YÛSUF ALEYHİSSELÂM
Mısır ahâlisine gönderilen peygamber. İsrâiloğullarından (Ya’kûb aleyhisselâmın neslinden) gelen ilk peygamberdir. Yüzünün ve ahlâkının güzelliği ile meşhûrdur. Babası, Hazret-i İbrâhim'in oğlu İshak'ın (aleyhisselâm) oğlu olan Ya’kûb'dur (aleyhisselâm). Babası Ya’kûb'un (aleyhisselâm), kendisini çok sevmesi, kardeşlerinin Yûsuf'u (aleyhisselâm) kıskanmasına sebep oldu. Onu götürüp kuyuya attılar. Daha sonra bir Mısır kervanına köle diye sattılar. Sonra da, Mısır Azîzi'ne yâni mâliye nâzırına satıldı. Nâzırın hanımı Züleyhâ'nın yüzünden zindana düştü. Uzun zaman zindanda kaldıktan sonra Mısır'a mâliye nâzırı oldu. Babasını ve kardeşlerini Mısır'a getirdi. Orada, yıllarca berâber yaşadılar. Babası vefât etti. Kardeşleri orada yerleştiler. Yûsuf (aleyhisselâm) da orada vefât etti.
Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssası, başına gelen hâdiseler geniş olarak bildirilmiş; Yûsuf sûresi ile En’âm ve Gâfir (Mü’min) sûrelerinde ondan bahsedilmiştir.
Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, birçok ibretleri, hikmetleri, incelikleri; âlimlerin, devlet adamlarının ve onların emirlerinde olanların hâllerini; kadınların erkeklere hîlelerini, düşmanın eziyetine sabretmeyi gücü yettiği hâlde düşmanından intikâm almamayı; iffet, tevhîd, rüyâ tâbiri, idârecilik, iktisâdî tedbirlerle alâkalı dünyâ ve âhırete dâir pek çok faydaları ihtivâ etmektedir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, târih kitaplarında ve başka eserlerde de yer verilmiştir. Ancak, Kur'ân-ı kerîmde, eşsiz bir ifâde; benzeri olmayan bir fesâhat ve belâgatla anlatılmıştır. Böylece başka kitapların anlatışları, Kur'ân-ı kerîmin yüksek fesâhat ve belâgatı yanında pek sönük kalmıştır. Bu yüzden Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssasının anlatıldığı Yûsuf sûresine, bizzât Allahü teâlâtarafından; meâlen; “(Ey Habîbim!) Bu sûre-i celileyi sana vahyetmemizle ahsen-ül-kasası (kıssaların en güzelini) anlatacağız. (Yûsuf'un kıssasını biz sana en güzel bir şekilde beyân ettik).Halbuki, sen daha önce bundan (Yûsuf aleyhisselâmın kıssasından) aslâ haberdâr değildin” (Yûsuf sûresi: 3) buyrulmuştur. Bir kısım âlimler de muhib ile mahbûbdan (seven Hazret-i Ya’kûb ve sevilen Hazret-i Yûsuf'tan) bahsedildiği için; “Ahsen-ül-kasas” buyrulduğunu söylemişlerdir.
Hâlid bin Ma'den (rahmetullahi aleyh); “Cennet ehli, Cennet’te Yûsuf ve Meryem sûrelerini birbirine anlatmak sûretiyle neşelenirler” buyurdu. İbn-i Atâ da (rahmetullahi aleyh); “Yûsuf sûresini dinleyen üzüntülü bir kimse, rahatlar” buyurdu.
Bu sûre-i celîlede, Yûsuf aleyhisselâmın başına gelenler ile kavuştuğu ihsânlardan bahsedilir. Hasedin, noksanlık ve Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalmaya; sabrın ise, sıkıntı ve gamlardan kurtulmaya sebep olduğu; Ya’kûb'un (aleyhisselâm) sabrettiği için maksûduna kavuştuğu, Yûsuf aleyhisselâmın sabredenlerden olduğu anlatılmaktadır.
Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem), suâl sorarak sıkıntı vermek, O'nu (sallallahü aleyhi ve sellem) zor durumda bırakmak için, Medîne yahudilerine adam gönderip, çeşitli suâller öğrendiler. Bu suâllerden biri de; “Ya’kûb aleyhisselâmın evlâdı ve âilesi neden Mısır'a göç etmiştir? Yûsuf'un (aleyhisselâm) kıssası nedir?” şeklindeki sözlerdi. Mekkelilerin bu soruları üzerine Allahü teâlâ, Yûsuf sûresini inzâl buyurdu. Böylelikle, Yûsuf aleyhisselâm hakkında en doğru ve en güzel bilgileri müslümanlar öğrenmiş oldular.
Ayrıca, bu sûrenin gelmesi ile, Yûsuf aleyhisselâmı kardeşlerinin çekemeyip hased ettikleri, ezâ ve cefâda bulundukları, Yûsuf'un (aleyhisselâm) bütün bu sıkıntılara sabrettiği, buna karşılık Allahü teâlânın ona ikrâm ve ihsânda bulunduğu bildirilmektedir. Böylece Yûsuf (aleyhisselâm) da çok sıkıntılar çektiği anlatılarak, kavminin verdiği sıkıntı ve eziyetlere karşı Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmektedir.
Ya’kûb aleyhisselâm dayısının kızları ile ayrı ayrı zamanlarda evlenmiş, birinden; Robîl, Şem’ûn, Lâvî, Yehûda, Îsâhâr, Zablûn adlarında altı, diğerinden Yûsuf ve Bünyamin adlarında iki oğlu dünyâya gelmiştir. Dân, Neftâli, Câd ve Âşir adlarındaki dört oğlu da iki câriyesinden dünyâya gelmişti. Bunlardan Yûsuf (aleyhisselâm) ile kardeşi Bünyamin, Hazret-i Ya’kûb'un en küçük oğulları idi. Anneleri de Ya’kûb'un (aleyhisselâm) dayısının kızı olan Râhil idi.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf (aleyhisselâm) doğunca, alnındaki nübüvvet nûrunu görmüş, bu yüzden ona diğer oğullarından daha fazla ihtimâm gösterir olmuştu. Bilhassa annesi Râhil'in, Bünyamin'in doğumundan sonra vefâtı ve Yûsuf ile kardeşinin öksüz kalması, babalarının onlara karşı olan ilgisini daha da arttırdı. Diğer kardeşler, onları kıskanmaya başladı. Babası, Yûsuf'u (aleyhisselâm), küçük olduğu için, halasının yanına bıraktı. Ama ayrılığına dayanamadı. Bir müddet sonra geri istedi. Bu defâ da halası Yûsuf'tan ayrılamıyor, onun güzelliklerinden, bereketlerinden uzakta kalmak istemiyordu. Bir rivâyette, Yûsuf'tan ayrılmaya bir türlü râzı olmayan halası, dedesi İbrâhim aleyhisselâmdan kalan kemeri veya kuşağı, Yûsuf'un uyuduğu sırada gömleğinin içine bağladı. Bu işi, ağabeyi Ya’kûb aleyhisselâm gelmeden önce yapmıştı. Ya’kûb aleyhisselâm gelip, çocuğu götüreceği sırada kızkardeşini çok üzgün gördü. Sebebini sorunca, İbrâhim aleyhisselâmdan kalan kuşağın kayıp olduğunu söyledi. Berâberce her tarafı aradılar. Hiç bir yerde bulamayınca, Ya’kûb aleyhisselâmın ısrârı üzerine kızkardeşi, Yûsuf'un (aleyhisselâm) üzerini de aradı. Kuşağı orada buldu. İbrâhim aleyhisselâmın dînînin hükümlerine göre, bir şeyi çalan yakalanınca, mal sâhibine belirli bir süre hizmet ederdi. Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşinin Yûsuf'u bu kadar çok sevmesi ve böyle bir hîleye başvurması üzerine, onu bir müddet daha halasının yanında bıraktı. Kız kardeşinin vefâtından sonra kendi yanına alıp bir an bile ayrı kalamaz oldu. Yûsuf aleyhisselâm Allahü teâlânın lütfuyle gittikçe güzelleşiyor, ahlâk ve yüz güzelliği ile insanların sevgisini cezbediyordu. Çünkü onda Allahü teâlânın verdiği ayrı bir güzellik vardı ve gerçekten çok güzeldi. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mîrâç gecesi semâya götürüldüğünde Yûsuf'u (aleyhisselâm) gördü. Cebrâil'e (aleyhisselâm); “Bu kimdir?” diye sordu. Cebrâil aleyhisselâm; “Yûsuf'tur (aleyhisselâm)” dedi. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Onu nasıl gördün?” diye suâl ettiler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ondördüncü gecedeki ay gibi”buyurdular.
Yûsuf (aleyhisselâm), oniki yaşlarında iken bir rüyâ gördü. Rüyâsında; onbir yıldız ile birlikte, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini gördü. Rivâyete göre, Yûsuf (aleyhisselâm), bir Cumâ gecesi, babasının yanında yatıyordu. Ansızın, heyecanla uyandı. Babası Ya’kûb aleyhisselâm; “Ne oldu, bir şey mi var?” diye sorunca, şöyle anlattı: “Yüksek bir dağın tepesinde imişim. Etrâfta ırmaklar, yeşil ağaçlar vardı. Bu sırada gökten, onbir yıldız, güneş ve ay gelip bana secde ettiler” dedi.
Nitekim âyet-i kerîmede bu durum meâlen şöyle haber verildi:
“(Habîbim!) Yûsuf'un, babasına (Ya’kûb'a); Ey babacığım! Rüyâmda onbir yıldız, güneş ve ayı bana secde eder gördüm dediği vakti hatırla!” (Yûsuf sûresi: 4) Yûsuf'un (aleyhisselâm) anlattıklarını dinleyen Ya’kûb aleyhisselâm, onbir yıldızın Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşleri, güneşin kendisi ve ayın da zevcesi olduğu şeklinde tâbir etti. Ya’kûb aleyhisselâm, ilerde diğer oğullarının Yûsuf'a itâat edeceklerini, hattâ Yûsuf'un kendisini bile geçeceğini anladı. Rüyâ tâbirinde mâhir olan evlâtlarının, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâsını duydukları takdirde onu kıskanacaklarını, hattâ şeytanın vesvesesi ile ona bir kötülük bile yapmaya kalkışacaklarını düşündü. Yûsuf'a (aleyhisselâm) tenbih edip, rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını söyledi. Sonra; gelecekte, kendisine itâat olunacağını, Allahü teâlânın, ona peygamberlik vereceğini, rüyâ tâbirini öğreteceğini, nîmetini ona tamamlayacağını bildirdi.
Âyet-i kerîmede bu husûs meâlen şöyle bildirildi: “(Ya’kûb, oğlu Yûsuf'a); Ey oğulcuğum! Sakın rüyânı kardeşlerine anlatma! Sonra (şeytanın vesvesesi ile helâkin için) sana kötülük yapıp, tuzak kurarlar. Muhakkak ki şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (Yûsuf sûresi: 5)
Çünkü, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri rüyânın tâbirini (yorumunu) iyi bilirlerdi. Bu sebeple Ya’kûb aleyhisselâm onların Yûsuf'u hased etmelerinden korktuğu için hased ederler dedi. Bir baba evlâdının hayırlı olmasını ister fakat, kardeş kardeşin kendinden hayırlı ve daha iyi olmasını istemez. Yûsuf aleyhisselâm gördüğü rüyâyı kardeşlerine anlatsaydı, bu onların hoşuna gitmeyecekti. Çünkü rüyânın insan üzerinde te’siri vardır. Bir çok insanın gördüğü rüyâ, gam ve kedere sebep olur. Hattâ bu yüzden hasta olanlar bile vardır. Nitekim Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır; “Rüyây-ı sâlihadan (salih, iyi rüyâdan) kalb sevinir. Bu rüyâ Allahü teâlâdandır. Kötü rüyâ hulmdür, hayâldir, kalb onu istemez. Böyle rüyâ şeytandandır. Biriniz, hoşuna giden bir rüyâ görürse, onu sevdiği kimseye anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüyâ görürse, onu kimseye anlatmasın. Sol tarafına üç defâ tükürsün. Şeytandan ve gördüğü rüyânın şerrinden, kötülüğünden Allahü teâlâya sığınsın. Böyle yaparsa, o rüyâ ona zarar vermez.”
İster uyanık, ister uyku hâlinde olsun, insanın kalbine gelen şeyleri yaratan Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfte; “Hulm şeytandandır” buyrulması, mecazdır. Hakikatte, şeytanın yaptığı bir şey yoktur. Hadîs-i şerîfte; “Hoşa giden rüyâlar Allah'tandır” buyrulması, görülen rüyânın şerefini ve kıymetini bildirmek içindir. Hoşa gitmeyen rüyâların şeytana nispet edilmesi ise, onun, böyle olmadığını bildirmektedir. Fakat, her iki rüyâyı yaratan, irâde ve tedbir eden Allahü teâlâdır.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadis-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sizden biriniz, hoşuna gitmeyen bir rüyâ gördüğünde, kalksın, namaz kılsın” buyurdu.
Âlimlerimiz buyurdular ki: “Namaz kılmak, hoşa gitmeyen rüyâ görüldüğü zaman, görenin yapması lâzım gelen husûsların hepsini içine alır. Çünkü, namaz kılmak için ayağa kalkıldığı zaman, önceki bulunduğu taraftan dönmüş olur. Ağzına su alıp dökünce, tükürmüş olur. Duânın kabûl vakitlerinden olan seher vaktinde namaz kılmaya kalktığı vakit, gördüğü rüyânın şerrinden Allahü teâlâya sığınmış ve yalvarmış olur.”
Hadîs-i şerîfte, hoşa gitmeyen rüyâlara karşı tavsiye edilen, “E'ûzü okumak ve sol tarafa üç defâ tükürmek” o rüyânın şerrinden korunmaya sebep kılınmıştır. Nitekim, sadaka da mal ve can gibi şeyleri zarardan ve belâdan korumaya sebep kılınmıştır.
“Kurtubî Tefsîri”nde yukarda meâli verilen Yûsuf sûresi 5. âyet-i kerîmesi tefsîr edilirken şöyle buyrulmaktadır: Bu âyet-i kerîme, rüyâyı, şefkâtli ve kendisine nasîhat edenden başkasına, rüyâyı güzel tevil edemeyen kimselere anlatmamak lâzım geldiğini göstermektedir. Nitekim Tirmizî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Rüyâ, sâhibi onu anlatmadığı müddetçe, bir kuşun ayağına bağlıdır. Rüyâyı anlatırsa, düşer. Rüyâyı sâdece akıllı veya (kendisini) seven veya nasîhatçi kimseye anlatın!” buyrulmuştur.
Yine bu âyet-i kerîme, müslümanın, din kardeşini, ona zarar vereceğinden korktuğu kimselerden sakındırmasının mubâh olduğuna, bunun gıybet olmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşlerinin hîle yapmalarından korktuğu için Yûsuf'u (aleyhisselâm) rüyâsını onlara anlatmaktan men etti.
Ayrıca bu âyet-i kerîme, nîmeti hased etmesinden ve bu sebeple hîle yapmasından korkulan kimsenin yanında, nîmeti açıklamamanın, göstermemenin câiz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîflerinde; “İhtiyaçlarınızın giderilmesine, onları gizlemekle yardım isteyiniz. Çünkü, her nîmet sâhibi hased olunur.” buyurmuşlardır.
Yine bu âyet-i kerîme, Ya’kûb aleyhisselâmın rüyâyı nasıl tâbir ettiğini açıkça göstermektedir. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâm, rüyâyı tevil ederek, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine gâlip geleceğini bildi. Fakat, içinde, Yûsuf aleyhisselâmın bu hâlini istememe durumu aslâ hâsıl olmadı. Çünkü insan, evlâdının kendisinden daha iyi olmasını ister. Ya’kûb aleyhisselâm, kardeşlerinin Yûsuf aleyhisselâmı kıskandıklarını ve ona buğzettiklerini biliyordu. Bu sebeple, zarar vermek için ona hîle yapmalarından korktu ve rüyâsını onlara anlatmamasını söyledi.
Buharî'nin Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Nübüvvetten, mübeşşirâttan, başkası kalmadı” buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Mübeşşirat nedir?” diye suâl edince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “O, rüyây-ı sâdıkadır” buyurdular. Bu hadîs-i şerîf, zâhiri ile rüyânın, mutlak olarak, her zaman müjde olduğuna delâlet ediyorsa da, böyle değildir. Çünkü, rüyây-ı sâdıka ile bâzan, Allahü teâlâ tarafından korku verilir. Bu rüyâyı gören kimsede sevinç hâsıl olmaz. Allahü teâlânın mü’mine böyle rüyâ göstermesi, başına gelecek belâ ve musîbete, vukuundan önce, hazırlanması için, mü’mine merhametindendir. Böyle bir rüyânın te’vilini kişi kendisi bilmezse, bilen birisine sorar. İmâm-ı Şafiî hazretleri, Mısır'da bulunuyordu. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in başına gelecek belâ ve musîbetlere dâir, bir rüyâ gördü. Hazırlıklı olması için, ona bunu mektupla bildirdi.
Sonra, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâma meâlen şöyle dedi; “Rabbin, seni (bu rüyâda olduğu gibi, kardeşlerine üstünlüğün ile seçtiği gibi, peygamberlik ve pâdişahlık ile de)seçecek.” (Yûsuf sûresi: 6)
Allahü teâlânın bir kulunu seçmesi, husûsi olarak ona ilâhî feyzler vermesidir. Bu ilâhi feyzden, kulun hiç bir te’siri olmadan yüksek hâller meydana gelir. Bunlar, peygamberler (aleyhimüsselâm), sıddîklar, şehidler ve sâlihlerden bâzısına mahsustur.
Aynı âyet-i kerîmede Ya’kûb aleyhisselâmın sözlerinin nakline devam edilerek meâlen; “Sana, (insanların gördükleri) rüyâları tâbir ilmini öğretecek” dediği bildirildi. Bâzı müfessirler de şöyle açıklamışlardır: “İlimden murâdın, kâinatın yaratıcısı olan Allahü teâlânın kudretine, hikmetine ve yüceliğine delâlet eden mahlûkâtın ilminin Yûsuf aleyhisselâma öğretilmesidir.”
Ya’kûb aleyhisselâm bu rüyânın tâbiri ile Yûsuf aleyhisselâmın ileride iki zindan arkadaşının ve Mısır sultânının rüyâlarını tâbir edeceğine, bu tâbirinden sonra Mısır'a sultân olacağına işâret etmiştir. Ya’kûb aleyhisselâm bunu, nübüvvet nûru ile tâbir etmiştir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de güzel rüyâ tâbir ederdi. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) da rüyâ tâbirinde mâhir idi. İbn-i Sîrîn ve Sa'îd bin Müseyyib gibi Tabiînden bâzı zâtlar da rüyâ tâbirinde pek derinleşmişlerdi.
İbn-i Sîrîn (rahmetullahi aleyh), rüyâyı; hadis-i nefs, (nefsânî söz), tahvîf-i şeytan (şeytan korkutması), tebşîr-i Rahmân (Rahmân'ın müjdesi) olmak üzere üçe ayırırdı. Bir kimse rüyâda gördüğü hoş olmayan bâzı şeyleri İbn-i Sîrîn'e (rahmetullahi aleyh) anlatıp, tâbirini ve kendisine zararı dokunup dokunmayacağını sorunca, ona şu cevâbı verdi: “Uyanık iken, Allahü teâlânın emirlerini yapmakta titiz ve takvâ sâhibi ol. Böyle olursan uykuda gördüğün kötü rüyâların sana zararı dokunmaz.” Biri; “Rüyâmda, elimdeki bir mühür ile erkeklerin ve kadınların ağızlarını mühürlediğimi gördüm. Acabâ bu nedir?” diye sorunca; "Sen Ramazân ayında müezzinlik yaptın ve imsak vakti sabah ezânı okudun mu?” deyince, adam; “Evet, doğru söylüyorsun. Öyledir” dedi ve İbn-i Sîrîn, rüyâsının tâbirini yaptı. Yine birisi; “Rüyâmda zeytinyağını zeytinlerin üzerine döktüğümü gördüm. Acabâ bu nedir?” diye sorunca; “Zeytinyağı zeytinden olmadır, aslına gidiyor. Sen câriyelerini araştır. Belki de bunlardan biri, genç yaşta esir edilen bir yakının olabilir” cevâbını verdi. Adam, araştırınca hakîkaten câriyelerinden birinin yakını olduğunu anladı. Yine bir başkası; “Rüyâmda incileri domuzların boynuna astığımı gördüm. Acabâ bu nedir?” deyince; “Sen ehli olmayanlara hikmet öğretiyorsundur” cevâbını verdi. Adam, talebelerini araştırınca, öyle olduklarını tespit etti. Yine bir adam gelip; “Ben rüyâda bir kuşun mescidden güzel bir taş alıp, gittiğini gördüm” deyince; “O hâlde Hasen-i Basrî vefât etti” buyurdu. Hakikaten çok sevdiği Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) vefât etmişti. İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) rüyâda, güyâ, Peygamber efendimizin mübârek kabrini açıp, mübârek kemiklerini göğsünden topladığını gördü. Bu rüyâdan korkup İbn-i Sîrîn'e (rahmetullahi aleyh) gitti ve kendisini tanıtmadan rüyâsını anlattı. Rüyânın anlatılmasından sonra İbn-i Sîrîn; “Bu rüyâ senin değil, Ebû Hanîfe'nindir. Böyle rüyâyı ancak o görebilir” buyurdu. Ebû Hanîfe kendini tanıttı. İbn-i Sîrîn; “Sırtınızı açın göreyim” dedi. İmâm-ı âzam sırtını açınca, iki omuzu arasında bir ben olduğunu gördü. Bunun üzerine; “Sen o kimsesin ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) senin hakkında; “Ümmetimden bir kimse gelir. İki omuzu arasında bir ben bulunur. Allahü teâlâ benim dînîmi, onun eli ile diriltir” buyurmuştur” dedi. Sonra; “Bu rüyâdan korkma! Muhakkak ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ilmin şehridir. Sen de ona kavuşursun” buyurdu. Gerçekten de öyle oldu. İmâm-ı âzam, Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinin en büyüğünün kurucusudur. Bugün müslümanların büyük çoğunluğu, Hanefî mezhebindedir.
“Sana, (insanların gördükleri) rüyâları, tâbir ilmini öğretecek” meâlindeki âyet-i kerîmeyi, bâzı İslâm âlimleri; “Sana, daha önce indirilen kitapları, peygamberlerin aleyhimüsselâm sünnetlerini, hikmet sâhibi olanların sözlerini ve tevhîdin delillerini öğretir” şeklinde açıklamışlar ve; “Bu âyet-i kerîmede, Yûsuf'un (aleyhisselâm) peygamberliğine işâret vardır” buyurmuşlardır. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Daha önce ataların İbrâhim (aleyhisselâm) ve İshak'a (aleyhisselâm) nîmetlerini (peygamberlik vermek sûretiyle) tamamladığı gibi, sana ve Ya’kûb'un (aleyhisselâm) soyuna da nîmetlerini (peygamberlik ile) tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin bu nîmetlere müstehak olanları bilir. Lâzım olan işlerde hikmetini icra eder” buyrulmuştur. (Yûsuf sûresi: 6)
Ya’kûb aleyhisselâm bu rüyâyı üç şeyle tâbir etti. 1-Yûsuf aleyhisselâma peygamberlik verileceği, 2-Rüyâ tâbiri ilminin öğretileceği, 3-Allahü teâlânın, onun üzerindeki nîmetlerini tamamlayacağı...
Bu rüyâ hâdisesinden sonra, Ya’kûb'un (aleyhisselâm) Hazret-i Yûsuf'a karşı olan muhabbeti daha da arttı. Elinde olmadan ona ve dolayısıyla Hazret-i Yûsuf'la anneleri aynı olan kardeşi Bünyamin'e daha çok ilgi göstermeye başladı. Ya’kûb'un (aleyhisselâm) diğer oğulları, babalarının Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşine olan bu sevgisini görüp, kıskanıyorlardı. “Onlar daha küçükler, bir faydaları, iş yapabilecek durumları yok. Halbuki biz, güçlü kuvvetli kimseleriz. Geçim işlerini biz görüyoruz. Babamıza daha faydalıyız. Buna rağmen babamız, onu bizden fazla seviyor” diyorlardı. Bu sebeple, Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan sevgisini kendileri açısından hatâlı buluyorlardı. Fakat, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmı elinde olmayarak ister istemez kalben seviyordu. Tabiî ki, bütün bunlarda ve Yûsuf aleyhisselâmın başına gelecek diğer hâllerde, Allahü teâlânın nice hikmetleri gizlidir. Geçmişi ve geleceği ancak her şeyi yoktan var eden Allahü teâlâ bilir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşlerinin kıssasında, ondan suâl edenler (ve başkaları için) Allahü teâlânın kudret ve hikmetine (veya Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğine) deliller vardır” buyrulmuştur. (Yûsuf sûresi: 7)
Yûsuf aleyhisselâmın kıssasında, onu soranlar ve onun kıssasını bilenler için, Allahü teâlânın kudretine ve hikmetine deliller vardır. Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşlerinin kıssalarında, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûsuf kıssasını soran yahudiler için de, Peygamber efendimizin peygamberliğine deliller vardır. Çünkü, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç bir kitabdan okumadığı, hiç bir kimseden dinlemediği hâlde, Yûsuf aleyhisselâmın kıssasını doğru olarak onlara haber verdi. Ayrıca bu kıssada Hazret-i Yûsuf'a haksızlık yapanların âkıbetleri, rüyâsının ve yaptığı rüyâ tâbirlerinin doğruluğu, mahzûn olduktan sonra sevindiği ve daha başka husûslar da bildirilmiştir.
Ayrı bir husûs da, Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, küçük kardeşlerini hased ettiler. Bu husûsta ellerinden geleni yaptılar. Ancak Allahü teâlâ, Yûsuf'u (aleyhisselâm) korudu. Mısır'a sultân yaptı. Kendisini hased eden kardeşlerine de âmir kıldı. İşte ibret alınacak husûslardan birisi de budur ki, Allahü teâlânın kudretini ve hikmetini göstermektedir.
İbn-i Atiyye; “Âyet-i kerîmede; “Soranlara” buyrulması, böyle haberleri öğrenmeye teşvik olup, insanların bu kıssaları (arayıp) sorması lâzım geldiğini bildirmek içindir. Çünkü bu kıssalarda ibretler ve nasîhatler vardır” buyurmuştur.
“Hani kardeşleri bir araya gelip şöyle demişlerdi: Yûsuf ve (ana-bir) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki, biz (birbirimizi destekleyen, kuvvetli) bir cemâatiz. (Biz on tane oğluyuz. Hiç birimize onlar kadar îtibâr ve himmet etmez.) Babamız (onları bizim üzerimize tercih etmekle) açık bir yanlışlık içindedir.” (Yûsuf sûresi: 8)
Aslında, Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf (aleyhisselâm) ile kardeşini sevmekte, ikisini diğer kardeşlerine tercih etmedi. Bilindiği gibi, kalb bir kimseyi sevince, onun sevgisini kişinin kalbinden atması, kendi elinde olan bir şey değildir. Allahü teâlâ, Ya’kûb'u (aleyhisselâm) Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşine böyle bir sevgiyle bağlamıştı. Ayrıca Yûsuf ve kardeşinin anneleri, daha onlar çocuk iken öldüğü için onlara sevgi ve şefkât göstermişti. Bir de Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'ta (aleyhisselâm), diğer oğullarında görmediği rüşd ve asâleti görmüştü. Sevgisinin bir sebebi de bu idi. Buna ilâveten Yûsuf (aleyhisselâm), babasının rızâsını celbedici güzel hizmetler yapıyordu.
Yûsuf (aleyhisselâm) rüyâsını babasına anlattıktan bir müddet sonra, kardeşleri de bu işten haberdâr oldular. (Nasıl haberdâr olduklarına dâir kesin bir bilgi yoktur). Babaları kadar olmasa da, rüyâ tâbirinde bir hayli bilgilere sâhip olan Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, babalarının tahmin ettiği gibi, rüyâyı duyunca, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendilerinden üstün olacağını anladılar. Şeytanın da vesvesesiyle Yûsuf'u (aleyhisselâm) kıskandılar. Zâten öteden beri babalarının ona gösterdiği sevgi ve verdiği kıymet, onları yakıp bitiriyor, babalarının sevgisini, Yûsuf'un üzerinden alıp, kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Bunda başarılı olamadıkları gibi, birde üstüne rüyâ mes’elesi eklenince, hased ve kıskançlıkları had safhaya ulaştı. Toplanıp aralarında konuştular. Yûsuf'u babalarından uzaklaştırmaya karar verdiler. Bunun, için de iki yol düşündüler. “Yâ öldürürüz, veya onu babamıza ulaşamayacağı çok uzak bir yere bırakırız. Burada onu yırtıcı hayvanlar yer veya ölür” dediler. Böyle yaparak Yûsuf'u uzaklaştırmakla, babalarının sevgisini kendilerine çekeceklerini zannediyorlardı.
Ancak yaptıkları işin büyük günâh olduğunu bilmiyor da değillerdi. Fakat onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan kurtulduktan sonra, Allahü teâlâya tevbe edip, güzel ameller işleyerek sâlihlerden olmakla, günâhlarını affettirmeyi düşünüyorlardı. Ayrıca babalarına da güzel hizmetlerde bulunacaklar, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yokluğunda, onun sevgisini kendi üzerlerine çekeceklerdi. Ayet-i kerîmede onların bu hâli, meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “(İçlerinden biri dedi ki): “Yûsuf'u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki, babanızın teveccüh ve iltifâtı yalnız size olsun. Bundan (Yûsuf'u öldürdükten veya uzak bir yere bıraktıktan) sonra da (işlediğiniz bir cinayetten dolayı Allahü teâlâya tevbe eder, babanıza güzel muâmelede bulunarak) sâlihlerden bir topluluk olasınız.” Onlardan birisi (Yehûda veya Robîl) dedi ki: “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yûsuf'u öldürmeyin. (Zirâ o büyük günâhtır.) Onu bir kuyunun dibine bırakın ki, (oraya uğrayanlardan) yolculardan biri çıkarıp başka bir yere götüre... (Münasibi budur.)” (Yûsuf sûresi: 9-10)
Onların hepsi, Yûsuf aleyhisselâmı kuyuya atmakta ittifâk ettiler. Atmaya kararlaştırdıkları kuyu, bilinen bir kuyu idi. Ona gidip-gelen çok olurdu. Kuyuya uğrayan yolcuların onu çıkarıp götüreceklerini, dolayısıyla kuyuya attıklarında, hemen ölmeyeceğini, oradan kurtulacağını kuvvetle umuyorlardı. Tabiîn'den Katâde (rahmetullahi aleyh), bu kuyunun Kudüs'te bir kuyu olduğunu söylemiş, Tebe-i Tabiîn'den Mukâtil (rahmetullahi aleyh) ise, Ürdün'de, Ya’kûb aleyhisselâmın evine üç fersah (yaklaşık 17 km.) mesâfede olduğunu zikretmiştir. İşte, gelip-geçen bir kâfilenin onu alıp götürmesi için oraya attılar. Onların maksatları da, zâten onu, babalarından uzaklaştırmaktı. Kuyuya atmakla hem bu maksatları hâsıl olacak, hem de onu öldürmek günâhından kurtulacaklardı. Müfessirler; bu sözü söyleyenin, bu işe aslâ râzı olmadığını, ancak kardeşleri vaz geçmeyeceği için, açıkça bu işi yapmayın demedi. “Onu öldürmeyin. Zirâ bu büyük bir günâhtır. Onu uzak bir yere bırakın. Maksadınız onun babanızdan uzaklaşması ise, bu, bu şekilde de tahakkuk etmektedir” dedi. “Eğer benim sözümü tutarsanız” demesi bunu göstermektedir buyurmaktadırlar.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları bu kararı verdikten sonra, Yûsuf aleyhisselâmı babasından istemek işini Yehûda'ya havâle ettiler. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm oğulları içinde ençok Yehûda'nın sözüne îtibâr ederdi. Ancak Yehûda, Yûsuf'un öldürülmesine râzı değildi. Kardeşlerinin ona bir kötülük yapmalarından korktu.. Onlardan, öldürmeyip kuyuya atacaklarına dâir kesin söz aldı. Hep birlikte Ya’kûb aleyhisselâmın huzûruna vardılar. Ondan, Yûsuf'la berâber kırlara gitmek için izin istediler.
Onlar, babalarının, Yûsuf aleyhisselâmı kendilerine emânet etmeyeceğini hissediyorlardı. Çünkü, Ya’kûb aleyhisselâmın, onların Yûsuf'a (aleyhisselâm) hased ettiklerini öteden beri bildiğinin farkındaydılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, yanlarında götürebilmek için hîleye başvurdular. Babalarının yanına Yûsuf'u (aleyhisselâm) çok sevdiklerini, ona karşı şefkâtli ve merhametli olduklarını gösteren tavırlarla vardılar. Babalarını iknâ edip, Yûsuf'u elinden almanın yollarını aradılar. Ona diller döktüler. Her zaman yaptıkları gibi, ertesi gün de koyunlarını otlatmak için kıra giderek, çayır ve çimenler üzerinde istirâhat edip, koşu ve ok atma yarışı yapacaklarını ve yanlarında Yûsuf'u da götürmek istediklerini söylediler. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, meâlen, babalarına; “Ey babamız! Sen Yûsuf'u bize (emanet husûsunda) niye inanmıyorsun? (Onun hakkında bizden niçin korkuyorsun?) Halbuki biz ona karşı şefkâtliyiz ve onun hayrını (iyilik ve faydasını) istiyoruz dediler. Yarın onu bizimle kıra gönder, bizimle (meyve) yesin, (ok atmak ve koşmak sûretiyle) oynasın. Biz onu zarardan muhâfaza ederiz dediler.” (Yûsuf sûresi: 11-12)
Ya’kûb aleyhisselâm, rüyâsında on tâne kurdun Yûsuf'a (aleyhisselâm) hücûm edip, öldürmeye kastettiklerini görmüştü. O kurtlardan biri onu himâye etmiş, bu sırada yer yarılarak Yûsuf aleyhisselâm oraya girmiş, üç gün sonra tekrar ortaya çıkmıştı. Ya’kûb aleyhisselâm, bu rüyâdan sonra kardeşlerinin Yûsuf'a bir şey yapmalarından korkar olmuştu. Âyet-i kerîmede oğullarına meâlen şöyle dediği bildirilmektedir: “(Babaları onlara); Onu götürmeniz beni mahzûn eder. Siz ondan habersiz iken onu kurt (gelip) yemesinden korkarım dedi. (Bunun üzerine oğulları); Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse, âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz dediler.” (Yûsuf sûresi: 13-14)
Ya’kûb aleyhisselâm; “Onu kurt yemesinden korkarım” sözü ile oğullarına ipucu verdi. Yûsuf'un başına getirdikleri işlerinden dönüşlerinde, babalarına verecekleri cevâbı onun ağzından aldılar. Çünkü onlar, o zamana kadar, kurdun insanı yiyebileceğini bilmiyorlardı. Âlimlerimiz buradan kişinin hasmına hüccet, ipucu telkin etmesinin uygun olmadığını anlamışlardır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır” buyruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “İnsanlara hüccet telkin etmeyiniz (ipucu vermeyiniz), sonra yalan söylerler” buyruldu.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u (aleyhisselâm) vermemek için oğullarına iki şeyi mâzeret olarak gösterdi. Birinci olarak, ondan ayrılmanın kendisini mahzûn edeceğini, hattâ onun ayrılığına tahammül edemeyeceğini söyledi. İkinci olarak, aralarında yarış yaparken unutup, lâzım gelen ihtimamı, gösteremeyerek onu kurda yedirmelerinden korktuğunu söylemesi idi. Babalarının bu sözlerine karşı oğulları, ondan ayrılığının fazla sürmeyeceğini, kısa bir müddet sonra döneceklerini hissettirdiler. Bu sebeple, babalarının; “Onu götürmeniz beni mahzûn eder” sözü üzerinde durmadılar. Yûsuf aleyhisselâmı berâberlerinde götürmelerine en kuvvetli mâni olan kurt yemesi mevzûuna geçtiler. Babalarını bu husûsta iknâ etmeleri lâzımdı. Bu sebeple, babalarına yemîn ederek; “Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse, âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerinin böyle bir işi yapmaya kalkışmaları bir çok günâhları ihtivâ etmektedir. Onlar, akrabâ ile alâkayı kesmek, ana-babaya karşı gelmek, günâhsız bir kimseye (Yûsuf'a) merhamet etmemek, emânete hıyânet etmek, verilen sözde durmamak, babalarına yalan söylemek gibi günâhları işlediler. Ancak Allahü teâlâ, hiç kimsenin rahmetinden ümîd kesmemesi için onların bütün bu günâhlarını affeyledi. Nitekim “Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-pütî hazretleri; “Belki, Allahü teâlânın onların bütün bu günâhlarını af ve mağfiret buyurmasının sebebi, onların babalarına (Ya’kûb aleyhisselâma) aşırı derecedeki sevgilerindendir. Onların babalarına karşı sevgileri, onun bir başkasına teveccüh ve iltifât etmesine bile tahammül edemeyecek kadar çoktu. Zâten onların böyle günâhlara düşmeleri de, babalarına karşı olan bu aşırı sevgilerinden idi” buyurdu.
Bâzı âlimler de şöyle buyurdular: “Onlar, Yûsuf aleyhisselâmı öldürmeye karar vermişlerdi. Ancak Allahü teâlâ, bu kötü işi yapmaktan onları muhâfaza eyledi. Şâyet Yûsuf aleyhisselâmı öldürselerdi, hepsi helâk olurlardı.”
Bir rivâyete göre: Ya’kûb aleyhisselâm oğullarının ısrârlarını hiç dikkate almadı. Ancak onlar, hîle yolunu yine bulmuşlardı, Yûsuf'u (aleyhisselâm), kendileri ile kıra gitmeye iknâ edip, heveslendirmişlerdi. Babalarına, onunla berâber gidip izin istediler. Yûsuf'un da (aleyhisselâm) kendileri ile berâber gelmek istediğini söylediler. Yûsuf'tan sorup da gitmek isteğini öğrenince Ya’kûb aleyhisselâm takdire râzı oldu. Çünkü Yûsuf'u (aleyhisselâm) kırmazdı. Onun arzusunu yerine getirir, gönlünü hoş ederdi. Ertesi gün elbiselerini giydirip, kardeşleri ile birlikte Yûsuf'u da (aleyhisselâm) gönderdi. Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmı alıp, gâyet izzet ve ikrâm ile kıra doğru götürdüler. Babalarından uzaklaşınca ona eziyet etmeye başladılar. “Ey yalancı rüyâ sâhibi! Hani sana secde ettiklerini söylediğin o yıldızlar! Seni, bugün bizim elimizden kurtarsın” dediler. Yehûda (veya Robîl) onu öldüreceklerinden korktu. Onlara; “Bana, onu öldürmeyeceğinize dâir söz vermiştiniz” dedi. Az sonra, atmayı kararlaştırdıkları kuyunun yanına vardılar. Bu kuyunun üst tarafı dar, altı ise genişti. Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmı kuyunun başına getirdiler. Elbiselerini soydular, ipe bağlayıp, kuyuya sarkıttılar. Kuyunun yarısına kadar varınca, ipi kestiler. Kuyuda su vardı. Yûsuf aleyhisselâm suyun içine düştü. Bu sırada Yûsuf aleyhisselâm şu duâyı okudu: “Yâ şâhiden gayre gâibin veya karîben gayre baîdin veya gâliben gayre mağlubin. İc'al lî min emrî ferecen ve mehrecâ.” (Ey gâib olmayan Şâhid! Ey uzak olmayan Karîb! Ey mağlûb olmayan Gâlib! Beni bu musîbetten kurtar. Bunun için bana bir çıkış yolu nasîb et.)
Bir rivâyete göre, bu sırada Allahü teâlâdan Cebrâil aleyhisselâma; “Kuluma yetiş ey Cebrâil!” hitâbı geldi. Cebrâil aleyhisselâm onu, suyun içindeki bir kayanın üstüne oturttu. Yûsuf aleyhisselâma duâ etmesini, Allahü teâlâya yalvarmasını, Allahü teâlânın yapılan duâları kabûl edeceğini söyledi. Şöyle duâ etmesini bildirdi: “Allahümme yâ kâşife külli kürbetin veya mucîbe külli dâvetin, veya câbire külli kesîrin veya müyessire külli asîrin veya sâhibe külli garîbin veya mûnise külli vâhidin veya lâ ilâhe illâ ente es'elüke en tec'ale lî ferecen, mahrecen ve en takzife hubbeke fî kalbi hattâ lâ yekûne lî hemmün ve lâ zikru gayrike ve en tehfezanî ve terhamenî yâ Erhamerrâhimîn”
(Ey her belâyı kaldıran, her duâyı kabûl eden, kırık kalbleri saran, iyileştiren, her güçlüğü kolaylaştıran, her garîbin sâhibi, yalnızların teselli edicisi, ey kendisinden başka ilâh olmayan! Beni (içinde bulunduğum sıkıntıdan) kurtarmanı, onun için bana bir çıkış yolu nasîb etmeni, muhabbetini kalbime koymanı, böylece benim için senden başka bir düşünce ve zikir olmamasını, her türlü (günah ve musîbetten) muhâfaza buyurmanı, bana merhametinle muâmele etmeni isterim. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım!)
Yûsuf aleyhisselâm kuyuda duâ edip, Allahü teâlâyı zikretmeye başladı. Allahü teâlânın isimlerini, esmâ-ül-hüsnâyı söyledi. Melekler, Yûsuf aleyhisselâmın zikrini duyup, çevresine toplandılar. Yûsuf aleyhisselâmla ünsiyet (yakınlık) peydâ ettiler. Mü'minler de, Allahü teâlâyı anmak üzere bir araya geldiklerinde, melekler, Allahü teâlânın izniyle gelip Yûsuf'un (aleyhisselâm) etrâfını çevirdikleri gibi mü’minlerin de etrâfını çevirerek onlarla ünsiyet peydâ ederler. Mukarrebînden olan bu meleklerin, böyle zikir meclislerine inmesi, Allahü teâlâyı anmanın pek şerefli ve kıymetli bir iş olmasından dolayıdır. Allahü teâlâyı anmak, kalbi yumuşatır. Kalbin canlı kalmasına sebep olur. Kalb Allahü teâlâyı zikretmediği, anmadığı zaman, ona, nefsin harâreti, şehvetlerin ateşi dokunur. Bunlarla kalb katılaşır, onda huşû, merhamet ve yumuşaklık kalmaz. Kalb kurur, canlılığını kaybeder. Uzuvlar, ibâdet ve tâattan uzaklaşır. Sonunda (kuruduğunda), sâdece kesilip yakılmaya yarayan kuru bir ağaç olur.
Başka bir rivâyete göre Yûsuf (aleyhisselâm) kuyuya atılınca suya düştü. Daha sonra orada bulunan bir kaya parçasının üstüne çıktı. Allahü teâlâya yalvarmaya ve ağlamaya başladı. Hasen'in (radıyallahü anh) rivâyetine göre; Yûsuf aleyhisselâm kuyuya atılınca, su tatlılaştı. Onun için yiyecek ve içecek yerine geçti. Cebrâil aleyhisselâm ona arkadaşlık etti. Cebrâil aleyhisselâmayrılmak isteyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Sen gidince yalnız kalacağım” dedi. Cebrâil aleyhisselâm ona; “Yâ sarîhal müstesrihîn! Yâ gavselmüstegîsîn! Yâ müferrice kürebil mekrûbîn!” şeklinde duâ etmesini söyledi. Yûsuf aleyhisselâm bu şekilde duâ edince, çevresi meleklerle doldu. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâm kuyuda yalnızlık çekmedi.
Allahü teâlâ; teselli ve sükûn bulması için, Yûsuf aleyhisselâma, içinde bulunduğu mihnetten kurtulacağını, onların, günün birinde huzûrunda durup kendisine muhtâç olacaklarını, kendisinin Yûsuf aleyhisselâm olduğunu hatırlarından geçirmedikleri bir sırada, onlara yaptıklarını haber vereceğini ilhamla bildirdi.
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri tarafından kuyuya atıldığı ve Allahü teâlâ tarafından vahiyle teselli edildiği, Yûsuf sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Nihâyet onu (Yûsuf'u, kardeşleri alıp) götürdüler. Onu kuyunun dibine bırakmayı kararlaştırdılar. (Yûsuf'a, gam çekme! Şu zor durumdan elbette kurtulacaksın) onlar (senin, mevkinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin diye vahyettik.”
Kardeşleri, Yûsuf aleyhisselâmın sırtından çıkardıkları gömleği, kana buladılar ve Ya’kûb aleyhisselâma götürdüler. Yûsuf'u kurt yedi. İşte onun kanlı gömleği diye göstereceklerdi. Babalarının yanına akşam vakti geldiler. Çünkü, onlar için bu zaman Yûsuf'u getiremediklerine dâir gösterecekleri mâzeret için en müsâit vakitti. Eve yaklaşırken, her biri yalancıktan ağlamaya, bağrışıp çığrışmaya başladı. Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “Akşam olunca, ağlaya ağlaya babalarına geldiler” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 16) Ya’kûb aleyhisselâm onların ağlamalarını işitip dışarı çıktı, hepsini üzüntülü bir hâlde gördü. Onlara; “Sürülerinize mi bir şey oldu? Ne var?” dedi. Onlardan; “Hayır!” cevâbını alınca, Yûsuf’un (aleyhisselâm) nerede olduğunu sordu. Onlar da getirdikleri kanlı gömleği âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Ey bizim babamız! Hakikaten biz gittik, yarış edecektik. Yûsuf'u da eşyalarımızın ve elbiselerimizin yanına bırakmıştık. (Bir de ne görelim) onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da (biliyoruz ki), sen bize inanmazsın dediler. (Bir de) üstüne yalan bir kana bulaştırılmış olan gömleğini getirdiler. (Ya’kûb aleyhisselâm) onlara; “Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim” dedi.” (Yûsuf sûresi: 17-18) buyruldu. Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un kanına bulanmış olduğu söylenen gömleği yüzüne gözüne sürdü, gömleğe baktı. Kana bulanan gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görünce; “O kurdun Yûsuf'uma karşı şefkâti sizden fazla imiş. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylusunu görmedim. Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleğini bile yırtmamış” dedi ve takdire râzı olup, sabr-ı cemilin kendisi için en güzel yol olduğunu söyledi.
Sabr-ı cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbet yüzünden, Hâlık'ı mahlûka şikâyet etmemektir. Bununla berâber şikâyet, Allahü teâlâya arz edilirse, bu daha güzel bir sabır olur. Çünkü böyle yapmakla kul olduğu ifâde edilmiş olur. Kulun böyle yapması lâzımdır. Meşhûr şâir Ömer ibni Fârid, dîvanında şöyle demektedir:
“Mutlak olarak belâ ve sıkıntılara karşı koyabildiğini; onlara göğüs gerebildiğini göstermen güzel değildir. Fakat din düşmanlarına karşı böyle yapmak güzeldir. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mübârek gazâlarında ve haccında böyle yapmışlar, müşriklere karşı, güçlü ve kuvvetli, zorluklara karşı metin ve sabırlı olduklarını göstermişlerdir. Fakat dostların yanında böyle yapmak güzel olmayıp çirkindir.”
İslâm âlimleri; “Sabr-ı cemîl, belâyı, geniş kalb ve güler yüzle karşılamaktır” buyurmuşlardır. Nitekim hadîs-i şerîfte de; “Sabr-ı cemîl, kendisinde halka şikâyet olmayan sabırdır” buyrulmuştur.
Sabır; cemîl (güzel) olan sabır, cemîl olmayan sabır olmak üzere iki kısımdır. Cemîl olan sabır, kendisine gelen belâ ve musîbetin Allahü teâlâdan olduğunu, mülkün sâhibi olan Allahü teâlânın mülkünde, dilediği gibi tasarruf etmesine îtirâz olunamayacağını bilmektir. Bu mertebede olan kalb, belâ ve musîbete düçâr olan kimseyi, başkasına şikâyette bulunmaktan men eder.
Yine sabr-ı cemîl, belânın, hâkim (hikmet sâhibi) her şeyden haberdâr olan, hiç bir şeyi unutmayan, çok merhametli ve çok adâletli olan Allahü teâlâdan geldiğini bilmektir. Böyle olduğunu bilince, O'ndan gelen her şeyin bir hikmeti olduğu ve yalan yanlış olmayacağına îmân edilir. Bu sebeple, O'ndan gelene îtirâz edilmez, sükut ile karşılanır.
Musîbete uğrayan bir kimse, bu husûslara vâkıf olunca, başına gelen belâ ve musîbetlerden şikâyette bulunmakla meşgûl olmaz. İşte bu sabr-ı cemildîr.
Şâyet sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksatlarla olursa, buna sabr-ı cemîl (güzel) denmez.
Bütün işlerde, sözlerde ve îtikâdî husûslarda kâide şudur: Allahü teâlâya kulluk için olan ve bu niyetle yapılan her şey güzeldir. Bu niyetle olmayan şeyler güzel değildir.
Bir işi yapan kimse, dikkatlice düşündükten sonra; “Beni bu işi yapmaya sevkeden sebep, Allahü teâlâya kulluk mu, O'nun rızâsını kazanmak mı, yoksa başka bir şey mi?” diye kendi kendine sorunca; “Allahü teâlâya kulluk, O'nun rızâsını kazanmak” cevâbını alırsa bu iş güzeldir.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının verdiği habere karşı tahammül gösterebilmek için, Allahü teâlâdan yardım istedi. Çünkü, sabredebilmek, musîbete tahammül göstermek, ancak Allahü teâlânın yardımı ile mümkündür. İnsanda nefsânî ve rûhî sebepler vardır. Nefsânî sebepler, insanı belâ ve musîbete karşı, feryâda yöneltir. Rûhî sebepler ise, sabretmeye ve kadere rızâ göstermeye sevkeder. Belâ ve musîbete düçâr olduğu zaman, insanın içinde bu iki sınıf arasında mücâdele başlar. Allahü teâlânın yardımı olmazsa, nefsânî sebeplere gâlip gelinemez. Çünkü insanın nefsi devamlı feryâd eder, aslâ sabır ve rızâ göstermez.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının Yûsuf'a hased ettiklerini ve onun hayatta olduğunu biliyordu. Çünkü daha önce gördüğü rüyâyı Yûsuf'a (aleyhisselâm); “Rabbin seni seçecek” şeklinde tâbir etmişti.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'un (aleyhisselâm) diri olduğunu bilmesine rağmen, neden araştırmadı? Bu suâle cevap vermek için İslâm âlimleri çok uğraşmışlar, çeşitli netîceler çıkarmışlardır. Bir kısmı; “Ya’kûb aleyhisselâmı, Allahü teâlânın araştırmaktan men ettiğini” söylediler. Diğer bir kısmı; “Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u (aleyhisselâm) Allahü teâlânın koruyacağını biliyordu” dediler. Bâzıları da; “Ya’kûb aleyhisselâm başına gelenlere sabrederek, bu belânın Allahü teâlâdan geldiğini bilip, işi O'na havâle etmenin, O'nun takdirine bırakmanın daha doğru olduğunu gördü” dediler.
Yûsuf aleyhisselâm kuyuya atıldıktan bir müddet (üç gün veya bir saat) sonra, Medyen'den gelip Mısır'a gitmekte olan bir kervan, kuyunun yakınında konakladı. Su getirmesi için sakalarını (bir rivâyette Mâlik bin Zü'r Huzâî'yi) kuyuya gönderdiler. Kuyunun başına varıp, kovasını sarkıttı. Kova kuyunun dibine inince, Yûsuf aleyhisselâm kovaya sarıldı. Saka çekince, Yûsuf aleyhisselâmda kovayla berâber dışarıya çıktı. Saka, Yûsuf aleyhisselâmı görünce; “Müjde, işte bir civân” dedi. Bir rivâyete göre kardeşlerinden Yehûda, her gün gelip, Yûsuf aleyhisselâma yiyecek getirirdi. O gün de gelmiş, kuyuda Yûsuf aleyhisselâmı bulamayınca gidip kardeşlerine haber vermişti. Kardeşleri de kervana yetişip; “Bu bizim kölemizdi. Bırakıp gitmiş, kaçmış, isterseniz, onu satın alın, başka bir memlekete götürün” dediler. Yûsuf aleyhisselâmı da İbrânice; “Bizi yalancı çıkarma seni öldürürüz” diye korkuttular. Bu sebeple, Yûsuf aleyhisselâm sükût etti. Hiç konuşmadı. Kervancılar, mal almışlar, bütün paralarını onlara yatırmışlardı. Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşlerinin onu satma isteği karşısında, üzerlerinde kalan birkaç dirhemi verebileceklerini söylediler. Onların, Yûsuf aleyhisselâmı satmaktan maksatları, para elde etmek değil, onu babalarından uzaklaştırmaktı. Kervancıların verdiği birkaç dirheme râzı olup onu sattılar. Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkarılışı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Bir kâfile gelip, (kuyunun yakınına konakladılar ve) sakalarını (su getirmesi için kuyuya) gönderdiler. O, (kovasını doldurmak için) kuyuya saldı. (Yûsuf kovaya yapışıp dışarıya çıkınca, saka); Müjde! İşte bir civân dedi. Onu bir ticâret malı olarak sakladılar. Allah (onların sırlarını, yâhut Yûsuf’un kardeşlerinin babalarına ve kardeşlerine) yaptıklarını bilir. (O'na gizli değildir.) Onu kıymetsiz bir pahaya, bir kaç dirheme sattılar. Onlar, onun pahasına rağbet ediciler değillerdi. (Maksatları, sâdece Yûsuf'u babalarından uzaklaştırmaktı).” (Yûsuf sûresi: 19-20)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bâzı müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmı satanların, kardeşleri olduğunu söylemişler, bâzıları da kervandakilerdir demişlerdir.
Yûsuf aleyhisselâmın, ucuz bir fiyatla satılması ile ilgili Resûlullah efendimizden de (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bir gün Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i saâdetten gelirken çocuklar yolunu kesip; “Hasan ve Hüseyin'e verdiğin gibi bize de bir şey vermezsen seni bırakmayız” dediler. Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), Bilâl-i Habeşî'ye (radıyallahü anh) eve gidip, nefsini çocuklardan satın alması için bir şeyler getirmesini istedi. Bilâl (radıyallahü anh) da gidip sekiz ceviz getirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), getirilen sekiz cevizle nefsini çocuklardan satın alıp; “Kardeşim Yûsuf'u ucuz fiyata sattıkları gibi, beni de sekiz cevize sattılar”buyurdu.
Kervancılar, Yûsuf'u (aleyhisselâm) Mısır'a götürüp pazara çıkardılar. Bir çok kimse ona müşteri oldu. Fiyatı çok yükseldi. Yüzünde parlayan nûr, herkesi celbediyor, görenleri hayran bırakıyordu. Herkes onu satın almak istiyordu. Hattâ bir kocakarı bile iki yumak iplikle onu satın almak istedi. O sırada Mısır fir’avnu, Reyyân bin Velîd Amâlikî idi. Onun yetkilerini havâle ettiği Kıtfîr (veya İzfîr) isminde bir mâliye vekili vardı. Ona “Azîz” denirdi. Azîz, Yûsuf'u (aleyhisselâm) kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Kalbine, Yûsuf aleyhisselâmın muhabbeti yerleştirildi. Eve varınca hanımına, ona iyi muâmele etmesini, ileride kendilerine faydalı olabileceğini söyledi. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Onu satın alan Mısırlı, karısına; Ona izzet ve ikrâmda bulun (ona kıymet ver). Umulur ki, bize (işlerimizde, mallarımızın idâresinde) faydası olur. Yâhud onu evlât ediniriz” dedi” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 21)
Rivâyete göre; Yûsuf aleyhisselâmı satın alan, Mısır Azîzi'nin hanımı Zelîha (Farsça; Züleyhâ) idi ve çocukları da olmamıştı. Azîz, o yüzden Yûsuf aleyhisselâmı evlât edinmeyi düşünmüştü.
Azîz'in kalbine Yûsuf'un (aleyhisselâm) sevgisini koyan Allahü teâlâ, onu, Azîz'in evinde yerleştirdi. Sonra rüyâ tâbirini, geçmiş peygamberlere gelen kitapların mânâsını öğretti. Onu, Mısır'da tasarruf sâhibi yaptı. Yetişkin hâle gelince peygamberlik verdi. Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Onu kardeşlerinden ve kuyudan kurtarıp, Azîz'in kalbine sevgisini yerleştirdiğimiz) gibi, ona Mısır'da yüksek bir mevki ve rütbe verdik. (Onu orada tasarruf sâhibi kıldık.) Ona rüyâ tâbirini (ve ilâhi kitapların mânâsını) öğrettik. Allahü teâlâ, emrinde gâliptir. (Allahü teâlâ dilediğini yapar. O'nu hiç bir şey red edemez, hiç bir şey O'na mâni olamaz. O'nun dilediği şeyde, hiç kimse O'na îtirâz edemez. Yâhud Allahü teâlâ Yûsuf'un kardeşlerinin dilediğinden başkasını diledi ve Allahü teâlânın dilediği oldu.) Lâkin insanların ekserisi (emrin tamamının Allahü teâlânın kudretinde olduğunu, yâhut Allahü teâlânın murat ettiğini, ne yapacağını) bilemezler. O, (Yûsuf aleyhisselâm, beden ve kuvvet bakımından) yetişkin hâle gelince, kendisine hüküm, (peygamberlik) ve ilim (din ilmi veya rüyâ tâbiri ilmini) verdik. İşte biz, ihsân sâhiplerini (takva sâhibi olup, Yûsuf aleyhisselâm gibi belâlara sabredenleri âhırette) hayırla mükâfâtlandırırız.” (Yûsuf sûresi: 21-22)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Azîzi'nin evinde gâyet rahattı. Azîz, hanımına sıkı sıkıya tenbih etmiş, ona ihtimam göstermesini söylemişti. Azîz'in hanımı Züleyhâ, genç ve güzel bir kadındı. Azîz ise innîn yâni iktidarsız, güçsüz bir kimse idi. Yûsuf aleyhisselâm ise akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan nübüvvet nûru herkesi hayran bırakırdı. Bu hal, Züleyhâ'nın ona âşık olmasına yol açtı. Yûsuf aleyhisselâm için süsleniyor, onu kendisine celb etmek için hâlden hâle giriyordu. Fakat Yûsuf aleyhisselâm hiç îtibâr etmiyordu. Züleyhâ sonunda kapıları kapadı ve ondan murat almak istedi. Kadının bu hâli, âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu:
“(Yûsuf'un aleyhisselâm) evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murâd almak istedi. (Onu kendisine dâvet etti.) Kapıları sıkıca kapadı; “Hemen yanıma gel” dedi. (Yûsuf aleyhisselâm); Efendim (Kıtfîr), iyi bakmam için beni sana bıraktı. (Bunun karşılığında onun haremine hıyânet etmekten) Allah'a sığınırım. (Zina ile) nefsine zulmedenler felâh bulmazlar (maksatlarına kavuşamazlar) dedi. (Züleyhâ), onunla bu işi (yapmak için) niyetlenmişti. Eğer (Yûsuf aleyhisselâm), Rabbinin burhânını görmeseydi (Züleyhâ'ya) kastederdi. (Lâkin burhânı görüp kastetmedi.) İşte biz, ondan (efendisine ihâneti) fenâlığı ve fuhuşu gidermek için böyle yaparız. O, bizim ihlâslı kullarımızdan idi.” (Yûsuf sûresi: 23-24)
Yûsuf aleyhisselâmın Züleyhâ'ya meyletmesi, ihtiyârî bir kasıt ve niyetle değildi. Yûsuf aleyhisselâmın tabîatı meyl ve arzu etmişti. Fakat o, kendini ondan men ediyordu. Onun; “Allah'a sığınırım” demesi bunu göstermektedir. Aslında insanlık icâbı, kişinin tabîatında bulunan meyl ve istekler işlenmedikçe, teklife dâhil değildir.
Muhakkikîn âlimlerden bâzısı bu husûsu açıklarken şöyle buyurdu: “Hemm, yâni bir şeye niyet etmek, iki kısımdır: Birisi, sâbit ve yerleşmiş olanıdır. Bununla berâber; azm, kasıt ve o işi yapmaya rızâ vardır. Azîz'in karısının hemmi böyle idi. Bu mânâda kötü bir işe niyetlenen kimse, mes’ûldur ve hesâba çekilir. Hemmin diğer kısmı, ârızî yâni geçici olanıdır. Bu, insanın elinde olmadan, ihtiyâr ve kasdı bulunmadan (istemeden) kalbe gelen düşüncelerdir. Yûsuf aleyhisselâmın, Azîz'in karısına olan kasdı bu mânâda idi. Bu kasd ihtiyârî olmayıp, insan olma bakımından, elinde olmayarak tabîatının meyletmesidir. Kul, kalbine gelen böyle bir düşünceyi söylemediği veya yapmadığı müddetçe, mes’ûl olmaz, muâheze de edilmez. Yûsuf aleyhisselâmın o zamanki kasdı, bizim kastımız, bir şeye azmetmemiz gibi değildir. Şâyet öyle olsa idi, Allahü teâlâ onun hakkında; “O bizim ihlâslı kullarımızdan idi” buyurmazdı.”
“Tefsîr-i Mazharî”de ve “Kâdı Beydâvî”de buyruluyor ki: Yûsuf aleyhisselâmın tabîatı, Züleyhâ'ya meyletti, ona yöneldi. Fakat o kendisini bundan men etti. “Ben Allah'a sığınırım” demesi, buna delâlet etmektedir. Burada Yûsuf aleyhisselâmın tabîatının hemmi (meyli) ile murâd, ihtiyârî isteği ile kasd değildir. İnsanın tabîatının, insanlık îcâbı bir şeye meyletmesi, arzu duyması, mes’ûliyetine dâhil değildir. Fakat tabîat kötü bir şeye meylettiği zaman, ona mâni olmak, medhedilmeye ve çok sevâba vesîledir. Beşerin, meleklere üstünlüğüne sebep de budur. Ebû Mansûr Matürîdî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Yûsuf'un (aleyhisselâm) Züleyhâ'ya meyletmesi, kasdetmesi, insanın beşer olarak hatırına gelen düşünce kâbilindendir. Böyle düşüncelerin, insanın hatırına gelmesi elinde değildir. Bu düşünce ve meyillerden dolayı, insan o arzuyu yapmadıkça mesul değildir.”
Yûsuf aleyhisselâma nisbet olunan hemme, meyl-i tabiî mânâsı verilmesi, oruçlunun soğuk suya meyli gibidir. Yazın oruç tutan kimse, soğuk su görünce ona meyleder. O kimse soğuk sudan içmek ister. Fakat dindarlığı ve takvâsı, orucu bozup, günâha girmekten onu korur. İşte kötülenmeyen, günâh olmayan tabiî meyl buna denir.
Bir kimse, konuşmadığı veya yapmadığı müddetçe, kalbine gelen düşünceden mes’ûl tutulamayacağına, o sebeple de muâheze olunamayacağına dâir Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır; “Allah azze ve celle; “Kulum, bir iyilik yapacağını söylediği zaman, onu yapmasa bile kendisine bir sevâb yazarım. Onu yaparsa, on sevâb yazarım. (Kulum) bir günâh yapacağını söylediği zaman, onu yapmadığı müddetçe, onu af ve mağfiret ederim. Onu yaptığında bir günâh yazarım” buyurdu.”
Fahreddîn-i Râzî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Yûsuf aleyhisselâm, böyle kötü bir işten ve haram bir kasıttan berîdir, uzaktır. Müfessirlerin ve mütekellimînin muhakkik âlimleri böyle buyurmuşlardır. Biz de böyle deriz ve bunu müdâfâ ederiz. Çünkü deliller, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) günâhlardan mâsum olduğunu bildirmektedir. Bunun dışında söylenilenlere iltifât ve îtibâr edilmez. Çünkü peygamberlerden (aleyhimüsselâm), bir zelle ve hefvet (sürçme) sâdır olunca, onlar bunu pek büyük görmüşler, derhal peşinden pişman olmuşlar, tevbe ve istiğfâr etmişlerdir. Meselâ, Âdem aleyhisselâm ve Dâvûd aleyhisselâmın tevbeleri, Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulmuştur. Yûsuf aleyhisselâm hakkında ise böyle bir şey bildirilmemiştir. Eğer kendisinden böyle bir şey meydana gelmiş olsa idi, Yûsuf aleyhisselâm, peşinden tevbe ve istiğfâr eder; Allahü teâlâ da bunu Kur'ân-ı kerîmde bildirirdi. Nitekim diğer peygamberlerin tevbelerini bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde, Yûsuf aleyhisselâmın tevbesine dâir hiç bir şey bildirilmemesinden; ondan böyle bir şeyin meydana gelmediği anlaşılmaktadır. Buradan, Yûsuf aleyhisselâmın, hakkında söylenilen şeylerden ve din düşmanlarının iddiâ ettikleri şeylerden berî (uzak) olduğu anlaşılmaktadır. Sonra bu hâdise ile alâkası olanların hepsi, onun böyle bir işten berî olduğuna şâhidlik etmiştir. Üstelik Allahü teâlâ da şâhidlikte bulunmuştur. Bu durumda olan bir peygambere şeytan aslâ musallat olamaz. Nitekim şeytanın, Allahü teâlânın hâlis kullarını saptıramayacağına dâir îtirâfı, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Bu sebeple, şeytanın onlar arasına girdiğini söylemek imkansızdır. Yûsuf aleyhisselâmın böyle bir işe teşebbüsüne dâir rivâyetlerin de aslı yoktur.
Bir kısım İslâm âlimleri, Yûsuf aleyhisselâmda, değil bir hemmin meydana gelmesi, böyle bir şeyin olabileceği ihtimâlini bile tamâmen red etmişlerdir.”
Şeyh Üftâde hazretlerinden naklen, İsmâil Hakkı hazretleri “Rûh-ul Beyân”da şöyle buyurdu; “Yûsuf aleyhisselâm beşerî tabîatına hücûm ile, tabîatının istediğinden uzak durdu. Tabîatının meylini yerine getirmedi. İnsanın, tabîatına âit meyillerin ve arzularının bulunmaması kemâline değil, noksan olduğuna delâlet eder. Kemâl; bir insanın beşer îcâbı, tabîatı bir şeyi şiddetle arzu edip, o şeyi yapmağa kâdir iken, kendini o tabîatın meyl ve arzusundan isteği ile men etmesi, alıkoymasıdır. İşte insanın mânevî ilerlemesi ve yükselmesi bununla olur. Kâmil insanlar, Allahü teâlânın katında bu sûretle yüksek derecelere kavuşurlar. Yoksa, iktidarsız kimseyi, zinâ etmiyor, şehvetine düşkün değil diye elbette hiç kimse övmez.
Yûsuf aleyhisselâm, zinânın son derece çirkin ve kötü olduğuna dâir Allahü teâlânın burhânını görünce, kapıya doğru kaçmak istedi. Züleyhâ'da peşinden koştu. Ona yetişince, kapıdan çıkmaması için, arkasından gömleğini yakalayıp, kendisine doğru çekti. Çekmesi ile berâber gömleğin arkası yırtıldı. Bu hâlde kapıdan dışarı çıkınca, Züleyhâ'nın amcasının oğlu ve Azîz ile karşılaştılar. Her ikisi de orada oturuyordu. Züleyhâ kocası olan Azîz'i görünce, töhmet korkusu ile Yûsuf aleyhisselâmdan önce söze başlayarak; “Senin ehline (haremine) kasdedenin cezâsı nedir?” diye sordu. Sonra da kocasının onu öldürmesinden korktu. Daha kocasının konuşmasına fırsat vermeden, sözüne devam edip; “Onun bu cezâsı, ancak hapse atılması, tasarruftan men edilmesi yâhut sopa ile dövülmesidir” dedi. Züleyhâ, sopa ile dövülmesinden önce, hapsedilmesini söyledi. Çünkü Yûsuf'u çok seviyordu. Seven, sevdiğinin acı çekmesini istemez. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâmhakkında hapis ve ona azâb etmekten biri ile muâmele edilmesi lâzım geleceğini açıkça beyân etmedi. Onu korumak için umûmî bir ifâde kullandı. Yapılacak muâmelenin de uzun değil, bir veya iki gün gibi kısa bir müddet olmasını istedi. Eğer onun maksadı, devamlı hapiste kalması olsaydı, âyet-i kerîmede böyle buyrulmazdı.
Yine Züleyhâ, genç ve güzel bir delikanlı olmasına rağmen Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendisi gibi cemâl sâhibi bir kadının teklifini kabûl etmediğini görünce, onun temiz, nâzik ve asîl bir insan olduğu husûsunda kat’î bir inanca sâhip oldu. Bu sebeple onun ismini açıkça söylerek; “Yûsuf bana zinâyı kastetti” demeyi ve böyle bir yalanı söylemeyi kendine yakıştıramadı. Ancak kinâye yolu ile; “Senin ehline kastedenin cezâsı nedir?” demekle yetindi.
Yûsuf aleyhisselâm onun bu sözlerini işitince, kendisine nisbet edilen bu töhmeti (suçu) def’ etmek için; “O benim nefsimden murâd almak istedi. Ben ise teklifini kabûl etmeyip kaçtım” dedi. Aslında, Yûsuf aleyhisselâm Züleyhâ'nın nâmus perdesini yırtmak, onun kendisine yaptıklarını ifşâ etmek istemiyordu. Ancak Züleyhâ, onun hakkında bu sözleri sarfedip şerefine ve nezâketine yakışmayan sözler sarfedince, bu töhmetin altından kalkmak zorunda kaldı. Bu sebeple; “O benim nefsimden murâd almak istedi” dedi. Yoksa, Züleyhâ'nın bu hâlini ifşâ etmezdi. Bu sırada Züleyhâ'nın ehlinden (akrabalarından) bir hâkim şöyle hüküm verdi: “Eğer Yûsuf'un gömleği önünden yırtılmışsa, Züleyhâ haklı; yok arkasından yırtılmışsa, Yûsuf doğru söyleyicidir” dedi.
Yûsuf'un (aleyhisselâm) sözünün doğru olduğuna pek çok alâmet olmakla berâber, hâkimin Züleyhâ'nın akrabâsından olması da kuvvetli bir delil idi.
Yûsuf'un (aleyhisselâm), kendisine isnâd edilen töhmetten (suçtan) uzak ve temiz olduğuna dâir bâzı alâmetler vardır. Bunlardan birincisi; Yûsuf aleyhisselâm, aslında hür olmasına rağmen, gürünüşte Azîz'in kölesiydi. Böyle bir kimsenin efendisinin hanımına el uzatması mümkün olmazdı. Bu uzak bir ihtimâldir. İkincisi; gerek Azîz, gerekse yanında bulunanlar, Yûsuf'un (aleyhisselâm), kapıdan çıkmak için sür’atle koştuğunu görmüşlerdi. Eğer niyeti kötü olsaydı, kapıdan çıkıp hemen oradan uzaklaşmaya çalışmazdı. Üçüncüsü; Züleyhâ'nın, gâyet güzel bir şekilde süslenmesine karşılık, Yûsuf aleyhisselâm, kılık ve kıyafeti bakımından tabiî ve sâde idi. Dördüncüsü; Yûsuf aleyhisselâm, hep emîn olmuş, onların yanında uzun müddet kalmış, böyle bir hâl vukû bulmamıştı. Beşinci olarak; Züleyhâ, açıktan Yûsuf aleyhisselâmı ithâm etmeyip, hakkında umûmî ve kapalı sözler söyledi. Yûsuf aleyhisselâm ise, hiç korkmadan işin aslını olduğu gibi anlattı. Suçlu olsa idi, hâdiseyi bu kadar açık anlatamazdı. Azîz'in hanımına böyle harekette bulunan kimsenin, korkusundan bu kadar açık ve rahat konuşması mümkün olmazdı. Altıncı olarak; rivâyete göre, Züleyhâ'nın zevci iğdiş ve âciz idi. Züleyhâ ise, bunun aksine idi. Buna göre de, bu kötü işin Züleyhâ'ya hamledilmesi daha muvâfıktır.
Âyet-i kerîmede Yûsuf'un (aleyhisselâm) gördüğü bildirilen burhânın ne olduğu husûsunda Katâde (rahmetullahi aleyh), bâzı müfessirlerin dediği gibi: Yûsuf aleyhisselâmın bu sırada, Ya’kûb'un (aleyhisselâm) sûretini gördüğü ve ona; “Ey Yûsuf! Sen, sefih kimselerin işini mi yapıyorsun? Halbuki sen, peygamberler arasında yazılısın” buyurduğu rivâyet edilmiştir. Yine müfessirlerden bâzıları, Yûsuf’un (aleyhisselâm) başını kaldırınca sarayın duvarında; “Zinâya yaklaşma...” meâlindeki âyet-i kerîmeyi gördüğünü bildirmişlerdir. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri; “Burhan, peygamberliktir. Allahü teâlânın Yûsuf aleyhisselâma ihsân ettiği peygamberlik (ilâhî ismet) nûru, Yûsuf aleyhisselâm ile, Allahü teâlânın gadap ettiği şey arasına girdi. Onun kötü bir iş yapmasına mâni oldu” buyurmuştur.” “Tefsîr-i Mazharî” sâhibi Senâullah-i Pâni-pütî hazretleri de: Burhânın ne olduğu husûsunda, en doğru sözün, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık'ın (rahmetullahi aleyh) sözleri olduğunu bildirmiştir.
Hâkimin hükmü ile berâber, bütün bu alâmetlerle, hâdiseye Züleyhâ'nın sebep olduğu anlaşılınca, Azîz utandı. Yûsuf'un doğru, karısının ise yalan söylediğini anladı. Aslında bu husûsta daha başka alâmetler de vardı. Lâkin gömleğin yırtılması görünen bir alâmet idi.
Yûsuf aleyhisselâm ile Azîz'in hanımı Züleyhâ arasında geçen bu hâller, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Yûsuf kapıya doğru kaçmak, kadın da onun çıkmasına mâni olmak kastı ile) ikisi de kapıya koştular. Kapının dışında kadının efendisine rast geldiler. (Kadın); “Zevcine kötülük etmek isteyenin cezâsı zindana atılmak, yâhut acıklı bir azaptan (dayakla dövmekten) başka ne olabilir?” dedi. (Yûsuf); O (kadın), kendisi benim nefsimden murâd almak istedi (benden kötü işi yapmamı istedi. Beni bu iş için kendisine dâvet etti, ben ise ondan kaçtım) dedi. Onun (kadının) akrabâsından bir şâhid (hâkim); “Eğer gömleği ön taraftan yırtılmış ise, doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise yalancılardandır. Eğer arka taraftan yırtılmış ise kadın yalancıdır. Bu ise doğru söyleyicilerdendir” diye hükmetti. (Zevci veya hâkim, Yûsuf'un) gömleğinin arka taraftan yırtılmış olduğunu görünce; “Şüphesiz bu (“zevcine kötülük etmek isteyen...” sözün) sizin (siz kadınların) hîleniz (fendiniz) dendir. Muhakkak sizin hîleniz (nefse te’sir eden) büyük bir şeydir” dedi.” (Yûsuf sûresi: 24-29)
Azîz'in yanında Yûsuf’un (aleyhisselâm) böyle bir işten berî, uzak olduğu ortaya çıkınca, âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi meâlen; “(Ey)! Yûsuf bu mes’eleden vazgeç, onu kimseye söyleme. Bu mes’ele yayılmasın. Ey kadın! Sen de günâhın için tevbe et. Çünkü hatâ edicilerden oldun” dedi.” (Yûsuf sûresi: 29)
Ayet-i kerîmenin zâhiri, af talep etmeyi emretmektedir. Allahü teâlâdan mı, yoksa zevcinden mi af talep edeceği bildirilmemiştir. Affın zevceden istenmesi muhtemeldir. O zaman mağfirete, af mânâsı verilir. Şu durumda; “Günâhın için tevbe et” diyen, Züleyhâ ile Yûsuf aleyhisselâm hakkında hakemlik yapan şahıs da olabilir. Allahü teâlâdan mağfiret istenmesi mânâsı da muhtemeldir. Çünkü o zaman Mısırlılar, âlemi yaratanın, Allahü teâlâ olduğunu biliyor ve O'na inanıyorlardı. Bununla berâber, putlara da taparlardı. Bu ihtimâle göre, mağfiret talebinde bulunmasını söyleyen Züleyhâ'nın zevci de olabilir.
Züleyhâ'nın Yûsuf'a (aleyhisselâm) yaptıkları, bir müddet sonra Mısır ahâlisi tarafından duyuldu. Bir rivâyete göre, bu haber, sultânın hâcibi, ekmekçileri, hayvan bakıcıları ve sucularının hanımları arasında yayılmıştı. Mısır eşrâfının hanımları arasında yayıldığı da rivâyet edilmiştir. Onlar aralarında; “Aziz'in hanımı Züleyhâ, Ken’ânlı kölesi Yûsuf'un nefsinden kâm yâni murâd almak istiyormuş, o gencin sevgisi onun yüreğine işlemiş, onu deli etmiş. Azîz'in ehli olduğu hâlde Züleyhâ'nın bir köleye gönül vermesini açık bir hatâ olarak görüyoruz” dediler. Kadınlar, bu sözleri rastgele söylemiş değillerdi. İnsan bâzan farkında olmadan bir şeyler konuşabilir. Züleyhâ'yı ayıplayan kadınlar ne konuştuklarının farkında idiler. Bilerek konuşmuşlardı. Bununla berâber güyâ Züleyhâ'nın yaptığı işten kendilerinin uzak olduklarını da ifâde etmek istiyorlardı.
Kur'ân-ı kerîmde bu hâdise anlatılırken meâlen; “Şehirdeki bir kısım kadınlar; “Azîz'in karısı, delikanlısının nefsinden murâd almak istiyormuş. Delikanlının muhabbeti yüreğine işlemiş (Onu başka şey düşünemez hâle getirmiş). Biz onu (Aziz'in hanımını, delikanlısına gönül vermesi sebebiyle) apaçık hatâ içerisinde görüyoruz. (Çünkü iffetini muhâfaza etmedi) dediler.” (Yûsuf sûresi: 30) buyrulmuştur. Ayet-i kerîrnede delikanlı, köle yerinde kullanılmış, fakat köle mânâsında bir lafız ile buyrulmamıştır.
Aslında Yûsuf aleyhisselâm Züleyhâ'nın kölesi değildi. Fakat, onun sırf hizmetinde bulunduğu (yâhut zayıf bir rivâyete göre, Azîz onu Züleyhâ'ya hîbe ettiği) için kölesi denmiştir. Bu muhabbetin Züleyhâ'nın gönlüne işlemesi ile murâd şudur: Züleyhâ devamlı Yûsuf aleyhisselâmın muhabbeti ile meşgûldu. Ondan başkasını gözü görmez, başkasını düşünmez, başkasını hatırına getirmezdi. Öyle ki bu muhabbet onunla (kadının kendisi ile) başkaları arasında bir perde olmuştu. Züleyhâ'nın görünürdeki (zâhirdeki) hâlleri böyle olduğu gibi bâtınî (kalbî) hâlleri de böyle idi.
Züleyhâ, Mısırlı kadınların kendisi hakkındaki sözlerini işitti. Aslında, Mısırlı kadınların bu sözleri hîleden başka bir şey değildi. Çünkü onlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini işitmişler ve onu görmek hevesine düşmüşlerdi. Bu gâyelerine erişmek istediler. Nihâyet, Züleyhâ'nın işini aralarında konuşup, onu ayıpladılar. Bundan maksatları, Züleyhâ'yı ayıplamak değildi. Gerçekte, onun bu sözleri duyarak, kendisini mâzur gösterebilmek için, Yûsuf'u (aleyhisselâm) onlara göstermek mecbûriyetini hâsıl etmekti. Bu hanımlar ancak Yûsuf aleyhisselâmı bu şekilde görebileceklerini sanıyorlardı. Bundan dolayı onların Züleyhâ'yı ayıplamalarına, onu gıybet etmelerine Kur'ân-ı kerîmde mekr denilmiştir.
Züleyhâ, kadınların Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan muhabbeti sebebiyle kendisini ayıpladıklarını duyunca; “Yûsuf aleyhisselâm gibi cemâl sâhibi eşsiz birisine yalnız ben değil, herkes metfûn ve hayran olur, bakın siz de görün bakalım ne diyeceksiniz demek” ve onu sevmekte mâzur olduğunu göstermek için, bir ziyâfet tertib etti. Kendisini ayıplayan ve arkasından konuşan kadınlarla berâber, şehir eşrâfından kırk kadar hanımı dâvet etti. Onlar için dayanıp rahat edecekleri yastıklar; bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler hazırladı. Misâfirler gelip oturdular. Her birine birer bıçak verdi. Yastıklara kibirli bir şekilde yaslanarak, yiyecekleri bıçakla keserek yemeye başladılar. Bu sırada Züleyhâ, başka bir odada bulunan Yûsuf aleyhisselâma, kadınlara görünmesini ve karşılarına çıkmasını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm, Züleyhâ'dan çekindiği için, emrine muhâlefet etmedi. Kadınlara göründü. Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı görünce cemâlinin heybetinden, yüzünün güzelliğinden kendilerini unuttular. Çünkü onun güzelliği akıllara durgunluk verecek derecede idi. İkrime (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: “Yûsuf aleyhisselâmın güzellikte insanlara olan üstünlüğü, ayın ondördüncü gecesinde, dolunayın yıldızlara olan üstünlüğü gibiydi.”
Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Meyve yerine, hiç acı duymadan, ellerini kestiler. Yûsuf aleyhisselâmın kendilerine ve yiyeceklerine iltifât ve îtibâr etmediğini gören kadınlar, onda, meleklerin husûsiyetini seyrettiler. Ona hayran kaldıklarından ellerini kestiklerinin farkında değillerdi. Onun güzelliğini ve cemâlinin heybetini hiç bir insanda görmemişlerdi. Böylece, onun melek olmadığını bildikleri hâlde “Bu bir melektir” demekten kendilerini alamadılar. Mısır'da insanlar arasında bir kimsenin güzelliği, meleğe benzetilerek ifâde edilmekte idi. Çünkü, onların nazarında en çirkin mahlûk şeytan, en güzel mahlûk (varlık) da melektir. Bu yüzden meleğe benzetme yaparlardı. Yûsuf aleyhisselâmı gören Mısırlı kadınlar da, onun fevkalâde güzelliğini ifâde etmek için meleğe benzetmişlerdi. Meleklerde şehvet, nefsin arzu ve istekleri gibi beşerî husûsiyetler bulunmamaktadır. Yûsuf aleyhisselâmın kadınlara ve yiyeceklere iltifât etmemesi, onun meleğe benzetilmesine sebep olmuş ve böyle bildirilmiştir.
Gerçekten de Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği fevkalâde idi. Âdem aleyhisselâma çok benzerdi. Mısır sokaklarında gezerken, Yûsuf aleyhisselâmın yüzünün parıltısı, güneş ışıklarının yansıması gibi şehir duvarlarına aksederdi. Hattâ bir kimse, onun yüzüne bakmak istese, hemen gözlerini çevirmek zorunda kalırdı. Kıtlık zamanında açlık sıkıntısından muzdarip olan Mısırlılar, onun yüzünü görmekle sıkıntılarını giderirler ve açlıklarını unuturlardı. Bütün bunlara rağmen Yûsuf aleyhisselâma güzellikten bir parça verilmişti. Muhammed aleyhisselâma ise tamamı verilmişti. Çünkü Muhammed aleyhisselâm, cümle mahlûkâtın en güzeli ve Allahü teâlânın sevgilisi idi. Nitekim “Kaşifi tefsîri”nde Câbir-i Ensârî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, şöyle bildirildi: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrlarına geldi. Allahü teâlânın selâmını ve şöyle buyurduğunu haber verdi: “Ey Habîbim! Ben, Yûsuf’un cemâlini Kürsî'nin, senin güzelliğini ise, Arş'ın nûrundan yarattım. Senden daha güzel bir kimse yaratmadım.”
Yûsuf aleyhisselâmda cemâl, Resûlullah efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâl vardı. Yûsuf aleyhisselâmın cemâli görülünce, eller kesildi. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâli ile, zünnarlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Siz mi güzelsiniz, Yûsuf'mu (aleyhisselâm) güzel?” diye sordular. Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem); “Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel), ben ondan melîhim (sevimliyim.) Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur” buyurdular. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliği gösterilse idi, kimse bakmaya tâkât getiremezdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir başka hadîs-i şerîflerinde de; “Allahü teâlânın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir. Sizin peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir” buyurmuştur.
Hazret-i Âişe'den, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliği sorulunca, şu meâlde bir şiir söyledi:
“Yûsuf aleyhisselâmı satın almak için arttırmaya çıkan Mısır zenginleri, Muhammed aleyhisselâmın yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı; güzelliği dillere destan olan Yûsuf aleyhisselâm için hiç para vermezler, bütün varlıklarını Muhammed aleyhisselâmın yüzünü görebilmek için saklarlardı. Yûsuf'un (aleyhisselâm) yüzünü görünce ellerini kesen Mısır kadınları, Muhammed aleyhisselâmın parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserler ve hiç acı duymazlardı.”
“Dürr-üs-semîn” kitabının müellifi diyor ki: “Babam Abdurrahîm Dehlevî bana şöyle anlattı; “Kardeşim Yûsuf benden sabîh, ben ise ondan melîhim” hadîs-i şerîfinin mânâsını kavrayamamıştım. Çünkü melâhet, âşıkların kalbini sabâhatten daha fazla cezbeder. Hâl böyle iken, Yûsuf aleyhisselâmın kıssasında kadınların onu görünce, ellerini kestikleri bildirilmekte, fakat bu husûsta Resûlullah efendimize dâir hiç birşey bildirilmemektedir. Halbuki bu husûsta, Resûlullah efendimize dâir pekçok hâdiselerin bildirilmesi lâzım idi. İşte bu husûsta düşünür, hayret ederdim.
Birgün, rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bu mes’eleyi arzettim. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: “Allahü teâlâ benim cemâlimi (güzelliğimi) insanlardan gizledi. Şâyet insanlar benim cemâlimi görselerdi, Yûsuf'u gördükleri zaman yaptıklarından daha fazlasını yaparlardı. (Ellerini değil yüreklerini keserler de haberleri olmazdı.)”
Züleyhâ'yı kınayan kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Hayretlerini dile getirip, Yûsuf aleyhisselâm için; “Bu kerîm bir melektir” dediler. Onların bu hâlini seyreden Züleyhâ; “İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya lâyıksınız. Çünkü, onu bir defâ görmekle kendinizi kaybedip ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandan beri onunla birlikteyim. Fakat hiç bir vakit sizin bu hâlinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Eğer şimdi gördüğünüz gibi, onu önceden gözünüzün önüne getirseydiniz beni mâzur görür, bu sevgimden dolayı beni kınamazdınız” dedi. Züleyhâ'nın Mısırlı kadınlarla aralarında geçenler, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi; “O (Azîz'in hanımı) şehirdeki (Mısır'daki) kadınların (hakkında yaptıkları) hîlelerini (gıybetlerini) duyunca, birisini gönderip onları dâvet etti. Onlara yaslanarak (yâhut bıçakla keserek yenecek şeyler) hazırladı. Her birinin (eline birer) bıçak verdi. (Hazret-i Yûsuf'a); “Çık karşılarına!” dedi. (Kadınlar) onu görünce (cemâlinin heybetine ve) yüzünün güzelliğine hayran kalıp, ellerini kestiler. (Allahü teâlânın, Yûsuf aleyhisselâm gibi birisini yaratmaktaki kudretine hayranlıklarından, ellerinin kesildiğini hissetmediler. Allahü teâlâ böyle bir beşer yaratmaktan âciz değildir.) Ancak bu (zat) bizim gibi beşer cinsinden değil (Çünkü böyle bir cemâl insanda görülmüş değildir). Ancak bu (Allahü teâlânın katında) kerîm bir melektir dediler. O (Aziz'in hanımı onlara); “İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız (Ken’ânlı delikanlı) bu! Ben onun nefsinden murâd almak istedim (ona böyle bir işi teklif ettim), o, aslâ kabûl etmedi. Eğer emrettiğimi yapmazsa, muhakkak hapse atılacak ve elbette zelîllerden olacak” dedi.” (Yûsuf sûresi: 30-32)
Âyet-i kerîmede, Yûsuf aleyhisselâmın, Züleyhâ'nın teklifini kabûl etmediğini ifâde için kullanılan, İsti'sam kelimesi, Yûsuf aleyhisselâmın, Züleyhâ'nın teklifini şiddetle reddedip, zâtında mevcût olan mâsûmiyetini (günahsızlığını) muhâfazada son derece gayret gösterdiğini, ifâde etmektedir.
Züleyhâ bu şekilde Yûsuf aleyhisselâmı kadınların karşısına çıkarmakla, kendisinin ona karşı davranışlarında haklı olduğunu göstermek istiyordu. Belki de arzusuna kavuşmasında o kadınların yardımı olur ümidiyle, Yûsuf aleyhisselâm hakkındaki düşüncelerini de îzâh etti. Onlara; “Duyduğunuz gibi ben ondan bu iş için talebde bulundum. O ise, bu husûsta mâsûmiyet gösterip teklifimi kabûl etmedi. Eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa, muhakkak zindanlarda sürünür” dedi. Hepsi Yûsuf'un başına toplanıp; “Azîz'in hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez. Üstelik hapse düşer hakâret ve zillete uğrarsın” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın karşısında kendilerini unutan ve ona rağbet gösteren bu kadınlar, onu Züleyhâ'nın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Züleyhâ, güzelliğinin yanında mal, servet ve mevkî sâhibi idi. Eğer arzusuna uymazsa onu hapse attırabilir, iftirâ edebilir, hattâ öldürtebilirdi. Yûsuf aleyhisselâm istenilmeyen bütün şeylerle tehdit ediliyor, karşılığında insan nefsinin rağbet ettiği şeyler teklif ediliyordu.
Yûsuf aleyhisselâm, kadınların, fuhşu güzel gösteren hîleleri ve kendine lâyık olmayan teklifleri ile karşı karşıya gelince, Allahü teâlâya sığınıp duâ etti. Başına gelen bu musîbetten korunmasını istedi. Allahü teâlânın koruması olmazsa, bu masiyetin içine düşeceğini îtirâf etti. Bu da, Allahü teâlânın koruması ve lütfu olmadan, kimsenin mâsûm olamayacağını göstermektedir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu; “(Yûsuf) dedi ki: “Ey Rabbim! Zindan bana, bu (Mısırlı) kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevgilidir. (Yâni onların itâat tekliflerine muvafakat etmekten ise zindanı tercih ederim.) (Yâ Rabbî!) Eğer sen onların hîlelerini benden çevirmezsen (Beni ismet üzere sabit kılmak sûretiyle muhâfaza etmezsen, ben, ihtiyârî olmayan tabiî meyil ile) onlara meyleder (onların tekliflerini kabûllenir), böylece sefîhler (yâhut, ilimlerinin icâbı ile amel etmeyenler) zümresine dâhil olurum. Bunun üzerine, Rabbi onun duâsını kabûl etti. (Mısırlı) kadınların hîlelerini, şerlerini ondan çevirdi. Çünkü O (Allahü teâlâ, kendine tazarru ve ilticâ edenlerin duâlarını) işitici ve (hâllerini) bilicidir.” (Yûsuf sûresi: 33)
Bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde âlimler, Yûsuf aleyhisselâmın zindana girmesine; “Rabbim, zindan bana, kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevgilidir” demesi sebep olmuştur. Şâyet, Rabbim, bana âfiyet daha sevgilidir dense idi, Allahü teâlâ onu zindan yerine âfiyete kavuştururdu. Fakat o, zindanı söyledi. Musîbeti mâsiyete tercih etti. Hadîs-i şerîfte; “Belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır” buyrulmuştur. Yine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); Bir kimsenin; “Ey Allah'ım! Ben senden sabır istiyorum” dediğini işitince; “Sen, Allahü teâlâdan belâ istedin. Sen, Allahü teâlâdan âfiyet iste” buyurmuştur. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh) Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna varıp; “Ey Allah'ın Resûlü! Bana kendisiyle duâ edeceğim bir şey öğret” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Allahü teâlâdan âfiyet iste” buyurdu. Bir kaç gün sonra aynı suâli tekrar sordu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâdan dünyâ ve âhıret âfiyetini iste” buyurdu.
Züleyhâ'nın zevci, bu işte Yûsuf aleyhisselâmın suçsuz olduğunu anladığı için herhangi bir cezâ vermeye lüzum görmemişti. Bu defâ Züleyhâ başka hîlelerle Yûsuf aleyhisselâmı kendi arzularına uydurmaya çalıştı. Yûsuf aleyhisselâm ise onun hâllerine iltifât etmedi. Züleyhâ, Yûsuf'tan ümidini kesince, kocasına; “Bu Ken’ânlı genç, beni insanlar arasında rezil etti. Kendi nefsinden murâd almak istediğimi söyledi. Bu husûsta mâzur olduğumu insanlara anlatamadım. Ya bana izin ver, beni kınamamaları için insanlara mâzur olduğumu anlatayım, veya onu hapset” dedi. Azîz, dedikoduların son bulması için en uygun yolun, Yûsuf'un (aleyhisselâm) hapsedilmesi olduğuna karar verdi. Âyet-i kerîmede bu durum meâlen şöyle beyân buyruldu; “(Aziz ve âilesi),Yûsuf aleyhisselâmın bu işten uzak ve nezîh olduğuna dâir açık alâmetleri gördükleri hâlde (halkın dedikodusu kesilinceye kadar) onu bir müddet hapsetmeleri (görüşü) onlara zâhir oldu.”Böylece Yûsuf aleyhisselâm zindana atıldı. Uzun zaman orada kaldı. Kaç sene zindanda kaldığı ihtilâflıdır ve kesin olarak bilinmemektedir.
Yûsuf aleyhisselâmla berâber, Mısır fir’avnunun iki kölesi de (ekmekçisi ile sucusu) zindana atılmıştı. Rivâyete göre, her ikisi de Fir’avn'a karşı suç işlediklerinden buraya gönderilmişlerdi.
Yûsuf aleyhisselâm, zindanda hastaları ziyâret eder, onların işlerini görür ve sıkıntısı olanları ferahlandırırdı. Biri bir şeye muhtâç olsa, onun için, zindandakilerden para toplar ve yardımda bulunurdu. Geceleri dâimâ namaz kılar ve Rabbini zikrederdi. Belâlara uğrayan, hayattan ümîdlerini kesmiş, hüzünlü kimseleri teselli eder, onlara; “Sizi müjdelerim. Sabrediniz. Allahü teâlâ size ecrinizi verir” derdi. Zindandakilerin her biri ona muhabbet eder; “Ey Yiğit! Ne güzel yüzlü, tatlı sözlü ve iyi huylusun” derlerdi. Zindan arkadaşları; “Bizi sevindiren, rahatlatan delikanlı! Söyle sen kimsin?” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Ben Hâlilullah İbrâhim'in oğlu İshak'ın oğlu Safiyyullah Ya’kûb'un oğluyum” dedi. Zindan müdürü, Yûsuf aleyhisselâma; “Ey delikanlı! Gücüm yetse seni salıverirdim. Buna imkanım yok. Fakat, zindanda istediğin yerde kalabilirsin” derdi. Yûsuf aleyhisselâm, burada da ilmi ve hâlleri ile insanlara doğru yolu gösteriyor; dedelerinden İbrâhim aleyhisselâmın dînînin hükümlerini anlatıyor; Allahü teâlâyı bir bilip, O'ndan başka hiç bir şeye ibâdet etmemelerini söylüyordu. Fir’avnun ekmekçisi ve sucusu da Yûsuf aleyhisselâmı dinleyenler arasında idi.
Hazret-i Yûsuf'la berâber hapse atıldıktan bir müddet sonra, bunlar birer rüyâ görüp; Yûsuf'a (aleyhisselâm) anlatarak tâbir etmesini istediler. Bu kölelerin hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Onunla berâber zindana iki de delikanlı girdi. Bunlardan biri (şerbetçi): “Ben rüyâmda kendimi şarab (üzüm) sıkıyor gördüm” dedi. Diğeri (ekmekçi) de; “Ben rüyâmda başımda ekmek götürdüğümü, kuşların da gelip o ekmekten yediklerini gördüm dedi. Bize bunun (gördüğümüz rüyâların) tâbirini (neye delâlet ettiğini) haber ver. Çünkü biz seni (rüyâları) iyi tâbir edenlerden (yâhut zindandakilere ihsân edenlerden) görüyoruz. (Hazret-i Yûsuf); “Size rızıklanacağınız yemeğiniz gelmeden önce onun ne ve lezzetinin nasıl olduğunu, miktarını size haber veririm dedi. Çünkü ben, Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînîni terk ettim. (Ben sizin zannettiğiniz gibi Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînînde değilim, hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım.) Onlar, âhıreti inkâr edenlerin de tâ kendileridir. (Yûsuf sûresi: 36-37)
O iki şahıs, Yûsuf aleyhisselâma gördükleri rüyâyı anlatıp, tâbirini sormuşlardı. Ancak Yûsuf aleyhisselâm onların suâllerine cevap vermeyip mûcize gösterdi ve onları tevhîd îtikâdına (bir olan Allahü teâlâya ve O'nun bildirdiklerine inanmaya) dâvet etti. İslâm âlimleri bunun bâzı sebepleri olduğunu bildirdiler:
1- O ikisinden birinin rüyâsı, îdâm olunacağını gösteriyordu. O, Yûsuf aleyhisselâmdan bu tâbiri işitince, fevkalâde mahzûn olacaktı. Tevhîde dâvet eden sözlerini aslâ dinlemeyecekti. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, rüyâlarını tâbir etmeden önce, onları Hak dîne dâvet etti. Kendisinin de doğru sözlü olduğunu teyit eden bir mûcize göstermeyi münâsip buldu. Böylece rüyâlarının tâbirinden sonra; “Bunu maksatlı olarak söylüyor” demelerine fırsat vermedi. Hak dîne dâvetinde ve yapacağı rüyâ tâbirinde, doğru sözlü olduğuna, onların daha önceden kalben hazır olmalarını te’min etmiş oldu.
2- Yûsuf aleyhisselâm, ilimde onların tahmin ettiklerinden daha da ileri derecede olduğunu bildirmek istedi. Onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan, yalnız rüyâlarının tâbirini öğrenmek istiyorlardı. Tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kuruludur. Yûsuf aleyhisselâm, onlara bu şekilde cevap vermekle, Allahü teâlânın izniyle gaybden kâfi olarak haber verebileceğini bildirmek istedi. İnsanların âciz kaldığı gaybden haber vermeye (Allahü teâlânın izniyle) gücü yetince, rüyâ tâbirini hakkıyla yapabilecekti. Böylece tâbir ilminde de herkesten üstün olduğunu gösterdi.
3- Yûsuf aleyhisselâm, hüsn-ü zanları sebebiyle, sözünü kabûl edeceklerini anlayınca, onlara; Kendisinin peygamber olduğuna delâlet edecek bir şeyler anlatmayı, rüyâlarını tâbir etmeye tercih etti. Çünkü, herkes gibi onların da dînî bakımdan doğruyu bulmaları, dünyâya âit işlerinden önce gelmekteydi. Böylece onların ebedî saâdetine vesîle olacaktı.
4- Yûsuf aleyhisselâm, ekmekçinin birkaç gün sonra îdâm edileceğini anladığı için, onun hak dîne girmesine çalıştı. Böylece küfürden ve âhırette ebedî azâbdan kurtulup, saâdete kavuşmasına vesîle olmak istedi.
Peygamberlerin ve onların vârisleri olan âlimlerin vazîfeleri ve yol göstermedeki esasları budur. Bunlardan ilk ikisi, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ tâbiri ilminde yüksekliğine; son ikisi ise, Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir peygamber olduğuna delâlet etmektedir.
Yûsuf aleyhisselâm, onlara gelen rızıklarının neler olduğunu haber verebileceğini söyleyince, onlar; “Böyle şeyleri müneccimler ve kâhinler bilir. Sen bunu nereden öğrendin?” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Ben ne kâhinim, ne de müneccimim. Bu, Rabbimin bana (vahy ve ilhâmla) bildirdiği ilimlerdendir. Bu, yıldızlara bakılarak anlaşılan ve kehânetle bilinen şeylerden değildir” dedi.
Mısır Azîz’i ve çevresi kâfirdi. Zindandakilerin zannına göre, Yûsuf aleyhisselâm da Azîz'in kölesi idi. Azîz'in sarayında bulunduğu sırada gizli gizli ibâdet eder, dînîni onlardan saklardı. Zindana girince dînîni açıkladı. Allahü teâlânın bir olduğuna inandığını, Mısır Azîzi'nin dînîne inanmadığını söyledi. “Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînîni terk ettim” sözüyle; “Ben sizin zannettiğiniz gibi Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînînde değilim. Hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım” sözünü kastetti. Zirâ onlar, Yûsuf aleyhisselâmı kendi dinlerinde zannediyorlardı.
Âyet-i kerîme, onların âhıreti inkârlarının, Allahü teâlâyı inkârlarından daha şiddetli olduğunu göstermektedir. Zâten peygamberlerin ve ilâhî kitapların gönderilmesinden murâd da; kullarını, Allahü teâlânın birliğine, bildirdiklerine ve âhıret gününe inanmaya dâvet etmektir.
Yûsuf aleyhisselâmın dâveti:
Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı tâbir etmeden önce, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyleyip, mûcize gösterdi. “Size gelen yemekler daha gelmeden, cinsini ve tadını haber veririm” dedi. Peygamberler âilesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Babasının Ya’kûb, dedelerinin İbrâhim ve İshak aleyhimüsselâm olduğundan bahsetti. Hazret-i İbrâhim ve İshak aleyhisselâm, Mısır'da da bilinir, peygamber oldukları kabûl edilirdi. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, açıkladığı tevhîd îtikâdının onlar tarafından kabûl görmesi ve sözüne îtibâr edilerek kendisine itâat edilmesi için, peygamber âilesinden geldiğini söyledi. Onun bu îzâhatı, âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu:
“Ben, babalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'un dînîne tâbi oldum. Allahü teâlâya herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yakışmaz. (Çünkü Allahü teâlâ bizi tevhîd üzere yarattı. Bizi şirkten korudu.) Tevhîd (ve nîmet), bize ve insanlara Allahü teâlânın lütfundandır. (Çünkü, Allahü teâlâ, tevhîd îtikâdını bize vahiyle bildirdi. Bizi de tevhîd îtikâdına irşad ve dâvet için insanlara gönderdi.) Lâkin insanların çoğu, ihsân ettiği nîmetler için Allahü teâlâya şükretmezler. (Çünkü onlar, Allahü teâlâya değil, başkasına ibâdet ediyorlar.) (Yûsuf sûresi: 38)
“Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-püti (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi açıklarken buyurdu ki: İnsanlar arasında tanınmayan bir âlim, ilmini herkese yaymak isterse, insanların, ilminden istifâde etmelerini teşvik için kendisini güzel vasıflarla anlatabilir. Böyle yapmak; nefsi temize çıkarmak kendisini beğenmek değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Bilhassa peygamberler aleyhimüsselâm, böyle yapmakla vazifelidirler. Nitekim Duhâ sûresinin son âyetinde meâlen; “Rabbinin nîmetini söyle” buyrulmuştur. Bu incelikten gâfil olan bir kısım insanlar, evliyâullahdan bâzısına; tasavvuf yolundaki terakkîlerinden (ilerlemelerinden) ve Allahü teâlâya yakınlık derecelerinden bahsettikleri için, dil uzatmışlardır. Onların bu hâle düşmelerine sebep de, hased ve cehâletleri olmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarına kendini tanıttıktan sonra, onları İslâm'a dâvet edip, meâlen şöyle dedi:
“Ey zindan arkadaşlarım! Sizin (altın, gümüş, demir ve başka şeylerden yapılmış, kimseye zarar ve faydaya gücü yetmeyen irili ufaklı) çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı? Yoksa, (zâtında ve sıfatlarında) bir ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” (Yûsuf sûresi: 39)
Yûsuf aleyhisselâm zindan arkadaşlarını İslâm'a dâvet ederek, taptıkları putların ne kadar âciz ve mânâsız şeyler olduğunu anlattı. Onların ulûhiyete lâyık olmaktan çok uzak olduklarını ve hiç bir şeye güçlerinin yetmediğini söyledi. Aksine, bir ve kahhar olan Allahü teâlânın her şeye gücünün yettiğini, her hükmün O'nun kudretinde bulunduğunu, ibâdet edilmeye lâyık olanın yalnız Allahü teâlâ olduğunu ve kendisine ibâdeti de emrettiğini anlattı. Sâdece Allahü teâlânın dînînin doğru olduğunu söyledi. Yûsuf aleyhisselâmın nasîhatleri, âyet-i kerîmede meâlen şöyle haber verildi:
“Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, atalarınızın ve kendinizin takmış olduğunuz (kuru) adlardan başkası değildir.” (Yûsuf sûresi: 40) Bu âyet-i kerîmeyi Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh) şöyle tefsîr buyurdu: “Yâni ilâh ve rab diye isim verdiğiniz şeylerde, hakîkatte ilâhlık vasfı olduğuna dâir aklî ve naklî hiç bir delil yoktur.Böyle iken bir takım şeylere ilâh dediniz. Siz, onlara sâdece ilâh dediğiniz için tapıyorsunuz, Demek ki, siz sâdece isimlere tapınıyorsunuz.” Yûsuf aleyhisselâm, bu sözleri zindandaki bütün, müşriklere söyledi. Onun için âyet-i kerîmede “Siz”buyruldu.
Müşriklerin, putlarına “ilâhlarımız” demelerinde herhangi bir delilleri yoktu. Onlara böyle söylemelerini Allahü teâlâ da emretmemişti. Kendi kafalarından uydurup yapmışlar, onlara tapar olmuşlardı. Müşriklere; “Niçin âciz putları ilâh bilip, taparsınız?” diye sorulduğunda; “Biz bu putların, âlemin yaratıcısı olduğu mânâsında tanrılar olduğunu söylemiyoruz. Onlara sâdece “İlâh” diyor, ibâdet ediyor ve tâzimde bulunuyoruz. Onlara ibâdeti, bize Allahü teâlânın emrettiğine inanıyoruz” derlerdi. Bu yüzden Allahü teâlâ, onların sözlerini reddedip, meâlen şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ (kendi varlığına ibâdetin lâzım olduğuna dâir deliller ve burhanlar gösterdiği gibi) bunlara (putlara) ibâdet etmeniz husûsunda hiç bir burhan indirmedi. Hüküm (kulların dünyâ ve âhıretteki bütün işlerinde) yalnız Allahü teâlâya mahsustur. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emreylemiştir... (Çünkü, ibâdete müstehak olan yalnız O'dur. İlâh ismi verilen putlar değil.)” (Yûsuf sûresi: 40) İbâdet; tâzim ve alçalmanın son noktasıdır. Bundan dolayı ibâdete lâyık olan; her türlü nîmeti gönderen, her şeyi yaratan O'dur. O da yalnız Allahü teâlâdır. Zirâ, yaratmak, diriltmek, akıl, rızk, hidâyet hep O'nun kudretiyle olup, O'na aittir. Her cömertlik ve ihsân da O'ndandır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse; Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarını üç kademede İslâm'a dâvet etmiştir. Yûsuf (aleyhisselâm) ilk önce tevhîd îtikâdının lüzumunu, Allahü teâlâya inanmanın gerekli olduğunu anlattı. Sonra Allahü teâlâdan başka şeylerin, putların ibâdete müstehak olmadıklarına dâir deliller getirdi. Son olarak da hak dîni, aklın ve naklin kabûl edeceği bir şekilde ortaya koydu. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Doğru olan bu dindir (Buna aklî ve naklî deliller delâlet etmektedir.) Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 40)
Yûsuf aleyhisselâm, rüyâlarının tâbirini isteyen zindan arkadaşlarına, tevhîd inancını anlatıp peygamber olduğunu açıkladıktan sonra, onların rüyâlarını tâbir etmeye başladı. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey benim zindan arkadaşlarım! İkinizden biriniz (önceki gibi) efendisine sakilik (şerbetçilik) edecek. Diğeriniz asılacak. Başından kuşlar yiyecek dedi.” (Yûsuf sûresi: 41)
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm, rüyâların tâbirini bitirince, adamların ikisi de rüyâlarını inkâr edip, böyle bir şey görmediklerini, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ tâbirine ne derece aşina olduğunu denemek için böyle bir şeye tevessül ettiklerini söylediler. Rüyânın tâbiri hoşlarına gitmediği için böyle söyledikleri de rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Yûsuf aleyhisselâm da meâlen onlara; “(Gerçekten rüyâ görmüş olsanız da olmasanız da) tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır dedi.”
Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh), Allahü teâlâ bunların âkıbetlerini vahiy ile bildirdiği için, Yûsuf aleyhisselâm böyle kat’î bir sözle cevap verdi. Cevâbı rüyâ tâbir ilmine bağlı olarak verseydi, böyle kat’î söyleyemezdi. Çünkü rüyâ tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kurulmuştur. Bununla berâber, Yûsuf aleyhisselâmın cevâbını, tâbir ilmine bağlı olarak buyurmuş olması ihtimâli de uzak değildir. “Tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır” demekle, Yûsuf aleyhisselâm bu hükmün mutlakâ vâki olduğunu buyurmamış, bilakis öyle rüyânın hükmü budur, demek istemiş de denebilir. Ancak burada Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı kat’î bir şekilde tâbir etmiştir. Çünkü Yûsuf aleyhisselâmın rüyâları tâbiri vahye bağlı idi. Vahiyde ise zan olmayıp, mutlakâ kesinlik vardır buyurmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm rüyâlarını tâbir ettikten sonra, o ikisinden, zindandan kurtulacağını bildiği şerbetçiye meâlen; “Beni efendinin yanında an!” dedi. Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurdu: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Pâdişahın huzûruna vardığın zaman, zindanda bir mahpus vardır. Kardeşleri onu babasından ayırıp, köle diye sattılar. Bu cihetle mazlum birisidir. Ayrıca iftirâya uğrayarak zindana düşmüştür. Bu bakımdan da kendisine adâletle muâmele edilmemiştir” demesini istemiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûsuf aleyhisselâmın şerbetçiye söylediği sözle ilgili olarak; “Allahü teâlâ, kardeşim Yûsuf'a (aleyhisselâm) rahmet etsin, o, şerbetçiye; Beni efendinin yanında an demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı” buyurdu. Zindandan kurtulan şerbetçiye şeytan vesvese verdiği için, Fir’avn'a, Yûsuf'tan (aleyhisselâm) bahsetmeyi unuttu. Âyet-i kerîmenin devamında meâlen: “Fakat şeytan, efendisine anmayı ona (şerbetçiye) unutturdu” (Yûsuf sûresi: 42) buyrulmuştur.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmeye; “Şeytan, Yûsuf'a Rabbinin zikrini unutturdu (zikrini unutmasına sebep oldu)” mânâsını da vermişlerdir. Buna göre, Yûsuf aleyhisselâm, kendinden bir zararın giderilmesi için, kendisi gibi bir mahlûktan yardım istemiş olmaktadır. Aslında bir zararı uzaklaştırmak için, insanlardan yardım istemek câizdir. Fakat Yûsuf aleyhisselâm gibi peygamber olan bir zâtın, zindandan kurtulmak arzusuyla mahlûktan yardım istemesi muâhezesine sebep olmuştur. Nitekim bâzı âlimler; “Şeytan, Yûsuf'un (aleyhisselâm) Rabbini zikretmeyi (hatırlamayı) unutmasına sebep olduğu için, Yûsuf aleyhisselâm başkasından yardım istedi. Yoksa zâtını unutmadı. Bu da gayretullaha dokunarak Yûsuf aleyhisselâm senelerce zindanda kaldı” buyurmuşlardır.
İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Beni efendinin yanında an” deyince, ona; “Ey Yûsuf benden başkasını vekil edindin. Ben de senin hapsini uzattım” buyuruldu. Yûsuf aleyhisselâm da üzüntüsünden ağladı.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Allahü teâlâdan başkasını vekil etmekle ilgili olarak şöyle buyurdu: Yaşım 57'ye vardı. Bu müddet içerisinde şu tecrübeyi edindim: Bir insanın hangi işinde olursa olsun, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd etmesi, ona güvenip dayanması, belâ, musîbet, sıkıntı ve meşakkatlere düşmesine sebep olur. Aksine, herhangi bir işinde, itimadını, ümidini sâdece Allahü teâlâya bağlayıp, O'ndan başkasına güvenmez, O'ndan başka bir mahlûka ümîd bağlamazsa, maksadına ve murâdına en güzel şekilde nâil olur. Yâni, insan için Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başkasına güvenip dayanmakta, ümîd bağlamakta hiç bir fayda yoktur. Ancak ihtiyaç zamanında, bilhassa zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câizdir. Şerbetçiden yardım istemesi sebebiyle muâheze olunması, Yûsuf aleyhisselâmın, bir peygamber olarak, kulluğun en yüksek derecesinde bulunmasından dolayıdır. Bir zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câiz iken, sıddîkıyyet makâmına nâil olmuş bir peygamber, bu kadarcık bir isteğinden dolayı muâheze olundu.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarının rüyâlarını tâbir ettikten sonra, zindanda Cebrâil aleyhisselâmı gördü ve hemen tanıdı. Niçin geldiğini sordu. Cebrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâselâm eder. Bir insan, kurtuluşu için bir insanı vekil yaptı, benden başkasından yardım istedi. İzzetim hakkı için onu senelerce zindanda tutarım buyurdu” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm; “Acabâ Allahü teâlâ benden râzı mıdır?” dedi. “Allahü teâlâ senden râzıdır” cevâbını alınca; “Mâdemki Allahü teâlâ, benden râzıdır, zindanda olmama hiç aldırış etmem” buyurdu. Bu hâdiseyi anlatan Hasen-i Basrî hazretleri, hüngür hüngür ağladı ve; “Allahü teâlâdan başkasından yardım istemenin ne kadar korkunç olduğunu bildiğimiz hâlde, bir belâya uğrayınca, insanlara yalvarıp yakarmaktan geri kalmayız. Onlara ümîd bağladığımız için vay bizim hâlimize” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ gören zindan arkadaşları çok geçmeden zindandan çıkarıldılar. Rüyâlarının netîcesi Yûsuf aleyhisselâmın tâbir ettiği gibi çıktı. Şerbetçi, Fir’avn'ın yanında eskisinden daha iyi bir makâma kavuştu. Ekmekçi, asıldı ve beynini kuşlar yedi. Şerbetçi zindandan kurtulunca, Fir’avn’ın yanında şeytanın vesvesesiyle Yûsuf aleyhisselâmı anmayı unuttu. Yûsuf aleyhisselâm, şerbetçinin, kendisini efendisinin yanında hatırlayıp söylememesi sebebiyle zindanda bir müddet daha kaldı. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “O (Yûsuf) (aleyhisselâm) zindanda bir kaç sene kaldı” (Yûsuf sûresi: 42) buyruldu. Müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda ne kadar kaldığında ihtilâf etmişler, bâzıları yedi veya oniki sene zindanda kaldığını bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda bir müddet daha kalmasını dilemiş, onun sözünü ve şeytanın unutturmasını buna sebep kılmıştır. Cenâb-ı Hak bir şeyi murâd edince, sebeplerini de yarattığını herkes bilir. Nitekim şâir Nâbî şöyle demiştir:
Taalluk etse bir emirin irâde fethine Nâbî,
Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ.
Yâni; Nâbî (sen üzülme) bir emrin yapılması hakkında Allahü teâlâ bir şeyi irâde edip dileyince; onun yerine getirilmesi için umulmayan yönlerden, çeşitli sebepler ortaya çıkarır.
Fir’avn’ın rüyâsı:
Yûsuf aleyhisselâmın zindandan çıkma vakti yaklaşınca; zamanın Mısır Fir’avn'ı olan Reyyân, acâyip bir rüyâ gördü. Çok merâklandı. Memleketindeki bütün müneccimleri, sihirbazları, rüyâ tâbircilerini topladı. Gördüğü rüyâyı onlara anlattı ve tâbirini istedi. Allahü teâlâ, kâhinlerin basîretini bağladı. Fir’avn'ın rüyâsı hakkında hiç biri ağızlarını açamadılar. Böyle rüyâların tâbirini bilmediklerini söylediler. Fir’avn’ın rüyâsı Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Bir gün Mısır) fir’avn (ı kâhinlerine); “Ben rüyâmda yedi zayıf ineğin yemekte olduğu yedi semiz inek ile, yedi yeşil başağı da, diğer yedi kuru başak sarmalayıp gâlib gelmiş (hiç eseri kalmamış) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüyâ tâbir edebiliyorsanız, benim rüyâmı hâllediniz dedi. Onlar (kahinler) da, Bu karışık ve (aslı olmayan) bir rüyâdır. Biz böyle rüyâların tâbirini bilmeyiz dediler.” (Yûsuf sûresi: 43-44)
Kâhinler şunu kastettiler: “Rüyâ tâbiri ilmi iki kısımdır. Bir kısmı, tertipli ve muntazam bir sûrettedir. Hayâlî şeylerden aklî hakîkatlere intikâl etmek kolay olur. Rüyânın diğer kısmı ise karışıktır. Bunlarda tertip ve intizam yoktur. İşte Fir’avn'ın rüyâsı bu kısımdandır. Biz bu kısım rüyânın te’vilini bilmeyiz. Bu rüyâ farklı ve değişik şeylerle karışmış, ona bizim aklımız ermez” dediler. Kâhinlerin bu sözleri rüyâ tâbiri ilminde kâmil ihtisas sâhibi birinin ancak böyle karışık rüyâları te’vile muktedir olabileceğini ifâde ediyordu.
Fir’avn ve kâhinler arasında cereyân eden bu konuşmaların yapıldığı mecliste, Yûsuf aleyhisselâmın zindan arkadaşı olan şerbetçi de bulunuyordu. Kalbi sızladı. Hemen Yûsuf aleyhisselâmın;“Beni efendinin yanında an” sözünü hatırladı. Fir’avn'a; “Zindanda ilmi ve ibâdeti çok, sâlih bir zât vardır. Rüyânızın tâbirini bilen biri varsa, o da bu fazîletli zâttır. Onun ilim ve hikmet sâhibi bir zât olduğunu herkes tasdik eder. Ben ve arkadaşım ekmekçi zindanda iken gördüğümüz rüyâyı ona tâbir ettirmiştik. Rüyâlarımız, tâbir ettiği gibi çıktı. İzin verirseniz rüyânızı tâbir ettirip geleyim” dedi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle beyân buyruldu: “İki arkadaştan (zindandan) kurtulan (şerbetçi) nice zaman sonra (Hazret-i Yûsuf'u) hatırladı ve; Ben size onun (bu rüyânın) tevilini (bilenden öğrenir) haber veririm. Beni, (o bilene veya zindana) gönderiniz dedi.” (Yûsuf sûresi: 45)
Fir’avn, sevinç ve memnuniyet göstererek şerbetçisine izin verip, Yûsuf aleyhisselâmın yanına gönderdi. Yûsuf'un aleyhisselâm yanına varınca meâlen şöyle dedi: “Ey Yûsuf! Ey Sıddîk (çok doğru sözlü)! Bize yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediği, yedi kuru başağın da yedi yeşil başağı yok ettiği (görülen) rüyânın tâbirini haber ver. Umulur ki, insanlara (Fir’avn ve yanındakilere) isâbetli tâbirinizle dönerim de onlar (bu vesîle ile) senin ilimdeki üstün dereceni bilirler dedi.” (Yûsuf sûresi: 46)
Şerbetçi, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Yûsuf aleyhisselâma; “Ey Sıddîk!” diye hitâb etti. Çünkü zindanda berâber bulunduğu müddetçe, onun hiç yalan söylediğini görmemişti. Ayrıca şerbetçinin; “Ey Sıddîk!” diye hitâb etmesi, birinden bir şey öğrenmek isteyen kimsenin, öğreneceği kimseye hürmet etmesi, hürmet ve saygı ifâde eden sözlerle hitâb etmesi lâzım geldiğini göstermektedir.
Şerbetçinin burada “Umulur ki...” gibi, ihtimâle yer vermesinin bâzı sebepleri vardır: 1- Şerbetçi, o kadar kâhinin hakkında söz söylemekten âciz kaldığı bir rüyâyı, Yûsuf aleyhisselâmın da tâbir edememesinden çekiniyordu. 2- Fir’avn ile yakınlarının, Yûsuf'un (aleyhisselâm) cevâbını anlayabileceklerinden pek ümîdli değildi. 3- Anlasalar bile doğruluğuna îtimâd edeceklerini kat’î olarak bilmiyordu. Ayrıca, Fir’avn ve avânesi, Yûsuf aleyhisselâmın fazîletinden habersiz oldukları gibi, diğer insanlar da fazîlet ve üstünlük sâhibinin kadrini anlayamayacak kadar gaflet içindeydiler. Bu ve benzeri sebeplerden kat’î bir ifâde yerine “Umulur ki” dedi.
Ayrıca Şerbetçi, Fir’avn’ın rüyâsını hiç değiştirmeden aynı lafızlarla, Yûsuf aleyhisselâma nakletti. Çünkü, rüyâ tâbir ilminde rüyâ, anlatılış şekline göre yorulur. Bir rüyâ, değişik lafızlarla anlatılırsa, değişik tâbirler yapılır.
Yûsuf aleyhisselâm rüyânın tâbirini Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi meâlen şöyle yaptı: “(Yedi semiz inek ve yedi yeşil başak bolluk ve genişlik yıllarıdır. Yedi zayıf inek ve yedi kuru başak kıtlık yıllarıdır. Şimdi) yedi yıl zirâatteki âdetiniz üzere ekin ekin. Yiyeceğiniz az bir mikdarı dışında, buğdayı başaklarında bırakın.” (Yûsuf sûresi: 47) Buğdayın başakta saklanması, kurt düşmemesi içindir. Böylece buğday uzun müddet kalabilir. Yûsuf aleyhisselâmın buğdayın ekseriyetini saklamayı emretmesi, ilerde gelecek kıtlık yılları içindi. Yûsuf aleyhisselâm, tâbirine devam ederek meâlen; “(Bu bolluk yılları geçtikten) sonra bir yedi sene kıtlık olacak. (Bu kıtlık seneleri için) evvelce biriktirdiğiniz (buğdayın tohumluk olarak) saklayacağınız az bir mikdarından başkasını (o vakte yetişenler) yiyip bitirecekler. Bundan (kıtlık seneleri geçtikten) sonra bir (bereketli) yıl gelecek. O sene yağmurlar yağıp her çeşit mahsulde feyz ve bereket olacak, insanlar, o zaman sıkacaklar. (yani üzüm, zeytin, susam gibi şeylerin usâresinden, suyundan ve hayvanların sütünden insanlar çok istifâde edecekler) dedi.” (Yûsuf sûresi: 48-49) Âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; “(O bereketli yılda) sıkacaklar” buyrulmuş, fakat insanların neyi sıkacakları beyân edilmemiştir. Bu ise, sıkılabilecek olan her türlü meyvenin sıkılabileceğine delâlet etmektedir. Bâzı âlimler, “sıkacaklar” ın “Süt hayvanlarını sağarlar” mânâsına da geldiğini bildirmişlerdir. Çünkü, hayvanın sütünü almak için memesi sıkılır. Sel ve afete sebep olmayan yağmurların yağdığı yılda hâliyle ot fazla olur. Hayvanlar güzel beslenir ve iyi ürün alınır. İşte bu da bolluk yıllarına mahsus bir berekettir. Âyet-i kerîmedeki “sıkacaklar” lâfzı bu mânâyı da içine almaktadır.
Alimlerimiz, Fir’avn’ın rüyâsını böyle teferruâtlı bir şekilde yorumlayan Yûsuf aleyhisselâmın, bu bilgileri rüyâdan çıkarmış olabileceği gibi, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahiy yolu ile haber verilebileceğini de bildirmişlerdir. Çünkü, Yûsuf aleyhisselâm, rüyâyı tâbir ederken gelecekten haber vermiştir. Yedi yıl bolluğun peşinden gelen yedi kıtlık senesinden sonra, bir bolluk yılı geleceğini müjdelemiş ve bunu teferruâtlı bir şekilde bildirmiştir. Bu durum vahiyle bildirilme ihtimâlini kuvvetlendirmektedir. Ancak Fir’avn’ın rüyâsından bu müjdeyi çıkarması da mümkündür. Çünkü Fir’avn’ın rüyâsı, kıtlığın yedi seneden fazla sürmeyeceğini göstermektedir. Bu âlemde birbirine zıt olan iki şeyden biri bitince diğeri başlar. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Her kıtlık ve darlığın sonunda bir bolluk ve genişlik görülür. Yûsuf aleyhisselâm da bunu bildiği için kıtlıktan sonra bolluk yılının geleceğini haber vermiş olabilir. Ancak bâzı âlimler; “Yûsuf aleyhisselâmkıtlıktan sonra bereketli bir yılın geleceğini vahiy yoluyla haber vermiştir. Yoksa geleceğini bildirdiği o bolluk yılını tafsilatlı olarak haber veremez, kısa bir cevapla bırakırdı. Tafsilatlı haber verebilmek, vahiyden başka yolla bilinemez” dediler.
Zindandan çıkması:
Şerbetçi, Yûsuf'tan (aleyhisselâm) duyduğu rüyânın tâbirini gidip Fir’avn'a haber verdi. Fir’avn bu tâbiri beğendi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen bildirildiği gibi; “Onu bana getiriniz” dedi. Bu hâdise, ilmin fazîletini göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâmın ilmini onun dünyevî bir sıkıntıdan kurtulmasına vesîle kıldı. İlim, kişinin dünyevî sıkıntıdan kurtulmasına vesîle olduğu gibi, âhıretteki sıkıntısından kurtulmasına da vesîle olacaktır. Şerbetçi, Fir’avn’ın “Onu bana getiriniz” emri üzerine, Yûsuf aleyhisselâmın yanına gitti. Fir’avn’ın kendisini dâvet ettiğini bildirdi. Fakat Yûsuf aleyhisselâm bu dâveti kabûl etmedi. Bu hâl âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Şerbetçi dönüp, Yûsuf aleyhisselâmın tâbirini arz edince, tâbiri beğenen) Fir’avn; “Onu bana getiriniz” dedi. Bunun üzerine ona elçi gelince, (Fir’avn’ın dâvetini tebliğ eyledi. Yûsuf ona); “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru (hâli) neydi, kendisine sor. Benim Rabbim onların hîlelerinin ne olduğunu (ne söylediklerini, ne yaptıklarını) elbette bilir” dedi. (Elçi, Fir’avn’ın yanına dönüp, Yûsuf aleyhisselâmın isteğini arz eyledi. Mes’eleyi tahkik eden Fir’avn, o kadınları derhal yanına getirtip; Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi meâlen;) “Yûsuf'un nefsinden murâd almak istediğiniz vakit ne hâlde idiniz? (Onu, Züleyhâ'nın emrine itâata teşvik ederken size karşı bir meylini hissetiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü?) dedi. (Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı tenzîh edip, onun temizliğine ve iffetinin yüksekliğine hayret ederek); “Hâşâ! Biz onun hiç bir kötü hâline, hiç bir günâhına muttalî olmadık dediler. (Züleyhâ da mecliste idi. Hanınmlar onun yüzüne bakıp; Sen ne dersin? gibi bir îmâda bulundular.) Azîz'in hanımı (Züleyhâ); “Şimdi hak ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murâd almak istemiştim. O ise, şeksiz şüphesiz doğru söyleyenlerdendir. (Yâni önce ben ona iftirâ ettiğimde o kendisini müdâfâ ederek; Züleyhâ benden murâd almak istedi” demişti. Gerçekten o, bu sözünde sâdıktır) dedi.” (Yûsuf sûresi: 50-51)
Yûsuf aleyhisselâm zindanda bu kadar zaman haksız yere kalmış iken, kendisinin, Fir’avn’ın dâvetini derhal kabûl etmeyip, habse giriş sebebinin araştırılmasını istedi. Bunda bir maksadı olmalıydı.
Yûsuf aleyhisselâm, yapılan dâveti kayıtsız şartsız kabûl edip, zindandan çıkmakta acele etse idi, Fir’avn’ın kalbinde bu iftirâdan bir eser ve şüphe kalabilirdi. Fakat zindandan çıkmadan önce, mes’elenin araştırılmasını istemesi; kendisine atılan iftirâdan uzak ve temiz olduğuna delâlet ettiği gibi, zindandan çıkarıldıktan sonra da kınanmaktan kurtulmuş olacaktı.
Yine uzun bir müddet haksız yere zindanda kalan bir insanın, hükümdâr tahliyesini isterse, o kimse çıkmak için acele eder. Yûsuf aleyhisselâm kendisine isnâd edilen suçtan uzak olduğu, hükümdâr tarafından da anlaşılmadıkça zindandan çıkmak istememiştir. Onun bu hâlinden ne derece sabır ve sebât sâhibi olduğu kolayca anlaşılır. Her türlü kötü işten temiz olduğunu herkese tasdik ettirmesi, hakkında her ne söylenmiş ise hepsinin yalan ve iftirâ olduğuna delâlet eder. Yûsuf aleyhisselâmın, kendi durumunu, kendisine iftirâ eden, o ellerini kesen kadınlara sorarak araştırmasını Fir’avn'a teklif etmesi de; bu mes’ele de temiz, nezih ve suçsuz olduğunun ayrı bir delîlidir. Çünkü, kendisine isnâd edilen işe bulaşmış olsaydı, önceki hâlinden bahsetmekten, bunun araştırılmasından korkardı.
Yûsuf aleyhisselâmın, kendisine gelen elçiye böyle demesinin sebebi, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “(Arada elçilik eden şerbetçi gelip, hakîkatin ortaya çıkışını anlatınca, Hazret-i Yûsuf, araştırılmadan önce niçin zindandan çıkmadığını îzâh için şöyle dedi): “Benim, işin doğrusunun anlaşılmasına vesîle olan bu teşebbüsüm, onun (Azîz'in) gıyâbında (hanımına) hıyânet etmediğimi, Allahü teâlânın hâinlerin hîlelerini muvaffakiyete erdirmeyeceğini, (bilakis, Allahü teâlânın bir müddet sonra da olsa hakkı ortaya çıkaracağını) bilmesi içindi.” (Yûsuf sûresi: 52)
Ancak Yûsuf aleyhisselâm, bu söz ile kendisini temize çıkarmayı, kendi hâlini beğenmeyi (ucb) kastetmedi. Çünkü bu; “Kendinizi (ucb ve riyâ ile) temize çıkarmayınız” meâlindeki Necm sûresi 32. âyet-i kerîmesi ile nehyedilmiştir. Bilakis Yûsuf aleyhisselâm, bu sözü, kendisine ihsân buyrulan ismet ve tevfik nîmetini göstermek için söylemişti. Nitekim, Duhâ sûresinde meâlen; “Rabbinin nîmetini söyle” buyrulmuştur.
Fir’avn’ın yanına götürmek üzere gelen şerbetçiye, Yûsuf aleyhisselâmın verdiği cevâbı bildiren bu âyet-i kerîmede, bâzı incelikler vardır:
1- Yûsuf aleyhisselâm, Fir’avn'a bir şeyi emretmiş görünmemek için, sözünü emir mânâsını taşıyan bir ifâde ile söylemedi. Sâdece, Züleyhâ'nın meclisinde bulunan kadınlara; “Ellerini niçin kestiklerini sor” demekle iktifâ etti.
2- Yûsuf aleyhisselâm; “O kadınların hâlini teftiş etmesini iste” demeyip; “O kadınların hâli (zoru) neydi, kendisine (Fir’avn'a) sor?” dedi. Maksadı böyle söylemekle, Züleyhâ ve diğer kadınların kendisine isnâd ettikleri işten uzak ve temiz olduğunun ortaya çıkması için, Fir’avn'u bu mes’eleyi araştırmaya teşvik idi. Çünkü her ne olursa olsun, bir kimseye bir şey sorulunca, o kimseyi o şey hakkında araştırmaya ve tecessüse sevk eder. Ayrıca insan kendisine sorulan suâli bilmek ister, bilemedi denilmesini istemez. Bu sebeple sorulan şeyi araştırır. Bilhassa hükümdârlar, bu şekildeki hâdiselerde halkının durumunu bilmek için hassas ve mütecessistirler. Eğer Yûsuf aleyhisselâm, şerbetçiye; “Fir’avn'dan o kadınların hâlini araştırmasını iste!” şeklinde söyleseydi, bu, hükümdâra karşı bir cür’etkârlık olabilirdi, O zaman Fir’avn makâmının yüksek olması dolayısıyla kibre kapılır, Yûsuf aleyhisselâmın sözüne îtibâr etmeyebilirdi.
3- Yûsuf aleyhisselâmın hapse girmesine, Züleyhâ sebep olduğu hâlde, onun ismini söylemeyip, sâdece; “O kadınların hâli neydi?” demesi, Züleyhâ'nın evinde kaldığı için, onun hakkını gözetmesinden ve edebe riâyet etmesindendir. Yûsuf aleyhisselâmın bu edebli ve asîlane tavrından dolayı, Züleyhâ da Yûsuf aleyhisselâma nisbet edilen töhmetten, kötü işten berî ve temiz olduğunu îtirâfa kendisini mecbûr tuttu. Yâhud da Züleyhâ, Yûsuf aleyhisselâmın kendi hakkını bu derece korumasından dolayı, ona mükâfât olarak Yûsuf'un (aleyhisselâm) temiz olduğunu îtirâf etti.
Sonra Yûsuf aleyhisselâm; “Benim Rabbim onların hîlelerinin ne olduğunu elbette bilir” dedi. O kadınların Yûsuf aleyhisselâma yaptıkları hîleler hakkında şu ihtimâller bildirilmiştir:1- Onlardan her biri, Yûsuf aleyhisselâm ile berâber olmayı arzu ediyorlardı. Murâdlarına kavuşamayınca, ona bu kötü iftirâda bulunmuşlardı. 2- O kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı ayrı ayrı, Züleyhâ'nın isteğine teşvik ediyorlardı. Fakat, Yûsuf aleyhisselâm onların sözlerine îtibâr etmedi. İşte, Yûsuf aleyhisselâm: “Benim Rabbim onların hîlelerinin ne olduğunu elbette bilir” demek sûretiyle, hanımların böyle bir hıyânete, ısrârlı şekildeki teşviklerine işâret buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîme, bilhassa, insanlara dînîni öğretmek, doğru yolu göstermek için çıkan kimsenin yapmadığı bir şeyden dolayı kendisine isnâd olunan töhmet ve suçu kabûl etmemesi, böyle bir şeyden uzak ve temiz olduğunu isbata çalışması, töhmet altında kalmaya sebep olan yerlerden uzak durmak lâzım geldiğinin delîlidir.
Yûsuf aleyhisselâm; “Ben, onun (Azîz'in) gıyâbında ona hıyânette bulunmadım” buyurdu. Hıyanette bulunmaması, tabîatının böyle bir şeye arzu ve istek duymadığından değil, bilakis Allah korkusundandı. Böylece beşer tabîatının beşer olma bakımından kötülüğü emrettiğini ve insan tabîatının lezzetlere düşkün olduğunu anlatmış oldu.
Yûsuf aleyhisselâmın bu sözü, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum. Çünkü, (Arşın üzerinde bulunan kalb, rûh ve âlem-i emirdeki diğer latîfelerin bineği olan anâsır-ı erbeadan neş'et eden) nefs (nefs-i hayvânî, tabîatı icâbı) kötülüğü emreder. Rabbimin merhameti ile korudukları müstesnâ. Muhakkak ki benim Rabbim (beşeri nefsin arzu ve isteklerine olan ihtiyârî meylini) affeder. (Dilediğini benim gibi tevfîk ve ismetine, korumasına nâil olanları merhamet ve yardımının eseri olarak o meylden men eder, korur) dedi.” (Yûsuf sûresi: 54)
“Tefsîr-i Mazharî”de buyruluyor ki: Yûsuf aleyhisselâm burada nefs ile, anâsır-ı erbeadan yâni toprak, hava, su, ateşten, neş'et eden hayvanî nefsi kastetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektubatının bir çok yerlerinde hayvanî nefsin arzularını, bedenin arzuları şeklinde açıklamıştır. Birinci cilt 260. mektubunda buyuruyor ki:
“Ey oğlum! Bu mutmainne, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan başka, hiç bir düşüncesi yoktur. O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre, şimdi itmînân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmuştur. Arkadaşlarının şefi olmuştur. Evet, Muhbir-i sâdık (yani hep doğru söyleyici); “Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslâmiyete uymamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Halbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itmimâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nesflerden râzı olmuştur. Bu nefsler, İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramazlar. Cesedi meydana getiren maddelerin İslâmiyete uymuyor görünen arzuları ve baş kaldırmaları, daha iyisini yapmağı istememeleridir. İzin verilen şeyleri yapmalarıdır. Azîmeti yâni en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, haram işlemeği ve farzları, vâcibleri terk etmeği istemezler.”
Yûsuf aleyhisselâmın bu sözünde, Züleyhâ'nın zevcine hıyânette bulunduğu haber verilmekte, Yûsuf aleyhisselâmın ise emîn ve güvenilir olduğu anlatılmaktadır. Bu âyet-i kerîme, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendisine nisbet edilen bütün kötülüklerden berî ve temiz olduğuna kat’î bir delildir. Ayrıca, Yûsuf aleyhisselâm bu sözüyle, kendisini temize çıkarıp, kendisini beğenmeyi kasdetmedi. Bilakis Allahü teâlânın kendisine olan lütûf, ihsân ve nîmetlerini izhâr etmek istedi. Böyle söylemekle de, insanları kendisine uymaya, bildirdikleri ile amel etmeye teşvik etti.
İnsanın nefsi, bâtıl ve boş şeylerden, arzu ve isteklerinden fevkalâde lezzet ve tat alır. Nefsin böyle tat alması olmasaydı, insanların ekseriyeti nefislerinin şehvetlerine, arzu ve isteklerine boyun eğmezdi. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın katında kıymetli ve sevgili olanlar, nefsinin ayıplarını herkesten iyi görürler. Nefsini başkalarından daha çok suçlar ve kötülerler. Hâliyle böyle bir nefsin kendini beğenmesi ve gururlanması da az olur.
Âyet-i kerîmede meâlen; “Muhakkak ki nefs, kötülüğü emreder” buyrulması, insan nefsinin her zaman kötülüğe meylettiğini, yalnız Allahü teâlânın muhâfaza ettiği nefslerin bundan müstesnâ olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâm; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum” buyurduktan sonra; “Nefsim kötülüğü emredicidir” buyurmadı. Aksine; “Muhakkak nefs kötülüğü emreder” diyerek nefsin kötülüğü emredici olduğunu umûmi bir ifâdeyle buyurup, sonra, günâhdan mâsûn (korunmuş, yâni mutmainne olmuş) olan nefsleri istisnâ etmiştir.
İnsan nefsi, kötülüğü emredici olmak cibilliyeti (yaratılışı) üzere halk olunmuştur. Kendi hâline ve tabîatının icâbına göre bırakılınca, şerre yâni kötülüğe yönelir. Kötülükten başka bir şeyi emretmez. Fakat, Allahü teâlânın muhâfaza ve sıyânetine (korumasına) mazhar olunca; nefis aslî tabîatını ve yaratılıştan sıfatı olan şerliliği, hayır ile değiştirir. Böylece, beşer olma karanlığının gecesinde hidâyet safâsının aydınlığını teneffüs eder. Gönül semâsının ufku aydınlanınca, levvâme olur. Kötü işlerinden dolayı kendi kendini kınar ve ayıplar. Kötülük ile emredici olduğu zaman, kendisinden meydana gelen kötü hâllerinden, dolayı pişmanlık gösterir. Allahü teâlâ da tevbesini kabûl eder. Çünkü nedâmet, tevbe demektir. Nefis, Allahü teâlânın inâyetine (ilâhî yardımına) kavuşunca, kendinin kötülüğü ve Allahü teâlâdan korkması îcâb ettiği ilhâm edilir. Bu nefs-i mulhime mertebesidir. Bundan sonraki mertebede nefs, İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaz. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlâkı ile ahlâklanmaktan zevk ve lezzet alır. Böyle olan kimsede; cömertlik, yumuşaklık, güler yüzlülük, sabır, tevekkül, rızâ, doğruluk, teslimiyet, şükür, ayıpları örtmek, kusurları affetmek gibi bütün güzel sıfatlar mevcût olur. Bunlar, Allahü teâlânın her işinden râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzı olmuştur. Bunlar; “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenlerdendir. El-Fecr sûresinde meâlen; “Ey mutmainne olan nefs!” kelâmıyla bunlara hitâb buyrulmuştur. Bunlar, mutmainne olan nefislerdir. Nefs-i mutmainne, bütün varlığı ile Rabbine dönmüştür. O'nun rızâsını kazanmaktan, O'na itâat ve ibâdet etmekten başka hiç bir düşüncesi yoktur. İtminan makâmında İslâm-ı hakîkîye kavuşulur ve îmânın hakîkati hâsıl olur. Bundan sonra nefs-i râdiyye makâmı vardır. Bu mertebede nefis, Allahü teâlâdan râzıdır. Her hâlinde rızâ ile sıfatlanmıştır. Allahü teâlâ bu nefise meâlen; “Razı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön” (El-Fecr sûresi: 28) kelâmıyla hitâb buyurmuştur. Bu nefis, beşerî sıfatlardan temizlenmiş olarak kemâle gelmiştir. Bu nefsin hâli, tadarak anlaşılır, tam bir teslimiyet ve rızâ üzeredir. Allahü teâlâdan, başka her şeyi unutmuştur. Her türlü haramdan ve şüphelilerden sakınır. İbâdetlerinde ihlâs, muhabbet ve huzûr içindedir. Bir çok kerâmetlere kavuşmuştur. Hiç bir şey, onu Allahü teâlânın kullarına doğru yolu göstermekten alıkoyamaz. Sözünü duyan ondan istifâde eder. Nefsi bu makâma kavuşan kimse, Hakk'ın huzûru ile edeb deryâsına dalar. Duâsı aslâ red olunmaz. Fakat edeb ve hayâsının çokluğundan bir şey isteyemez. Allahü teâlânın katında izzetli ve muhteremdir. İnsanlar yanında da muhteremdir. İnsanlar ona tâzim edip, saygı gösterirler, ama bunun sebebini anlayamazlar. Fakat onu görünce, muhabbeti kendilerini kaplar ve anlamadıkları bir kuvvet, onları, ona hürmet etmeye zorlar. Bu hâl, Allahü teâlânın o sâlih kul üzerinde bulundurduğu heybet ve vakâr sebebiyledir. O sâlih kul, bütün bunlara meyl ve aldırış etmez. Yalnız Allahü teâlâ ile meşgûldur. Bu, Rabbinden râzı olan nefsin yâni nefs-i râdiyyenin makâmıdır. Bir de Rabbinin râzı olduğu nefsin (Nefs-i merdiyyenin) makâmı vardır. Nefs-i merdiyye, Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu nefstir. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış, insanlık sıfatlarının hemen hepsini terketmiştir. Böyle olan nefs, hatâları affeder, kusurları örter, kimseye su-i zan etmez, hiç kimse hakkında kötü düşünmez. Dâimâ hüsn-i zan ile herkese lütûf ve şefkât gösterir. İnsanları, tabîatlarının zulmetlerinden kurtarıp, nûra gark etmek için, onlara sevgi ile yönelir. Bu yöneliş ve sevgi, insanlara olan merhamettendir. Nefs-i merdiyye makâmında olan kâmil insanın, görünüşte diğer insanlarla farkı yoktur, ama kalbi pek kıymetli olup, misli bulunmayacak kadar azdır. Bunlar, seçilmişlerin seçilmişidir. Bunların her biri nûr kaynağı, sırlar hazînesi, seçilmişlerin önderidir. Kalbi, Allahü teâlâdan başkasından kurtulmuştur. Allahü teâlânın râzı olduğu her şeyden râzıdır. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği mârifet ve hikmetleri, insanların idrâk edebileceği şekilde anlatır. Onlara faydalı olmaya çalışır. Nefs-i merdiyyeden sonra, nefs-i kâmile (kâmil insan) vardır. Evliyâlık makâmının en yüksek derecesidir. Bütün kemâlata, olgunluklara, yüksekliklere kavuştuğu için, bu mertebedeki nefse, kâmile ismi verilmiştir. Yukarıda bildirilen nefislerin sâhiplerinde bulunan bütün güzel huy ve sıfatlar, nefs-i kâmile sâhibinin sıfatlarıdır. Bu makâma ulaşan kimse, bütün maksat ve arzularına kavuşmuş, tek murâdı Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olmuştur. Her hareketi ibâdet ve tâat olup, ilim ve hikmet doludur. Yüzünü gören, huzûra kavuşur. Kim görürse, kalbine Allahü teâlânın zikri ve fikri gelir. Tam bir huşû ve hudû ile Allahü teâlâya yönelmiştir. Nefsi bu makâma kavuşan kimse, tam bir velî ve olgun bir rehberdir. Her an ibâdetle meşgûldur. Bedeninin her uzvu ile ibâdettedir. Bütün âzâları, haramlardan uzak olup, kalbi her an Allahü teâlâ iledir. Bir an ondan gâfil değildir. Hep istiğfâr eder, rızâsı ve sevinci, insanların Allahü teâlâya bağlanmasındandır. Gadaplanması ve üzülmesi de, insanların Allahü teâlâdan gaflet edip yüz çevirmelerindedir. Hakkı, doğruyu isteyenlere rağbet ve muhabbeti, öz evlâdına olandan daha çoktur. Herkese emr-i mâruf nehy-i anil-münkerde bulunup, yumuşak ve alçak gönüllülükle söyleyerek nasîhat etmeyi kendisine şiâr edinmiştir. Bir kimseyi sevmesi veya sevmemesi, hep Allahü teâlâ içindir. Kendisi için kalbinde kimseye kötülük beslemez. Allahü teâlâ için olan işleri yapar. Ayıplayanların ayıplamasından çekinmez. Her işinde adâlet üzere bulunur. Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu bir an bile unutmaz. Böyle nefisler, Allahü teâlânın merhametine kavuşmuşlardır. Nitekim Yûsuf aleyhisselâm, Yûsuf sûresi 53, âyet-i kerîmesinin sonunda bildirildiği gibi meâlen; “Rabbimin merhameti ile korudukları müstesnâ” buyurdu. Böyle kimseleri, Allahü teâlâ korur. Bu sebeple onlar, nefislerine uymayıp dâimâ mücâdele ederler. Bu mücâdelelerinden dolayı da meleklerden üstün olma derecesine kavuşurlar.
Allahü teâlâ bu mertebeye erişen nefsin kötülüklerini iyiliğe çevirir. Onu, hayır işlerde başkalarına rehber yapar.
Yûsuf aleyhisselâm, zindana girince Cebrâil aleyhisselâm gelmiş ve kendisine; “Allahümmec'al lî min indike ferecen ve mahrecen, verzuknî min haysü lâ ahtesib” (Allah'ım! Bana kendi katından, içinde bulunduğum bu sıkıntıdan çıkış ve kurtuluş yolu nasîb eyle. Beni ummadığım yerden, rızıklandır) duâsını öğretmişti. Yûsuf aleyhisselâm da böyle duâ ederdi.
Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabûl etti. Zindandan çıkması için sebepler yarattı. Yûsuf aleyhisselâmın hâlleri Fir’avn’ın da hoşuna gitti. Çünkü, rüyâ tâbir ilmine vâkıftı. Zindandan çıkmaya heveslenmemiş, ellerini kesen kadınların hâlinin araştırılmasını istemiş, bir de kendisine yapılan iftirâdan uzak olup temiz ve günâhsızlığını göstermişti.
Ayrıca Yûsuf aleyhisselâmın çok ibâdet ve tâat yapması da, Fir’avn’ın hoşuna giden bir yönü idi. Bütün bunlar; Yûsuf aleyhisselâmın ilminin çokluğu başta olmak üzere, kendisine güvenilmesine ve ziyâdesiyle hayranlık duyulmasına sebebiyet verdi. Böylece Fir’avn, Yûsuf aleyhisselâm hakkında hüsn-i zan sâhibi oldu.
Hükümdârların ortak yönü; en değerli kimseleri ve en kıymetli şeyleri kendilerinde bulundurmak istemeleridir. Zamânın Mısır Fir’avn'ı da, böyle üstün hasletlere sâhip olan Yûsuf aleyhisselâmı, kendisine müsteşâr edinmek istedi. Bu sebeple, “Onu bana getirin, kendisini has müsteşâr edinip işlerimi ona bırakayım” dedi. Fir’avn’ın emri üzerine elçi (şerbetçi), Yûsuf aleyhisselâmın yanına geldi. Fir’avn’ın kendisini çağırdığını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm, hakîkat ortaya çıktığı için, artık Fir’avn’ın dâvetini kabûl etti.
Zindan arkadaşları, Yûsuf aleyhisselâmın aralarından ayrılışına çok üzüldüler. Çünkü ondan hep iyilik ve fayda görmüşlerdi. Kendilerine dâimâ yardımcı oluyordu. Yûsuf aleyhisselâm zindandan çıkarken zindandakilere vedâ edip şöyle duâ etti: “Allah'ım! Hayırlı (sâlih) kimselerin kalplerini onların üzerine çevir. Onlardan haberleri, gizli tutma.” Yûsuf aleyhisselâmın bu duâsından sonra, haberler herkesten önce hapishanedekiler tarafından öğrenilmeye başladı. Zindanın kapısına; “Burası, belâ, musîbet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir” diye yazdı. Gusl abdesti alıp elbiselerini değiştirdi. Sonra Fir’avn’ın sarayının kapısına kadar geldi. Bu sırada “Hasbî Rabbî min dünyâyi ve hasbî Rabbî min halkıhî azze Şânuhu ve senâuhu velâ ilâhe gayruhu: (Rabbim, dünyâmın ve yarattıkları hakkında bana kâfidir. Ondan başka ilâh yoktur)” diye duâ etti.
Fir’avn’ın odasına girince; “Allahümme innî es'elüke bihayrike min hayrihi eûzü bi'izzetike min şerrihi ve şerri gayrihî”: (Allah'ım! Bana ondan hayır gelmesini nasîb et. Onun ve başkasının şerrinden sana sığınırım)” diye duâ etti.
Fir’avn kendisini görünce, Yûsuf aleyhisselâm Arapça selâm verdi. Fir’avn; “Bu hangi lisândır?” diye sordu. O da; “Amcam İsmâil aleyhisselâmın lisânıdır” cevâbını verdi. Sonra Fir’avn'a İbrâni lisânı ile söyledi. Fir’avn yine; “Bu hangi lisândır?” dedi. Yûsuf aleyhisselâm; “Babalarımın lisânıdır” dedi. Rivâyete göre; Fir’avn, çok lisân bilirdi. Hangi lisân ile konuşursa Yûsuf aleyhisselâm da o dil ile cevap verirdi. Arapça ve İbranîceyi de onun bildiği lisânlardan fazla olarak biliyordu. Fir’avn, ondaki bu hâllere hayran oldu. Çok iltifâtlarda bulundu. Yûsuf aleyhisselâmın zindandan getirilmesi ve Fir’avn'la konuşması husûsu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; ”Fir’avn; “Getirin onu bana, Onu kendime has bir müsteşar edineyim” dedi. Onunla konuşunca da: “Sen bugün (den îtibâren) bizim nezdimizde mühim bir mevkî sâhibisin, her işte emînsin, (îtimâd edilen bir müsteşarsın) dedi.” (Yûsuf sûresi: 54) Önce Fir’avn konuştu. Çünkü, hükümdârlar, meclislerinde ilk önce kendileri konuşurlar. Başkasının söze başlaması edebsizlik sayılır.
Fir’avn, Yûsuf aleyhisselâmla konuştukça ona olan hayranlığı gitgide artıyordu. Halbuki Yûsuf aleyhisselâmı ilk gördüğünde; “Bunca yaşlı başlı sihirbaz ve kâhinin tâbir edemediği rüyâyı bu genç mi yorumladı?” diye sormaktan kendisini alamamıştı. Rüyâsının yorumunu, bir de Yûsuf aleyhisselâmın ağzından dinlemek istedi. Rivâyete göre Yûsuf aleyhisselâm, Fir’avn’ın rüyâsını ve tâbirini şöyle anlattı; “Rüyânda, Nil Nehri kenârında semiz ve güzel yedi ineğin ortaya çıktığını gördün. Sen onların güzelliklerine hayran hayran bakarken, âniden suyun kabardığını sonra da kuruduğunu gördün. Bu sırada Nil'in kokmuş çamurlarından, zayıflıktan karınları yapışmış yedi ineğin çıktığını gördün. Bunlar yedi semiz ineğin arasına girip, onları yırtıcı hayvanların parçaladığı gibi parçaladılar. Etlerini yediler, derilerini parçaladılar ve kemiklerini kırdılar. Sen, zayıf olmalarına karşılık semiz ineklere gâlip gelip, onları yemelerine rağmen, hiç semizleşme olmadığını görüp hayret ettin. Bu sırada âniden, tânesi dolgun yedi yeşil ve tâze başak gördün. Bunun hemen yanında, kuru ve siyah yedi başak daha vardı Hepsinin kökleri sulu bir yerde idi. Sen ise kendi kendine hayret içerisinde; “Bittikleri yer aynı, hepsi de sulu bir yerde bulunuyor. Fakat bu yedisi yeşil ve meyveli; şu yedisi ise, siyah ve kuru, bu nasıl oluyor?” diyordun. Bu sırada rüzgâr esti. Kuru ve siyah olan başakların yaprakları, yeşil başakların üzerine dağıldı. Bu sırada yeşil başaklar arasından bir ateş çıktı. Bu ateş onları yakıp kararttı. İşte, senin gördüğün rüyâ budur” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâmı dikkatle dinleyen Fir’avn; “Ey Sıddîk! Gördüğüm rüyâyı olduğu gibi anlattın. Hiç hatâ etmedin. Senden dinlediklerim, gördüğüm bu rüyâdan daha garib ve hayret verici. Şimdi bunun için ne tedbir almamız gerektiğini söyle” dedi. Fir’avn, rüyânın tâbirini daha önce dinlediği için sâdece rüyâyı dinlemekle yetindi. Yûsuf aleyhisselâm söze başladı; “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile berâber başaklarında anbarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar, hayvanlarınız için yem olur. Halka da ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Sakladığın bu kadar yiyecek, Mısır halkı ve etrâfındakiler için kâfi gelir. Böylece daha evvel kimsenin toplamadığı malı toplamış olursunuz. Kıtlık zamanı her taraftan insanlar, yiyecek almak için size gelirler. Topladığınız yiyecekleri, onlara satarsınız. Bu şekilde hem onlar ihtiyaçlarını giderir ve hem de devlet hazînesi mal ile dolar” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâmın bu tavsiyeleri, Fir’avn’ın çok hoşuna gitti. Fakat bu işte kendisine yardım edebilecek, kâbiliyetli birini tanımıyordu. Yûsuf aleyhisselâma; “Bu husûsta bana kim yardımcı olur? Bu işi benim için kim yapar?” dedi. Yûsuf aleyhisselâm onun bu sözüne, âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi meâlen şöyle cevap buyurdu; “Arzın (Mısır'ın) hazînelerinin (idare işini) bana bırak. Ben onu (müstahak olmayanlardan) muhâfaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” (Bu büyük ve mühim işi hakkıyla yaparım) dedi.” (Yûsuf sûresi: 55) Yûsuf aleyhisselâmın bu sözüyle kendisini ileri sürmesi bu vazifeye getirilmesini bir sene geciktirdi. Nitekim İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kardeşim Yûsuf'a Allahü teâlâ rahmet eylesin. Eğer; Mısır hazînelerinin muhâfaza ve idâresine beni me’mûr et! demeseydi, Fir’avn, kendisini derhal o me’muriyete tâyin edecekti. Fakat o sözü söyledi, bu talebi, o işin ona verilmesini bir sene geciktirdi.”
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu hadîs-i şerîfi açıklarken şöyle buyurdu; “Bu garib bir sırdır. Yûsuf aleyhisselâm, hapishaneden, hakîkat ortaya çıkmadıkça, çıkmak istemedi. Allahü teâlâ onun zindandan çıkışını en güzel şekilde kolaylaştırıp, çabuklaştırdı. Burada ise, hazîne idâreciliğini almak için talebde bulundu. Fakat Allahü teâlâ onun bu arzusunu geciktirdi. İşte bu hâdise, (Allahü teâlânın emri olduğu için) sebeplere yapışarak tam bir tevekkül hâlinde olmak lâzım geldiğini göstermektedir.”
“Hakk'a tefvîz et umûru ne elem çek ne keder,
Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader”
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), Yûsuf aleyhisselâmın Fir’avn’ın hazînelerinin idâresini kabûl etmesindeki bâzı husûsları şöyle zikretmektedir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâmdan Abdurrahmân bin Semûre'ye (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey Abdurrahmân! Emirlik isteme. Eğer emirliği istersen, sana verilir (fakat yardımdan mahrûm kalırsın). Eğer istemeden sana verilirse, bu işte yardıma kavuşursun” buyurdu. Ama halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi alması Yûsuf aleyhisselâma vâcib idi. Bundan dolayı işi üzerine almak ona câiz oldu. Halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi ele almasının Yûsuf aleyhisselâma vâcib olmasının birkaç sebebi vardı:
1- Yûsuf aleyhisselâm Allahü teâlâ tarafından insanlara gönderilen bir peygamber idi. Onun için mümkün olduğu kadar, insanlara işlerinde faydalı olması lâzım ve vâcib idi.
2- Yûsuf aleyhisselâm, yakında kıtlık çekileceğini, bu seneler için tedbirli ve ihtiyatlı bulunulmazsa, halkın büyük bir kısmının helâk olacağını vahy ile öğrenmişti. Allahü teâlânın, Yûsuf aleyhisselâma kıtlığın zararının az olması için tedbir almasını emretmiş olması muhtemeldir.
3- Ayrıca lâyık olanlara faydalı olmak, onlardan zararı def etmek aklen de güzel bir iştir.
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), bunları anlattıktan sonra buyurdu ki: “Yûsuf aleyhisselâm halkın faydasına olan işlerde titizlik göstermekle mükellef idi. Hazînenin idâresi onun elinde olmadıkça, üstlendiği vazifeyi yerine getirmesi mümkün değildi. Vâcib bir işin yerine getirilmesine sebep olan şey de vâcib olur. Bundan dolayı, Mısır hazînelerini ele almak istemesi, Yûsuf aleyhisselâma vâcib işlerdendi. Yoksa kıtlıkta, insanların ihtiyaçlarını gidermesi mümkün olamazdı.”
Yûsuf aleyhisselâm; “Ben onu (hazineleri) muhâfaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” buyurmakla, zâhiren kendisini medhetmiş gibi görünse de, hakîkatte, böyle değildir. Çünkü Yûsuf aleyhisselâm böyle buyurmakla, hazîne işlerini yürütmekte lâzım olan iki vasfını burada beyân buyurmuştur. Kendisini medh etmekle, bu mânâ arasında fark vardır. Fir’avn, her ne kadar, Yûsuf aleyhisselâmın din ilimlerindeki kemâlini ve üstünlüğünü anlamış ise de, mâlî işleri yürütüp yürütemiyecegini bilmiyordu. Onun için Yûsuf aleyhisselâm, mâlî işlerdeki ehliyetini Fir’avn'a bildirmeye ihtiyaç olduğu zannı ile; “Ben onu muhâfazaya muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” buyurmuştur.
“Tıbyan tefsîri”nde; “Bu âyet-i kerîme, kâbiliyeti olduğunu ortaya koyarak, kâfir bile olsa devlet başkanlarından iş istemenin câiz olduğuna delâlet eder” buyrulmaktadır.
Sırrı Girîdî (rahmetullahi aleyh), Ahsen-ül-kasas adlı eserinde şöyle buyurdu: “Bu âyet-i kerîme, bir iş talebinde bulunmanın, bu sahada, ehil ve istidâd sâhibi olduğunu göstermenin câiz olduğuna delâlet ettiği gibi, adâleti yerine getirmek, insanlara kolaylık sağlamak ve işlerinin yolunda gitmesini te’min etmek; zâlim veya kâfir bir kimsenin yardımına bağlı olduğu vakit kesin kanaat hâsıl olunca, gerek zâlim gerekse kâfirden iş almada bir mahzur bulunmadığını göstermektedir.”
“Tefsîr-i Mazharî”de bu husûsta şöyle buyrulmaktadır: “Yûsuf aleyhisselâmın Fir’avn'a kendisini, emîn (güvenilir) ve mâlî işlerde ehil bir kimse olarak anlatıp, ondan hazîne işlerinin idâresini istemesi, bu yolla mâliyeyi Allahü teâlânın rızâsına uygun yürütmek, hakkı ayakta tutup, işleri adâlet üzere yapmak maksadı ile idi. Zâten peygamberlerin aleyhimüsselâm kullara gönderilmelerinin sebebi de budur.” İşte, Yûsuf aleyhisselâm, kendisinden başka hiç bir kimsenin bunu başaramayacağını bildiği için, Fir’avn'dan böyle bir talebde bulunmuştu. Dünyânın makâm ve mevkîini sevdiğinden dolayı değil, sırf Allahü teâlânın rızâsını düşünerek bu talebde bulunmuştu. İşte bunun gibi Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), âhırete teşrîflerinden sonra, Eshâb-ı kirâmın hilâfet mes’elesi ile meşgûl olmaları da sırf Allahü teâlânın rızâsı içindi. Yoksa makâm, mevki ve dünyâ sevgisi için değildi. Yûsuf aleyhisselâm, peygamber olduğu hâlde, kulların sıkıntıda olduğunu görüp, kâfir olan hükümet reîsine giderek vazife istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O hâlde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendisinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazifeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve insanlara hizmet etmek için, vazife istemelidir.
Yûsuf aleyhisselâmın teklifinden bir sene sonra mâliye vekili (Azîz) öldü. Fir’avn, Hazret-i Yûsuf'u çağırıp, Mısır'a mâliye vekili yaptı. Mücevherlerle süslü taht ve tacla birlikte hazînelerin anahtarlarını teslim etti. Yûsuf aleyhisselâm verilen tahta oturdu. Diğer devlet ümerâsı, onun emrine girdi. Bütün hazîneleri teslim aldı. Fir’avn, bütün yetkilerini ona verdi. Memleketin her tarafında, onun emri geçer, hükmü dinlenir oldu.
Rivâyete göre; Mısır Azîzi’nin hanımı Züleyhâ, kocasının ölümünden sonra her şeyden el-etek çekip, saraydan uzaklaşıp bir virânede yaşar olmuştu. Yûsuf aleyhisselâmın mâliye nâzırı olmasından sonra, kocasından kalan, zînet ve malını dağıtmaya başladı. Yûsuf aleyhisselâmdan bahseden herkese veriyordu. Elinde avucunda hiç bir şeyi kalmadı. İyice fakir düştü. Müslüman olup, kendisini ibâdet ve tâata verdi. Birgün Yûsuf aleyhisselâmın yolu üstüne çıkıp; “Sultânları emrine isyân ile köle eden, köleleri emrine itâatla sultân eden Allahü teâlâyı tesbîh ederim. O, her türlü noksanlıktan uzaktır” dedi. Züleyhâ'nın sesini duyan Yûsuf aleyhisselâm onu tanıyıp iltifâtlarda bulundu. Sarayına gönderdi. Allahü teâlânın emri üzerine nikâh kıyıp onunla evlendi. Yûsuf aleyhisselâm, Züleyhâ'nın yanına girince; “Bu senin istemiş olduğundan hayırlı değil mi?” dedi. Züleyhâ; “Ey Sıddîk! Beni ayıplama, bildiğin gibi ben; mal, mülk, güzellik gibi dünyâ nîmetlerine sâhip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrûmdu. Sen de benim gördüğüm en güzel kimseydin” diye cevap verdi.
Yûsuf aleyhisselâmın Züleyhâ'dan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu. Yuşa aleyhisselâm ve Eyyûb aleyhisselâmın hanımı, Yûsuf aleyhisselâmın soyundandır.
Yûsuf aleyhisselâm devlet işlerinde yetki ve salâhiyetleri eline alınca, kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek çeşitli tedbirler almaya başladı. Ülkenin her tarafına haber gönderip insanların zirâatle meşgûl olmasını istedi. Ekilmedik hiç bir yerin bırakılmamasını ve her tarafın ekinlerle doldurulmasını emretti. Bu hâl tam yedi sene devam etti. Elde edilen hasılatın beşte birini devlet hesâbına vergi olarak topladı. Bunun için kaleler ve depolar yaptırdı. Bolluk senelerinde topladığı yiyecekleri, ekinleri, başakları ile buralarda depoladı. İnsanlara çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Mısır halkı kendisinden çok memnun oldu. Onlara hep adâletle muâmele ederdi. Bolluk seneleri böylece geçip gitti. Peşinden bütün şiddetiyle kıtlık baş gösterdi. O zamana kadar böyle kıtlık görülmemişti. Bir damla yağmur düşmediği gibi yerden bitki namına hiç bir şey bitmez oldu.
Kıtlığın ilk senesinde, insanlar hazırladıkları yiyecekleri bitirdiler. Yûsuf aleyhisselâmdan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yûsuf aleyhisselâm, kim olursa olsun kimseyi kayırmadan, ilerde sıkıntı olmaması için yiyecek almaya gelene bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu husûsta adâletten aslâ ayrılmazdı.
Yûsuf aleyhisselâmın bizzât kendisinin köle olarak satıldığı Mısır'da herkes onun eline bakar olmuştu. İnsanlar, akın akın gelip, yiyecek bir şeyler almak için çırpınırlardı. Aç insanlar, Yûsuf aleyhisselâmın mübârek yüzünü görünce açlıklarını unuturlardı. Yûsuf aleyhisselâm Fir’avn'a da yiyeceği halka verdiği gibi verir, insan olarak herkesin hakkını gözetir ve başkalarından fazla vermezdi. Bununla berâber Fir’avn'a çok iyi muâmele ederdi. Çünkü kendisini hazînelerinin başına geçirerek bunca insanın sıkıntıdan kurtulmasına vesîle olan Fir’avn idi. Yûsuf aleyhisselâm onun Allahü teâlâya ve peygamberliğine inanması için, gayret ederdi. Hazret-i Yûsuf'un bu güzel muâmelesi sayesinde Fir’avn ve daha pek çok insanın îmânla şereflendiği rivâyet edilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kavuştuğu devlet ve saâdeti Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde meâlen şöyle haber vermektedir: “(Daha önce kuyudan, sonra zindandan kurtardığımız, daha sonra da Fir’avn'a kendisini sevdirip, ona yakın etmek sûretiyle in'am ve ihsânda bulunduğumuz gibi) ona Mısır'da (dilediği gibi idâreye) kudret verdik. O, burada dilediği yere inerdi. (yani Mısır'da önünden mânileri kaldırmak sûretiyle, onu dilediğini yapmaya muktedir kıldık) (Yûsuf sûresi: 56)
Yûsuf aleyhisselâmın, hazîne işlerinin idâresinin kendisine verilmesini, Fir’avn'dan talep ettiği, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Ancak Fir’avn’ın; “İsteğini kabûl ettim” dediği açıkça belirtilmemiştir. Tefsîr âlimleri bu husûsta şöyle buyurmuşlardır; Yûsuf aleyhisselâmın isteğini kabûl ettiği için, âyet-i kerîmede Fir’avn’ın; “İsteğini kabûl ettim” sözü zikredilmemiştir. Sâdece, insanların işlerini istediği gibi idâre etme kudreti verildiğini beyân ile iktifâ buyrulmuştur. Bununla bütün yardımların Allahü teâlâdan geldiği; Fir’avn’ın bu husûsta sâdece tavassutu beyân edilmistir. Yûsuf aleyhisselâma bu imkânı veren hakîkatte Allahü teâlâdır. Çünkü, Fir’avn, Yûsuf aleyhisselâmın bu isteğini kabûl ve red etmekte serbestti. Ancak Allahü teâlâ, onun kalbinde Yûsuf aleyhisselâmın bu arzusunu kabûl etmesini tercih edeceği sebepleri yarattı. Allahü teâlâ bu sebebi onun kalbinde yaratınca, Fir’avn da onun isteğini kabûl etti.
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), burada buyurdu ki: “Âyet-i kerîmede meâlen; “Ona Mısır'da kudret verdik” buyrularak, Yûsuf aleyhisselâmın, Mısır'da kavuştuğu devlet, kudret ve saâdetin yalnız Allahü teâlâdan olduğu, O'ndan başkasından olmadığı, ilk önce bildirildi. Sonra, meâlen; “Biz rahmetimizi (nimetimizi) dilediğimize nasîb ederiz” buyrularak bu husûs te’kid edildi.
Burada iki husûs vardır: Birincisi, her şey Allahü teâlâdandır. İkincisi ise; Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâma o devlet ve saâdeti, ilâhî irâde ve kudreti ile ihsân buyurmuştur.
Yâni âyet-i kerîme, her şeyin Allahü teâlânın kudret ve irâdesine bağlı olduğuna delâlet etmektedir.
Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Biz, (dünyâ ve âhırette) rahmetimizi (nimetimizi) dilediğimize nasîb ederiz. İhsân sâhiplerinin sevâbını zâyi etmeyiz” (Yûsuf sûresi: 56) buyrulmuştur. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmede murâdın “sabredenler” olduğunu bildirmiştir.
Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh); “Mü’min, iyiliklerinin karşılığını dünyâda ve âhırette görür. Fâcirlerin yaptığı iyiliğin karşılığı, dünyâda hemen verilir. Çünkü onlara âhıretten nasîb yoktur” buyurdu ve bu husûsla ilgili olarak Yûsuf sûresi: 56. âyet-i kerîmesinin sonunu okudu.
Yûsuf sûresinin 57. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Îmân edip, Allahü teâlânın nehyettiklerinden (ve şirkten) sakınanlar için (bitmeyen ve tükenmeyen) âhıret sevâbı daha hayırlıdır” buyruldu. Fahreddîn-i Râzî bu âyet-ı kerîme ile alakalı olarak şöyle buyurdu:
1- Yûsuf aleyhisselâm, her ne kadar, dünyâda yüksek derecelere kavuşmuş olsa bile, Allahü teâlânın onun için âhırette hazırladığı sevâb daha hayırlıdır. Çünkü mutlak hayır sonunda hiç zarar gelmeyen bir faydadır, dâimî ve kıymetlidir. Bunların hepsi âhırete âit hayırlarda mevcût olup, dünyâdaki hayırlarda bulunmaz.
2- Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîme ile de, Yûsuf aleyhisselâmın Züleyhâ'nın kendisine yaptığı teklif sırasında, müttekîlerden olduğuna şehâdette bulunmaktadır. Daha önceki âyet-i kerîmelerde de Allahü teâlâ, Hazret-i Yûsuf'un “Muhsîninden” yâni iyilerden ve kendisine ihlâs ile ibâdet eden hâlis kullarından olduğunu beyân buyurmuştu.
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerinin Mısır'a gelmesi:
Mısır'da görülen kıtlık, Ken’ân iline ve Şam taraflarına da isâbet etmişti. Başkaları gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın evi de kıtlığın sıkıntısını çekiyordu.
Hiç bir yerde tedbir alınmadığından, Mısır'dan başka hiç bir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısır'a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdayla değiştiler.
Kıtlık bu şekilde devam ederken, Ya’kûb aleyhisselâm oğullarına; “Mısır'a gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır sultânının bir hazînedârı varmış, tahıl ambarlarının hepsi onun elinde imiş, İbrâhim aleyhisselâmın dînî üzere imiş. Nasıl bir kimsedir gidip görün ve biz İbrâhim oğullarındanız deyin. Belki İbrâhim aleyhisselâmın soyundan olduğunuzu bilir de size kolaylık gösterir” dedi. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu gönderdi. Bünyamin, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yâdigarı olup, onu yanından hiç ayırmazdı. Çünkü o, Yûsuf'la (aleyhisselâm) ana bir kardeştiler.
Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve ayrılığın sona ermesi yaklaşınca, Allahü teâlâ, insanlara kıtlık musîbetini verdi. Bu hâl, Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarının yiyecek bulmak için evlerinden ayrılmalarına vesîle olacaktı. Fakat Allahü teâlâ Ya’kûb'a (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) yerini gizlemiş, Yûsuf aleyhisselâma da babasını kendi durumundan haberdâr etmesine, nezdinde bilinen vakte kadar izin vermemişti. Böylece Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, sözde yiyecek için Mısır'a kadar gelmişlerdi.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları Mısır'a varınca, Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna çıktılar. Yûsuf aleyhisselâm onları tanıdı. Bu husûs Yûsuf sûresi 58. âyetinde meâlen şöyle haber verilmektedir: “Kardeşleri Yûsuf'un (aleyhisselâm) huzûruna girince, Yûsuf onları tanıdı. Onlar ise kendisini tanımıyorlardı.”
Yûsuf aleyhisselâmın onları hemen tanımasının, onların Yûsuf aleyhisselâmı tanımamasının birkaç sebebi vardı: 1- Yûsuf aleyhisselâmın zekâsı fevkalâde idi. 2- Kardeşlerinin sîmaları, görünüşleri hiç değişmemişti. Birbirlerinden ayrıldıklarındaki hâlleri ile şimdiki durumları arasında pek fark yoktu. 3- Yûsuf aleyhisselâmın, çocukluğunda gördüğü rüyâ da, bir gün kardeşlerinin huzûruna gelip, boyun eğeceklerini gösteriyordu. Yûsuf aleyhisselâm böyle bir durumun vukûunu bekliyordu. Onun için, uzak yerlerden yanına gelen herkesin hâlini soruyor, bunlar arasında kardeşlerinin olup olmadığını araştırıyordu. 4- Yûsuf aleyhisselâm hizmetçilerine, onların uzakta bekletilmesini emretti. Onlarla, yalnız ve birisinin vâsıtasıyla konuşuyordu. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâm makâmında heybetli olduğundan huzûruna gelenler mübârek yüzüne bakamazlardı. Yüzüne bakıp göremedikleri için onu tanımaya imkanları yoktu. 5- Yûsuf aleyhisselâm kuyuya bırakıldığı zaman daha küçük idi. Aradan bir hayli zaman geçip görünüşü değişmişti. Kendisi de tahtta oturmakta, bir devletin başında bulunmakta idi. Onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan ayrıldıktan sonra hiç haber alamamışlardı. Hattâ onun, böyle bir devlete kavuşacağını akıllarından bile geçirmemişlerdi. 6- Tanımak ve hatırlamak, Allahü teâlânın yaratması ile olur. Halbuki Allahü teâlâkuyuda iken Yûsuf aleyhisselâma meâlen şöyle bildirmişti; “Onlar (senin mevkîinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin diye vahyettik” buyurmuştu. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmenin haber verdiği hâli hakîkat olarak ortaya çıkarmak için onların kalblerinde Yûsuf aleyhisselâmı tanımalarını ve hatırlamalarını yaratmadı.
Yûsuf aleyhisselâm onlara: “Siz kimsiniz? Ne maksatla geldiniz?” diye sorunca, onlar; “Şam tarafından buğday almaya geldik” diye cevap verdiler. Yûsuf aleyhisselâm; “Yalan söylüyorsunuz. Siz buğday alıcıları değil, câsuslara benziyorsunuz. Maksadınız neyse haber veriniz” dedi. Bunun üzerine kardeşleri; “Biz Ken’ân vilayetindeniz. İhtiyâr bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Ya’kûb'dur. Beldemizde kıtlık var. Mısır'dan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu duyan babamız, bizi buraya gönderdi” diye cevap verdiler. Yûsuf aleyhisselâm; “Şimdi babanız nerede ve kiminle berâberdir?” diye sorunca, onlar da; “Ken’ân ilinde bizim en küçük kardeşimizle berâber kaldı. Babamızın küçük kardeşimizle aynı anadan olan çok sevdiği bir oğlu daha vardı. Kırda telef oldu. Onun derdinden Bünyamin adındaki küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Yûsuf aleyhisselâma olan hasret ve üzüntüsü sebebiyle gözleri de görmez oldu” dediler. Yûsufaleyhisselâm, âdeti veçhile şahıs başına bir deve yükünden fazla buğday vermezdi. Onlara da birer deve yükü verip paralarını aldı. Onlar babalarının hizmetinde kalan kardeşleri Bünyamin için de bir deve yükü buğday istediler. Onun için de bir deve yükü verdikten sonra, Yûsuf aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Sizin sözünüzden, babanızın yanında bıraktığı kardeşinizi daha çok sevdiği anlaşılıyor. Bu ise, insanı hayrette bırakıyor. Çünkü sizin bu kadar cemâl ve kemâl (olgunluk) sâhibi olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi daha çok sevmesi onun akıl, fazîlet ve edeb bakımından kâmil birisi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden onu görmek istiyorum, onu bana getiriniz. Eğer getirmezseniz size zâhire vermem” dedi. Onlara ikrâmda bulundu. Paralarını da gizlice zâhirenin arasına koydurdu. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi: “Vaktâ ki Yûsuf (aleyhisselâm) onların zâhirelerini yükletip hazırladı. (Onlara ve babalarının yanında bulunan Bünyamin'e birer deve yükü zâhire verip, azıklarını ellerine teslim etti.) Onlara dedi ki: (Bir daha gelirken) baba bir kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin. (Yûsuf sûresi: 59) Yûsuf aleyhisselâm, kardeşlerine konuşurken ilk önce Bünyamin'i getirmelerini tenbih etti. Sonra da, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Görmüyor musunuz ki (yani işte görüyorsunuz) size tam ölçek veriyorum. (Babanızın yanında kalan kardeşiniz adına da zâhire veriyorum.) Ben misâfirperverlerin hayırlısıyım. (Sonra onları korkutarak); “Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size hiç bir zâhire yoktur. Yanıma da gelmeyiniz, diyârıma da girmeyiniz” dedi. (Yûsuf sûresi: 59-60)
Onların yiyeceğe son derece ihtiyaçları vardı. Bunu da ancak Yûsuf aleyhisselâmdan te’min edebilirlerdi. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâmın onları yanına yaklaştırmaması, kendilerini son derece korkutmuştu. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâmdan bu sözleri dinleyince meâlen; “Onu babasından istemeye çalışırız ve her hâlde bunu yaparız dediler.” (Yûsuf sûresi: 61) Sözlerini kuvvetlendirmek için de; “Bize emrettiğini, bu husûsta gücümüzün yettiğini yapacağız” dediler.
“Yûsuf (aleyhisselâm) onların zâhire yüklerini hazırladı. Uşaklarına da; “Sermâyelerini yüklerinin içine koyuverin. Olur ki, âilelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri Bünyamin ile berâber buraya) dönerler dedi.” (Yûsuf sûresi: 62)
Yûsuf aleyhisselâm, onların paralarını yüklerine koymakla, tekrar geri dönmeleri için acele etmelerini istemişti.
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, Ya’kûb aleyhisselâmın yanına varınca, daha yüklerini açmadan, babalarına, Mısır'da gördükleri izzet ve ikrâmı, kendilerine gösterilen iyi muâmeleyi etrâflıca anlattıktan sonra; “Mısır Mâliye nâzırını (Azîzi'ni) çok iyi bir insan olarak gördük, bize ikrâmda bulundu. Akrabâmız olsa o kadar ikrâmı bize yapamazdı” dediler. Ya’kûb aleyhisselâm; “Eğer bir daha giderseniz, ona benden selâm söyleyin. Babamız sana duâ ediyor, deyin” buyurdu. Bunun üzerine oğulları, Ya’kûb aleyhisselâma; “Bir daha Mısır'a gittiklerinde Bünyamin'i götürmezlerse zâhire verilmeyeceğini” söylediler. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilir: “Vaktâ ki babalarına (Ken’ân iline) döndüler. Dediler ki: “Ey babamız! (Eğer Bünyamin'i bizimle berâber göndermezsen) bizden zâhire men olundu. Şimdi kardeşimizi bizimle (Mısır'a) gönder ki zâhire alalım. Biz onu koruyucularız.” Ya’kûb (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Bundan önce, kardeşi Yûsuf'u size (emanet husûsunda) inandığım gibi, onu (Bünyamin'i) da inanır mıyım? (İnanmam. Kardeşi Yûsuf'a yapacağınızı yaptınız. Halbuki siz onun için de böyle söylemiştiniz. Onu koruyacağınıza söz vermiştiniz. Biz onu muhakkak muhâfaza edicileriz demiştiniz. Fakat ahdinizde durmadınız. İşte sizin hakkınızda bende o zaman îtimâd hâsıl olmadı. Şimdi Bünyamin'i nasıl emânet edebilirim) Allahü teâlâ en hayırlı koruyucudur ve tevekkül edip, işlerimi O'na bıraktım. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Ben, O'nun Bünyamin'i muhâfaza etmek sûretiyle bana merhamet edeceğini ve iki musîbeti birden bende toplamayacağını umarım)” (Yûsuf sûresi: 63-64)
Ya’kûb aleyhisselâmın bu sözünden, onun gitmesinde fayda gördüğü için oğullarının Bünyamin'i götürmelerine izin verdiği anlaşılmaktadır.
Ka’b-ül-Ahbâr (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Ya’kûb aleyhisselâm; “Allahü teâlâ en hayırlı koruyucudur” deyince, Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “İzzetim hakkı için, mâdemki sen bana tevekkül ettin, îtimâd ettin, ben de her ikisini (Yûsuf ve Bünyamin'i) de sana iâde edeceğim.” İşte hakîkî mü’mine lâyık olan başkalarının himâyesini bir tarafa bırakıp sâdece Allahü teâlâya tevekkül etmesidir. Çünkü Allahü teâlâdan başka her şey, sebeplere, âletlere ve başka vâsıtalara muhtâçtır. Halbuki Allahü teâlâ, her zaman ve her işte vâsıtalara, aletlere ve başkasına muhtâç olmaktan çok uzaktır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları yüklerini açınca zâhire karşılığında verdikleri bedellerin kendilerine iâde edildiğini gördüler. (Karşılaştıkları bu manzara, babalarına Mısır Azîz’i hakkında arz ettiklerini teyit eder mahiyette olduğu için sevindiler. Babalarının huzûruna varıp nâzik ve hürmetkar bir ifâde ile); “Ey babamız! Daha ne istiyoruz. (Bundan ziyâde iyilik olur mu?) İşte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz onunla tekrar âilemize zâhire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. (Kardeşimiz Bünyamin'i götürmekle) bir deve yükü zâhire de fazla alırız. Bu (seferki aldığımız zâhire) az bir ölçektir, bizi idâre etmez dediler.” (Yûsuf sûresi: 65)
Ya’kûb aleyhisselâm; “O akçeyi geri götürün. Belki yanılmışlardır. Yâhud bizi denemişlerdir. “Peygamber oğullarıdır. Görelim, helâli haramı seçerler mi?” demiş olabilirler” dedi. Sonra Bünyamin'i geri getireceklerine dâir onlardan söz aldı. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Etrâfınız kuşatılıp çâresiz kalmanız (hep birlikte ölmeniz yâhut gâlib bir kuvvetin te’siri altında kalmanız) müstesnâ, onu (Bünyamin'i) geri getireceğinize dâir Allahü teâlâdan bana sağlam bir taahhüt verinceye (Vallahi Bünyamin'i yine sana getireceğiz diye Allahü teâlâ adına yemîn edinceye) kadar sizinle berâber göndermem dedi.” (Yûsuf sûresi: 66)
Burada ibret alınacak bir husûs vardır. Hadîs-i şerîfte; “Belâ, (bazen) insanın konuştuğu söze bağlıdır” buyrulduğu gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın daha önce oğullarına; “Onu (Yûsuf'u) kurt yemesinden korkuyorum” buyurmuş, kendisine musîbet bu cihetle gelmiş, oğulları; “Yûsuf'u kurt yedi” demişlerdi. Burada da; “Etrâfınızın kuşatılıp çâresiz kalmanız müstesnâ” buyurdu. Yine bu yönden musîbete düçâr oldu. Allahü teâlânın hikmeti, Bünyamin Yûsuf aleyhisselâm tarafından alıkonulunca, kardeşlerinin hiç bir şey yapmaya, Bünyamin'i alıp babalarına getirmeye güçleri yetmedi.
Aynı âyet-i kerîmenin devamında oğullarının te’minatına Ya’kûb aleyhisselâmın verdiği cevap meâlen şöyle bildirildi: “Onlar da babalarına (istediği) te’minatlarını verince o da; “Allahü teâlâ benim ve sizin bu dediklerinize vekil (şahit olsun)” dedi.” (Yûsuf sûresi: 66)
Ya’kûb aleyhisselâm oğullarının Yûsuf aleyhisselâma yaptıklarını bilmesine rağmen Bünyamin'i onlarla berâber gönderdi. Çünkü artık onlarda Yûsuf aleyhisselâma karşı gördüğü hasedi, Bünyamin'e karşı görüp sezmemişti. Onların, ona karşı iyi niyet sâhibi olduklarını görüyordu. Bir de kıtlık bütün şiddeti ile sürüyordu. Mısır Azîzi'nden zâhire alabilmek için buna mecbûrdu.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarına Mısır'a yolculuğa çıkmadan önce bâzı tavsiyelerde bulundu. Çünkü oğulları, yakışıklı, cemâl ve kemâl sâhibi, boylu-poslu ve kuvvetli olup, hepsi de bir babanın oğlu idiler Yûsuf aleyhisselâmın onlara ikrâmda bulunduğunu Mısır halkı biliyordu. Bu sebeple orada şöhretleri vardı. Ya’kûb aleyhisselâm, Mısır'a hep birlikte girerken, nazar değmesinden endişe ettiği için onlara, Kur'ân-r kerîmde bildirildiği gibi meâlen; “Ey oğullarım! Mısır'a varınca hepiniz bir kapıdan girmeyin. Her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin. (Bununla berâber bu sözümle) Allah'ın kazâsından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. (Size, gözdeğmesini dilerse değer, dilemezse değmez.) Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de O'na güvenip dayanmalıdır dedi.” (Yûsuf sûresi: 67) Bu sözüyle onlar üzerine nazar isâbet edeceğinden korktu. Halbuki Mısır'a ilk gidişlerinde böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Çünkü o zaman kimse onları tanımıyordu.
Bu âyet-i kerîme göz değmesinin hak olduğuna delâlet etmektedir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de; “Muhakkak nazar, göz değmesi insanı kabre, deveyi de tencereye sokar” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle rivâyet buyurdu ki: “Bir gün Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip; “Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Seni gamlı görüyorum?” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Hasen ile Hüseyin'e nazar isâbet etti” buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm; “Doğru söyledin. Çünkü göz değmesi haktır” dedi.
Göz değmesi ile meydana gelen te’sir, Allahü teâlânın fiilidir. Ancak, bu te’sir göz değmesinden sonra ortaya çıktığı için, göz değmesine nisbet edilmiştir.
Bâzı kimseler, bir şeye bakıp, beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şuâ zararlı olup, canlı ve cansız herşeyin bozulmasına yol açar. Bunun misâlleri, çok olup, insanlar arasında bilmeyen yoktur. Fen, belki bir gün bu şuâları ve te’sirlerini anlayabilecektir. Nazarı değen kimse, hattâ herkes beğendiği bir şeyi görünce; “Mâşâallah” demelidir. Önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Nazar değen veya korkan çocuk için, çöp yakıp etrâfında döndürerek tütsülemek veya ergimiş mumu başı üzerinde suya dökmek ve kurşun dökmek câiz olduğu, “Fetavâ-yı Hindiyye”de yazılıdır. Nazar değen kimseye şifâ için Âyet-el-kürsî, Fatihâ, Mu’avvizeteyn ve Nûn sûresinin son kısmını okuyup üflemek muhakkak iyi gelir. Fatihâ, Ayet-el-kürsî, Kâfirûn, İhlâs ve Mu’avvizeteyn yedişer defâ okunup hastaya üflenirse iyi geldiği, “Fevâid-i Osmâniye” adlı eserde yazılıdır.
Mevâhib-i Ledünniyye'de buyruldu ki; “Göz değen kimseye Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vizi okumalıdır; “E'ûzü bi-kelimâtillahittammâti min şerri külli şeytânin ve hâmmetin ve min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu ta’viz her sabah ve akşam üç defâ okunup, kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine üflenirse, gözdeğmesinden, şeytanların ve hayvanların zararından korur. Bir kimseye okurken, E'ûzü yerine “Ü'îzüke” denir. İki kişiye okurken “Ü'îzü-kü'mâ” denir, İkiden fazla kimseye okurken, “Ü'îzü-küm” demelidir.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh); “Göz değmesinin devâsı, Kalem sûresinin sonundaki “Ve in yekûdüllezîne” (Kalem sûresi: 41-42) âyet-i kerîmesini okumaktır buyurmuştur.
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Ya’kûb aleyhisselâm meâlen; “Allahü teâlâ, benim ve sizin bu söylediklerimize vekildir” buyurmakla îtimâdının yalnız Allahü teâlâya olduğunu beyân etti. Bununla berâber oğullarını sözlerini yerine getirmeye dâvet etti. “Ahde vefâ eder, Bünyamin'i sağ sâlim geri getirirseniz, cenâb-ı Hakk sizi en güzel sûrette mükâfâtlandırır. Eğer sözünüzü yerine getirmezseniz, size büyük bir cezâ verir” demek istenmiştir.
Bu âyet-i kerîmede zâhirî sebeplere tevessül etmekle, onlara yapışmakla, berâber tevekkülün sahih olduğuna işâret vardır.
İnsan bu âlemde ne kadar tevessül edilebilecek sebep varsa yapışmalı, fakat onlara dayanıp güvenmemelidir. Ancak, sebeplere riâyet etmek, onlara yapışmak, sâdece kulluğun icâbını yerine getirmek için olmalıdır. Kalbi, bütün sebepleri yaratan ve onlara gönderen Allahü teâlâya, O'nun takdirine ve tedbirine bağlamalı, O'ndan başka hiç bir şeye ümîd bağlamamalıdır.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarına nazar değmesin diye, bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini tavsiye etti. Bununla berâber, nazar değmemesini, Allahü teâlâdan dileyip; “Bu nasîhati yapmakla Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Çünkü hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. Her zaman O'nun dediği olur. Sizi O'na emânet ediyorum. O'na güveniyorum. Herkes de, her işinde, yalnız O'na güvenmelidir. Herkesin, vâsıtadan başka bir şey olmadığını düşünerek, yalnız O'na güvenenlerin imdadına elbette yetişir” dedi.
Ya’kûb aleyhisselâm bu sözleriyle, oğullarına karşı olan babalık şefkâtini göstermiş, bu âlemde mûteber olan (yapışılabilecek) sebeplere yapışmış hem de ilminin icâbı Allahü teâlâya tevekkül etmişti. İmâm-ı Muhammed Ma’sûm, Mektûbât'ının birinci cildi, yüzonuncu mektubunda bu husûsta buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sâhibinin yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmayı da emir buyurdu. Tam müslümanın sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana güvenmesini bildirdi. Ya’kûb aleyhisselâmın bu ikisini birlikte yaptığını Kur'ân-ı kerîmde haber vererek, onu övdü. Yûsuf sûresinde meâlen; “Ya’kûb (aleyhisselâm), bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat insanların çoğu, takdirin tedbire gâlib olduğunu bilmezler” buyurdu. “Tibyân tefsîri”nde, bu âyet-i kerîmeye; “Müşrikler, Allahü teâlânın evliyâsına ilham ettiği şeyleri bilmezler” demiştir. Te’siri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile te’sir ettiklerini bilmeyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini anlamamış, O'nun, mahlûkları boş yere, faydasız yarattığını söylemiş olur. Bu, insanları tembelliğe sürükler. Sebeplere te’sir kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan kimse ise hak yola kavuşur ve her iki tehlikeden kurtulmuş olur.
Tez olma teemmül kıl,
Her hâle tahammül kıl,
Allah'a tevekkül kıl,
Tedbîri bozar takdir.
İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez, Allah'ın takdiri, kulun tedbîri ile değişmez.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde:
“İnsan bu âlemde mûteber olan sebeplere riâyet etmek, onlara yapışmakla vazifeli olduğu gibi, Allahü teâlânın kendisi için takdir buyurmuş olduğu şeyin başına geleceğine îtikâd etmek ve sakınmanın, tedbîrin, kaderde olacak şeye mâni olamayacağına inanması da insanın vazifesidir” buyurmuştur.
İnsan, kendisine zararlı olan gıdâlardan sakınmalı, faydası olan ve zararı uzaklaştıran husûslarda da gereken gayret ve dikkati göstermelidir. Zâten bu bir emirdir.
İşte Ya’kûb aleyhisselâmın; “Mısır'a bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye oğullarına yaptığı tenbih, âlemde mûteber olan sebeplere uymanın gereğini göstermektedir.
Bu tedbîr ile berâber; “Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizden gideremem, ona mâni olamam” buyurması da, âlemdeki bu sebeplere güvenilmemesi, Allahü teâlâdan başka her şeyden berî ve uzak olunmasına işârettir.
Birbirine zıt gibi görünen bu iki mes’eleyi birleştirmek için şöyle denir: Tâatlare devam ve mâsiyetlerden (günahlardan) sakınmamız lâzım olduğu gibi, “Saîd, anasının karnında saîd; şakî de, anasının karnında şakî” diye îtikâd ederiz.
İşte hem yeriz içeriz, hem de zehirden ve ateşe girmekten sakınırız. Halbuki ölüm ve hayat ancak Allahü teâlânın takdiri ile olur.
Netîcede göz değmesinden sakınmakla berâber, “Hakîkî müessir, dilerse, göz değmesi ile hâsıl olan te’siri yaratan dilemezse yaratmayan Allahü teâlâ olup, sakınmak kadere mâni olmaz” diye îtikâd etmemiz de böyledir.
Nitekim Ömer (radıyallahü anh) Şam'a teşrîf edecekleri zaman, şehirde tâun hastalığı olduğunu duyunca, şehre girmeyip başka tarafa döndüler. Şam bölgesi başkumandanı olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hazret-i Ömer'e; “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?” dedi. Hazret-i Ömer; “Allahü teâlânın kazâsından yine O'nun kaderine kaçıyorum” buyurdu. “Kader, (takdir-i ilâhî) kazâ sûretini almadıkça yâni ortaya çıkmadıkça Allahü teâlânın onu değiştirmesi umulur” demek istedi.
Demek ki insan, faydalı olanı almak, zararlı olanı kendisinden gidermek husûsunda, tedbir alıp bütün gücünü sarfetmekle berâber, var olan her şeyin mutlak sûretle, Allahü teâlânın kazâsı, dilemesi, hüküm ve hikmeti ile var olduğunu kesin olarak bilmelidir.
Ya’kûb aleyhisselâm; “Tedbirimle berâber, hakkınızda vâki olan Allahü teâlânın kazâsından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hakkınızda kadere âit hüküm ne ise elbette olur. Her şey Allahü teâlânın takdirine bağlıdır. Tedbîr takdiri değiştirmez. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlânındır. Hükmünde tekdir. O'na hiç bir şey ortak olamaz ve kazâsını yerine getirmekte hiç bir şey de mâni olamaz. Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmek tedbîri o kazâyı değiştiremez. Onun için size aslâ faydası olamaz” buyurmak sûretiyle önceki söylediğini te’kid buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâm bundan sonra: “Ben ancak O'na güvenip, dayandım. (Başkasına değil) Tevekkül edenler de O'na güvenip dayanmalıdır” dedi.
Mâdem ki, her şey Allahü teâlâdandır, mâdem ki her şey cenâb-ı Hakkın hükmü ve kazâsına, irâdesine dayanır. Tevekkül de yalnız O'na olur.
İşte her hayrın meydana gelmesi, her afetin def’i yâni giderilmesi, kat’î olarak Allahü teâlânın lütûf ve inâyetine bağlıdır. Bundan da, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül edilemiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.
Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmın sözünü tasdik ile meâlen şöyle buyurdu; “Vaktâ ki onlar, babalarının emrettiği şekilde ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Bu (Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmeleri) Allahü teâlânın hüküm ve kazâsından hiç bir şeyi uzaklaştırmadı, (değiştirmedi.) Lâkin Ya’kûb (aleyhisselâm) nefsindeki hâceti (yani hatırına gelen rey ve tedbiri, mahdumlarına) izhâr edip (şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini) tavsiye etti. Muhakkak o, (vahyle) öğrettiğimizi (kazâ ve kaderimizi) bilir. Fakat, insanların çoğu (kaza ve kaderimin değişmeyeceğini) sakınmanın kadere mâni olmadığını bilmiyorlar.” (Yûsuf sûresi: 68)
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; “Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları, Mısır'a vardıkları zaman, babalarının emrine uyarak ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Sözlerinde durarak, Bünyamin'i, Yûsuf aleyhisselâmın yanına getirdiler. Sonra; “İşte o küçük kardeşimiz budur, getirdik” dediler. Yûsuf aleyhisselâm onları huzûruna aldı, gereken ikrâm ve iltifâtta bulundu. Rivâyete göre öncekinden daha çok ikrâmda bulundu. Onları yemeğe dâvet etti. Her bir sofraya ikişer kişi oturttu. Onbir kişi olduklarından Bünyamin yalnız kaldı. Bu sırada kardeşi Yûsuf aleyhisselâmı hatırlayıp ağladı. “Kardeşim Yûsuf (aleyhisselâm) sağ olsa idi, sultân beni de onunla berâber oturturdu” diye kendi kendine söylendi. Yûsuf aleyhisselâm; “Bu kardeşiniz yalnız, kaldı” deyince, onlar; “Onun bir kardeşi vardı, öldü” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Öyleyse onu yanıma oturtayım” diyerek, Bünyamin'le aynı sofraya oturdu. Bünyamin, sofrada hem yemek yer, hem de sık sık Yûsuf aleyhisselâma bakardı. Yûsuf aleyhisselâm; “Niçin bana böyle dikkatli dikkatli bakıyorsun?” diye sordu. Bünyamin; “Vefât eden kardeşim size çok benzerdi de onun için” diye cevap verdi. Akşam olunca, yatıp istirâhat etmek için iki kişiye bir oda gösterildi. Fakat Bünyamin yine tek kaldı. Bunun üzerine ağladı ve; “Kardeşim Yûsuf sağ olsa idi, ben de onunla aynı odada kalırdım” dedi. Bu hâli gören Yûsuf aleyhisselâm; “Gel sen de benim odamda misâfir ol" dedi. Fakat Bünyamin, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşi olduğunu hâlâ anlayamamış ve kardeşlerinden ayrı kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Yûsuf aleyhisselâm, bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamin'e; “Ölen kardeşin yerine, benim sana kardeş olmamı ister misin?” diye sordu. Bünyamin; “Senin gibi eşsiz bir kardeşi kim bulabilir. Fakat senin baban Ya’kûb aleyhisselâm değil, sonra seni annem doğurmadı” deyince, Yûsuf aleyhisselâm ağladı ve kalkıp Bünyamin'in boynuna sarıldı. “Ben senin kardeşin Yûsuf'um” diyerek kendisini tanıttı.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verilmiştir; “(Kardeşleri) Yûsuf'un huzûruna girince o, kardeşini (Bünyamin'i) kendi yanına aldı; Ben senin hakîkî kardeşinim. Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için mahzûn olma! (Çünkü Allahü teâlâ bize ihsânda bulundu. Bizi helâk olmaktan kurtardı. Bizi birbirimize kavuşturdu) dedi.” (Yûsuf sûresi: 69)
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerini affetti. Onlar hakkında kalbinde hiçbir kötülük yoktu. İntikâm alma gibi bir düşüncesi de bulunmuyordu. Kardeşi Bünyamin'in kalbinin de onlara karşı, kendisininki gibi tertemiz olmasını istedi. Bu sebeple; “Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için üzülme” dedi.
Yûsuf aleyhisselâm sonra, Bünyamin'e; “Sana söylediklerimi kardeşlerine söyleme” diye tembih etti. Bünyamin ayrılmak istemediğini söyleyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Fakat babamızın benim yokluğuma ne kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü daha da artar. Buna başka bir yol bulalım” dedi. Bünyamin'de; “Karar senindir. İstediğini yap!” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dînînde, bir kimsenin bir şeyi çalınsa, mal sâhibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal sâhibine kölelik ederdi. Mûsâ aleyhisselâm zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti.
Yûsuf aleyhisselâm da bunu bildiği için Mısır melîkinin altından yapılmış su tasını, kardeşi Bünyamin'in yükünün içine koymalarını emretti. Tası, Bünyamin'in yükü içerisine koydular. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vaktâ ki Yûsuf (aleyhisselâm) kardeşlerinin (her birine birer deve yükü olmak üzere) yüklerini hazırladı. (İhtiyaçlarının hepsini yerine getirdi ve onların haberi yok iken) su kabını (öz) kardeşinin (Bünyamin'in) yükü içine koydurdu. (Kâfile şehirden ayrılıp, biraz yol aldıktan) sonra, bir münâdî yetişip bağırarak; “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” dedi. (Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri şanlarına yakışmayan böyle bir suçun üzerlerine atılmasından üzülüp, rahatsız olup) geriden gelenlere dönerek; “Ne koyboldu. Aradığınız nedir?” dediler.” (Yûsuf sûresi: 70-71)
Münâdînin; “Ey kâfile ehli muhakkak siz hırsızlarsınız” sözünü, Yûsuf'un (aleyhisselâm) emri ile söylemiş olduğu Kur'ân-ı kerîmde bildirilmemiştir. Ancak durumdan haberi olmayan me’murlar, hükümdârın tasını arayıp bulamayınca; “Burada şu kâfiledekilerden başkası yok idi. Demek ki tası bunlar aldılar” diye düşündüler. Hemen arkalarından koşup, Yûsuf'un (aleyhisselâm) hiç bir emri olmaksızın, onlara böyle söylediler.
Sırr-i Girîdî hazretleri “Ahsen-ül-Kasas” adındaki kitabında bu husûsta şöyle buyurdu: Konuşma âdâbına riâyet etmek herkese nasîb ve müyesser olmayan fazîletlerdendir. Münâdînin, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine; “Ey kâfile halkı! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” şeklindeki hitâbı ile, onların; “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” diye cevap vermeleri arasında çok fark vardır. Kâfiledekiler, şeref sâhibi idiler. Sonra, melîkin kaybolan tasını onlar mı, yoksa başkası mı çaldı henüz belli değildi. Bu sebeple Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerine münâdînin böyle hitâb etmesi hiç uygun düşmemişti. Onlara lâyık olan; “Melik'in tası zâyî oldu. Durun onu bir araştıralım” demek idi.
Kervan ehli olan Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri ise münâdîye; “Hayır biz çalmadık” demeyip, “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” demeleri ile; “Bizim hırsız olmamız şöyle dursun, sizden zâten bir şey çalınmamıştır. Bu bir kayıp olabilir” demek istediler.
Münâdî ve yanındakiler, onların sözündeki inceliği anladıklarından, ikinci defâ; “Melik'in tasını çaldınız. Yâhud, Melik'in su kabı çalındı” demeyip; “Melik'in su kabını zâyî ettik. Onu arıyoruz” demeye mecbûr oldular. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Dediler ki: “Melik'in su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (zahîre) var. Ben de buna kefilim.” (Yûsuf sûresi: 72) buyrularak haber verildi.
Bu âyet-i kerîme şu husûsa delildir. Bir iş mukâbilinde verilmesi şart koşulan ücret, işçi o işi tamamlamadan belki de o işe başlamadan önce, birisinin kefil olması câizdir. Bu sebeple işçi, o işi tamamladıktan sonra kararlaştırılan ücreti (kefilden) isteyebilir. Kefil olan kimse; “Ben kefil olduğum zaman, sen daha o ücrete hak kazanmamıştın” diyemez. Dese de mûteber değildir. İşçinin ücretini vermeye zorlanr.
Hanefî mezhebi âlimleri, kefâleti, şartlara bağlamanın câiz olduğuna bu âyet-i kerîmeyi delil getirmişlerdir.
Münâdinin konuşmasından sonra Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, meâlen; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesad çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz dediler.” (Yûsuf sûresi: 73)
Tefsîr âlimlerine göre bunlar iki şeye yemîn etmişlerdir: İlk önce fesad çıkarmak için gelmediklerini hem hâlleri ile göstermişler, hem de yemîn ederek böyle bir fiilin kendilerinden uzak olduğunu anlatmışlardır. Çünkü onlar, dâimâ ibâdet ve tâat üzere bulunan güvenilir ve doğru kimselerdi. Kendilerinin yemek için başkasının malına dokundukları aslâ görülmemişti. Hattâ, hayvanlarına da sâhip olmuşlar, başkalarının ekinlerini yememeleri için ağızlarını bir şeyle kapatmışlardı. Bu şekilde insanların hakkı üzerine titreyen kimselerin fesad çıkarması mümkün değildi.
İkincisi, hırsızlık yapmadıklarına yemîn ettiler. Çünkü onlar, Ken’ân iline varıp, yüklerini çözdüklerinde, aldıkları zâhirenin bedellerini yükleri arasında buldukları hâlde, geri Mısır'a gelince iâde etmişlerdi. Böyle olan kimsenin hırsızlık yapması mümkün değildi.
Bu sebeplerden dolayı; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki...” dediler. Münâdî ve yanındakiler meâlen; “Eğer (hırsız değiliz) sözünüzde yalancı çıkarsanız (sizin dînînizde)hırsızlığın (su kabını çalanın) cezâsı nedir?” dediler. (Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları); (Su kabını çalmanın) cezâsı, kimin yükünde bulunursa odur, (yani mal sâhibinin kölesi olur. Hırsızın kendisinin mal sâhibinin kölesi olması, işlemiş olduğu hırsızlık suçunun cezâsıdır.) Biz zâlimleri (hırsızlık yapanları) böyle cezâlandırırız dediler.” (Yûsuf sûresi: 74-75) Yûsuf aleyhisselâmın adamları; “O hâlde, sizin yüklerinizi arayacağız” dediler ve onları Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna getirdiler.
Yûsuf aleyhisselâm aratmaya kardeşi Bünyamin'den başlatmadı. Onun yükünü sonraya bıraktı. Böylece, diğer kardeşlerinin kalbinde herhangi bir şüphe doğarak îtirâz edilmesini önlemek istedi. Yoksa işin hakîkati ortaya çıkacak, maksat hâsıl olmayacaktı. Arama, Bünyamin'in yüküne gelince, Yûsuf aleyhisselâm; “Bunun bir şey almış olacağını zannetmem” deyip, aramakta tereddüt gösterdi. Fakat kardeşleri, ısrârla, onun yükünün de aranmasını istediler; “Böyle olursa, hem siz, hem biz vicdânen rahat oluruz” dediler. Bunun üzerine Bünyamin'in yükü de arandı ve su kabı oradan çıktı. Bunu gören kardeşleri utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Bünyamin'e dönerek onu ayıplamaya ve kınamaya başladılar “Bizim başımıza sen neler getirdin? Bizi rezil ettin. Yüzümüzü kara çıkardın” diye serzenişte bulundular.
Kur'ân-ı kerîmde bu mevzu, meâlen şöyle bildirildi:(Yûsuf aleyhisselâm) derhal kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden önce, diğerlerinin yüklerini aramaya başladı. Nihâyet onu (su kabını) kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden çıkardı.” (Yûsuf sûresi: 76)
Yûsuf aleyhisselâmın maksadı; kardeşi Bünyamin'i yanında alıkoymaktı. Bu ise, ancak babası Ya’kûb aleyhisselâmın dînîne göre mümkündü. Çünkü Fir’avn’ın hırsız hakkındaki kanunu, kardeşini esir olarak yanında bırakmaya müsâit değildi. Allahü teâlâ Yûsuf aleyhisselâma bu tedbiri vahy ile öğretti.
Allahü teâlâ, bu husûsu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirdi: “(Onlar daha önce Yûsuf'a hîle yaptıkları gibi) İşte biz Yûsuf’a böyle bir tedbiri (vahiyle) öğrettik. Yoksa Mısır melikinin dînîne göre kardeşini (Bünyamin'i yanında) tutmak ve esir almak mümkün değildi. Ancak Allahü teâlâ onu (Babası Ya’kûb'un dînî üzere yanında tutmasını) murâd etti. (Bu iş tamâmen Allahü teâlânın izni, irâde ve tedbiri ile meydana geldi. Allahü teâlâ böyle olmasını murâd etti. Netîcede Yûsuf aleyhisselâmın maksadı da hâsıl oldu.)” (Yûsuf sûresi: 76)
Fir’avn'ın hırsız hakkındaki kanunu, hırsızın dövülüp, çaldığı malın iki katı ile ödetilmesi şeklinde idi. Bu kanuna göre, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşini yanında alıkoyması mümkün değildi.
Rûh-ul-Beyân müellifi İsmâil Hakkı Bursevî (rahmetullahi aleyh); “Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâma öğrettiği bu tedbiri büyük faydalara ve birtakım hoş olmayan işlerden uzak kalmaya vesîle kıldı” buyurdu.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen şöyle buyrulmaktadır: “(Yûsuf aleyhisselâmı kardeşlerine üstün kıldığımız gibi) dilediğimiz kimseyi (ilimle) nice derecelere yükseltiriz.” Burada, ilmin en yüksek derece ve mertebe olduğu bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlâ Yûsuf, aleyhisselâmı medh buyurdu. İlim ile, maksadına ulaşması için, ona bu işin tedbir ve çâresini bildirdi. Bütün işlerinde doğruya isâbet ettirmek sûretiyle onu kardeşlerinden üstün kıldı.
Sonra Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurdu: “Her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır” (Yûsuf sûresi: 76) İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: “Her âlimin üstünde ondan daha iyi bilen bir âlim vardır. Bu üstünlük Allahü teâlâya varıncaya kadar devam eder. Allahü teâlânın ilminin nihâyeti olmayıp sonsuzdur. Bu âyet-i kerîmenin burada getirilmesinden murâdın, Yûsufaleyhisselâmın kardeşlerinin ilim ve fazîlet sâhibi olduklarını, ancak Yûsuf aleyhisselâmın ilim ve irfân bakımından onlardan daha üstün olduğunu bildirmek için söylenmiştir.” İbn-ül-Enbarî (rahmetullahi aleyh); “Âlim olan kimse, Allahü teâlânın kendisine bahşettiği lütûf ve ihsânlarını düşünerek mütevazi olmalı, gâlib ve üstün görünmek cihetine gitmemelidir. Çünkü, her âlimin üstünde, ondan daha âlim birisi vardır” buyurmuştur.
Zâyi olan (kaybolan) su kabı, umduklarının aksine Bünyamin'in yükünde çıkınca diğer on kardeş telâşlandılar. Hepsi hiç hoşa gitmeyen bu manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bunun üzerine on kardeş; “Su kabının Bünyamin'in yükünden çıkması hayret edilecek bir şey değildir. Daha önce kardeşi de çalmıştı” dediler. Onlar böyle söylemekle “Biz Bünyamin'e benzemeyiz. Hırsızlık ona ve kardeşi Yûsuf'a mahsus bir iştir. Çünkü, onların anneleri aynıdır. Anaları bir olduğu için, huyları da benzemektedir” demek istiyorlardı.
Bu husûs Kur"ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “(Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları) dediler ki: Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa, bundan önce onun kardeşi (Yûsuf)de hırsızlık yapmıştı. (Yûsuf sûresi: 77)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarının; “Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa...” demeleri, böyle bir hırsızlığın kendi kanaatlerine göre sâbit olmamasından dolayıdır. Çünkü, bir peygamber âilesinden hakîkaten hırsızlık yapacak birisinin çıkacağına aslâ ihtimâl vermiyorlardı. Ayrıca Bünyamin'in yükünden tasın çıkması, onun tası çaldığına delâlet etmez. Zâten daha önceki gelişlerinde, aldıkları zâhirenin bedelleri de yüklerine konulmuştu. Halbuki onlar hırsızlık yapmamışlardı. Bünyamin'in yüküne de tas bu sûretle konmuş olabilirdi.
Yûsuf aleyhisselâma nisbet ettikleri hırsızlık, Ya’kûb aleyhisselâmın kız kardeşinin Yûsuf aleyhisselâmı yanında alıkoymak için başvurduğu çâre idi. İbrâhim aleyhisselâmın kemerini Yûsufaleyhisselâmın üzerine bağlayarak onu yanında alıkoymuştu.
Gerek Yûsuf aleyhisselâmın ve gerekse Bünyamin'in durumlarında hırsızlık yoktur. Ancak hırsızlığa benzer bir görünüş bulunduğu ve başlarına gelen bu hâdiseden canları sıkıldığı için kardeşleri böyle söylemişlerdir.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerinden “Bundan önce onun kardeşi (Yûsuf) de hırsızlık yapmıştı” sözünü işittikten sonrası meâlen şöyle bildirildi: “O, onların bu sözünü (yâhut, onların kendisine hırsızlık nisbet etmelerini) içine gizledi. (Duymamış gibi göründü. Onları affettiği için ve hilminden dolayı ne sözle ve ne de fiille) bu sözün (hakîkatini, nisbet ettikleri hırsızlığın nasıl olduğunu, onda kendisinin zem olunmasını îcâbettirecek bir şeyin bulunmadığını) onlara açıklamadı. (Kendi kendine); “Sizin durumunuz daha kötüdür. (Siz benim gibi masum bir kardeşinizi çaldınız, pederinden ayırdınız, götürüp, kuyuya bıraktınız. Sonra da, kıymetsiz bir fiyatla sattınız.) Allahü teâlâ sizin söylediğiniz şeyin hakîkatini en iyi bilendir. (İşin hakîkatinin sizin söylediğiniz gibi olmadığını Allahü teâlâ çok iyi bilmektedir. Yâni benden hırsızlık meydana gelmemiştir) dedi.” (Yûsuf sûresi: 77)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, yükleri aranmadan önce kendi dinlerinde hırsızlığın hükmü sorulunca, çalanın mal sâhibine köle olacağı hükmünü beyân etmişlerdi. Tabiî ki onlar, kendilerinden böyle bir şeyin vâki olacağını tahmin etmiyorlardı. Ancak beklediklerinin aksine su kabı Bünyamin'in eşyası arasında çıkınca; Bu defâ affetmenin de, fidye almanın da câiz olduğunu beyân ettiler. Yûsuf aleyhisselâmın şefkât ve merhametini celbetmek için Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Ey Azîz! Hakîkat onun (Bünyamin'in) ihtiyâr (ve çok muhterem) bir babası vardır. (Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur ve onu bizden çok seviyor, biz onun yerini dolduramayız.) Onun yerine birimizi alıp onu âzâd eyle. Biz muhakkak seni ihsân edenlerden görüyoruz. Bu ihsânını tamamla.”
Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını (günahı olmayanı) alıkoymaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü bu takdirde, (dîninize, uygun olarak verdiğiniz fetvâya göre) biz de elbette zâlimlerden oluruz. (Çünkü, fetvânıza göre onun yerine sizden günâhsız birini tutmak zulümdür. Başkasından meydana gelen bir suçtan dolayı bir kimseye ezâ edersem, verdiğiniz fetvâya göre zulüm yapmış olurum. Bu sebeple teklifinizi kabûl etmem. Onların verdikleri fetvâya göre, hırsızlık yapanın yerine rızâsı ile de olsa başkasını esir almak zulümdür. İi tarafın muvafakati ile de olsa, dînîn hükmünü kimse değiştiremez) dedi.” (Yûsuf sûresi: 78-79)
Yûsuf aleyhisselâm yalan söylemiş olmaktan sakınmak için; “Eşyâmızı yanında bulduğumuz...” dedi. “Eşyamızı çalan” demedi. Çünkü kardeşinin hırsızlık yapmadığını biliyordu.
Yûsuf aleyhisselâmın, babasına bulunduğu yeri haber vermeyip, kendisini gizlemesi, babasının pekçok üzüleceğini bildiği hâlde, Bünyamin'i yanında alıkoyması ve kardeşlerine bu şekilde muâmele etmesinde bir hikmet vardır. İslâm âlimleri, bu hikmetle alâkalı çok şeyler buyurmuşlardır. Ancak, bunun en güzeli ve en sahîh olanı şudur; “Yûsuf aleyhisselâm, bütün bunları kendiliğinden değil, Allahü teâlânın emri ile yaptı. O'nun kullarından hiç kimsenin bilmediği sırları vardır. Yarattıkları hakkında dilediği şekilde tasarruf sâhibidir. Allahü teâlânın Ya’kûb aleyhisselâmın mihnet, acı ve sıkıntılarını arttırması, sıkıntılara karşılık, derecesini daha da yükseltmek içindi. Böylece, mesâfenin yakın olmasına rağmen, bu zaman içinde, Yûsuf aleyhisselâmın durumunu Ya’kûb aleyhisselâmdan gizledi.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, kardeşleri Bünyamin'i kurtarmak için Yûsuf aleyhisselâma çok yalvardılar. hattâ; “Onun yerine birimizi alıkoy” diye büyük bir fedâkarlıkta bulundular. Fakat Yûsuf aleyhisselâm kesin olarak bilinemeyen bir hikmetle onların bu dileklerini kabûl etmedi. Netîcede ümîdlerini iyice kestiler.
Onların bu hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları, ondan (Bünyamin'i alabilmekten) ümîdlerini kestiler. Fısıldaşarak bir yana çekildiler.” (Yûsuf sûresi: 80)
Bir müddet aralarında mes’eleyi müzâkere ettikten sonra, en doğrusunun, babalarına dönüp, hâdiseyi aynen anlatmak olduğuna karar verdiler. Âyet-i kerîmenin devamında bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“Büyükleri (Robîl veya Şem’ûn veya Yehûda) dedi ki: “Babamızın sizden Allahü teâlânın adıyla te’minat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz (muhakkak bilirsiniz). Artık ben, babam bana izin verinceye (yanına çağırıncaya) veya Allahü teâlâ (kardeşimi kurtararak iâdesine) hükmedinceye kadar buradan (Mısır'dan) ayrılmam. O, (Allahü teâlâ) Hâkimlerin (hükmedenlerin) hayırlısıdır, hakkın gayrı ile hükmetmez, (O, bu sözüyle, babasının mâzeretini kabûl etmesi için Allahü teâlâya ilticâ etmeyi, sığınmayı kasdetti. Diğer kardeşlerine şöyle dedi): “Siz babanızın yanına dönün (hadiseyi olduğu gibi anlatın) ve deyiniz ki; “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun (Bünyamin bizim gördüğümüze göre) hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhidlik ederiz. (Su kabının Bünyamin'in yükünden çıktığını gördük) Biz gaybı (Onun hâlinin hakîkatini, onu gerçekten çaldı mı, yâhut onun haberi olmadan eşyası arasına mı kondu) bilmeyiz. (Gaybı Allahü teâlâdan başkası bilmez.)” (Yûsuf sûresi: 80-81)
Yûsuf aleyhisselâma yaptıklarından dolayı, babaları yanında suçlu olduklarından Mısır'da kalmaya niyetlenen büyükleri, üzerlerinden töhmeti atmakta daha te’sirli olması için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şunları da söylemelerini emretti: “Eğer bize inanmazsan, içinde bulunduğumuz (ve kendisinden döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da aralarında geldiğimiz kervana da (su kabının onun yükünde nasıl bulunduğunu) sor. Biz, hakîkaten doğru söyleyicileriz.” (Yûsuf sûresi: 82)
Büyüklerini ve Bünyamin'i Mısır'da bırakan dokuz kardeş, babalarının yanına döndü. Mısır'da kalan büyüklerinin tâlimatı üzere başlarından geçenleri ve olup bitenleri babalarına anlattılar. Ya’kûb aleyhisselâm, bu habere çok üzülüp anlatılanlara inanmadı.
Aslında oğulları bu defâ yalan söylememişlerdi. Bünyamin'in Mısır'da alıkonulmasına gerçekten onlar sebep olmamıştı. Fakat bir kere Yûsuf aleyhisselâmın kuyuya bırakılması hâdisesinde yalan söyledikleri ve suçlu oldukları için, doğru söylemelerine rağmen Ya’kûb aleyhisselâm inanmak istemedi. Âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi: “Onlara dedi ki: Hayır! (İş sizin dediğiniz gibi değil. Aranızda kararlaştırdığınız) bu işi (peşin bir menfeat elde etmek için onu Mısır'a götürmeyi) nefsleriniz size aldatıp süsleyerek kolay gösterdi. (Yoksa Mısır Azîzi, bizim dînîmizde hırsızın esir edileceğini ne bilsin) (Yûsuf sûresi: 83)
Kısaca, bu işte kasıtları bulunmasa bile, onların fetvâları netîcesi Bünyamin'in Mısır'da tutulması, Ya’kûb aleyhisselâmın sitemine sebep oldu.
Âyet-i kerîmenin devamında Ya’kûb aleyhisselâmın meâlen şöyle buyurduğu haber verildi: “Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. (Benim sabrım, kendisinde insanlara şikâyet bulunmayan güzel bir sabırdır) Umulur ki, Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ âlimdir, hâkimdir.”
Ya’kûb aleyhisselâmın üzüntü ve kederi son aldığı haberle daha da artmıştı. Zâten uzun zamandan beri üzüntü ve elem içerisindeydi. Fakat, Allahü teâlânın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağına da inanıyordu. Çünkü belâ ve sıkıntı pek şiddetlenip son hadde geldiği vakit, ondan kurtulmak daha çabuk olur. İşte Allahü teâlâ hakkındaki bu hüsn-i zannından (iyi ve güzel zannından) dolayı “Umulur ki Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurdu.
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîme hakkında şöyle de bildirmişlerdir: Ya’kûb aleyhisselâm daha başlangıçta kendisinin ve oğullarının başına gelecekleri farketmiş, Yûsuf aleyhisselâm rüyâsını anlatınca ona; “Oğulcağızım! Rüyânı kardeşlerine anlatma! Sonra sana hîle yaparlar” buyurmuştu. İşte önceki bildiklerine göre, başına gelen işler sonuna doğru yaklaşınca, “Umulur ki, Allahü teâlâ (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurmuştur.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarından Bünyamin'in acı haberini alınca, çok üzüldü. Acı ve kederi daha da arttı ve âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Onlardan yüz çevirdi ve Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan (şiddetli) hüzün ve hasretim! Gel, işte şu an senin tam gelme zamanındır” dedi.” (Yûsuf sûresi: 84)
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarından Bünyamin'in haberini öğrenince, sâdece Yûsuf aleyhisselâma olan hüznünü açıkladı. Halbuki Bünyamin'in hâdisesi daha yeni idi. Tefsîr âlimleri başka sebepler zikretmişlerse de, bu hâli diğer iki oğlunun hayatta olduğunu bilmesine, Yûsuf aleyhisselâmdan ise hiç haber alamamasına bağlamışlardır.
Ya’kûb aleyhisselâm, son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, hâlini Allahü teâlâdan başkasına arzetmedi. Nitekim âyet-i kerîmede onun şu meâldeki sözü bildirildi: “Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, yalnız Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size bir şikâyetim yoktur.)” (Yûsuf sûresi: 86)
Ya’kûb aleyhisselâm; başına gelen ağır ve büyük bir musîbete rağmen, dâimâ sabırlı oldu. Aslâ feryâd ve figân etmedi. İnsanlara da şikâyette bulunmadı. Rivâyete göre, Azrâil aleyhisselâmYa’kûb aleyhisselâmın yanına gelmişti. Ya’kûb aleyhisselâm, Azrâil'e (aleyhisselâm); “Yûsuf'umu görmeden benim rûhumu almaya mı geldin?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm da “Hayır, senin hüzün ve kederine iştirâk etmek için geldim” dedi.
Belâ ve musîbete uğrayan kimsenin; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demesi evlâdır. Çünkü Bakara sûresi 156. ve 157. âyet-i kerîmelerinde meâlen: “Musîbet zamanında istircâ edenler (Allahü teâlânın kazâsına rızâ gösterenler) üzerine, Rablerinden rahmet, nîmet ve Cennet vardır. Onlar hidâyete erenlerdendir.” İstircâ; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn: Muhakkak biz Allahü teâlânın kullarıyız, (vefât ettikten sonra diriltilmek ve neşir ile yine) ona döneceğiz demektir.
Bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bir belâ gelince; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” demek, bu ümmete mahsus bir ihsândır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Ya’kûb aleyhisselâm Yûsuf'un ayrılığı musîbeti başına gelince; “Ey Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan hüzün ve hasretim” demez; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” derdi.” Bu hadîs-i şerîfi, Taberânî, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhekî, Sa’îd bin Cübeyr’den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, hakkında hayır murâd ettiği kimseye belâ ve musîbet verir.”
Sa'd (radıyallahü anh) şöyle anlattı: Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem, insanlardan başına belâ ve musîbete en fazla kimlerin uğradığı sorulunca; “Peygamberlerdir. Şiddeti onların rütbelerine göredir. Her mü’min, dînîndeki derecesine göre belâ ve musîbete düçâr olur. Eğer dinde kuvvetli ve metânetli ise, (bela ve musîbet de) o derece olur. Eğer dinde zayıf ise hafif ve kolay olur” buyurdu. Enes (radıyallahü anh) de; “Mükâfâtın büyük olması, belâ ve musîbetin büyüklüğüne göredir. Allahü teâlâ sevdiği kimselere belâ ve musîbet verir. Eğer rızâ gösterilirse Allahü teâlâ da onlardan râzı olur. Şâyet uğradıkları belâdan dolayı isyân ederlerse, Allahü teâlâ onlara gazâb eder” buyurdu.
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Mü’minin her hâli hayrete şâyândır! Ona hayır isâbet etse, Allahü teâlâya hamd ve şükür eder. Musîbet gelse, Allahü teâlâya hamd edip belâya sabreder. Mü’min her hâli ile sevâb alır, hattâ hanımının ağzına (Allah için) koyduğu lokma ile de” buyruldu.
İşte Ya’kûb aleyhisselâm, devamlı gözleri yaşlı bir şekilde derin bir gam ve keder içerisindeydi. Bu husûsta Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyuruldu: “Hüzün ve kederinden gözlerine ak düştü.”
Tefsîr âlimleri içinde, Ya’kûb aleyhisselâmın gözünün görmez hâle geldiğini söyleyenler de vardır. Hüznün devamlılığı, hiç durmadan ağlamayı icâbettirir. Devamlı ağlamak ise gözün görmemesine sebep olur. Çünkü devamlı ağlamak gözün siyahında perde meydana getirir. Mukâtil (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Ya’kûb aleyhisselâmın iki gözü altı sene görmedi. Nihâyet Allahü teâlâ, Yûsuf, aleyhisselâmın gömleği ile onun gözlerine görmeyi nasîb etti.”
Yûsuf aleyhisselâmın babasından ayrılması ile ona kavuşması arasında uzun bir zaman (40 veya 80 yıl) geçti. Bu müddet içerisinde Ya’kûb aleyhisselâmın gözlerinden yaş hiç dinmedi. Halbuki o zaman yeryüzünde Allahü teâlânın katında Ya’kûb aleyhisselâmdan daha kıymetli kimse yoktu.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “(Evlâdına hasretten kalbi üzüntü ile dolu olup, kalbinde) onu tamâmen tutar, izhar etmezdi.” (Yûsuf sûresi: 84) buyruldu. İnsanın en şerefli âzâları, dili, gözü ve kalbidir. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmın bu üç âzâsının da gama battığını beyân eyledi. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâmın; “Ey Yûsuf'un firâkı (ayrılığı) ile beni kaplayan hüzün ve üzüntüm!” demesi, çok ağladığını ve kalbinin şiddetli gam ile dolduğunu haber vermektedir.
Bütün bunlar onun bir an olsun Allahü teâlâyı anmasına mâni olmadı. Çünkü daralan ve sıkıntıda olan, üzülen kalbler Allahü teâlâya daha yakındır ve onunla meşgûldur. Böyle acı ve sıkıntılar, Allahü teâlâdan başka düşünceleri kalbden çıkarır. Netîcede kul, Allahü teâlâya daha çok yönelir, daha çok duâ eder. Yalvarıp yakarma ile meşgûl olur.
Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiğine göre; Burada tasavvufla alâkalı bir husûs vardır. Tasavvuf büyükleri şöyle buyurmuşlardır: Tasavvufta kalb fenâ mertebesine ulaşınca, artık Allahü teâlâdan başkası ile meşgûl olmaz. O kalbde hiç bir mahlûkun sevgisi bulunmaz. Durum böyle olunca, Allahü teâlânın seçilmiş kullarından ve aynı zamanda peygamberi olan Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmı çok sevdiğinden, sevgisi tâ kalbine işlemişti. hattâ onun ayrılığının verdiği hüzün ve kederinden devamlı ağlıyordu.
Kalbin, Yûsuf aleyhisselâm gibi bir peygamberin sevgisi ile meşgûl olması, Allahü teâlâ ile meşgûl olmasına mâni değildir. Çünkü, peygamberleri aleyhimüsselâm sevmek, Allahü teâlâyı sevmek gibidir. Nitekim hadîs-i şerîfte Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Sîzden birine ben, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o, îmânı kâmil bir mü’min olamaz” buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîme; bağırıp çağırmak, yüzüne vurmak, elbisesini yırtmak gibi durumlar olmadığı müddetçe, musîbet ve belâya uğranıldığı zaman üzülmenin ve ağlamanın câiz olduğunu göstermektedir. Hüzün ve üzülmek, insanın elinde olmayan hâllerdendir. Çünkü musîbet, belâ ve şiddetli sıkıntı zamanlarında insan kendisine sâhip olamaz. Nitekim Resûlullah efendimizsallallahü aleyhi ve sellem de, oğulları İbrâhim'in vefâtı üzerine hüzünlenip merhametlerinden dolayı ağlamışlardır.
Ya’kûb aleyhisselâmın çok ağladığını gören oğulları yâhut evdeki torunları ve hizmetçilerinin, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Oğulları, Ya’kûb'a (aleyhisselâm);“Yûsuf'u anmaktan geri durmuyor, onun sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yâhut helâk olacaksın” dediler.” (Yûsuf sûresi: 85) Onlar böyle söylemekle Ya’kûb aleyhisselâmın çok ağlamasına mâni olmak istiyorlardı. Yemîn etmeleri ise, Ya’kûb aleyhisselâmın âkıbetinin ne olacağını kat’î olarak bilmedikleri hâlde, işin sonunda buraya varacağını kuvvetle zannettikleri içindi.
Ya’kûb aleyhisselâm onların bu sözleri üzerine âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ben, kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, ancak Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size ve başkasına şikâyetim yok. Beni şikâyetim ile başbaşa bırakın. Şikâyetimi Rabbime arz edeyim) Ben, sizin bilemeyeceğiniz nice şeyleri, Allahü teâlâ tarafından (vahiyle) biliyorum” dedi.”(Yûsuf sûresi: 86)
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), şöyle buyurmaktadır: Bu âyet-i kerîmede Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf aleyhisselâma kavuşacağını beklediğine işâret olunmaktadır. Ya’kûb aleyhisselâmın bu bekleyişinin birkaç sebebi vardır:
1- Rivâyete göre Azrâil aleyhisselâm Ya’kûb aleyhisselâma gelince, ona; “Ey Melek-ül mevt! Oğlum Yûsuf'un rûhunu aldın mı?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm da; “Hayır, oğlunun rûhunu almadım yâ Nebîyyallah!” diye cevap verdi. Sonra Mısır tarafını işârete ederek; “Onu orada ara” dedi.
2- Yûsuf aleyhisselâm rüyâsının, rüyây-ı sâdıka olduğunu biliyor, onun gibilerin rüyâsının doğru çıkacağına inanıyordu. Çünkü, Yûsuf aleyhisselâmda rüşd ve kemâl alâmetlerini görmüştü.
3- Allahü teâlâ, Yûsuf'a (aleyhisselâm) kavuşturacağını ona vahyetmiş, fakat vaktini bildirmemiş olabilir. Ondan ayrılığın hasretinden Ya’kûb (aleyhisselâm) acı ve ızdırap içinde kalmıştı.
4- Süddî’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Ya’kûb aleyhisselâma oğulları, o sırada Mısır'ın başında bulunan kimsenin gidişâtını, işlerinde ve sözlerindeki kemâlini, fazîletini anlatınca, onun Yûsuf aleyhisselâm olabileceğini ümîd etti. Çünkü, müslüman olmayanlar arasında böyle birisinin bulunmasının uzak bir ihtimâl olduğunu söyledi. “Olsa olsa Yûsuf aleyhisselâmdır” dedi.
5- Bünyamin'in hırsızlık yapmadığını kesin olarak biliyordu. Mısır melikinin yakalayınca ona eziyet yapmadığını, onu dövmediğini de duyunca, kuvvetli ihtimâlle onun Yûsuf aleyhisselâmolduğuna kanâat getirdi.
Ya’kûb aleyhisselâm bu alâmetlere istinâden, Yûsuf aleyhisselâmı bulmak ümîdi ile, oğullarına yumuşak ve hoş bir şekilde; “Ey oğullarım! (Mısır'a) gidin. Yûsuf ile kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümîd kesmeyin. Çünkü, hakîkat kâfirler gürûhundan başkası, Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümîd kesmez dedi.” (Yûsuf sûresi: 87) Mü’min, belâ, musîbet ve darlık zamanında Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümidini kesmez, sabreder ve bu yüzden hayıra nâil olur. Bolluk ve genişlik zamanında da Allahü teâlâya hamd eder. Yine bu yüzden hayra kavuşur. Kâfir ise bunun aksini yapar.
Bir insan, Allahü teâlânın kemâliyle kâdir olmayıp âcizliğine, her şeyi bilmediğine, kerîm değil, bâhil olduğuna îtikâd ettiği zaman, tamâmen O'nun lütûf ve merhametinden ümîd keser. Bu üç husûs ise, küfrü (îmânsızlığı) icâbettirir. Böyle bir îtikâd da ancak îmânsız olanlarda bulunur.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları: “Vallahi sen Yûsuf diye diye hasta olacaksın, yâhut öleceksin” demişlerdi. “Rûh-ul beyân”da buyurulur ki: Bu âyet-i kerîmede muhabbet ehlinden hiç birinin kınanmaktan kurtulamayacağına işâret vardır. Sâdık ve samîmi olan muhabbet ehlinin alâmeti, Allah için kınayanın (ayıplayanın) ayıplamasından korkmamasıdır. Bunun için; “Halka sırrını açarsan, hor ve hakîr; Hakk'a yalvarırsan azîz olursun” demişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâm, hâlinden Allahü teâlâya şikâyette bulundu. Bu câizdir. Eyyûb aleyhisselâm kendisine gelen musîbet sırasında; “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” demiş (Enbiyâ sûresi: 83), buna rağmen Allahü teâlâ da; “Onu (belalara) sabredici bulduk. O ne iyi kuldur” buyurmuştur. (Sâd sûresi: 44) Çünkü, Eyyûb aleyhisselâmın şikâyeti Hakk'dan yine Hakk'a idi. Bu sebeple Allahü teâlânın nezdinde mâzur idi. Çünkü, sabrın hakîkati, nefsi Allahü teâlâdan başkasına şikâyette bulunmaktan men etmek, Hak'dan başkasına meyli terketmek, Allahü teâlânın kazâ ve kaderinden meydana gelmesi bakımından eza, belâ ve musîbete tahammül etmektir.
İlâhî aşk ve muhabbet lisânı, niyâz ve anlatma lisânıdır. Bu, naz ve şikâyet lisânı değildir. Ârif-i billâhın şikâyet gibi görünen hâli naz değil; sevdiğine yüksek bir tazarru ve yakarışın, kısacası bir niyâzın arzıdır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları, babalarının tavsiyesi üzerine Mısır'a döndüler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna varmadan aralarında anlaştılar. “Önce ona çok sıkıntıda olduğumuzu, bize şiddetli açlık isâbet ettiğini, söyleyerek hâlimizi arzedelim. Eğer kalbinde bir incelik ve yumuşaklık görürsek, asıl maksadımızı açıklarız. Yok, eğer böyle umduğumuz gibi olmazsa ondan bahsetmeyiz” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna varınca meâlen şöyle dedikleri Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir: “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık (kıtlık, fakirlik ve açlık) ulaştı. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermâye ile geldik. Bize (daha önce tam sermâye ile, tam bedelle verdiğin gibi) tam ölçek ver (sermâyemizden eksik olan bu mikdara karşılık olan zâhireyi vermekle veya kardeşimizi iâde etmek sûretiyle) hakkımızda ayrıca tasaddukda bulun. Zirâ Allahü teâlâ, sadaka verenleri (dünyâda ve âhırette en güzel şekilde) mükâfâtlandırır. (Yûsuf aleyhisselâmonlara); “Siz (sonunun neye varacağını) bilmeden Yûsuf'a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tevbe ettiniz mi?” dedi.” (Yûsuf sûresi: 88-89)
Yûsuf aleyhisselâm, onların yalvarışlarını çâresiz kaldıklarını ve açlık içinde bulunduklarını görünce, kalbi inceldi. Merhametinden dolayı onlara kendisini tanıtmak, kendisinin Yûsuf olduğunu bildirmek istedi. Ancak Allahü teâlânın hakkını kendi hakkına tercih etti. Onlara, gerek kendisine yaptıkları zulmün ve gerekse kardeşi Bünyamin'i kendisinden ayırmanın, onu aralarında hor ve hakîr tutmanın çirkinliğini sordu. Bunu, şefkâtinden dolayı onlara din husûsunda nasîhat etmek maksadıyla yapmıştı. Böyle yapmakla onların günâhlarını ikrâr ile, tevbe ve istiğfârda bulunmalarını sağlamak istiyordu. Yoksa maksadı, onları paylamak ve kınamak değildi.
Bu âyet-i kerîme ile aynı sûrenin; “Onlar (senin, mevkîinin yüksekliği, şânının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri hâlde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik” meâlindeki 15. âyet-i kerîmesi tasdik edilmekte ve vâdin gerçekleştiği anlatılmaktadır.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına verdiği ve Mısır Azîzi'ne hitâben yazdığı mektubu alınca, Yûsuf aleyhisselâmın okuyarak, hislendiği ve kendisini tutamayıp, durumu açıkladığı da bildirilmiştir. Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.
Yûsuf aleyhisselâmın sözleri üzerine; bu izzet ve ikrâm sâhibi kimsenin kardeşleri olabileceğini düşündüler. Sonunda şaşkınlık içinde ona Yûsuf olup olmadığını sordular. Onların bu hayretleri ve Yûsuf'un (aleyhisselâm) cevâbı, âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi:
“(Kardeşleri) Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?” dediler. Yûsuf (aleyhisselâm); (Evet) “Ben Yûsuf’um ve bu kardeşim (Bünyamin) dir. Allahü teâlâ (birbirimize kavuşturmakla) bize ihsânda bulundu” dedi (Yûsuf sûresi: 90)
Yûsuf aleyhisselâm, böyle buyurunca, bundan gurur ve övünme anlaşılmaması için, Allahü teâlâya şükretmek, O'nun nîmetini anmak ve kardeşlerine nasîhat etmek için âyet-i kerîmede meâlen şöyle söylediği bildirildi: “Muhakkak ki, kim (farzları yerine getirmek, günâhlardan sakınmak sûretiyle) Allahü teâlâdan korkar ve belâlara (musîbetlere, tâatları yapıp, günâhları terketmenin meşakkatine) sabrederse, şüphesiz Allahü teâlâ muhsinlerin (sabır ve takvâ sâhiplerinin) ecrini zayi etmez.” (Yûsuf sûresi: 90)
Âyet-i kerîmede Yûsuf aleyhisselâmın, kardeşlerine; “Ben Yûsuf'um” diye bizzât ismini söyleyerek cevap verdiği bildirildi. Bununla kardeşlerinin kendisine yaptığı zulmün ve buna karşılık Allahü teâlânın lütfettiği zafer ve nusretin (yardımın) büyüklüğünü açıkladı. Sanki şöyle demek istedi: “Ben, zulümlerin en büyüğü ile zulmettiğiniz, buna karşılık da Rabbimin en yüksek makâm ve mertebeyi verdiği kimseyim. Beni öldürmeye teşebbüs ettiğiniz ve kuyuya attığınızda âciz bir kimseydim. Şimdi ise, gördüğünüz gibiyim.”
Yine Yûsuf aleyhisselâm, kardeşleri tanımalarına rağmen; “Bu da kardeşim” dedi. Böylece onun da kendisi gibi mazlum olduğunu, görüldüğü gibi Allahü teâlâ tarafından nîmete ve ihsâna kavuşturulduğunu anlatmak istedi.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine böyle söyleyince, onlar bu sözlerini tasdik ettiler. Yûsuf aleyhisselâmın fazîlet ve meziyetini îtirâf ettiler. Âyet-i kerîmede bu husûs meâlen şöyle bildirildi. “Vallahi Allahü teâlâ (zikrettiğin yüksek sıfatlar, güzel ahlâk, ilm, hilm ve saltanatla) muhakkak seni bizden üstün kıldı. Muhakkak ki, biz sana yaptığımız muâmeleden dolayı günâhkâr olduk dediler.” (Yûsuf sûresi: 91)
Onlar, Yûsuf aleyhisselâmın kendilerine olan üstünlüğünü, ona yaptıklarından dolayı günâhkâr olduklarını îtirâf edince, Yûsuf aleyhisselâmın onlara söyledikleri, âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; Bugün (den sonra günâhınızı zikretmek sûretiyle benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur dedi.” (Yûsuf sûresi: 92)
Yûsuf aleyhisselâm, dünyâya âit kınama ile kınamayacağını kardeşlerine söyleyerek, âyet-i kerîmenin devamında haber verildiği gibi, âhıret azâbını da onlardan gidermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Meâlen; “Allahü teâlâ sizi mağfiret buyursun, (affetsin). O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi.
Tefsîr âlimlerinden bâzıları, âyet-i kerîmenin mânâsının; “(Benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur. Bugün Allahü teâlâ sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler”olduğunu da bildirmiştir. Yûsuf aleyhisselâm kendi tarafından onlara hiç bir başa kakma ve kınamanın olmadığını bildirdi. Sonra Allahü teâlânın, günâhlarını af ve mağfiret buyurduğunu onlara müjdeledi. Çünkü onlar, Yûsuf aleyhisselâmın karşısında çok mahcup düştüler. Gönülleri ziyâdesiyle kırıldı. Yaptıkları işin kötülüğünü ve günâhkâr olduklarını da îtirâfla, tevbe ve istiğfârda bulundular. Allahü teâlâ da onların tevbelerini kabûl edip, günâhlarını af ve mağfiret buyurdu. İşte Yûsuf aleyhisselâm onlara; “Bugün Allahü teâlâ sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler”buyurarak onlara ilâhî müjdeyi verdi.
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine çok izzet ve ikrâmda bulundu. Onlar da; “Siz bizi sabah-akşam yemeğe dâvet ediyorsunuz. Biz ise yaptıklarımızdan ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz” dediler. Yûsuf aleyhisselâm da cevâbında; “Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; Az dirheme satılmış bir köleyi, bu mertebeye kavuşturan Allahü teâlâyı tenzih ederiz diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde şeref buldum. Herkesin nazarında yükseldim. Çünkü onlar, sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrâhim aleyhisselâmın torunlarından Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından olduğumu öğrendiler” dedi.
Yûsuf aleyhisselâmın kendisine zulmeden kardeşlerine gösterdiği bu asîl davranış; Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke-i mükerremenin fethinde, kendisini ve eshâbını yurtlarından çıkaran Mekkelilere gösterdiği âlicenaplığa benzemektedir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethedildiği gün Kâbe-i muazzamanın kapısının iki tarafından tutarak, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine; “Benden ne umarsınız, size ne yapacağımı zannedersiniz?” buyurdular. Onlar da; “Senden hayır umarız. Kerîm kardeş oğlu kerîmsin, istediğini yapabilirsin” dediler. Bunun üzerine âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “(Size) kardeşim Yûsuf'un söylediğini söylerim: Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” buyurdular.
Yine o şanlı Mekke'nin fetih gününde, öldürülmesinde bir beis görülmeyen Ebû Süfyân bin Hâris (radıyallahü anh) gizlendiği yerden çıkıp, müslüman olmak için gelmişti. O zaman Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Abbâs (radıyallahü anh) ona; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin huzûru seâdetlerine varınca; “Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumasını söyledi. Ebû Süfyân da, Resûlullah efendimizin huzûr-ı seâdetlerine varınca böyle yaptı. Bunun üzerine Resûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâ seni ve sana (bunu) öğreteni af ve mağfiret etsin” diye duâ edip, talebini kabûl buyurdu.
Âyet-i kerîmenin sonunda Yûsuf aleyhisselâmın meâlen; “O (Allahü teâlâ) merhametlilerin en merhametlisidir.” yâni; “Ben zayıf ve âciz bir kul iken sizi af edince, Gafûr ve Rahim olan Allahü teâlâ elbet küçük ve büyük günâhları af ve mağfiret eyler. Tevbe edenlere lütûf ve ihsânı ile muâmele de bulunur. Onların tevbesini kabûl eder” buyurduğu bildirilmektedir.
Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine kendisini tanıttıktan sonra, hemen babası Ya’kûb aleyhisselâmın hâlini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için üzüldü ve çok ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm, derhal gömleğini çıkarıp onlara verdi ve; “Bunu babama götürün yüzüne sürsün” dedi.
Bâzı İslâm âlimleri; “Yûsuf aleyhisselâma, gömleğinin babasının gözüne sürülmesi sâyesinde gözünün göreceği vahy ile bildirilmiştir. Yoksa bilemezdi” demişlerdir.
Bâzı âlimler de; “Ya’kûb aleyhisselâmın gözünün görmemesi iç sıkıntısı ile, çok ağlamaktan meydana gelen bir görme zayıflığı idi. Gömlek, gözünün üzerine konunca, oğlunun hayatta olduğunu anlayıp, gönlünde bir genişlik, kalbinde bir rahatlık hâsıl oldu. Bu vesîle ile gözündeki görme zayıflığı da gitti” buyurmuşlardır.
Yıllar süren ayrılığın sona ermesini ve babasının sevinmesini isteyen Yûsuf'un, kardeşlerine söylediği sözler, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildiriliyor: “Yûsuf (aleyhisselâm) kardeşlerine; “Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün âilenizi de bana getirin (Babam ve siz, bütün evlâd ve iyalinizle birlikte geri bana gelin)” (Yûsuf sûresi: 93)
Sonra Yûsuf aleyhisselâm, kardeşlerinin bütün sefer ihtiyaçlarını hazırladı. Babası Ya’kûb aleyhisselâma verilmek üzere, onun bütün hânedanı ile birlikte Mısır'a teşrîflerini isteyen bir mektub da verdi. Kardeşleri gömleği de alarak yola çıktılar. Bu sırada Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Hazret-i Yûsuf'un kokusunu aldığını yanındakilere haber verdi. Fakat onlar, Ya’kûb aleyhisselâmın sözüne inanmadılar. Yûsuf aleyhisselâma duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler. Bunlar Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi;
“Vaktâ ki kâfile (Yûsuf aleyhisselâmın gömleği de berâberlerinde olarak) Mısır'dan ayrıldı. (Ya’kûb aleyhisselâm yanındakilere); Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yûsuf'un kokusunu buluyorum (duyuyorum) dedi. (Yanında bulunanlar); Vallahi sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun. (Onu unutamıyor, hâlâ ona kavuşacağını umuyorsun) dediler.” (Yûsuf sûresi: 94-95) Yâni; “Sen hâlâ Yûsuf'a karşı eski muhabbetini sürdürüyorsun. Yûsuf senden ayrılalı uzun zaman oldu. Hâlâ sen Yûsuf'u unutmazsın ve dilinden düşürmezsin” dediler.
Ya’kûb aleyhisselâmın yanındakiler, Yûsuf aleyhisselâmın çoktan vefât etmiş olduğunu zannettiklerinden, onun; “Muhakkak ben Yûsuf'un kokusunu buluyorum (duyuyorum)” demesine hayret ediyorlardı. Bu sebeple de; “Vallahi sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun (onu unutamıyor ve hâlâ kavuşacağını umuyorsun)” dediler.
Yûsuf aleyhisselâmın kokusunun Ya’kûb aleyhisselâma nasıl ulaştığı mevzuuna gelince, Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurur: “Bu işin hakîkati şudur: Allahü teâlâYûsuf aleyhisselâmın latîf ve has kokusunu mûcize olarak ulaştırmıştır. Çünkü o kadar uzak bir mesâfeden bu kokunun Ya’kûb aleyhisselâma ulaşması harikulade bir hâl olup, mûcizedir. Netîce Ya’kûb aleyhisselâmın buyurduğu gibi çıkmıştır.”
Bu hâdise Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Vaktâ ki müjdeci geldi. Yûsuf'un gömleğini (Ya’kûb aleyhisselâmın) yüzüne sürdü. Gözleri açılıverdi. (Yâhud Ya’kûbaleyhisselâm bizzât kendisi yüzüne sürdü. Eski hâline döndü)” (Yûsuf sûresi: 96)
Tefsîr âlimlerinin çoğu, müjdecinin Yehûda olduğunu bildirmişler ve daha yola çıkmadan; “Babama; Yûsuf'u kurt yedi diye kanlı gömleğini götürerek, üzülmesine sebep olmuştum. Şimdi de onun gömleğini ben götürüp sevindireyim” dediğini zikretmişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâmın gözleri açılınca oğullarına söyledikleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri, Allahü teâlâ tarafından biliyorum demedim mi? dedi.” (Yûsuf sûresi: 96) Onların bilmediği şeyden murâd, Yûsuf aleyhisselâmın hayatta olduğu ve Allahü teâlânın birbirlerine kavuşturacağıdır. Rivâyet olunur ki, Ya’kûbaleyhisselâm, müjdeyi getiren Yehûda'ya, Yûsuf aleyhisselâmın ne durumda olduğunu sordu. O da; “Mısır azîzidir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm; “Mülk ve saltanatı ben ne yapayım. Ben hangi din üzere olduğunu soruyorum” dedi. Yehuda'dan; “Elhamdülillah İbrâhim aleyhisselâmın dînî üzeredir” cevâbını alınca; “İşte şimdi nîmet tamam oldu” buyurdu. Oğullarının da babalarına verdikleri cevap, aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen şöyle bildirildi: “Oğulları; “Ey bizim babamız! Allahü teâlâdan bizim için günâhlarımızın mağfiretini iste. Gerçekten biz günâhkârlardan olduk” dediler.
(Ya’kûb aleyhisselâm da); “Sizin için, Rabbime, sonra istiğfâr ederim. Hakikat şudur ki, çok günâh örtücü, çok merhamet edici ancak O'dur” dedi.” (Yûsuf sûresi: 96-97)
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurmaktadır; “Bu âyet-i kerîmenin zâhirî, Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları için, istiğfârı hemen o sırada yapmadığını, bilakis, sonra Allahü teâlâdan onlar için af ve mağfiret dileyeceğini vâdettiğini göstermektedir.” Tefsîr âlimleri Ya’kûb aleyhisselâmın, bu te’hiri için, değişik sebepler bildirmişlerdir:
1- Ya’kûb aleyhisselâm, istiğfârı seher vaktine te’hir etti. Çünkü seher vakti duâların kabûl olması için en uygun zamandır.
Çünkü Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin; “Gecenin son üçte biri olunca Allahü teâlânın; Bana duâ eden yok mu onun duâsını kabûl edeyim? İsteyen yok mu vereyim? Benden af ve mağfiret dileyen yok mu? Onu af ve mağfiret edeyim buyurduğunu” bildirmişlerdir.
Ya’kûb aleyhisselâm, duâ edeceği gece seher vaktinde kalkıp namaz kıldı. Namazını bitirince; “Allah'ım Yûsuf için, üzüldüğüm, onun için tahammülsüzlük gösterdiğim için beni ve Yûsuf'a yaptıklarından dolayı da oğullarımı af ve mağfiret eyle” diye duâ etti. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâma onları af ve mağfiret ettiğini vahiyle bildirdi.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için mağfiret dilemeyi Cumâ gecesine bıraktı. Zirâ Cumâ gecesi, duâ ve tevbelerin kabûlü için en uygun zamandır.
3- Ya’kûb aleyhisselâm; oğullarının hakîkaten günâhlarına pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlâsla olup almadığını anlamak için istiğfâr etmeyi geciktirmiştir.
4- Ya’kûb aleyhisselâm, “Sizin için sonra istiğfâr ederim” dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiğinden; “Ancak Yûsuf'la görüştükten sonra sizi affederse istiğfâr ederim” demektir. İstiğfarı, Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüştükleri vakte kadar te’hir etti.
5- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için hemen istiğfâr etti. “Sizin için sonra istiğfâr edeceğim” demesi; “Gelecekte de istigfar etmeye devam edeceğim” mânâsınadır diyen âlimler de vardır.
Bir rivâyete göre, Ya’kûb aleyhisselâm, 20 seneden fazla her Cumâ gecesi oğullarını af ve mağfiret buyurması için Allahü teâlâya yalvarmıştır.
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm kardeşleri ve babasından başka öteki âile ve akrabâlarını Mısır'a getirmek üzere yüz binek ve ayrıca sefer için gerekli şeyleri eksiksiz yollamıştı. Kardeşleri Ken’ân iline varınca, bir müddet, Mısır yolculuğu için hazırlık yaptılar. Ya’kûb aleyhisselâm âile ferdlerini topladı. Tabiînden Mesruk bin Ecda'nın (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre, kadın-erkek hepsi 73 kişi idiler. Hazırlıklarını bitirip, yola çıktılar. 8 veya 10 gün süren bir yolculuktan sonra Mısır'a yaklaştılar. Yûsuf aleyhisselâm bu haberi alınca, Mısır sultânı Reyyan'la görüştü. Babasının ve akrabâlarının, Mısır'a yakın bir yerde olduklarını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm ve Reyyan berâberlerinde askerleri ve Mısır halkından da pekçok kişi olmak üzere Ya’kûb aleyhisselâm ve yanındakileri karşılamaya çıktılar. İki taraf birbirine yaklaştı. Ya’kûb aleyhisselâm gelenlere baktı. En önde bulunan, kılık ve kıyafeti ile dikkatini çeken Yûsuf aleyhisselâmı işâret ederek, yanında bulunan Yehûda'ya; “Bu kimdir?” diye sordu Yehûda; “Yûsuf aleyhisselâmdır” diye cevap verdi. Birbirlerine iyice yaklaşınca, Ya’kûb aleyhisselâm; “Esselâmü aleyküm. Ey hüzün ve kederleri gideren Yûsuf” diye selâm verdi. İkisi de bineklerinden yere inip, birbirlerine sarıldılar.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu; “Vaktâ ki onlar (Ya’kûb aleyhisselâm ve yanındakiler, Yûsuf aleyhisselâmın) huzûruna girdiler. O (Yûsuf aleyhisselâm), babasını ve annesini (üvey annesini) yanına aldı (kucakladı. Bütün sıkıntılardan, istenmeyen durumlardan) inşaallah emîn olarak Mısır'a giriniz, dedi.” (Yûsuf sûresi: 99)
Yûsuf aleyhisselâmın saltanat tahtı vardı. Babası ile üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp, oturttu. Babası ile üvey annesine yaptığı ikrâm, kardeşlerine yaptığından daha fazlaydı. Çünkü, tahta sâdece o ikisini çıkarmıştı.
Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirilmektedir; “Babasını ve anasını (üvey annesi veya teyzesini) tahtının üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için (ona kavuştukları için)secde ettiler.” Beydâvî (rahmetullahi aleyh) tefsîrinde Yûsuf aleyhisselâmın ebeveynini tahta çıkarmasının hakîkatte secdeden önce olduğunu, ancak âyet-i kerîmede Yûsuf aleyhisselâmın ebeveynini tahta çıkarmasının önce bildirilmesi, Yûsuf aleyhisselâmın onlara tâzim ve hürmete verdiği ehemmiyeti bildirmek içindir. Hem böyle yerlerde secde, tahta çıkmaktan önce gelir.
Ebüssüud Efendi ve “Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pani-püti (rahmetullahi aleyhima), secde edenlerin Yûsuf aleyhisselâmın ebeveyni ve kardeşleri olduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca onların yaptıkları secde hakkında da şu malûmatı vermişlerdir; “Yûsuf aleyhisselâma yapılan secde, selâmlama secdesi idi. O zamanlar secde, şimdiki el öpmek, ayağa kalkmak gibi bir tâzim ve hürmet şeklinde idi. Yoksa Allahü teâlâdan başkasına, ibâdet kasdıyla secde etmek haramdır. Onların dinlerinde tâzim ve hürmet için secde câiz idi. Muhammed aleyhisselâmın dînînde tâzimin bu şekli kaldırılmıştır.”
Bâzı müfessirler; “Âyet-i kerîmedeki secdeden murâd, alnı yere koymak değildir. Eğilmek ve tevâzûdur. Yâni Yûsuf aleyhisselâma, ebeveyni ve kardeşleri, tevâzû etmişlerdir buyurmuşlardır.”
Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) ise; “Âyet-i kerîmede, onların Yûsuf aleyhisselâma kavuştukları için Allahü teâlâya şükür secdesinde bulunduklarını zikretmiştir. Yûsuf aleyhisselâma secde ettikleri bildirilmemiştir” buyurdu.
Sonra Yûsuf aleyhisselâm babasına, nâil olduğu lütûf ve ihsânlardan birinin de zindandan kurtulması olduğunu anlattı ve; “Rabbim bana ihsân etti. Çünkü beni zindandan çıkardı” dedi. Yûsuf aleyhisselâm, zindana düşmeden önce kuyuya atılmıştı. Halbuki kuyuya atılmak, zindana atılmaktan daha şiddetlidir. Yûsuf aleyhisselâm bu sırada, Allahü teâlânın kendisini sağ-sâlim olarak kuyudan çıkarmasından bahsetmedi. Çünkü orada kardeşleri de vardı. Onları utandırmak, ayıplamak istemedi. Hem daha önce; “Bugün (benim tarafımdan) size bir kınama ve ayıplama yok”buyurmuştu. Yûsuf aleyhisselâm böyle yapmakla kardeşlerine ihsânda bulundu.
Bundan sonra Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf aleyhisselâmın babasına meâlen şöyle dediği bildirildi: “Ey Babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyânın te’vîlidir (açıklamasıdır.) Hakîkaten Rabbim, o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını (hased ile) bozduktan sonra, (Allahü teâlâ) sizi çölden (Ken’ân diyârından) getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri (çok güzel ve) çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki (kullarının menfaatlerine olan şeyleri) hakkıyla bilen, her şeyi hikmetinin icâb ettirdiği vakit ve şekilde yapan O'dur” (Yûsuf sûresi: 100)
Rivâyete göre, Ya’kûb aleyhisselâm Yûsuf aleyhisselâmın yanında 24 sene yaşadı. Ömrünün sonuna gelince Yûsuf aleyhisselâma, vefât ettiğinde, babası İshak aleyhisselâmın yanına defnedilmesini vasiyet etti. Ya’kûb aleyhisselâm vefât edince, Yûsuf aleyhisselâm babasının vasiyetini yerine getirdi. Cenâzesini tabutla Hâlilürrahmâna götürdü. Bu sırada Ya’kûb aleyhisselâmın kardeşi Iys'da vefât etti. Yûsuf aleyhisselâm her ikisini de defnederek Mısır'a döndü.
Dünyâ nîmetlerinin çok çabuk elden çıktığını, hepsinin geçiciliğini çok iyi bilen Yûsuf aleyhisselâm, sonunun iyi ve âkıbetinin güzel olması için Allahü teâlâdan hüsn-i hâtime istedi. Âyet-i kerîmede Rabbine meâlen şöyle duâ ettiği bildirildi. “Yâ Rabbî bana mülkden (Mısır sultânlığından) bir nasîb verdin, rüyâ tâbirini öğrettin. (Ey) gökleri ve yeri yaratan Rabbim! Sen, dünyâda da âhırette de yardımcım ve işlerimin velîsisin. Benim canımı müslüman olarak al. Beni sâlihler zümresine kat.” (Yûsuf sûresi: 101)
Duâ edecek bir kimsenin duâdan önce, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunması lâzım gelir. İşte Yûsuf aleyhisselâm da duâ etmek isteyince, bu şekilde duâ etti.
Katâde (rahmetullahi aleyh), bu duâsıyla Yûsuf aleyhisselâmın; “Hemen Allahü teâlâya kavuşmayı arzu ettiğini”, İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) ise; "Benim rûhumu alacağın zaman, İslâm dînî üzere al!” demek istediğini bildirmiştir.
Yûsuf aleyhisselâm, babasının vefâtından sonra bir müddet daha yaşayıp vefât etti. Mısır'da herkes Yûsuf aleyhisselâmı kendi mahallesine defnetmek istiyordu. İş kavgaya kadar yaklaştı. Sonunda mermer bir sandukaya koyup, Nil Nehri kıyısına (veya Nil Nehri’nin ortasına) gömmekte anlaştılar. Bir rivâyete göre, ondan dörtyüz sene sonra gelen Mûsâ aleyhisselâm, kabrini bulup, mübârek cesedini oradan alarak Ya’kûb aleyhisselâmın da medfûn bulunduğu Hâlilurrahmân'daki yere defnetti.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin 12. sûresi olan Yûsuf sûresine “Ahsen-ül-Kasas” buyurmuş ve bu sûrede onun ibretli kıssası anlatılmıştır. Sûrede, Yûsuf aleyhisselâmın kıssası bittikten sonra, Allahü teâlâ Resûl-i ekremine (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle'buyurmuştur: “Habîbim! Bu (Yûsuf aleyhisselâmın kıssası) sana vahy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Zirâ Yûsuf'un kardeşleri işlerini (Yûsuf'u kuyuya atarak babalarından uzaklaştırmayı) kararlaştırdıkları ve (Ya’kûb aleyhisselâma) hîle yaptıkları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf sûresi: 102)
Resûlullah efendimiz, hiç kitap okumadığı ve âlimlerden ders görmediği, yetiştiği muhîtten başka yerlere gitmediği, ilimden habersiz bir cemiyet arasında yetiştiği hâlde; Yûsufaleyhisselâmın kıssasını en güzel bir tertip ve ifâde ile anlattı. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu kıssa, Resûlullah efendimizin kıyâmete kadar devam edecek bir mûcizesidir.
Yûsuf aleyhisselâmın kıssasının anlatıldığı Yûsuf sûresi için İslâm âlimleri şöyle buyurmuşlardır:
“Ahsen-ül-kasas olan Yûsuf sûresini okuyan kimse, Yûsuf aleyhisselâmın, kemâlini, ihsânını, sabrını, iffetini, keremini (ikrâmını), ilmini, siyâsetini, hayatını, tedbirini, rüyâ tâbirini nasıl yaptığını öğrenir.”
“Yûsuf kıssasını ibret olarak dikkatlice okuyan kimse, Allahü teâlânın kazâsını def etmeğe gücünün yetmeyeceğini, O'nun takdirine mâni olamayacağını iyice anlar. Allahü teâlâ, bir insan için hayır ve iyilik murâd ettikten sonra, isterse dünyâda herkes ona düşman olsun, bütün insanlar aleyhine çalışsın, hattâ onun hakkındaki takdiri, kaderde yazılan hükmü değiştirmeye kalkışarak, bütün güçlerini ortaya koysunlar, küçük bir zarar veremezler.”
Yûsuf aleyhisselâmın mûcizeleri:
Her peygamber gibi Yûsuf aleyhisselâmın da bir çok mûcizeleri görüldü. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Yûsuf aleyhisselâmın lisânı çok tatlıydı. Sözünü duyanın kalbi ona meylederdi. Onun tatlı dili sebebiyle bir çok kimse îmânla şereflendi.
2- Yûsuf aleyhisselâmın mübârek yüzünde, güneş gibi nûr parlardı. Yüzüne bakan fazla bakamayıp, hemen gözünü indirirdi. Huzûruna gelen bir â’mânın Yûsuf aleyhisselâmın yüzünün nûru ile görmeye başladığı rivâyet edilmiştir.
3- Hazret-i Yûsuf'un huzûruna gelen nüfûzlu bir kimse, yaprakların bir araya gelerek kumaş olmasını mûcize olarak istedi. Yûsuf aleyhisselâm da duâ etti. Ağaçların yaprakları birleşerek paha biçilmez bir kumaş oldu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetleri:
Her peygamber gibi Yûsuf aleyhisselâmın da kendisine mahsus bâzı husûsiyetleri vardı. Bu husûsiyetler birçok şekillerde imtihân edilmesinden sonra onda teberruz etti. İmtihânların hepsinde Allahü teâlânın izniyle muvaffak oldu. Allahü teâlâ, ona kullarının idâresini verdi. İnsanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladı. Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildi. Fakat o, zindanı tercih etti. Kendisine iyilikte bulunan Mısır Azîzi'nin hakkını gözeterek, küfrân-ı nîmetten kaçındı. Züleyhâ'nın tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihânet etmedi. Hiçbir menfeat ve zarar, onun doğruyu söylemesine mâni olamadı. Allahü teâlâ onu yüce kitabı Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk=çok doğru sözlü” olmakla övdü. Kendisine zulüm ve hıyânet edenleri af edip, onların bağışlanması için Allahü teâlâya duâ etti. İnsanların rüyâlarını doğru olarak tâbir etti. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmı; insanlara hizmet etmek ve onların ihtiyaçlarını tedârik etmekle, vazifelendirdi. O, insanları sıkıntıdan kurtarmak için, hükûmet reîsi bâtıl bir dinde olduğu hâlde ona giderek vazife istedi. İnsanlara güzel bir şekilde hizmet edip, onların ihtiyaçlarını gördü.
İnsanlara hizmet ederek servet sâhibi olmak, yemek, içmek helâldir. Allahü teâlânın Peygamberleri bile böyle çalışmışlardır.
Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı ve güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasîb etmesi, insanların ona sığınması, bu kul için büyük bir nîmettir. Allahü teâlâ; kullarına iyâlim demiş, çok merhametli olduğundan herkesin rızkını, nafakasını üzerine almıştır. O'nun iyâlinden bâzısının rızıklarını ve nafakalarını vermek, bunların yetişip rahat yaşamaları için birisini görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân da bulunmuş demektir. Bu nîmete kavuşarak şükür etmesini bilen kimse, çok tâlihli ve pek bahtiyârdır.
İmâm-ı Ali Nakî hazretleri, bir gün Samarra civarında bir köye gitmişti. Bir köylü kendisini aradı. Falan köye gitti dediler. Köylü de o köye gitti ve huzûruna vardı. Nakî hazretleri köylüye; “Bir isteğin mi var?” diye sordu. O da; “Seyyidlerin sevenlerindenim. Çok borcum var. Bir hayli zaman geçmesine rağmen ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak sizden başka kimse de bilmiyorum” diyerek, arama sebebini anlattı. İmâm-ı Nakî üzülmemesini söyleyip, köylüyü misâfir etti. Sabahleyin buyurdu ki; “Sana bir söz söyleyeceğim, o sözü aynen yerine getireceksin.” Köylü; “Baş üstüne efendim” dedi. İmâm-ı Ali Nakî, bir kâğıda; “Bu köylünün borcu benim borcumdur” diye yazıp eline verdikten sonra buyurdu ki: “Ben yakında Samarra'ya döneceğim, bir cemâat içinde otururken bu kâğıdı getir. Borcunu benden yavaşça iste!” Bunun üzerine köylü oradan ayrıldı. Bir müddet sonra İmâm-ı Nakî, Samarra'ya döndü.
Bir gün halîfe ve yakınları ile otururken, köylü geldi. Kâğıdı çıkarıp borcunu istedi. İmâm-ı Nakî hazretleri çok yumuşak konuşup özürler beyân etti ve ilerideki bir günde ödeyeceğini söyledi. Bunu halîfe Mütevekkil duydu. Otuzbin akçeyi hemen İmâm'a gönderdi. Vâdedilen gün gelince, köylü, imâmın yanına geldi. İmâm hazretleri de otuzbin akçeyi köylüye vererek, sıkıntıdan kurtardı.
Ebû Abdullah Kâdî, babasından şöyle nakleder: Bağdat'ta çok zengin olan bir tüccar arkadaşım vardı. Bir gün baktım, bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış. Bunun sebebini sorduğumda şöyle anlattı: “Bir gün Bağdat'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra Bişr-i Hafî'nin câmiden çıktığını gördüm. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime zühd ve takvâ sâhibi bir zât böyle acele acele nereye gidiyor diye merâkla tâkib ettim. Bir fırından ekmek, bir kebapçıdan da kebap aldığını gördüm. Daha sonra da helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime, böyle bir zâtın bunları alıp yemesini düşünerek, kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merâk ederek tâkibe devam ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Câmideki yatalak bir hastaya, aldıklarını lokma lokma yedirdi. Ben bu arada köyü merâk edip, neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Ona, Bişr-i Hafî'yi sorunca; “Üç saat evvel Bağdat'a gitti” dedi. Bu köyün Bağdat'a uzaklığını sorduğumda, bana; 240 km. dir dedi. Ben bunu duyunca; “Benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu kadar uzun yolu da yürüyemem” dedim. Hasta şahıs; “Bekle, haftaya Bişr-i Hafî yine gelir” deyince, bir hafta orada kaldım. Cumâ günü Bişr-i Hafî yine geldi. Aynı şekilde hastayı doyurdu. Giderken o hasta şahıs, Bişr-i Hafî'ye; “Bu adam Bağdat'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar götür” dedi, Bişr-i Hafî bana; “Sen benimle niye buraya geldin?” diye sordu. Ben özür dileyerek hatâmı söyledim ve af diledim. “Haydi kalk ve yürü” dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; “Sen Bağdat'ın hangi mahallesinde oturursun?” dedi. Oturduğum mahalleyi söyleyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Buyurdukları gibi arkama bakmadan evime gittim. Bunun üzerine bütün malımı fakirlere ve ihtiyaç sâhiblerine dağıttım. Ömrümün kalan kısmını insanlara hizmetle geçireceğime dâir söz verdim.”
Ebû Abdullah (radıyallahü anh) buyurdu ki: “İnsanlara hizmet ederken aralarında fark gözetmekten sakının! Çünkü, kendisine hizmet etmek için fark gözetilecek olanlar, geçip gitmişlerdir. Şimdi öyle birisini bulmak çok zordur. Muradına kavuşmak ve maksadının da elinden kaçıp gitmemesini istiyorsan, herkese hizmet et!”
Birgün Ebû Osman, sınır boylarındaki müslümanların ihtiyaçlarını görmek için halktan yardım istedi. Kimse bir şey veremeyince, Ebû Osman çok üzüldü ve ağladı. Yatsı namazından sonra İbn-i Nüceyd, içinde ikibin dirhem olan bir kese getirip Ebû Osman'a verdi ve; “Bu paraları istediğiniz yere harcayınız” dedi. Ebû Osman buna çok sevinip hayır duâda bulundu. Sabahleyin sohbetinde bulunanlara; “Dün gece İbn-i Nüceyd bizi çok sevindirdi. Sınır boyundaki müslümanların ihtiyâcı için ikibin dirhem getirdi” deyince, İbn-i Nüceyd ayağa kalkarak; “O dirhem annemin idi. Onun rızâsını almadan onları size getirmiştim. Onları geri verin de iâde edeyim” dedi. Ebû Osman dirhemleri geri verdi. Akşam olduğu zaman, İbn-i Nüceyd dirhemleri tekrar geri getirerek, Ebû Osman'a; “Bu malı öyle bir şekilde sarf ediniz, ki, bizden başka hiç kimse bilmesin” dedi.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hadîs-i şerîflerde buyurdular ki: “Zâlim de olsa, mazlum da olsa müslüman kardeşine yardım et.”
“Allahü teâlâ, malının fazlasını Allah yolunda harcayan; sözünün fazlasını tutan kimseye rahmet eylesin.”
“Ümmetimin sâlihlerinin Cennet’e girmeleri, yalnız namaz ve oruçları sebebiyle değil; cömertlik, gönüllerinde kimseye karşı kin duymamaları ve müslümanlara nasîhatleri sâyesindedir.”
“Allahü teâlâ bir takım insanları iyilik için yarattı, iyiliği onlara sevdirdi ve iyilik ile uğraşmayı da onlara sevdirdi. Yardım ve iyilik isteyenleri de onlara sevk etti. Kıtlık olan kurak yerlere yağmuru gönderip, kurumuş toprakları ve oralarda yaşayanları hayata kavuşturduğu gibi, vermek sebeplerini de onlara kolaylaştırdı.”
“İnsanların en hayırlısı, iyisi, insanlara fâidesi dokunandır.”
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine zulmedenleri affetmesidir. Meselâ kendisine zulmedip sıkıntı veren kardeşlerini ve Azîz'in hanımı Züleyhâ'yı af edip onlara iyilik yaptı. Hiç bir zaman onların günâhlarını yüzüne vurmadı. Onların Allahü teâlâ tarafından da bağışlanmaları için duâ etti. Dinimizde de zâlimi af etmek efdâldir. Uhud Gazâsı’nda Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek yüzü yaralanp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) çok üzüldüler; “Dua et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin” dediler. Peygamber efendimiz “Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için, gönderildim” ve “Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar”buyurdu. Düşmanlarını affetti. Lanet etmedi.
Hadîs-i şerîfte; “Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, af edenleri azîz eder. Allah rızâsı için af edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyruldu. Gülâbâdî diyor ki: “Bu hadîs-i şerîfte bildirilen sadaka, farz olan sadaka demektir. Yâni zekât demektir.” Tevâzû edenin tâatlarına, ibâdetlerine, daha çok sevâb verilir. Günâhları, daha çabuk af olunur. İnsanın yaratılışında, hayvânî rûhun arzuları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikâm, kibir sıfatları görünmeye başlar. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilacını bildiriyor. Sadakayı, zekâtı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikâmı temizliyor. Hadîs-i şerîfte, affetmek, mutlak olarak, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, mukayyedi göstermez. Yâni, bir şarta bağlamaz. Mutlak olan emir, umûmidir. Birkaç şeye mahsus değildir. Hakkını almak mümkün değilse de, affetmek iyidir. Mümkün ise, daha iyidir. Çünkü hakkını geri almaya kudreti var iken affetmek, nefse daha güç gelir. Zulüm edeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecâatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Şeyh İbn-ül Arabî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nîmetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse küfrân-ı nîmet etmiş olur.” Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak fazlasını almamak, “İntisar” olur. Affetmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise aşağı derecesidir. Adâlet, sâlihlerin en yüksek derecesidir. Affetmek, bâzan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zaman zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda intisâr etmek, affetmekten daha efdâl, daha sevâb olur. Hakkından fazlasını geri almak “Cevr”, zulüm olur. Cevr edenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. Zâlimi affeden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Kâfirlere karşı adâlet yapılır. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce; “intisâr eyledin” buyurdu. Af eyleseydi, daha iyi olurdu. Hadîs-i şerîfte; “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennet’e dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defâ ihlâs sûresini okuyan, kâtilini af ederek ölen” buyruldu. “Zülkarneyn, peygamber değildi” diyen âlimler; “Fakat ona peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar; gücü var iken affederdi. Vâdettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hazırlamazdı” buyurmuşlardır. Zulmün çokluğu kadar affın sevâbı da çok olur.
Hazret-i Ömer devrinde müslümanlar, İran içlerine kadar İslâmiyeti yaydılar. O sırada Tüster şehri, Müslüman mücâhidlere teslim olmamak için çok direndi. Fakat sonunda meşhûr kumandanları Hürmüzân, her şeyin bitmek üzere olduğunu farketti. İslâm başkumandanına bir teklifte bulundu. “Eğer beni sağ olarak Halîfenizin huzûruna götürürseniz, şehri teslim ederim” dedi. Teklifi kabûl edildi. Tüster şehri teslim alındı. Hürmüzân da ganîmetlerle (savaş kazançlarıyla) birlikte; Halîfeye gönderildi. Onu ve ganîmetleri götüren, hazret-i Enes bin Mâlik ve bir arkadaşıydı. Medîne'ye giderken, Hürmüzân'a en süslü ve yaldızlı elbiseleri giydirdiler. Sokaklardan geçirilirken müslümanlar hem şükrediyor, hem de ibret alıyorlardı. Nihâyet hazret-i Ömer'in huzûruna vardılar. Enes bin Mâlik hazretleri, kısaca vaziyeti arzetti. Ganîmetleri takdim etti.
Halîfe, komutana; “Konuş bakalım. Bize ne söyleyeceksin?” dedi. Hürmüzân; “Ölecek miyim, kalacak mıyım?” diye mırıldandı. Oradakiler hayretle “Ne demek istiyorsun?” gibilerden yüzüne bakınca; “Çünkü öleceksem başka, kalacaksam başka türlü konuşacağım” dedi. O zaman hazret-i Ömer; “Konuş, sana zarar gelmez” buyurdu. Tüster şehrinin mağrur kumandanı ferahladı ve şunları söyledi: “Ey büyük halîfe! Cenâb-ı Hak, siz Araplar ile biz İranlıları, serbest bıraktığı günlerde, bizler bâzılarını (köle) olarak kullanıyorduk. Sizleri öldürüyor ve mallarınızı zorla elinizden alıyorduk. Ne zaman ki yüce Allah size, “Peygamber Muhammed aleyhisselâmı” yolladı. Sizinle berâber oldu, işte o zaman bizim üstünlüğümüz sona erdi.”
Bu sözleri duyan halîfe, biraz düşündü. Sonra arkadaşına danıştı. “Onu ne yapalım? Ne tavsiye edersin?” Hazret-i Enes cevap verdi; “Ey Mü’minlerin emîri! Onu öldürmenizi tavsiye etmem. Çünkü arkasında, büyük bir düşman kalabalığı bıraktı. Belki galeyâna gelirler de, tekrar müslümanlara saldırırlar.”
Hazret-i Ömer kızdı; “Fakat onlar Resûlullah'ın en kıymetli arkadaşlarını (Eshâbını) şehid ettiler. Ben de onu sağ bırakmaktan utanıyorum” diye söylendi. O zaman hazret-i Enes şunları ilâve etti: “Fakat ya Ömer! Onu öldürmemen gerekir. Çünkü: “Konuş! Sana zarar gelmez” demiştin.” Halîfe daha da hiddetlendi. “Sana herhâlde birşeyler verdi ki, böyle konuşuyorsun” diye çıkıştı. Sonra da: “O adamın sana bir şey vermediğine dâir şâhid isterim. Yoksa ondan önce, gerekeni sana yapacağım” dedi.
Hazret-i Ömer'in şakası olmadığını bilen hazet-i Enes, çıkıp şâhid aradı. Yolda rastladığı Zübeyr bin Avvâm hazretleri kendisini dinledi. Sonra da halîfeye gelip, şahitlik etti. Hazret-i Zübeyr, sevgili Peygamberimizin halasının oğlu ve “Cennetle müjdelenmiş on büyük müslümandan biri” idi. Onun şâhidliği sâyesinde Hürmüzân'ın hayatı kurtuldu. Bir müddet sonra da müslüman oldu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, iffet sâhibi olup, iffetini korumakta çok gayretli olmasıdır. Mısır kadınları ile arasında geçen hâdise malûmdur.
İnsânî rûha âit hareket gücünün şehvânî tarafı iyi olursa, o huya iffet denir. İffet, insanlarda bulunan ve bütün iyi huyların kaynağı olan dört ana huydan biridir. Diğerleri ise hikmet, adâlet ve şecâattir. Herkes bu dört huy ile öğünür.
İffetten oniki iyi huy meydana gelir. Bunlar: Hayâ, rıfk, hidâyet, müsâlemet, nefse hâkimiyet, sabır, kanâat, vakâr, verâ, intizam, hürriyet ve sehâvettir. Hayâ, kötü iş yapınca utanmak; rıfk, İslâmiyete uymaktır. Kelime mânâsı ile acımak, iyilik etmek demektir. Hidâyet, iyi huylu olmaya çalışmak; müsâlemet ise, fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münâkaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir. Nefse hâkim olmak, şehvet zamanında nefse uymayıp, irâdesine hâkim olmaktır. Sabır; kişinin haramdan sakınıp, nefsin kötü isteklerini yapmamasıdır. Kısacası, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirmektir. Sabır, ikiye ayrılır. Biri, günâh işlememek için sabretmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günâh işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır. İkincisi, dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yâni sabrın ikisi de farzdır. Kanâat; nafakada, yâni, yeme, giyinme ve barınacak yerde zarûret miktarına râzı olup daha çok istememektir. Yoksa mal ve para biriktirmek için, bir şey almamak demek değildir. Bu kötü huya taktîr denir. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği bir şeydir. Kanâat ise, iyi huydur ve çok sevaptır. Vakâr; ihtiyaçları ve kıymetli şeyleri elde ederken sürat ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Yâni ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir. Verâ; İslâmiyetin haram ettiği şeylerden sakınarak, emrettiği, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan uzak durmaktır. İntizam; işleri bir sıraya düzene koyarak yapmaktır. Hürriyet; malı, parayı helâlden kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyet; başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir. Sehâvet; parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir ve iyi huyların en yükseklerindendir. Kısaca, cömerd olmak demektir. Cömerd olana da sakî denir. Cömerd olanlar âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle övülmüştür.
Üstünlükleri, İslâm âlimlerinin eserlerinde bahsedilen iffete dâir haberler de nakledilmiştir.
Süleymân bin Yesâr (rahmetullahi aleyh), bir arkadaşı ile Medîne'den Ebva'ya gitmişti. Bir ara arkadaşı onu çadırda bırakıp, bir iş için yanından ayrıldı. Yakınlarındaki çadırdan bir kadın onu görüp, güzel sûretine hayran kalarak çadıra geldi. Bir şeyler istiyor zannederek yiyecek, öteberi vermek üzere iken, kadın kötü düşüncesini söyledi. Süleymân bin Yesâr, kadına; “Seni şeytan saptırmış” deyip, başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Kadın onun ağladığını görünce şaşırdı. Geldiğine pişman olup, hemen geri döndü. Arkadaşı gelip, onun ağladığını görünce; “Hayrola çocuklarını mı hatırladın” dedi. Durumu öğrenince o da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Süleymân bin Yesâr; “Peki sen niçin ağlıyorsun” deyince, arkadaşı; “Sen böyle bir tehlikeden kurtuldun. Acabâ böyle bir şeyde, ben kurtulabilir miydim diye ağlıyorum” dedi. Bundan sonra Kâbe'yi ziyâret için Mekke'ye gittiler. Mekke'ye varıp, tavâf ettiler. Süleymân bin Yesâr, tavâftan sonra bir köşeye çekilip, biraz uyudu. Rüyâsında Yûsuf aleyhisselâmı gördü. Hazret-i Yûsuf, Ebva'daki kadından sakınması sebebiyle onu medhetti ve o hâlini çok beğendiğini söyledi.
Mensûr bin Ammâr, Münkedir bin Muhammed'den, o da babasından, o da Câbir'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: “Ensârdan Sa’lebe bin Abdurrahmân adlı bir genç vardı. Bu genç sevgisinden dolayı, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından bir an bile ayrılmaz ve dâimâ hizmet ederdi. Bir gün Ensârdan birisinin kapısının önüne geldi. İçeriye baktı. Bu sırada içerde bir hanım yıkanıyordu. Sa’lebe birkaç defâ içeriye baktı. Sonra bu hareketine pişman oldu. Yaptığı bu kötü hareketten dolayı, Resûlullah'a vahy gelmesinden korktu. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı utancından Medîne'den kaçtı. Mekke ile Medîne arasında bir dağa gitti ve orada yaşamaya başladı. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk gün Sa’lebe'yi sordu. Nihâyet Cebrâil aleyhisselâm gelerek peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: “Rabbin sana selâm ediyor ve sana haber veriyor ki; Ümmetinden firar eden (Sa’lebe) dağlardadır. O kaçan kişi, azâbımdan bana (Allahü teâlâya) sığınıyor.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine Hazret-i Ömer ve Hazret-i Selmân-ı Fârisî'ye; “Gidin Sa’lebe bin Abdurrahmân'ı getirin” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Selmân (radıyallahü anhümâ) Medîne'nin kenar evlerinin sonunda, koyun çobanlığı yapan Züfâfe ile karşılaştılar. Hazret-i Ömer çobana; “Buralarda dağda yaşayan bir genç biliyor musun?” diye sordu. Züfâfe; “Herhâlde sen Cehennem’den kaçanı soruyorsun” dedi. Hazret-i Ömer; “Cehennem’den kaçtığını nereden biliyorsun?” deyince, Züfâfe; “Gece yarısı olunca, şu taraftan elini başına koyarak ve ağlayarak gelir ve şöyle söyler; “Keşke rûhum âlem-i ervahda, cesedim âlem-i ecsadda kabzolsaydı ve rûhum bu iki âlemden ayrılmasaydı.” derdi.
Hazret-i Ömer; “Biz onu bulmak istiyoruz” deyince, Züfâfe; “Benimle berâber gelin. Sizi ona götüreyim” dedi. Gece yarısına doğru, genç aynı şeyleri söyleyerek geldi. Hazret-i Ömer gence yaklaştı. Genç onu hissedince; “El-Emân, ateşten (azabtan) kurtuluş ne zaman” dedi. Hazret-i Ömer ona; “Ben Hattâb oğlu Ömer'im” dedi. Sa’lebe bunun üzerine; “Resûlullah benim günâhımı biliyor mu?” diye sorduğunda, Hazret-i Ömer; “Bilmiyorum. Ancak dün akşam seni bulmak üzere bizi gönderdi.” Sa’lebe; “Yâ Ömer! Beni, Resûlullah'ın huzûruna, O namaz kılarken veya Hazret-i Bilâl kamet getirdiği zaman götürün” dedi. Hazret-i Ömer, Sa’lebe'nin söylediklerini kabûl ederek onu Medîne'ye getirdi ve Resûlullah namaz kılarken mescide girdiler. Sa’lebe, Resûlullah'ın mescidde kırâatini (Kur'ân-ı kerîm okumasını) işitince, bayılıp düştü. O baygın hâlde iken Hazret-i Ömer ve Selmân-ı Fârisî de namaza durdular. Resûlullah selâm verince, Hazret-i Ömer ve Selmân'a; “Sa’lebe'yi ne yaptınız?” buyurdu. Onlar da; “Ey Allah'ın Resûlü! Sa’lebe buradadır” dediler. Sa’lebe'yi ayıltarak Resûlullah'ın yanına getirdiler. Resûlullah efendimiz ona; “Yâ Sa’lebe! Seni benden uzaklaştıran nedir?” diye sorduklarında, Sa’lebe: “Günâhımdır” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Sana öğretmedim mi? Allahü teâlâ hatâ ve günâhları bağışlıyor” buyurunca, o da; “Evet yâ Resûlallah!” dedi; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; “Ey Rabbimiz, bize dünyâda iyi hâl ver, âhırette merhamet ihsân et ve Cehennem azâbından koru” (Bakara sûresi: 201) âyet-i kerîmesini oku” buyurdu. Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! Günâhım bundan büyüktür” deyince, Resûlullah efendimiz; “Bilakis Allah'ın kelâmı en büyüktür” buyurdular. Bundan sonra Resûlullah ona evine gitmesini emretti. Sa’lebe evine gitti ve hastalandı. Üç gün hasta yattı. Selmân-ı Fârisî, Resûlullah'a gelerek; “Yâ Resûlallah! Sa’lebe yapmış olduğu şeyin üzüntüsünden hastalandı” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kalkınız Sa’lebe'ye gidelim” buyurdu. Resûlullah onun yanına geldi. Başını kucağına alınca, Salebe başını mübârek kucağından çekti. Resûlullah; “Niçin başını kucağımdan çektin?” diye suâl ettiklerinde, Sa’lebe; “Yâ Resûlallah! O baş günâhla doludur. Onu sizin mübârek kucağınıza lâyık görmedim” dedi. Resûlullah; “Ne hissediyorsun?” buyurdu. Sa’lebe; “Derimin ve kemiklerimin arasında karıncanın sessiz yürüyüşünü hissediyorum” dedi. Resûlullah; “Ne arzu ediyorsun?” diye buyurduklarında, Sa’lebe; “Rabbimin mağfiretini” dedi. Bunun üzerine Resûlullah; “Cebrâil aleyhisselâm şimdi geldi ve; “Ey kardeşim, Rabbin sana selâm ediyor ve; Şâyet kulum yer (dünyâ) dolusu hatâ ile bana kavuşursa ben de onu yer dolusu mağfiret ile karşılarım” buyuruyor dedi” buyurdu. Resûlullah bunu Sa’lebe'ye söyler söylemez, Sa’lebe bir bağırış bağırdı ve vefât etti. Resûlullah kalktı, onu gasl etti, teçhiz ve tekfini yaptı. Namazını kıldı. Sonra kabrine taşıdı. Kabir dönüşü Peygamber efendimizi parmaklarının ucuna basarak yürüdüğünü gören Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Siz niçin ayak parmaklarınızın ucuna basarak yürüyorsunuz?” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sa’lebe'yi karşılayan melekler o kadar çok ki, onların kanadına basmayayım diye bu şekilde yürüyorum” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de doğruluktur. Allahü teâlâ, onu, Kur'ân-ı kerîmde “Sıddîk” diye zikretmektedir.
Yalan, günâhların en çirkini, ayıpların en fenâsı, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Yalan, rızkı azaltır.”
“Muhakkak ki yalan, nifak kapılarından biridir.”
“Îmân sâhibi her hatâya düşebilir. Fakat hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez.”
“Doğru olun! Doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennet’e çeker. Yalandan sakının! Yalan fücûra, fücûr ise Cehennem’e götürür.”
“Üç şey vardır ki bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münâfıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emânete hıyânet eder.”
“İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun!”
“Yalan yere yemîn ederek, birinin malını alan kimse, kıyâmet günü Allahü teâlâyı gadablı görür.”
Abdullah bin Âmir hazretleri anlatır:
“Ben küçüktüm. Resûl-i ekrem evimize gelmişti. Ben oynamaya gidiyordum. Annem bana; “Abdullah gel sana bir şey vereceğim” dedi. O zaman Resûl-i ekrem; “Ona ne verecektin?” buyurunca, o da; “Hurma vereceğim” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Dikkat et, eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.”
Dil, iyi kullanıldığı zaman saâdete, kötü kullanıldığı zaman felâkete götürür. Lokman aleyhisselâma; “Sen bu makâma nasıl yükseldin?” diye sorduklarında; “Doğru konuşup, emânete riâyet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle” buyurdu.
Adamın biri Peygamber efendimize dedi ki: “Üç günâha tutuldum. Onları yapmadan duramıyorum. Bunlar, zinâ, yalan ve içki.” Peygamber efendimiz de buyurdu ki: “Yalanı benim için terket!”
Adam gitti. Bir günâhı işleyeceği zaman, kendi kendine; “Eğer bu günâhı yaparsam, Resûlullah sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır yapmadım dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum” diye düşündü. Diğer günâhları işleyeceği zaman da aynı şekilde düşünerek kötü huylarını terk etti.
Hazret-i Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Oğlum, yalandan sakın, zirâ o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir.”
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır.”
Şa’bi hazretleri buyurdu ki: “Yalancı ile cimri Cehennem’e gidecektir. Fakat, hangisinin daha derine atılacağını bilmiyorum.”
Mâlik bin Dinâr hazretleri buyurdu ki: “Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşurlar.”
Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “İçi dışına, sözü işine uymamak nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır.”
Görüldüğü gibi bütün kötülüklerin esası yalandır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Hazret-i Âişe vâlidemiz; “Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktu. Çünkü, yalanla îmânın bir arada bulunmadığını bilirlerdi” buyurdu.
Yalan söylemek haramdır. Ancak üç yerde câizdir: Harbde, iki Müslümanı barıştırmak için, hanımı ile iyi geçinmek için. Zâlimden, bir müslümanın bulunduğu yeri, malını, günâhını saklamak câizdir. İki müslümanın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, malını korumak için, müslümanın aybının meydana çıkmaması için ve bunlar gibi haramları önlemek için, yalan câiz olur. Ölmemek için leş yemeye benzer.
İyiliğe vesîle olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbûl olduğundan, insanlığın faydası için bâzı yerlerde yalan söylemekle, insan yalancı olmaz.
Bir kimse, hükümdârın şahsına karşı büyük bir suç işler. Îdâma mahkûm olur. Bu kimse, nasıl olsa öldürüleceğim diye, hükümdâr şöyledir, hükümdâr böyledir diye ağzına gelen kötü sözleri haykırmağa başlar. Biraz sonra hükümdâr gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar. “Bu adam deminden beri ne söylüyordu?” Birinci vezir der ki: “Hükümdârım, bu adam; “Affedenlerin yeri Cennet’tir” diyerek sizden af talebinde bulunuyordu.” Bunun üzerine hükümdâr suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki: “Hükümdârım, bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu.” Hükümdâr, doğru söyleyen vezire der ki: “Ey vezir! öteki vezir yalan söylemekle bu mahkûmu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkûmun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun.” Hükümdâr, yersiz doğru söyleyen veziri azleder. Yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
Büyükler, yalan söylemek icâbettiği yerde, sözün mânâsını değiştirerek, doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Mu’âz ibni Cebel hazretleri, vazifesinden dönünce, hanımı; “Bu kadar çalıştın, zekât topladın, bize ne getirdin?” dedi. O da; “Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim” dedi. O, bu sözle Allahü teâlâyı kastetti. Hanımı ise, hazret-i Ömer'in onu kontrol eden birisini gönderdiğini sandı ve üzülerek hazret-i Ömer'in evine gidip, “Mu’âz, Resûlullah'ın ve Ebû Bekr-i Sıddîk'ın yanında emîn idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?” dedi. Hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âz'dan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
İhtiyâr bir kadına Resûlullah efendimiz, “İhtiyâr kadın Cennet’e girmez” buyurdu. Kadın ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Sen o gün ihtiyâr olmazsın”buyurdu. Yâni herkesin genç olarak Cennet’e gireceğini bildirdi.
Böyle şakalar ve kinâyeli sözleri söylemek arada bir olursa câizdir. Ama devamlı olmamalıdır. Bunlara devam etmek, alay etmeye ve fazla gülmeğe sebep olur. Fazla gülmek ise kalbi öldürür.
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber efendimize olgunluğun alâmeti sorulduğunda, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır”buyurdu.
Sadâkat (doğruluk) hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
“Amelin en güzeli doğruluk, en çirkini de yalancılıktır.”
“Dünyâda doğru insan görmedim diyen kimsenin, kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu.”
“Bir insanda üç şey bulunduğu vakit, onun sâlih bir insan olduğu anlaşılır. Bunlar; nefsânî arzulardan uzak olmak, Allah rızâsı için doğruluk, helâl ve temiz yemektir.”
“Günâhların içinde bocalayan kimsenin, doğruluğu bulması çok zordur.”
Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizamı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Şüphelendiğin bir şeyden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzûrdur.”
“Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz dahî, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır.”
“Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur.”
“Doğru olan, iyi davranır, iyi davranan emîn olur. Emîn olan da Cennet’e girer.”
Tam sâdık, tam doğru, yâni sıddîk olabilmek için;
1- Doğru sözlü olmalıdır. Zarûret olmadıkça târizli ve îmâlı konuşmamalıdır.
Hasen-i Basrî hazretleri, zâlimlerden kaçıp, Habîb-i Acemî hazretlerinin bir odasına girip saklandı. Zâlimin zulmünden kurtulmak için yalan söylemek câiz olduğundan; “Soran olursa yok dersin” dedi. Biraz sonra zâlimler gelip sordular; “İçerde” diye cevap verdi. İçeriyi iyice aradılar. Bulamayınca, Habîb-i Acemî hazretlerine; “Seni yalancı” diyerek oradan uzaklaştılar. Hasen-i Basrî hazretleri; “Senin yaptığın uygun muydu?” diye sordu. Habîb-i Acemî hazretleri; “Yalan söyleseydim, ikimiz de helâk olmuştuk. Doğru söylemenin bereketiyle ikimiz de kurtulduk” diye cevap verdi.
2- Doğruluk için niyette ihlâs şarttır. Şâyet davranışlara nefsin arzuları karışırsa, bu niyetten ihlâs kalkar. Böyle kimse yalancı olur.
3- Azminde doğru olmalıdır. Meselâ, “Allah bana şu malı verirse veya şu makâma geçersem, şu hizmeti yaparım” diyen kimse, o mala veya o makâma sâhip olunca, zarûretsiz sözünde durmazsa, azminde doğru değildir.
4- Verdiği sözde durmalıdır.
Hazret-i Enes bin Mâlik anlatır:
“Amcam Nadr'ın oğlu Enes, Bedir savaşında Resûl-i ekremin yanında savaşa katılamadığına çok üzüldü. Kendi kendine; “Eğer Allahü teâlâ, beni bir savaşa kavuşturursa, bütün gücümle savaşacağım” diye karar verdi. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Sa’d bin Mu’âz kendisini gördü ve; “Ne o, nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda; “Uhud dağının ardında Cennet’in kokusunu aldım. Cennet’e gidiyorum” dedi. Öyle savaştı ki, şehîd olduğunda vücûdunda seksen küsur yara görüldü. Hemşiresi, “Kendisinde tanınacak bir nişân kalmamıştı, elbisesinden tanıyabildim” dedi.
5- Doğru iş yapmalıdır. İç ile dışın bir olması adâlettir. İçinin dışından iyi olması fazîlettir. İçi dışına uymayan insana doğru denmez.
6- Bütün işlerde doğru olmalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
“Bir mü’minin kalbi doğru olmayınca, îmânı doğru olmaz. Dili doğru olmayınca da kalbi doğru olmaz.”
Ebû Abdullah Mağribî'ye annesinden bir ev mîras kalmıştı. Evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda bir eşkıya yolunu kesip; “Neyin var?” dedi. “Elli altınım var” buyurdu. Eşkıya; “Altınları ver!” dedi. Ebû Abdullah (radıyallahü anh) çıkarıp altınları verdi. Eşkıya altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra altınları geri verip, devesini çöktürdü ve; “Buyurunuz efendim, deveme bininiz” dedi. Ebû Abdullah hayret edip; “Sana ne oldu?” buyurdu. O kimse; “Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup, tevbe ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum” cevâbını verdi. Berâberce hacca gittiler.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Mazharî; cild-5, sh. 133
2) Tefsîr-i kebir; cild-18, sh. 83
3) Hâşiye-i Şeyhzâde alâ tefsîr-i Kâdı Beydâvî
4) Tefsîr-i Kurtubî; cild-9, sh. 118
5) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; cild-4, sh. 207
6) Tefsîr-i Hâzin; cild-3, sh. 2
7) Tefsîr-i Taberî; cild-12, sh. 149
8) Hâşiyet-üş-Şihâb alâ tefsîri Kâdı Beydâvî; cild-5, sh. 151
9) Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn; cild-2, sh. 233
10) Garâib-ül-Kur'ân; cild-12, sh. 78
11) Dürr-ül-mensûr; cild-4, sh. 3
12) Hâşiyet-ül Cemel alel-Celâleyn; cild-2, sh. 431
13) Tefsîr-i Mevâkıb; cild-2, sh. 269
14) Tefsîr-i Tibyân; cild-2, sh. 269
15) Ahsen-ül-Kasas (Sırrı Giridî), İstanbul
16) Feth-ül-Bârî; cild-6, sh. 298
17) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-3, sh. 286
18) Sahîh-i Müslim; Kitab-ül-fedail, sh. 44
19) Ahsen-ül-Enbâi fî meâşir-i Enbiyâi, sh. 10
20) Metâlib-ül-aliyye; cild-3, sh. 273
21) Sünen-i Nesâî; Salât 1
22) Mecma'uz zevâid; cild-8, sh. 203
23) Mir’ât-ı Kâinât; sh. 95
24) Kısas-ül-Enbiyâ (Arais); sh. 107
25) Ravdat-üs-safâ; sh. 195
26) Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 232
27) Eshâb-ı kirâm; sh. 410
28) Tam İlmihal Seâdet-i Ebedîyye; sh. 334, 752, 969, 1110
29) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 229
30) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-2, sh. 220, cild-5, sh.155, cild-7, sh. 98, cild-12, sh. 236, cild-18, sh. 328
31) Bahr-ul-muhît; cild-5, sh. 275
32) Meâlim-üt-tenzîl; cild-3, sh. 260
33) Tefsîr-i Hüseynî; sh. 300
34) Ahkâm-ül-Kur'ân (Cessâs); cild-3, sh. 167
35) Dürr-ül-mensûr; sh. 222