29 Haziran 2018

MESEL-Ü A’LÂ (KELAM İLMİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME)

MESEL-Ü A’LÂ (KELAM İLMİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME)


Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerden istihraç olup dini celilimizin esaslarını teşkil etmekte olan (mü’min bih) namıyla yâd ettiğimiz (ementü billah…) altı madde cümlenin ma’lum olduğu vache üzre şeârı İslâmiyedeki dini dünyevi ne kadar fezâîli İslamiyye varsa cümlesi bu altı maddenin ürünüdür. Bu ümmehatı itikadımızın en güzel delilleri bizzat Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerde mevcut olduğundan din imamları bu iki menba’ı aslımızdan hiç bir suretle harice çıkmağa lüzum hissetmeyerek yalnız bu delilleri beyan ile iktifa etmişler ve pek makbul aynı zamanda gayet makul bir harekette bulunmuşlardır. Her türlü hata ve kusurlarına rağmen İslâm’ın vahdet fikriyyesini muhafaza etmiş olan Emevî’lerden sonra Irak’ta kurulan Abbasî hükümeti zamanında zaten bozulmaya başlamış olan Vahdet-i İslâmiyye bütün bütün tarumâr olmuş ve ortaya türlü türlü mezhepler çıkmıştı. Bu sırada kelâmcıların serdefteri olan Ebu Hasan Eş’arî hazretleri zuhûr edip Ehl-i Sünnet’in sözlerini savunmaya mesai hasrederek meydan almış günegün mezhepleri tevfike ve bazılarını dahi Ehl-i Sünnet görüşleri ile tevfika muvaffak olmuş idi. Kendilerinden sonra İbn Mücahid vs. gibi öğrencileri üstatlarının eserlerini takip etmişler ve üstatlarının taraftarlarını çoğaltmışlardır. Ebu’l-Hasan el-Eş’ari hazretlerinin talebelerinden ilim tahsil edenlerin içinde pek meşhur Kadı Ebu Bekir el-Bakıllânî ikinci Eş’arî olmuş. 

Ve Eş’arî tarikatının imamet makamını işgal etmişti. Bu zat akâîd-i diniyyeyi ispat sadedinde arzın arz ile âdem-i kıyamı ve yine arzın iki zamanda adam-i bekası Gibi mukaddemâtı esas tutup bunların üzerlerine delillerini bina etmiş ve delillerine esas olan bu mukaddemâtın butlanı ile medlûllerin dahi butlanını kabul etmiş olduğundan bu mukaddemâta akâîdi imaniyye derecesinde ehemmiyet atfetmiş ve bunları cerh etmeyi akâîdi imaniyyeyi cerh etmek gibi telakki eylemiş idi. Bu zatın mesaisi ile tarikatı Eş’arîyye zirve kemaline ulaşmış ise de şunu unutmamak lazımdır ki, o tarihlerde felsefe ile beraber talim edilen mantık ulûm-u felsefenin az –çok akâîdi diniyyeye mebayeti dolayısıyla kelâmcılarca hoş görünmemekle kelâmcılar mantığa karşı lakayt kaldığından bazen kıyasatın şekli ve suretlerini Ebu Bekir el-Bakıllânî hazretleri dahi kitaplarında gayri sınai surette irad ediyordu. Bu zatın makableri içinde en mühim bir sima olmak üzere Gazzâlî’nin üstadı İmam-ı Haremeyn’i görüyoruz. 

Bunun Kitabu’ş-Şamil ve bunun telhisi olan Kitabu’l-İrşad’ı Eş’arîlerin yegâne kitabı olmuştu. Bunlardan sonra mantık intişar ile herkes tarafından okunmaya başlanmış. Ve mantığın vazifesi tertip fikrinin hak ve hakikatini istihdaf edip etmediğinin tayini olduğu anlaşılıp yalnız felsefeye değil tüm ilimlere hadim olduğu bilinmişti. Bu ikinci devrede yetişen kelamcılar İmam Haremeyn ve İmam Haremeyn’den önceki ulemanın tevhid etmiş oldukları mukaddimatı tetkik ile bunların birçoklarına muhalefet etmiş oldukları gibi “menâhic ve edillenin butlanı ile medlulün butlanı lazım gelmesini” dahi reddetmişlerdi. Gazzâlî ile başlayan bu ikinci akım “Tarikatü’l-Müteahhirin” diye isimlendirilmiştir. Gazzâlî’yi takip edenler içinde en ya da şan zikrolan İmam Fahreddin Razi hazretleridir. İrinci batnı nasıl Kadı Ebe Bekir el-Bakıllânî ikmal etmiş ise batnı da İmam Fahreddin Razi hazretleri ikmal ve istikmal etmişti. Gazzâlî ile başlayan muteahhirin döneminin dahi en esaslı kaideleri şunlar idi. “Nasların zahiri ile aklın kaideleri, semi deliller ile akli deliller hulasa akıl ile nakil çarpışacak olursa akıl takdim edilip nakil tevil veya tefviz edilir.” Diyorlar ki; “akıl ve nakil tearuz ederse şu iki ihtimal vardır. Adetteki zevciyyet ve ferdiyyet gibi tearuz nakzın ile tearuz ederler ki; ne içtimaları ne de irtifa’lârı aklen mümkün olmamakla akıl takdim nakil ve nakil te’hir olunmak zarureti vardır. Bilakis nâkili takdim ile aklı te’hir edersek naklin aslını te’hir etmiş olduğumuzda akli ve hem nakli te’hir etmiş oluruz. Zira bir şeyyin aslını tehir o şeyin kendisini tehir demektir. Sarı ve yeşilin tearuzu gibi aralarında bir üçüncü çizgi olarak iki zıt ile tearuz etmeleri takdirde içtimalarına aklen imkân yok isse de irtifaları mümkündür. 

Bu kaidenin en şiddetli taraftarı olan İmam Fahreddin Razi’den evvel Gazzâlî bunu Kadı Ebu Bekir İbn Arabi’nin kendisinden sormuş olduğu mesaile esas tutmuş idi. İbn Arabi ise Gazzâlî’nin vermiş olduğu cevapların çoğuna muhalefet etmiş ve kendisi de İmam Haremeyn ve Kadı Ebu bekir el-Bakıllani üzere diğer esaslar ittihaz eylemişti. Bu tarihçeyi yapmaktan maksadım her zümrenin tutmuş oldukları ayrı ayrı usul ve menahic olduğunu ve tabiatıyla bu usulü muhtelefeye göre tarz telakkilerin değiştiğini ifadedir ki; mesela usulü müttehıdesine nazaran kaderi inkâr eden fırka bu babdaki nasları müşkil bularak tevile kalkar. Hâlbuki diğer bir fırkaya göre bu nusus muhkem olup hiçbir tevile muhtaç değildir. Cebri esas tutanlarca da va’d vaide dair olan nusus müşkil addolduğu halde bu babdaki nasslar bunlara muhalif haller ittihaz etmiş olanlara göre asla müşkil ve müteşabih değildir. Her zümre-i ilmiyyenin ayrı ayrı usul tutmuş olmalarına binaen bu ihtilafat-ı mezhebiyye o kadar çoktur ki senelerce ilmi kelâm ile meşgul olmasına rağmen bununla tashihi akâîd etmek hiç bir kimse için mümkün değildir. Yalnız kelâm en evvel İmam Gazzâlî tarafından idhal edilmiş olan ve bilahere ma’kableri tarafından genişletilmiş ve ikmal edilmiş olan felasifeyi redde aid bahslerin pek faydalı ve mühim olduğunu itiraf etmek lazımdır. İslami olan sayısız ve hesapsız mezhep kelâm mezheplerine karşı şu asırda yapılacak yegâne çare yukarıda söylediğimiz veche üzere bunların yekdiğerine muhalif olan usul ve yöntemlerinin tevlid etmiş olduğu ihtilafları güne günü bırakıp Kur’an-ı Kerim’in mantıki hususisinden ayrılmamış olan selef yoluna gitmektir. 

Çünkü sahih İslami nakiller sarih insan aklı ile tamamen uygunluk taşır. Bizim dinimizde akıl ile nassların esast itibari ile ihtilafı yoktur. İhtilaf nasslarda değil nassları isbat sadedinde izlenen (usulde)yoldadır. Kur’an-ı Kerim’in usul-u diniyye hakkındaki edille-i hususiyyesi nakli olmakla beraber aynı zamanda aklidir. Dışarıdan usul almaya asla gerek yoktur. Nusus-u Kuraniyye hem nassı akli hem de aslı akliyyedir. İmamlardan mesaili tevhid ve sıfat ve isbatı maad’de asl ve furuun müsavatını (kıyası temsil) veyahut efradın alesseiyye tesavisini (kıyas-ı Şümul) icab ettiğinden mutalib ilahiyyede ya tekâfüü veya fesadı edilleyi intac ile hayret ve ızdırabat doğuran kıyası temsil ve kıyası şümul isti’mal etmeyip ümmehatı itikadiyyeyi isbat hususunda kuran bahiru’l-burhandaki kıyası ülâ ve mislü a’lâları kullanırlardı. Şöyle ki; Kur’an-ı Kerim umuma hitap ettiğinden hâssaten ümmeheti itikadiyye ve bil umum şüûnu hayatiyye hakkında birçok misal ortaya koymuştur. “Velegad garibne linnesi fi heze’l-Kurani min külli mesel” ki bunlar en güzel edile-i akliyye olmakla beraber kıyası şümul ve kıyası temsil kalmayıp daima kıyası ülâ ve meselü a’lâ zirvesine yükselmektedir. 

İşte Allah Teâlâ’nın “Allah için meseli a’lâ vardır” kelâmı ilahiyyesi meleke-i kuraniyi işaret etmekle berber aynı zamanda bize kıyası ülâ tarikiyle hareketi emreder. Bu sebeple der ki; “metalib-i diniyyede kuranı kerimin isti’mal buyurmakta olduğu kıyası ülâ ve meseli a’lâ’ları tetkik etmek mecburiyetindedir. Bu yolda en kuvvetli adımlarla yürüyen İbn Teymiyye olduğu için onun takip ettiği izah tarzlarına istifade ederek yürüyeceğiz. Muhammed Şerafeddin Yaltkaya II. Makale Birinci makalede Gazzâlî’den sonra muteahhirin kelâmcıların kabul ettikleri kaide-i esasiyenin “zavahir-i nakliye ile kavati’-i akliye, edile-isemıyye ile edillle-i akliye, hulasa nakl ile aklın çarpışacak olursa akıl takdim edilip nakil tevil veya tefviz edilir” söylemiş ve bunun sebeplerini izah etmiştik. Bu kaidenin tevlid edeceği mahzurat-ı diniyeyi tekdir etmeyen zatların yazılarında bunun –güya dinimizin yegâne umde-i müdafaası imiş gibi- daima tekrar edilmekte olduğunu görürüz. Hâlbuki evvelemirde bir defa akıl ile nakil tearuz edip etmeyeceğini tahlil etmek lazım olduğu gibi tevilden dahi ne kast edildiği anlaşılmak lazımdır. Akıl ile naklin tearuz edip etmeyeceği şıkkını şimdilik bırakalım. 

Tevili tahlil edelim. Kur’an-ı Kerim ve Kur’an-ı Kerim’in “mücahid” ve emsali gibi ilk müfessirleri ıstılahında bu kelime manayı hakikasında kullanılmaktadır. Yani bu ıstılahta “tavilin” manası bir kelimeyi asıl manasına ircadır. Birçok kimseler ise bunu yukarıdaki ıstılahta olduğu gibi mütekellimin muradını izah ve tefsire medar olacak olan asıl manaya ircada kullanmayıp defi muarıza zımnında herhangi bir ihtimal manasında kullanmaktadırlar ki; bu suretle tevil eylemiş oldukları kelimeyi türlü türlü mecaz istiareler ile müvarid isti’malden çıkarmış oldukları da vakidir. Hâlbuki kendi görüş ve mezhebini müdafaa için defi muaraza zımnında bir kelimeye herhangi münasip bir mana vermek demek hakiki mana sahibinin nazarında yalan söylemiş olmaktan hiç de faklı değildir. Bunu içindir ki ekser ulema cezmen tevil cihetine gitmeyi terk etmişlerdir. Edile-i akliyenin sırf akliyyeti hasebiyle edile-i nakliyeye takdim ve tercih olunmasına gelince: bunda en evvel edile-i nakliyeye karşı muaraza-i akliyenin kabul edilmiş olduğu nazar-ı dikkati celb etmeye sezadır. Çünkü herhangi bir zahirinden sarfa ihtiyacı olacak manada tevile muhtaç bırakmak “belağ-ı mübin” ile tebliğe mamur olup Allah’ın kullarını zulmattan nura çıkarmış olan zat-ı risaletin münessıb ve vazifesiyle kabil tevfik değildir. Şüphe yoktur ki zat-ı risaletin bir başka hitabıyla bu lafza ne murad edilmiş olduğunu bildirmiştir. Bundan başka bu kaideye ber veçhi ati iki suretle itiraz edilebilir. 

 1- Tearuzları kabul olunan akıl ve naklin her ikisinin de kati veya bilakis her ikisinin de zanni veyahut her ikisinden birinin kati diğerinin zanni olması sureti ile dört türlü ihtimal tasavvur edilebilir. Birinci ihtimal yani her ikisinin kati olmaları ile beraber tearuzları asla müsellem değildir. İkincisinde dahi akliyat ve nakliyat nazar-ı itibara alınmaksızın mutlaka mukaddemin tercih olunması lazımdır. Üçüncü ve dördüncü ihtimaller vukuunda dahi yine mutlaka tercih olunması lazım olan kati olanıdır. Bu kaide taraftarları geçenki makalemizde söylediğimiz vech üzre “nakl takdim olunup akıl te’hır olunacak olursa naklin aslını yani aklı tehir etmiş olduğumuzdan netice hem akli hem nakli tehir eylemiş oluruz.” diyebiliriz. Bundan dolayı bu kaideye ikinci bir itiraz olmak üzere şöyle söylenebilir. 

 2- Bu tarz izah dahi gayri müsellemdir. “akl, naklin aslıdır” demekle ya naklin nefsil emirde akıl ile sübut bulduğunu kast etmek vardır. Veyahut sıhhati naki bilmemizde aklın bizim için ir asl olduğunun irade etmek vardır. Ademi ilm,, ademe ilm demek olduğundan nefselemirde bizim aklımız taalluk etsin etmesin hakikatlerin adem-i sübutu lazım gelmeyeceğinden hiçbir sahib-i izan olan kimse evvelki manayı kastetmez. Binaen aley sadık ve masduk (SAV) efendimizin haber vermiş oldukları hakayıkı diniye nefselemirde sabit ve mutehakkıktır. Biz onların sıdk ve tahakkuklarını ister bilelim ister bilmeyelim. İkinci manaya gelince yani aklın sıhhati nakli bilmekte bizim için bir asıl olması mnsaı irade edilince ki bu kaide taraftarlarının da maksatları budur. Burada da aklı talili etme ihtiyacı duyarız. Aklıl ile mebde-i ulum olan garize-i tabiiye veya bu mebde’ vasıtası ile istihsal olunan malumat-ı irade edilmek vardır. Azize-i tabiye nakle muarız kabilyetinde olmadığından şüphesiz ki; maksud bu değildir. Bu azize-i tabiye ister akli ister semi olsun hayat gibi her ilmin şartı esası ve zaruriyyesidir. Eğer naklin aslı olmak üzere kabul olunan akıldan maksat akıl ile istihsal edilen malumat ise bunun dahi tayini lazımdır. Çünkü malumat ve maarif-i akliye bipayandır. Hâlbuki naklin sıhhati bize bildirecek olan malumat-ı nakkliyye yalnız rasul zîşânın sıdk-ı nübüvvetini bilmemiz için lazım olan kısmıdır. Şu halde malumatı akliyenin, makulatın cümlesi naklin aslı değildir. Binaen aleyh semin takdiminden aslı olan aklın v binnetice sem’ ve naklin tehiri lazım gelmez. İhtar: Bu kaide taraftaranı görüldüğü vech üzere aklı tahlil etmemiş olduklarından akliyatın kâffesini sıhhat ve fesatta mütemasil bir nevi olarak ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki birinci itirazda geçtiği üzere akliyatında kati ve zanni olanları vardır ki, bunların bazıları hak bazıları nahaktır. Binaen aley sureti umumiyyede nakliyat ile akliyat arasında tünafi kabulü esasen doğru olamaz. Yalnız akıl nakil bir madde-i hususiyyede tearuz edecek olurlarsa o noktada nakil ile tavafuk edecek daha kuvvetli diğer bir delil akli olduğu şüphesizdir. Muhammed Şerafeddin Yaltkaya** * Mihrab Dergisi, 15 Kanuni Evvel ve 1 Kanuni Sani 1340 (1923) ** Türkiye Cumhuriyetinin 2. Diyanet İşleri Başkanı olan Ord. Prof. M. Şerafeddin Yaltkaya, 1879 yılında İstanbul’da doğdu

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...