerin ortadan kaldırılmasını ancak üç aydan fazla bir zamanda başarabildi.

GÜNEYSINIRLARIMIZDA GEÇEN OLAYLAR

Efendiler, bu tarihlerde güney bölgelerimizde de bizi ciddî bir şekilde uğraştıran önemli isyanlar çıktı: Millî aşiretinin beyleri olan Mahmut, İsmail, Halil Bahur, Abdurrahman Bey’ler, güneyde, düşmanlarla gizlice ilişki ve bağlantı kurduktan sonra, Siirt’ten Dersim dolaylarına kadar uzanan bütün aşiretlerin beyleri sıfatını takınarak o bölge boş olmalı ve bölgeyi baskı altına almak davasına kalkıştılar.
Fransızlar, 1920 yılı Haziranının başlarında, Urfa’yı ikinci defa zaptetmek için hareket ettikleri zaman, millî aşireti de Siverek’e doğru ilerledi buna karşı, o bölgede bulunan 5’inci Tümenimiz görevlendirildi. Bu tümen o bölgedeki millî kuvvetlerimizle de desteklendi. 19 Haziran 1920 tarihinde, birliklerimizin takibi altında, güneydoğu yönünde düşman bölgesine kaçmaya mecbur edildi. Bu aşiret, bir süre düşman bölgesinde hazırlandıktan sonra, 24 Ağustos 1920’de üç bin atlı ve develi ve bin kadarda piyadeden ibaret bir kuvvetle yeniden bizim topraklarımıza geçti. Viranşehir yakınlarına geldi. Âsîler, aman dilemek maksadıyla geldiklerini söyleyerek o bölgedeki komutanlarımızı aldatıp, tedbir almakta ihmale düşürdüler. Bu sırada, o yakınlarda dağınık halde bulunan müfrezelerimize saldırarak onları yendiler ve 26 Ağustos 1920’de Viranşehir’i işgalettiler. Haberleşmelerimize ve bağlantımıza engel olmak üzere de, o bölgedeki bütün telgraf hatlarını kestiler.
Ancak, on beş gün sonra, 5 inci Tümen in Siverek, Urfa, Resulayin (Urfa’nın Viranşehir ilçesine bağlı Ceylanpınar bucağının o günkü adı) ve Diyarbakır’da bulunan birliklerinden gönderilen kuvvetlerle bize bağlı aşiret kuvvetleri âsîleri yenebilmişlerdir. Takip edilen millî yeniden güneye, çöle kaçtı.
Efendiler, güneyde millî aşiretinin isyanını bastırmaya çalışırken, Afyonkarahisar bölgesinde Çopur Musa adında bir adam da, başına topladığı kuvvetle askerleri ordudan kaçmak için ayartıyor ve millete askere gitmemeyi telkin ediyor. Çopur Musa , 21 Haziran 1920 tarihinde Çivril’i bastı. Gönderilen kuvvetler karşısında kaçtı ve Yunan ordusuna katıldı.

KONYA İSYANI

Efendiler, Çopur Musa olayından önce bir ayaklanma olayı da Konya’da oldu. 5 Mayıs 1920 tarihinde, Konya’da bir fesat derneği keşfedildi. Bu dernek üyelerinin ileri gelenleri tutuklanmaya başladı. Bir gün sonra, tutuklanmakta olan bu ileri gelenler, halkı da kışkırtarak Konya içinde silâhlı bir toplantı yapmaya giriştiler. Bir kısım halk da silâhlı olarak dışarıdan gelerek hep birlikte isyan ettiler. Konya’da bulunan komutan, elindeki kuvvetlerle cesurca hareket ederek âsîleri dağıtmayı ve önayak olanları tutuklayıp takip etmeyi başardı.
♦◊♦◊♦

SAVAŞ CEPHELERİNİN DURUMU

Efendiler, Meclis’in açıldığı ilk günlerde, çeşitli cephelerin ne durumda olduklarını da hep birlikte bir defa daha hatırlayalım:
  1. İzmir Yunan Cephesi:
Yüksek hey’etinizce de bilinmektedir ki, Yunanlılar İzmir’e çıktıkları zaman, orada,17’nci Kolordu Komutanı olarak ,karargâhıyla birlikte Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56’ncı Tümen’in iki alayı vardı. Bu kuvvet, özellikle, kolordu komutanının emriyle, düşmana karşı koydurulmaksızın, büyük hakaretler altında, Yunanlılara teslim edilmiştir. Bu tümenin bir alayı (172’nci alay) Ayvalık’ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey (Afyonkarahisar Milletvekili Albay Ali Bey) idi.
Yunan ordusu işgal alanını genişletirken, Ayvalık’a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919’da savaşa giriş ti. Bu tarihe kadar, Yunan birlikleri hiç bir yerde ateşle karşılık görmemişti. Aksine, bazı şehir ve kasabalar halkı korkutulmuş, İstanbul Hükûmeti’nin emirlerine uyarak idare âmirleri başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel hey’etlerle karşılamışlardı. Ali Bey’in Ayvalık bölgesinde muharebe cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de millî cepheler oluşmaya başlamıştı.
1919 yılının 5 Haziranından başlayarak, Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı Kâzım Paşa hazretleri), Balıkesir’deki 61’inci Tümer’in komutasını, vekâleten üzerine almıştı. Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerini içine alan Kuzey Cephesi Komutanlığı’nı yaptı. Fuat Paşa’nın Batı Cephesi Komutanlığı’na tayin edilmesinden sonra, Kâzım Bey’e, Kuzey Kolordusu Komutanlığı makam ve yetkisi verildi. Aydın dolaylarında, İzmir’in işgalinden sonra, asker ve halktan bazı vatanseverler, Yunanlılara karşı savunma, halkı cesaretlendirme ve silâhlı millî teşkilât kurma gayretleriyle çalışıyorlardı. Bu arada İzmir’den ad ve kıyafet değiştirerek o bölgeye gitmiş olan Celâl Bey (İzmir Milletvekili Celâl Bey’dir)’in gayret ve fedakârlığı anılmaya değer. 15/16Haziran 1919 gecesi, Ali Bey’in Ayvalık’tan gönderdiği kuvvetler, Bergama’daki Yunan işgal kuvvetlerini bir baskınla perişan etmişlerdi. Bu baskına, kısmen, Balıkesir ve Bandırma’dan gönderilen kuvvetler de katılmıştı. Bu olay üzerine, Yunanlılar, dağınık ve zayıf müfrezelerini geri çekip toplamak gereğini duydular. Bu arada Nazilli’yi de boşalttılar. Bu sebeple, Aydın’da hazırlıkta bulunurken, çevreden toplanan halk kuvvetleri bunları sıkıştırmaya başladı. Yunanlılarla halk arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Sonunda, Yunanlılar, Aydın’ı da boşaltıp çekildiler.
Böylece, 1919 yılının Haziran ayı ortalarında Aydın cephesi de kuruldu. Bu bölgede bulunan 57′ nci Tümen’in Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey’di. Alay komutanlarından Binbaşı Hacı Şükrü Bey, millî kuvvetlerin başında Yürük Ali Efe ve Demirci Mehmet Efe vardı. Sonunda Demirci Mehmet Efe, duruma hâkim olarak Aydın Cephesi Komutanlığı’nı kendi üzerine aldı. Daha önce dolayısıyla arz etmiştim ki, sonradan oraya gönderdiğim Albay Refet Bey (Refet Paşa) bile Demirci Mehmet Efe’nin komutanlığını kabul etmiştir.
Efendiler, İzmir’in çeşitli cephelerinde kurulan ve yavaş yavaş subaylar ve askerî birliklerle desteklenmeye çalışılan millî cephelerin beslenmeleri, daha çok, doğrudan doğruya o bölgeler halkı tarafından sağlanıyordu. Bunun için de geri bölgelerde millî teşkilât kurulmuştu. Bu görevin, halktan hükûmete geçişi, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.
  1. Güneyde Fransız Cephesi:
a) Fransız birliklerine karşı doğrudan doğruya Adana bölgesinde Mersin, Tarsus, Islahiye bölgelerinde ve Silifke dolaylarında millî kuvvetler kurulmuş ve çok cesurca işe girişmişlerdi. Adana’nın doğu bölgesinde, Tufan Bey adıyla hareket eden Yüzbaşı Osman Bey’in kahramanlıkları kayda değer. Millî müfrezeler, Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin girişlerine kadar sokulup hâkim oldular. Pozantı’da Fransızları kuşatarak geri çekilmeye mecbur ettiler.
b) Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da önemli muharebe ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal kuvvetleri buradan çekilmeye mecbur edildiler. Bu başarıların kazanılmasında büyük rolleri olan Kılıç Ali ve Ali Saip Bey’lerin adlarını anmayı bir görev sayarım.
Fransız işgal bölgelerinde ve cephelerinde millî kuvvetler, her gün daha esaslı bir şekilde teşkilâtlanıyorlardı. Millî kuvvetler, ordu birlikleri ile desteklenmeye başlanmıştı. İşgal kuvvetleri, her tarafta sıkı ve şiddetli bir şekilde zorlanıyordu.
Efendiler, bu durum üzerine Fransızlar, 1920 Mayısından başlayarak bizimle temas ve görüşme imkânları aradılar. Önce Ankara’ya İstanbul’dan bir binbaşı ile bir sivil geldi. Bu şahıslar, İstanbul’dan önce Beyrut’a gitmişler. Eski Van Milletvekili Haydar Bey bunlara aracılık ediyordu. Bu buluşma ve görüşmelerimizden elle tutulur bir sonuç çıkmadı. Fakat, Mayıs sonlarına doğru Suriye Fevkalade Komiseri adına hareket eden Mösyö Duquest adında bir zatın başkanlığında bir Fransız Hey eti Ankara’ya geldi. Bu hey’etle yirmi günlük bir ateşkes anlaşması yaptık. Bu geçici anlaşma ile, biz, Adana bölgesinin boşaltılmasına bir başlangıç hazırlama hedefini güdüyorduk.
Efendiler, bu Fransız hey’etiyle yaptığım yirmi günlük ateşkes anlaşması, Büyük Millet Meclisi’nde bazılarının itirazlarına uğradı. Oysa, benim bu anlaşmayı kabul etmekle sağlamak istediğim yararlar şunlardı:
Önce, Adana bölge ve cephelerinde bulunan ve kısmen askerle de takviye edilen millî kuvvetleri, sükûnetle yeniden düzenlemek istiyordum. Millî kuvvetlerin bu çarpışma aralığında dağılabileceklerini de dikkate alarak, ateşkes tebliği yanında bazı tedbirlerin alınmasını da emrettim. Bundan başka, Efendiler, önemli saydığım siyasî bir yararlanmayıda hesaba katıyordum. Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti, daha İtilâf Devletleri’nce elbette ki tanınmamıştı. Aksine, memleket ve milletin kaderiyle ilgili konularda, İstanbul’da Ferit Paşa Hükûmeti ile ilişki ve işlemlerde bulunmakta idiler. Bu bakımdan, Fransızların İstanbul Hükûmeti’ni bir tarafa bırakıp Ankara’da bizimle görüşmeleri ve herhangi bir konuda uyuşmaları, ogün için sağlanması yararlı önemli siyasî bir nokta idi. Bu ateşkes görüşmesinde, millî sınırlarımız içinde olup da Fransızlar tarafından işgal altına alınmış bulunan bölgelerin tamamı ile boşaltılmasını açık ve kesin bir dille istedim. Fransız delegeleri, bu konuda yetki almak üzere Paris’e gitmek mecburiyetini ileri sürdüler. Yirmi günlük ateşkes anlaşması, bir bakıma daha esaslı bir anlaşma yapmak için yetki almaya zaman bırakmak gibi kabul edildi. Efendiler, bu görüşme ve konuşmalarımızdan bende uyanan izlenim, Fransızların Adana ve dolaylarını boşaltacakları merkezinde idi. Bu düşünce ve inancımı, Meclis’e ifade etmiştim. Gerçi Fransızlar, ateşkes süresi sona ermeden Zonguldak’ı işgal etmek suretiyle anlaşmanın yalnız Adana bölgesine ait olduğunu göstermek istemişlerse de, biz, bu hareketin ateşkesi hükümsüz bıraktığı sonucuna vardık. Fransızlarla anlaşmamız bir süre gecikti.

İSTANBUL ANKARA İLE TEMAS ARIYOR VE BU TEMASI NURETTİN PAŞA SAĞLAMAYA ÇALIŞIYOR

Saygıdeğer Efendiler, 9 Mayıs 1920 günü Meclis’in gizli oturumunda açıklama yaparken ve Fransız memurları ile hey’etleri tarafından bizimle temas ve bağlantı kurma yolları arandığını bildirirken, milletvekillerinden biri (yanlış hatırlamıyorsam Çorum Milletvekili rahmetli Fuat Bey), “birkaç günden beri gûya İstanbul, bizimle anlaşmak istiyormuş, bu konuda bilgi verir misiniz?” diye bir soru yöneltti.
Gerçekten, o tarihten dört beş gün önce, İstanbul’da Leon adında bir Çanakkale üzerinden bizi aramıştı. Ankara’yı bulduktan ve bizim burada bulunduğumuzu anladıktan sonra, dediler ki: “Söyleyeceğimiz şeyler pek önemlidir. Onun için haberleşmeyi geceye bırakalım. Ordu merkezleri de aradan çekilsinler. O gece görüşmediler. Fakat bir iki gece sonra yeniden aradılar. Bu defa karşımıza çıkan kimse eski İzmir Valisi Nurettin Paşa imzasıyla bir telgraf yazdırdı. Bu telgrafın içindekiler şöyleydi: “Ben, iki arkadaşımla birlikte, İstanbul’un sizinle anlaşmasına aracılık etmeyi vatan için yararlı bir görev sayarım. Buradaki hükûmet ve İngilizler buna razı oldular. Sizin de olumlu cevabınızı bekleriz. Nurettin Paşa, telgrafını Hey’et-i Temsiliye Başkanlığı’na yazıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin kuruluşundan, çalışmaya başladığından ve Büyük Millet Meclisi’nin varlığını ve meşruluğunu doğrulayan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan habersiz görünüyor. Nurettin Paşa’nın telgrafını, Millî Savunma Bakanı (Müdafaa-i Milliye Vekili) olan Fevzi Paşa Hazretleri’ne gönderdim. Fevzi Paşa, Nurettin Paşa’ya cevap verdi. Bu cevabında dedi ki: Telgrafınızı Hey’et-i Temsiliye Başkanlığına çekmekle daha gerçek durumdan haberdar olmadığınız anlaşılıyor. Ve durumu açıkladıktan sonra İstanbul da hangi makam Ankara’da hangi makamla görüşmek istiyor?” dedi. Bu telgrafa imzasız olarak gelen cevapta: “Telgrafı yazan kimseler şimdi burada değillerdir. Bunu bırakıp gittiler. Yarın saat 10.00’da size bilgi veririz.” deniliyordu. Bundan sonra Nurettin Paşa ikinci defa olarak yine aradı. Bu defa. Telgraf haberleşmeleriyle anlaşma imkânı olmadığından, siz yetkili bir hey’eti İstanbul’a gönderin, görüşelim ve anlaşalım diyordu.
Efendiler, biz de cevap olarak dedik ki: ” Pek doğrudur, gerçekten telgrafla anlaşmak mümkün değildir. Fakat siz Mudanya’ya geliniz ve nevakit gelebileceğinizi de bildiriniz. Bizim tarafımızdan da orada yetkili kimseler hazır bulunur. Bursa’ya da gereken talimat verildi. “Ondan sonra bir daha arayan olmadı. Hoca Müfit Efendi (Kırşehir): “Acaba gerçekten Nurettin Paşa mıydı? diye sordu. Ben de: “Evet, gerçekten Nurettin Paşa’ydı, karşılığını verdim.
Efendiler, İstanbul Hükûmeti’nin Nurettin Paşa vasıtasıyla yaptığı bu müracaatın Anzavur’un Balıkesir bölgesinde yenilgiye uğratıldığı ve Bolu’da başarı kazanmaya başladığımız günlere rastladığınıda belirtmeliyim.

NURETTİN PAŞA ANKARA’DA

Efendiler, Nurettin Paşa’dan bir daha telgraf almadık. Fakat, kendisi Diyarbakır’lı Kâzım Paşa ile birlikte, 1920 yılının Haziran ayı ortalarında Ankara’ya geldi. Bizimle işbirliği etmeden önce, bazı konularda görüşümüzü anlamak istediğini söyledi.
Birincisi, Hilâfet ve saltanat makamı üzerindeki düşünce ve görüşümüz;
İkincisi, bolşeviklik konusundaki görüşümüz;
Üçüncüsü, İtilâf Devletleri’ne karşı, özellikle İngilizlere karşı da, savaşa karar verip vermediğimiz, konularıydı.
Görüşme, Ziraat Okulu’ndaki karargâhımızın bir odasında, gece yapıldı. Bu görüşme’de, Nurettin Paşa ile birlikte gelen Kâzım Paşa ‘dan başka Fevzi ve İsmet Paşa’lar da hazır bulunuyorlardı. Nurettin Paşa, birinci, ikinci sorulara aldığı cevapları pek doyurucu bulmadı. Fakat, özellikle üçüncü sorunun cevabı, uzun ve hararetli tartışmalara yol açtı. Çünkü biz demiştik ki, gayemiz, millî sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve milletin bağımsızlığını tam olarak sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun, mutlaka çarpışır ve başarı kazanırız. Bu konudaki karar ve inancımız kesindir. İşte Nurettin Paşa, bir türlü buna inanamıyor ve razı olamıyordu. Nihayet kendisine dedik ki: “Bu konuda görüşmeyi kabul etmekle, yeni görüşlere varmak ve kararlar almak söz konusu değildir. Sen, bugüne kadar milletin iyice belirmiş ve kesinleşmiş olan inançlarına uyacaksın! “Ondan sonra, kendisine verebileceğimiz uygun bir görev üzerinde duruldu. Kendisinin, Konya valisi sivil görevi ve Konya Yöresi Komutanı ünvanıyla Yunan cephesinin güneyindeki bölgenin komutanı olmasını uygun gördük. Asıl Batı Cephesi için, komutan olarak 18 Haziran1920’de Ali Fuat Paşa’yı görevlendirdik.
Efendiler, o günlerde Yunan Cephesi’nde düşmanın bazı hazırlıklar yaptığı hissedildiğinden, cephede duyarlık arttı. Bu yüzden Nurettin Paşa’nın görevi kesinleşmeden ve kendisini görev yerine göndermeden, acele olarak Batı Cephesi’ne hareketim gerekti. Nurettin Paşa’nın görevlendirme işleminin tamamlanmasını Genel Kurmay Başkanı bulunan İsmet Paşa’ya bıraktım. Gerçekten düşman, bütün cephe üzerinde taarruza geçmişti. Bizim birliklerimiz geri çekiliyordu. Nurettin Paşa, cephedeki elverişsiz durumu anlayınca İsmet Paşa’ya görev kabul edebilmek için birtakım şartların, hükûmetçe karar altına alınması gereğinden söz etmiş. O şartlara göre, hükûmet memleketin yönetiminde ve önemli konularında esaslı ve kesin karar almadan önce Nurettin Paşa’nın düşünce ve onayını almak zorunda kalacaktır. Çünkü, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nde yer alan üyeler, Tevfik Paşa ve benzerleri gibi, olgun yaşta ve tecrübeli kimseler olmayıp, genç birtakım kimselermiş. İsmet Paşa, pek yadırgadığı bu zihniyet ve teklifi, derhal şifreyle bana bildirdi. Ben de Nurettin Paşa’nın, kendisine görev teklif ettiğim zaman söylemediği bu düşünceyi, genel durumda bunalım baş göstermesi üzerine ortaya atmış olmasını anlamlı buldum ve İsmet Paşa’ya verdiğim cevapta, kendisine görev verilmemesini emrettim. Nurettin Paşa’nın, Yunan taaruzu başladıktan iki gün sonra bana gönderdiği bir yazıda yazdıklarını dikkate değer bulmuştum. Arzu buyurursanız, bu yazıyı yüksek hey’etinize olduğu gibi okuyayım:
Ankara İstasyonu, 24.6.1920
Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığı’na
Efendim Hazretleri,
Atanmış olduğum komutanlıktan ve valilikten uzaklaştırılma şekli ile görevden alınma durumunun bildiriliş şeklini hakaret saydım. Bir devlet adamı tarafından ileri sürülen vatanla ilgili bir düşünce ve görüşün tartışılmasına değil, dinlenilmesine bile değer ve önem verilmemesini ve ilgili Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin oylarını alıncaya kadar bile beklenmeyerek ve tahammül edilmeyerek veyahut belki de buna gerek görülmeyerek iki veya üç kişi gibi pek az üyenin düşünce ve istekleriyle bu yolda işlem yapılmasında bir sakınca görülmemesini ve bundan dolayı da memleketin, eğer yanılmıyorsam böyle bir anlayışla yönetilmesini millet ve memleket için tehlikeli saymakta olduğumun arzına, Başkanlık yüksek makamının müsaadelerini rica ederim.
Bugünkü şartlar içinde, görev kabulünü sakıncalı bulduğum ve işbirliğini yararlı göremediğim için, memleketim olan Bursa’da oturmak üzere, ilk trenle Ankara’dan ayrılacağımı bilginize sunar, veda ederim, Efendim Hazretleri.
Nurettin İbrahim
Efendiler, benim bu yazıya verdiğim cevap da aynen şuydu:
25.6.1920
Tümgeneral Nurettin Paşa’ya
İlgi: 24 Haziran 1920 tarihli yüksek tezkereleri.
Söz konusu edilen komutanlık ve valilik görevi, daha Millî Savunma ve İçişleri Bakanlıkları’nca resmen zatıalilerine verilmemiş ve tebliğ edilmemişti. Bu bakımdan ne atanmanız ne de ayrılmanız söz konusu değildir. Yalnız, zâtıâlînize görev verilmesi düşünülmüş, bu konuda düşünce ve kararınız sorulmuştu, Atama durumu daha kesinleşmemiş olduğu bir sırada, Genelkurmay vasıtasıyla öğrenilen dûşünce ve kanaatınızdaki kararsızlıklar üzerine, Hükûmet’çe, atanmanızdan vazgeçilmesine karar verildi. Böyle bir karan vermek için, zan buyurduğunuz gibi, durumun Büyük Millet Meclisi’nin Genel Kurulu’na sunulması, mevcut ve yürürlükteki kanunların gereklerinden değildir. Bursa’ya giderek orada oturmanıza gelince, bağlı bulunduğunuz askerlik mesleği dolayısıyla, bu konuda Millî Savunma Bakanlığı yüksek katına usulünce başvurmanız gereği tebliğ olunur, efendim.
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
Nurettin Paşa, Bursa’ya değil Taşköprü’ye gitmiş ve uzun zaman orada kalmıştır. Bundan sonra da kendisine, yeniden birkaç durum dolayısıyla dokunacağız. O durumları da yeri geldikçe gerektiği kadar açıklayacağım.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ HÜKÜMETİNİN DIŞ İŞLERİ KONULARINDA VERDİĞİ İLK KARAR:

Efendiler, kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin, dışişleri konularında verdiği ilk karar, Moskova ya bir hey’et gönderilmesi olmuştur. Hey’et, Dışişleri Bakanı (Hariciye Vekili) Bekir Sami Bey’in başkanlığında idi. İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey üye bulunuyordu. 11 Mayıs 1920’de Ankara’dan hareket eden hey’etin asıl görevi, Rusya ile ilişki kurmaktı. Rusya’nın, hükûmetimizle yapacağı anlaşmanın bazı hükümleri, 24 Ağustos 1920’de parafe edilmiş olmakla birlikte durumun gereği olarak uzlaşmaya bağlanamayan bazı noktalardan dolayı gecikmiştir. Moskova Antlaşması (Moskova Muahededi) diye anılan diplomatik belgenin imzası, ancak 16 Mart 1921’de mümkün olabilmiştir.
Saygıdeğer Efendiler, memleket içinde yer yer kendini gösteren iç isyanları takip etmekte gecikmeyen ilk genel Yunan taarruzu, bakışlarımızı yeniden batıya çevirecektir.

YUNANLILAR’IN İLK GENEL TAARRUZU

Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Milne (Miln) hattından genel taarruza geçtiler. Kuvvetleri altı tümene çıkmış bulunuyordu. Üç tümenle iki koldan, Akhisar – Soma yönünden; iki tümenle Salihli yönünden; bir tümenle de Aydın cephesinden taarruz ettiler. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran 1920’de Balıkesir’e girdi ve süvarileri 2 Temmuz 1920’de Kirmastı ve Karacabey’i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61’nci ve 56’ncı Tümenlerimiz, Ulubat köprüsünü tahrip ederek Bursa’ya doğru çekildi. Düşman takibe devam ederek Bursa’yı da işgal etti ve ileri hatlarını Dünboz – Aksu hattına kadar sürdü. Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz fazla sarsıldı. Eskişehir’e kadar çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920’de Mudanya’ya ve 2 Temmuz 1920’de de Bandırma’ya birer müfreze çıkardılar.
Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de, 24 Haziranda Alaşehir’e girdi. Daha sonra ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak’ı zaptetti ve Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere, bu bölgeye kadar ilerledi. Bu düşman karşısında bulunan 23’üncü Tümen ve millî kuvvetlerimiz çok kayıp verdi ve zayıfladı. Aydın’dan ilerleyen bir Yunan kolu da, Nazilli’ye kadar geldi.
Bu harekât sırasında, tümenlerimizin kuru birer kadro halinde olduklarını, harp malzemelerinin bulunmadığını ve henüz takviyelerine de imkân olmadığını bilirsiniz.
Efendiler, bizzat Eskişehir’e ve oradan da ileri bölgelere gittim. Gerek orada gerek başka bölgelerde bulunan kuvvetlerimizin düzene sokulmasını emrettim. Yeniden, düşman karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını sağladım.

YUNAN TAARUZU KARŞISINDA MİLLÎ CEPHELERİN BOZULMASI ÜZERİNE MECLİS’TE ŞİDDETLİ HÜCUM VE ELEŞTİRİLER

Efendiler, Yunan taaruzu ve millî cephelerin bozulması, Meclis’te büyük bir sıkıntıya, şiddetli hücum ve eleştirilere yol açtı. Büyük Millet Meclisi’nin 13 Temmuz 1920 günü, 41’inci toplantısında kusurlarından ve idaresizliklerinden dolayı, Bursa Komutanı Bekir Sami ve Valisi Hâcim Muhittin Bey’lerin ve Alaşehir Komutanı Âşir Bey’in ne için harp divanına verilmediklerinden dolayı, Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı hakkında gensoru önergeleri okundu.
Bu önergenin sahibi, Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü Bey’di. Sinop Milletvekili Hakkı Hâmi Bey’in de derhal cezalandırma konusundaki ısrarı “bravo” sesleriyle karşılanıyordu. Önerge sahibi olan Mehmet Şükrü Bey’in, Biz sorumlu tutulduklarını görmek istiyoruz! “feryadı üzerine, gensoru kabul ediliyor. Soruşturma günü olarak tespit edilen 14 Ağustos 1920’de, Genel Kurmay Başkanı cevap verdi. Fakat bir türlü inandırmak ve yatıştırmak mümkün olamıyordu. Karahisar Milletvekili Şükrü Bey “Anket” (araştırma, soruşturma) istiyor. Diğer bir milletvekili bazı subay ve komutanların cezalandırılmalarının tabiî olduğundan söz ederek birçok örnekler sıralıyor. Başka bir milletvekili, asker geri çekilirken bir komutanın otuz altı deve eşya götürmüş olduğunu söylüyor. Başka bir milletvekili de Yunan ordusunun kısa bir zaman içinde Akhisar’dan Marmara sahillerine varıncaya kadar, bütün şehir ve köyleri yıldırım hızıyla istilâ ettiğinden söz ederek, Bursa felâketi dolayısıyla uğramış olduğumuz korkunç zarar, dünyanın gözünde, Anadolu’da savunma denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğuna genel bir kanaat uyandırmıştır” diyor ve bu büyük bozgunun sorumlularının cezalandırılmalarını istiyordu.
Efendiler, uzun ve ateşli olarak devam eden tartışmalara, benim de karışmam gerekti. Ortaya çıkan bu çok acı durumda, Meclis’in üzüntü ve ilgisini takdir ettikten sonra, düşünce ve duyguları yatıştırmak maksadıyla konuşma ve açıklamalar yaptım. Benim sözlerime karşı da yapılan ufak tefek hücumlara cevap verdikten sonra, genel açıklamalar yeterli görüldü.
Efendiler, ayrıntılarını Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu ateşli görüşmelerden önce, 26 Temmuz 1920 günü de, gizli bir oturumda buna benzer bir görüşme olmuştu. Orada da uzun açıklamalar yapmaya mecbur olmuştum. Çünkü, üzüntü ve ıztırap sonucu yapılmakta olan tenkit ve tekliflerde bu yenilgiyi doğuran gerçek sebepler sanki unutulmuş gibiydi. Bütün felâketin sebebi olmak üzere, daha kurulalı ve üzerine görev yükleneli iki ay bile geçmemiş olan Bakanlar Kurulu’nu sorumlu tutmak gayesi güdülüyordu. Bir yılı aşkın bir zamandan beri, Yunan ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş ve durmadan hazırlanmakta bulunmuş olduğu, buna karşılık İstanbul Hükûmeti’nin ordumuzu sürekli olarak felce uğratacak şartlar hazırlamakla meşgul olduğu ve milletin kendiliğinden kurabildiği millî kuvvetleri dağıtıp yok ettirmeye çalışmaktan başka birşey yapmadığı asla düşünülmüyordu. Eğer bu bir yıl içerisinde Yunan kuvvetleri karşısında, az çok bir varlık gösterilmiş idiyse, bunun da beş on fedakârın kendiliğinden gösterilmiş bulunan azim ve gayretlerinin ürünü olduğunu insafla görmek istemiyorlardı. Askerî harekâtı, gerçek durumu kavrayarak ve askerliğin gereklerini göz önünde tutarak düşünen ve inceleyen yoktu. Söylenilen sözler, ya vatanseverlik duygusunun sürüklediği coşkunlukla veyahut aşırı duyarlık sonucu olarak feryad ve figan halinde dile getiriliyordu. Söz söyleyenler içinde, ender olmakla birlikte millî inancı ve vatana bağlılığı şüpheli olanlar bile vardı.
Söz konusu ettiğimiz bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım sırasında özellikle demiştim ki: “Felâket başa gelmeden önce, onu önleme ve ona karşı savunma çarelerini düşünmek gerekir.” Geldikten sonra üzülmenin yararı yoktur. Yunan taaruzu yapılmadan önce yapılacağı kuvvetli bir ihtimalle biliniyordu. Eğer bunu önleyecek çare ve tedbirler bulunamamışsa, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve onun Hükûmeti’ne ait olamaz. Büyük Millet Meclisi’nin sorumluluk mevkiine geldikten sonra almaya başladığı tedbirler, bir yıl öncesinden beri İstanbul Hükûmetleri tarafından, bütün milletle birlikte ve ciddiyetle alınmaya başlanmak gerekti. Bazı kuvvetlerin cepheden alınıp iç isyanların bastırılmasına memur edilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmasındaki yarardan daha önemli ve zarurî idi. Yine de öyledir. Gerçi Bursa’da bırakılması zarurî olan bir tümen, Adapazarı isyan bölgesine gönderilen iki tümen, Hendek’te dağılan bir tümen, yani dört tümen; Zile, Yenihan bölgesinde âsîlerle uğraşan bir tümen ve bütün bu düzenli ordu kuvvetlerine yardım eden millî müfrezeler, cephede bulundurulabilseydiler, belki de düşman taarruzu bu kadar gelişemezdi. Fakat, memleketin huzuru ve milletin kurtuluş gayesi noktasında birleşip dayanışma sağlanamadıkça, bir dış düşmanın istilâ adımlarını durdurmaya çalışmak ne mümkündür ne de bundan köklü bir yarar ve sonuç alınabilir. Ancak, memleket ve milletçe dediğim durum korunabilirse, düşmanın herhangi bir zamandaki başarısı ve bunun sonucu olarak fazla toprak ele geçirmiş olması, geçici olmak niteliğinden kurtulamaz. Birlikte ve amaçta azimli olan ve ısrar eden millet, gururlu ve saldırgan her düşmanı eninde sonunda bu gurur ve saldırganlığından pişman kılabilir. Onun için iç isyanları bastırmak, elbette Yunan taarruzunu durdurmaktan daha önemlidir. Zaten, cepheden iç isyanlara karşı kuvvet ayrılmamış olsaydı, sonucun başka türlü olabileceğini farz etmek güçtür. Söz gelişi, düşman kuzey cephesine üç tümenle saldırdı. Bizim orada cepheye yetebilecek kuvvetimiz yoktu. Filân noktada, filân derede, filân köydeki kuvvetimiz yahut da oralardaki subay veya komutanımız, düşmanın geçmesine müsaade etmeseydi, bu felâket başımıza gelmezdi” şeklinde feryat etmekte anlam yoktur. Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu olan cephe, savunmaya ayrılan kuvvetle orantılı dar bir cephe olmayıp da, böyle yüzlerce kilometre genişliğinde ise, bu cephenin şurasında ve burasında bulunan zayıf bir kuvvetin, sonuna kadar savunmasını kabul etmek, bütün tasavvur ve muhakemeleri yanılgıya sürükler. Cepheler delinebilir, buna karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibaretti. Bu ise, cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, kuvvetli de tekler bulundurmakla mümkündür. Oysa, Yunan ordusu karşısındaki millî cephemiz bu durumda ve bu kuvvette miydi? Bütün Batı Anadolu illerimizde, Ankara ve dolaylarında, daha doğrusu bütün memlekette, kuvvet denilecek bir askerî birlik bırakılmış mıydı?

CİDDİ BİR ASKERİ TEŞKİLAT KURABİLMEK VE BUNDA BAŞARI SAĞLAYAİLMEK İÇİN ZAMAN ŞARTTIR

Savaş hatlarına yakın köyler halkının yapabileceğini sanmadan, hayalî sonuçlar beklemek akıllıca bir bekleyiş olamaz. Memleketin bütün kuvvet kaynaklarından yararlanma şartlarına ve yetkilerine sahip olduktan sonra bile, ciddî bir askerî teşkilât kurabilmek ve bundan başarı sağlayabilmek için zaman şarttır. Bursa’da Bekir Sami Bey’in emrine verilen kuvvetin esası, İzmir’de tüfek attırılmaksızın Yunanlılara teslim edilen ve Yunan gemileriyle Mudanya’ya çıkarılan iki alay kadrosu değil miydi? Bu kuvvetin moralini düzeltmek için İstanbul Hükûmetleri herhangi bir tedbir almışlar mıydı? İstanbul Hükûmetleri değil miydi ki, Yunan taaruzundan önce, Balıkesir’de savunmaya çalışan kuvvetlerimizin arkalarında Anzavur’u saldırttı? Yine İstanbul Hükûmeti, Halife ve Padişah değil miydi ki, Yunan Cephesi’nde kullanılacak oldukça kuvvetli bir tümeni, 24’üncü Tümeni Hendek – Düzce yolunda, Hilâfet Ordusu ve âsîlerin grupları tarafından aldatılarak dağıttırmış ve komutanlarını şehit ettirmişti.
Memleketin alınyazısının sorumluluğunu yeni üzerine almış olan Hükûmet, bu tarihteki şartlar içinde acaba seferberlik yapabilmeyi düşünebilir miydi? Memleketin neredeyse baştan başa Halife’nin fetvası hükmünü yerine getirmeye sürüklenip zorlandığı bir sırada, milleti askere çağırarak doğru ve mümkün görülebilir miydi? Bundan başka, bütün milleti silâh altına çağırmadan önce, silâh sayısının, eldeki silâhı kullanılır durumda tutabilmek için cephane ve para miktarları ile kaynakların düşünülmesi zarurî değil miydi? Durumu incelerken ve tedbir düşünürken, acı da olsa gerçeği görmekten bir an olsun uzak kalmamak gerekir. Kelimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur. Biz durumun ve cephelerin ihtiyacından habersiz değiliz. Her taraftan adıma sayısız telgraflar gelmektedir:”Büyük çapta düzenli kuvvetler gönderiniz, şu kadar cephane gönderiniz, bunlar gelmezse burada yeniliriz denilmekte, tehlike ve ateş içinde bulunmanızın verdiği heyecan dolayısıyla, durum acı bir dille anlatılmaktadır. Bizim görevimiz ve durumumuz, onların üzüntü ve heyecanına katılarak halkın maneviyatını kırmak değildir. Aksine, acılara direnme gücü, sebat ve ümit verecek şekilde hareket etmektir.
Bundan sonra, elbette durumlar değişecek, bütün memleket ve millete gerçekten ümit ve güven verecek tedbirler uygulanacaktır. Artık buna engel kalmamıştır. Hükûmet bir kısım doğumluları da silâh altına alabilecektir.
♦◊♦◊♦

YEŞİLORDU

Saygıdeğer Efendiler;
Bazı bulanık meselelerin kolaylıkla aydınlanmasına yardımcı olacağını sandığım için yüksek heyetinize, bir Yeşilordu dan söz edeceğim:
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin kuruluşundan sonra, Ankara’da, Yeşilordu adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin ilk kurucuları, pek yakın ve bilinen arkadaşlardı. Kuruluş amacını açıklamak için, iç isyanları ve bu isyanlara karşı gönderilen ordu kuvvetlerinin ve millî müfrezelerin gösterdikleri bazı durum ve manzaraları hatırlamak gerekir. Âsîlerin, ordunun erlerine Halife’nin fetvasından, Padişah’ın askerliği affettiğinden, Ankara’daki hükûmetin meşru olmadığından bahsederek, onları kolaylıkla kandırdıkları defalarca görüldü. Gerçekten de, birçok yerde, bazı ordu erleri âsîlerle çarpışacak yerde, aksine silâhlarını bırakarak köylerine, memleketlerine savuşuyorlardı. Millî müfrezelerin inkılâbın gayesini daha kolay anladıkları ve âsîlerin aldatmacalarına kapılmadıkları anlaşılmıştı. Bu sebeple, Osmanlı ordusunun artıkları denebilecek olan, o tarihlerdeki yorgun, bezgin ve yeni inkılâp ülküsüne göre yetiştirilmemiş birliklerle inkılâbı başarma konusundaki güçlükler, hissedilir bir derecedeydi. Orduyu yeni bir zihniyetle şuurlu bir duruma getirmenin, o günlerin şartları içinde pek güç olacağı sanılıyordu. Bu bakımdan aranılan vasıfları taşıyan, şuurlu kimselerden seçilmiş ve inkılâp için güvenilir bir teşkilât kurma düşüncesi, bazı kimselerin kafasında yer etmeye başlamıştı. Biribirini kovalayan, kanlı ve tehlikeli durumlar gösteren iç karışıklıklar karşısında, bu belirttiğim düşünce ve eğilim kuvvetlendi. Nihayet, bazı kimseler, böyle bir kuruluş vücuda getirmek üzere fiilen teşebbüse geçtiler. Ben, bir yandan ordumuzu canlandırmak ve güçlendirmek için çareler ararken, bir yandan da her türlü sakıncalarına rağmen, her yerde, ister istemez kurulmuş olan millî müfrezelerden yararlanmaya çalışıyordum. Fakat, ciddî bir disiplin, kayıtsız şartsız ve tereddütsüz itaat isteyen önemli askerlik görevlerinin ancak düzenli bir ordu ile yerine getirilebileceği gerçeğini unutmaya elbette imkan yoktu. Millî müfrezelerden yararlanma, zaman kazanma maksadına dayanabilirdi. Şüphesiz, kullanılmaları zarurî olan millî müfrezelerin, seçkin ve şuurlu kimselerden kurulabilmesi arzu edilirdi.
Yeşilordu teşkilâtının ilk kurucuları arasında bulunan yakın arkadaşlar, sırf bana yardım maksadıyla ve beni ayrıca yormamak düşüncesiyle, kendileri teşebbüse geçerek çalışmayı uygun görmüşler. Bana, yalnız, yararlı bir iş yapacaklarını söyleyerek, kısaca bu teşebbüslerinden söz etmişlerdi. Ben, gerçekten pek meşgul olduğum için, arkadaşların bu teşebbüsleri ile uzunca bir süre ilgilenemedim. Yeşilordu teşkilâtı bir bakıma gizli bir teşkilât olarak kurulmuş ve oldukça genişlemiş. Genel Sekreteri Hakkı Behiç Bey ve Ankara’daki yönetim kurulu önemli ve esaslı çalışmalar yapmışlar. Basılı tüzükleri ve görevli memurları her tarafa gönderilmiş. Yalnız, bir noktayı da işaret etmeliyim ki, Yeşilordu teşkilâtı ile meşgul olanlar, benim bu işi bildiğimi, uygun olduğumu ve istediğimi söylediklerinden, her tarafta benim adıma teşkilâtı genişletmeye ve güçlendirmeye çalışanlar çoğalmış. Faaliyete geçmiş olan teşkilât, yalnızca millî müfrezeler oluşturmak gibi sınırlı bir alandan çıkmış ve çok genel bir amaca da yönelmiş.
Teşkilâtın kurucuları arasına, milletvekili olan Çerkez Reşit Bey ve Ankara üzerinden Yozgat’a gidip gelirken olacak, Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Bey’ler girmişler. Bundan başka Ethem ve Tevfik Bey müfrezelerinin bütün adamları Yeşilordu’nun âdeta temelini oluşturmuşlar.

ÇERKEZ ETHEM VE KARDEŞLERİNİN İLK DEFA DİKKATİ ÇEKMEYE BAŞLAYAN BAZI TAVIR VE DAVRANIŞLARI

Efendiler, bu girişten sonra, Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin, ilk defa dikkati çekmeye başlayan bazı tavır ve davranışları hakkında yüksek hey’etinizi aydınlatmak isterim. Çerkez Ethem Bey millî bir müfreze ile önce Anzavur’un takibinde ve sonra da Düzce isyanında, başarılı bazı hizmetler yapmış olduğu için, Yozgat’a gitmek üzere Ankara’ya çağrıldığı zaman ,hemen herkesten iltifat ve takdirler gördü. Şüphesiz, kendisini abartmalı bir tarzda beğenenler ve övenler de bulunmuştur. Ethem Bey ve kardeşlerinin daha sonraki davranışları, gördükleri övücü muameleden mağrur olduklarını ve bazı hayallere kapıldıklarını gösteriyor. Ethem Bey ve kardeşlerinden Tevfik Bey, Yozgat’ta, isyanı bastırmakla meşgul oldukları sırada, kendilerine yakın uzak ne kadar askerî ve millî komutanlarımız varsa, bunların rütbe ve mevkilerine değer vermeksizin hepsine birer birer aşağılayıcı ve saldırgan davranışlarda bulunmakta hiçbir sakınca görmemeye başladı. Ethem Bey’in şahsını, niteliğini ve değerini tanımayan komutanların çoğu, memleketin ateş içinde bulunduğunu ve Ethem Bey’in abartmalı olarak işittikleri hizmetini düşünerek, mümkün olduğu kadar kendisiyle fazla çekişmeden kaçınmışlardı.
Bundan cür’et alan Ethem ve kardeşi Tevfik Bey’ler, Türk ordusunda değerli hiçbir subay ve komutan bulunmadığı ve kendilerinin herkesten üstün birer kahraman oldukları zannına kapılmışlar ve bu zanlarını açıktan açığa pervasızca herkese söylemekten çekinmemeye başlamışlardı. Doğrudan doğruya valilere ve herkese emirler veriyorlar ve emirlerinin yerine getirilmemesi halinde idam edilecekleri gözdağını da ekliyorlardı. Ethem Bey, Ankara ve Ankara’daki hükûmet üzerinde bile otorite kurma denemesinde bulunmuştur. Sözde, Yozgat isyanı, Yozgat’ın bağlı bulunduğu Ankara valisinin kötü idaresinden çıkmış; bundan dolayı isyana sebep olanlar için uyguladığı cezayı, ki o ceza asılarak idamdı, Ankara valisi için de olay yerinde doğrudan doğruya kendisi uygulamaya karar vermişti. Yozgat’a gönderilmesini istediği Ankara valisi Millî Mücadele’de fevkalâde hizmet etmiş, yararlık göstermiş ve göstermekte olan Yahya Galip Bey’di. Yahya Galip Bey’in, hizmeti özellikle bizce takdir edilmiş pek gerekli ve yararlı bir zat olduğu biliniyordu. İşte böyle bir zatı, kendi eline, idam sehpasına vermeye bizi mecbur etmekle en büyük otorite ve etkiyi kazanabileceğini düşünmüştü. Elbette Yahya Galip Bey’i veremezdik ve vermedik. Ethem ve kardeşleri bu konu üzerinde fazla ısrar edemediler. Fakat Yozgat’ta, özellikle milletvekillerine: “Ankara’ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanını Meclis önünde asacağım” yollu boşboğazlıkları duyulmuştur. Yozgat milletvekili Süleyman Sırrı Bey’de bu boşboğazlığı işitenlerdendir. Biz, bütün duyup öğrendiklerimize rağmen bu kardeşleri daima yararlanabileceğimiz bir durumda bulundurmak yolunu tercih ettik. Bu sebeple kendilerini idare ettik. Yozgat’tan sonra Ankara üzerinden Kütahya bölgesine gönderdik. Bu konuya tekrar dönmek üzere, sözü asıl konumuz olan Yeşilordu’ya getireceğim.
Bilginize sunmuştum ki, her yerde, Yeşilordu teşkilâtını benim adıma kuruyorlardı. Şahsen tanıdığım kimselerden birinin, Erzurumlu Nazım Nazmi Bey’in, görevli bulunduğu Malatya’dan gönderdiği bir mektupta, Yeşilordu teşkilâtının beni sevindirecek biçimde genişletilmesine çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberden uyanarak, bu gizli dernek hakkında araştırmalar yaptım. Bu derneğin nitelik bakımından zararlı bir şekil aldığı görüşüne vardım. Hemen kapatılması gerektiğini düşündüm. Bu konuda tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim. Onlarda gereğini yerine getirdiler. Fakat, Genel Sekreter olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması ile ilgili teklifimin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını söyledi. Ben, kapattırırım, dedim. Bunun da imkânsız olduğunu, çünkü, durumun tahminden daha büyük ve daha güçlü olduğunu ve bu derneği kurmuş olanların sonuna kadar maksatlarından ayrılmayacakları hususunda birbirlerine söz vermiş olduklarını kendine has bir tavırla söyledi. Olaylar gösterdi ki, biz bu gizli derneğin faaliyetine son vermeye çalıştığımız halde, tam olarak başaramadık. Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler başta olmak üzere, dernek ileri gelenlerinden bir kısmı bu defa faaliyetlerine yıkıcı yönde ve bize karşı olarak devam etmişlerdir. Eskişehir’de çıkarttıkları Yeni Dünya gazetesi ile de, düşünce ve maksatlarını saldırgan bir şekilde yayınlatıyorlardı.

CELALETTİN ARİF, HÜSEYİN AVNİ BEYLERİN ERZURUM’A GİDİŞİ VE ORADA ORTAYA ATTIKLARI MESELELER

Saygıdeğer Efendiler, takibini düşündüğüm sıraya göre, yüksek hey’etinizi biraz Doğu Cephemizle meşgul edeceğim. Ancak, üzerinde duracağım durumdan evvelki bir safha vardır ki, önce onu açıklamak gerekiyor.
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde İkinci Başkan olan Erzurum Milletvekili Celâlettin Arif Bey 15 Ağustos 1920 tarihli bir dilekçeyle Meclis’ten iki ay süreyle izin aldı. İleri sürdüğü mazeret, zihin yorgunluğundan ileri gelen sürekli baş ağrısı idi. Aynı zamanda, çoktan beri görmediği seçim bölgesinde de incelemeler yapmak istiyordu.
Celâlettin Arif Bey, Erzurum milletvekillerinden Hüseyin Avni Bey’in, kendisiyle birlikte gönderilmesini benden özel olarak rica etti. Hüseyin Avni Bey’in, Meclis’ten izin isteyebilmesi için belirli bir mazereti yoktu. Ben, kendisini özel bir görevle gönderecektim. Bu hususu, 18 Ağustos 1920’de Meclis’ten rica ettim. Kabul edildi.
Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni Bey’lerin, Erzurum’a varışlarından sonra, Celâlettin Arif Bey ‘den 10, 15 ve 16 Eylül 1920 tarihlerinde üç şifreli telgraf aldım. Bu telgraflara göre, Erzurum halkında gerginlik ve kaynaşma varmış… Fakat, Celâlettin Arif Bey’in Ankara’dan Erzurum’a hareketini haber alınca, halk beklemeyi tercih etmiş… Kaynaşmanın sebebi de, ordu ambarları, tüfek ve cephane kaybı ve süt dağıtımıyla ilgiliymiş.
Celâlettin Arif Bey, bazı memurların değiştirilmesi ve cezalandırılması gibi işlerde çabukluk istiyordu. Söz konusu memurların değiştirilme ve cezalandırılmalarında, Erzurum Vali Vekilliği’nde bulunan Albay Kazım Bey (İzmir Valisi Kazım Paşa) başta bulunuyordu. Celâlettin Arif Bey, halkla görüşülerek, eski Adana Valisi Kazım Bey’in Erzurum valiliğine atanmasına karar verildiğinden, Trabzon yoluyla tebligat yapılmasından ve Kazım Bey gelinceye kadar halk oylamasına başvurularak bir vali vekili seçilmesinden söz ettikten sonra, verilecek olumlu cevapla halkın gittikçe artan kaynaşması hemen yatıştırılmazsa, tehlikeli sonuçlar doğacağından korkulmakta olduğunu bildiriyordu. Sonuncu telgrafında: Ankara, şikâyeti dikkate almadığından, mesele, Ankara’ya güvenin sarsılması şekline dönüşebilecektir denilmekteydi.
Efendiler, Doğudaki kolordumuzda dehşetli bozulma ve yolsuzluklar varmış… Bozulmanın derecesi o kadar artmış ki, halkın vatanseverlik duygusuna dokunmuş… şiddetle kaynaşmasına yol açmış… Fakat, bu kadar genel ve yatıştırılması mümkün olmayan kaynaşmayı Erzurum’da ne vali vekili ne kolordu komutanı anlamış! . . Hiçbir görevli, hiçbir ilgili böyle bir kaynaşmanın farkına varamamış, Hükûmeti haberdar eden hiçbir kimse bulunmamış… Bununla birlikte halk, Celâlettin Arif Bey’in zihin yorgunluğundan dolayı izinli, Hüseyin Avni Bey’ in de benim tarafımdan görevlendirilerek Erzurum’a hareket ettiklerini haber aldıklarından, gerginlik ve kaynaşmalarını frenlemişler… Milletvekili Beylerin oraya varmalarıyla birlikte açığa vuruyorlar.
Doğrusu Efendiler, ben bu bilgilere asla inanamadım. Celâlettin Arif Bey ve Hüseyin Avni Bey’lerin birer bahane bularak Erzurum’a gitmelerini anlamlı buldum ve hayret ettim. Hele, halkın genel oyuna başvurarak vali atanmasıyla ilgili teklifin, hukuk profesörlüğü yapmış, kanun adamı olarak tanınmış, Meclis-i Meb’usan Başkanlığı’ndan Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanlığı’na gelmiş, Celâlettin Arif Bey’den geldiğini görmek hayretimi büsbütün artırdı.
Erzurum’daki Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı’na, 16/17 Eylül 1920 tarihinde: Telgraflarının Bakanlar Kurulu’nda (Hey’et-i Vekile’de) okunduğunu, bu konuda Cephe Komutanlığı ile haberleşme yapılmakta olduğunu bildirdim. Doğu Cephesi Komutanlığı’ndan da, Celâlettin Arif Bey’in telgraflarını özetledikten sonra, bilgi istedim ve görüşünü sordum.

CELALETTİN ARİF BEY’İN GENİŞ YETKİYLE DOĞU İLLERİ VALİLİĞİNE ATANMASI İSTENİYOR

Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın da,14 Eylül 1920’de benim telgrafımdan önce yazılmış şifreli bir telgrafını 19 Eylülde aldım. Bu telgrafta: “Celâlettin Arif Bey’in Rize, Trabzon, Erzurum, Erzincan, Van, Bayazıt illerini ve yüce Meclis’çe uygun görülecek başka bölgeleri de içine almak üzere Doğu İlleri ve Valiliği’ne atanmasını arz ve teklif ederim” denildikten sonra şu düşünceler ekleniyordu: “Bu teklifin kabul edilip uygulanması halinde, askerî ve sivil her iki görevin gereken önem ve titizlikle yapılmasından sağlanacak yarar dışında, yeri gelince, önemli işleri görüşmek ve gereğini süratle yerine getirmek için milletvekili olarak bir zat daha bulunmuş olur. Yukarıda arz edilen hususun Büyük Millet Meclisi’nce lâyık olduğu önemle dikkate alınarak kabul edilip onaylanacağını umar, bu konuda yüksek şahsiyetlerinin yardım ve himmetlerini istirham ederim. Durum, ana çizgileriyle Celalettin Arif Beyefendi ile görüşülmüş ve kendilerince de uygun bulunmuş ise de, bu konudaki kararın Millet Meclisi’nin uygun bulmasına ve onayına bağlı olduğu tabiîdir.”
Efendiler, ordudaki yolsuzluktan, halktaki kaynaşmadan, Erzurum’a halkın oyu ile vali seçiminden ve acele olarak olumlu cevap verilmezse Ankara’ya karşı güvensizlik doğacağından söz eden Celalettin Arif Bey, ordunun komutanı ile görüşüyor ve kendisini geniş yetkiyle Doğu İlleri Valiliği’ne teklif ettiriyor. Ordu Komutanı da, Celalettin Arif Bey’in, sonuç olarak kendi aleyhindeki şikâyetinden habersiz görünüyor. Durumu, özel maksatla düzenlenmiş bir oyun ve aynı zamanda bir gaflet manzarası gibi kabul etmemek mümkün değildi.
Kâzım Karabekir Paşa’nın 16/17 Eylül tarihli telgrafıma, 18 Eylülde verdiği cevapta: “Celalettin Arif Bey’in bildirdikleri, birkaç kişinin, Vali Vekili Albay Kâzım Bey’i sırf Erzurum’dan uzaklaştırmak için yaptıkları dedikoduya dayanmaktadır. Halktaki kaynaşma ve halkın oyları ile vali seçimi hususları, ne yazık ki, Celalettin Arif Bey’in yanlış bir yol tutmalarından başka bir şey değildir sanırım. Küçüklerinden büyüklerine bütün Doğu’nun pek çok saygı ve güvenini kazanan bendenize, söz konusu şikâyetlerin yapılmaması, iş çevirmek isteyenlerin başarılı olamayacaklarını bilmeleri sonucudur…
Celâlettin Arif Bey, Albay Kâzım Bey’in, Vali Vekilliğinden ve Kolordu Komutanlığı Vekilliğinden alınarak Erzurum’dan uzaklaştırılmasını bendenize teklif etti. Vali Vekilliğinden alınmasının İçişleri Bakanlığı’nın emriyle ve Vali Vekilliğini kendilerinin yani Celalettin Arif Bey ‘in üzerine almasıyla mümkün olabileceğini bildirdim.
Celalettin Arif Bey’in, Erzurum’daki gayri resmî durumunun, nüfuzunu kırabileceğini zannederim. Başladıkları işin sükûnetle ve başarıyla sona erdirilmesi için, derhal Erzurum Vali Vekilliğini üzerine alması şarttır. Uygun görülürse, daha sonra Doğu İlleri Müfettişliği’ne (Vilâyat-ı Şarkiye Müfettiliği’ne) veya valiliğine atanır. Herhalde bahis buyurdukları kaynaşma ve gerginliğin kendi teşrifleri üzerine şimdilik yatıştığını kabul etmiyorum. Böyle bir sözü, kendisine pek önem verildiğini gören bir kimsenin cür’etli ifadeleri diye kabul ediyorum…”

CELALETTİN ARİF BEY KENDİ KENDİNE ERZURUM VALİ VEKİLİ OLUYOR

Kazım Karabekir Paşa’nın 14 ve 18 Eylül tarihli telgraflarına, 20 Eylülde verdiğim cevapta, “Büyük Millet Meclisi üyeliği ile memurluk görevinin bir şahıs üzerinde aynı zamanda bulunamayacağı ile ilgili 8 Eylül 1920 tarihli kanunun ilgili maddesini aynen yazdıktan sonra, Celâlettin Arif Bey’in Erzurum Valiliği’ne atanması mümkün değildir. Milletvekilliğinden ayrıldığı takdirde, söz konusu ile Vali olarak getirilmesi Hükûmet’e teklif edilebilir” dedim.
Oysa, Efendiler, Kâzım Karabekir Paşa’nın, son telgraf tarihi olan 18 Eylül günü, bizim 20 Eylülde bildirdiğimiz, kanunun hükmüne aykırı olan durum Erzurum’da alınmış imiş…
Bu kanuna aykırı durumdan, aynı zamanda yeni Türkiye’nin Adalet Bakanı (Adliye Vekili) olan Celâlettin Arif Bey’in, 18 Eylülde yazılıp da 21Eylülde aldığım telgrafı ile haberim oldu. Kendi kendine Erzurum Vali Vekili olan, Adalet Bakanı’nın telgrafı aynen şöyledir:
Erzurum, 18.9.1920 
Ankara’da Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne
Kazım Karabekir Paşa’ya gönderilen şeref verici yüksek telgraflarınız üzerine, arz edilen meseleler üzerinde kendisiyle enine boyuna görüştük. Paşa, durumun dehşetini anlamak istemiyorlar ve maiyetinde bulunan kimseler her bakımdan himaye ediliyor. Kamuoyundaki kaynaşmanın bir an önce yatıştırılması için silâh, askerî malzeme ve diğer malzemelerle, Kilise’de çıkan yolsuzluk söylentilerini iyice inceleyebilmek ve bu işlere yeltenenleri kanunun pençesine teslim edebilmek için, halkın saygısını kazanmış olan 4’ncü Tümen Komutanı Halit Bey’in görevlendirilmesini istirham ederim. Ordu hesaplarının denetlenmesi de gerektiğinden, derhal bir maliye müfettişinin gönderilmesi yüksek kararlarınıza sunulur. Kazım Paşa’dan şimdi aldığım bir yazıda, daha önce vali vekilliğinden kayıtsız şartsız çekilmeye karar veren Albay Kâzım Bey, o kararından vazgeçerek vekilliği bendenize veya İçişleri Bakanlığı’ndan (Dahiliye Vekâleti’nden) tayin edilecek bir vekile devredeceğini yazılı olarak bildirmiştir. Kendisinin vekilliğinin devamı da sakıncalı ve tehlikeli görülmüş olduğundan, şu bir iki gün içinde durumun nezaketi dolayısıyla ve memlekette çıkabilecek bu karışıklığa meydan verilmemek üzere, İçişlerinden gelecek emri bekleyerek vekilliği kendi üzerime almak mecburiyetinde kaldım. Erzurum halkınca, vekilliği arzu edilen arkadaşlardan Hüseyin Avni Bey’in vali vekilliğine atanması istirham olunur. İleri sürdüğüm bu teklifler sayesinde, kamuoyu yatıştırılabileceğinden, gereğinin yerine getirilmesi zatı devletlerinin kararına bağlıdır.
Adalet Bakanı 
Celâlettin Arif 
Efendiler, Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Adalet Bakanı Celâlettin Arif Bey’in bu tutumu ve telgrafları, bizim için anlaşılmaz bir bilmece halini aldı. Durum çok önemli ve nazikti. Bu önem içinde nezaketin sebebi, bence, Celâlettin Arif Bey’in ve işbirliği yaptığı arkadaşlarının gerçekleştirmeyi hayal ettikleri gizli niyetler ve bu maksatla aldıkları tavır veyahut yaptıklarını zannettikleri oldubitti değildi. Hayatının önemli bir kısmını savaş meydanlarında geçirmiş, ihtilâller ve inkılâplar içinde yoğrulmuş insanlar için, bu gibi ufak tefek beklenmedik olayların karşı tedbirlerini bulup uygulamakta kararsızlık gösterileceğini ve gecikileceğini sananların aldanacaklarına şüphe yoktur.

DOĞU CEPHESİNDE ERMENİSTAN’A TAARRUZ KARARI VERDİĞİMİZ SIRADA

Gerçekten durum çok önemli ve çok nazikti. Çünkü, bu günlerde Doğu Cephesi’nde Ermenilere karşı artık taarruza karar vermiştik. Bunun için hazırlanmakta ve tedbirler almaktaydık. Doğu Cephesi Komutanı’na da gereken emirler ve talimat verilmişti. Doğu’da, ileri sürülen ordunun arkasından, Hükûmet’in Adalet Bakanı, sözde o ordunun hırsızlığını, mensuplarının yolsuzluk yaptıklarını ortaya koymak için, kanuna aykırı olarak o ilin vali vekili kimliğine bürünmeyi bir çare ve tek çıkar yol olarak buluyor.
Erzurum’dan cephedeki karargâhına gitmiş bulunan Cephe Komutanı, nihayet 22 Eylül tarihinde diyor ki:
Celâlettin Arif Beyefendi’nin Doğu İlleri Genel Valiliği’ne atanması için, zâtı devletlerine daha önce yapmış olduğum teklif, bendenize hissettirilmiş ve tarafımdan içtenlikle karşılanmış bir düşüncenin sonucuydu. Celâlettin Arif Bey’in, Erzurum’la ilgili teşebbüs ve müracaatları ile gerçekler su yüzüne çıkmış olduğundan, kendisinin Genel Valiliğe atanmasındaki teklifimden elbette vazgeçmiş olduğum bilgilerinize arz olunur.
Doğu Cephesi Komutanı 
Kâzım Karabekir

CELALETTİN ARİF BEY’İN ÜLTİMATOMU

Erzurum Vali Vekilliğini üzerine alan Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı’ndan da aynı tarihli, yani 22 Eylül 1920 tarihli bir telgraf aldım. Bu telgrafta deniliyor ki: “Silâh ve cephaneler, erzak ve terkedilmiş mallarda yapılmış olan yolsuzluklar, kanuna aykırı ve sınırsız vergi toplama, kanunsuz baskı ve zorbalık halkın duygularını büsbütün incitmiş… Erzurum halkının güvensiz ve ümitsiz bir duruma düşerek, artık kendi elleriyle idare edilme gereğini tek kurtuluş çaresi saydığı bir zamanda buraya geldik. Karabekir Paşa’nın da hareketi memleket çıkarlarına uygun değildi. Bu sebeple, açıktan açığa yapılan kötülük ve yolsuzluklara hemen son vermek ve yapanları cezalandırma gereğinde halk topluca ısrar etti. Güvenilir tedbirlerin hemen alınması isteği ve Vali Vekilliğini bizzat kabul etmekliğim Paşa da dahil olduğu halde halk tarafından istirham edildi. Vekilliği Hüseyin Avni Bey’e vermek gereğini yazmıştım. Erzurum halkının kendilerinden sayarak güven gösterdikleri Hüseyin Avni Bey’in yirmi dört saate kadar görevlendirildiğinin bildirilmesi… Celâlettin Arif” (Belge: 258).
Saygıdeğer Efendiler, halkın kendi eliyle kendini idare etmesi ilkesini ortaya koyan bizdik. Fakat bununla, asla her ilin veya her bölgenin ayrı ayrı birer yönetim birliği kurmasını kastetmedik. Maksadımızı, Büyük Millet Meclisi’nin ilk günlerinde açıkça ifade ettik.
Meclis’in de kabul ettiği maksat ve gayemiz, millî iradenin kendini gösterdiği tek yer olan Millet Meclisi’nin bütün vatanın mukadderatını eline aldığı şeklinde ifade edildi.
Bu Meclis’in başkanlarından biri olan ve Hükûmet’te bakan hem de Adalet Bakanı olarak yer alan bir zatın, orduda veya herhangi bir yerde kanuna aykırı bir hareketi ortaya çıkartmak ve sorumlularını kanunun pençesine teslim etmek için başvuracağı yol, birtakım beyinsizlere uyarak, çok yakından tanıdığım, gerçekten vatansever Erzurumlu hemşehrilerimin asla razı olamayacakları isyankâr bir durum almak mı olacaktı?
Hüseyin Avni Bey’in 24 saate kadar Vali Vekilliğine tayinini istiyor. Bu ültimatomun anlamı var mıydı?
Celâlettin Arif Bey, bu teklifini Kâzım Karabekir Paşa’ya da yapmış… Kâzım Karabekir Paşa, ona demiş ki “Hüseyin Avni Bey, yedek teğmen olarak sahnelerde subayları eğlendiren, hiçbir resmî görevde bulunmamış sıradan bir adamdır. Bunu vali vekili yapmak Hükûmet’i oyuncak etmeyi istemek olur.”
Efendiler, Celâlettin Arif Bey’in ültimatomuna verdiğim cevap aynen şöyleydi:
Şifre 
Geciktirilemez 
Sayı: 388 
Ankara, 23.9.1920 
Erzurum’da Adalet Bakanı Celâlettin Arif Beyefendi’ye
İlgi: 22.9.1920 tarihli şifre: İlk telgrafınızı önemle dikkate almış ve bu konuda Doğu Cephesi Komutanlığı ile haberleşilmekte olduğunu yazmıştım. Adı geçen komutanlıkça gereğinin yerine getirileceği pek tabiî idi. Buna rağmen, biribiri ardınca yapılan kanunsuz ve isabetsiz teklif ve teşebbüsleriniz Hükûmet tarafından hayretle karşılanmıştır. İçişleri ve Millî Savunma Bakanlıklarınca ilgili makamlara gerekli tebligatta bulunulmuştur. Zâtıâlilerinin Hükümet’in lüzum gördüğü açıklamaları yapmak ve gerekirse Meclis huzurunda da açıklamalarda bulunmak üzere Ankara’ya hemen dönmeniz gerekmektedir.
Büyük Millet Meclisi Başkanı 
Mustafa Kemal 
Efendiler, Kâzım Karabekir Paşa, 22 Eylül 1920 tarihli bir şifresinde, şu bilgileri veriyordu:
Şimdi anlıyorum ki, Celâlettin Arif Bey, daha Ankara’da iken, kendisiyle bazı külâh kapmak isteyenler, güzel bir program yapmışlardır. Söz gelişi, Hüseyin Avni Bey, Erzurum valisi olacak… Celâlettin Arif Bey Doğu İllerinin Genel Valisi olacak…
Celâlettin Arif Bey, ya oyuncu olarak oynatılıyor veyahut daha karar vermedim, pek zekidir, kendisi bir iş yapmak istiyor. Çünkü, Halit Bey’i bendenize sormadan yazması ve Hüseyin Avni Bey üzerinde direnmesi başka bir anlam taşımıyor. Halit Bey’in Albay Kâzım Bey’le arası pek iyi olmadığından, kendisine Kâzım Bey aleyhinde bir karar verdirilebilir. Hüseyin Avni Bey de vali adı altında güzel bir oyuncak olur. Hüseyin Avni Bey’in vali vekilliğine teklif edildiğini işitenler ümitsizliğe düşüyorlar ve öğreniyorlar. Özet olarak arz edeyim ki, Erzurum Milletvekili Necati Bey’in kardeşi olup son zamanlarda Millî Eğitim Müdürlüğüne getirilen Mithat Bey, halkın, bolşevikliği, iş beceremeyenlerin mevki kapması şeklinde anladığını zannediyor. Bu zat, çıkarına düşkün olduğundan çoğunluk tarafından pek sevilmez. Halk hükümeti kurma konusunda bendenizi müsait bulamadığından, Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni Bey’lerle haberleşilerek işin daha önceden hazırlandığını ve kararlaştırıldığını sanıyorum.
Efendiler, Celalettin Arif Bey’i Ankara’ya davet eden 23 Eylül tarihli telgrafım, 24 Eylül tarihli çok sert bir telgrafla karşılandı. Bu telgraf Meclis Başkanlığı’na hitaben yazılmıştı. “Bakanlar Kurulu’nda ve Büyük Millet Meclisi’nde okunacaktır” notunu da taşıyordu. Benim telgrafımdaki iki kelimeyi, “kanunsuz” ve “isabetsiz” kelimelerini alarak, Celalettin Arif Bey, Erzurum’daki teşebbüs ve tekliflerini birer birer bu iki kelime ile tartıyordu. “Bu mu kanunsuzdur?” “Bu mu isabetsizdir?” diyerek kendini savunuyordu. Yaptığı işlerin ne olduğu, dolayısıyla verilen bilgilerden anlaşıldığı için, hangisinin kanunsuz olmadığını ve hangisinin isabetsiz bulunmadığını takdir etmek güç olmayacaktır. Celâlettin Arif Bey, kanunsuz ve isabetsiz teklifin benden gelmeyeceğine Bakanlar Kurulu’nun inanmasını beklerdim” dedikten sonra: Aranızda iddialarımı takdir edecek arkadaşların bulunacağına inanıyorum sözleriyle, kendisini takdir edebilmenin, ancak kendisinin eşi ve arkadaşı olmak durumunda bulunmakla mümkün olabileceğini ortaya koyuyordu. Celâlettin Arif Bey, seçim bölgesinde incelemelerde bulunmaksızın Ankara’ya dönemeyeceğini de bildiriyordu.

KAHRAMAN ERZURUM HALKININ BANA AÇTIĞI DOST KUCAĞINI KÖTÜYE KULLANABİLECEĞİNE ASLA İHTİMAL VEREMEDİM

Efendiler, ben de İstanbul’a dönemeyeceğimi İstanbul Hükûmeti’ne Erzurum’dan bildirmiştim. Eğer davet yeri ve davet sahibi aynı olsaydı, insanın neredeyse, garip bir nazire yapıldığına hükmedeceği gelebilirdi. Fakat, şartlar büsbütün başka olduğuna göre, İstanbul’un davetine karşı bana vefa ve fedakârlık kucağını açmış olan kahraman Erzurum halkının, bu samimiyet kucağını kötüye kullanabileceğine asla ihtimal vermedim.
Hattâ Efendiler, 28 Eylül 1920 tarihinde, Erzurum halk temsilcileri adıyla, memur ve halktan aldığım elli imzalı telgraf bile, bu inancımı sarsmadı. Gerçi, telgraf çok kaba ve isyankârdı. Fakat, imzaların çoğu, Celâletin Arif Bey’in vali vekilliği ettiği vilâyet memurlarına aitti. Özellikle İstinaf Mahkemesi (Asliye Ceza Mahkemesi ile Ağır Ceza mahkemesi arasında yer alan bir mahkeme. Bugün böyle bir mahleme yoktur.) üyelerinden olup Celalettin Arif Bey tarafından Polis Müdürü vekilliğine tayin edilen zatın imzası, bu telgrafın nasıl çirkin bir zihniyetin ürünü olabileceğine delil sayılamazmıydı? Bu telgrafın, Maarif Müdürü Mithat Bey’in evinde toplanan birtakım kimseler tarafından hazırlandığını anlamak da gecikmedi.
Efendiler, Celalettin Arif Bey, tekliflerini bir yandan Erzurum Merkez Hey’eti Başkanı Tevfik imzasıyla Celalettin Arif Beyefendi’nin bildirdiği şekilde işlem yapılmasını kesinlikle isteriz diye destekletirken, bir yandan da, Ankara ile şifreli haberleşmelerde bulunularak, sözde birtakım işler yapılmak ve teşebbüsün nasıl bir etki yarattığı anlaşılmak isteniyordu.
Erzurum 21/22.9.1920 
Millî Eğitim Bakanlığı’na (Maarif Vekâleti’ne)
Ankara
Erzurum Milletvekili Necati Bey’e:
Mümkünse, Sağlık Müdürlüğü’ne Merkez Tabibi Doktor Salim Bey’in atanmasına himmet olunması uygundur. Bundan önceki atanmaların ciddiyetten uzak bulunduğu,. . ödeneklerimizi mutlaka alarak Ziraat Bankası’ndan havale veriniz. Meclis’e yazılmıştır (Hüseyin Avni)
Maarif Müdürü 
Mithat
Bundan sonra:
Erzurum 22.9.1920 
Millî Eğitim Bakanlığı’na
Ankara
Rıza Nur Beyefendi’ye özel:
Şimdiye kadar yazdığım işlerden nasıl bir sonuç elde edildi? Bakanlar Kurulu’nda bu konu üzerinde ne geçti? Lûtfen bana bilgi vermenizi rica eder, gözlerinizden öperim.
(Celâlettin ArifMaarif Müdürü 
Mithat 
Daha sonra da:
Çok ivedi 
Erzurum 25.9.1920 
Millî Eğitim Bakanlığı’na
Ankara
Rıza Nur ve Necati Bey’lere özel:
Ermenileri yola getirmek maksadıyla Haziran’da seferberlik ilan edilerek üç yüz beş (1305/1889) doğumlulara kadar silâh altına çağrılmış dokuz bini savaş görmüş ve on üç bini de savaş görmemiş olmak üzere toplam yirmi iki bin askerle subay ailesinin beslenmeleri hemen hemen Erzurum ili halkına yükletilerek, şu zamanda savaş vergileri toplanmak suretiyle bir buçuk milyon liralık yiyecek, hayvan ve araçları alınmıştır. Halk, maksadın yüceliğini takdir ederek bu kadar fedakârlık ettikten sonra, Çiçerin’in bilinen mektubunun askerî harekâtı sonuçsuz bırakması, Ermenilerin bundan cesaret alarak Müslüman halkı, zülümler yaparken, ordunun Ermeni Bolşevik birleşmesini ileri sürerek cesaretsizlik göstermesi ve Kızıllar ile istenildiği derecede anlaşılması, bunların yanında Celalettin Arif Bey’in yazdığı yolsuzluklara meydan verilmesi pek kötü bir etki yapmış, halkı ayaklanmaya ve densizliğe sürüklemiştir. Kâzım Paşa’da Doğu’daki işleri idare edebilme kudreti olmadığından, buradaki siyasî ve askerî durumu Ermenilere karşı koyabilecek şekilde iyi idare edebilecek dirayetli ve aynı zamanda olağanüstü yetkiye sahip bir hey’etin varlığı şarttır. Şimdiye kadar değerli zamanlar, Ankara’da dosyası bulunan gereksiz yazışmalarla geçmiş, belki de birçok fırsatlar kaybolmuştur. Öte yandan, Erzurum’un mevsim bakımından güç zamanları geldi. Ordunun korunması zarureti olduğu halde, elbise ve beslenme konusunda pek çok sıkıntı çekilmektedir. Askerî ve sivil memurlar dört aydan beri maaş alamamaktadırlar. Askeri giderler için yeni vergiler koymayı düşünüyorlarsa da halkın gücünü bilmiyorlar. Durumları asla elverişli değildir. İstanbul Hükûmeti pek kayıtsız. Yakın iller, özellikle Harput ili büsbütün kayıtsız, hiç ilgi göstermemektedir. Bu gibi konularda Hükûmet’ten, gerekirse benim adıma Meclis’inizden de gensoru önergesi vererek araştırma isteyiniz ve ordunun ihtiyaçlarını oraca kesinlikle sağlandıktan sonra geliniz. Doğu illeri ile ilgili haberlere pek inanmadım. İmza: Hüseyin Avni.
Maarif Müdürü 
Mithat 
Görülüyor ki, Celalettin Arif Bey’in, Hükümet üyeleri arasındaki, iddialarını takdir edeceğini sandığı ve makamının şifresinden yararlanmaya kalkıştığı zat da kendisinin sırdaşı olmak istememiş ve Meclis Başkanlığı’nı haberdar etmiştir.
Efendiler, kırk elli kişinin, bütün Erzurum halkı adına telgraf çekmek suretiyle oynanmak istenen oyunun iç yüzü, yine Erzurum halkından gelen ve halkın Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ne karşı bağlılık ve fedakârlık duygusuyla dolu olduğunu gösteren telgrafla anlaşıldı.
Celalettin Arif Bey, Ermenistan seferinde, en sonunda Büyük Millet Meclisi Ordusunun zafer kazandığını gözleriyle gördükten sonra, yani geri dönmesi için yapılan tebligatı aldıktan tam kırk yedi gün sonra, Erzurum’dan ayrılmaya karar vermek mecburiyetinde kalmıştır. Buna rağmen, hareketini Meclis’e şu telgrafla müjdeliyordu:
Erzurum, 27.11.1920 
Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na
Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Adalet Bakanı Celalettin Arif Beyefendi’nin, milletvekilimiz Hüseyin Avni Bey’le birlikte, dünkü gün, kışın şiddetine rağmen, Erzurum halkının büyük ve parlak uğurlama töreniyle Ankara’ya hareket ettiklerini arz eder, bu vesileyle Meclis’e karşı sonsuz saygılarımızı sunarız.
Müdafaa-i Hukuk Merkez Hey’eti 
Başkanı 
Tevfik 
Hüseyin Avni ve Celâlettin Arif Bey’lerin Erzurum’dan döndükten sonra, Meclis’teki muhalif tutumları ve Kâzım Karabekir Paşa’ya karşı yaptıkları hücum ve eleştirilerle Meclis’i çok işgal ettikleri görülmüştür.

DOĞU CEPHEMİZDE ERMENİLERLE SAVAŞ BAŞLIYOR

Saygıdeğer Efendiler, doğu sınırlarımızda acele olan işimiz, Celâlettin Arif Bey’in, Erzurum’un inkılâp tarihinde bıraktığı izi daha fazla ele alıp incelemeye elverişli değildir. Arzu buyurursanız o günlerin doğu sınırlarımızdaki ciddî işlerine geçelim:
Yüksek hey’etinizce de bilinmektedir ki, Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan beri Ermeniler, gerek Ermenistan içinde, gerek sınıra yakın yerlerde, Türkleri toplu olarak öldürmekten bir an geri durmuyorlardı. 1920 yılının Sonbaharında Ermenilerce yapılan zulümler dayanılmaz bir kerteye geldi ve Ermenistan seferine karar verdik. 9 Haziran 1920 tarihinde, Doğu bölgesinde geçici seferberlik ilân ettik. 15’inci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Komutanı yaptık. 1920 Haziranında, Ermeniler, Oltu’da kurulan, mahallî Türk yönetimine karşı hareketle, o bölgeyi ele geçirdiler. Dışişleri Bakanlığı’mız tarafından Ermenilere 7 Temmuz 1920’de bir ültimatom verildi. Ermeniler aynı şekilde hareketlerine devam ettiler. Sonunda, seferberlikten üç buçuk dört ay kadar sonra, Ermenilerin Kötek, Bardiz bölgelerinde toplanan kuvvetlerimize taarruzu ile savaşa başlandı.
Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın şeklinde yaptıkları genel bir taarruz ile başarıya ulaştılar. Efendiler; Doğu Cephesi’nin bu can sıkıcı bilgiler veren raporunu okurken, Celâlettin Arif Bey’in de, Ermenilerin taarruz günü olan 24 Eylülde yazılmış, bildiğimiz ültimatomunu alıyordum (Belge: 259). Ermeniler geri püskürtülüp girdikleri bölgelerden atıldılar. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri harekete geçti. Aynı günde Erzurum’un elli imzası da Ankara’ya taarruza geçiyor. Ne kötü tesadüf!… Sanki, bu Efendiler, Ermenilerle aleyhimizde harekete sözleşmiş gibiler…
Ordu, 29 Eylülde Sarıkamış’a girdi, 30 Eylülde Merdenek (Göle) işgal edildi. Fakat bazı sebepler ve düşüncelerle 28 Ekim 1920 tarihine kadar, bir ay, Sarıkamış – Lâloğlu hattında kaldı.
Bu sebeplerden birinin de, Erzurum’da bulunan Celâlettin Arif Bey ve arkadaşlarının yarattıkları durum olduğunu tahmin buyurursunuz. Gerçekten de, Kâzım Karabekir Paşa’nın 29 Eylül 1920 tarihinde Sarıkamış’tan çekilen telgrafında: “30 Eylülde cepheyi gezip gereken talimatı verdikten sonra Erzurum’a giderek, orada geçen olayın sonuçlandırılacağı arz olunur…” deniliyordu.
Kâzım Karabekir Paşa, 30 Eylül 1920 tarihinde, Sarıkamış’tan Celâlettin Arif Bey’e yazdığı bir şifrede: “Erzurum halkı adına kırk elli imza ile çekilen açık telgraf, dış düşmanların milyonlar sarf ederek elde edemeyeceği bir belgedir. Olayın kendisinden daha önemli ve tehlikeli olan bu açık telgrafı dış düşmanların tehlike ve tehdidinden daha yıkıcı ve doğuracağı ağır sonuçları cephe durumundan daha önemli gördüğümden yarın Erzurum’a geleceğimi bildiririm” diyordu.
Celâlettin Arif Bey, 5/6 Ekim 1920 tarihli telgrafıyla özellikle vatansever ordu içinde değerli ve halkın güvenini kazanmış pek çok subay ve üstsubay bulunduğundan, yolsuzluk şikâyetleri elbette ordunun dayanma gücünü ve disiplin esaslarını etkileyecek kadar büyümemiştir şeklinde bilgi veriyordu.

ORDULARIMIZIN ÜSTSUBAY VE SUBAYLARI HAKKINDA BİLİNEN BİR GERÇEK

Yıllarca vatanın çeşitli savaş alanlarında komuta ettiğim ordularımızın üstsubay ve subayları ile ilgili gizli, zaten bildiğim bir gerçeği yüz sekseninci defa da olsa işitmiş olmaktan elbette pek memnun olmuştum.
Efendiler, savaş alanında verilecek emri bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim 1920 günü Kars üzerine harekete başladı. Düşman, direnmeksizin Kars’ı terk etti. Kars 30 Ekimde tarafımızdan işgal edildi. 7 Kasım tarihinde birliklerimiz, Arpaçay’ına kadar olan bölgeyi ve Gümrü’yü ele geçirdi.
Ermeniler, 6 Kasımda ateşkes ve barış için müracaat etmişlerdir. Biz de ateşkes anlaşmasının maddelerini, Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla, 8 Kasımda Ermeni ordusuna bildirdik. 26 Kasımda başlayan barış görüşmeleri 2 Ocakta son buldu ve 2/3 Ocak gecesi Gümrü Antlaşması imzalandı.

MİLLÎ HÜKÜMETİN YAPTIĞI İLK ANTLAŞMA: GÜMRÜ ANTLAŞMASI

Efendiler, Gümrü Antlaşması, Millî Hükûmet’in yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma ile, düşmanlarımızın hayallerinde ta Harşit vadisine kadar uzanan Türk ülkelerini kendisine bağışlamış oldukları Ermenistan, Osmanlı Devleti’nin 1877 seferiyle kaybetmiş oldu ve bu yerleri, bize, Millî Hükumet’e terk ederek aradan çıkarılmıştır. Dünyadaki durumlarda önemli değişiklikler olması yüzünden, bu antlaşma yerine, daha sonra yapılan 16 Mart 1921 tarihli Moskova ve 13 Kasım 1921 tarihli Kars Antlaşmaları geçerli olmuştur.
Efendiler, o bölgenin genel durumu ve sınırlarımız bakımından temas halinde bulunduğumuz Gürcistan ile olan ilişkilerimiz ve aramızda geçen olaylar hakkında da kısaca bilgi vereyim:
1920 yılının Temmuzunda, Batum, İngilizler tarafından boşaltılınca, Gürcüler hemen işgal ettiler. Bu durum Brest – Litowsk ve Trabzon Antlaşmalarına aykırı olduğundan, 25 Temmuz 1920’de tarafımızdan protesto edilmişti.
8 Şubat 1921’de Ankara’da itimatnamesini sunmuş olan Gürcü elçisiyle de, Türkiye – Gürcistan antlaşması için görüşmeler başlamıştı. Nihayet 23 Şubat 1921’de verdiğimiz kesin bir ültimatom üzerine Ardahan Artvin ve Batum’un bize bırakılmasına razı olundu. Batum’un işgali bu tarihten on beş gün sonra gerçekleşmiştir. Bu yerlere, Türkiye’ye katılmayı sabırsızlıkla bekleyen halkın alkışları içinde girildi.
Daha sonra, Moskova Antlaşması gereğince Batum boşaltıldı; fakat işgal etmiş olduğumuz öteki yerlerin anavatan sınırları içinde kalması pekiştirildi.
♦◊♦◊♦

TRAKYA’DAKİ DURUM

Efendiler, içinde bulunduğumuz tarihlerde Trakya’nın durumuna da hep birlikte göz gezdirelim:
Doğu Trakya’da, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Trakya – Paşaeli Merkez Hey’eti bir kongre yaptı. Bu kongre, Trakya’nın idaresini, Trakya – Paşaeli Merkez Hey’eti’ne verdi. Trakya’da Kolordu Komutanı olarak bulunan Cafer Tayyar (Cafer Tayyar Paşa), bu Merkez Hey’etinde olmakla birlikte, Edirne milletvekili olarak da Meclis’imize üye seçilmiştir. Trakya Merkez Hey’eti’ne ve Kolordu Komutanı’na verdiğimiz talimat, Trakya’nın kaderinin bütün memleketin kaderiyle birlikte çözülebileceği esasına dayanıyordu. Askerî harekât bakımından da verdiğimiz direktif şuydu:
Üstün kuvvetlerin taarruzuna uğranılırsa sonuna kadar direnilecek ve Trakya tamamiyle zapt ve işgal edilmiş olsa bile, teklif edilecek herhangi bir çözüm şekli tek başına kabul edilmeyecektir. Zaten Trakya’daki komutanın da kararının böyle olduğu ifade edilmekteydi. Fakat son zamanlarda, Komutan Cafer Tayyar Bey, yabancıların verdiği teminat üzerine yapılan davete uyarılsa İstanbul’a gitmiş, bize durumu ancak dönüşünden sonra bildirmişti. Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya’nın yalnız başına varlığını koruyamayacağı ancak Batı Trakya ile birleşerek bir yabancı devletin idaresi sayesinde yaşayabileceği yolunda fikirler telkin edilmiş… Her halde manevî gücü kıracak birtakım propagandalar yapılmış…
Cafer Tayyar Bey İstanbul’da iken Tümen komutanlarından Muhittin Bey, İstanbul’dan Kolordu Komutanlığına atanmış Cafer Tayyar Bey’in Trakya’ya dönmesine izin verilmiş. Cafer Tayyar Bey, İstanbul çevreleriyle görüştükten sonra, Muhittin Bey’in teklifine rağmen, artık kolordunun komutanlığını üzerine almamış, Muhittin Bey’in üzerinde bırakmış. Böylece Trakya’nın kaderi, İstanbul siyasî çevrelerinin etkisine terk edilmiş.. .
Efendiler, Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman, Trakya’da, 1’inci Kolordu’nun savaş düzeni Şöyleydi:
Kolordu karargâhı Edirne’de
60’ıncı Tümen: Keşan, Edirne, Uzunköprü dolaylarında;
55’inci Tümen: Tekirdağ bölgesinde;
49’uncu Tümen: Kırklareli bölgesinde.
Yunan ordusu, Anadolu’da, Batı Cephesinde yaptığı genel taarruzda başarı sağladıktan sonra, 20 Temmuz 1920’de Tekirdağ’a bir tümen çıkardı. Tekirdağ bölgesinde pek dağınık bir durumda bulunan 55’inci Tümen, toplanmaya vakit bulamadan, Yunan tümeni, Edirne’ye doğru yürümeye başladı.
Batı Trakya’dan Meriç’i geçerek taarruz etmek isteyen Yunan kuvvetleri, o bölgedeki 60’ıncı Tümen’e komuta eden Cemil Bey’ in (İçişleri Bakanı Cemil Bey’dir) ve 15 Haziranda kuvvetleriyle Edirne’ye gelmiş bulunan ve Edirne – Karaağaç istasyonu arasında ciddî savaşlar vermiş olan Şükrü Naili Bey’in (Şükrü Naili Paşa) dikkat ve direnmeleri sayesinde durduruldu ve ilerlemeleri önlendi.

TRAKYA’DAKİ KOLORDUMUZUN ASKERLİĞİN GEREKLERİNİ VE VATANSEVERLİK NAMUSUNU YERİNE GETİREMEMESİNİN TEK SORUMLUSU CAFER TAYYAR PAŞA’DIR

Edirne’ye doğru serbestçe ilerlemekte olan düşman trenine karşı, bütün 1’inci Kolordu kuvvetlerini toplayıp tedbir alacak komutanın, Kolordu Komutanı Muhittin Beyin ne yaptığını bilmiyorum. Yalnız elde ettiğim bilgilere göre, Cafer Tayyar Bey, kendi kuvvetleri ile temas kuramadan, Havza yakınlarında atla dolaşırken düşman tarafından esir edilmiştir. Ondan sonra sevk ve idareden mahrum kalan 1’inci Kolordu’muz tamamiyle dağıldı. Birliklerinin bir kısmı esir oldu, bir kısmı da Bulgaristan’a sığındı. Sonuç olarak, Trakya’nın tamamı Yunanlıların eline geçti. Ne yazık ki, 1’inci Kolordu Komutanı’nca, milletin istediği ve beklediği ileri görüşlülüğün, uyanıklık ve fedakârlığın gösterildiğine şahit olamadık.
Efendiler, Trakya’nın özel ve güç durum ve şartlar içinde bulunduğuna şüphe yoktu. Fakat bu özellik ve güçlük, hiçbir zaman Trakya’daki kolordunun askerliğin gereklerini yerine getirmesine ve vatanperverlik namusunu göstermesine engel olamazdı. Eğer, bu yapılamamış ise, millet ve tarih karşısında bulunan tek sorumlusu Cafer Tayyar Paşa’dır. Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son bir avuç toprağına kadar karış karış kahramanca ve namusluca savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilme vasıflarına sahip olabilsinler!
Efendiler, komutanlar, askerliğin görev ve gereklerini düşünür ve uygularken, beyinlerini siyasî görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu unutmamalıdırlar.
Komutanların, emirleri altına verilen millet evlâdını, memleket vasıtalarını, düşmana ve ölüme doğru sürerken, düşündükleri tek nokta, milletin kendilerinden beklediği vatan görevini ateşle, süngüyle ve ölümle yerine getirerek sonuç almaktır. Askerî görev, ancak bu anlayış ve inançla yerine getirilebilir. Lâfla, politika ile, düşmanın aldatıcı vaadlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Omuzlarında ve özellikle kafalarında askerlik sorumluluğunu yüklenecek kadar kuvvet bulunmayanların feci sonuçlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.
Efendiler, bir komutanın esir olması da mazur görülebilir. O zaman ki, askerliğin görev ve gereklerini yerine getirip uygulamakta, elindeki kuvveti sonuna kadar, son süngü ve son nefese kadar kullandıktan sonra, kanını akıtmak fırsatını bulamaksızın düşman eline düşerse…
Efendiler, bütün ordusu, üstün düşman karşısında yenilip de kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkomutanının çadırına doğru sürerek ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi bir kötü tesadüf ve kötü şans eseri bile olsa, düşmana esir düşmesini biz mazur görsek de, tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk inkılâp tarihinin gelecek nesillere hitap ve uyarısı işte budur.
♦◊♦◊♦

İKİNCİ KONYA İSYANI

Saygıdeğer Efendiler, Anadolu ortasında çıkarılan iç isyanların, Yunan ordusu karşısında bulunan kuvvetlerimiz ve yaptığımız düzenlemeler üzerindeki kötü etkileri, düşmanlarca umulan sonuçları vermedi. Savunma kuvvetlerimiz üzerinde doğrudan doğruya tesirini göstererek, cephemizi yıkma hedefine yönelmiş bulunan herakâtla birlikte, cepheye yakın bölgelerde de halkı ayaklandırmak, düşmanların önem verdikleri bir mesele idi. İstanbul, bu konuda öteden beri çalışmaktaydı. Zeynelâbidin Partisi’nin Konya ve dolaylarında çıkmasına vasıta olduğu isyan hareketleri, nihayet 1920 yılı Ekiminin başında patlak verdi.
Delibaş adında bir eşkıya, beş yüz kadar asker kaçağını topladı. 2/3 Ekim 1920 gecesi Çumra’yı bastı. 3 Ekim sabahı da Konya’ya girdi ve idareyi ele geçirdi. Konya valisi bulunan Haydar Bey ve Komutan Avni Bey (Milletvekili Avni Paşa’dır) Konya’da bulunan az sayıdaki asker ve jandarma ile, Alâettin tepesinde, âsîlere karşı anılmaya değer bir kahramanlıkla savunmada bulundular. Fakat âsîlerin çokluğu ve her taraftan saldırmaları karşısında âsîlere esir düştüler.
Aynı günlerde Beyşehir ve Akşehir ilçelerinde de görevli olarak dolaşan askerî hey’etlerimiz, oralardaki âsîler tarafından görev yapmaktan alıkondular. Ilgın ilçesinin Çekil köyü yakınlarında toplanan üç yüz kadar âsî de, nasihat için giden hey’ete ateş etti. Konya’nın güneyinde Karaman ilçesinde de âsîler toplanmaya başladı. Sultaniye âsîlerin eline düştü.
Efendiler, bu ayaklanmalara karşı, Afyonkarahisar’dan ve Kütahya’dan sevk ettiğimiz Derviş Bey (Kolordu Komutanı Derviş Paşa) komutasındaki kuvvetler, Konya’nın kuzeyindeki Meydan istasyonu yakınlarında âsîlerle karşılaştı. Ankara’dan da bir süvari alayı ve bir dağ topu ile, o zaman İçişleri Bakanı olan Refet Bey komutasında sevk edilen kuvvet, Meydan istasyonundan ilerleyen Derviş Bey kuvvetiyle birleşti. Adana Cephesinden de bir kuvvet Karaman’a doğru yola çıkarıldı.
Konya üzerine hareket eden kuvvetler, âsîlerle yaptıkları bir kaç çatışmadan sonra, 6 Ekim 1920’de Konya’yı âsîlerden kurtardı. Oradan kaçan âsîler Koçhisar, Akseki, Bozkır ve Manavgat’a doğru gittiler. Diğer bir kısım âsîler de Afyonkarahisar’la Konya arasındaki Kadınhan ve Ilgın’ı işgal ettiler. Bu bölgeye de Batı Cephesi’nden Yarbay Osman Bey komutasında bir kuvvet gönderildi. Osman Bey müfrezesi Ilgın, Kadınhan, Çekil ve Yalvaç’taki isyanları bastırdı. Güneyden gelen kuvvetimiz Karaman’ı kurtardı.
İsyan bölgesinde âsîleri tepelemeyi başaran kuvvetlerimiz Bozkır, Seydişehir ve Beyşehir’i de isyancılardan temizledi. Her tarafta, âsîlerin döküntülerinden bir kısmı bize katıldılar. Bir kısmı da Antalya ve Mersin yönlerine doğru kaçtılar. Delibaş, Mersin bölgesinde Fransızlara sığındı.
Saygıdeğer efendiler, Yeşilordu teşkilâtından söz ederken açıklamıştım ki, düşmana karşı oluşturulacak kuvvetler konusunda iki zıt görüş çarpışmaya başlamıştı. Bizim benimsediğimiz düzenli ordu kurma görüşüne karşı çıkılarak milis diyebileceğimiz bir çeşit teşkilât kurma görüşüne ağırlık kazandırılmak isteniyordu. Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler, Kütahya yakınlarında, Kuva-yı seyyare (Gönüllü Kuvvetler) adı altında ve elleri altında bulunan kuvvete dayanarak bu görüşün başını çekiyorlar ve ateşli bir şekilde çalışıyorlardı.

“ORDUDAN FAYDA YOKTUR” SÖZLERİ VE BATI CEPHESİ KOMUTANI’NIN TAARRUZ TEKLİFİ

Batı Cephesi’nde, orduda ve halk arasında bu yaygın görüş etrafında yapılan propaganda o kadar güçlü ve etkili bir duruma geldi ki, ordudan fayda yoktur dağılsın! Hepimiz Kuva-yı Millîye olalım… sözleri her tarafta kulakları doldurmaya başladı.
Batı Cephesi birlikleri arasında, Kuva-yı Millîye halinde, bir bölge ve bir cepheye sahip bulunan Ethem Bey müfrezesinin adamları, âdeta müstesna, ordu erlerinden daha üstün, imtiyazlı ve gıpta edilecek durumda sayılmaya başladı. Ethem Bey ve kardeşleri de, herkes üzerinde bir çeşit otorite ve üstünlük kurmaya başladılar…
İşte bu sıralarda idi ki, Batı Cephesi Komutanı, Genel Kurmay Başkanlığı’na, Ethem ve Tevfik kardeşlerin etkisiyle olduğu sanılan bir teklifte bulundu: “Yunan ordusunun Gediz yakınında bulunan müstakil bir tümenine taarruz etmek!. . “
Batı Cephesi Komutanı, düşman kuvvetlerinin uzun bir cephe üzerinde dağılmış olarak bulunduğu, Gediz yakınındaki kuvvetinin zayıf ve tek başına bırakıldığını ileri sürerken, düşman moralinin bozuk olduğunu da kabul ediyordu.
O tarihlerde, Yunan ordusu üç tümenle Bursa bölgesinde; bir tümenle Aydın dolaylarında; bir tümenle Uşak’ta ve bir tümenle Gediz’de bulunuyordu.

GEDİZ TAARRUZU

Batı Cephesi Komutanı, iki piyade tümenini ve Ethem Bey’in Kuva-yı Seyyâresi’ni Gediz’deki Yunan tümeni üzerine harekete geçirebilecekti. Bu hareketten parlak bir sonuç almayı umuyordu.
Genelkurmay Başkanlığı, Batı Cephesi Komutanlığı’nın bu teklifini kabul etmedi. Çünkü düşman ordusu genel durumu itibariyle bizim ordumuzdan daha kuvvetli idi. Biz, daha ordumuzu kurmuş ve düzene sokabilmiş değildik. Cephanemiz miktarı da ağırdan almamızı gerektiriyordu. Bütün cephe kuvvetlerimize müracaat ederek ve az çok üstün bir kuvvet toplayarak, Gediz’de düşmana karşı sür’atle bir başarı kazanmak belki mümkün olabilirdi. Fakat kuvvetlerimiz ve hazırlığımız, böyle bir başarıyı genel ve sonuç aldırıcı bir başarıya götürmeye elverişli değildi. O halde, bütün işe yarayan kuvvetlerimizi, sınırlı ve geçici bir başarı elde etmek için kullanmış ve yıpratmış olacaktık. Bu takdirde, düşman bütün kuvvetleri ile bir karşı taarruza geçerse, her tarafta yenilgi kaçınılmaz olurdu. Bundan dolayı da cephenin ve Hükûmet’in şimdilik ordu teşkilâtını genişletmek ve mevcudunu artırarak cepheyi kuvvetlendirmeye çalışmak gerekiyordu. Memleketin ölüm kalım meselesi demek olan Batı Cephesi’nde özel ve sınırlı düşüncelere kapılmak doğru bulunmuyordu.
Genelkurmay Başkanı bu Gediz taarruzunun yapılmamasında ısrar etti. Batı Cephesi Komutanlığı ile, haberleşme yoluyla anlaşamadı. Bizzat Ankara’dan Eskişehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’na gitti. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa ile Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’nın bu görüşmeleri sonunda, Ali Fuat Paşa durumu yerinde bir daha inceledikten sonra karar vermek üzere, hareketi ertelemiştir. Fakat, birkaç gün sonra, Cephe Komutanlığı’nca gönderilen rapordan taarruza karar verildiği anlaşılmıştır.
Efendiler, o günlerde bu taarruz lehinde, her tarafta ve Meclis’te müthiş bir propaganda yapılıyordu.
“Düşman Gediz’de tek başınadır. Biz onu orada yok ederiz. Parlak bir durum ortaya çıkar. Zaten Yunan ordusu kaçmaya hazırdır” sözleriyle, Gediz taarruzunun gerekli olduğu, neredeyse genel bir kanaat haline getirilmek isteniyordu.
Sonunda, Batı Cephesi Komutanı, 61’inci ve 11’inci Tümenler ve Kuvve-i Seyyareler’le 24 Ekim 1920’de Gediz’deki düşmana taarruz etti.
Efendiler, dalgalı, disiplinsiz, emir ve komutasız bazı hareketlerden sonra, bildiğiniz üzere, Gediz’de yenildik.
Yunan ordusu bu harekete cevap olmak üzere, 25 Ekim 1920 günü Bursa Cephesinden taarruza geçti. Yenişehir’i ve İnegöl’ü işgal etti. Uşak’tan, Dumlupınar sırtları ilerisinde bulunan birliklerimize saldırdı. Birliklerimiz, Dumlupınar sırtlarına kadar çekildi.
Böylece Efendiler, cephenin her tarafında yeniden genel bir yenilgiye uğradık.
Batı Cephesi Komutanı’nın, taarruza geçmesinden dört gün sonra Bakanlar Kurulu’nda şu telgrafı okundu:
Çandarhisar 27/28.10.1920
Genel Kurmay Başkanlığı’na,
1 – Birliklerin savaş kayıplarını sür’atle telâfi ihtiyacındayız. Gediz savaşı, üç yüz savaşçıdan kurulu birliğin, bir taburun savaş görevini yapmasına yeterli olmadığını gösterdiğinden, tabur mevcutlarını dörder yüz savaşçıya çıkarmak mecburiyetindeyiz. Bu savaşlar dolayısıyla, bütün depo birlikleri bile cepheye sürüldüğünden yetişmiş, silâhlı ve teçhizatlı bin ikmal erinin, özellikle Ankara’daki birliklerinden, bu mümkün değilse en yakın bir yerden acele olarak gönderilmesini,
2 – Askerî manevralar ve savaşlar giydirilebilen erlerin bile elbiselerini, ayakkabılarını parçalamış, dünden beri kar yağan dağlarda asker çıplak ve yalınayak ayak kalmıştır. “Cephe Komutanlığı Vekilliği” emrinde hiçbir şey olmadığından, özellikle kaput, ayapkabı, pamuklu, elbise, yelek, kuşak; kısacası, hava şartlarından korunmak için ne verilmek gerekiyorsa, on beş bin hesabıyla acele olarak gönderilmesini arz ve rica ederim.
3 – Millî Savunma Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı’na ve bilgi edinilmesi için Cephe Komutanlığı Vekilliği’ne yazılmıştır.
Batı Cephesi Komutanı
Ali Fuat
Efendiler, Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’nın, daha Gediz savaşının yapılmakta olduğu bir sırada okuduğumuz bu telgrafında yazılmış olanlarla, bunlarda sezilen anlam ve zihniyetin pek dikkate değer görülmesi tabiîdir, sanırım. Askerin durumu, kuvvetimizin miktarı, hazırlığımızın derecesi, bütün memlekette her bakımdan muhtaç olduğumuz muz kaynakların kudret ve kabiliyeti, elbette bu telgraf tarihinden üç gün önce Batı Cephesi Komutanlığı’nca biliniyordu. Her şey tamam olup da, bunlar Gediz Muharebesi’nin yapıldığı üç beş gün içinde mi mahvolmuştu? Bilinmekte olan bütün gerçeklere rağmen, Batı Cephesi, Genelkurmay kurmay Başkanlığı tarafından mı taarruza zorlanmıştı?
Söz konusu telgraf, Bakanlar Kurulu’nda okunduktan sonra altına şu not yazılmıştı:
Bakanlar Kurulu’nca okundu. İleri sürülen sebepler ve olaylar akla yatkın bulunmadı. Gerekli yardımın yapılacağı tabiidir. 3’ncü Alay’dan beklenen kuvvet gönderilecektir. (İsmet).

ÇERKEZ ETHEM VE KARDEŞLERİNİN ÇIKARDIĞI DEDİKODULAR

Efendiler, her başarısızlığın sonunda birtakım dedikoduların ortaya çıkması beklenmelidir. Gediz Muharebesi’den sonra da genel durum feci bir görünüş arz edince, her tarafta dedikodular, haklı ve haksız tenkitler başladı.
Bazıları ve hele Kuva-yı Seyyare’ciler, Ethem ve kardeşleri, bütün suçu cephe komutanına ve düzeni ordu tümenlerine atarak, kendilerinin güç durumda bırakılmış oldukları yolunda propaganda yaptırıyorlar ve “ordu komutanı kendi hatâlarını kapatmak için kusuru bize yükletiyor” diyorlardı.
Ordu da Kuva-yı Seyyare’nin hiçbir iş yapmadığını, yapma gücünde olmadığını, savaşta verilen emirlere uymadığını, daima tehlikeden uzak bulunduğunu iddia ve ispat ediyordu.
♦◊♦◊♦
Efendiler, açıklamalara tekrar bıraktığım noktadan devam etmek üzere, burada küçük bir olayı dile getirmeme müsaadenizi rica edeceğim. Bilindiği üzere, Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu sırasında ortaya konan esaslara göre, “İcra Hey’eti” (Hey’et-i İcraiyye: Bakanlar Kurulu) adı verilen Hükûmet’in üyeleri, doğrudan doğruya ve ayrı ayrı Meclis tarafından seçiliyordu. Bu usul 4 Kasım 1920 tarihine kadar uygulandı. Bununla ilgili kanun, ancak 4 Kasım 1920’de: “Bakanlar, Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın Meclis üyelerinden göstereceği adaylar arasından salt çoğunlukla seçilir” şeklinde değiştirildi.

MECLİSTE GÖRÜLEN AYKIRI EĞİLİMLER VE NAZIM BEY’İN İÇİŞLERİ BAKANLIĞINA SEÇİLMESİ KARŞISINDA BENİMSEDİĞİM TUTUM

İşte arz etmek istediğim husus, bakanların seçimi ile ilgili kanunun değiştirilmesini gerektiren sebeplerden biridir.
Efendiler, 4 Eylül 1920 tarihinde, Tokat Milletvekili bulunan Nazım Bey, 89 oya karşı 98 oyla, Meclis’çe İçişleri Bakanlığı’na seçildi. Nazım Bey, dakika kaybetmeksizin büyük bir aceleyle Bakanlık makamına gidip daha sonra Bakanlar Kurulu Başkanı da olmam dolayısıyla beni ziyarete geldi.
Ben, Nazım Bey’i kabul etmedim. Yüce Meclis’in güvenini kazanarak seçilmiş olan bir bakanı kabul etmemekle yaptığım muamelenin mahiyet ve nezaketini elbette takdir ediyordum. Fakat memleketin büyük yararı, beni bu yolda harekete mecbur tutuyordu. Elbette, bu hareketimin sebebini açıklayıp ispat edeceğimden ve açıklayacağım noktanın yüce Meclis’çe de önemli görüleceğinden emindim.
Efendiler, Meclis üyeleri arasından, aykırı birtakım prensiplere eğilim gösterenler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunlardan biri olmak üzere Nazım Bey ve arkadaşları en çok dikkatimi çekmişti. Nazım Bey’in, kendisinden daha Sıvas Kongresi sıralarında aldığım safsatalarla dolu bazı mektuplarından, ne zihniyet ve karakterde bir kimse olabileceğini anlamıştım. Nazım Bey, milletvekili olarak Ankara’ya geldikten sonra, her gün yeni yeni siyasî faaliyetler gösteriyordu. Oluşmaya başlayan her siyasî grupla temas fırsatını kaçırmıyordu.
Nazım Bey, bizzat veya dolaylı olarak yabancı çevrelerden bazıları ile temas yolunu bulmuş; onlardan teşvik görmüş ve yardım imkânları da sağlamıştı.
Bu zatın Halk İştirakıyyun Fırkası (Halk Komünist Partisi) diye gayri ciddî ve sırf kendisine çıkar sağlamak üzere bir parti kurma teşebbüsüne geçerek, milliyetçiliğe aykırı faaliyet sevdasında bulunduğunu mutlaka duymuşsunuzdur.
Bu zatın yabancı çevrelere casusluk ettiğine de asla şüphe etmiyordum. Nitekim, daha sonra İstiklâl Mahkemesi birçok gerçeği ortaya koymuştu.
İşte Efendiler, bu Nazım Bey, kendisinin ve arkadaşlarının yaptığı sürekli propaganda sayesinde ve bize muhalefete hazırlananların milletin yüksek yararlarını unutarak yaptıkları yardımlarla İçişleri Bakanlığı’na geçirilmişti. Böylece Nazım Bey, Hükûmet’in bütün iç idare makinesinin başında, memleket ve millete değil, fakat, paralı uşağı olduğu kimselerin isteklerinin gerçekleşmesine en büyük hizmeti yapabilecek duruma gelebilmişti.
Elbette Efendiler, buna asla razı olamazdım. Onun için İçişleri Bakanı Nazım Bey’i kabul etmedim ve istifaya mecbur ettim. Lüzum görüldüğü zaman da, Meclis’teki gizli oturumda, hakkındaki bilgi ve görüşlerimi açıkça söyledim.

MİLLETVEKİLLERİNİ SEÇERKEN ÇOK DİKKATLİ VE TİTİZ OLMALIDIR

Saygıdeğer Efendiler, pek iyi bilirsiniz ki, sultanlarla, halifelerle idare edilmiş ve edilmekte olan memleketlerde, vatan için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu, çok defa kolaylıkla sağlanabilmiştir. Meclislerle idare edilen memleketlerde ise, en tehlikeli durum, bazı milletvekillerinin yabancılar adına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar girme yolunu bulabilen vatansızlara her zaman rastlanabileceğine, tarihin bu konudaki örnekleriyle hükmetmek zarurîdir. Bunun için millet, kendi vekillerini seçerken, çok dikkatli ve titiz olmalıdır. Milletin hatâ yapmaktan korunması için tek çıkar yol, düşünce ve faaliyetleriyle milletin güvenini kazanmış olan siyasî bir partinin seçimde millete kılavuzluk etmesidir. Genellikle bütün vatandaşların, adaylıklarını ortaya atan her şahıs hakkında karar vermeye yardımcı olacak doğru bilgilere ve isabetli oya sahip bulunacağını kabul etmek, nazarı olarak var sayılsa, bile, bunun tam bir gerçek olmadığı, tecrübelerin tecrübeleriyle ve inkâr edilemez bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.
♦◊♦◊♦
Efendiler, bıraktığımız noktaya, yani Batı Cephesi’ne dönüyorum. Gediz Muharebesi’nden, onun maddî ve manevî can sıkıcı sonuçlarından sonra, Fuat Paşa’nın cephe üzerindeki komutanlık etki ve otoritesi sarsılmış gibi görünüyordu. Kendisini komutadan çekmeyi zarurî saymaya başladım. Tam bu sırada idi ki, Fuat Paşa Ankara’ya gelip görüşmek üzere 5 Kasım 1920 tarihli bir şifre ile izin istedi. Cevap olarak 6 Kasımda Ankara’ya gelmesinin uygun olacağını bildirdim. Fuat Paşa aleyhindeki dedikodu ve Kuva-yı Seyyare’nin varlığının ordudaki disiplinsizliğe yol açan kötü etkileri o kadar hissedilmeye başlamıştı ki, 7 Kasım tarihinde Ali Fuat Paşa’ya hemen Ankara’ya gelmesini emretmeyi gerekli buldum.

ALİ FUAT PAŞA’NIN MOSKOVA BÜYÜKELÇİLİĞİNE ATANMASI VE CEPHENİN İKİYE AYRILMASI KARARI

Efendiler, artık Ali Fuat Paşa’nın Batı Cephesine komuta edemeyeceğine inanmıştım. O günlerde Moskova ya da bir elçilik hey’eti göndermemiz gerekiyordu. O halde, Fuat Paşa büyükelçi olarak Moskova’ya gidebilirdi. Batı Cephesi de çok ciddî ve dikkatli bir çalışma beklediğinden, bu cephe komutanlığını da zaten genel askerî harekâtı yürütmekte olan Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya ek görev olarak vermek en sür’atli ve uygun bir tedbir olacaktı. Bir yandan da gerek iç isyanlara ve direnmelere karşı gerek savaş harekâtı açısından kuvvetli bir süvari teşkilâtına duyulan ihtiyaç açıktı. Sırf bu teşkilâtı kurabilmek için de İçişleri Bakanı olan Refet Bey’e (Refet Paşa) ek olarak bu görevi de vererek kendisini Konya ve dolaylarına göndermeyi uygun buluyordum. Çünkü Refet Paşa, zaman zaman çeşitli sebeplerle Konya’ya, Denizli’ye gitmiş, Batı Cephesi’nin güney kesimi ile ilgilenmiş ve o kesimle ilgisi bulunan bölgeleri tanımış bulunuyordu. O halde konuyu şöyle çözebilirdim: Cepheyi ikiye ayırmak; önemli kesimleri içine alan alanı Batı Cephesi diye adlandırarak İsmet Paşa’nın komutasına vermek; güney kesimini de Konya ve dolaylarına göndereceğim Refet Paşa’ya vererek, her iki cepheyi birden doğrudan doğruya Genelkurmay Başkanlığı makamına bağlamak…
Genelkurmay Başkanlığı’nı da Millî Savunma Bakanı olan Fevzi Paşa vekâlet edebilirdi. Fuat Paşa zamanında bir de cepheden Sıvas’a kadar uzanan “Geri Bölgesi” vardı. Fuat Paşa, bu bölgeyi idare edebilmek için de bir “Cephe Komutanlığı Vekâleti” makamı kurmaya mecbur olmuştu. Bunun tabiî ve pratik olmadığı meydandaydı. Bu bakımdan, yeni düzenlemede bu geri bölgesini de menzil alanı olarak cepheye bıraktıktan sonra, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlamak tabiî idi. İsmet Paşa’nın bir süre için Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmaması, ordunun düzenlenme ve hazırlanmasında sür’at sağlanması için yararlı görüldüğü gibi, Refet Bey’in de İçişleri Bakanlığı sıfatını geçici olarak devam ettirmesi, özellikle kendi bölgesinde güvenliğin sağlanması, halktan hayvan ve malzeme toplamak suretiyle meydana getirmeye mecbur olduğu süvari teşkilâtını bir an önce kurabilmek için gerekliydi.

SURATLE DÜZENLİ ORDU VE BÜYÜK SÜVARİ BİRLİKLERİ KURMA VE DÜZENSİZ TEŞKİLAT FİKİR VE SİYASETİNİ YIKMA KARARI

Efendiler, 8 Kasım 1920’de, Fuat Paşa Ankara’ya geldi. Karşılamak için bizzat istasyonda bulunuyordum. Paşa’yı omuzunda bir filinta olduğu halde Kuva-yı Millîye kıyafetinde gördüm. Batı Cephesi Komutanı’na bu kıyafeti benimseten düşünce ve zihniyet akımının bütün Batı Cephesi üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlamak için artık tereddüde yer kalmamıştı. Onun için Fuat Paşa’ya kısa bir görüşmeden sonra, alabileceği yeni görevi söyledim. Memnuniyetle kabul etti. Aynı günün gecesi İsmet ve Refet Paşaları da davet ederek yeni durumu ve görevlerini kararlaştırdık. Kendilerine verdiğim kesin direktif: “Sür’atle düzenli ordu ve süvari birlikleri meydana getirmekten” ibaretti. Böylece 1920 yılı Kasımının sekizinci günü” düzensiz teşkilât fikir ve siyasetini yıkma kararı” faaliyet ve uygulama alanına konulmuş oldu.
♦◊♦◊♦

GÖRÜNÜŞTE BİZİM İÇİN YUMUŞAK SANILAN BİR POLİTİKA İLE, BİZİ İÇTEN YIKMA TEŞEBÜSÜ

Saygıdeğer Efendiler, burada bir an durarak bakışlarımızı İstanbul’a çevirelim. Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nin her türlü düşmanla ortak olan silâhla sonuç alma plânı uygulamada başarı kazanamamıştı. İç isyanlara karşı koyduk ve direndik. Yunan taaruzu en sonunda bir hatta durdu. Yunanlıların ondan sonraki hareketleri de sınırlı alanlar içinde kaldı. İç isyanlara ve Yunan cephesine karşı ciddî tedbirler almakta o1duğumuz görülüyordu. İçeriden ve dışarıdan gelen silâhlı hücumların, özellikle Ankara’daki Millî Hükûmet’i sarsamayacağı anlaşılıyordu. Bu itibarla, İstanbul’un silâhlı saldırı politikası iflâs etmiş bulunuyordu. Bunu değiştirip, yeniden uzlaşma politikasına döner gibi görünerek, bizi içerden yıkma politikası gütmenin daha yararlı olacağına inandıklarına hükmedilebilirdi. Tıpkı 1919 Eylülünde Damat Ferit Paşa’nın birinci çekilmesinden sonra, Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin gelmesiyle olduğu gibi, görünüşte bizim için yumuşak sanılan bir politika ile, bizi içten yıkma teşebbüsü yenilenecekti.
Bundan sonraki mücadelelerimizde, İstanbul vasıtasıyla yapılan iç ve barış teşebbüsler, bizi güçsüzlüğe düşürecek telkinler ve Yunan ordusuyla olduğu kadar, fakat anlaşılması ve anlatılması daha güç şartlar içinde, içerideki bozgunculara karşı uğraştığımız da görülecektir.
İstanbul’da hükûmetin başına Tevfik Paşa getirildi. Kabinede Dahiliye Nâzırı olarak Ahmet İzzet ve Bahriye Nâzırı olarak Salih Paşa’lar bulunuyordu. Tevfik Paşa Kabinesi derhal bizimle temas ve ilişki kurmak istedi. Bu görevi esas itibariyle Ahmet İzzet Paşa üzerine aldı. Saray kurmay hey’etinde bulunan bir subay, Ahmet İzzet Paşa tarafından bazı notlarla Ankara’ya gönderildi. Bu notlarda, eskisine bakarak daha elverişli şartlarla, söz gelişi, İzmir’de Osmanlı hakimiyeti altında Yunanlılar tarafından özel bir yönetim kurulmasının kabulü gibi şartlarla, bir barış yapma ümidinde bulundukları ve her şeyden önce, İstanbul Hükûmeti ile bir uzlaşmaya varmanın önemli olduğu bildiriliyordu.
Ahmet İzzet Paşa’nın ve içinde bulunduğu hükûmetin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin nitelik ve yetkilerinden haberdar olmadıkları, hâlâ İstanbul Hükûmeti’ni sürdürmeyi ve bu yolla millet ve memleketin kaderiyle, ilgili sorunları çözmeyi düşündükleri görülüyordu.
Ahmet İzzet Paşa’ya ve Tevfik Paşa Kabinesi’ne durumu bildirmek ve kendilerini aydınlatmak maksadıyla, gereken bilgi ve görüşleri etraflı olarak yazdırıp Ankara’ya gelen özel memura verdik ve kendisini 8 Kasım 1920 tarihinde İnebolu’ya doğru yola çıkardık.
12 Kasım 1920 günü, Zonguldak’tan Yüzbaşı Kemal imzalı kısa bir telgraf aldım. Bunda, şifreli bir telgrafı çekmek üzere İstanbul’dan gönderildim, deniyordu. Söz konusu, şifreli telgraf, Dahiliye Nâzırı İzzet Paşa’nın imzasını taşıyordu. İstanbul’da 9 Ekim 1920 tarihinde yazılmıştı.

İSTANBUL’DA İKTİDAR MEVKİİNE GETİRİLEN TEVFİK PAŞA KABİNESİ ANKARA İLE TEMAS İMKANI ARUYOR

Bu telgrafta, İstanbul ile Zonguldak arasında Fransız telsizi ile haberleşmek üzere Fransız temsilcisinin izni alındığı bildirildikten sonra: “Hükûmet ile bir uzlaşma esası kabul edildi mi? Kabul edildiyse nerede buluşmanın mümkün olacağını ve hangi yolla gelmenin uygun düşeceği” sorulmakta idi.
İstanbul Posta ve Telgraf Genel Müdürü Orhan Şemsettin imzalı 11 Kasım 1920 tarihli bir emir de, Kastamonu Posta ve Telgraf Başmüdürlüğü’ne geliyordu. Bu emir, Ereğli Müdürlüğü’ne gönderilen ve resmî olmayan bir mektubun zarfından çıkıyordu. Emir aynen şudur:
Madde 1 – Anadolu ile hükumet merkezi (İstanbul) arasında telgraf haberleşmelerinin bir an önce başlatılması gereklidir.
Madde 2 – Bu maksadın gerçekleştirilmesi için, bir taraftan Sapanca ile Geyve arasındaki ana hat üzerinde onarılabilecek durumda olan tellerin sür’atle kullanılabilir duruma getirilmesi, diğer taraftan da önemli yapım ve onarım çalışması gerektiren İzmit, Kandıra, İncilli arasında yapım ve onarımına başlanması uygun görülmektedir.
Madde 3 – Sözü edilen onarımları yapmakla görevli olan İstanbul Fen Müfettişi Bekir Bey, emrinde bir başçavuş ve yeterince çavuşla İzmit’e harekete hazırdır.
Madde 4 – Ellerinde Dahiliye Nezareti yüksek makamının görev belgesini taşıyan bu memurlar, herhangi bir yerde onarım çalışmaları gereğini duyduklarında, tarafımızdan ilgili makamlarla haberleşilerek, kendilerine gereken yardımın sağlanması himmetlerinizden beklenmektedir. 11 Kasım 1920.
Bu telgraf üzerine gerekenlere verdiğimiz emir, İstanbul ile temas kurmaktan sakınılması ve telgraf hatlarını onarma bahanesiyle gelen olursa tutuklanması ile ilgiliydi.
Efendiler, İzzet Paşa’nın dolaylı olarak gönderdiği şifreli telgrafına cevap vermeyi, özel bir memurla gönderdiğimiz notların kendisince okunduğu haberini aldıktan sonraya bırakıyordum. İzzet Paşa’nın tarafımızdan verilen bilgileri aldıktan sonra da görüşünde ısrar edip etmediğini anlamak istiyordum. Bu husus anlaşıldıktan sonra, İzzet Paşa’ya aracılar vasıtasıyla şu cevabı verdim:
Zâtıdevletleri ve Salim Paşa Hazretleri’nin de katılmaları gerekli olan hey’etle en kolay ve çabuk olarak Bilecik’te buluşmak mümkündür. İstanbul’dan Sapanca’ya kadar tren ve oradan otomobille veyahut da deniz yoluyla Bursa’ya ve oradan yine otomobille Bilecik’e teşrif buyurulabilir. Bu yollar üzerinde şimdiden gerekenlere tebligat yapılmıştır. Yolculuğun, Aralık ayının ikisine kadar Bilecik’te bulunacak şekilde ayarlanmasına ve İstanbul’dan hangi tarihte hangi yolla hareket edileceğinin şimdiye kadar kullanılan vasıta ile Zonguldak’a bildirilmesini rica ederim. Yolculuğun mümkün olduğu kadar gösterişsiz yapılması hatırlatma kabilinden arz olunur. 25/26.11.1920.
Efendiler, İstanbul’da 23/24 Kasım 1920 tarihinde yazılan ve İstanbul’a varmış olan özel memurun imzasıyla İnebolu’ya gönderilen ve 27 Kasım’da oradan Ankara’ya çekilen bir telgrafta, şu bilgiler veriliyordu:
Bu gün 23.11.1920’de İzzet Paşa’nın yanında bulunduğum sırada, Hariciye Nâzırı, son siyasî durumla ilgili olarak aşağıdaki açıklamaları yapmıştır:
Yeni gelen İngiliz elçisi, Ermenistan, Gürcistan ve bir süre sonra, İzmir’le ilgili önemli konularda Osmanlı Hükumeti lehine bir çözümün bulunacağını söylemiş. Bu elverişli durumdan yararlanarak memleketin geleceğinin sağlanabilmesi için büyük bir güçle çalışılarak fırsat kaçınılmamalıdır. Eğer Ankara, zaman kazanmak isteğindeyse bile, bir temas kurularak ilerideki kararlar birlikte alınmalıdır, dedikten sonra şu satırlar ekleniyor:
Açıklamalara ek olarak, İzzet Paşa, kendisine tarafımızdan gönderilen özetteki şimdiye kadar yapılan mücadelelerin bugün bahşettiği ve sağladığı imkânlardan yararlanmak görevimizdir cümlesine dayanarak: Eğer Anadolu gönderilecek hey’eti kabul etmezse, doğrudan doğruya benimle temas kurarak maksadımızı kendimiz kararlaştırmalıyız. Bunu da kabul etmedikleri takdirde, söz konusu cümledeki görüşten vazgeçildiği anlaşılacağından, artık kabinede kalmayarak istifa edeceğini ve istersek İstanbul’u dikkate almayarak kendisinin de Anadolu’ya geleceğini söylemiş.
Efendiler, aynı telgrafta, İstanbul basınında, İzzet Paşa’ya ait olduğu bildirilen şu demecini de yayınlandığı yazılıydı:
Hükûmetin Anadolu’ya özel bir memur göndermekten maksadı, Ankara’dakilerle bir temas kurulup kurulamayacağını anlatmak içindi. Oradan dönen memur, bu temasın kurulabileceğini anlattı ve haberleşme de yapılabildi. Elbette gereğinin yapılmasına çalışacağız.
Böyle bir demecin Anadolu’nun görüşüne uygun düşmeyeceği ve yalanlanması gerektiği ileri sürülmüş ise de, kabine bunu kabul etmemiş. Bununla birlikte İzzet Paşa , Tercüman-ı Hakikat gazetesine şu demeci de vermiş:
Memleketin yüksek çıkarları, şimdilik bu konuda basının susmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan bir iki gün daha demeç vermekte mazuruz.
Efendiler, Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, zamanın büyük adamları gibi tanınmışlardı. Millet bunları akıllı, tedbirli ve uzak görüşlü olarak biliyordu. Bu sebeple Damat Ferit Paşa çekilip yerine, ileri gelenleri bu şahıslar olan bir kabine iş başına gelince, herkeste türlü türlü ümitler uyandı. Tevfik Paşa Kabinesi ilk anda Ankara ile temas ve ilişki kurmak isteyince, kamuoyunda iyi niyetine inanmamak için bir sebep görülemedi. Herkes Tevfik Paşa Kabinesi’nin iktidara gelmesini hayırlı saydı. Bu kabinenin memleket ve milletin yüksek çıkarlarını gözetecek çare ve yolları bulmadan iktidara gelmiş olduğunu kabul etmek ve ettirmek gerçekten güçtü. Kaldı ki, kendileri de İstanbul çevrelerinde ve basında kullandıkları dille, kamuoyunu doğrulayacak bir tavır takınmış bulunuyorlardı.

BİLECİK GÖRÜŞMESİ KARARLAŞTIRILIYOR

Biz, gerçek durumun herkesin sandığı ve düşürdüğü gibi olmadığına tamamen inanmış bulunuyorduk. Ancak, İstanbul’un kurtuluş çaresi olarak ileri sürdüğü uzlaşma ve görüşme tekliflerini, kamuoyunu inandırmaya yarayacak şartları hazırlamadan reddetmeyi uygun bulmadık. Onun için, özellikle İzzet ve Salih Paşa’ların da içinde bulunacağı bir hey’etle Bilecik’te görüşmeyi uygun bulduk. Bu zatlarla görüştükten sonra, halkın bütün inanış ve görüşlerindeki yanlışlığın anlaşılacağına şüphem yoktu. Bir de, her ne olursa olsun, kamuoyunca yukarıda işaret ettiğim vasıfları ile tanınmış olan bu zatların, İstanbul’da hükûmet kurmalarının millî gaye için ne kadar zararlı olduğu meydandaydı. Bu bakımdan, görüşmeden sonra da, kendilerinin İstanbul’a dönmelerine müsaade etmeme gereği bence normaldi. İşte bu düşüncelerledir ki, İzzet Paşa hey’etiyle Bilecik’te görüşme kararlaştırıldı. Görüşme 2 Aralıkta değil, fakat 5 Aralıkta oldu.
Efendiler, bu görüşmeyi beklerken, o güne kadar cephede ve Ankara’ da geçen olayları da kısaca bilginize sunayım:
Efendiler, hatırlarsınız ki, İzzet Paşa’nın özel memurunun İnebolu üzerinden İstanbul’a hareket ettirildiği 8 Kasım 1920 günü, Fuat Paşa’nın Moskova Büyükelçiliği, İsmet ve Refet Paşa’ların da Batı Cephesi’nde görevlendirilmeleri kararlaştırılmıştı. İsmet Paşa ertesi gün cepheye hareket etti. 10 Kasımda göreve başladı.
O zamanlar Ethem Bey’in yakın arkadaşı bulunan bir zatın Eskişehir’den 13 Kasım 1920 tarihli bir şifreli telgrafını aldım. Bu telgrafta deniliyordu ki:
Ethem Bey’in, Fuat Paşa Hazretleri’nin yanında Rusya’ya gideceği söylentisi cephede ve gerideki halk arasında kötü niyete yorulmaktadır. Bu gibi kimselerin çevrenizden uzaklaştırılması, zâtıdevletlerinin diktatörlük ilan edeceğiniz zannını uyandırmıştır …
Efendiler, Ethem ve kardeşlerinin Türkiye’den uzaklaşmaları, gerçekten Türkiye’nin de kendilerinin de yarar ve selâmeti bakımından yerindeydi. Bu sebeple, Fuat Paşa’ya, kendileri istedikleri takdirde, bunları da birlikte alıp uygun şekilde görevlendirilebileceklerini söylemiştim. Ethem Bey’in arkadaşı tarafından yazılan bu telgraftaki ifadelerin, yalnız arkadaşının düşüncesi olduğu ve gerçeğe uygun bulunduğu elbette kabul edilemezdi. Çünkü ne cephenin ne de halkın, Ethem Bey’in Rusya’ya gönderilip gönderilmeyeceği konusu ile ilgisi yoktu. Özellikle: “ben diktatör olmak istiyorum; fakat Ethem ve benzerleri engeldir. Onun için bu gibileri uzaklaştırıyorum” zannından söz edilmesi büsbütün dikkatimizi çekti.

ETHEM VE TEVFİK KARDEŞLERİN MUHALEFETE GEÇMESİ

İsmet Paşa’nın cephede çalışmaya başlamasından sonra, Ethem Bey, rahatsızlığını ileri sürerek Ankara’ya geldi ve burada uzun süre oturdu. Onun yokluğunda, kardeşi Yüzbaşı Tevfik Bey, Ethem Bey’e vekâleten Kuva-yı Seyyare’nin başında komutanlık ediyordu.
Durumu gerektiği gibi aydınlatabilmek için, bir olaylar zincirinin bazı ana noktalarına işaret etmek uygun olur. Kuva-i Seyyare Komutanlığı, Karacaşehir’de, kendisine bağlı olmak üzere, gizlice Karakeçili adında bir birlik kurmuştu. Bu kuruluş hakkında Batı Cephesi Komutanlığı’nın bilgisi yoktu. Böyle bir birliğin varlığı 17 Kasım 1920’de tesadüfen öğrenildi. Cephe Komutanlığı’nın bu birliğin varlığı hakkında bilgi istemesi ve birliğin teftişe hazırlanması emri Ethem Bey tarafından yerine getirilmedi. Cephe Komutanlığı’nca, sivil işlere ve geri hizmetlere karışılmaması için verilen genel emre aykırı olarak, Kuva-i Seyyare Komutanlığı, Kütahya bölgesinde, her şeyde gösterdiği müdahale ve zorbalığını daha da artırdı.
Cephe komutanı, Ethem Bey Kuve-i Seyyare’sinin, öteki gezici kuvvetlerden ayrılması için “Birinci Kuva-i Seyyare” diye adlandırılmasını emrettiği halde, Ethem Bey ve kardeşi, bunu dikkate almak şöyle dursun, bu emre rağmen kendi kendine Umum Kuva-yı Seyyareve Kütahya Havalisi Komutanı (Bütün Kuva-yı Seyyare ve Kütahya Bölgesi Komutanı) şeklinde bir komutanlık durumu ortaya çıkardı.
Görülüyor ki, Ethem Bey ve kardeşi, emirleri altındaki birlikleri teftiş ettirmiyorlar, verilmemiş yetki ve ünvanları kendi kendilerine takınıyorlardı.
Bütün Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik imzasıyla 21Kasım 1920’de Cephe Komutanlığı’na gelen bir raporda, 13’üncü düşman tümeninin Emîrfakıhlı, İlyasbey, Çardak, Umurbey üzerinden gelmekte olduğu ve kendi bölgesinde bulunan Gördeslilerin düşman askerini çağırdıkları yolunda bilgi vardı. Oysa, gerçekte ne düşman tümeni ilerliyordu ve ne de Türk halkı düşmanı çağırmıştı. Bu bilgilerin özel maksatlarla verildiği anlaşılacaktır. Müslüman halkın düşmanı çağırması yalnız bir tek sebeple açıklanabilirdi ki, o da tarafımızdan zulüm ve eziyet göreceklerine inanmalarıdır. İşte Cephe Komutanı, durumu bu noktadan ele alarak verdiği genel emirde demişti ki:
Muharebenin doğurduğu bunalım sırasındaki kızgınlıkların etkisiyle zorlayıcı sert tedbirler (Tedbir-i Örfiye’ye) alınmasına kesinlikle engel olmak gerekir. Hainlikleri ne derece kesinlikle anlaşılmış olursa olsun, hiçbir köy asla yakılmayacak, halktan hiç kimse hiçbir birlik tarafından hiçbir suçla idam edilmeyecektir. Casusluktan ve daha başka suçları ortaya çıkmış kimselerin, göz altında İstiklal Mahkemeleri’ne gönderilmeleri gerekir.
Umum Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey, bu emrede karşı çıktı.
Efendiler, düşman, kuvvetlerini toplu bulundurmak maksadıyla aldığı tertibat yüzünden, Kuva-yı Seyyare bölgesindeki bazı yerleri boşaltmıştı. Buralarda, sivil idare kuruluncaya kadar, halkın güven içinde idaresi için, hemen teşkilât kurulmasına lüzum vardı. Bu sebeple jandarma hizmetinde bulunmuş ve iyi halli tanınmış kimselerden seçilen yüz elli mevcutlu bir sahra jandarma bölüğü teşkil edilerek “Simav ve Bölgesi Komutanlığı” adı altında bir komutanlık kuruldu. Bu komutanlık, sınırları belli bir bölge içinde güvenlik işlerine bakacaktı. Yarbay İbrahim Bey adında bir zatın görevlendirildiği bu komutanlığa yönetim ve inzibat bakımından bu bölgedeki askerlik şubeleri de bağlanacaktı. Ordu birliklerinin ve Kuva-yı Seyyare’nin komutanları yalnız askerî harekâttan sorumlu olacaklardı. Bu bölge komutanlığının kurulması dolayısıyla, o bölge halkına, Cephe Komutanlığı tarafından yazılan bildiride: “Sizin her türlü dertlerinizi dinlemek, adaletli bir yönetim kurmak maksadıyla Simav’da bir Bölge Komutanlığı kuruyorum “cümlesi vardı. Bu cümleyi, Kuva-yı Seyyare Komutanlığı tarafından kötüye yorulacağını göreceğiniz için, özellikle kaydediyorum.
Düşmandan kurtarılan bu kasabalar halkı, kurtuluş tarihinden başlayarak iki ay süreyle askerlik hizmetinden muaf tutulmuşlardı. Umum Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey, birtakım düşünce ve sebeplerle bu bölge komutanlığına da itiraz etti.
Tevfik Bey, 23 Ekim 1920 tarihli bir raporunda: “Bir düşman tümeninin taarruzu üzerine, kuvvetlerini Gönen köyü kuzeyindeki sırtlara çektiğini bildiriyor ve sol kanadımda bulunan Cumburdu kesimini emniyete alınıp” diyor.
Düşmanın ciddî bir taarruzu olmamıştır. Kuva-yı Seyyare Komutanlığı’nın maksadının, ordu birliklerini cepheye sürdürüp, kendi kuvvetlerini geride toplamak olduğu anlaşılmıştı. Cephe Komutanı İsmet Paşa, Tevfik Bey’in verdiği bilgileri ciddiye alarak, gerekenlere gerektiği gibi emirler vermiş olmakla birlikte, kendisinden de, “taarruz eden düşmanın aşağı yukarı kaç top kullanmakta olduğunu” ve “Kuruköy’den yol boyunca Çamköy’e doğru bir düşman harekâtının yapılıp yapılmadığını” sordu ve Cumburdu vadisinin İslâmköy’e doğru emniyete alınmasının Güney Cephesi’ne ait olduğunu bildirdi.
Tevfik Bey, 24 Kasım 1920 tarihinde Cephe Komutanlığı’na yazdığı telgrafta iğneleyici birtakım sözlerden sonra, bendeniz, kuzey ve güney cephelerinin her ikisinin de hükûmetin emrinde olduğunu sanıyorum. Mademki değildir, idaresizlik yüzünden, boş yere burada vatan evlâtlarını kırdıramayacağım. Yirmi dört saate kadar sol kanadımız kuvvetli bir şekilde korunmadığı takdirde, Kuva-yı Seyyare’yi Efendi köprüsü civarına çekeceğim. Bu konuda sorumluluğun kime ait olduğunu hükûmet bulsun, Efendim diyordu. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Kuva-yı Seyyare Komutanı’na cevap verdi ve dedi ki: “12’nci Kolordu, sol kanadımızdan kırk kilometre uzaktadır. Bundan başka, geri çekilmiş olan düşmanı keskin taarruzla ve zorla yerinden atmak görevi birliklerimize verilmiştir. Bu bakımdan Kuva-yı Seyyare, düşmanı takip eden müstakil bir süvari tümeni durumundadır. Düşmanın üstün kuvvetle taarruzlarına karşı yalnız başına tedbirler alır; düşman mevziî ve ciddî bir hareket yaptıkça, buna karşı kesin savaştan kaçınır. Bu görevler süvari tümenlerine verilir. Güney Cephesi’nde kuvvetli süvari birliği olmadığından, sizin cephenizi süvari kuvvetleri ile genişletmek mümkün değildir. Güney Cephesi Kuva-yı Seyyareler’le yalnız dış kanadından temas ve bağlantı sağlayabilir. Bu da lâzımdır. Kısacası, cephemiz iyi idare edilmektedir… v.b.”
Efendiler, Batı Cephesi Komutanlığı elbette ordunun kuvvet durumu ve miktarı ile ilgili bütçesini düzenlemek istiyordu. Bu maksatla 22/23Kasım 1920’de bütün cephe birliklerinden kuvvetlerinin mevcudu ile ilgili muntazam birer liste istedi. Cephe birliklerinin hepsinden cevap geldi. Kuva-yı Seyyare istenilen mevcut listesini göndermedi. Bu konuda cepheden istenen açıklamaya gelen cevapta, Tevfik Bey diyordu ki; “Kuva-yı Seyyarene bir tümen ne de düzenli bir kuvvet haline getirilemez…Bu serserilerin başına ne bir subay ne de askerî memuru koymak mümkün olmadığı gibi, kabul ettirilmesi de mümkün değildir. Çünkü, subay gördüler mi Azrail görmüşçesine isyan ediyorlar. Bizim birliklerimiz Pehlivan Ağa, Ahmet Onbaşı, Sarı Mehmet, Halil Efe, Topal İsmail gibi adamlar tarafından idare edilmektedir. Bölük eminleri de yazdığını okuyamaz ve okuduğunu yazamaz adamlardandır. “Sen yapamıyorsun” diye bunların değiştirilmesi imkânı da yoktur. Kuva-yı Seyyare’nin şimdiye kadar olduğu gibi gelişigüzel idare edilmesi zarurîdir…Aslında, Kuva-yı Seyyare, disiplin ve düzene sokulmak şöyle dursun, böyle bir düşüncenin doğmakta olduğunu sezdiği anda dağılır. Rica ederim, bu yazdığım şeyleri bir şeye yormayınız…

TEVFİK CEPHE KOMUTANINI TANIMIYOR

Efendiler, tam bu günlerde, düşmanın, Bursa Cephesi ilerisinde, İznik yakınlarında bir faaliyeti hissedildi. Cephe komutanı bizzat oraya giderek yakından tedbirler almaya mecbur oldu. Onun için 28 Kasım 1920 tarihinde Kuva-yı Seyyare Komutanı Tevfik Bey’e cevap verirken: “Bugün Bilecik’e gidiyorum. Dönüşte sizinle nerede karşı karşıya oturup görüşmek mümkün olur” sorusunu sormuştu. Cephe komutanına cevap verilmemişti. Cephe komutanı, İznik durumuna karşı, tedbir ve tertibat almakla meşgul bulunduğu sırada, Kuva-yı Seyyare Komutanlığı’ndan savaş raporları gelmeye başlamış… Sebebi sorulmuş:
“Raporlar gerektiği zaman Ankara’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na yazılmıştır. İmza: Yüzbaşı Tahsin” telgrafı alınmış.
Efendiler, bir cephe komutanı için, cephesinin bir kısmında geçen olaylardan bilgi alamamak ne kadar güç bir durumdur. Böyle bir belirsizlik içinde kalmak, bütün cephenin idaresini yanlış yola sürükleyebilir. Düzeltilmesi imkânsız tehlikeli durumlara yol açabilir. Cephe Komutanı İsmet Paşa, 29 Kasım 1920 tarihinde, durumu Ankara’da bulunan Kuva-yı Seyyare Komutanı Ethem Bey’e yazarak, raporlar için vekilinin uyarılmasını bildiriyor.
İsmet Paşa, 29 Kasım 1920’de, bize şu telgrafı gönderdi:
Ankara’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na
Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı’na
1 – Kuva-yı Seyyare Komutanlığı, 27.11.1920 akşamından beri Cephe Komutanlığına rapor vermemektedir.
2 – Bu gün Ethem Bey’den, vekilini uyarmasını rica ettim. Düşmandan geri alınan yerlerin idaresi için kurulan Simav Bölgesi Komutanlığı dolayısıyla, Tevfik Bey’in üzüntü duyduğunu bildiren Ethem Bey’den bu gün bir telgraf almış ve cevap vermiştim. Durumda dikkati çekecek ölçüde bir olağanüstülük varsa da, geniş bilgim yoktur. Oraca alınan bilgilerin gönderilmesini rica ederim.
Efendiler, Batı Cephesi Komutanlığı ile Kuva-yı Seyyare Komutanlığı arasında geçen yazışmaları ve ortaya çıkan durumu nasıl öğrendiğimi müsaade buyurursanız açıklayayım:
Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey tarafından İsmet Paşa’ya yazılan, asker kaçakları ile casusların İstiklâl Mahkemesi’ne karşı olduğunu ve Kuva-yı Seyyare’nin sol kanadının yirmi dört saate kadar 12’inci Kolordu’ca emniyete alınmayacak olursa, kuvvetini Efendiköprüsü’ne çekeceğini bildiren telgrafları, bana Ankara’da bulunan Ethem Bey verdi. Ben tabiî olarak bu telgrafları anlamlı buldum. Kuva-yı Seyyare’nin durumunda tedbir alınmasını gerektiren dikkate değer bir hal gördüm. Onun için, İsmet Paşa’ya çektiğim ve bu telgrafları Ethem Bey vasıtasıyla öğrendiğimi bildirdiğim 25 Kasım 1920tarihli telgrafta, “Tevfik Bey’in, önem verdiğim bu müracaatına karşı ne şekilde cevap verildiğinin ve ne gibi tedbirler alınmış olduğunun bu gece bildirilmesini rica ederim” demiştim.
İsmet Paşa, arada geçen yazışmayı olduğu gibi bildirdi.
Efendiler, bir taraftan da, 28 Kasım 1920 tarihinden başlayarak, Kuva-yı Seyyare’nin sabah ve akşam raporları, “Umum Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Mehmet Tevfik” imzasıyla doğrudan doğruya bana bildirilmeye başladı. Tevfik Bey’e şu şifreli telgrafı yazdım:
Ankara, 29/30.11.1920 
1’nci Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili
Tevfik Beyefendi’ye
İki üç günden beri doğrudan doğruya bana göndermekte olduğunuz raporların son maddesinde, Batı Cephesi Ordu Komutanlığı’na verilmiş olduğu kaydının bulunmadığı dikkatimi çekti. Bir yanlışlık mıdır, yoksa bir sebebe mi dayanmaktadır? Bu konuda bilgi verilmesini rica ederim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa Kemal
Bu telgrafıma Tevfik Bey’den cevap almadım. Fakat Ankara’da bulunan Ethem Bey’den rahmetli Hayati Bey’e şöyle bir yazı gönderildi:
30.11.1920 
Hayati Bey Kardeşime
Tevfik Bey’le İsmet Beyefendi arasındaki anlaşmazlığın sebepleriyle, bu konuda her ikisiyle yaptığımız yazışmaları olduğu gibi takdim ediyorum. Lûtfen Paşa Hazretleri’ne gösterilip okunarak yanlış bir kanaata meydan verilmemesini rica ederim, efendim.
Kuva-yı Seyyare ve Kütahya Bölgesi 
Komutanı 
Ethem 
Efendiler, bu yazıya ilişik olan telgraflarda dikkati çeken noktalar şunlardı:
Tevfik Bey, kardeşine diyor ki: “Simav Bölgesi Komutanlığı’na kesinlikle ihtiyaç yoktur. Bu bölge komutanının Eskişehir’e dönmesi için şimdi emir verdim. Tevfik Bey, İsmet Paşa’nın halka hitaben yayınladığı bildirisini de şöyle yorumluyordu:
“Bu bildiri, bulunduğumuz yerlerde bizim adaletsiz, emniyetsiz ve namussuzca sına hareket ettiğimizi ilân ediyor… Kuva-yı Seyyare, bunu kesinlikle kabul etmez. Bu konular aydınlanıncaya kadar, Kuva-yı Seyyare, Batı Cephesi Komutanlığı’nı tanımayacaktır.”
Bunun üzerine, Ethem Bey, İsmet Paşa’ya yazdığı telgrafta, kardeşinin üzüntüsünden söz ettikten sonra, bu işlerin kendisinin dönüşünden sonraya bırakılmasını rica ediyor. Kardeşine de, durumu Batı Cephesi Komutanlığı’na yazdığını, ancak kendisinin de ölçülü ve nezaketli davranması ve mukabele etmesi gerektiğini bildiriyor. Tevfik Bey,28 Kasım 1920’de Ethem Bey’e yazdığı karşılık telgrafında:
“Namusumuzla oynayan Batı Cephesi Komutanı’nı bundan böyle âmir olarak tanımayacağımı ve Simav’a gönderdiği komutanına, bu gün yanındakilerle birlikte Eskişehir’e dönmesi için emir verdiğimi…. yazmıştım”, dedikten sonra “Bu hususta başka bir şey düşünemem ve düşünebilmek imkânı da yoktur, efendim” diyordu.
Tevfik Bey’in kardeşine çektiği yine aynı tarihli ‘bir telgrafında da:
“….En ufak bir şey hissedersem bu yeni kurulan komutanlığın bütün mensuplarını gözaltında Batı Ordusu’na iade edeceğim. Batı Ordusu Komutanı İsmet Bey’in bu cephe komutanlığını idare edemeyeceğini anlıyorum” denilmekte idi.
Efendiler, bundan sonra, Kuva-yı Seyyare’nin savaş raporları Ankara’da Ethem Bey’e geliyor ve Ethem Bey tarafından Batı Cephesi’ne gönderiliyormuş.
Bundan başka, Kuva-yı Seyvare Komutanlığı, Batı Cephesi haberleşmelerine sansür koymuş. Telgraf ve telefon hatlarının Kuva-yı Seyyare Komutanlığı’nın haberleşmeleriyle meşgul olduğundan söz edilerek, cephe ile haberleşmeler açık ve resmî şekilde yasaklanmış. Aynı zamanda, Kuva-yı Seyyare’nin Eskişehir dolaylarına saldıracağı söylentisi yayılmıştır.

ETHEM VE TEVFİK KARDEŞLERLE KENDİLERİ GİBİ DÜŞÜNEN BAZI ARKADAŞLARININ MİLLÎ HÜKÜMETE İSYANI

Saygıdeğer Efendiler, bu durumu hep birlikte incelemeye yardım edecek kadar bilgi arz ettiğimi sanıyorum. Kalaylıkla anlaşılmakta idi ki, Ethem ve Tevfik kardeşlerle, kendileri gibi düşünen bazı arkadaşları, millî hükûmete karşı isyana karar vermişlerdi. Bu kararlarının uygulanması için Tevfik Bey cephede bahane ararken ve kuvvetlerini cepheyi terk ederek toplarken, Ethem Bey, milletvekili olan kardeşi Reşit Bey ve daha birtakımları da siyasî yoldan çalışıyorlardı. İsyan plânında başarılı olabilmek için, her şeyden önce, buna engel sayılan Batı Cephesi’ndeki ordunun başında bulunan komutanın itibar ve makamından düşürülerek orduya hâkim olunması gerekiyordu. Ondan sonra da Meclis kamuoyunu tamamiyle kendi lehlerine çevirerek komutan, bakan veya hükûmet düşürmekte kolaylık sağlamak önemli bir noktaydı. İşte bu maksatlarla çalışmakta olduklarına bizde şüphe kalmamıştı. Ethem Bey’in, İsmet Paşa’ya ve kardeşi Tevfik Bey’e yazdığı telgraflarda kullandığı yumuşak ve nazik bazı kelimelerin, biraz daha zaman kazanmak maksadına dayandığına ve bu meseleyi İsmet Paşa ile Tevfik Bey arasındaki anlaşmazlıktan doğan bir üzüntü dolayısıyla, en sonunda Tevfik Bey’in öfkesine hâkim olmayarak biraz ileri gitmesinden ibaret gösterip, kendilerinin pek yumuşak başlı ve alçak gönüllü olduklarını bir zaman için daha göstermeye çalıştıklarına hükmetmemek mümkün değildi. Biz de durumu olduğu gibi ciddî saydık. Siyasî ve askerî tedbirlerimizi ona göre uygulamaya başladık.
Efendiler, arz etmeliyim ki, gerek cephede gerek Ankara’da her bakımdan ihtiyaç duyulan tedbirleri aldırmıştım. Ethem ve kardeşlerinin isyanından asla çekinmiyordum. İsyan ettikleri takdirde yola getirilip cezalandırılacaklarına şüphem yoktu. Onun için pek serin ve geniş hareket ediyordum. Mümkün olduğu kadar kendilerini nasihatle yola getirmeye ve saygılı olmaya çalışmayı, bunu başaramadığım takdirde, kamuoyunda daha çok açıklık kazanacak olan saldırganca faaliyet ve hareketlerinin gerektirdiğini yapmayı tercih ediyordum. Bu düşünceyle, 2 Aralık 1920tarihinde, Ankara’da bulunan Ethem ve Reşit Bey’lerle diğer bazı kimseleri de yanıma alarak bizzat Eskişehir’e gitmeye ve orada İsmet Paşa ile de birleşerek yüz yüze konuşmaya ve anlaşmaya karar vermiştim. Ethem Bey’in bu geziye benimle gitmekten çekineceğini tahmin ediyordum. Halbuki, Ethem Bey’i de birlikte alıp götürmek bence pek gerekliydi. Bunun için istekli olsun olmasın, Ethem Bey’i de birlikte götürmek veyahut ısrarı halinde ona göre bir tutumu benimsemek üzere gereken tedbirlerin alınmasını da emretmiştim.
Gerçekten de, ertesi günü, Ethem Bey hastalığını ileri sürerek birlikte seyahat edemeyeceğini bildirdi. Doktor Adnan Bey de Ethem Bey’in rahatsızlığının seyahate engel olduğunu söyledi. Israr ettim. Nihayet 3 Ekim 1920 akşamı özel bir trenle Eskişehir’e hareket ettik. Ethem ve kardeşi Reşit Bey’lerden başka yanımızda bulunan arkadaşlardan başlıcaları şunlardı:
Kâzım Paşa, Celâl Bey, Kılıç Ali Bey, Eyüp Sabri Bey, Hakkı Behiç Bey, Hacı Şükrü Bey.
4 Aralık 1920 sabahı, erkenden, henüz ben uykudayken tren Eskişehir’e vardı. Daha önce İsmet Paşa’nın henüz Bilecik’te bulunduğu anlaşılmış olduğundan Eskişehir’de durmayıp Bilecik istasyonuna gitmeye karar vermiştik. Eskişehir’de uyandığım zaman, trenin niçin durduğunu ve yoluna devam etmediğini sordum. Yaverlerim, arkadaşların sabah kahvaltısı yapmak üzere istasyonun karşısındaki lokantaya gittiklerini ve şimdi gelmek üzere bulunduklarını söyledi. Çabuk gelmeleri için haber gönderilmesini istedim. Birkaç dakika sonra “hazırız” denildi. “Bütün arkadaşlar geldi mi?” dedim. Bunun üzerine yapılan araştırmadan anlaşıldı ki, herkes hazırdı ama Ethem Bey bir arkadaşıyla birlikte ortada yoktu. Derhal Ethem Bey’in kaçırıldığına hükmettim. Fakat bunu kimseye söylemedim. Yalnız, “o halde, dedim, Ethem Bey olmaksızın bizim Bilecik’e gitmemizde bir fayda yoktur. İsmet Paşa’yı da buraya çağırırız.”
İsmet Paşa da, telgraf başında yapılan özel bir görüşmeden sonra, Eskişehir e hareket etti. Daha önce, yalnız ve özel olarak görüşmemiz gerekli olduğundan ben de bir iki istasyon ileri giderek buluştuk. Birlikte 4 Aralık 1920 akşamı Eskişehir’e geldik. Orada bekleyen arkadaşlarla hep birlikte bir lokantada yemek yedik. Ethem Bey yoktu. Nerede olduğunu kardeşinden sordum. Rahatsız, yatıyor dedi. O gece İsmet Paşa’nın karargâhında Kâzım Paşa, Celâl Bey, Hakkı Behiç Bey de hazır olduğu halde, Reşit ve Ethem Bey’lerle konuşacaktık. Onun için Reşit Bey, Ethem Bey’in hasta olduğunu söylerken, görüşmek üzere karargâha gelebileceğini de ilâve etmişti. Yemekten sonra karargâha gittik, fakat Ethem Bey gelmemişti. Reşit Bey’e ne vakit geleceğini sordum. Verdiği cevap şuydu: Ethem Bey şu dakikada kuvvetlerinin başındadır!
Bu habere rağmen sakin olmayı ve görüşmeyi tercih ettik.
Şu noktayı da belirtmeliyim ki, ben Eskişehir’e resmî bir sıfatla gitmemiştim. Orada hazır bulunan bazı arkadaşların yanında, İsmet Paşa ile olan görüşme ve konuşmalarımızı tarafsız bir arkadaş sıfatıyla yaptığımı söylemiştim. İsmet Paşa, durumu, aralarında geçen haberleşmeleri, Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili olarak Tevfik Bey’in aldığı serkeşçe tavrı anlattı. Reşit Bey, kardeşleri ve kendi adına cevap veriyordu. Reşit Bey, pek kaba ve saldırganca konuşmaya başladı. Kardeşlerinin birer kahraman olduklarını, hiç kimsenin emri altına girmeyeceklerini, bunu böylece kabul etmeye herkesin mecbur olduğunu pervasızca söylüyor; ordu, disiplin, komuta ve hükûmet kavramlarıyla bunların gereklerine dair ileri sürülen görüşlere kulak bile vermiyordu. Onun üzerine, ben dedim ki: “Bu dakikaya kadar sizinle eski bir arkadaşınız sıfatıyla ve sizin lehinizde bir sonuç almak için samimi bir duyguyla görüşüyordum. Bu dakikadan itibaren arkadaşlık ve yakınlığım son bulmuştur. Şimdi karşınızda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükûmeti’nin Başkanı bulunmaktadır. Devlet Başkanı olarak, Batı Cephesi Komutanı’na, durumun gereğini yerine getirmek üzere yetkisini kullanmasını emrediyorum. “Hemen İsmet Paşa da dedi ki: “Emrimde bulunan komutanlardan herhangi biri bana karşı gelmiş olabilir. Ben onu yola getirmeye ve cezalandırmaya muktedirim. Bu konuda daha kimseye karşı aczimi itiraf etmiş ve hiç kimsenin bana ait olan bu görevin kolaylıkla yerine getirilmesi için yardımını rica etmiş değilim. Ben durumun gerektirdiği işleri yaparım.”
Tarafımdan ve İsmet Paşa tarafından alınan bu ciddî tavır üzerine, avazı çıktığı kadar bağırırcasına konuşan Reşit Bey, derhal şimdi ileri gitmekte acele edilmemesini, kendisi kardeşlerinin yanına giderse bir uzlaşma çaresi bulabileceğini söyledi. Bundan bir sonuç çıkmayacağı, maksadın kardeşlerine durumu anlatmak ve zaman kazanmak olduğu meydandaydı. Buna rağmen Reşit Bey’in bu teklifini kabul ettik. Ertesi günü, İsmet Paşa’nın hazırlatacağı özel bir trenle Kütahya’ya kardeşlerinin yanına gitmesi uygun görüldü. Kazım Paşa’nın da Reşit Bey’le birlikte gitmesi yerinde bulundu. Hareket ettiler.

BİLECİK GÖRÜŞMESİ

Saygıdeğer Efendiler, müsaadenizle bu hikâyeyi şimdilik burada bırakacağım. Aynı günde, yani 5 Aralık 1920’de Bilecik istasyonunda bekleyen Ahmet İzzet Paşa hey’etine temas edeceğim: Hatırınızdadır ki, İzzet Paşa’nın istek ve teklifi üzerine, kendileriyle Bilecik’te görüşülmesine karar verilmişti. Hey’et, ayın dördünden beri beni Bilecik istasyonunda bekliyordu. Bu hey’et, İzzet ve Salih Paşa’larla elçilerden Cevat, Ziraat Nâzırı (Tarım Bakanı) Hüseyin Kâzım, Hukuk Müşaviri Münir Bey’lerden ve Hoca Fatih Efendi’den kurulmuştu. Bilecik istasyon binasının bir odasında birleştik. İsmet Paşa da beraberdi. Görüşme şöyle geçti: Ben, ilk söz olarak “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti Başkanı” diye kendimi tanıttıktan sonra: Kimlerle müşerref oluyorum” sorusunu yönelttim. Salih Paşa, benim maksadımı kavrayamadığı için, kendisinin Bahriye ve İzzet Paşa’nın da Dahiliye Nazırı olduğunu söylemeye çalışırken, ben derhal, İstanbul’da bir hükûmet ve kendilerini o hükûmetin üyeleri olarak tanımadığımı; eğer İstanbul’daki bir hükûmetin nâzırları olarak görüşmek istiyorlarsa, kendileriyle görüşmekte mazur olduğumu bildirdim. Ondan sonra kimlik ve yetki söz konusu edilmeden görüşülmesi uygun bulundu.
Konuşmanın bazı safhalarında, Ankara’dan bizimle birlikte gelen bazı milletvekili arkadaşları da bulundurdum. Birkaç saat süren konuşmadan, gelen kimselerin esaslı hiçbir bilgi ve kanaate sahip olmadıkları anlaşıldı. Sonunda, kendilerine İstanbul’a dönmelerine izin vermeyeceğimi ve beraberce Ankara’ya gideceğimizi bildirdim.

İZZET VE SALİH PAŞALAR ANKARA’DA

Zaten beklemekte olan trenle hareket edildi. 6 Aralık 1920’de Ankara’ya geldik. İstanbul’dan gelen hey’eti itirazlarına rağmen alıkoymuştum. Fakat bunu ilân etmeyi yararlı bulmadım. Çünkü, İzzet ve Salih Paşa’larla diğerlerinden millî hükûmet işlerinde yararlanarak haysiyetlerini korumak istedim. Bu maksatla, Ankara’ya gelir gelmez basına verdiğim resmî bildiride, adı geçen kimselerin Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’yle görüşme yapmak bahanesiyle İstanbul’dan çıktıklarını, memleketin iyilik ve selâmeti için daha yararlı ve daha etkili bir şekilde çalışmak üzere bize katıldıklarını ilân ettirdim.
Efendiler, bizim İzzet Paşa hey’etiyle Bilecik – Ankara yolu üzerinde bulunduğumuz 5/6 Aralık 1920 tarihinde Reşit Bey’den, Kütahya’ya vardığını, ertesi günü Tevfik Bey’le görüşeceğini, Ethem Bey’in de oraya geldiğini bildiren fakat daha olumlu bir anlam taşımayan bir telgraf aldım. Dört gün sonra da Reşit Bey’in, geri dönerken Eskişehir’den gönderdiği 9 Aralık tarihli bir telgrafında: “Tevfik ile olan mesele iyi bir sonuca bağlanmıştır” denildikten sonra, “Fakat tanımak ve tanıtmak istediğimiz kimselerin basit ve zamana uygun olarak düşünememelerine veya düşünemediklerine bin bir işaret konmuştur” ibaresi okunmaktaydı. Reşit Bey tarafından, Eskişehir’deki Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya da, meselenin çözüme bağlandığı, haberleşmenin sağlandığı ve Simav Bölgesi Komutanının yerine gönderilebileceği söylenmişti. 9 Aralık 1920’de Ethem Bey’den de aldığım bir şifreli telgrafta, meselenin İsmet Paşa tarafından maksatlı ve zamansız olarak çıkartılmış olduğu anlatılmak isteniyordu. Sözde almakta olduğu bütün tedbirlerden ve yaptığı düzenlemelerden o zaman Başyaverim bulunan Salih Bey’in de aynen haberdar edildikleri belirtiliyordu. Benim kuruntuya düşürüldüğümü delilleri ile haber aldığını yazıyordu. Ondan sonra inandırıcı birtakım sözlerle, Kuva-yı Seyyare’den olup da Maden’den katılmak üzere geri dönen fakat Genelkurmay’ın emriyle Güney Cephesi’ne gönderilen bir müfrezesinin kendi emrine verilmesini ve Kuva-yı Seyyare’nin Fuat Paşa zamanın, da seyyar jandarma teşkilâtı gereğince bütçeye dahil gedildiğini ileri sürerek fazla para koparmak istediği anlaşılıyordu.
Benim üç gün sonra buna verdiğim inandırıcı cevapta: “Son günlerin beklenmedik olaylarının beni kuruntuya değil, kararsızlığa düşürdüğünü itiraf ederim” dedikten sonra: “… genel durumumuzun uyum ve düzenini bozmakta hiç kimseye göz yummamasını” bildirdim.

ETHEM VE KARDEŞLERİ ZAMAN KAZANMAK İÇİN BİZİ YANILTMAYA ÇALIŞIYORLARDI

Gerçekte mesele çözülmemişti. Yapacağım açıklamalardan anlaşılacaktır ki, Ethem Bey ve kardeşleri zaman kazanmak için bizi yanıltmaya çalışıyorlardı. Maksatları mümkün olabildiği kadar yeniden kuvvet toplamak; Düzce’de bulunan Sarı Efe kuvvetleriyle Lefke’de bulunan Gök Bayrak taburunun kendilerine katılmasını ve Demirci Mehmet Efe’nin de kendileriyle birlikte isyan etmesini sağlamak; biryandan da cephe komutanlarını değiştirmek, ordudaki subay ve erlerin kendilerine karşı koymamaları için propagandaya fırsat bulmaktı. Gerçekten de, Simav ve Bölgesi Komutanı, Simav’a gitmek üzere Kütahya’dan geçerken, Ethem ve Tevfik Bey’ler tarafından durdurulup, kendi emirleri altında ve gösterecekleri yerde hizmet ettirilmek üzere Kütahya’da kalması emredilmiştir. Bu emirlerinin onaylanması gereğini de 10 Aralık 1920’de Cephe Komutanlığı’ndan istemişlerdir. Görülüyor ki, her şey yoluna girdi denildiği halde, başlangıçtaki itaatsizlik durumu aynen devam etmekteydi.
Ethem Bey, Konya, Ankara, Haymana dahil her tarafa ellerinde özel şifreler bulunan ve irtibat subayı adını taşıyan birtakım memurlar göndererek yeniden silâh ve hayvan toplamaya başladı. Bunlara verdikleri görev ve hükûmet memurlarına yaptıkları tebligat hakkında bir fikir edinmek üzere, örnek olarak, 7 Aralık 1920’de Ankara’nın kuzeyindeki Kalecik Kaymakamına gönderdiği yazıyı aynen okuyayım:
Kütahya, 7.12.1920 
Kalecik İlçesi Kaymakamlığı Yüksek Katına
Kuva-yı Seyyare müfreze komutanlarından olup aşağıda kimliği yazılı İsmail Ağa, Zâtıâlînizin ilçesi dahilinde Kuva-yı Seyyare’ye bağlı izinli ve izinsiz mücahitlerle yeniden silâh ve hayvan toplayarak bize katılacak olan vatanseverleri alıp getirmek üzere görevlendirilerek Kalecik’e gönderilmiştir. Kendisine vatan için gerekli her türlü yardımın yapılmasını ve kolaylık gösterilmesini rica ederim, efendim.
Umum Kuva-yı Seyyare Kütahya 
Havalisi Komutanı 
Ethem
Batı Cephesi Komutanı’nın, Kuva-yı Seyyare Komutanlığı’ndan eldeki cephane miktarını ve son Gediz savaşında ne kadar topçu cephanesi sarf edildiğini sorması üzerine, Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik imzasıyla 11 Aralık 1920’de bu yazışınızdan bize güvenmediğinizi anlıyorum. Cephane ne yenir ne içilir; ancak düşmana atılır. Böyle bir güven meselesi akla geliyorsa, cephane göndermeyebilirsiniz, şeklinde cevap verilmekte idi.
Efendiler, burada ufak bir noktaya dikkatinizi çekeyim. Görüyorsunuz ki, Ethem Bey, cephede ve kuvvetinin başında olduğu halde, Tevfik Bey yine vekil olarak yazışma ve işlemler yapıyordu. Bir tek kuvvet üzerinde aynı yetkide iki ayrı komutan…
Cephe Komutanı, 13 Aralıkta, sorulan soru ve alınan cevap suretlerini bilgi için bana göndermişti. Hükûmetçe, anahtarı olmayan şifrelerle özel şifreler kullanılması genellikle yasaklanmıştı. Halbuki, Ethem Bey’in özel memurları ve milletvekillerinden bazı arkadaşları, bu yasağa uymadan şifre haberleşmelerine devam etmekte idiler. Pek tabiî bunlara engel olundu. Bunun üzerine, Ethem Bey, İsmet Paşa’ya yaptığı 13-14 Aralık 1920 tarihli bir müracaatında: “Bazı ihtiyaçlar ve benzeri eksikler için Ankara ve Eskişehir Kuva-yı Seyyare irtibat subaylarına çekilen telgrafların durdurulmakta olduğu anlaşılmıştır. Haberleşmelerimizin yasaklanması veya güçlüğe uğratılması şeklindeki işlemlere lütfen son verilmesini rica ederim” diyordu. Halbuki, irtibat subaylarının açık haberleşmeleri yasaklanmamıştı. Yasaklanan, özel şifreli haberleşmeydi. Ethem Bey’in sözünü ettiği Ankara ve Eskişehir’deki subayların hiçbir haberleşmeleri yasaklanmış ve bu subaylar tarafından da Ethem Bey’e şikâyette bulunulmuş değildi. O günlerde, Eskişehir’e çektirilmeyen bir özel şifre vardı. Fakat o, komutan ve milletvekili diye imza atan Ethem Bey’in bir arkadaşının şifresi idi. Onun için İsmet Paşa, Ethem Bey’e verdiği cevapta bunu kendisine haber verenin kim olduğunun bildirilmesini istemişti.

ÇERKEZ ETHEM HÜKÜMETİN KANUNLARINI TANIMIYOR

Efendiler, başlı başına dikkati çeken bir muameleyi de burada belirteyim. Bu tarihlerde Kütahya’da Mutasarrıf Vekili Kadı Ahmet Asım Efendi adında bir zat bulunuyordu. Kütahya’da Mevki Komutanı ünvanıyla Ethem Bey tarafından tayin edilmiş Abdullah Bey adında da biri vardı. Bu komutan, kaçak asker ailelerinden bazılarını sürgün edilmek üzere Kütahya Mutasarrıf Vekili Ahmet Asım Efendi’ye gönderir. Mutasarrıf Vekili, sürgün işlemlerinin son çıkarılan kanun gereğince, İstiklâl Mahkemesi’ne ait olduğunu bildirerek evrakı komutanlığa geri gönderir. Bunun üzerine, Mevki Komutanı, Mutasarrıf Vekili’ni gece vakti makamına getirtmeye kalkar. Mutasarrıf Vekili, gece meşgul olduğundan sabahleyin görüşebileceğini bildirir. Komutanın gönderdiği erler, Mutasarrıf Vekili’nin evinin harem kapısını kırmak suretiyle zorla içeri girerler ve kendisini hakaret edici sözler söyleyerek alıp götürürler. Sorguya çektikten sonra, aynı gece silâhlı bir müfrezeyle on dört saat uzaklıkta bulunan Kuva-yı Seyyare Komutanı’nın huzuruna getirirler. Ondan sonra da Kütahya’dan çıkararak uzaklaştırırlar. Kadı olmak ve Mutasarrıf Vekili bulunmak dolayısıyla, çeşitli Bakanlıkların büyük bir memuru durumunda olan bir kimsenin uğradığı bu saldırı ve karşılaştığı ağır muamele, şüphesiz doğrudan doğruya hükûmete yöneltilmiş bulunuyordu. Bu olay üzerine, Meclis’te, hükûmete gensoru açıldı. İlgili Bakanlıklar, Cephe Komutanlığı’ndan suçluların Harp Divanı’na verilmelerini istediler. Cephe Komutanı’nın, Kuva-yı Seyyare Komutanlığı’nca soruşturma yapılıp sonucunun bildirilmesini isteyen telgrafına, 19 Aralık 1920’de Umum Kuva-yı Seyyare ve Kütahya Havalisi Komutan Vekili Mehmet Tevfik imzasıyla gelen cevapta: “Abdullah Bey her ne yapmışsa tarafımdan verilen kesin emir üzerine yapmıştır ve yapmaya da mecburdu. Bu konunun gerekçesi ilgili Bakanlıklara arz edilmişti… Kendisinin geri dönmesi için kesin emir verildiği zâtıâlîniz tarafından bildiriliyor. Döndüğü takdirde… mutlaka idam edeceğim….” deniliyordu.
Efendiler, milletin vekillerinin emriyle görevine iade edilmek istenen bir memurun idam edileceğinin bildirilmesi, elbette Anayasa ve kanun hükümleriyle bağdaştırılamazdı. 13 Aralık 1920 günü Ethem Bey, Ankara’daki kardeşi Reşit Bey’le, makina başında açık telgraflarla uzun uzadıya görüştü. Bu görüşmelerin özeti şuydu: “Ethem Bey, bu konunun mutlaka Meclis’te görüşülmesini sağlayınız. Sarı Efe denilen Edip’in kendi müfrezesiyle Gök Bayrak taburuna katılması için haber gönderiniz. Meclis vasıtasıyla komutanları çektiriniz. Meclis kararıyla olmadığı takdirde, bir yolunu bulup bunu hemen sağlayınız” diyor; “patlatacağı bombaları da İngilizlerin işiteceğini ve bunun patlamasının da pek yakın olduğunu” söylüyor. Reşit Bey’in verdiği cevaplar arasında da dikkati çeken şu sözler yer alıyordu: “Kuva-yı Seyyare’nin düşmana karşı savunma yapmamasını, bunu tümenlere bırakmasını ve Edip’le bizzat haberleşmesini, buna engel olunduğu takdirde Cephe Komutanı’yla yeniden ilgisini kesmesini” söylüyordu.
Reşit Bey, bu haberleşmelerle ilgili telgrafları olduğu gibi bana gönderdi. Kendisi yanıma gelmedi. Zaten Eskişehir’den Kütahya’ya gidip döndükten sonra yanıma gelmemişti. Kendisini yanıma çağırttım. Ne istediklerini sordum… “Cephe komutanlarını değiştiriniz” dedi. “Yerine koyacak adamlarımız yoktur” dedim. “Beni tayin ediniz, ben daha iyi yaparım” dedi. “Cephe komutanlarını değiştirmek önemli bir meseledir. Genel durumumuzu zayıflatır. Böyle bir teklifi kabul etmek kolay değildir uygun da düşmez” cevabını verdim.
Aynı gün, yani 13 Aralık 1920’de Ethem Bey’e yazdığım bir telgrafta, Reşit Bey’le makina başında yapılan haberleşmeleri okuduğumu söyledikten sonra, bu konunun resmen Meclis’e getirilmesinin ve görüşülmesinin uygun olmadığını, Edip’in yerinden oynatılmasının da doğru bulunmadığını bildirdim. Aynı tarihte, Ethem Bey verdiği cevapta konunun ciddî olduğunu söyleyerek komutanlar aleyhine sözler sarf ediyordu.
Efendiler, Ethem ve kardeşleri cephede bulunan komutanları beğenmiyorlar, onların emirlerine uymuyorlar. Bakanlıkları ve hükûmeti tanımıyorlar. Yalnız sözde bana itaat ediyorlar ve Meclis’i de kendi isteklerine göre harekete geçireceklerini umuyorlar. Bana ve Meclis’e karşı hoş görünerek, büyük bir gayretle hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. Ethem Bey,18/19 Aralık tarihli bir telgrafıyla da, yine Edip’in müfrezesiyle kendisine katılmasının sağlanmasını benden rica ediyordu. İsteğini haklı göstermek için de diyordu ki:
“Anadolu’daki isyan hareketlerinin bastırılması sırasında, durum icabı Biga dolaylarında bıraktığım ve sonradan geçici olarak Düzce’ye gönderilen Birinci Kuva-yı Seyyare’ye bağlı ve büyük bir kısmı İzmir ve dolayları gönüllülerinden oluşan 250 süvari, 200 piyade, bir dağ topçu takımı, iki makineli tüfek, 30 kişilik karargâh süvari erlerinden kurulu Edip Bey müfrezesinden, İzmir sınırına yaklaşmamız dolayısıyla daha çok yararlanılacağı tabiîdir. Bununla birlikte, sürekli müracaat yapılmakta olduğundan ve Edip Bey tarafından, o bölgede güvenliğin tam olarak sağlandığı bildirildiğinden, bu bölgenin uygun görülecek başka bir birliğe teslim edilerek, Edip Bey’in müfrezesinin savaş vasıtalarıyla birlikte Kuva-yı Seyyare’ye katılması hususunun ilgili makamlara emir ve havalesini rica ederiz”.
Efendiler, bu telgrafta ileri sürülen düşüncelere, en tecrübesiz ve en basit muhakemeli birinin bile inanabileceği kabul edilebilir mi? Kütahya’da bulunan bir zat, bana, İzmir sınırına yaklaşmaktan söz ediyor. Düzce ve dolaylarında durumun güvenilir olduğunu benden daha iyi haber alıyor. Edip Bey müfrezesinin kuvvetini ayrıntılı olarak saydıktan sonra, bu müfrezenin savaş vasıtalarıyla birlikte kendisine katılması ricasının bence kabul edilebilir bulunacağını zannediyor.
Bu telgraf üzerine, 19 Aralık 1920’de, Düzce’de bulunan Müfreze Komutanı Edip Bey’e özel olarak bizzat yazdığım telgrafta, Ethem Bey’in isteğinden ve bunun kendisince istendiğinin bildirildiğinden bahsederek, müfrezenin o bölgede kalmasına kesin olarak ihtiyaç bulunduğunu da belirttim.
Edip, 19/20 Aralık 1920’de verdiği cevapta, müfrezenin o bölgede kalmasının zarurî olduğunu bildirdi. Buna, müfrezesinin Kuva-yı Seyyare’deki kimseler gibi aynı ödenekle çalıştırılmamalarının sağlanması istirhamını ekleme fırsatını da kaçırmamıştı.
Efendiler, Ethem ve arkadaşları, Ankara yakınında Haymana’da da ayrıca bir kuvvet toplamaya teşebbüs ettiler. Hırsızlık suçundan Ankara’da tutuklu sonradan serbest bırakılan Van göçmenlerinden Musa Beyzâde Abbas adında, biri, elinde bir belge ve beş on kişiyle birlikte Haymana bölgesinde adam toplamaya başladı. Bu adam 19 Aralıkta yakalanabilmiş ve ankara İstiklâl Mahkemesine verilmişti. Bunu yakalamak ve adamlarını dağıtmak için çabucak özel bir tertibat almak lâzım geliyordu. Bu maksatla, Haymana’ya şimdi milletvekil bulunan Recep Zühtü Bey komutasında özel bir kuvvet gönderilmişti. Recep Zühtü Bey, Abbas’ı üç arkadaşıyla birlikte yakaladıktan sonra, büyük bir saldırıya uğrayacağını pek muhtemel gördüğünden, tutukluları, yolunu değiştirerek Polatlı üzerinden trenle Ankara’ya getirmeye mecbur olmuştu.

DEMİRCİ EFE DE HAREKETE GEÇİYOR

Efendiler, Demirci Efe, Ethem Bey’le haberleştikten sonra özel bir tavır takındı. Bu sezilir sezilmez, Güney Cephesi’nde bulunan Rafet Bey süvarileri, derhal üzerine gönderildi. 15/16 Aralık 1920’de Dinar yakınındaki İğdecik köyünde, bir gece baskınıyla Efe’nin kuvvetleri dağıtılmış… Kendisi beş on kişiyle kaçmış. Efe, çok sonra bize sığınarak affedilmiştir.
Efendiler, Reşit Bey, 20/21 Aralık gecesi evinde dört kişiye, ordu birlikleriyle Kuva-yı Seyyare arasında bir çatışma çıktığı takdirde, subaylarımızla erlerimizi yanıltma görevi veriyordu. Bu dört kişi şunlardı: Yeni Dünya gazetesinden Hayri, Arif Oruç’un kız kardeşinin oğlu Nizamettin, Müşir (Mareşal) Fuat Paşa’nın oğlu Hidayet ve arkadaşı Şükrü Bey’ler… Bunlar 21 Aralıkta trenle Eskişehir’e hareket ettiler. Yanlarında Ethem Bey’in kâtibi olan birisi de vardı. Bunların içinden biri, trenin hareketinden önce, gizlice istasyondaki kaldığım binaya gelip, bana durumu bildirdi. Bu zat, propagandayı tertip ve yönetmekle görevliymiş. Başkanları Hidayet Bey’miş. Para harcama yetkisi de ondaymış. Durumu ihbar eden, yalnız olarak Kütahya’ya gidecek, Ethem Bey’den talimat aldıktan sonra Eskişehir’e dönecekti. Diğerleri Eskişehir’de bekleyeceklerdi.
Ben bu zata: “Biz Ethem Bey ve kardeşlerine karşı sevgi duyuyoruz. Onlar boş yere telâşa düşüyorlar. Bu teşebbüslerinden üzüntü duydum. Fakat Ethem Bey’in orduda bozgunculuk çıkarmak için vereceği talimatı bilmek isterim” dedim ve arkadaşlarıyla birlikte kendilerini hareketlerinde serbest bıraktım.
Eskişehir’de İsmet Paşa’ya, Afyon Karahisar’da Fahrettin Paşa’ya bilgi verdim ve bu adamların takip edilmeleri gereğini bildirdim.
İhbarcı, ihbarlarının doğru olduğunu sonradan davranışlarıyla ispat etmiştir.
Efendiler, Kâzım Paşa , Reşit Bey’le beraber Kütahya’da Ethem ve Tevfik Bey’lerle konuşma ve görüşmelerde bulunduğu zaman, Ethem Bey’in sözlerinden, bana önemli olan noktaları şöyle özetlemişti:
1 – Ankara’daki hükûmet gayeyi gerçekleştirecek durumda ve güçte değildir. Bu hükûmete karşı uyuşuk davranmamız doğru olmaz.
2 – Silâhla karşı koymamızın mahiyetini kötüye yoracaklardır. Fakat sonunda başarırsam herkes bana hak verecektir.
3 – Refet Bey’le aramızda bir izzetinefis meselesi geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Refet Bey’in haysiyetine değer vererek bizimkini kırıyor. Herhalde Refet Bey’i önüme katarak Ankara’ya kadar kovalamak isterim. Ölürsem de bu takipte öleyim.
4 – Biz çoktan bu işi yapardık. Fakat Reşit’in Ankara’da Meclis’teki durumu bizi aldatmıştır. Meclis’in ne önemi ve ne hükmü vardır?

REŞİT ORDUYU YANILTMAYA ÇALIŞIYOR

Kazım Paşa, bu görüşleri dinledikten sonra, Türkiye’nin Batı Cephesi’nden başka doğuda, güneyde, merkezde de orduları vardır.
Bu orduların başında ve içinde çok değerli ve pek kudretli komutanlar ve subaylar vardır, “bütün bunlarla birlikte bir millet vardır” diyerek kendilerini yatıştırmaya ve ölçülü bir duruma getirmeye çalışmıştır.
Efendiler, Reşit Bey , Meclis’te ateşli telkin ve teşebbüslerde bulunuyordu. Bir gün Meclis’te kırk elli kadar milletvekili toplanmış. Bunların cephedeki durumla ilgili bazı şüpheleri varmış. Bakanlar Kurulu’nu davet ederek bunu anlamak istiyorlarmış. Bolu milletvekili bulunan rahmetli Yusuf İzzet Paşa , bu durumu ve toplanan milletvekillerinin isteğini bana bir mektupla bildirdi. “Ben toplantı hâlindeki Bakanlar Kurulu ile beraberdim. Hükûmet üyeleri, bu şekilde toplanan milletvekillerinin herhangi bir konuda soru sormak için hükûmeti davet etmesi usule uygun değildir, kabul edemeyiz” dediler. Ben bu kararı, yine Yusuf İzzet Paşa vasıtasıyla bildirmekle birlikte, şahsî görüşüm olarak şunları da ekledim: “Siz milletvekilisiniz, ben de başkanınızım. Herhangi bir konuda benimle görüşmek isterseniz, memnuniyetle kabul ederim”. Benim cevabımı, Yusuf İzzet Paşa, toplantı halinde bulunanlara bildirdiği vakit, Reşit Bey ayağa kalkarak:
“Efendiler! bu cevap göğsünüzü kapayın! demektir. Yüksek malumunuzdur ki, askerlerin göğüslerinin kapalı bulunması disiplin gereğidir”.
Reşit Bey’in, “Başkan bizi askerî disiplin altına almak istiyor” demek istediği anlaşılıyor.
Söz konusu toplantıyı düzenleyenler hiç şüphe yok ki, Reşit Bey ile bazı arkadaşlarıydı.
Reşit Bey, sözü Ankara’da bulunan İzzet Paşa hey’eti ile yaptığı temas ve görüşmelere de getirerek, “Paşalar İzmir’i, İstanbul’u kurtararak barış yapılabileceğini söylemek üzere geldikleri halde, tutuklanmışlardır.” şeklinde bir hava da yaratmıştı.
22 Aralık 1920 günü, Reşit Bey’ e bakan ve milletvekillerinden on beş kadar arkadaşı hükûmetteki odama davet ettim. Bu arkadaşlar arasında Celâl Bey, Kâzım Paşa, Eyüp Sabri Bey, Adnan Bey, Vehbi Bey, Hasan Fehmi Bey, İhsan Bey, Kılıç Ali Bey, Yusuf İzzet ve Emir Paşa’lar vardı. Fevzi Paşa Hazretleri de hazır bulundu. Bu hey’ete, bu konunun bütün gelişme safhalarını, gerekli belgeleri de göstermek suretiyle, açık bir şekilde anlattım. Reşit Bey, söylediklerimin hiçbirini inkâr etmedi. Düşman saldırılarına karşı tek kuvvetin Ethem Bey’in kuvveti olduğunu ve bizim kurduğumuz tümenlerin çil yavrusu gibi dağılacaklarını söyleyerek, mutlaka Ethem Bey kuvvetinin artırılmasına ve takviyesine ihtiyaç olduğunu bildirdi. Cevap olarak dedim ki: “Ethem Bey’in kendi komutası altında kullanabileceği kuvvetin sayısı en çok bin iki yüz, iki bin kişiden ibaret olabilir. Bu sayı artırılacak olursa, disiplinsizlik dolayısıyle dağılıp felâkete yol açar. Her halde, memleketin mukadderatının şahsa bağlı kuvvetlere değil, ancak Büyük Millet Meclisi’nin kanunlarına bağlı düzenli birliklere emanet edilmesi gerekir. Kuva-yı Seyyare, belirli bir kadro halinde, verilen emirlere tamamen uymak ve boyun eğmek şartıyla yararlı olabilir.”
Reşit Bey, açıklanan gerçekleri kabullenmiş gibi görünen bir tavır takındı. Bunun üzerine son bir teşebbüs olmak üzere, Reşit Bey’in bazı arkadaşlarla birlikte kardeşlerinin yanına giderek nasihatlerde bulunması kabul edildi.
Bundan sonra nasihat vermek için gidecek olan hey’ete, meselenin çözüme bağlanabilmesi için şimdiye kadar yaptığım teşebbüslere de son vereceğimi bildirdim. Hey’et, Kuva-yı Seyyare’ye, Hükûmet’in son ve kesin istekleri olmak üzere şu hususları bildirecekti:
1 – Kuva-yı Seyyare, diğer birlikler gibi emir ve komutaya tam olarak uyacak ve kanun dışı her türlü taşkınlıklardan kaçınacaktır.
2 – Kuva-yı Seyyare, kuvvetini artırmak için kendiliğinden hiçbir yerde, hiçbir şekilde adam toplamayacak ve bu maksatla gönderdiği adamların faaliyetine derhal son verecektir. Asker ihtiyacı, öteki birliklerde olduğu gibi, yapılacak müracaat üzerine Cephe Komutanlığı’na sağlanacaktır.
3 – Kuva-yı Seyyare, kaçaklarını yakalatmak için doğrudan doğruya adamlar görevlendirip göndermeyecek; kaçaklar, diğer birliklerinki gibi Cephe Komutanlığı’nca takip ettirilecek ve yakalattırılacaktır.
4 – Kuva-yı Seyyare mensuplarının ailelerine bakmak üzere bazı yerlerde bulundurduğu irtibat subaylarının kim oldukları hükûmetçe bilinecek ve bu irtibat subaylarının ellerinde bulunan şifrenin bir sureti de bize

ÇERKEZ ETHEM’E BİR NASİHAT HEYETİ GONDERİLİYOR

Bu şartlar yerine getirildiği takdirde, Kuva-yı Seyyare, şimdiye kadar olduğu gibi belirli bir kadro dahilinde yine görevine devam edecektir. Reşit Bey’le beraber Celâl, Kılıç Ali, Eyüp Sabri ve Tehbi Bey’ler, 23 Aralık öğle vakti Ankara’dan hareket ettiler ve 24 Aralıkta öğleden sonra saat 16:45’te Kütahya’ya vardılar.
Efendiler, Ethem ve Tevfik Bey’lerin Cephe Komutanı’nın bilgi ve onayı olmaksızın, bölgelerinde bulunan ordu birliklerini cepheye dağıtarak, Kuva-yı Seyyare’nin ağırlıksız erlerini Gediz’de ve Pehlivan Ağa müfrezesini Kütahya’da toplamış olduğunu haber aldım. Bunun üzerine 25/26 Aralık 1920’de, Kütahya’da bulunan Celâl Bey ve arkadaşlarına yazdığım açık bir telgrafta: “Bu hareket tarzının taşıdığı maksat ve anlamın ne olduğunu kesinlikle bilmek isterim. Bu konudaki görüşünüzün bildirilmesini makine başında bekliyorum” dedim. Bu telgrafın bir suretini İsmet, Refet ve Fahrettin Paşa’lara, şifre ile bildirerek dikkatlerini çektim. Hey’et, ortak imza ile şu kısa cevabı verdi:
“Müsterih olunuz, kötüye yorumlanacak herhangi bir davranış yoktur. Tevfik Bey yarın gelecek, hep birlikte görüşeceğiz. Sonucu etraflı olarak arz ederiz.” Ben bu cevaptan, giden arkadaşların ya durumdan haberdar edilmeyerek aldatılmakta olduklarına veyahut da tutuklanıp istenildiği gibi yazı yazmaya mecbur edildiklerine hükmettim. Onun için, gerçek durumu anlamamış ve kısa telgraflarıyla verdikleri teminata inanmış görünmek istedim. Bu sebeple, cevap olarak: “Tevfik Bey ile de görüşmelerinden sonra, memleket ve milletin yüksek çıkarlarını sağlayacak esaslar üzerinde anlaşacaklarına şüphem olmadığını, bana gelen haberleri dedikodu sayarak, Hükûmet’çe hiçbir tedbir alınmasına gerek bulunmadığı yolundaki inancımı Hükûmet üyelerine anlatmayı başaracağımı, ancak aramızdaki samimiyeti zedeleyen durumun bir an önce ortadan kalkmış bulunduğu haberini beklediğimi, beni gönül kırıklığına uğratmamalarını” yazdım. Hey’etin, 26/27 Aralık 1920’de, ortak imza ile çektikleri etraflı ve açık telgraflarındaki önemli noktalar şunlardı:
1 – Güvenlik tedbirleri alındığına şüphe yoktur. Bu tedbirlerin hepsi kendilerini savunmak içindir. Kendilerine karşı çıkarılan ve yığılan kuvvetler ve yeni kurulan karakollar eski yerlerine çekildiği takdirde, bu tedbirlerden de vazgeçeceklerdir.
2 – Düşmanca hareketle karşılaşmadıkça, memleketin gelecekteki selâmeti için ve zâtıdevletlerinin şahsına karşı besledikleri içten bağlılık dolayısıyla her türlü fülî hareketten kaçınacaklarına en büyük yeminlerle söz vermişlerdir,
3 – Kuva-yı Seyyare’nin Konya ve Alaca’da bulunan askerleriyle, Teğmen Sadrettin Efendi komutasında Konya’dan gelmekte iken Fahrettin Paşa tarafından tutuklanan seksen neferin ve Kuva-yı Seyyare müfreze komutanlarından Kürt İsmail Ağa ile, Kalecik’teki akrabasından cihada katılmak üzere askerlik yaşı dışındaki kimselerden toplananların Kuva-yı Seyyare’ye katılmalarına engel oluşmaması,
4 – Kuva-yı Seyyare’ye para verilmesi için Kütahya Mutasarrıflığı’na emir verilmesi,
5 – Karşılıklı güven ve itimadın gerçekten kurulması ve devam ettirilmesi için Fahrettin ve Refet Bey’lerin cepheden uzaklaştırılmaları.
Bu noktalardan çıkan anlam nedir Efendiler? Oraya giden arkadaşlarımızın hepsinin birden bu anlamı idrak edemiyeceklerine ihtimal verilebilir miydi? O halde, biraz önce işaret ettiğim gibi, Kütahya’ya giden hey’et, gerçekten tutuklanmıştı. Bu yazılan şeyler kendilerine dikte ettiriliyordu. Bunun böyle olacağını hey’et gitmeden önce biliyordum. Bu yüzdendir ki, Reşit Bey, Kâzım Paşa’yı birlikte götürmek için ısrar ettiği halde, görüşmeler sırasında tesadüfen solumda oturan Kâzım Paşa’ya gitmemesi gerektiğini sezdirmiştim.
Çünkü Kâzım Paşa’yı geçici olarak değil, sonuna kadar tutuklayarak, imzasını kullanmaktan fazlasıyla yararlanabilirlerdi.
Aynı gece kendilerine şu cevabı verdim: “Telgrafınızı yarın Bakanlar Kurulu’na sunacağım.” Aynı zamanda 26/27 Aralık gecesi, Eskişehir’de Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey Efendi’ye de şu şifreli telgrafı yazdım:
Kütahya’ya giden hey’etin ayrıntılı telgrafını aşağıda olduğu gibi veriyorum. Bunun ana noktaları özetleyerek, makina başında, Refet ve Fahrettin Bey’lere bildirmenizi rica ederim. Hey’ete makina başında verdiğim cevap da “Telgrafınızı yarın Bakanlar Kurulu’na sunacağım” dan ibarettir. Yarın, Bakanlar Kurulu kararıyla, hey’ete, görevlerinin son bulduğunu ve hemen Ankara’ya dönmelerini bildireceğim. Ondan sonra, konuyu bütün ayrıntılarıyla Meclis’te açıklamak düşüncesindeyim.
Kuva-yı Seyyare’ye karşı, İsmet ve Refet Bey kuvvetlerinin, bulundukları yerlerde toplu ve uyanık olmalarını ve alınmış bulunan genel tedbirlere daha çok önem verilmesini ve dikkat edilmesini rica ederim. Fülî harekete herhalde onlar başlamadan, şimdilik başlanmaması taraftarıyım.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı 
Mustafa Kemal
Efendiler, ertesi günü Batı ve Güney Cephesi’ne şu telgraf verildi:
21.12.1920 
Şifre
Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı Birinci Şube Müdürlüğüne,
Güney Cephesi Kurmay Başkanlığı Birinci Şube Müdürlüğüne,
Refet ve İsmet Beyefendi’lere özel:
Kütahya’ya giden hey’etin gönderdiği ayrıntılı telgraf, Bakanlar Kurulu’nda incelenerek aşağıdaki kararlar alındı. Bu kararlar, bu akşam açık telgrafla Büyük Millet Meclisi Yüce Başkanlığı’ndan doğruca Kütahya’ya bildirilecek ve hey’etin görevine son verilecektir. Buna göre gereken tedbirlerin alınması ve görüşlerinizin bildirilmesi rica olunur (Genelkurmay Başkan Vekili Fevzi).
Harekât Şubesi Müdürû 
Salih 
21.12.1920
Kararname
Vatanın selâmet ve kurtuluşu için ordularda görüş birliğinin ve mutlakitaatin şart ve gerekli olduğunu her şeyden önemli sayan Bakanlar Kurulu, Büyük Millet Meclisi üyelerinden Celâl, Reşit, Eyüp Sabri, Vehbive Kılıç Ali Bey’lerin Kütahya’dan gönderdikleri 26/27 Aralık 1920 tarihli telgraflarını ve bu konu ile ilgili olarak ortaya çıkan durum ve olayları görüşüp inceledikten sonra, aşağıdaki kararları almıştır:
1 – Birinci Kuva-yi Seyyare, bütün öteki ordu birlikleri gibi, kayıtsız şartsız Büyük Millet Meclisi’nin kanunlarına, Hükûmet’in koyduğu düzen ve emirlere ayak uydurmakla yükümlü ve askerî disipline bağlıdır.
2 – Birinci Kuva-yi Seyyare Komutanlığı’nın askerî görev ve konularla ilgili bütün teklif ve görüşleri, ancak emri altında bulunduğu komutanlığa ve bu komutanlık vasıtasıyla ilgili makamlara bildirilir.
3 – Yukarıdaki kararları Genelkurmay Başkanlığı uygular.
Mustafa Kemal
Şer’iye Vekili Fehmi
Millî Savunma Bakanı Fevzi 
Dışişleri Bakanı Ahmet Muhtar
İçişleri Bakam Doktor Adnan 
Genelkurmay Başkanı Fevzi
Maliye Bakanı Vekili Ferit 
(Şer’iye Vekili: Din işlerinden, vakıflar ve şer’i mahkemelerden sorumlu bakan)
Kütahya’da bulunan Büyük Millet Meclisi üyelerinden Celâl, Reşit, Eyup Sabri, Vehbi ve Kılıç Ali Bey’lerin, 26/27Aralık 1920 tarihli, etraflı telgraflarına, 27 Aralıkta cevap verdim Bunda, Bakanlar Kurulu kararını olduğu gibi bildirdim ve dedim ki: “Buna göre sizlerden istediğim özel görev son bulmuş olduğundan geri dönmeniz rica olunur.”
28 Aralık 1920’de hey’etten aldığım telgraf aynen şöyle idi:
Kütahya, 28.12.1920 
Ankara’da Büyük Millet Meclisi Yüce Başkanlığı’na
Bakanlar Kurulu kararını bildiren telgraf emrinizi akşam aldık. Aslında her birimiz memleket ve milletin selâmeti için, büyük bir samimiyetle emrinize uyarak buraya geldik. Eskişehir’in ve buranın durum ve tutumunu gördük. Anlaşmazlık konusu olan meseleyi tam bir tarafsızlık ve doğrulukla inceledik ve araştırdık. Görüşmelerin nasıl geçtiğini ve safhalarını olduğu gibi bilginize sunduk ve samimî inançlarımıza dayanarak meselenin çözüm şeklini anladığımız gibi yazdık. Sunduğumuz hususlara karşılık, Bakanlar Kurulu’nun bize bildirilen kararının neyi ifade ettiğini anlayamadık. Aksine, vatanın selâmet ve mutluluğunu göz önünde bulunduran maruzatımızın iyi karşılanmadığını gördük. Bu konunun daha fazla sürüncemede bırakılmaya tahammülü olmadığına itimat buyurmalarını istirham ederiz.
Celâl Reşit Eyüp Sabri Vehbi Kılıç Ali
Bu telgrafa şu cevabı verdim:
Şifre-makine başında 
Ankara, 28.12.1920
Kütahya’da Büyük Millet Meclisi üyelerinden Celâl, Reşit , Eyüp Sabri, Vehbi ve Kılıç Ali Bey’lere,
İlgi: 28.12.1920 tarihli şifre: Memleket ve milletin selâmeti için bana karşı gösterdiğiniz samimiyete cidden müteşekkirim, Söz konusu durum hakkında sizlerin buradan ayrılmasından önce, bütün belgeleri göstermek suretiyle yaptığım açıklamalar sonunda, konuyu resmen hükûmete intikal ettirirken, sizlerin yerinde olan hareket tarzını, oradaki arkadaşlara açıklamak ve anlatmak üzere, yolculuk zahmetine katlanmanızı rica etmiştim. Konunun çözüm noktası olarak telgrafınızda işaret buyurduğunuz nokta zaten burada da söz konusu olmuştu. Hükûmetin alacağı genel tedbir ve tertibatın herhangi bir tarafın isteğine göre olamayacağını bildirmiştim. Bakanlar Kurulu kararı, aslında uyulması gereken tabiî ve bilinen hususları resmî ve kesin olarak bir defa daha ifade eder. Yüksek görüşleriniz hiçbir şekilde kötüye yorulmuş değildir. Ancak, burada da arz ettiğim üzere, benim bir buçuk aydan beri süregelen şahsî ve özel gayret ve teşebbüslerimle ve büyük bir samimiyetle yaptığım çalışmaların, ne yazık ki, takdir edilmemiş olduğunu görüyorum. Şüphesiz bu konunun çözüm ve takibini sorumlu ve ilgili makamlara bırakmış bulunuyorum.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı 
Mustafa Kemal
Efendiler, Kütahya’daki hey’etin, durumu Meclis’e açıklayarak kendilerine daha yararlı olabileceklerine Ethem ve kardeşlerini inandırmak suretiyle ellerinden kurtulabildikleri anlaşılmıştır. Pek tabiî Reşit Bey orada kalmıştır.

ASİ ETHEM VE KARDEŞLERİNE KARŞI FİİLİ HAREKATA GEÇİLMESİNİ EMRETTİM

Efendiler, Kütahya’ya, Bakanlar Kurulu kararı ve hey’etin geri dönmesi gereğini bildirdikten sonra cephe komutanlarına da âsî Ethem ve kardeşlerine karşı fülî harekâta geçmelerini emrettim.
Efendiler, askerî harekâtı çapulculuktan, devlet kurup yönetmeyi, şunun bunun mâsum çocuklarını kurtulmalık dilenmek için dağlara kaldırmak haydutluğundan ibaret zanneden, şarlatanlıklarıyla, yaygaralarıyla bütün bir Türk vatanını bezdiren ve Türk milletinin Büyük Meclisi’ni kendileriyle uğraştıran utanmaz, haddini bilmez, küstah ve herhangi bir düşmanın boğazı tokluğuna casusluğunu, uşaklığını yapacak kadar aşağılık ve bayağı yaratılışta olan bu kardeşleri, ellerindeki bütün kuvvetler ve dayandıkları düşmanlarla birlikte yola getirmek ve ortadan kaldırmak suretiyle, inkılâp tarihimizde, etkili bir ibret örneği vermek zarurî görüldü. Onun için şöyle bir hazırlık yapmıştık:
Bursa’da bulunan Yunan kuvvetlerine karşı bir piyade tümeni bırakılarak, iki piyade tümeni ile bir süvari tugayına Eskişehir’in güneybatısında ve Kütahya doğrultusunda yığınak yaptırılmıştı. Uşak’ta bulunan Yunan kuvvetlerine karşı da, cephede yalnız bir tabur bırakılarak, iki piyade tümeni ile yedi süvari alayına, Dumlupınar yakınlarında ve yine Kütahya doğrultusunda yığınak yaptırılmıştı.
Kuvvetlerimiz, hareket emrini alır almaz, derhal Kütahya’da bulunan âsî Ethem kuvvetleri üzerine yürüyüşe geçtiler. 29 Aralık 1920günü Kütahya’yı işgal ettiler. Üç gün sonra da Batı ve Güney Cepheleri’nden hareket eden bütün kuvvetlerimiz, Kütahya’nın 30 – 40 kilometre ilerisinde ve Gediz yönünde bir hatta birleştiler. Âsî Ethem, kuvvetlerini hiçbir yerde durdurmaya ve direnişe geçirmeye cesaret edemeden Gediz üzerine çekilmişti.
Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şuurlu ordusu, kendisini, Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti’ni küçük görecek kadar beyinsizlik ve budalaca gurur gösteren bu âsîlere hak ettikleri yola getirme sillesini vurmak için, önüne geçilmez bir hiddet ve şiddetle hareket ediyordu. Nefes almaksızın kaçan âsî Ethem, İstanbul’da Sadrazamlık Yüksek Katınap diye şu telgrafı veriyordu:
Ankara’da tutuklanan sayın arkadaşlarınızın İstanbul’a geri gönderilmeleri için, Ankara Meclis Başkanlığı’na çektiğim protesto yazısı aşağıda bilgilerinize sunulmuştur, Şimdi, Millet Meclisi’nin kararıyla saldırıya uğramış bulunuyorum. Kuvvettim savunmaya hattâ karşı saldırıya, bile yeterli olmakla birlikte, karşımda ve yanlarımda Yunanlılar bulunduğundan, tutulacak yol konusunda Yunan komutanlığı ile anlaşmaya varılmış ise de, zâtıdevletlerinin onayını almayı da her bakımdan lüzumlu buldum. Gereğinin yapılması, haberleşmelerin ve Zâtıdevletlerinin emirlerinin alınmasının sağlanması için, Gediz telgraf hattının onarımı ve düzeltilmesi, yüksek emirlerinize arz olunur.
Umum Kuva-yı Seyyare ve Kütahya Bölgesi 
Eski Komutanı ve Şimdiki Umum Kuva-yı 
Millîye Komutanı Ethem 
Efendiler, bu telgrafta sözü geçen ve protesto yazısı denilen saçma sapan bir telgraf, gerçekten de Meclis Başkanlığı’na çekilmiş ve gizli bir oturumda Meclis’e okunmuştu. Bu telgrafta kullanılan kelime ve deyimler o kadar kaba ve edepsizcedir ki, bir defa okunduktan sonra bir kere daha okunmasına ve dinlenmesine tahammül edilememişti. Bu kadar bayağı, saçma sapan bir yazıyı huzurunuzda da arz etmeyi gerekli bulmuyorum. Bu abuk sabuk yazı ile milletvekillerinin şahıslarına hakaret edilerek, Millî Meclis’in meşruluğuna saldırılarak, İzzet Paşa hey’etinin İstanbul’a dönmekte serbest bırakılması isteniyordu.
Efendiler, kuvvetlerimiz Kütahya’ya girerken, ben de Meclis’te bazı milletvekilleri tarafından sorguya çekilmiş bulunuyordum. Asî Ethem’in üzerine yürümemize, ona saldırmamıza ve onu takip etmemize karşı çıkılıyordu. Fuat Paşa, Ethem ve kardeşini çekip çevirebildiği için değiştirilmemesi yerinde olurmuş. Bütün anlaşmazlıkların sebebi, yeni tayin ettiğim komutanların tecrübesizlikleri ve durumun gereğine uygun tutum ve davranışlarda bulunmamaları imiş… Orduda ciddiyet ve disiplin aramanın zamanı mı imiş; ya Allah korusun Ethem Bey orduyu dağıtırsa ne yapacakmışım? Bu kadar önemli bir olaya kim ve nasıl karar vermiş? Böyle bir karar Meclis’e haber vermeden nasıl alınırmış? gibi birçok soru ve eleştirilerden sonra, “herhalde Ethem Bey ve kardeşleri vurulmamalıdır” istekleri ileri sürüldü. 29 Aralık gününün bütün oturumlarını ve 30 Aralık gününün birkaç gizli oturumunu açıklamalar yapmakla geçirdim. Oturumun bütün safhalarını belgeleriyle, delilleriyle ve gerçekleriyle açıklamaya çalıştım. Bütün bu açıklamalarıma rağmen tartışma bir türlü son bulmuyordu. Her şey bir yana, yalnız Meclis’in meşruluğuna saldırma maksadı güden telgraf, sahiplerini Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na çarptırmaya yeterliyken, hu âsîlerin aylardan beri devam ede gelen isyancı tutumları ve millî hükûmeti yıkmak ve kendi akıllarınca başka türlü bir hükûmet kurmak düşüncelerini uygulamaya yeltenmeleri dikkate alınmak istenmiyordu. Aksine, bunların ortadan kaldırılmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulmalarına çalışılmak isteniyor gibiydi. Bunun sebebini kısaca açıklayayım Efendiler, milletvekillerinden bazıları, durumun şahsî ve hissî kırgınlıklardan doğduğuna inanmışlardı. Gerçekten de bu yolda sonsuz propaganda yapılmış ve kamuoyu yanıltılmak istenmişti. Bir de kuvvetli ve aşın telkinler altında, Ethem kuvvetlerinin çok ve yenilmesi güç olduğu sanılarak, bunların ordu ile çatışması halinde, ordunun çil yavrusu gibi dağılacağını, o zaman da durumun gerçekten feci olabileceğini düşünüyorlar ve böyle silâhlı bir çatışmaya en-gel olmayı uygun buluyorlardı.
Efendiler, bu düşünceleri isabetli görüp ona göre hareket etmenin sonucu, emir erliğinden gelen ve aslında daha yüksek bir düşünce kabiliyetine sahip bulunmayan Ethem’in koskoca Türk vatanında diktatörlüğünü kabul ve tasdik etmek olacağını anlamamak mümkün müydü?
Meclis’in heyecan ve kararsızlığını giderecek inandırıcı bir konuşma yaparak, gizli oturumlardaki görüşmeleri, çarpışmanın fülî sonuçlarını beklemek üzere kapattık.

ETHEM VE KARDEŞLERİ KUVVETLERİYLE BİRLİKTE DÜŞMAN SAFLARINDA MÜSTAHAK OLDUKLARI YERİ ALDILAR

Efendiler, Ethem kuvvetlerinin peşine düşen birliklerimiz, 5 Ocak 1921 günü Gediz’i işgal ederek, o civarda toplandılar. Ethem ve kardeşleri de, kuvvetleri ile birlikte düşman saflarında müstahak oldukları yeri aldılar. Artık Ethem olayı diye bir şey kalmamıştı. Ordumuzun içinde bulunan düşman kovularak kendi cephesine gönderilmişti. Bundan sonra, karşımızda yalnız bir tek düşman cephesini ve bu cephe ile ilgili olayları göreceğiz. Gerçekten de bir gün sonra 6 Ocak 1921’de Yunan ordusunun tamamı bütün cephe üzerinde her noktadan taarruza geçti.
Efendiler, o günkü askerî durumu basit bir şekilde açıklamak için şöyle diyeceğim:

BİRİNCİ İNÖNÜ ZAFERİ

İznik’ten, Gediz üzerinden Uşak’a kadar bir hat çekildiğini düşününüz, bu hattın, Gediz’in kuzeyinde kalan parçası iki yüz kilometredir. Gediz’den Uşak’a olan parçası da otuz kilometre kadardır. Düşman, üç tümenle bu hattın kuzey ucundan Eskişehir üzerine yürüdü. Bizim Gediz’de bulunan önemli kuvvetlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman tümenlerini karşılamaya mecburdu. Karşıladı ve yendi. İnkılâbımızın tarihine, Birinci İnönü Zaferi’ni kaydetti.
Güney Cephesi’ne ait olan kuvvetler, eski yerlerine Dumlupınar’a iade edildiler. Kütahya’da yalnız 61’inci Tümen, iki alay kadar kuvvetiyle İzzettin Bey (Ordu Müfettişi İzzettin Paşa’dır) komutasında bırakılmıştı.
Efendiler, 8 Ocak 1921 Cumartesi günü, Meclis’in açık oturumunda durumu anlatıyordum. Artık herkes gerçeği görmüş ve anlamıştı. Ethem ve kardeşlerinin lehinde ve yumuşak hareket edilmesi görüşünde olanlar, bu defa aleyhlerinde ve pek coşkun idiler. Ben konuşurken “Ethem, Tevfik ve Reşit Bey’lerin” diyerek konuşmama itiraz edildi. Yükselen bir ses: “Paşa Hazretleri, artık “Bey” demeyiniz, “Hâin” deyiniz.” uyarısında bulundu. “Ethem ve Tevfik hainleri diyeceğim fakat daha Büyük Millet Meclisi üyesi sıfatını taşıyan Reşit Bey içinde aynı sözü kullanmak mecburiyetindeyim. Yüce hey’etinize olan saygım dolayısıyla bunu söyleyemem. Önce, Reşit Bey’in Büyük Millet Meclisi üyeliğinin kaldırılmasına oy vermenizi rica ederim.” dedim.

DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ YAPAN MANİSA MİLLETVEKİLİ REŞİT BEY’İN MİLLETVEKİLLİĞİNİN KALDIRILMASI KARARI

Başkan, “Millet ve memleketin yüksek çıkarları aleyhine silâh kullanarak düşmanlarla işbirliği yapan Manisa milletvekili Reşit Bey’in milletvekilliğinin kaldırılmasını kabul buyuranlar el kaldırsın” dedi. Eller kalktı, kabul olundu.

ETHEM VE KARDEŞLARİ CANLARINI REFET PAŞA’YA BORÇLUDURLAR

Yunan ordusunun giriştiği bu taarruzda, Ethem ve kardeşleri de kendilerine düşen görevi yerine getirmekten geri durmadılar. Tekrar Kütahya’ya yönelerek, orada bulunan zayıf tümenimize saldırmaya başladılar. İzzettin Paşa’nın sağlam karakteri, vukuflu komutası ve emrindeki Türk subay ve erlerinin yüksek kahramanlıkları Ethem ve kardeşleriyle saldıran hain kuvvetleri yenerek geri çekilmeye mecbur etti. Eğer kendi şahısları da dahil olmak üzere toptan yok edilmekten kurtulabilmişler ise, bunu da hiç sevmedikleri Refet Paşa’ya borçlu olduklarını söylemeliyim. Bu noktayı açıklayıvereyim:
Refet Paşa, iki süvari tümeniyle, Dumlupınar’ın on kilometre kadar doğusunda Küçükköy’de bulunuyordu. Kütahya’da bulunan 61’inciTümen’e, batıdan taarruz eden Ethem kuvvetlerini derhal yenmek ve yok etmek üzere hareketi emrolundu. Refet Paşa, kendi süvarileriyle Ethem kuvvetlerinin yan ve arkasına gidecekti. Bulunduğu yerden kuzeye, Kütahya’ya bakılacak olursa, bu görevin tabiî bir yürüyüşle ve pek etkili bir şekilde yapılabileceği meydandaydı. Halbuki Refet Paşa, gereken yere gitmemiş. Bunun aksi tarafına, Kütahya’nın batısına değil doğusuna Alayunt’a gitmiş. Süvari kuvvetleri,12 Ocak 1921 günü öğleye doğru Alayunt bölgesine ulaştı.
Refet Paşa, İzzettin Paşa ile görüşmek üzere Kütahya’ya gitti. İzzettin Paşa, süvari tümenlerinin Kütahya güneyinden, Yellice dağı batısından, tamamen süvariden ibaret olan Ethem kuvvetlerinin gerilerine gönderilmesini teklif etmiş.
Refet Paşa, iki tarafın savaş durumu hakkında tam bir bilgisi olmadığını ileri sürerek, böyle bir harekete yanaşmamış… Refet Paşa, İzzettin Paşa kuvvetleri, doğuya, Porsuk suyu gerisine çekilme durumu ile karşılaşırsa, süvarileriyle Kütahya ovasından âsîlerin yan ve gerilerine taarruzu düşünüyormuş. Atlı âsîlarin hayvanlarından inip piyade tümenimiz karşısında yaya olarak savaştığı en zayıf durumunda bile üzerine yürümekte kararsızlığa düşen komutanın, piyade tümenimiz yenilmiş olarak geri çekilirken atları üzerinde bulunacak, manevî güçleri yükselmiş âsîlerin, hangi yanına ve nasıl taarruz etmeyi düşündüğü, gerçekten her asker için üzerinde durup düşünülecek bir meseledir. Böyle şey olamaz! Bu düşman süvarisi, geri çekilmeye mecbur ettiği piyadeyi bırakıp Refet Paşa süvarileri üzerine atılmayacak mıydı?
Efendiler, savaş alanına, top ve tüfek sesine gelen kuvvetin, bir tek tüfek atmadan, savaşmakta olan kendinden bir kuvvetin yenilmesini beklemesi ve ondan sonra iş görebileceğini sanması, yalnız asker olanların değil, en sade görüşlü insanların bile akla yatkın bulacağı bir düşünce değildir. Görev ve fedakârlık, savaşan birliklerin yenilmeden, çekilmeden başarısını sağlamaya çalışmakla yerine getirilir.
Arkadaşı savaşırken ve yardıma muhtaç iken, seyirci kalmış olan komutanlar, arkadaşının yenilgisine şahit olabilirlerse de tarihin amansız tenkit ve suçlamalarından asla kurtulamazlar.
İzzettin Paşa,11 Ocak 1921 öğlesinden 13 Ocak gece yarısına kadar devam eden şiddetli ve kritik çarpışmalar sırasında, süvari gruplarının da taarruza katılması zamanının geldiğini Genelkurmay Başkanlığı’na bildirmişti. Refet Paşa, Güney Cephesi’nden getirtmekte olduğu8’inci Tümen yetişebildiği takdirde, 14 Ocakta taarruza geçmek niyetinde olduğunu, birliklerine bildiriyordu. İzzettin Paşa, 11, 12, 13 Ocak günlerinde yalnız başına düşmanla savaştıktan sonra, akşam gün batarken yaptığı bir karşı taarruzla âsîleri yenerek kaçmaya mecbur etti. Refet Paşa, muharebeye seyirci kalmak suretiyle büyük bir fırsatı kaçırdı; Ethem’i ve kuvvetlerinin geri çekilmesine elverişli bir durum yarattı. 14’üncü günü emri altında bulunan bütün süvari kuvvetlerini Süvari Tümen Komutanlarından Derviş Bey’in ( Kolordu Komutanı Derviş Paşa’dır) emrine vererek, onu, Ethem’in takibi ile görevlendirdi. Derviş Paşa, Afşar’da, özellikle Gediz’de Ethem kuvvetlerinin gerilerine doğru, geceleri de yürümek suretiyle indirdiği korkunç darbelerle Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşleri sersem etti. Kuvvetlerinin toplanmasına zaman bırakmadı. Derviş Bey, Ethem ve kardeşlerini 14 Ocaktan 22 Ocağa kadar dokuz gün nefes aldırmaksızın durmadan takip etmiştir. Sonunda, bütün Ethem kuvvetleri esir edilmiş; yalnız Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşler yine bir görev almak üzere düşman ordugâhına kaçabilmişlerdir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...