29 Temmuz 2018

Fıtrat: Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç anlamlarına gelmektedir.

FITRAT NE DEMEK ile ilgili görsel sonucu

Fıtrat: Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç anlamlarına gelmektedir.


Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır." (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (t.y.), V, 55).


Bütün varlıklar fıtratları istikametinde yürürler. İnsanlar da, insan olmak açısından Allah'ın fatr ile kendilerine verdiği fıtrat üzerindedirler. Söz gelimi iki göz, iki kulak, bir baş, saç, burun sahibi olmak fıtrattandır. Bunun gibi, insan bedenindeki her organa verilen ve gördürülen fıtri bir fonksiyon vardır; göz görecek, kulak işitecek, ayak yürüyecek, el tutacaktır.


Her insan İslam'ı kabul edebilecek ve dıştan bir tesire maruz kalmadığı takdirde, adeta kendiliğinden İslam'ı bulacak bir fıtrata sahiptir. Bu husus bir hadisi şerifte zikredilmiştir:
"Her doğan İslam fıtratı üzere doğar; ama anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar."



Rum Sûresi'nde şöyle buyrulur:
“O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et...”(Rum Sûresi, 30/30)


Şems Suresi'nde de bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren Peygamberimizin (asv) kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde, şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacak.

İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da İlâhîdir.

Buna göre, sözlük anlamından hareketle, güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz konusudur.

İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.

Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratılışının gıybeti reddetmesi demektir.

Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.

Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.

Borç para istediğimiz bir dostumuzun, alacağını fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.

Misâller çoğaltılabilir.


Demek ki, insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Ancak, insan tabiatına yerleştirilmiş bulunan bütün bu özelliklerin mecralarını bularak tekâmül etmeleri gerekiyor. Bu tekâmülün esasları, İlâhî kitaplarda konulmuş ve peygamberlerce (as.) insanlık âlemine tebliğ edilmiştir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381) hâdis-i şerifinin bir mânâsı da bu olsa gerek.



Fıtrata Uymak : Yaratılışa Uyum Göstermek



“Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” Sözler


Ruh, beden ve kâinat… Üçünde de hükmeden fıtrî kanunlar var. Ve insan, ancak bunlara uymakla hayatını sürdürebiliyor, kendi varlığından ve onu kuşatan âlemlerden faydalanabiliyor.

Gören ruhtur, ama gözümüzü açmadıkça göremiyoruz. Göz açmamız da yetmiyor, ışık olmadıkça yine göremiyoruz. Demek ki ruhumuz, görme faaliyetini beden ve kâinatla işbirliği yaparak gerçekleştiriyor. Öyleyse, bu üçlü ittifakın sürekli olarak korunması gerekiyor.

Maddî ve manevî bütün başarıların ve saadetlerin temelinde “fıtrat (yaratılış) kanunlarına uygunluk” yatar.


Ruh, beden ve kâinat…


Üçünün de yaratılışlarına konulan kanunlar saymakla bitmez.  Her birinden bir nebze olsun söz etmekle yetineceğiz.


Ruhumuzdan başlayalım:



Ruh, mahiyetini ancak Allah’ın bildiği ve bize bu konuda çok az bilgi verilen İlâhî bir kanun; bedeni yönetmekle kalmayıp onu kuşatan, kâinatı da tefekkür ve hayal edebilen, bu yönüyle madde âlemini gerilerde bırakan bir hikmet mucizesi…


Ruhun yaratılışında düşünmek vardır, iman etmek vardır; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz.” gerçeğini kavrama yeteneği vardır.

Beden yüz trilyon kadar hücreden müteşekkil büyük bir ülke. Onun sultanı olan ruh, öncelikle kendini bilecektir.

Eller, ayaklar birer manga asker gibi. Bütün neferler hareketsiz duruyorlar. Sultandan emir gelmeden hiçbiri yerinden kımıldayamıyor. Ruhtan yürüme iradesi geldiğinde ayaklar hemen harekete geçiyor, yazma iradesi geldiğinde parmaklar işe koyuluyorlar.

İşte bu hakikat bize bildiriyor ki, “beden ruhun hizmetindedir.” ve fıtrata uygunluk,  “bedenin ruha hizmet etmesidir.”

Ruhunu bedenine hizmet ettiren, yani kalbini, aklını ve bütün his dünyasını sadece bedenin beslenmesine odaklayan kişi,  fıtrata zıt bir yola girmiştir; bu çıkmaz sokaktan ise saadete varılmaz.


“Bilin ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (huzur bulur).” (Ra’d Sûresi, 13/28)



Zikir; “hatırlama, anma” demektir. Aldığımız gıda ile bedenimiz tatmin olur. Ama ruhumuz, ancak bu gıdanın, Allah’ın bir ihsanı, bir ikramı olduğunu hatırlamakla tatmin olabilir. Onun zevki, vitamin ve kaloride değil, ilim ve marifettedir.


O halde, fıtrata uygun hareket eden kimse, sadece bedenini beslemekle yetinmeyecek, ruhunun tatminine öncelik verecektir. Zira, ruh-beden ikilisinde öncelik daima ruhundur.

Ruh dünyamızın bir başka yönüne, bir hadis-i şerifle nazar edelim:


“İnsan ihsanın kuludur.”


Güneşiyle gözümüze, havasıyla ciğerlerimize, sesler âlemiyle kulağımıza, hikmetleriyle aklımıza ve ruhumuza ihsanlarını yağdıran Allah’a kul olmak fıtratın gereğidir.

Allah’ın kendilerine yaptığı ihsanlardan bizlere de tattıran varlıklı kişilere minnet ve şükran duygusu beslemek de ruhun fıtratında vardır.

Bu fıtrat, kalp kazanmanın en önemli bir şifresi, en tesirli bir reçetesidir.

İnsanların bizi sevmesini mi istiyoruz? Öncelikle onlara, bir güler yüzle olsun,  ihsanlarda bulunalım.

“Zorbalık, sertlik, kabalık ve tahakküm”, fıtratın reddettiği, nefsin ise en çok hoşlandığı zararlı hallerdir. Bunlarla birisini korkutabilir ve emrimizde çalıştırabilir; ama kalbini asla kazanamaz, muhabbet ve hürmetini asla celp edemeyiz.


Zorbalık ve tahakküm üzerinde kısaca durmak istiyorum:


Bakara Sûresi'nde “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) buyruluyor. Zorlama, beden için geçerli olsa bile kalp için kesinlikle geçerli değildir. Bir kişinin sırtına zorla bir yükü koyabiliriz, ama aklına bir fikri, hele kalbine bir inancı zorla yerleştiremeyiz. Halk arasında ibretli bir söz vardır: “Atı suya zorla sokabilirsiniz, ama ona zorla su içiremezsiniz.”


“Dinde zorlama yoktur.” ayetindeki temel mesaj, vicdanlara baskı yapılmamasıdır. Bununla birlikte, bu ayet sadece dinî konulara mahsus olmayıp, her hususta geçerli olan temel bir kanundur.


Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi, bu ayeti tefsir ederken “Cins-i ikrah dinde yoktur.” der. Yani ikrah (zorlama) denen şey, bütün çeşitleriyle, dinin reddettiği bir yanlış uygulamadır. Buna göre, bu ayet-i kerime, “Zorlama, dinde yoktur.” manasını da ifade etmekte, inanç dahil, bütün sosyal meseleler için zorlamanın reddi manasını taşımaktadır.  

Özellikle, babaların çocuklara zor kullanmalarının ve onları her vesileyle azarlayıp dövmelerinin çok tehlikeli sonuçlar doğuracağını bir yetkiliden bizzat dinlemiştim.


Şöyle demişti: Çocuk, böyle bir uygulama neticesinde zamanla babasına düşman kesilir. Çocukluğunda ona karşı koyacak gücü yoktur; ama belli bir yaşa geldi mi, artık babasından öç almaya başlar. Babası neden hoşlanmıyorsa onu yapmaya başlar. İçinden gelmese de sırf babasını üzmek için sigara içer, içki içer. Daha sonra, zamanla bu kötülüklere alışır, müptela olur, terk edemez hale gelir.


Terbiye konusunda baskının yersiz ve geçersiz olduğu şu ayet-i kerimelerle en güzel şekilde ortaya konulmuştur:


“Resulün vazifesi  ancak apaçık tebliğdir.” (Nur Sûresi, 24/54)



“… Biz seni onların üzerine muhafız yapmadık. Sen onların üzerine bir vekil de değilsin.” (En’âm Sûresi, 6/107)


Bu ayetlerin muhatapları hep Allah’ın kulları... Onların bedenlerini bütün bir kâinattan süzen O...  Ruhlarını yaratıp bedenlerine sultan yapan da yine O... Ve konuşan, Allah Resulü (asv)…

Buna rağmen, Allah, dünya imtihanının bir gereği olarak, kullarını “inanıp inanmamakta” ve “kendisine itaat veya isyan etmekte” serbest bırakmış. Bir kul, dilerse hayır işleyebiliyor, dilerse şer.

Bizim, terbiye etmeye çalıştığımız kişiler üzerindeki hakkımız ve hâkimiyetimiz, İlâhî hukuk ve hâkimiyet yanında sözü edilmeyecek kadar basit, sathî ve zayıf kalıyor. Buna rağmen, tahakküm ve zorlama yoluna gidiyorsak, “fıtrata zıt hareket ediyoruz” demektir.

İnsanları yaratan ve fıtratlarını öylece tanzim eden Allah, bütün peygamberlerine,  sadece tebliğde bulunmalarını, zor kullanma yoluna gitmemelerini tavsiye ederken, bizim haddimizi bu derece aşmamız fıtrata zıt düşüyor. Bunun içindir ki,  müessir olamıyoruz, kendimizi sevdiremiyoruz ve fikrimizi kabul ettiremiyoruz.


İnsan fıtratının bir başka cephesi:  


Nefsin en sevdiği, kalbin ise en çok nefret ettiği bir kötü huy var: Kibir

İnsan fıtratı, kibirli olanlardan hoşlanmaz, mütevazi olanlara ise hürmet ve muhabbet besler.

İnsanın yaratılışında böyle nice hidayet örnekleri bulunduğunu,  Şems Sûresi'ndeki bir ayet-i kerime harika bir şekilde ders verir:

Bu surede Allah Şemse (güneşe) yemin eder, kamere yemin eder ve sonunda nefse, insan fıtratına yemin eder. Bu yeminde şu gerçeğe özelikle dikkat çekilir:


“Sonra da ona hem kötülüğü hem (ondan) sakınmayı ilham etti." (8)


Yani, hayrı ve şerri, itaat ve masiyeti, her ikisinin hallerini öğretti.

Bütün bu kasemlerin cevabında, “Onu (nefsi) tertemiz yapan kişi muhakkak felah bulmuş, onu günahlarla örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır."(9,10) buyrulur.

Bir anket düzenleyelim ve binlerce soru soralım. Cevapları sadece “Evet” veya “Hayır” şeklinde olsun. Meselâ, “Yalan iyi midir. Doğruluk iyi midir? Gıybet iyi midir? İftira iyi midir? Kibir iyi midir? Tevazu iyi midir? Hırsızlık iyi midir?” gibi.

Salim düşünme yeteneğini, sefahatle, içkiyle, uyuşturucuyla kaybetmeyen, yahut menfî bir ideoloji namına beyinleri yıkanmayan bütün insanların, bu sorulara vereceği cevaplar, İslam’ın emir ve yasaklarıyla yüzde yüz uygunluk gösterir. Demek ki, İslâm dini insan fıtratına uygundur.  Zira, bu din bizi yaratanın bizim için seçtiği dindir.


“İşte bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.  Üzerinizdeki nimetimi tamamladır. Ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.”  (Mâide Sûresi, 5/3)


Ruhun fıtratı hakkında daha çok şey söylenebilir. Bu kadarla yetinip biraz da organlardan söz edelim:


Organlar bazında fıtrata uymak, onları aşırılıklardan koruyup hizmetlerini rahat bir ortamda yapmalarına imkân hazırlamakla olur.


Aşırı ses kulağa, aşırı ışık göze zarar verdiği gibi, aşırı yemek de mideye büyük bir yük oluyor. Hazmından aciz kaldığında, onları ya dışarı atıyor, yahut aşırı kiloya dönüştürerek bedene yük yapıyor.

Dinlenmeden sürekli yorulmak bedeni yıprattığı gibi, yorulmadan sürekli dinlenmek de onu tembelleştiriyor, kasların gelişmesine engel oluyor.  Bunların ikisi de fıtrata zıt, ikisi de bedene zarar.

Fıtrî olmayan gıdaların bedene zarar verdiği, artık tartışmasız kabul edilen bir gerçek. Herkes hormonsuz gıdalara koşuşuyor. Herkes, tabiî dedikleri, fıtrî yağların peşine düşmüş.

Fıtrî olmayan helal gıdalardan bile sakınan insanoğlunun, haram yiyecek ve içeceklerden de şiddetle ve daha büyük bir hassasiyetle  sakınması gerekiyor. Bunların zararları konusunda kimsenin şüphesi yok. Ama gel gör ki, nefsin arzuları, desinler veya demesinler tutkusu bazen akla galip geliyor ve insan bilerek zarara girebiliyor.

Fıtrata uymak, beden ve ruh sağlığımız için çok önemli olduğu gibi toplumda yapmak istediğimiz icraatlar ve ıslahatlar için de yine son derece önemlidir. Nur Külliyatında bu noktada şu önemli ikaza yer verilir:


“Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.” (Lam’alar, Yirmi İkinci Lem’a)



Kanun-u fıtrat, çok geniş ve şümullüdür; sayılamayacak kadar şubeleri vardır.


Birkaçını hatırlayalım:


Kâinatta iktisat hakimdir. Bir çekirdeğe, bir ağaç kadar yük yüklendiği gibi, bir ele binlerce görev verilmiştir.



İsraf, fıtrata zıttır ve israf ekonomileri toplumu mahvederler.



Kâinatta görev taksimi esastır. Her varlığın kendi görevini yapmasıyla kâinattaki umumî nizam ortaya çıkar.


İnsanlar da ihtisaslaşmaya önem verdikleri ve görev taksimini gerçekleştirdikleri ölçüde, toplum hayatında nizam ve düzeni sağlarlar ve bundan verimlilik ve refah ortaya çıkar.


Kâinatta yardımlaşma esastır. Bu esas, görev taksimiyle  de yakından ilgilidir. Elementler arası yardımlaşmadan, küreler ve sistemler arasındaki büyük yardımlaşmalara kadar uzanan, insanın organları arasındaki yardımlaşma ile kendini açıkça gösteren  ve  insan ruhundaki “akıl, kalp, hafıza ve hisler arası işbirliği”  ile en son noktasına varan bir yardımlaşma, bütün varlık âlemini kuşatmış gibidir.


İnsanlar bu çok önemli esası toplum hayatına mal ettikleri ölçüde huzurlu olur, madden ve manen terakki ederler.


Kâinatta nizam hakimdir. Dünyanın süratinden, kanın deveranına; ırmakların akışından, mevsimlerin gelip göçmesine;  atmosferin kalınlığından, güneş ışığının hızına; organlarımızın şekillerinden büyüklüklerine, sayılarına ve yerlerine kadar her şey kader ile planlanmıştır. Kudret, bu kader planı üzere eşyayı yaratır ve idare eder.


Toplum hayatında da “planlama” son derece önemlidir. Gelişigüzel, plansız, zuhurata tabi olarak yapılan işlerden bir verim alınması düşünülemez. Zira bu hal, fıtrata zıttır.


Kâinatta “tedric kanunu” hâkimdir; yani her şey birden bire değil kademeli olarak, safhalar halinde yaratılır. Kudreti sonsuz olan Allah, bu âlemi bir anda yaratmak yerine, altı devrede yaratmıştır. Ne ağaçlar bir anda büyürler, ne meyveler bir anda çıkarlar. Ne yumurtalar hemen kuş olur, ne de nutfeler bir anda insan haline gelirler.


O halde, acele etmemek, sebeplere tam riayet ettikten sonra neticeyi sabırla beklemek de fıtrata uymak demektir. Acelecilik fıtrata zıttır ve sonu hüsrandır.


Kâinatta “tekâmül kanunu” hakimdir. Kâinatın yaratıldığı altı devreden her biri, bir öncekine göre bir tekâmül sergilediği gibi, insanın da ana rahminde geçirdiği devrelerden her biri, bir öncekinden daha mükemmeldir.



Beden için geçerli olan bu kanun, ruh için de geçerlidir. İnsan daima öğrenir, öğrendikçe terakki eder. “İki günü müsavi olan zarardadır.” hadis-i şerifi bizleri sürekli olarak terakki etmeye ve kâinattaki bu tekâmül yürüyüşüne adım uydurmaya davet eder. Çekirdekler açılıp büyürken, fidanlar ağaç olmaya doğru yürürken, yumurtalar kuş olup uçmaya çabalarken, insanın yerinde sayması fıtrata zıttır.


Örnekler artırılabilir.

İnsan bu kâinatın meyvesi olduğuna göre, bu meyvenin kendi ağacına ters düşmesi, ondan ayrı bir yol takip etmesi fıtrata zıttır ve onu hüsrana götürür.

Selam ve dua ile...


Sorularla İslamiyet

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...