27 Haziran 2018

İnsanlığın Siyonizmle Sınavı

İnsanlığın Siyonizmle Sınavı

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin çıkardığı Kampüsten Dünyaya adlı dergi için yazdığımız yazı
Siyon veya zion kelimesi belli bir mefkûreyi ifade eden bir kavram değil bir remze yani sembole delalet eden isimdir. Tıpkı Ergenekon kelimesi gibi. Fakat bu isimden bir ideolojinin kutsallaştırılan ana çekirdeğinin oluşturulmasında yararlanılmıştır. Böylece o çekirdeğe dinî ve ulusal kabuk geçirilmeye, kutsallık kazandırılmaya çalışılmıştır. Özüne indiğinizde asıl amacın o çekirdekten üretilen ideolojinin ve mefkûrenin tamamen ırkçı temele dayandığını, kullanılan dinî çerçeveden uzaklaştığını görürsünüz. Yani bir bakıma GDO'lu tohum gibidir. Niçin böyle olduğu konunun ayrıntısına girdiğimizde biraz daha netlik kazanacaktır.
Siyon kelimesinin Kudüs'te bir dağın adı olduğu söylenir. Ama hangi dağ olduğu tarihi kaynaklarda çok belirgin değildir. Bazı yahudi kaynaklarında eski şehrin surlarının dışında, batı kesiminde kalır ve Hz. Davud (a.s.)'un kabri bu dağın üzerinde yer alır. Siyonizm ideolojisi de adını işte bu dağdan almıştır.
Yahudi tarihinde Siyon adı Davud yıldızı olarak da adlandırılan birbirine geçmeli iki üçgenden oluşan yıldız işareti için de kullanılır. Onun bir diğer adı da Davud Kalkanı'dır.
Hem dağ hem de yıldız işareti için kullanılmış olması bu adın kullanımının daha eskiye gittiğine, söz konusu dağa ve işarete verilerek kalıcı hale getirildiğine delalet eder. Bu şekilde kalıcılaştırılmış olması dinî ya da etnik içeriğinin ve anlamının olması ihtimaline işarettir. Zaten sonraki dönemlerde özellikle yıldız işaretinin yahudilerin dinî sembolü haline getirilmesiyle, dağın da "Kral Davud'un kabrinin ve Kral Süleyman'ın heykelinin yer aldığı mekân olduğu" söylemine binaen kutsallaştırılmasıyla söz konusu kelimeye de dinî bir anlam ve içerik kazandırılmıştır.
Sonu -izm ile biten kelimelerle adlandırılmış ideolojilerin adlarının -izm'den önceki kısımlarının da genellikle savunulan düşüncenin tanımlanmasında kullanılan kavrama, mefkûreye delalet ettiği görülür. Ama siyonizm öyle değildir. Bunun da sebebi dinî bazı kutsalların ideolojik amaçla istismar edilmesidir.
Siyonizm, Avrupa'da çok farklı siyasi, felsefi ve ideolojik akımların doğduğu ve zihinleri meşgul ettiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. Ama bu akım felsefi ve fikri değil tamamen ideolojik ve siyasi bir akımdır. Kendisi için önemli ve ulaşılması biraz zor gibi görünen idealler, bu ideallerine ulaşma amacıyla da uzun vadeli çalışma programı ve prensipler belirlemiştir.
Ortaya çıkış gerekçesi Avrupa'da yahudilerin dışlandıkları, haksızlıklara uğratıldıkları iddiasıdır. Temel taşı da 1894'te Fransa'da Alfred Dreyfus adlı bir yahudi yüzbaşının askerî casuslukla suçlanması ve hakkında sadece bir şüphe olmasına, suçunun ispat edilememesine rağmen mahkûm edilmesi üzerine atılmıştır. Bu yargılamada, söz konusu ithamdan dolayı Emile Zola'nın tahrikiyle Fransızların sokaklara dökülmesinin etkisi olmuştu. Bu olayı izleyen ve gündeme taşıyan yahudi gazeteci Theodor Hertzl 1896'da yahudilerin ezilmesine karşı hepsinin bir devlet çatısı altında birleştirilmesi idealini dile getirdiği Yahudi Devleti adlı kitabını yayınladı. 1897'de de İsviçre'nin Basel kentinde düzenlediği kongreyle Dünya Siyonist Teşkilatı'nı kurdu. Yani yahudiler için sunduğu "tek devlet, tek millet" idealini "Siyonizm" adıyla dinî bir içeriğe sahip kelimeyle ideoloji haline getirdi.
Siyonizm ideolojisinin fikir babalarının yahudiliği dinî olmaktan çok ulusçu açıdan önemsediklerini ve tüm yahudileri tek devlet çatısı altında bir araya getirme idealini bu yönden öne çıkardıklarını görürüz. Çünkü hem yaşam tarzlarında dinî duyarlılığın zayıf olduğu bilinir; hem de bu konuda dinî kaynakları (nassları) nazarı dikkate almamışlardır. Bunda da dinî kaynaklarda sözü edilen "vaadedilmiş topraklar"a dönüşün, gelmesi beklenen bir mehdinin öncülüğünde olacağından söz edilmesinin rolü var. Bundan dolayı yahudiliğin Ortodoks yani nasslara bağlı kalmayı tercih eden kesimi Siyonizm ideolojisini bir sapıklık olarak görür. Bazıları da dinî açıdan onaylamamakla birlikte yahudilerin yararına gördüğü için karşı çıkmamıştır.
Kullandığı tohum üzerinde oynamış ve din istismarına gitmiş olsa da ortaya çıkış nedeni ve ilk etapta belirlediği ideal açısından "masum" görülebilen siyonizmin doğurduğu asıl sorun idealini gerçekleştirme safhasıyla ilgilidir.
Bu safhanın ilk sorunu yahudilerin tek devlet çatısı altında birleştirilmesi idealinin gerçekleştirilmesi için seçilecek toprakla ilgilidir. Bu ideal için kimsenin hakkına tecavüz edilmeden kullanılabilecek boş bir araziden yararlanılmış olsaydı herhangi bir sorun yaşanmayacak, dünyanın her tarafında ulus devletlerin ortaya çıktığı bu merhalede bir yahudi devletinin kurulmasını da kimse yadırgamayacaktı. O dönemde buna müsait boş arazilerden de bizzat Dünya Siyonist Teşkilatı'nın kongrelerinde söz edilmişti. Avrupa'nın farklı bölgelerine yayılmış yahudilerin toprak takasıyla belli bir bölgeye toplanmaları da başkalarının topraklarını şiddet kullanarak gasp etmekten, insanların haklarına tecavüz etmekten daha akıllıca bir çözüm olurdu. Ama siyonizm burada da din istismarına gitmiş ve yahudiliğin "vaadedilmiş topraklar" söylemini öne çıkarmıştır. Dünya Siyonist Teşkilatı'nın lideri Theodor Hertzl kurulacak yahudi devletine yahudilerin ilgi göstermelerinin sağlanması için "Siyon dağı"nın bulunduğu ve yahudi kaynaklarındaki "vaadedilmiş topraklar"la kastedilen topraklar olduğu ileri sürülen Filistin'i adres göstermiştir.
Hertzl, o zaman bu konudaki idealini gerçekleştirmekte yahudilerin elindeki en önemli güç olan paranın tüm kapıları açacağını düşünerek dış borçlardan dolayı ekonomik problemler yaşayan Osmanlı Devleti'ne sunacakları paranın da işi halledeceğini düşünüyordu. O zaman siyonistlerin görüşme talebini Sultan II. Abdülhamid kabul etmemişti. Bunun üzerine 1902'de zamanın başbakanı Tahsin Paşa yoluyla önerilerini padişaha ilettiler. Önerilerinde şöyle söylüyorlardı:

"Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin'e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve yahudilerin Kudüs-i Şerif'te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır".

Sultan II. Abdülhamid'e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. O zaman siyonizmin Osmanlı topraklarındaki temsilcisi olan Emanuel Karaso da heyetin içindeydi.
Siyonistlerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamid'in cevabı şu olmuştur:

"Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü, Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.
Kudüs-i Şerif'i İslam'a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye'nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.
Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar".

Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarında, Sultan II. Abdülhamid'in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır: "Doktor Hertzl'e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman yahudiler, Filistin'i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin'in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkansız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem."
Sultan II. Abdülhamid'in ilkeli tavrı ve para tuzağına düşmemesi sebebiyle Osmanlı devletinden yüz göremeyen siyonistler bu kez o zaman dünyanın önemli bir kısmını hâkimiyeti altında tutan İngiltere'ye yöneldiler. İngiltere önce 1916'da Fransa ve Rusya'yı da arkasına alarak imzaladığı Sykes - Picot Anlaşması'yla sonra da 1917'de Dışişleri Bakanı Arthur Belfur'un imzasını taşıyan meşhur Belfur Deklarasyonu ile siyonistlere Filistin topraklarında bir yahudi devleti kurmaları konusunda vaatte bulundu.
Çok kısa bir metinden oluşan Belfur Deklarasyonu'nda şöyle deniyordu.
"Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır."
İngilizlerin 1917'de Filistin'i işgal etmelerinin de bu amaç için olduğu gerek bu deklarasyon, gerekse işgal sonrasında izledikleri politika ve 1947'de de siyonistlerin bir devlet kurma merhalesine gelmelerinin ardından hemen çekilmeleri çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor.
Siyonistlerin Filistin topraklarına yerleşmeleri ve yayılmaları, işgalci İngilizlerin çeşitli hilelerle istimlak ettikleri arazileri onlara vermeleriyle, bunun yanı sıra kendilerinin kurdukları terör örgütleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri şiddet eylemleriyle olmuştur. Buna rağmen 1947'de "İsrail" adında bir devlet ilanı merhalesine geldiklerinde mülkiyetlerine geçirebildikleri yani tapusunu aldıkları arazi miktarı tüm Filistin'in sadece % 9'una tekabül ediyordu. Bunun da sadece sekizde birini satın alma yoluyla ele geçirmişlerdi. Sekizde yedisini İngilizler istimlak ederek ya tamamen parasız veya sembolik ücretlerle onlara peşkeş çekmişlerdi. Satın alma yoluyla ele geçirdiklerini onlara satanlar da genellikle ya sahtekâr emlakçılar veya Filistin dışında oturup orada mülk edinmiş arazi ağalarıydı. Geriye kalan arazilerin tümünü işgal devletini kurmalarının ardından başvurdukları tehcir ve terör politikasıyla Filistinlilerin üçte ikiden fazlasını, yurtlarını terk etmeye zorlamalarından sonra çıkardıkları "Sahipsiz Mülkler Kanunu" vasıtasıyla gasp etmişlerdir. Oysa o topraklar o zaman sahipsiz olmadığı gibi bugün de sahipsiz değildir. Satılmadığı gibi uluslararası hukuka göre asıl sahiplerine teslim edilmesi gereken sahipleri belli mülklerdir. Ama ne yazık ki uluslararası hukuk Filistinlilerin diğer hakları için işletilmediği gibi toprakları üzerindeki mülkiyet hakları konusunda da işletilmemektedir.
Hal böyle olmakla birlikte siyonistler İslâm âlemine yönelik sinsi propagandalarında Filistinlilerin topraklarını sattıkları iddialarını yoğun bir şekilde medyada işlemişlerdir. Batı medyasında gündeme getirdikleri iddia ise o toprakların boş olduğu, kendilerinin ihya ettikleri, Arapların ondan sonra gelip almaya çalıştıkları iddiasıdır. Bu iddiaların her ikisini de tarihi kayıtlar ve bugün Filistinlilerin elindeki belgeler yalanlar. İşgal devletinin kurulmasından sonra şiddet yoluyla göçe zorlanan ve canlarını kurtarabilmek için evlerini terk etmek zorunda kalan Filistinliler çalkantıların durmasından sonra dönebilecekleri ümidiyle evlerinin anahtarlarını, tüm gayrimenkullerinin tapularını yanlarına alarak çıkmışlardı. Bunlar birer belge olarak yanlarında duruyor. Siyonist işgal devletinin hâkimiyeti altındaki toprakların yüzde doksanını "Sahipsiz Mülkler Kanunu"na göre istimlak etmiş olması da kendi iddiasını yalanlıyor.
Altmış yıldan fazla ABD senatosunda muhabirlik görevi yapan yaşlı bayan Helen Thomas'ın da dile getirdiği gerçek çok açık bir şekilde önümüzde duruyor:
Filistin sahipsiz, yahudiler de vatansız değildi. Yahudiler yurtlarına döndüğünde, Filistin de sahiplerine iade edildiğinde bu mesele çözülür. Başka bir çözüm yolu yoktur.
Siyonistler bu gerçeği görmezlikten gelmek için 3000 yıl önce Yahudilerin o topraklarda yaşadıkları iddiasını Avrupa ve Amerika'da sıkça gündeme getiriyorlar. Böyle bir iddiayla milyonlarca insanı yurtlarından çıkarmanın tam anlamıyla ırkçılık olduğu BM tarafından da belgelenmiş ve BM Genel Kurulu'nun 10 Kasım 1975 tarihinde onayladığı 3379 sayılı kararla tescil edilmiştir. Bu kararda şöyle deniyor:

"Genel Kurul,
Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Bildirisi'ni ilan eden 1904 (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 tarihli kararını anımsayarak,
3151 G (XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli kararında, Genel Kurul'un Güney Afrika ırkçılığı ile Siyonizm arasındaki kutsal olmayan ittifakı kınadığını da anımsayarak,
19 Haziran ve 2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico City'de yer alan Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı'nda ilan edilen ve siyonizm ve apartheidin her türlüsünün ortadan kaldırılmasını öngören Meksika bildirisini de dikkate alarak,
25 ve 30 Ağustos tarihlerinde Lima'da (Peru) yer alan Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanları Konferansı'nda kabul edilen ve siyonizmi çok ciddi biçimde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit sayıp bütün ülkeleri bu ırkçı ve emperyalist ideolojiye karşı çağıran Uluslararası Barış ve Güvenliği güçlendirmeye ilişkin bildiriyi de dikkate alarak,
Siyonizm'in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğuna karar verir."

BM'nin böyle bir karar almasının sebebi tabii ki sadece üç bin yıl önce yahudilerin Filistin topraklarında yaşadıkları iddiasıyla Siyonistlerin milyonlarca insanı yurtlarından çıkarmaları, evsiz yurtsuz bırakmaları binlercesini katletmeleri değildi. Aynı zamanda toprak gaspı ve işgal yoluyla kurdukları devletin hâkimiyeti altındaki beldede yahudi olmayanları aşağılayıp yahudileri hâkim ve üstün sınıf saymalarıydı.
Ne var ki siyonistlerin bu politikalarında hiçbir değişiklik olmamasına rağmen yahudilerin İspanya'dan sürgünlerinin 500. yılı münasebetiyle kurulan 500. Yıl Vakfı'nın lobi faaliyetleriyle ve eski ABD Başkanı George Bush (Baba Bush)'un özel gayretleriyle 1992'de ilga edilmiştir.
Atalarının üç bin yıl önce Mısır'dan göç ederek Filistin'e bir süreliğine yerleştikleri iddiasıyla bu topraklardaki varlığı beş bin yıl öncesine dayanan bir halkı yurtlarından çıkarmalarında siyonistlere destek veren Amerikalı politikacılar kendilerinin oradaki varlıklarının sadece beş yüz yıl öncesine dayandığını da unutuyorlar.
Bugün insanlık siyonist ırkçılığın vahşi yüzüyle karşı karşıya olmaktan dolayı sınavdadır. Bu sınavın en önemli yanını ise Avrupa'da zulme ve haksızlığa uğratılan yahudilere yer açılması için milyonlarca Filistinlinin evlerinden çıkarılması, topraklarının gasp edilmesi, binlercesinin katledilmesi, işkenceye maruz bırakılması oluşturuyor. Batı kendi zulmünün üstünü örtmek ve Avrupa'da dışlanan yahudilere yer açmak için Siyonistlere bu vahşi zulümlerinde sınırsız destek vermiştir ve vermeye devam ediyor. Yahudilere kendisinin yaptığı haksızlığın üstünü örtmek için onların Filistin halkına zulmetmesine göz yumduğu gibi Filistin toprakları üzerinde varlıklarını sürdürmeleri, asıl yurtlarına dönmeye kalkışmamaları için politik oyunlarına yardımcı oluyor.
İslâm âlemi de Siyonist saldırganlığın hedefi olan Filistin halkını yalnız bırakma kabahatini işlemiştir. Üstelik bu kabahatinin üstünü örtmek için Siyonistlerin, Filistinlilerin topraklarını sattıkları ve belayı kendi elleriyle satın aldıkları iddiasını çok çabuk kabul etmiştir. Oysa Filistin halkı tüm İslâm âlemi adına Mescidi Aksa'ya, Kudüs'e sahip çıkabilmek için büyük fedakârlıklarda bulunmuş, çok büyük zorluklara katlanmıştır ve katlanmaya devam ediyor.
Sultan II. Abdülhamid'in, siyonizmle işbirliği içine girdiği bilinen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin darbesiyle saltanatını kaybetme pahasına da olsa başarıyla verdiği sınavda ne yazık ki ümmetin bütünlüğünü temsil eden çatının yıkılmasından sonra ortaya çıkan ulus devletler sınıfta kalmışlardır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...