EYYÛB ALEYHİSSELÂM |
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Kendisine yedi kişi îmân etti. Çok malı ve on oğlu vardı. Çocukları öldü. Malı mülkü gitti. Hastalık içinde dâimâ sabr ve şükr etti. Yeniden sıhhat buldu. Eskisinden daha çok çocuk ve servete kavuştu. Yüzkırk sene yaşadı.
Hazret-i Eyyûb; güzel huylu, cömert ve çok merhametli idi. Fakirlere, misâfirlere, yetimlere çok yardım ederdi. O; bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere sabredip, ilâhi takdire rızâ gösterdi. Sabrından dolayı insanlık târihinde darb-ı meselle anıldı. Allahü teâlâ onu güzel vasıfları sebebiyle, Kur'ân-ı kerîminde medhü senâ buyurdu: “Biz onu (belâlara) hakîkaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Şüphe yok ki o tamâmen Allah'a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi: 44)
Hazret-i Eyyûb, Hazret-i İshâk'ın oğlu Iys evlâdındandır. Neseb silsilesi; Eyyûb bin Âmûs bin Râzih bin Rûm bin Iys bin İshak'dır (aleyhimüsselâm.) Muhterem annesi, hazret-i Lût'un neslinden idi. Hanımı Rahîme, Hazret-i Yûsuf'un oğlu Efrahîm'in kızıdır.
Allahü teâlâ Hazret-i Eyyûb'e, dedesi Hazret-i İshak'ın duâsı bereketiyle çok mal ve servet verdi. Sürü sürü hayvanlar, bağlar, bahçeler ve çok evlâd ihsân etti. Şam civarında Besenîyye mevkîindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Hizmetçilerinin, tarla ve hayvanlarının çokluğu ile asrında bir benzeri yoktu. Servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı. Çok ibâdet ederdi.
Eyyûb aleyhisselâm, Şam civârında yaşayan insanlara peygamber oldu. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Bu uğurda pekçok zahmet çekti. Sonra; malı; evlâdı ve bedeni ile imtihân edildi. Hazret-i Eyyûb çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusur etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibâdet ehline ve akıl sâhiplerine örnek oldu.
İlâhi vahye mazhar bir peygamber olduğu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshak'a ve Ya’kûb'a, evlâtlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebûr verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da biz vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163)
“Biz ona, İshak ile (İshak'ın oğlu) Ya’kûb'u ihsân ettik ve her birini hidâyete (nübüvvete) erdirdik. Daha evvel de Nûh'u ve onun neslinden Dâvûd'u, Süleymân'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u hidâyete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfâtlandırırız.” (En’âm sûresi: 84)
İmtihân devresi:
Hazret-i Eyyûb'un başına gelen her türlü belâ, mel’ûn şeytanın (iblîsin) sebebiyle oldu. Eyyûb aleyhisselâm, Allahü teâlâyı andığı zaman, göklerde bulunan melekler ona salât ve selâm ederlerdi. Cenâb-ı Hak, hazret-i Eyyûb'u imtihân etmeyi murâd etti. Hazret-i Eyyûb'un mallarını çeşitli vesîlelerle elinden aldı. Koyunları sel ile, ekinleri rüzgâr ile telef oldu. Şeytan da çoban sûretinde, ağlayarak Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi. Eyyûb aleyhisselâm o esnâda insanlara vâz ve nasîhatle meşgûl idi. “Ey Eyyûb! Şaşılacak bir âfet oldu. Allahü teâlâ malını mülkünü helâk etti” dedi. Hazret-i Eyyûb, bu haber karşısında hiç bir şikâyette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve; “Üzülme! O malı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü sâhibi O'dur” dedi. Hazret-i Eyyûb'un bu hâli ve sözleri, şeytana müthiş bir şamar oldu.
Sonra Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın, hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzele ile canlarını aldı. Bunu gören şeytan, hoca şekline girip, feryâd ve figân ile hazret-i Eyyûb'un yanına geldi. Başına topraklar serpip, gözlerinden kanlı yaşlar akıttı: “Ey Eyyûb! Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı. Çocukların öldü. Her biri parça parça oldular. Bağrışmaları, inlemeleri dayanılacak gibi değildi” dedi ve öyle anlattı ki, hazret-i Eyyûb'un mübârek gözlerinden yaş geldi. Şeytan, hazret-i Eyyûb'un üstünü başını yırtıp, feryâd ve figân etmesini bekliyordu. Fakat ondaki sabır ve tevekkülü görünce hiddetlendi ve konuşmaya başlayacağı sırada; hazret-i Eyyûb; “Ey mel’ûn! Sen iblîssin. Beni Rabbime isyâna teşvik etmek istiyorsun. Şunu bil ki, evlâdım bir emânet idi. Rabbime niçin incineyim. Rabbime hamd ederim” buyurdu. (Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.)
Bundan sonra Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmı, bedenine hastalık vererek imtihân etmeyi murâd etti. Eyyûb aleyhisselâmın vücûduna hastalık verdi. Hazret-i Eyyûb'un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Akrabâları, komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu. Yalnız, sadâkat ve şefkât timsâli Rahîme hâtun onu terketmedi. Ona hizmetine devam edip, ihtiyaç için neyi varsa sarfetti. El işi yaparak mâişet te’minine çalıştı. Hazret-i Eyyûb bu hastalık hâlinde de şikâyet ve feryâdta bulunmayıp, hamd etti. Sabır gösterdi. Hasta olması ve sebebi, Kur'ân-ı kerîmde Sâd sûresi 41. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Yâ Muhammed) kulumuz Eyyûb'u (aleyhisselâm) hatırla. O, Rabbine; (Yâ Rabbî) şeytan beni yorgunluğa (meşakkate) ve azâba (hastalığa) uğrattı diye duâ ve nidâ etti.” Burada Hazret-i Eyyûb edebi gözeterek, duâsında yorgunluğu ve hastalığı, şeytana nisbet etti. Çünkü şeytan, zenginliğine, evlâdına ve çok ibâdet edişine hased edip, musallat olmak istemişti. Gerçekte Eyyûb aleyhisselâm her şeyin Allahü teâlâdan olduğunu bilirdi.
Şeytan bu defâ da Hazret-i Eyyûb'un bulunduğu şehir halkına vesvese vererek; “Aman Rahîme ile görüşüp, ona yardımcı olmayın. Eyyûb'un hastalığı size de geçer. Onu şehrinizden kovun” dedi. Şehir halkı, Rahîme'ye haber gönderip; “Eyyûb'u alıp, buradan berâberce gidiniz. Yoksa sizi taşla öldürürüz” tehdidinde bulundular. Rahîme hâtun, Eyyûb'u (aleyhisselâm) sırtına alıp ayrıldı. Şehre uzaklığı fazla olmayan bir yere götürdü. Altına kumlar yayıp başına taştan bir yastık koydu. Sonra da saplardan küçük bir kulübe yaparak hizmetine devam etti.
Hazret-i Eyyûb şehir dışındaki kulübesinde, rahatsız olmasına rağmen, gelip geçen insanlara Allahü teâlâyı hatırlatıyor, sabrı ve şükrü tavsiye ediyordu. İş ve üzüntüden bîtap düşmüş olan hanımı Rahîme de, şehirdeki hanımlara iplik eğirmekle meşgûl idi. Bir ara Rahîme hâtun, efendisine; “Senin için Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet isterim” dedi. Eyyûb da (aleyhisselâm); “Ey Rahîme! Allahü teâlâ bizlere nîmetler verirken, biz O'ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim” buyurdu.
Hazret-i Eyyûb yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi. Bir gün Rahîme hâtun; “Cenâb-ı Hakk'a duâ etsen de bu dertleri senden alsa” deyince, o; “Ey Rahîme! Sıhhat ve mes’ûd günlerimiz ne kadar zamandı?” diye sordu. Rahîme; “Seksen yıl idi” dedi. Hazret-i Eyyûb; “Şiddet ve belâ (hastalık) zamanı, sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan cenâb-ı Mevlâya, belâ için şikâyet etmekten hayâ ederim” buyurdu. Tâhâmmül gücünün üstünde bir sabır gösteren hazret-i Eyyûb, Kur'ân-ı kerîmin Sâd sûresi 44. âyet-i kerîmesinde medhedildi. Hadîs-i şerîfte de; “Hazret-i Eyyûb, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını (öfkesini) yenen idi” buyruldu. Hakk'a rızâsı tam ve kusursuzdu. Şu şiir, onun hâlini çok güzel ifâde ediyor:
Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül yâhut diken,
Ya hil’atü yâhut kefen,
Nârın da hoş, nûrun da hoş.
Şeytanın, Hazret-i Eyyûb'a ve Rahîme'ye musallat olması ile ilgili çeşitli rivâyetler vardır. Bunlardan birine göre: Birgün, Rahîme hâtun yiyecek almaya gitti. Şeytan, insan sûretinde karşısına çıkıp; “Ey Rahîme! Sen Yûsuf'un (aleyhisselâm) oğlu Efrahim'in kızı değil misin? Burada ne arıyorsun?” diye hatırını sordu. Rahîme; “Evet! Efendim, Allahü teâlânın peygamberi Eyyûb'dur (aleyhisselâm). Belâlara mübtelâ oldu. Onun hizmetçisiyim” dedi. O zaman şeytan; “Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana geçer” dedi. Rahîme; “Onun üzerimdeki hakkını ödeyemem. Nîmet ve rahat vaktinde onunla yaşadım. Bu hastalık hâlinde onu yalnız bırakamam” deyip yürüdü. Dönünce; başından geçenleri Hazret-i Eyyûb'e anlattı. Eyyûb aleyhisselâm; “Ey hanım! O gördüğün, iblîstir. Seni vesvese ile benden ayırmak ister” buyurdu ve dikkatli olup sakınmasını tenbih etti.
Şeytan bir gün tabib sûretinde Rahîme'nin karşısına çıktı; “Sen herhâlde hasta olan Eyyûb'un hanımısın?” dedi. Rahîme; “Evet” deyince; “Ben onu yakalandığı hastalıktan kurtarmayı düşünürüm. Lâkin şartlarım var” dedi. Rahîme hâtun; “Nedir?” deyince; “Kolay! Eyyûb şarap içecek ve benim için de, şifâyı sen yarattın diyecek, o kadar” dedi. Daha sonra ayrıldı. Rahîme hâtun olan Hazret-i Eyyûb'e anlattı. Eyyûb aleyhisselâm; “O şeytandır. Bizi Rabbimizden ayırmak istiyor. Ondan sakın!” buyurdu.
Birgün yine şeytan yakışıklı bir kişi sûretine girip Rahîme'nin yolunu kesti; “Sen kimsin? Senin gibi güzel kadın buralarda görmedim. Ben yakın köydenim. Servetimin hesâbı yoktur” dedi. Rahîme hâtunda Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğinden biraz olup, o civarda ondan güzeli yoktu. Ona; “Hasta olan Eyyûb'un aleyhisselâm hanımıyım. Ona hizmet ederim. O, Allahü teâlânın peygamberidir. Ondan başkasına meyletmem” dedi ve yürüdü. Şeytan da ümîdi kesip oradan uzaklaştı. Rahîme'nin, bu sözler karşısında üzüntüsü artmış ve perişân bir hâlde hazret-i Eyyûb'un yanına dönmüştü. Olup biteni bildirince; Hazret-i Eyyûb bu sözlerden sıkıldı. Gadap arasında yemîn ederek; “Ey Rahîme! Ben sana ondan sakınmanı söylemiştim. Eğer bu mihnetten (hastalıktan) kurtulur, âfiyet bulursam, sana yüz sopa vuracağım” dedi. “Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.”
Hazret-i Eyyûb'un hastalığı çok şiddetlendi. Onun bu hâli, beden, kalp ve lisânıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırıyordu. O zaman Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ sûresi: 83) Hazret-i Eyyûb'un bu şekilde duâ etmesinin sebebi değişik rivâyetlerle anlatılmaktadır. Tefsîrlerdeki rivâyetlerden bâzıları şunlardır:
1- Şeytan ona gelip; “Bana secde edersen seni bu belâdan kurtarırım” demesi ile (kendi bedenindeki hastalıktan değil), şeytanın zararından dolayı böyle duâ etti. İmâm-ı Ca’fer-i Sadık (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Musîbet müddeti uzayınca, şeytan; “Ey Eyyûb! Hastalıktan kurtulmak istersen bana secde et” dedi. Mübârek kalbi hüzünlenip coştu ve; “Belâdan sızlanmıyorum. Ama düşmanın harîs olmasından rahatsız oluyorum” deyip; “Bana hastalık isâbet etti” buyurdu.
2- Hazret-i Eyyûb'a îmân eden bir kaç kişinin; “Eğer bunda hayır olaydı, bu belâya mübtelâ olmazdı” demeleri, onun mübârek gönlünü mahzûn etti. Onun için böyle duâ etti. Kavminden bir kaç kişi zaman zaman gelip hazret-i Eyyûb'un hâlini görüp, acırlardı. Bir gün yine gelip, onun yanında; “Bu kişiye bu dertler geleli beri Rabbinden bir merhamet yetişmedi. Bu belânın sona ermesi lâzımdı. Halbuki günden güne çoğalıyor, şiddetleniyor” diye söyleştiler. Hazret-i Eyyûb bu sözlerden incindi ve; “Yâ Rabbî! Yedi yıldır bu mihneti çektim. Senin muhabbetinin şevki (arzusu) beni öyle kapladı ki, bu belâdan hiç incinmedim. Nice zaman bu derdi çekmeye râzı idim. Fakat bu sözler bana güç geldi. Yâ Rabbî! Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” dedi.
3- Rahîme hâtunun çâresiz kalması netîcesinde, yiyecek almak için elbisesini sattığını öğrenen hazret-i Eyyûb böyle duâ etti.
4- Bir gün Hazret-i Eyyûb'a Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu dilsiz, konuşmaz bir hâlde buldu. Ona; “Neden böyle durursun?” deyince, Hazret-i Eyyûb; “Sabırdan başka çâre nedir?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Hak teâlânın hazînesinde belâ çoktur. Sen ona tâkât getiremezsin. Allahü teâlâdan âfiyet iste” dedi. Hazret-i Eyyûb âyet-i kerîmede buyurulduğu şekilde duâ etti. Eyyûb aleyhisselâm bedenindeki hastalık sebebiyle, insan olması bakımından inlemiş; rûhen de Allahü teâlânın cemâline yönelmiştir. Cismen dili; “Bana gerçekten hastalık isâbet etti” derken, mânen de “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye zikretmiştir.
Hazret-i Eyyûb'un bu sözleri görünüşte sızlanma gibi ise de gerçekte bir duâ idi. Çünkü Allahü teâlâ; “Biz onun duâsını kabûl ettik” buyurmaktadır. Sızlanma, insanlara yapılan şikâyete denir. Allahü teâlâya olan sızlanma, sızlanma olmaz. Nitekim Ya’kûb'un aleyhisselâm hâlini anlatırken, Yûsuf sûresi 86. âyetinde meâlen; “Ya’kûb (aleyhisselâm) dedi ki: “Ben büyük kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikâyet ediyorum ve Allah katında, vahy ile, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri de biliyorum” buyuruyor. Evliyâdan biri de; “İnsanlara şikâyet eden, bu şikâyetinde, Allahü teâlânın kazâsına râzı ise; bu, sızlanma ve feryâd olmaz” buyurmuştur.
Hamîd-i Tavîl, Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) bildirdi ki: “Bir kimse, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidine girdi ve Eyyûb aleyhisselâm ile ilgili bâzı suâller sordu. Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ağladı ve buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Eyyûb (aleyhisselâm) belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi saat o belâda kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi. Duramadı düştü. Hizmette kusur görünce; Bana gerçekten hastalık isâbet etti” dedi.”
Hastalıktan kurtulması:
Hazret-i Eyyûb şehrin dışında mübârek hanımının kendisi için yaptığı kulübede yaşıyordu. Bir gün hanımı Rahîme hâtun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti, Allahü teâlâdan lütûf müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselâm çıkageldi ve Allahü teâlâdan; “Ey Eyyûb! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim” haberini getirdi.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “(Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç!” (Sâd sûresi: 42) Bu emr-i ilâhi üzerine Hazret-i Eyyûb ayağını yere vurdu. İki su pınarı fışkırdı. Biri sıcak olup, yıkanmak için, diğeri soğuk olup, içmek için idi. Sıcağından guslettiğinde bedenindeki rahatsızlıklardan; soğuğundan içince de içindeki hastalıklardan şifâ buldu. Bâzı âlimler ikisi tek pınar olup, içme zamanında soğuk, yıkanma zamanında sıcak akardı, demişlerdir. Başka bir rivâyette Eyyûb aleyhisselâm, buyrulan sudan bir yudum içti ve bir parça da başına serpti. Hastalık geçti. Kuvveti geri geldi. Taze bir genç oldu. Cebrâil aleyhisselâm Eyyûb'a (aleyhisselâm) hulle (elbise) giydirdi. Başına taç koydu. Lütûf bulutu, üzerine geldi. Üstüne altın parçacıkları saçıldı. Bir müddet sonra Rahîme şehirden döndü. Eyyûb'u (aleyhisselâm) tanıyamadı. Kaybolduğunu zanneti. Sahraya koştu, feryâd edip ağladı. “Bu kadar sıkıntı çektim, hazîneyi elden kaçırdım, hastayı kaybettim. Ey Eyyûb! Bilmem seni hangi canavar götürdü, hangi hayvan yedi” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Eyyûb! Rahîme'yi çağır, gönlünü hoş eyle” dedi. Eyyûb aleyhisselâm; “Ey hanım! Kimi çağırırsın, kimi ararsın?” diye seslendi. Rahîme hâtun; “Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi. Onu kaybettim” dedi. “İsmi ne idi” buyurdu. Rahîme; “İsmi sabırlı Eyyûb idi” dedi. “Nasıl bir kimse idi” buyurdu. “Sağlıklı iken sana benzerdi” diye cevap verdi. Eyyûb aleyhisselâm; “Ey Rahîme! O hasta olan Eyyûb, benim” buyurup, kendisini tanıttı. “Allahü teâlâ bana sıhhat verdi” dedi ve her ikisi ağladılar.
Bu hâlden sonra hanımıyla berâber oradan ayrılıp şehre doğru yola çıktılar. Şehrin kapısına gelince, bütün şehir halkının, kendilerini karşılamaya çıktıklarını gördüler. Eyyûb aleyhisselâmonlara; “Bu ne haldir, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Onlarda; “Bir ses duyduk; Ey insanlar! Eyyûb aleyhisselâm size geliyor, onu karşılayınız diyordu” dediler. Eyyûb aleyhisselâm şehre gelince, eski, köhne evini yenilenmiş gördü. Bundan başka; elinden alınmış malları geri gelmiş, (bir rivâyette ölmüş oğulları dirilmiş), yüz çeviren dostları, kendisine muhabbetle yönelmişlerdi. Nitekim, Allahü teâlâ Sâd Sûresi 43. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Tarafımızdan bir rahmet, akıl sâhipleri için bir ibret olarak, Eyyûb'a bütün ehlini ve berâberinde daha bir mislini bağışladık”buyurdu.
“Keşşaf tefsîri”nde; hastalık geçince daha önce vefât eden çocukları dirilip, onlar kadar evlâdı ve torunları oldu. “Gürânî tefsîri”nde; vefât eden evlâdı kadar çocuğu dünyâya geldiği bildirilmektedir. “Vâhidî tefsîri”nde, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem); “Eyyûb'a bütün ehlini ve berâberinde daha bir mislini bağışladık” âyetinin mânâsını sordum. Buyurdu ki: “Ey İbn-i Abbâs! Allahü teâlâ, Eyyûb'a (aleyhisselâm) hanımını verdi ve onu gençleştirdi. Yirmialtı oğlu dünyâya geldi. Hak teâlâ, Eyyûb'a bir melek gönderdi. Melek; “Ey Eyyûb! Allahü teâlâ sana, belâlara sabrettiğin için selâm söylüyor ve buyuruyor ki, harman yerine çıksın” dedi. Harman yerine çıktı. Allahü teâlâ, üzerine kızıl renkli bir bulut gönderdi. Eyyûb'un (aleyhisselâm) üzerine altın çekirge yağdı. Eyyûb aleyhisselâm eteğini kaldırıp bu altınlardan topladı. Melek; “Ey Eyyûb! Harman içinde olanlarla yetinmez misin” diye latîfe ettikde, Eyyûb aleyhisselâm; “Bu hal, Rabbimin bereketlerindendir. Rabbimin bereketlerine karşı kanâatkâr olamam!” demiştir.”
Buhârî’de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Eyyûb aleyhisselâm mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne altından bir sürü çekirge düşmüştü. Eyyûb aleyhisselâm bunları hemen toplayıp, elbisesine doldurmaya başlamıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey Eyyûb! Görüyorsun ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım mı?” buyurdu. Hazret-i Eyyûb; “Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın. Fakat, senin hayr ve bereket hazînelerinden benim için doymak yoktur. Binaenaleyh, indi ilâhîden her ne buyurulursa kabûlümdür. Çünkü veren sensin, senin verdiğin şeyi nasıl reddederim?” dedi.”
Hazret-i Eyyûb, hastalığı esnâsında bir sebepden dolayı hanımına, iyi olunca yüz sopa vuracağına yemîn etmişti. İyileşince ahdini yerine getirmek istedi. Hanımına yüz sopayı nasıl vuracağını düşünüyordu. Bu düşüncedeyken Allahü teâlâ hazret-i Eyyûb'un yemîninin yerine gelmesini ve Rahîme'nin incinmemesini murâd etti. Zirâ Rahîme uzun zaman Hazret-i Eyyûb'a canla başla hizmet etmişti. Allahü teâlâ, Hazret-i Eyyûb'a vahyedip; “Ey Eyyûb! Yüz tane ince çubuğu bir araya bağla ve deste yap. Sonra eline al ve Rahîme'ye bir defâ vur! Rahîme'ye yüz değnek vurmuş olursun. Yemînin yerine gelir” buyurdu. Hazret-i Eyyûb, Allahü teâlâdan aldığı bu ilâhî emirle, yüz tane ince çubuğu bir demet yaptı ve hanımına bir kere vurdu. Böylece yemînini yerine getirdi. Cenâb-ı Hakk'ın bu lütfunu gören hanımı da bundan çok hoşlandı. İncinmeden cezânın tatbikine ve yemînin yerine gelmesine sevindi.
Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: “Eline yaş ve kuru karışık bir demet ot al! Onunla (hanımına) vur ki, yemîninde durmamazlık etme.” (Sâd sûresi: 44)
Bir rivâyette de Eyyûb aleyhisselâm hanımı Rahîme'ye buyurduğu bir hizmete geç gelmesi dolayısıyle; sıhhate kavuşunca yüz değnek vurmak üzere yemîn etmişti. Rahîme'nin, efendisine karşı hizmetleri, fedâkarlıkları büyüktü. Onun için cenâb-ı Hak, yüz tane ince çubuğun topluca ve bir defâda vurulmasını istedi.
Hazret-i Eyyûb’un hastalığı âfiyet hâline dönüşünce, o gece seher vaktinde bir âh eyledi. Sebebini sorduklarında; “Her gece seher vaktinde; “Ey bizim hastamız nasılsın?” diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi ve; “Ey sıhhatli kulumuz, nasılsın?” sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâma; “Bu uzun hastalık müddeti içerisinde, sana en zor ne geldi?” diye sorduklarında; “Dost ve düşmanların serzenişi, her şeyden daha zordur” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâm ömrünün sonunda, en olgun evlâdı olan Havmel'i vasî tâyin etti. Teçhiz ve tekfin husûslarını ona ısmarladı. Yaşı yüzkırk, ikiyüzyirmi, ikiyüzkırk, doksandokuz yâhut doksan sene idi. Zülkifl lakabı ile bilinen Bişr adlı oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur. Şârih Aynî’ye göre, Hazret-i, Eyyûb'un kabri, Şam'da Beseniyye denilen yerdedir.
Mûcizeleri:
Hazret-i Eyyûb, Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken birçok mûcizeler gösterdi. Bunlardan bâzıları şöyledir:
1- Koyun yünlerinin ibrişim olması: Hazret-i Eyyûb'un duâsının bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu. Kavmi çok fakir olduğu için, Eyyûb aleyhisselâma koyunları çoğalsın diye duâ etmesini ricâ etmişlerdi. Hazret-i Eyyûb duâ edince; koyunları çoğaldı ve kırktıkları yünleri ibrişim hâline geldi.
2- Bir evin sütunsuz (direksiz) durması: Eyyûb aleyhisselâm, kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit, o da; “Evimin direkleri kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim” demişti. Hazret-i Eyyûb da duâ etti. Nihâyet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı. Hâkim bu mûcizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.
Musîbete sabır:
Belâlara sabretmek, beğenilen güzel huylardan olup, ebedî kurtuluşa sebeptir. Belâlara sabır, Hak yolunun yolcusuna farzdır. Sabır, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hasletlerindendir. Allahü teâlâ, Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) sabrı tavsiye etti ve Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde; “O hâlde (ey Resûlüm, kâfirlerin eziyetlerine karşı) ülü’l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında azâb için acele etme!” buyurdu. Nûh (aleyhisselâm), kavminin eziyet ve sıkıntılarına; İbrâhim (aleyhisselâm), Nemrûd'un ateşine, İsmâil (aleyhisselâm), kurban olmaya, Ya’kûb (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) ayrılığına ve görmemeğe; Yûsuf (aleyhisselâm), kuyuda ve zindanda kalmağa; Eyyûb de (aleyhisselâm) hastalığına ve başına gelen belâlara sabretti.
Dünyânın esâsı, mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntıya sabretmekten başka çâre, katlanmaktan başka kurtuluş yoktur. Âlimler sabrı çeşitli şekillerde açıkladılar. Üç sabır çok sevgilidir: Tâata sabır, günâh işlememeye sabır, belâ ve mihnete sabır.
“Bahr-ül acâib”deki, Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâata sabır ve günâh işlememeye sabır. Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her derece arası, yerden göğe kadar mesâfedir. Tâata sabredene, Allahü teâlâ altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ dokuzyüz derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.”
Allahü teâlâ sabredenlerin yardımcısıdır. Allahü teâlâ Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'dan yardım isteyin. Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle berâberdir” buyuruyor. Sabır, bütün kapıları açan bir anahtardır.
Beyt:
Eğer sabr eder isen, sabır, işleri açar,
Çünkü sabr edenlere, Hak teâlâ olur yâr.
Hadîs-i şerîflerde; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Allahü teâlâ sabredenleri sever” ve “Eğer sabır insan olsaydı, kerîm bir insan olurdu” buyrulmuştur.
İnsana gelen her belâ ve sıkıntı, Allahü teâlânın takdîri iledir. Nitekim Hadîd sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kıtlık ve kuraklık gibi) ne yerde, ne de (hastalık ve afet gibi)nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitabda (Levh-i mahfûzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır” buyurdu. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîme, herhâlde, rızâ üzere olmayı göstermektedir. Kul, her şeyin Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu, Allahü teâlâ dilemeyince kimsenin kimseye zarar veremeyeceğini bilince, elbette sabreder. Feryâd edip, ağlayıp sızlamaz.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryad etmek, ağlayıp sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmez.”
Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi, feryâd eder, ağlayıp sızlarsa musîbet iki olur. Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. Sabredenlerin karşılığı ise hesâbsızdır. Yâni sabredenlere verilen sevâbın mikdarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.” Nitekim Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sabredenlere mükâfâtları hesâbsız verilecektir” buyruldu. “Sahîh-i Buhârî”de Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, bir şey vermek istediği kuluna mihnet ve musîbet verir.” “Sahîh-i Müslim”de, Ebû Sa’îd'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’mine, derd, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu günâhlarına keffâret eyler.” “Sahîhayn”da, Câbir'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’min, rüzgârın salladığı buğday başağı gibidir. Yâni bâzan düşer, bâzan kalkar. Doğru durmak istediği zaman diğer tarafa döndürür. Kâfir ise meyvesiz ağaç gibi olup, kesildiği zamana kadar hep başı dik durur” buyruldu. Yâni mü’min dâimâ sıkıntı, üzüntü ve dünyâ dertleri içinde bulunur. Sıkıntının, üzüntünün biri geçmeden diğeri bastırır. Kâfire ise, eceli gelinceye kadar bir zorluk gelmez. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) “Belâ, önce peygamberlere sonra evliyâya, sonra onlara benzeyenlere gelir” buyurdu.
Şiir:
Cânânın aşkı yolu belâdan başka değil,
Bir an belâsız kalmak orada revâ değil.
Belâ çek ki sen onun likâsına eresin,
Belâsız kişi varsa, o merd-i likâ değil.
Eğer senin canına, yüzlerce ok atılsa,
Îsâbeti O'ndandır, hiç biri hatâ değil.
Yüzlerce belâ içre, sen dostun ile hoş ol,
Onun olduğu yerde çün belâ, belâ değil.
Oradan ne gelirse, hepsi de doğru gelir,
Yan bakma, eğri bakış, burada vefâ değil.
“Kimyâ-yı Seâdet”de diyor ki: Şiblî'yi, Bağdat hastahânesinden deli diye çıkardılar. Yanına birkaç kişi geldi. Onlara; “Kimlersiniz?” diye sordu. “Senin dostlarınız” dediler. Yerden bir taş alıp, onlara doğru attı. Kaçtılar. Buyurdu ki: “Yalan söylediniz. Dost olsaydınız, dostun belâsına sabrederdiniz.” Allahü teâlâ Bakara sûresi 155. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! (İtâatkârı âsî olandan ayırd etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle, and olsun imtihân edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve ihsânlarımı) müjdele” buyurdu. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh); “Bu âyet-i kerîmedeki korku, Allah korkusu; açlık, Ramazân-ı şerîf orucu; mal noksanlığı, zekât ve sadaka vermek; can, hastalık; meyve ise, çocuğun ölmesidir. Çünkü, çocuk, ana-babanın gönlünün meyvesidir” buyurdu. Sonra Bakara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde, meâlen; “Sabredenler, o kimselerdir ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman, teslimiyet göstererek; “Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine O'na döneceğiz” derler” buyurdu.
Allahü teâlâ, sabredenleri birçok iyi hasletlerle vasıflandırıp, Kur'ân-ı kerîmin yetmiş küsur âyetinde sabırdan bahsetmiştir. İyilik ve derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları, meyve ve netîceleri kılmıştır.
Allahü teâlâ Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde, her iyiliğin hudutları olan sınırlı bir mükâfâtı olduğu hâlde, yalnız sabrın mükâfâtının hudutsuz olduğunu bildiriyor. Yine Allahü teâlâ bizzât kendisinin sabredenlerle berâber olacağını Kur'ân-ı kerîmde vâdetti.
Yardım ve zaferi sabra bağlamak üzere de; “Evet, siz sabreder, (peygambere muhâlefetten) sakınırsanız, bu (nlar yâni düşmanlar) ansızın üzerinize (gadabla) gelecek olurlarsa, Rabbiniz size nişânlı beşbin melekle imdâd edecektir” buyuruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 125) Aynı zamanda diğer hiç bir ibâdete toptan vâd etmediği birçok iyilikleri, toplu hâlde sabredenlerde toplamak üzere meâlen; “O teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve Cennet) vardır. İşte onlar, doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir”buyuruldu. (Bakara sûresi: 157) Hidayet, rahmet ve salevâtın hepsi sabredenlerde toplanmıştır.
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerde Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) “Sabır, îmânın yarısıdır” ve îmândan sorduklarında da; “O, sabır ve cömertliktir” buyurdu. Yine; “Sabır, Cennet hazînelerinden bir hazînedir”, “Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük hayır vardır” buyurdu.
Ömer bin Hattâb'ın, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye (radıyallahü anhümâ) yazdığı bir mektupta; “Sabra önem ver. Sabır iki şeye yapılır ki, biri diğerinden daha makbûldür. Meselâ, felâket ve musîbetlere sabır, güzeldir. Fakat bundan daha güzel ve daha makbûlü Allahü teâlânın haram kıldığı şeylere sabırdır. İyi bil ki, îmânı koruyan sabırdır. Zirâ iyiliklerin efdâli takvâdır, takvâ ise sabırla mümkündür.” dedi. Hazret-i Ali; “Îmân, dört direk üzerinde durur. Bunlar; yakîn, sabır, cihâd ve adâlet direkleridir. Bedende baş ne ise, îmânda sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da îmân olmaz” dedi. Habîb ibni Ebî Habîb, Sâd sûresinin 44. âyet-i kerîmesini okuduğu vakit; “Şâyân-ı hayrettir ki, sabır ahlâkını veren kendisi olduğu hâlde, sabredenleri övüyor” dedi ve ağladı. Ebud-Derdâ (radıyallahü anh) da; “Îmânın zirvesi, hükme sabır ve kadere rızâdır” dedi.
Ölüm, servetin mahvolması, hastalanmak, bir âzânın telef olması ve benzeri âfetlere sabır; en üstün makâmlardandır. Zîrâ belâ ve ibtilâ, nefse ağır gelen bir imtihândır ve aynı zamanda sıddîkların azığıdır. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yâ Rabbî! Dünyâ musîbetlerini bana kolaylaştıran bir yakîni senden isterim” diye duâ etmiştir. Bu, bir sabırdır ki, dayanağı hüsn-i yakîn olduğu için, Süleymân Dârâni; “Vallahi, sevdiğimize sabredemiyoruz, ya hoşlanmadığımız şeylere nasıl sabredebiliriz?” demiştir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ben kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim” buyurdu. Yine Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sabırla kurtuluşu beklemek, ibâdettir.”, “Herhangi bir mü’mine bir felâket geldiği vakit, Allahü teâlânın buyurduğu gibi; “Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz” dedikten sonra; “Allah'ım, bu felâketten dolayı beni mükâfâtlandır ve bundan hayırlısını bana ver” derse, mutlak sûrette Allahü teâlâ dileğini yerine getirir.” Enesin (radıyallahü anh) Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetinde, “Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm); Ey Cebrâil! İki gözü âmâ (kör) olanın mükâfâtının ne olduğunu bilir misin? buyurdu. Cebrâil; “Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Biz ancak bize bildirileni bilebiliriz” dedi. Allahü teâlâ; “Onun mükâfâtı ebedî olarak Cennet’te kalmak ve benim cemâlime bakmaktır.” buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in “Muvatta” adlı eserinde rivâyet edilen hadis-i kudsîde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihan) ettiğim vakit, sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona, etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit, günâhsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem, rahmetime yâni Cennet’ime gider.” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli kimsenin mükâfâtı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan aslâ soymayacağım îmân kisvesini, ona giydirmemdir” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir hutbesinde; “Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı ona nasîb ederse, nîmete mukâbil verdiği sabır, o nîmetten daha efdâldir” buyurdu ve Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesini okudu.
Fudayl'e (rahmetullahi aleyh) sabırdan sorduklarında; “Allahü teâlânın kazâsına rızâdır” dedi. “Bu nasıl olur?” diyenlere; “Razı olan kimse, bulunduğu hâlden daha üstününü istemez” dedi.
Feth-i Mûsılî'nin hanımı bir defâsında düştü, tırnağı kırıldı. Bunun üzerine güldü. Kendisine; “Ayağın acımadı mı, niye gülüyorsun?” diyenlere; “Bunun sevâbının zevki, acısını bana unutturmuştur” dedi. Dâvûd aleyhisselâm, Süleymân'a (aleyhisselâm); “Mü’minin takvâsına üç şey delildir: Ulaşamadığı şeye tevekkül, eline geçene rızâ ve kaybolana da sabırdır” demiştir.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) “Acıya dayanıp, uğradığın felâketi kimseye duyurmaman ve şikâyette bulunmaman; Allahü teâlâyı tâzim ve O'na hakkıyla mârifettendir” buyurdu. Sâlihlerden birisi, koltuğunda kesesi ile pazara çıktı. Biraz sonra kesesini kaybetti. Arayıp bulamayınca; “Onu alanı Allahü teâlâ mübârek etsin, herhâlde benden daha çok muhtâçtı” dedi.
Hanım sahâbîlerin meşhûrlarından Hazret-i Ümmü Süleym'in oğlu ağır hastalanıp, babası Ebû Talhâ'nın evde bulunmadığı bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym onu yıkayıp kefenledi ve evin bir köşesine koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da; “Ebû Talhâ'ya oğlunun öldüğünü, ben söylemedikçe hiç biriniz söylemeyiniz!” diye tenbih etti. Akşam olunca, Ebû Talhâ (radıyallahü anh) eve geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) da; “Çocuğun ızdırâbı dindi. Rahatlaştığını sanıyorum!” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ, onun sözünden, çocuğun gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi, içirdi. O güne kadar hiç yapmadığı şekilde özenerek süslendi, ona karşı neşeli görünmeye çalıştı. Sonra yattılar. Gecenin sonuna doğru Ebû Talhâ (radıyallahü anh) mescide çıkmak isteyince, Hazret-i Ümmü Süleym; “Ey Ebû Talhâ! Şu komşumuzun yaptığına baksana!” dedi O da; “Ne oldu?” diye sorunca; “Benden emânet bir şey aldılar. Onu geri aldım diye ağlamaya başladılar” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ; “Hiç öyle şey olur mu?” deyince, hanımı; “İşte, Allahü teâlâ bize verdiği emânetini geri aldı” diyerek, çocuğun öldüğünü kendisine bildirdi. O da bunun üzerine; “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah namazını kılmak için mescide gitti. Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında geçen durumu Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verince, her ikisi için de; “Cenâb-ı Hak, bu gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye duâ etti. O gece, Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ), oğlu Abdullah'a hâmile kalmıştı. Bu çocuk, Ümmü Süleym'in, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile berâber katıldığı bir harpte dünyâya gelmiş; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona Abdullah ismini koyup, hakkında hayır duâ etmişti. Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talhâ'nın yedi veya dokuz oğlu olmuştu ki, hepsi de Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip, hâfız olmuşlardı. Eshâb-ı kirâmın hanımlarından Ümmü Atıyye (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp feryâd ve figân etmeyeceğimize dâir söz almıştı. Beş kadından başka kimse sözünde duramadı. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği sözü aynen yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym'dir.” Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) dînîne son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı.
Mu’âz bin Cebel (radıyallahü anh) anlatır: Benim bir oğlum vardı, vefât etti. Bunu duyan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu mektubu yazdı:
“Allahü teâlâ sana selâmet versin!
O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun nîmetlerine şükretmenizi ihsân eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız nîmetlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermişdir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı ve faydalı nîmetlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek; acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır çağırırsan; sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak ve sızlamak derdi ve belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmin.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât'ın üçüncü cildi 59. mektubunda buyurdular ki:
“Hak teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın yolunda ilerlemenizi ve sizi her bakımdan kendisine bağlamasını nasîb eylesin! Kıymetli ve anlayışlı oğlum! Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi O'nun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeleyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak; kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde buyuruyor ki: “Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” Evet fakirler, kimsesizler ve himâyeniz altında yaşamış olan çok kimseler, kendilerini gözettiğiniz ve koruduğunuz için, rahat ediyorlardı. Üzüntü nedir bilmiyorlardı. Onların hakîkî sâhibi, kendilerini yine korur. Siz her zaman iyiliklerinizle anılacaksınız. Allahü teâlâ, iyiliklerinizin karşılığını, dünyâda da, âhıretde de, bol bol ihsân eylesin! Selâm ederim.”
Beyt:
Âfet-i gamdan aceb, dünyâda kim âzâdedir?
Herkesin bir derdi var, mâdem ki Âdemzâdedir.
Bir hümâ-yı zevki bin sayyâd-ı gam tâkib eder,
Böyle bir mevhûma bilmem, halk neden üftâdedir?
“Gunyet-üt-Tâlibin”de bildirildi ki: Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna bir kimse gelip; “Ey Allah'ın Resûlü! Malım gitti, param gitti, vücûdum hasta oldu” dediği zaman, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayan kimsede hayır yoktur. Zirâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu belâya mübtelâ kılar. Ona belâ verdiğinde, ona sabır ihsân eder” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Kul için Allahü teâlâ katında derece vardır. Kul, bedeninde bir belâya mübtelâ olmayınca, ameli ile o dereceye kavuşamaz. Belâya mübtelâ olunca, o dereceye kavuşur” buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh); “Sabır, muhâlefetten sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken sâkin olmak, geçimde fakirlik baş gösterince zengin görünmektir” buyurdu. Bâzı âlimler; “Sabır, belâ gelince güzel edeble durmaktır” dediler. Bâzıları da; “Sabır, âfiyet gibi, belâ ile de arkadaş ve ahbab olmak, onunla bulunmaktır” dediler. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ahde vefâ ile hükümlerdeki meşakkate ve kâfirlerin eziyetlerine sabredenlerin, karşılık ve mükâfâtını, amellerinden güzel ve çok ederiz” buyurdu.
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi aleyh); “Sabır, kitap ve sünnet hükümleri üzerine sebâttır”, Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh); “Muhiblerin (sevenlerin, âşıkların) sabrı, zahidlerin sabrından zordur”, Bir kısım âlimler; “Sabır, şikâyet etmemektir”, Bâzıları; “Sabır hudu’, tevâzû ve yalvarma ile Allahü teâlâya sığınmaktır”, kimisi de; “Sabır, Allahü teâlâdan yardım istemektir” dediler. Bâzıları da; “Sabır, nîmet ve mihnet hâlleri arasında fark görmeyip, ikisinde de gönlün sâkin olmasıdır” buyurdular.
Mâverdî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sabır, altı kısımdır: İlki ve en önemlisi, Hak teâlânın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir. İkincisi; çeşitli zamanlarda karşılaşılan üzücü hadiseler ve durumlar karşısında sabretmektir. Üçüncüsü; elden çıkmış ve ulaşılması imkansız hâle gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü; ileride meydana gelmesinden, endişe edilen korkunç olaylara ve gerçekleşmesinden korkulan musîbetlere karşı sabretmektir. Beşincisi; bekleyip umduğu bir nîmeti kazanmak için sabır göstermektir. Altıncısı; insanın karşılaştığı kötü ve korkunç hâller karşısında sabretmektir.”
Allahü teâlâ, resûlü Muhammed aleyhisselâma Nahl sûresi 127. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûlüm! Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmesinden mahzûn olma ve yaptıkları hîleden de telâş edip sıkıntıya düşme.” Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi göndererek Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) sabretmesini emir buyurdu. Zirâ Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya ilmi ve îtimâdı herkesten daha fazla idi. Sabretmeye en lâyık ve evlâ olan da O'dur.
Sabır hakkında Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İlim, mü’minin dostu, hilm vezîri, akıl delîli, amel hayra götürücüsü, yumuşaklık babası, incelik kardeşi, sabır askerlerinin komutanıdır.”
“İlim, mü’minin dostudur.” Çünkü, zafer ve kurtuluş ilim ile hâsıl olurken, ilim mü’min ile dostluk eder. Mü’min, ölümü esnâsında bile ilmi ister, işlerinde onun yardımını görür. Bilmediği şeyleri de nûru ile aydınlatır. “Hilm, (mü’minîn) veziridir.” Çünkü vezir, zor işleri yüklenmekle vazifelendirilmiştir. Mü’min ilme tâbi olmada, hilmden yardım görür, dünyâ sıkıntılarını hilme yükletir. “Akıl, (mü’minîn) delîlidir.” Çünkü akıl, mü’minin acele ve cehâlet ile bir işe girişmesine engel olur. O işin terk edilmesini sağlayıp, doğru yolu ve âkıbeti gösterir. Kötü işten koruyup, hatâdan muhâfaza yolunu açar. İlim ve akıl nîmetine şükretmekte cimri olmamak, ilmin ve aklın icâbıdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Amel, (mümini her hayra) götürücüdür.” “Rıfk, (mü’minîn) babasıdır.” Çünkü yumuşaklık, yardım ve muvâfakatta mü’mine babası gibidir. Bir işe girişirken, rıfka mürâcât ve itâat etse, işi kolaylıkla hâsıl olur. Yumuşaklık ve incelik, mü’mine bitişik veya ayrı olmayıp, mü’minin sıfatıdır. “Sabır, (mü’minîn) askerinin komutanıdır.” Bütün bu hasletler asker, sabır da onların, komutanı durumundadır. Her biri, yapmaları gereken işleri sabır olmadan yapamazlar. Çünkü sabra tâbi olunmadıkça; nefsin aceleciliği ve vesvesesi, bütün güzel huyları bozar. Bütün bu hasletlere hükümrân olan sabır, mü’mine, işlerinde yeterlidir.
Zeynel Âbidin Ali bin Hüseyin (radıyallahü anh) buyurdu ki; “Bugün tâat husûsunda sabır göstermek, yarın âhırette azâba karşı tahammül etmekten çok daha kolaydır.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mü’minin ahlâkı; zenginlikte iktisat, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamanında sabırdır.”
Sehl bin Abdullah'a (rahmetullahi aleyh) sabır sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1- Musîbetlere sabır, 2- İbâdetleri yapmaya devam etmekte sabır, 3- İnsanların eziyetlerine karşı sabır, 4- Fakirliğe sabretmek. Musîbetlere sabrettiğin zaman, ecir ve sevâba kavuşursun. Tâata (ibadetleri yapmaya) sabrettiğin zaman, Allahü teâlâdan yardım bulursun. İnsanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe sabrettiğin zaman, Hakk'ın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve isteklerden men etmektir.”
Ahlâkî ve edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-a'lâm fî edeb-in-nüfûsî ve mekârim-il Ahlâk” isimli eserinde buyurdu ki; Sabır, takvâ sâhiplerinin mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin arzu ve isteklerine uymanın netîcesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın netîcesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ, sabrı yarattı. Sabrı, peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsus kıldı. Sonra, Cennet’e girmelerine vesîle olması için, kullarından dilediğine sabır nîmetinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir verileceğini bildirdi.
Râd sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Rablerinin rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde ve adabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâre infak edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var ya), işte âhıret saâdeti onlar içindir. O saâdet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla berâber o Cennetlere girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; Sabrettiğiniz için, size selâm olsun. Âhıret saâdeti ne güzeldir diyeceklerdir.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde, “Cümle ilmin başı sabır, yarısı îmândır” buyurmuştur. İnsan, müptelâ olduğu belâya sabretmeli, tevbe istiğfârda bulunmalıdır. Musîbete uğrayan kişi, uğradığı musîbet yüzünden kahırlansa, yüzü değişip ağlasa bile, kimseye şikâyet etmeyip saçını sakalını yolmazsa, yine sabır sevâbına kavuşur.
Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nispetinde anlaşılır.”
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara bakanlar, şakîr (şükredici)ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Akıllı kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan lezzet, helâl edilmiş olan mubâhlarda fazlasıyla mevcûttur Buna rağmen bâzı kimseler, haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta, haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya çocuğuna bir musîbet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu hesâba çekmekten hayâ ederim.”
Sabır izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana bir musîbet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de Allahü teâlânın takdîri yerine gelir. Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri yerine gelir ve sen sevap kazanırsın. Şâyet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat sen hem kendini üzmüş, hem de sevaptan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İstemediğiniz durumlara sabretmedikçe, istediklerinize ulaşamazsınız. Arzu ettiğiniz şeyleri terketmedikçe, umduklarınıza erişemezsiniz.”
“Amellerin en üstünü nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musîbete sabırsızlık göstermen, gelen o musîbetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helâk eder. Âhırette ise ecrini kaybeder.”
İbn-i Mübârek (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Musîbet birdir. Sızlanıp yakınınca, iki olur. Birincisi, musîbettir. İkincisi, sızlanma sonunda ecrin (sevâbın) zâyi olup gitmesidir. Bu ise en büyük musîbettir.”
İnsan sabrettiği, kendini tuttuğu takdirde, Allahü teâlâ musîbete büyük sevâb vereceğini vâd etmiştir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde meâlen; “Ey îmân edenler! (taata ve belâya)sabırla bir de namazla (Allahü teâlâdan) yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah (ın yardımı) sabredenlerle, berâberdir. (yâni sabredenleri koruyan ve onlara yardım edendir.)” (Bakara sûresi: 153)
Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâya, kulunun şu iki yudumundan daha sevimli gelen (bir şey) yoktur: Hilm ile yutulan öfke. Hazmedilen, içe atılan musîbet. (İnsanın başına gelen musîbete sabretmesi.)
Sonra şu iki damladan da, Allahü teâlâya daha sevimlisi yoktur: Allah yolunda akan kan damlası. Gece karanlığında, secde hâlinde iken, akan gözyaşı. Sonra, bir kul şu iki adımdan başka, Allahü teâlâya daha sevimli gelen bir adım atmamıştır: Farz olan namaza giden adım. Akrabâ ziyâretine atılan adım.”
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hasta ziyâreti yapana ne ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Onun günâhını affeder, doğduğu zaman nasıl temiz ise öyle günâhsız yaparım” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) tekrar; “Yâ, Rabbî! Ölüleri teşyî edene (vefatından kabre kadar hizmetini görüp uğurlayana) ne gibi ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “O vefât ettiği zaman, onun teşyî için melekleri gönderirim. Kabrine kadar onu uğurlayıp, sonra mahşere kadar götürürler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm tekrar sordu: “İbtilâya (bir belâya, bir musîbete) uğrayan kimseye nasıl bir ecir var?” Allahü teâlâ; “Arş'ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, onu gölgemde gölgelendiririm” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey insanlar! Benden beş şeyi duyup ezberleyiniz. Bu olmazsa iki şey öğreniniz. Öğreniniz ama ezberleyip hatırınızda tutunuz. Uyanık olunuz dinleyiniz; herhangi birinizi, yalnız günâhı korkutsun! Bir ümîdi varsa, o da Rabbinden olsun! Bilmediği bir şeyi öğrenmek için, sizden hiç kimse utanmasın. Sonra, bilmediği bir şey kendine sorulduğu zaman; bilmiyorum demekten utanmasın. Biliniz ki, işleri yapmakta sabır, bedende baş gibidir. Baş bedenden ayrılınca, vücûd boş olur. Sabır olmayınca işler bozulur.”
Ebül-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Kul hayırlı kimselerin derecesine ancak, şiddet ve sıkıntılara sabırla ulaşır. Sâlih zâtlar hastalık ve sıkıntı gelince, ferahlık duyarlardı. Çünkü bunu, günâhlarına keffâret bilirlerdi.”
Sa’îd bin Cübeyr'in, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetinde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennet’e ilk çağrılacak olanlar, öyle kimselerdir ki, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd ederler.”
Ebü'l-Leys Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Anlatıldığına göre, Allahü teâlâ, dört kimseyi dört şey için delil sayar:
1- Zenginlere, Süleymân aleyhisselâm hüccet getirilir. Zengin; “Yâ Rabbî! Zenginlik, beni sana ibâdetten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen, Süleymân'dan (aleyhisselâm) daha zengin değildin. Ama onu zenginliği ibâdetinden alıkoymadı” buyurur.
2- Kölelere Yûsuf aleyhisselâm örnek gösterilir. Köle; “Yâ Rabbî! Ben köleyim. Bu kölelik, sana ibâdete engel oldu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Yûsuf da (aleyhisselâm) köle oldu. Ama onu kölelik bana ibâdet etmekten alıkoymadı” buyurur.
3- Fakirlere de Îsâ aleyhisselâm örnek gösterilir. Fakir; “Yâ Rabbî! İhtiyacım sana ibâdetten beni geri bıraktı” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen mi daha çok muhtâçtın, yoksa Îsâ mı? Îsâ'nın (aleyhisselâm) fakirliği, onu bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur.
4- Hastalara da Eyyûb aleyhisselâm örnek gösterilir. Hasta; “Yâ Rabbî! Hastalık beni sana ibâdet etmekten alıkoydu” der. O zaman Allahü teâlâ; “Ey kulum! Senin hastalığın mı zordu? Yoksa Eyyûb'un (aleyhisselâm) hastalığı mı? Onu, hastalığı bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur. Bu durumda Allah katında hiç kimsenin beyân edecek bir sözü kalmaz.
Ebud-Derdâ (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar fakirliği sevmezler, ama ben severim. Ölümü sevmezler, ama ben severim. Hastalığı sevmezler, ama ben severim. Hastalığı, günâhlarıma keffâret bilirim. Rabbime kavuşmak sevinciyle de ölümü severim.”
İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Üç şey vardır ki, kime verilirse dünyâ ve âhıret hayırları ona verilmiş olur. Bunlar; kazâya rızâ, belâya sabır ve genişlikte duâdır” buyurmuştur.
Sâlim bin Yesâr (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirdi: “Bahreyn'e gittiğim zaman zengin bir zât beni misâfir etti. Oğulları, kölesi ve çok malı vardı. Bununla berâber onu üzüntülü gördüm. Yanından ayrılırken; “Senin bir derdin mi var?” diye sordum. O da; “Evet. Eğer bir daha bu beldemize gelirsen yine evimizde misâfir ederiz” dedi. Ama bir şey anlatmadı. Daha sonra onlara vedâ edip ayrıldım. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar o memlekete gittim. Fakat kapılarında hiç kimseyi göremedim. Kapıyı çalıp izin istedim. Güler yüzle beni karşıladı. Hâlini sordum. Zenginliklerinin kalmadığını, evlâtlarının öldüğünü, kölelerinin gittiklerini söyledi. Ben hayretle, şimdi öncekinden daha sevinçli olmasının sebebini sordum. O da; “Evet o zaman bolluk içindeydik. Fakat Allahü teâlâ, iyiliğimizin karşılığını dünyâda veriyor diye korkuda idim. Şimdi malım, evlâdım, kölelerim gidince ümidim çoğaldı. Allahü teâlâ bana olan ihsânını, ikrâmını, hayrını âhırete bıraktı. Bunun için sevincim çoktur” dedi.”
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr; cild-1, sh. 107, cild-13, sh. 62, cild-22, sh. 203, cild-26, sh. 211-215
2) Tefsîr-i Taberî; cild-7, sh. 260, cild-17, sh. 56-73, cild-23, sh. 165-167
3) Tefsîr-i Mazharî; cild-3, sh. 264, cild-6, sh. 214-225, cild-8, sh. 183-185
4) Tefsîr-i Kurtubî; cild-1, sh. 322-387, cild-18, sh. 207-217
5) Zâd-ül-mesîr; cild-5, sh. 375-378, cild-7, sh. 141-145
6) Rûh-ul-Beyân; cild-5, sh. 512-515, cild-8, sh. 40-46
7) Dürr-ül-mensûr; cild-5, sh. 315-317, cild-4, sh. 327
8) Feth-ul-Bârî; cild-6, sh. 300
9) Sahîh-i Müslim (Kitab-ül-Kader)
10) Ravdat-ül-Cinân; cild-1, sh. 48
11) Târih-ül-ümem vel mülûk: cild-1, sh. 165
12) Ravdat-üs-Safâ; sh. 229
13) Târih-ül-Âli; cild-3, sh. 24
14) Kısas-ül-Enbiyâ; sh. 153
15) Medâric-ün-Nübüvve; cild-2, sh. 17
16) Metâlib-ül-aliyye; cild-3, sh. 272
17) Ahsen-ül-Enbâî; sh. 10
18) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 98
19) El-Meârif; sh. 19
20) Mecma-üz-Zevâid; cild-8, sh. 208
21) Lugat-ı Târih ve Coğrafya; cild-1, sh. 340
22) El-Kâmil fit-Târih
23) Bedâiuz-zühûr; sh. 125
24) Râmuz-ül-ehâdis; sh. 12, 241
25) Mu’cizât-ül Enbiyâ; sh. 54