20 Kasım 2017

YA’KÛB ALEYHİSSELÂM

Ken’ân diyârında yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İshak aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın babasıdır. Kur'ân-ı kerîmde, meleklerin İbrâhim aleyhisselâma İshak aleyhisselâmla beraber, Ya’kûb aleyhisselâmın da doğumunu ve peygamberliğini müjdeledikleri bildirilmektedir.
Ya’kûb, İbranîce bir isim olup; Saffetullah yâni Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı kul mânâsına gelmektedir, Iys ismindeki kardeşiyle ikiz olarak doğdu, Iys, ondan önce doğduğu için Arabca tâkip etmek mânâsına Ya’kûb denildiği de rivâyet edilir. Diğer adı İsrâil olup, Allah'ın kulu mânâsına gelmektedir. Oniki oğlu vardı. Bu yüzden oniki oğlunun torunlarına, Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları denir. Oğullarından her birinin sülâlesine torun mânâsında “Sıbt” ve hepsine birden torunlar mânâsında “Esbât” denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir.
Ya’kûb aleyhisselâm, Şam'da veya Medyen'de doğdu. Neslinden bir çok peygamber geldi. Mûsâ (aleyhisselâm), Hârun (aleyhisselâm), Dâvûd (aleyhisselâm), Süleymân (aleyhisselâm), Zekeriyyâ (aleyhisselâm), Yahyâ (aleyhisselâm) ve Îsâ (aleyhisselâm) neseben ona bağlıdırlar.
Çocukluğu babasının yanında geçen Ya’kûb aleyhisselâm, gençliğinde annesi tarafından Harrân'da bulunan dayısının yanına gönderildi. Dayısı Lâyân'a annesinin emriyle işlerine yardım etmek üzere geldiğini söyledi ve orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı olan Leyâ ile evlendi. Dayısı onu, isteği üzerine, yedi yıl sonra, küçük kızı Râhil ile de evlendirdi. Bu iki zevcesi ile Zülfâ ve Belhe isimli câriyelerinden oniki oğlu oldu. Dayısının yanında kırk sene kadar kalan Ya’kûb aleyhisselâma vahy geldi ve Ken’ân beldesi ahâlisine peygamber olarak gönderildiği bildirildi. Bunun üzerine, oğulları ve kendine tâbi olanlarla birlikte Ken’ân diyârına gitti. Ken’ân diyârı ahâlisini, bir olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. O belde ahâlisinden îmâna gelenlerin yanında, inanmayıp inâd edenler de bulundu.

Ken’ân diyârı:

Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Suriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memlekettir. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken’ân, burada yaşadığı için bu beldeye Ken’ân diyârı denilmiştir. Ya’kûb aleyhisselâm da, Ken’ân diyârında yerleşip yaşadı. Neslinden gelen oğulları ve torunları ise, Mısır'a göç ettiler ve orayı vatan tuttular. Nesebce Ya’kûb'a (aleyhisselâm) bağlı olan ve İsrâiloğulları diye andan bu kavim, Hazret-i Mûsâ'nın önderliğinde Mısır'dan ayrıldı. Tîh çölünde kırk sene dolaştı ve Ken’ân diyârının güneydoğu bölgesinde bulunan Filistin'e yerleşti.

Doğumu, çocukluğu ve gençliği:

İbrâhim aleyhisselâm vefât ettiği zaman, Ya’kûb aleyhisselâmın babası İshak aleyhisselâm, Şam'da veya Medyen'de bulunuyordu. İshak aleyhisselâm şöyle bir rüyâ gördü. Rüyâsında; belinden büyük ve yeşil bir ağaç yükseldi. Bu ağacın bir çok dalları ve budakları vardı. Rüyâsında ona; Bu dallar ve budaklar, senin soyundan gelecek olan peygamberlerin nûrudur denildi. Sonra sevinerek uyandı.
Seksen yaşına geldiği zaman gözlerinin görmesi zayıfladı. Bir gün mescidde otururken, zevcesi ona hâmile olduğunu müjdeledi. İshak aleyhisselâm hanımına; “Bu husûsa şaşma. Çünkü ben rüyâmda belimden dalları ve budakları çok olan, yeşil ve büyük bir ağacın çıktığını gördüm” dedi. Vakti gelince biri birini tâkip eden ikiz oğlu oldu. Birincisine Iys, ikincisine Ya’kûb ismi verildi. Iys ve Ya’kûb aleyhisselâm büyüdükleri zaman, ihtiyâr hâlde bulunan babalarına hizmet ediyorlardı. Babalarının koyun sürülerini nöbetleşerek bir gün biri, bir gün diğeri otlatıyordu.
Âdem aleyhisselâmdan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize kadar her peygamberin husûsi bir duâsı vardı. İshak aleyhisselâm, ölümü yaklaştığı zaman oğullarını çağırıp, her ikisine de ayrı ayı duâ etti. Ya’kûb aleyhisselâm huzûruna gelince; “Yâ Rabbî neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir” diye en kıymetli duâyı etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için cenâb-ı Hakk'a niyâzda bulundu. Iys'e de; “Zürriyetin toprak kadar çok olsun” diyerek, soyundan meliklerin ve sultânların gelmesi için duâda bulundu. Ancak Iys, Ya’kûb'a (aleyhisselâm) edilen duânın kendisine yapılmasını istiyordu. Bu yüzden kardeşi Ya’kûb'u kıskanıp, ona karşı düşmanlık beslemeye başladı. İshak aleyhisselâm, oğulları arasında düşmanlık çıkmasından korktuğu için, bütün mallarını ikisi arasında eşit olarak taksim etti. Fakat Iys, kardeşi Ya’kûb'a düşen malları zorla elinden alınca, Ya’kûb aleyhisselâmın elinde bir varlık ve servet kalmadı. (lys daha sonra amcası İsmâil aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Biri sarışın, diğeri siyah olmak üzere iki oğlu oldu. Bunlardan sarışın olanına, Asfar ismini verdi. Asfar'ın da evliliğinden doğan çocuğa Rum dendi. Bugünkü Rumların bu soydan geldiği rivâyet edilmektedir.) Bunun üzerine annesi; “Kalk, dayın Lâyân ve kardeşlerinin yanına git. Onların çok geniş arâzileri, evleri ve servetleri vardır. Onlar sana yardımcı olurlar. Umulur ki seni kızlarından birisiyle evlendirirler. Onlara benden de selâm söyle” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm, annesinin bu sözleri üzerine, Harrân'a gitti. Orada yüksek evler ve hoş manzaralarla karşılaştı. Şehre girişte, bir su kuyusuna uğrayıp, orada bulunanlardan su istedi ve onunla abdest aldı. Namaz kılıp Rabbine duâ ve niyâzda bulundu. Kuyunun başında su dolduranlardan dayısının evini sordu. Su için gelenlerden biri dayısının kızlarındandı. Babasına gidip, birinin aradığını haber verince, babası; “Onu bana getiriniz” dedi. Kız, kendini babasının beklediğini haber verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm dayısının yanına vardı. Dayısı; “Ey genç sen kimsin? Nereden geldin?” diye sordu. Ya’kûb aleyhisselâm ona; “Benim İsmim Ya’kûb'dur. İshak aleyhisselâmın oğluyum. Şam'dan geldim” dedi. Ondan; annesini, babasını ve kardeşi Iys'ı sordu. Ya’kûb aleyhisselâm, babasının nasıl vefât ettiğini ve; “Allahü teâlâ beni, annemin isteği üzerine size ve sizin beldenizde kalmak ve işlerinizde yardım etmek üzere gönderdi. Şu anda size geldim” diyerek durumunu anlattı. Dayısı Lâyân buna çok sevindi. Onu işlerinde çalışması için vazifelendirdi. Bir müddet dayısının işlerinde yardımcı oldu. Dayısının; büyüğü Leyâ, küçüğü Râhil adlı iki kızı vardı. Lâkin Leyâ'nın gözlerinde hafif kusur vardı. Dayısı bu kızı Ya’kûb'a (aleyhisselâm) vermek isteyince; o, Râhil ile evlenmek istediğini söyledi. Dayısı; Râhil'in küçük olduğunu belirterek; “Biz, büyükler evlenmeden küçükleri evlendirmeyiz, onu istiyorsan yedi sene işlerimi yapmaya devam et” dedi. Dayısı Lâyân, büyük kızı Leyâ'yı çağırdı ve; “Ey kızım! Bir kurban kes. Bu iyi niyetin umulur ki Ya’kûb'un sana meyletmesine sebep olur” dedi. Leyâ, babasının dediği gibi yaptı ve Ya’kûb aleyhisselâm ile evlendi. Ya’kûb'un (aleyhisselâm) ondan Robîl ve Şem’ûn adlı iki erkek çocuğu oldu. Arkasından Lâvî ve Yehûda adındaki oğulları doğdu. Yine bu hanımından Îsâhâr ve Zablûn adlı oğulları ile Dînâr isimli kızı dünyâya geldi. Yedi sene gibi bir zaman geçmişti. İbrâhim aleyhisselâmın şeriatında ve Mûsâ aleyhisselâma kadar devam eden devrede, iki kız kardeşle aynı zamanda evlenmek câiz olduğundan, Râhil ile de evlendi. Ayrıca Ya’kûb aleyhisselâmın Belhe ve Zülfâ isimli iki câriyesi vardı. Belhe'den Dân ve Neftâlî; Zülfâ'dan da Câd ve Âşir adındaki oğulları dünyâya geldi.
Evlendikten sonra bir müddet çocuğu olmayan Râhil, Allahü teâlâdan bir oğlan diledi. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, her hâliyle şerefli ve güzel olan Yûsuf aleyhisselâmı verdi.

Peygamber olarak gönderilmesi:

Ya’kûb aleyhisselâm uzun müddet dayısının yanında kaldı ve ona hizmet etti. Yûsuf'un (aleyhisselâm) doğduğu sene Allahü teâlâ tarafından, Ken’ân diyârı ahâlisine peygamber olarak vazifelendirildi. Ona vahy edilip, Ken’ân diyârı ahâlisini bir olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etmesi emredildi.
Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm dayısı Lâyân'a gelerek, gördüğü iyilikleri için teşekkür etti ve; “Muhakkak ki Rabbim beni, Ken’ân diyârı ahâlisine peygamber olarak vazifelendirdi. Oraya gitmemi emir buyurdu” diyerek müsaadesini istedi. Dayısı; “Ey Ya’kûb! Muhakkak ki sen bana uzun zaman arkadaşlık ettin. Bu uzun zaman içinde, senden ancak hayır gördüm. Şimdi ise peygamber olarak vazifelendirildiğin yere âilenle git. Senin ve kızımın ayrılığı bana zor gelir. Fakat senin râzı olman, benim rızâmdan öncedir. Şimdi dilediğin kadar mal-mülk alıp götür” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da, dayısına; “Allahü teâlâ benim sebebimle, sana hayır ihsân etsin” diye cevap verdi. Dayısı ona beşyüz adet koyun, beşyüz adet sığır ve çokça at ve katır hazırladı. Ya’kûb aleyhisselâm, hanımı ve oğullarıyla birlikte Ken’ân iline gitmek üzere yola çıktı. Yanında Zülfâ ve Belhe isimli câriyeleri de vardı.
Ya’kûb aleyhisselâm Ken’ân diyârına yaklaştığı zaman, onu melekler birbirlerine müjdeleyerek karşıladılar. Kardeşi Iys, Ya’kûb aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiğini ve Ken’ân diyârına doğru gelmekte olduğunu işitince: “Peygamber olmağa ben ondan daha layığım” diyerek kızdı. Adamlarıyla birlikte Ya’kûb'un (aleyhisselâm) öldürülmesini istedi. Ya’kûb aleyhisselâmkardeşi Iys'a elçi gönderdi. Elçi, geriye dönüp, kardeşi Iys'ın dörtyüz kişiyle birlikte, Ya’kûb aleyhisselâmın üzerine gelmekte olduğunu haber verdi.
Iys'ın gelmekte olduğunu haber alan Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Robîl'i çağırdı ve; “Şu dağın ardında bulunan amcan Iys'e git selâmımı söyle” dedi. Ayrıca; “Seninle beraber büyüdük, babamız öldü, bütün mallarımı elimden aldın. Benim helâk olmamı istedin. Ben senden uzaklaştım. Şimdi sana Allahü teâlânın emriyle geldim. Allahü teâlâ beni peygamber olarak gönderdi” diyerek, bu sözlerinin bildirilmesini istedi. Robîl, amcasına gidip babasının söylediklerini bildirince; Iys, Ya’kûb aleyhisselâmın bu dâvetini de kabûl etmedi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâmAllahü teâlâya duâ etti. Kendisini ve ehlini, kardeşinden gelecek kötülüklerden korumasını diledi. Kardeşi için hediyeler hazırladı ve yanında bulunanlara; “Allahü teâlânın bereketiyle yürüyün. Muhakkak ki Allahü teâlâ, Iys'ın hîle ve tuzağını bizden defeder” buyurdu. Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları ve aşîretiyle birlikte yürüdüler. Iys ve beraberindeki dörtyüz kişi ile karşılaştılar. Ya’kûb aleyhisselâm, ehlinin ve oğullarının önüne geçti. Iys ile mübarezede onu yere serdi. Onun göğsüne oturup; “Ey Iys! Allahü teâlânın kudretini gördün mü?” dedi. Bunun üzerine Iys özür dileyip ağladı. Ya’kûb aleyhisselâm ona merhamet edip, göğsü üzerinden kalktı ve kucaklaştılar. Iys, Ya’kûb aleyhisselâma; “Ey kardeşim! Bugüne kadar sana karşı yaptığım hatâlarımdan dolayı beni affetmeni ve mağfiretim için Allahü teâlâya istiğfârda bulunmanı istiyorum. Allahü teâlâ seni peygamber göndermekle, benim üzerime üstün kıldı” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da ona duâ etti ve dedi ki: “Ey kardeşim! Müjdeler olsun. Allahü teâlâ beni peygamber olmakla husûsî kıldı. Senin zürriyetinden Eyyûb'u peygamber gönderecektir” dedi. İkisi birlikte Ken’ân diyârına gelip orada yerleştiler.
Ya’kûb aleyhisselâm orada kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Bu sırada Râhil adlı hanımından Bünyamin isminde bir oğlu oldu. Bu oğlu doğduğu zaman, annesi Râhil vefât etti. Hazret-i Yûsuf'la kardeşi Bünyamin öksüz kaldılar.
Ya’kûb aleyhisselâm, insanları Hak dîne ve bir olan Allahü teâlâya inanmağa ve O'na ibâdet etmeğe dâvet etti. Ken’ân diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti. Bu durumu, Ken’ân ilini idâre eden Şüceym bin Dârân isimli kral haber aldı. Ya’kûb aleyhisselâmın Ken’ân iline hâkim olup, saltanatını sona erdireceğinden korkuyordu. Ya’kûb aleyhisselâmı merâk edip, vezirleri ile birlikte huzûruna vardılar. Onun elbiselerinin, sarığının ve bütün sergilerinin yünden olduğunu gördüler. Melik Şüceym, Ya’kûb aleyhisselâma; “Sen kimsin, benden izinsiz olarak buraya nasıl geldin?” diye sorunca, Ya’kûb aleyhisselâm; “Ben, Ya’kûb bin İshak'ım. Bu mekâna, Allahü teâlânın izniyle geldim. Çünkü Allahü teâlâ, yerlerin ve göklerin mâliki, sâhibidir. Seni ve kavmini bir olan Allah'a îmân ve ibâdet etmeniz için, bir de benim O'nun kulu ve peygamberi olduğumu bildirmek üzere geldim. Eğer dâvetimi kabûl edersen, inananlardan ve kurtulanlardan olursun. Allahü teâlâ bununla sana çok sevâb verir. Şâyet kabûl etmezsen, seninle Allah rızâsı için harb ederim” dedi. Melik bu söz üzerine kızıp, küçümseyerek; “Ne ile harb edeceksin? Hangi ordunla karşıma çıkacaksın?” diye sordu. Ya’kûb aleyhisselâm yanında duran oğullarına bakıp; “Allahü teâlânın meleklerinin yardımıyla, şu oğullarım ve bana inananlarla” cevâbını verdi. Ya’kûb aleyhisselâmın bu sözüne iyice sinirlenen melik, vezirlerine; “Bu,ne diyor?” diye sordu. Bir müddet susup, sıkıntısı ve kızgınlığı gidince, yaşlı olan veziri ayağa kalkarak; “Ey melik! Bu sözler seni kızdırmasın. Çünkü bu sözler, delilerin ve mecnûnların sözleridir” dedi.
Melik ve adamları geldikleri yere döndükten sonra Ya’kûb aleyhisselâm, insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete dâvet etmeye devam etti. Bu dâveti esnâsında inananlar olduğu gibi, hiç aldırmayanlar da vardı.
Ya’kûb aleyhisselâm, Ken’ân ilinde insanları Allahü teâlânın dînine dâvet etmeğe devam ediyor, bu uğurda insanlardan gelen birçok sıkıntılara katlanıyordu. Peygamberliğinin ilk yıllarında zevcesi Râhil ölmüş ve Yûsuf ile Bünyamin öksüz kalmışlardı. Ya’kûb aleyhisselâm, bu iki oğlunu çok seviyordu. Çünkü her ikisi de anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Ya’kûb aleyhisselâmın bilhassa, Yûsuf'a (aleyhisselâm) karşı aşırı muhabbeti vardı. Bakıp yetiştirmesi için, onu kızkardeşine verdi. Halası Hazret-i Yûsuf u öyle sevdi ki bir an bile ayrılığına dayanamaz oldu. Hazret-i Ya’kûb, kız kardeşine; “Ey kardeşim! Yûsuf'u artık bana teslim et. Allah'a yemîn ederim ki onun, benden bir saat uzak kalmasına dayanamıyorum” dedi. Kız kardeşi de, Ya’kûb'a (aleyhisselâm); “Ben de ondan bir saat uzak kalamam” diye cevap verdi. Ya’kûb aleyhisselâm ısrâr edince de; “Mâdemki almak istersin bir müddet daha yanımda kalsın da doya doya yüzüne bakayım, sonra gel al!” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm bir müddet daha Yûsuf'u halasına bıraktı ve dönüp gitti.
Hazret-i İshak'ın, İbrâhim aleyhisselâmdan kalan bir kuşağı var idi. Onu “Ata yadigarıdır” diye saklardı. İshak aleyhisselâm vefât etmeden önce o kuşağı kızına vermişti. O da uzun müddet sandıkta saklamıştı. O kuşağı sandıktan çıkarıp, uyuduğu bir sırada Yûsuf'un gömleği içinden beline bağladı. Hazret-i Ya’kûb, Yûsuf’u (aleyhisselâm) almaya gelince; kızkardeşini çok üzgün ve hüzünlü gördü. Ya’kûb aleyhisselâm; “Ey kardeşim! Niçin üzgünsün?” diye sorunca, kardeşi; “Nasıl üzülmeyeyim, dedem İbrâhim'den (aleyhisselâm) ve babam İshak'dan (aleyhisselâm) bana kalan azîz ve mübârek kuşağı sandıktan almışlar. Aradım bulamadım. Onun için üzgünüm” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dîninde, bir kişi bir kimsenin eşyasını çalsa, mal sâhibi de onu yakalasa, o hırsız, mal sâhibinin kölesi olurdu. Mal sâhibi o kimse hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunurdu.
Kız kardeşinin kuşağının çalındığına Hazret-i Ya’kûb da üzüldü. Birlikte evin her tarafını aradılar, bulamadılar. Aranmadık sâdece Hazret-i Yûsuf'un üzeri kaldı. Ya’kûb aleyhisselâm; “Yûsuf'u da arayın” dedi. Kız kardeşi; “Yûsuf küçüktür ne bilsin?” dedi. Fakat Ya’kûb aleyhisselâm ısrâr edince, Yûsuf'un da (aleyhisselâm) üzerini aradılar. Kuşağı Yûsuf'un (aleyhisselâm) belinde buldular. Ya’kûb aleyhisselâm da bu hâle mahcub olup üzüldü. Kız kardeşi; “Vallahi o benim elimdedir. Onun hakkında dilediğim gibi hareket ederim” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da; “İşte Yûsuf, işte sen, dilediğin gibi hareket edersin. İster âzâd edersin, ister emrinde tutarsın” dedi. Kız kardeşi onu ölünceye kadar yanında tuttu ve serbest bırakmadı. İki sene sonra vefât edince, Yûsuf aleyhisselâmserbest kaldı. Ya’kûb aleyhisselâm da onu alıp evine götürdü.
Ya’kûb (aleyhisselâm) Yûsuf'u (aleyhisselâm) çok sever, bütün oğullarından azîz tutar ve yanından ayırmazdı. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirildi: (Habîbim!) Yûsuf'un babasına(Ya’kûb'a); Ey babacığım! Rüyâmda bir yıldız, ay ve güneşi, bana secde eder gördüm dediği vakti hatırla. (Ya’kûb aleyhisselâm rüyâ tabirini iyi bilirdi.) Yûsuf'a; “Ey oğlum. Sakın bu rüyânı kardeşlerine anlatma. Sonra (şeytanın vesvesesi sebebiyle helâkin için) sana kötülük yapıp, tuzak kurarlar. Zirâ şeytan, insanın apaçık düşmanıdır” dedi. “Rabbin seni (bu rüyâ ile dereceni yükselttiği gibi) seçecek, sana rüyâ tabiri ilmini öğretecek. (Allahü teâlâ seni azîz eyleyip, devlet ve ululuk verecektir. Kardeşlerin sana muhtâç olacaklardır.) Daha önce ataların İbrâhim ve İshak'a nîmetlerini (peygamberlik ile) tamamladığı gibi sana ve Ya’kûb'un soyuna da nîmetlerini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin bu nîmetlere müstehak olanları bilir. Lâzım olan işlerde hikmetini icrâ eder.” (Yûsuf sûresi: 4, 5, 6)
Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf'a (aleyhisselâm) fazla muhabbet beslemesini ve ona kendilerinden daha fazla ilgi göstermesini kardeşleri kıskandılar ve hased ettiler. Yûsuf'a (aleyhisselâm) beraberce tuzak kurup, onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için ne şekilde kötülük yapacaklarını bilemiyorlardı.
Yûsuf'un (aleyhisselâm) rüyâsını işitip, babalarının yaptığı rüyâ tabirini öğrendiler. (Bu rüyâyı nasıl öğrendikleri kesin olarak bildirilmedi.) Kıskançlık ve hasedleri gittikçe arttı. Bu husûs Yûsuf sûresi 8, 9 ve 10. âyetlerinde şöyle bildiriliyor:”Hani kardeşleri bir araya gelip şöyle demişlerdi: “Yûsuf ve (ana baba bir) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz (birbirimizi destekleyen, kuvvetli) bir cemâatiz. (Biz on adet oğluyuz, hiç birimize onun kadar îtibâr ve himmet etmez). Babamız (onları bizim üzerimize tercihinde) açık bir yanlışlık içindedir. (İçlerinden biri dedi ki) “Yûsuf'u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki, babanızın teveccüh ve iltifâtı yalnız size olsun. Bundan (Yûsuf'u öldürüp veya uzak bir yere bıraktıktan) sonra da (işlediğiniz bu cinayetten dolayı Allahü teâlâya tevbe eder, babanıza güzel muâmelede bulunarak) sâlihlerden bir topluluk olasınız.” Onlardan birisi (Yehûda veya Robîl) onlara dedi ki: “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yûsuf'u öldürmeyin. (Zirâ o büyük günahtır). Onu bir kuyunun dibine bırakın ki, (oraya uğrayan) yolculardan birisi çıkarıp başka bir yere götüre… (Münasibi budur.) Bu sözü hepsi uygun buldular ve Yûsuf'u (aleyhisselâm) babasından istemek işini Yehûda'ya havâle ettiler. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları içinde en çok Yehûda'nın sözüne îtibâr ederdi. Ancak Yehûda, Yûsuf'un öldürülmesine râzı değildi. Kardeşlerinin ona bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Onlardan, öldürmeyip kuyuya atacaklarına dâir kesin söz aldı. Hep birlikte Ya’kûb'un (aleyhisselâm) huzûruna vardılar. Ondan Yûsuf'u istediler.
Onlar, babalarının, Yûsuf aleyhisselâmı kendilerine emânet etmeyeceğini hissediyorlardı. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâmın, onların Yûsuf'u (aleyhisselâm) hased ettiklerini öteden beri bildiğinin farkındaydılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp beraberlerinde götürebilmek için hîleye başvurdular. Babalannın yanına; Yûsuf'u (aleyhisselâm) çok seviyor, ona karşı pek şefkâtli ve merhametli tavırlarla vardılar. Babalarını ikna edip Yûsuf'u elinden almanın yollarını aradılar. Ona diller döktüler. Zamân zaman yaptıkları gibi ertesi gün de kıra giderek, çayır ve çimenler üzerinde istirâhat edip, koşu ve ok atma yarışı yapacaklarını ve yanlarında Yûsuf'u da götürmek istediklerini söylediler. Âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi babalarına; “Ey babamız. Sen Yûsuf'u bize (emanet husûsunda) niye inanmıyorsun. (Onun hakkında bizden niçin korkuyorsun?) Halbuki biz ona karşı şefkâtliyiz ve onun hayrını (iyilik ve faydasını) istiyoruz dediler. Yarın onu bizimle kıra gönder, bizimle (meyve) yesin, (ok atmak ve koşmak sûretiyle) oynasın. Biz onu zarardan muhâfaza ederiz dediler.” (Yûsuf sûresi: 11-12)
Ya’kûb (aleyhisselâm) rüyâsında, on tâne kurdun Yûsuf'a (aleyhisselâm) hücûm edip, öldürmeye kasdettiklerini görmüştü. O kurtlardan biri onu himâye etmiş, bu sırada yer yarılarak Yûsuf (aleyhisselâm) oraya girmiş, üç gün sonra tekrar ortaya çıkmıştı. Ya’kûb (aleyhisselâm), bu rüyâdan sonra, kardeşlerinin Yûsuf'a bir şey yapmalarından korkuyordu. Âyet-i kerîmede oğullarına şöyle dediği bildirilmektedir: (Babaları onlara); “Onu götürmeniz beni mahzûn eder. Siz ondan habersiz iken onu kurt (gelip) yemesinden korkarım dedi. (Bunun üzerine oğulları); “Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz dediler.” (Yûsuf sûresi: 13-14)
Ya’kûb (aleyhisselâm) oğullarının te’minat verip ısrârı ve yemîn etmeleri üzerine, Yûsuf'un da onlarla beraber gitmek için meyl ettiğini görünce, kazâya râzı olup, izin verdi. Sabah olunca Yûsuf'a (aleyhisselâm); “Gel şimdi seni bir kere öpeyim ve güzel kokunu koklayayım. Belki bir kere daha seni göremem. Zirâ dünyâ ayrılık evidir” dedi. Elbisesini giydirdi, güzel kokular sürdü. Bağrına basıp öptükten sonra kardeşlerine ısmarlayıp; “Yûsuf'u iyi gözetin” diye tenbih etti. Onlar da gözetip koruyacaklarına dâir söz verdiler.
Yûsuf (aleyhisselâm) onlarla beraber babasından ayrıldı. Babalarına yakın iken kardeşleri ona ikrâmda bulunuyor ve yakınlık gösteriyorlardı. Uzaklaşıp gözden kaybolunca ona karşı olan düşmanlıklarını gösterip, kaba davrandılar. Yûsuf'u (aleyhisselâm) öldürmek istiyorlardı. Bu sırada Yehuda isimli kardeşi, daha önce vermiş oldukları sözü hatırlatıp, öldürülmesine karşı çıktı. Onlara; “Onu öldürmeyeceğinize dâir söz vermediniz mi?” diyerek, onun kuyuya atılmasını teklif etti. Yehûda'nın teklifini hepsi kabûl ettiler ve kendilerince bilinen bir kuyunun yanına götürdüler. Üzerinden gömleğini çıkardılar. Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Ey kardeşlerim! Beni kuyuya atıyorsunuz. Ama kuyuda elbisesiz ne yaparım” deyince, ona; “Rüyânda gördüğün güneşi, ayı ve onbir yıldızı çağır. Sana yardım ederler” dediler ve Yûsuf aleyhisselâmın beline bir ip bağlayıp kuyuya bıraktılar. Sonra Yûsuf'un (aleyhisselâm) gömleğini alıp koyunlarının yanına geldiler. Bir koyun boğazlayıp, gömleği onun kanına buladılar. Akşam olunca da babalarına ağlayarak geldiler ve Yûsuf'un kanlı gömleğini gösterip; “Ey bizim babamız! Hakikaten biz gittik, yarış edecektik. Yûsuf'u da eşyalarımızın ve elbiselerimizin yanına bırakmıştık. (Bir de ne görelim) onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da (biliyoruz ki) sen bize inanıcı değilsin dediler.”(Yûsuf sûresi: 17) “Bir de üstüne yalan bir kan bulaştırılmış olan gömleği getirdiler. Ya’kûb aleyhisselâm onlara; “Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim” dedi.” (Yûsuf sûresi: 18) Ya’kûb aleyhisselâm çok sevdiği oğluna hasretinden dolayı üzülüp ağlayarak, üzerine kan bulaştırılmış gömleği yüzüne gözüne sürdü. Ya’kûb aleyhisselâm gömleğe baktı, kana bulanan gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görünce; “O kurdun Yûsuf'uma karşı şefkâti sizden fazla imiş. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf'a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabretmekten güzel bir şey yoktur” dedi. İçli içli ağladı ve kalbini Allahü teâlâya bağlayıp, oturdu.
Ya’kûb aleyhisselâm çevresinde çok iyi tanınır, ilim ve makâm sâhipleri ona hürmet gösterirlerdi. Eğer isteseydi, oğulları tarafından kurt yediği bildirilen Yûsuf aleyhisselâm hakkında araştırma yaptırır, onun hâl ve durumu hakkında bilgi edinebilirdi. Ancak böyle bir yola başvurmadı.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâm hakkında böyle bir araştırma yaptırmamasının sebepleri, Râzî tefsîrinde şöyle bildirilmektedir:
1- Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmı böyle bir araştırma yapmaktan men etmiş olabilir.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'un (aleyhisselâmAllahü teâlâ tarafından korunacağını, onun şânının ve mertebesinin yüksek olacağını biliyordu.
3- Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının bu husûsta yaptıklarını araştırıp, ortaya koymak sûretiyle, onların insanların dillerine düşmesini istemedi.
4- Bir babanın iki oğlundan birisi diğerine zulüm ettiği zaman, bu durum babaya çok acı gelir. Eğer zulmeden oğluna, lâzım gelen cezâyı vermese, haksızlığa uğrayan oğlu için yüreği yanar. Zulüm yapan oğluna cezâ verse, bu defâ baba olma sebebiyle onun için kalbi üzülür. Her iki hâlde de baba olan kimse acı bir durumla karşı karşıya kalmaktadır. Ya’kûb aleyhisselâm böyle bir musîbete maruz kalınca, en doğru işin, sabır ve sükut olduğunu, bu işi Allahü teâlâya havâle etmek gerektiğini daha doğru buldu.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un ayrılığından dolayı üzülüyor, üzüntüsünü içine atıyordu. Mahzûn ve kederli olduğu hâlde bunu kimseye göstermek istemiyordu. Sabrederek cenâb-ı Hakk'a ilticâda bulunuyordu. Takdir-i ilâhîye râzı olup, hâlinden kimseye şikâyette bulunmuyordu. Ona kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Çünkü oğlunu kurdun yemediğini yakînen biliyordu. Bir gece rüyâsında Azrâil aleyhisselâmı gördü. Ona; “Yûsuf'un rûhunu kabz ettin mi?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâmda; “Kabzetmedim” cevâbını verdi. Yıllarca ümîd ile yaşayıp, Allahü teâlâdan sabr-ı cemîl diledi.
Sabr-ı cemîl, başa gelen belâ ve musîbet karşısında, mahlûklara hiç şikâyet etmemek ve sabırlı olmaktır. Ya’kûb aleyhisselâm da kimseye şikâyet etmedi ve meâlen; “Ben büyük kederimi, mahzûnluğumu yalnız Allahü teâlâya arzediyorum dedi.” (Yûsuf sûresi: 86)
Bir babanın, oğluna karşı şefkâtinden dolayı üzüntüsü ve ağlaması elinde olmadığından, onun sabrına ve Allahü teâlâya tevekkül etmesine mâni değildi. Çünkü elem verici bâzı hâdiseler karşısında sessizce ağlamak mubâhtır. Buna insan mâni olamaz. Nitekim Buharî ve Müslim'in bildirdiklerine göre; sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) küçük yaşta olan oğlu İbrâhim vefât edince ağladı ve buyurdu ki: “Kalb mahzûn olur, göz yaşlarını akıtır. Fakat Rabbimizin gazâbına sebep olacak bir şeyi söylemeyiz ve biz ey İbrâhim! Senin firâkından dolayı elbette mahzûnuz.”
Hülâsa böylece sessiz olarak ağlamak mubâhtır. Fakat bir musîbetten dolayı feryâd ve figân etmek yâni yüksek sesle ağlamak, saçını başını yolmak, yakasını yırtmak, elbisesini parçalamak dînimizce yasaklanmıştır. Takdîr-i ilâhiye isyân özelliğinde olan bu tür hareketlerden kaçınmalıdır.
Atıldığı kuyudan Mısır'a giden bir kervan tarafından kurtarılıp, Mısır mâliye nâzırına köle olarak satılan Yûsuf aleyhisselâm nâzırın hanımı Züleyha'nın arzusuna karşı geldiği için, iftirâsına uğradı ve zindana atıldı. Zindanda uzun müddet kaldıktan sonra Mısır melikinin gördüğü bir rüyâyı tabir ederek, yedi yıl bolluktan sonra yedi yıl kıtlık olacağını haber vermesi üzerine, zindandan kurtuldu ve maliye nâzırı oldu. Bereket yıllarında bol bol erzak depo etti. Yedi yıllık bir bolluktan sonra Mısır ve civarındaki ülkelerde kıtlık ve kuraklık baş gösterdi. İlk bir sene hiç yağmur yağmadı. Ekinler biçilmedi ve halk elinde olan tahılları yedi. İkinci yıl da şiddetli bir kıtlıkla karşılaştılar. Üçüncü yıl da böyle geçti. Hiç bir yerde tedbir alınmadığından, Mısır'dan başka hiç bir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısır'a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdaya değiştiler. Dördüncü yıl da ne kadar mal, davar ve kumaş varsa, getirip karşılığında buğday aldılar.
Kıtlık bu şekilde devam ederken, Ya’kûb aleyhisselâm oğullarına; “Mısır'a gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır sultânının bir hazînedârı varmış, tahıl ambarlarının hepsi onun elinde imiş. İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere imiş. Nasıl bir kimsedir gidip görün ve biz İbrâhim oğullarındanız deyin. Belki İbrâhim aleyhisselâmın soyundan olduğunuzu bilir de size kolaylık gösterir” dedi. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu gönderdi. Bünyamin, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yâdigarı olup, onu yanından hiç ayırmazdı. Çünkü o, Yûsuf'la (aleyhisselâm) ana bir kardeştiler.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları Mısır'a gittiler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna çıktılar. Yûsuf aleyhisselâm onları tanıdı. Bu husûs Yûsuf sûresi 58. âyetinde meâlen şöyle haber verilmektedir: “Kardeşleri Yûsuf'un (aleyhisselâmhuzûruna girince, Yûsuf (aleyhisselâmonları tanıdı. Onlar ise kendisini tanımıyorlardı.”
Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Siz kimsiniz? Ne maksadla geldiniz?” diye sorunca, onlar da; “Şam tarafından buğday almağa geldik” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm); “Yalan söylüyorsunuz. Siz buğday alıcıları değil, câsuslara benziyorsunuz. Maksadınız neyse haber veriniz.” dedi. Bunun üzerine kardeşleri; “Biz Ken’ân vilâyetindeniz. İhtiyâr bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Ya’kûb'dur. Beldemizde kıtlık var. Mısır'dan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu duyan babamız, bizi sana gönderdi” diye cevap verdiler. Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Şimdi babanız nerede ve kiminle beraberdir?” diye sorunca onlar da; “Ken’ân ilinde bizim en küçük kardeşimizle beraber kaldı. Babamızın, o küçük kardeşimizin annesinden bir oğlu daha vardı. Adı Yûsuf olan o oğlunu çok severdi. Kırda telef oldu. Onun derdinden babamız, ismi Bünyamin olan küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan üzüntüsü sebebiyle gözleri de görmez oldu. Bir ev yaptırdı. Yûsuf'a olan üzüntüsü sebebiyle o eve Beyt-ül ahzân dedi. Her gün o eve girer. Yûsuf diye ağlar” dediler.
Yûsuf aleyhisselâm emretti. Onların parası alındı, hepsi için birer yük buğday verildi. Onlara; “Bir daha gelirken, öteki kardeşinizi de getirin! Onu getirmezseniz size zâhire vermem” dedi. Paralarını da gizlice zâhirenin arasına koydurdu. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki Yûsuf (aleyhisselâmonların zâhirelerini yükletip, hazırladı. Onlara dedi ki: “(Bir daha gelirken) baba bir kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin. Görmüyor musunuz ki (yani işte görüyorsunuz) size tam ölçek veriyorum. (Babanızın yanında kalan birâderiniz adına da zâhire veriyorum.) Ben misâfirperverlerin hayırlısıyım. Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size hiç bir zâhire yoktur. Yanıma da gelmeyiniz, diyârıma da girmeyiniz”. Dediler ki: “Onu babasından istemeye çalışırız ve her hâlde bunu yaparız.”
“Yûsuf (aleyhisselâmonların zâhire yüklerini hazırladı. Uşaklarına da; Sermâyelerini yüklerinin içine koyuverin. Olur ki, âilelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri Bünyamin ile beraber buraya) dönerler dedi. Vakta ki babalarına (Ken’ân iline) döndüler, dediler ki: “Ey babamız! (Eğer Bünyamin'i bizimle beraber göndermezsen) bizden zâhire men olundu. Şimdi kardeşimizi bizimle (Mısır'a) gönder ki zâhire alalım. Biz onu koruyucularız.” Ya’kûb (aleyhisselâmonlara dedi ki: “Bundan önce, kardeşi Yûsuf'u size (emanet husûsunda) inandığım gibi, onu (Bünyamin'i) da inanır mıyım? Allahü teâlâ en hayırlı koruyucudur ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
 “Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları getirdikleri yüklerini açtıkları zaman, (ihsan olarak) sermâyelerini kendilerine iâde edilmiş buldular. Dediler ki: “Ey babamız! Daha ne istiyoruz. (Bundan ziyâde iyilik olur mu?) İşte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz onunla tekrar âilemize zâhire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. (Kardeşimiz Bünyamin'i götürmekle)bir deve yükü zâhire de fazla alırız. Bu (seferki aldığımız) az bir ölçektir, bizi idâre etmez.” (Yûsuf sûresi: 59-65)
Ya’kûb aleyhisselâm; “O akçeyi geri götürün. Belki yanılmış olabilirler. Yâhud bizi denemişlerdir. Peygamber oğullarıdır. Görelim, helâli haramı seçerler mi? demiş olabilirler” dedi. Sonra Bünyamin'i geri getireceklerine dâir onlardan söz aldı. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; “Etrâfınız kuşatılıp çâresiz kalmanız müstesna, onu (Bünyamin'i) geri getireceğinize dâir Allahü teâlâdan bana sağlam bir taahhüt verinceye kadar sizinle beraber göndermem.” dedi. Onlar da babalarına te’minatlarını verince; o da; “Allah benim ve sizin bu dediklerinize vekil (şahit olsun)” dedi.” (Yûsuf sûresi: 66)
Ya’kûb aleyhisselâm söylediklerine Allahü teâlâyı şâhid tuttuktan sonra onlara meâlen; “Ey oğullarım! Mısır'a varınca hepiniz bir kapıdan girmeyin. Herbiriniz ayrı ayrı kapılardan girin. (Bununla beraber bu sözümle) Allah'ın kazâsından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. Ben ancak ona güvenip dayandım. Tevekkül edenler de ona güvenip dayanmalıdır” dedi.” (Yûsuf sûresi: 67) Bu sözüyle onlar üzerine nazar isâbet edeceğinden korktu.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları Mısır'a vardıkları zaman, babalarının bildirdiği gibi değişik kapılardan şehire girdiler. Kardeşleri Bünyamin'i Yûsuf aleyhisselâmın yanına getirdiler ve; “İşte o küçük kardeşimiz budur, getirdik.” dediler. Yûsuf aleyhisselâm onları huzûruna aldı, gereken ikrâm ve iltifâtta bulunduktan sonra, onların her ikisinin birer odada yatabileceği şekilde hazırlık yapılmasını hizmetçilerine emretti. Onlar onbir kardeş idi. Her ikisi birer odaya istirâhat etmek için verildiler. Bünyamin yalnız kalınca ağladı ve; “Kardeşim Yûsuf sağ olsa idi benimle beraber bir odada kalırdık” dedi. O vakit Yûsuf aleyhisselâm; “Gel sen de benim odamda misâfir ol” dedi. Fakat Bünyamin kardeşi Yûsuf'u (aleyhisselâm) hâlâ tanıyamamış ve kardeşlerinden ayrı kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Yûsuf aleyhisselâm bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamin'e; “Ölen kardeşin yerine, benim sana kardeş olmamı ister misin?” diye sorunca, Bünyamin; “Senin gibi eşsiz bir kardeşi kim bulabilir. Fakat senin baban Ya’kûb aleyhisselâm değil, ve seni annem Râhil doğurmadı” deyince, Yûsuf aleyhisselâm ağladı ve kalkıp Bünyamin'in boynuna sarılarak; “Ben senin kardeşin Yûsuf'um” diyerek kendisini tanıttı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmin Yûsuf sûresi 69. âyetinde meâlen; (Kardeşleri) Yûsuf'un huzûruna girince o, kardeşini (Bünyamin'i) kendi yanına aldı: Ben senin hakîkî kardeşinim. Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için mahzûn olma dedi.” buyrularak haber verilmiştir.
Bünyamin'e; “Tasalanma, onların bana ettiklerinden dolayı, Allahü teâlâya şükrediyorum. Senin bildiğini onlar bilmemektedirler” dedi. Bünyamin, kardeşi Yûsuf'u tanıyınca çok sevindi ve göz yaşları dökerek babası Ya’kûb aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf'un ayrılığından dolayı çektiği mihnet ve sıkıntıları haber verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm kardeşi Bünyamin'e; “Sakın beni onlara bildirme” dedi. Bünyamin; ayrılmak istemediğini söyleyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Fakat babamızın benim yokluğuma ne kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü daha da artar. Buna başka bir yol bulalım” dedi. Bünyamin de; “Karar senindir. İstediğini yap.” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dîninde, bir kimsenin bir şeyi çalınsa, mal sâhibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal sâhibine kölelik ederdi. Mûsâ aleyhisselâm zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti.
Yûsuf aleyhisselâm, tedbir olarak, Mısır melikinin altından yapılmış su tasını, kardeşi Bünyamin'in yükünün içine koymalarını emretti. Tası, Bünyamin'in yükü içerisine koydular.
Bu husûslar Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirildi: “Vakta ki Yûsuf (aleyhisselâmkardeşlerinin (her birine birer deve yükü olmak üzere) yüklerini hazırladı. (İhtiyaçlarının hepsini yerine getirdi ve onların haberi yok iken) su kabını (öz) kardeşinin (Bünyamin'in) yükü içine koydu. (Kâfile şehirden ayrılıp, biraz mesâfe katettikten) sonra, bir münâdî yetişip şöyle nidâ etti: “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız.” (Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri) geriden gelenlere dönerek; “Ne kayboldu. Aradığınız nedir?” dediler. Dediler ki “Melikin su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (zahîre) var. Ben de buna kefilim. (Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları); “Vallahi siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesâd çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz. (Eğer biz hırsız kimseler olsaydık, daha önce yükümüz içine konulan sermâyeleri geri getirip vermezdik)” dediler. (Yûsuf aleyhisselâmın adamları) dediler ki: “Eğer (hırsız değiliz) sözünüzde yalancı çıkarsanız, (sizin dîninizde) hırsızın (su kabını çalanın) cezâsı nedir?” (Ya’kûb'un oğulları) dediler ki “Onun (bizim dînimizde, tası çalanın) cezâsı, (çalınan mal, yâni su kabı) kimin yükünde bulunursa, odur. (Yani hırsız, mal sâhibinin kölesi olur.) Biz zâlimleri (hırsızlık yapanları) böyle cezâlandırırız.” (Yûsuf sûresi: 70-75)
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, pederlerinin dîninde hırsızlığın hükmünü söyledikten sonra, Yûsuf aleyhisselâmın adamları; “Yüklerinizi aramamız lâzımdır” dediler. Onları yoldan çevirip geri getirdiler. Âyet-i kerîmede buyruldu ki:(Yûsuf aleyhisselâm) derhal kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden önce diğerlerinin yüklerini aramaya başladı. Nihâyet, onu (su kabını) kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbiri (vahiyle) öğrettik. Yoksa Mısır melikinin dîninde kardeşini (Bünyamin'i) tutmak ve esir etmek mümkün değildi. Ancak, Allahü teâlâ onu (babasının dîni üzere tutmasını) irâde etti. (Yûsuf aleyhisselâmı kardeşlerine üstün kıldığımız gibi) dilediğimiz kimseyi (ilimle) nice derecelere yükseltiriz. Her ilim sâhibinin üstünde bir âlim vardır.” (Yûsuf sûresi: 76)
Kaybolan su kabının, ummadıkları bir şekilde Bünyamin'in yükünden çıkması üzerine, Yûsuf'un kardeşleri telâşa kapıldılar. Bünyamin'e serzenişte bulundular. Sonra Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf aleyhisselâma şöyle dedikleri bildirilmektedir:(Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları) dediler ki: “Ey Azîz! Hakîkat bunun ihtiyâr bir babası vardır. (Onu bizden fazla sever. Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur.) Binâenaleyh onun yerine birimizi alıp onu âzâd eyle. Biz, muhakkak seni iyilik edenlerden görüyoruz, ihsânını tamamla.” (Yûsuf sûresi: 78)
“Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını (günahı olmayanı) alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Çünkü o takdirde (sizin dîninize göre, verdiğiniz fetvâya göre) biz de elbette zâlimlerden oluruz.” (Yûsuf sûresi: 79)
“Ya’kûb'un (aleyhisselâmoğulları, kardeşleri Bünyamin'i alabilmekten ümîdlerini kestiler. Fısıldaşarak bir kenara çekildiler. Onların büyükleri (Robil, Şem’ûn veya Yehuda olduğu rivâyet edilmiştir); “Babamızın sizden Allahü teâlânın adıyla te’minat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğimiz kusuru bilmez misiniz? (Muhakkak bilirsiniz.)Artık ben, babam bana izin verinceye (yanına çağırıncaya) veya Allahü teâlâ (kardeşimi kurtararak iadesine) hükmedinceye kadar buradan (Mısır'dan) kat’iyyen ayrılmam. O Hâkimlerin hayırlısıdır, hakkın gayrı ile hükmetmez.” (Yûsuf sûresi: 80) Kendisi orada kaldı ve Kur'ân-ı kerîmde kardeşlerine meâlen; “Siz, babanızın yanına dönün (hadiseyi olduğu gibi anlatın) ve deyin ki: “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun (Bünyamin, bizim gördüğümüze göre) hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhidlik ederiz. (Su kabı Bünyamin'in yükünden çıktı.) Gaybı bilmeyiz ve gaybın bekçileri de değiliz. Eğer bize inanmazsan içinde bulunduğumuz (ve döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da, aralarında geldiğimiz kervana da sor. (Su tası onun yükünde nasıl bulundu?) Biz, şüphesiz doğru söyleyicileriz” şeklinde bildirilmektedir. (Yûsuf sûresi: 81-82)
Bünyamin, Yûsuf aleyhisselâm tarafından alıkondu. Büyükleri (Şem’ûn, Robil veya Yehuda) de Ken’ân'a dönmeyip Mısır'da kaldılar. Hazret-i Ya’kûb'un oğullarından dokuz tanesi Mısır'dan Ken’ân diyârına gelince, olan her şeyi babalarına anlattılar. Ya’kûb aleyhisselâm söylenenleri dinledi. “Ah Yûsuf!” diye inledi ve Kur'ân-ı kerîm de meâlen şöyle dediği bildirildi:(Ya’kûb aleyhisselâmşöyle dedi; “Hayır! (Aranızda kararlaştırdığınız bu işi) nefsleriniz sizi aldatıp süsleyerek, kolay gösterdi. (Yoksa Mısır meliki bizim dînimizdeki hırsızın hükmünü ne bilsin?)Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Umulur ki, Allahü teâlâ onların (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ alîmdir, hakîmdir.”
“Ya’kûb aleyhisselâm onlardan yüz çevirdi: “Ey Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan hüznüm ve üzüntüm! Gel! Tam şimdi senin gelmen zamanıdır” dedi. Hüzün ve kederinden gözlerine ak düştü. (Evlâdına hasretten kalbi üzüntü ile dolu olup, kalbinde) onu tamâmen tutar, izhâr etmezdi.” (Yûsuf sûresi: 83-84) Ya’kûb aleyhisselâm gece-gündüz durmadan ağlardı. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılık ateşinden o kadar ağladı ki, gözlerine ak düşüp görmez oldu. Onun bu hâline oğullarının veya diğer ehl-i beytinin, âyet-i kerîmede şöyle dediği bildirilmektedir: ”Oğulları, Ya’kûb'a (aleyhisselâm), “Yûsuf'u anmaktan geri durmuyor, onun sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi, sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yâhut helâk olacaksın” dediler. Onların bu sözleri karşısında Ya’kûb (aleyhisselâm); “Ben, kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, yalnız Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size bir şikâyetim yoktur.) Ben, sizin bilmeyeceğiniz nice şeyleri Allahü teâlâ tarafından biliyorum” dedi.” (Yûsuf sûresi: 85)
Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un ayrılığı üzerinden uzun zaman geçmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâdan ümidini kesmemişti. Oğlu Yûsuf'a kavuşacağı günü umid ediyor ve merâkla bekliyordu. Mısır'a buğday almak için gidip kardeşleri Bünyamin'i de bırakıp gelen oğulları; Ya’kûb aleyhisselâma Mısır maliye nâzırının durumunu anlattıkları zaman, Ya’kûb aleyhisselâm kendini zor tutup; “Bu, olsa olsa Yûsuf olur” dedi ve Yûsuf sûresi 87. âyetinde meâlen zikredildiği gibi; “Ey oğullarım. (Mısır'a) gidin. Yûsuf’lâ kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmeyin. Zirâ hakîkat şudur ki, kâfirler gürûhundan başkası, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmez dedi.” Yâni: “Oğullarım! Tekrar Mısır'a gidiniz de Yûsuf'dan ve kardeşi Bünyamin'den bir haber sorun. Onlara âit malûmat edinmeye çalışınız ve Allahü teâlânın rahmetinden, fazl ve ihsânından ümîdinizi kesmeyiniz. Allahü teâlânın rahmet ve bereketiyle kardeşiniz Yûsuf'a kavuşabilirsiniz” dedi.
Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek, mü’min için aslâ câiz değildir. Mü'mine yakışan; kavuştuğu nîmetlerden dolayı cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükretmek; bir musîbet ve belâya uğrayınca da onun giderilmesi için Allahü teâlâya niyâzda bulunmaktır.
Hiç bir zaman ve hiç bir sûrette ümîdsiz olmamalıdır. Çünkü bir kimse Allahü teâlânın varlığını, kudretini, rahmetinin sonsuzluğunu ve ihsânını bilip tasdik ederse, O'nun rahmetinden de ümîd kesmesi mümkün değildir. Allahü teâlâ Hicr sûresi 56. âyetinde meâlen,”Rabbinin rahmetinden, sapıklar (Allah'ın rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin sonsuzluğunu, Allahü teâlâyı bilmekte hatâ edenler) dan başka kim ümidini keser” buyurarak, rahmetinden ümîd kesmenin büyük günah ve dalâlet olduğunu bildirdi.
“İhyau Ulumiddîn” de yazılı olan hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:”Benî İsrâil'den bir kimse, insanları Allahü teâlânın rahmetinden ümîdsiz ederdi. Onlara ağır işler söylerdi. Allahü teâlâ kıyâmet günü ona; “Kullarımı benim rahmetimden ümîdsiz ettiğin gibi, bugün, ben de seni rahmetimden ümîdsiz ederim der” ve “Allahü teâlâ; “Kulum gökler dolusu kadar günah işlese, istiğfâr edip bana ümîd etse, onu affederim” ve “Kul dünyâyı dolduracak kadar günah işlese, ben de dünyâ dolusu rahmet ederim.” buyurdu.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de günahlarının çokluğu sebebiyle ümîdsiz olan birini gördü. O kimseye; “Ümidsiz olma! Allahü teâlânın rahmeti senin günahından büyüktür.” buyurdu.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları kardeşlerine gitmek üzere; biraz para, biraz yün ve biraz da yağ alarak Mısır'a doğru yola koyuldular. Yola çıkmadan önce Ya’kûb aleyhisselâm Mısır mâliye nâzırına verilmek üzere bir mektup yazıp, oğullarına verdi.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları Mısır'a vardıkları zaman Yûsuf'un (aleyhisselâm) huzûruna girince, söyledikleri Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları Mısır'a gidip) Yûsuf'un (aleyhisselâmhuzûruna çıktılar. Dediler ki: “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık (kıtlık, fakirlik ve açlık) ulaştı. Çok az ve değersiz bir sermâye ile geldik. (Sermâyemizin azlığına değersiziğine bakmayıp, lutfen) bize yine tam ölçek ver. (Kardeşimizi bize iâde etmek ve pek ehemmiyetsiz olan sermâyemizi kabûl etmek sûretiyle) hakkımızda ayrıca tasaddukta bulun. Zirâ Allahü teâlâ sadaka verenleri mükâfâtlandırır.” (Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerinin bu sözleri karşısında); “Siz (sonunun nereye varacağını) bilmeden Yûsuf'a ve kardeşine yaptığınızın kötülüğünü anlayıp ondan tevbe ettiniz mi? dedi.” (Yûsuf sûresi: 88-89) “Yâni Yûsuf'u kuyuya attınız ve kardeşini ondan ayırdınız.” Bu arada babalarının gönderdiği mektubu Yûsuf'a (aleyhisselâm) verdiler. Yûsuf aleyhisselâm mektubu alıp okudu, ağladı. Yine âyet-i kerîmede şöyle buyuruldu: “(Yûsuf aleyhisselâmın bu sözü üzerine Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları;) “Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?” dediler. Yûsuf da (aleyhisselâm); “Ben Yûsuf'um ve bu da kardeşim (Bünyamin) dir. Allahü teâlâ (birbirimize kavuşturmakla) bize, lutf ve ihsânda bulundu. Zirâ hakîkat şudur ki, kim Allah'tan korkar, belâlara katlanırsa, muhakkak Allahü teâlâ (takva ve sabır sâhibi olan) muhsinlerin mükâfâtını zayi etmez” dedi.
(Yûsuf aleyhisselâmın bu sözü üzerine kardeşleri) dediler ki; "Yemîn ederiz ki, Allahü teâlâ(zikrettiğin sıfatlar, güzel ahlâk, ilim, hilim, fazîlet ve saltanatla) muhakkak seni bizden üstün kıldı. Hakikat biz sana yaptığımız muâmeleden dolayı günahkâr olduk.” Yûsuf (aleyhisselâmonlara dedi ki: “Bugün size, bir kınama, bir ayıplama yoktur. Allahü teâlâ size merhamet etsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Büyük ve küçük bütün günahları afleder.) (Yûsuf sûresi: 90-92)
Kardeşlerinin hatırını sorduktan sonra onlara ikrâmlarda bulundu. Babasının hâlinden haber sordu. Dediler ki; “Bu sefer biz Bünyamin'i bırakıp vardığımızda o kadar ağladı ki, gözleri görmez oldu.”
Rivâyet edilir ki, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri ona; “Siz, bizi sabah-akşam yemeğe dâvet ediyorsunuz. Biz ise sana yaptıklarımızdan ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz” dediler, Yûsuf aleyhisselâm da cevâbında dedi ki: “Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; “Yirmi dirheme satılmış bir köleyi ulaştığı şu mertebeye kavuşturan Allah'ı tenzih ederiz.” diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde seref kazandım. Mısırlıların nazarında yükseldim. Çünkü onlar sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrâhim aleyhisselâmın torunlarından ve Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından olduğumu öğrendiler.”
Senelerdir süren ayrılığın sona ermesini ve babasının sevinmesini isteyen Yûsuf'un, kardeşlerine Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle dediği bildiriliyor: “Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine; Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeğe başlar. Sonra bütün âilenizi de bana getirin.” (Yûsuf sûresi: 93)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından Yehûda; “Kanlı gömleği babama götürüp onu kedere boğmuştum. Bu gömleği de ben götürüp onu sevindireyim” dedi. Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine pek çok buğday verdi. Hayvanlarını yükleyip, Mısır'dan Ken’ân diyârına doğru yola çıktılar. Allahü teâlânın takdiri ile Yûsuf aleyhisselâmın kokusu, Ya’kûb aleyhisselâma ulaştı. Ya’kûb aleyhisselâm çok sevdiği oğlunun kokusunu duyunca, âyet-i kerîmede, yanındakilere şöyle dediği bildirilmiştir: “Vakta ki kâfile Mısır'dan ayrıldı. (Ya’kûb aleyhisselâm yanındakilere); Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yûsuf'un kokusunu buluyorum dedi. (Yanında bulunanlar) dediler ki: "Sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun (Onu unutamıyorsun). (Yûsuf 94-95) Yâni sen hâlâ Yûsuf'a karşı eski muhabbetini sürdürüyorsun. Yûsuf senden ayrılalı uzun zaman oldu. Daha sen Yûsuf'u unutmazsın ve dilinden düşürmezsin.” dediler. Yehûda, Ken’ân diyârına gelince, kervandan ileriye geçip Yûsuf aleyhisselâmın gönderdiği gömleği ve bir mektubu babasına götürdü. Hazret-i Yûsuf'un gömleğini, Ya’kûb aleyhisselâmın gözlerine sürdü. Allahü teâlânın fazlı ve ihsanıyla gözleri hemen açılıp görmeye başladı. Bu sırada Yûsuf aleyhisselâmın gönderdiği mektubu da Ya’kûb'a (aleyhisselâm) verdi. Ya’kûb aleyhisselâm mektubu okuyunca; “Allah'a yemîn ederim ki, bu mektup melik mektubu değil, peygamber mektubudur. Bu mektubu yazan da olsa olsa Yûsuf'umdur.” dedi. Bunun üzerine Yehûda, oğlu Yûsuf'un hayatta olduğunu müjdeledi. “Seni ve bütün hânedanını Mısır'a dâvet ediyor.” dedi.
Ya’kûb aleyhisselâm müjdeyi getiren oğluna; “Yûsuf'u nasıl bıraktın?” diye sorunca o da; “Yûsuf, Mısır mâliye nâzırıdır” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm; “Ben nâzırı ne yapayım, hangi din üzeredir?” deyince, oğlu da; “O, İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzeredir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm; “Nimet tamamlandı.” diye şükretti.
Bu sırada diğer oğulları da gelmişlerdi. Ya’kûb (aleyhisselâm) ile oğulları arasındaki görüşme, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ya’kûb (aleyhisselâm); “Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından muhakkak biliyorum demedim mi?” dedi. Oğulları; “Ey bizim babamız! Allahü teâlâdan bizim için günahlarımızın mağfiretini iste. Gerçekten biz günahkârlardan olduk” dediler.
(Ya’kûb aleyhisselâm da); “Sizin için, Rabbime, sonra istiğfâr ederim. Hakikat şudur ki, çok günah örtücü, çok merhamet edici ancak O'dur” dedi.” (Yûsuf sûresi: 96-97)
Müfessirler, Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına; “Sizin için sonra istiğfâr ederim” buyurmasının sebebini, değişik şekillerde îzâh etmişlerdir. Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bunun sebeplerini şu şekilde beyân buyurdu:
1- Ya’kûb aleyhisselâm istiğfârı seher vaktine tehir etti. Çünkü seher vakti duâların kabûl olması için en uygun zamandır.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için mağfiret dilemeyi, Cumâ gecesine tehir etti. Zirâ Cumâ gecesi, duâ ve tevbelerin kabûlü için en uygun zamandır.
3- Ya’kûb aleyhisselâm; oğullarının hakîkaten günahlarına pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlâsla olup olmadığını anlamak için istiğfâr etmeyi geciktirdi.
4- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için hemen istiğfâr etti. Sizin için sonra istiğfâr ederim demesi; “Gelecekte de istiğfâr etmeye devam edeceğim” mânâsınadır.
“Bahr-ül ulûm” ve “Kâdı Beydâvî” tefsîrlerinde diyor ki: Ya’kûb aleyhisselâm, sizin için sonra istiğfâr ederim dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiği için, Yûsuf'la görüştükten sonra sizi affederse istiğfâr ederim demektir. İstiğfarı, Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüştükleri vakte kadar tehir etti.

Ya’kûb aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf’lâ (aleyhisselâm) karşılaşması:

Senelerdir ayrılık ateşiyle yanan Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın dâveti üzerine, oğulları ve âilesine mensup olan kimseleri topladı. Mısır'a gitmek üzere hazırlandı. Bu kâfilede; hanımlar, oğulları ve torunları vardı. Ken’ân ili ahâlisiyle vedâlaşan Ya’kûb aleyhisselâm, Mısır'a hicret etmek üzere yola çıktı.
Ya’kûb aleyhisselâmın bütün âile fertleriyle Mısır’a gitmek üzere yola çıktığını haber alan Yûsuf aleyhisselâm, babasını karşılamak üzere pek çok hazırlıklar yaptı. Bir çok binek hayvanı ve askerle, babasını karşılamak üzere yola çıktı. Karşılamaya çıkanlar arasında, Mısır meliki Reyyân bin Melik de vardı. Babası ve berâberindekilerin yaklaştığı haberini alan Yûsuf (aleyhisselâm), yolda beklemeye başladı. Askerler saf saf dizildiler. Babasının dinlenmesi için bir gölgelik de hazırlatmıştı.
Süslü devesine binmiş olan Ya’kûb (aleyhisselâm), evlâdları ve kalabalık mâiyeti ile yaklaşıyordu.
Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, Ya’kûb'a (aleyhisselâm); “Semâya bak, nice zaman sizin elem ve üzüntünüz sebebiyle hüzünlü olan melekler, sürûr ve sevincinizi görmek üzere seyre çıkmışlardır” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm; “Oğlum Yûsuf nerede? Bana onu göster” deyince, Cebrâil aleyhisselâm; “İşte, üzerinde gölgelik bulunan karşıdaki kimsedir” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u görünce, devesi üzerinde duramayarak yere indi. Yehûda'nın omuzuna dayanarak yürümeye başladı.
Yûsuf (aleyhisselâm) tevâzû ve hürmetle babasına yaklaştı. Yûsuf aleyhisselâm önce selâm vermek istedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Evvela Ya’kûb'un (aleyhisselâm) selâm vermesi münâsibdir” dedi. Karşılaştıkları sırada Ya’kûb aleyhisselâm; “Esselâmü aleyke yâ müzhibel-ahzân!” (Selâm sana ey hüzünleri ve üzüntüleri gideren) dedi. Yûsuf (aleyhisselâm) da babasının selâmını aldı. Uzun yıllardır hasret olan baba ve oğul, birbirlerinin boyunlarına sarılıp kucaklaştılar. Sürûr ve sevinçlerinden ağladılar. Her iki taraftan gelenler, birbirleriyle kaynaşıp muhabbetle sohbet ettiler. Daha sonra, babasını ve mâiyetindekileri alıp saraya götürdü. Onlara, ikrâm ve ihsânda bulundu. Ya’kûb aleyhisselâm, saraya gelince yanına gelen torunlarını (yani Hazret-i Yûsuf'un; Efrâyim, Mişa ve Rahîme adlı çocuklarını) kucaklayıp öptü. Onlar da, dedelerinin ellerini öptüler.
Sohbet esnâsında, Yûsuf aleyhisselâm babasına; “Babacığım, benim ayrılığım sebebiyle, gözlerini kaybedinceye kadar ağladın. Allahü teâlânın bizi, kıyâmette buluşturacağını bilmiyor muydun?” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da; “Biliyordum oğlum, fakat senin dînine bir zarar getireceklerinden ve bu sûretle senin ile benim aramı açacaklarından korktum. Bütün korkum, dînine zarar gelmesiydi. Bu bakımdan, Allahü teâlâdan bizi devamlı îmânımızda sabit kılmasını diliyorum” cevâbını verdi.
Allahü teâlâ Ya’kûb aleyhisselâma; “Oğlun Yûsuf'u niçin iâde ettim biliyor musun?” buyurunca, Ya’kûb aleyhisselâm; “Bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ da; “Çünkü sen ümidini bana bağladın ve; “Umulur ki Allahü teâlâ onların hepsini birden bana getire” dedin ve yine; Oğullarım! Tekrar Mısır'a gidin de, Yûsuf’dan ve kardeşi Bünyamin'den bir haber sorun. Onlara âit malûmat edinmeye çalışın ve Allahü teâlânın rahmetinden, fazl ve ihsânından ümîd kesmeyin” dediğin için iâde ettim” buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına kavuştuktan sonrası, Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf sûresi 100. âyetinde şöyle haber veriliyor: “Babasını ve anasını (teyzesi veya üvey anasını) tahtının üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için (ona kavuştukları için) secde ettiler. (yani onu selâmladılar. Yûsuf aleyhisselâm) dedi ki: “Ey babam! İşte bu, evvelce gördüğüm rüyânın tevilidir. (açıklamasıdır) Hakikaten Rabbim, o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, (Allahü teâlâ) sizi çölden (Ken’ân diyârından) getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dilediği şeyleri çok güzel, çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki, hakkıyla bilen, tam hikmet sâhibi olan ancak O'dur.”
Yûsuf aleyhisselâmın annesi Râhil, kardeşi Bünyamin'in doğumundan hemen sonra vefât etmişti. Müfessirlerin ekserîsi, bu âyet-i kerîmedeki annenin, üvey annesi veya teyzesi olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın annesinden önce, onun kız kardeşi Leyâ ile de evlenmişti. Kur'ân-ı kerîmde, teyze, anne yerine zikredilmiştir. Nitekim amca da, baba yerine zikredilmiştir.
Âyet-i kerîmede geçen secde de, selâmlamak mânâsındadır. Çünkü o devirde selâmlama eğilmek sûretiyle yapılmakta idi. Yoksa bugünkü mânâda Allahü teâlâdan başkasına secde etmek küfürdür. Peygamberler bundan berîdir, uzaktır.
Yûsuf aleyhisselâmın gördüğü rüyâ üzerinden kırk sene geçmişti. Bu kadar uzun zamandan sonra babası ve kardeşleriyle karşılaşan Yûsuf aleyhisselâm, babasına; şeytanın kardeşleriyle arasını bozduktan sonra, Allahü teâlânın kendisini zindandan çıkarıp, mülk ihsân ettiğini, âilesini de çölden (Ken’ân diyârından) buraya (Mısır'a) getirdiğini söyledi. Kardeşlerini mahcub etmemek için, kardeşleri tarafından kuyuya atıldığından hiç bahsetmedi. Kardeşlerini ithâm etmeyip, şeytanın kardeşleri ile aralarını ifsâd ettiğini söyledi. Çünkü o, kardeşlerini bağışlamış ve hakkını helâl etmişti. Ayrıca zindandan çıkıp mülke kavuşmayı da nîmet olarak zikretti. Çünkü zindanda kâfirlerle; kuyuda ise Cebrâil aleyhisselâmla beraber idi.
Daha sonra Yûsuf aleyhisselâm babasının elinden tutup evrak, altın, gümüş ve silâh hazînelerini gezdirdi. Ya’kûb aleyhisselâm, saraydaki süslü olan odaları bırakıp; “Bana hasırotu ve kamıştan Ken’ân'daki çardağım gibi bir çardak hazırlayın” dedi. Kalması için arzu ettiği şekilde bir yer hazırladılar.

Ya’kûb aleyhisselâmın mûcizeleri:

Allahü teâlâ, insanlara hak yolu bildirmekle, emir ve yasaklarına uymalarını sağlamakla vazifelendirdiği peygamberlerine, mûcizeler ihsân etmiştir. Ya’kûb aleyhisselâma verilen mûcizelerden bâzısı şunlardır:
1- Üç konaklık yerden sesinin duyulması: Ya’kûb aleyhisselâmın gür bir sesi vardı. Seslendiği zaman, üç konaklık yerden duyulurdu. Düşman askerleri, sesini duydukları zaman korkularından kaçarlardı.
2- Attığı bir şeyin uzak yerlere kadar ulaşması: Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarını Amâlika kavmi ile muhârebe etmeye göndermişti. Muhârebe esnâsında, Yehûda ismindeki oğlunun süngüsü veya mızrağı kırılıp parçalandı. Zor durumda kalan Yehûda; “Babacığım! Silahım kırıldı, bir silâh gönder” diye seslendi. Ya’kûb aleyhisselâm oğlunun bu sesini işitip, dağın başına çıktı ve öncekine benzer bir silâh attı. Oğluna da seslenip, silâh attığını duyurdu. Sesi işitip silâhı alan Yehûda, düşmana saldırdı ve üstün geldi.
3- Tepelerin ve taşların toprak olması: Ya’kûb aleyhisselâm Ken’ân ahâlisini îmâna dâvet ettiği sırada, onlar, oturdukları yerde dağlık ve taşlık yerler bulunmamasını, tepelerin ve taşların toprak olmasını istediler. Kavminin bu teklifi üzerine Ya’kûb aleyhisselâm duâ edince arzuları yerine geldi. Böylece memleketlerinde ekilebilecek yerler genişledi.

Ya’kûb aleyhisselâmın dîni:

Ya’kûb (aleyhisselâm), dedesi İbrâhim aleyhisselâma gönderilen kitapdaki (sahifelerdeki) emir ve yasakları, insanlara tebliğ ediyordu. Hazret-i İbrâhim'in dîninde haram olmamakla birlikle, bâzı şeyleri kendi nefsine haram kılmıştı. Bu sebeple İsrâiloğulları da Ya’kûb aleyhisselâma tâbi olarak onları nefslerine haram kılmışlardı.
Rivâyet edilir ki: Ya’kûb (aleyhisselâm), şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığın verdiği ağrı ve sızıdan dolayı gece-gündüz uyuyamayıp, feryâd ediyordu. Bir gün; “Eğer Allahü teâlâbana bu hastalığımdan şifâ verirse, yemek-içmek kâbilinden olan en çok sevdiğim şeyleri yiyip-içmemeyi nezir ediyorum” demişti. Bu sebeple devenin eti ile sütünü veya iç yağını nefsine haram kılmıştı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmin Âl-i İmrân sûresi 93. âyetinde meâlen; “Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in (Ya’kûb aleyhisselâmın) kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrâiloğulları için helâl idi.” buyrularak haber verildi.

Ya’kûb aleyhisselâmın hilyesi ve güzel hasletleri:

Ya’kûb (aleyhisselâm); Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamanında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünü idi. O, insanları, bir olan Allahü teâlâya inanmaya ve ibâdete dâvet etmekle vazifelendirilmişti.
Ya’kûb (aleyhisselâm); buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası İshak (aleyhisselâm) gibi; hâlim, selim, yumuşak huylu, doğru sözlü olup, kerîm ve cömert idi.
Bu güzel huy ve vasıflarından başka; Kur'ân-ı kerîmde şu hasletleri de bildirilmektedir.
1- Dinde kuvvetli idi: Yâni ibâdet ve tâatta devamlı idi. Allahü teâlânın dînini insanlara tebliğ etme husûsunda, her türlü fedâkarlıktan çekinmemişti. Bu uğurda gelen türlü meşakkat ve sıkıntılara karşı, sabır ve sebât göstermişti. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmin Sâd sûresi 45. âyetinde meâlen; “Kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'u da hatırla ki; onlar tâat ve ibâdette, kuvvet, kudret ve dinde basîret sâhibidir.” buyrulmak sûretiyle haber verilmektedir.
2- İhlâs sâhibiydi: Kalbi tertemiz ve bütün kötülüklerden uzak olup, her yaptığını sâdece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmin Sâd sûresi 46. âyetinde meâlen; “Biz onları (İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'u aleyhimüsselâm) âhıreti düşünme hasletiyle mümtaz (o ebedî âlemdeki saâdete kavuşmak maksadıyla ibâdet ve tâata devam eden)ihlâs sâhipleri kıldık.” buyurarak, Ya’kûb aleyhisselâmın ihlâs sâhibi olduğunu beyân buyurdu.

İhlâs:

Hâlis, temiz etmek, niyeti ve kalbi temizlemek, bütün hareketlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapmak demektir. Böyle bir ihlâsın ele geçmesi için, her an Allahü teâlânın rızâsını gözetmek ve başka şeylere düşkün olmamak lâzımdır. Dinimizde bütün ibâdetlerin kabûl olması, ihlâs ile yapılıp yapılmadığına bağlıdır. Bu sebepten, âlimler ve velîlerin hepsi ihlâs elde etmek için çalışıp gayret göstermişlerdir. Onun için, ihlâs hakkında bilinmesi gerekli olan husûslar çok önemlidir. Dinimizde, her ibâdette ihlâs üzere olmak emredildi. İhlâs; kulun mal ve beden ile, farz ve nâfile şeklinde olan ibâdetleri, yalnız Allahü teâlâya yaklaşmak için yapması ve niyetine, nefsanî ve dünyevî bir arzu karıştırmamasıdır. Böyle olmazsa yapılanlar riyâ ve gösteriş olur. İhlâs; dünyâ faydalarını düşünmeyip, ibâdetlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi düşünmez. İbâdetlerini, başkalarının görmesi, ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et. Sen görmüyor isen de, O seni görmektedir.” buyruldu.
İslâm dîni, sonsuz saâdete kavuşabilmek için, üç şeyin muhakkak lâzım olduğunu bildirmektedir. Bunlar da; ilim, amel ve ihlâstır. İlim, amele (ibadet yapmaya) vâsıta olduğu için kıymetlidir. İlmin, yalnız başına bir kıymeti yoktur. Amellerin rûhu, tâatların özü; ihlâs ve düzgün niyettir. Niyeti düzgün ve ihlâsı tam olan az bir amel; bozuk niyetle yapılan ve ihlâsı az olan çok amelden hayırlıdır. Zirâ Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ameller, ancak niyetlere göredir” ve “Bütün insanlar helâk olur, ancak âlimler (bilenler) kurtulur. Bütün âlimler helâk olur, ancak, ilmi ile amel edenler kurtulur. Bütün amel edenler de helâk olur, ancak, ihlâslı olanlar kurtulur.” buyurdu. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresi 110. âyetinde meâlen; “Rabbine kavuşmayı arzu eden, sâlih (iyi, güzel) amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibâdete, hiç kimseyi ortak etmesin.” buyurdu.
İhlâs; Allahü teâlâya, kulluğa yaraşır şekilde ibâdet etmek, emirlerine tam bir doğrulukla bağlanmak, sâdece kulluğunu yapıp, Cennet’i istemek arzusu ve Cehennem korkusunun ve başka nefsin hoşuna giden şeylerin kalbe girmemesidir. Çünkü ihlâsla ve Allah rızâsı için verilen bir avuç buğday, ihlâssız ve nefsin rızâsı ile verilen bir avuç inciden kıymetli ve üstündür. Allahü teâlânın râzı olması düşünülerek ihlâs ile yapılan amel, ibâdet kabûl edilir ve sevâbı on kattan yediyüz kata kadar yazılır, büyür ve kıyâmet günü gelişir. Güzel toprakta bitip büyüyen, bir müddet sonra çok değerli ağaç olan tohum gibidir. İyi niyetsiz ve ihlâssız yapılan amel, artmaz gelişmez. Belki, farz olsun nâfile olsun kabûl edilmez.
Allahü teâlâ Bakara sûresi 276. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ fâizle gelen malı mahveder ve sadakaları (zekatları) verilen malı arttırır” ve Mâide sûresi 27. âyetinde meâlen;Allahü teâlâ, ancak müttekîlerin yaptığını kabûl eder.” Buyuruyor. Müttekîler, muhlisler, ameli ihlâslı olanlardır. İlim ve amel, İslâm dîninin dalları; ihlâs ise onu yaşatan, besleyen köküdür. Hazret-i Ali buyurur ki: “Az amel yaptım diye üzülmeyin. Kabûl oldu mu diye endişe edin! Buna ihtimam gösterin. Çünkü, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mu’âz bin Cebel'i Yemen'e vâli olarak gönderirken; “İbadetlerini ihlâs ile yap! İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmette sana yetişir” ve yine; “Kırk gün, Allahü teâlâya ihlâsla amel edenin, kalbinden diline hikmet pınarları akar.” buyurdu.
İhlâs, amelin rûhu olduğundan, rûhsuz beden işe yaramadığı gibi, ihlâssız amel de bir fayda sağlamaz. İhlâsı elde etmek zor olmakla beraber, Allahü teâlânın kolaylaştırdıklarına kolay olur. Hasen-i Basrî'nin haber verdiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ buyuruyor ki: İhlâs benim sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiğimin kalbine veririm.” buyruldu. İhlâsa, Allahü teâlâyı her şeyden çok sevmekle kavuşulur. O'nu çok sevmek de, gösterdiği yoldan ayrılmamak ve O'na, candan, seve seve ibâdet etmekle mümkündür.
İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet edilmesi emrolundu. Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlânın birliğine îmân edenlerden, namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan, Allahü teâlâ râzı olur.”,“Allahü teâlâ buyuruyor ki: Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana ortak eden, sevâblarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder.” ve “İbadetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok eder.” buyruldu.
Bir hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Dünyâda, haram edilmiş olan şeyler mel’ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir.”
Benî İsrâil'de bir âbid vardı, ona; “Falan yerde, ağaçtan yapılmış bir put vardır. Bir kısım insanlar, ona, Allah diye taparlar” dediler. Kızdı ve kalktı. Baltayı omzuna alıp, o putu kırmaya gitti. Şeytan, bir ihtiyâr şekline girip, onun karşısına çıktı; “Nereye gidiyorsun?” dedi. O da; “Putu kırıp, insanları Allahü teâlâya taptırmaya gidiyorum” dedi. Şeytan; “Git ibâdetle meşgûl ol. Bu senin için daha iyidir” dedi. “Hayır, bu putu kırmak daha mühimdir” diye cevap verdi. Şeytan; “Seni bırakmam” deyip kavgaya tutuştular. O âbid, şeytanı yere vurdu ve göğsünün üzerine oturdu. Şeytan; “Müsâde et bir söz söyleyeyim” dedi. Âbid müsâde etti. Şeytan dedi ki: “Ey âbid! Allah'ın peygamberleri vardır. O putu kırmayı dilese, onlara emir verirdi. Sen bununla emrolunmadın, bunu yapma” deyince; “Hayır, muhakkak yapacağım” dedi. Şeytan bırakmayınca, kavgaya başladılar. Âbid yine şeytanı yere yurdu. Şeytan; “Müsâde et, bir söz daha söyleyeyim, beğenmezsen istediğini yap” dedi. “Peki söyle” dedi. Bunun üzerine şeytan; “Sen, fakir ve âbid (çok ibâdet eden) bir kimsesin. Senin yükünü insanlar çekiyorlar, senin iş yapabilecek ve diğer âbidlere yiyecek ve giyecek verebilecek bir şeyin olsa, o putu kırmaktan daha iyidir. Çünkü onu kırarsan, insanlar bir başkasını yontup yine yaparlar, onlara zarar vermiş olmazsın. Bundan vazgeç, her gün yastığının altına iki altın koyayım” diye teklifte bulundu. Âbid içinden; “Doğru söylüyor. Biri ile sadaka verip, diğeri ile işlerimi görmem bu putu kırmaktan daha iyidir. Ben bununla emrolunmadım. Ben ne peygamberim, ne de bunu kırmakla vazifeliyim” dedi ve geri döndü. Ertesi gün yastığının altında iki altın gördü, altınları aldı. Ertesi gün yine gördü ve aldı. Kendi kendine; “İyi ki o putu kırmadım” dedi. Üçüncü gün, yastığının altında hiç bir şey görmeyince, kızdı. Baltayı alıp, putu kırmak için yola koyuldu. Şeytan tekrar karşısına çıkıp nereye gittiğini sordu. “O putu kırmaya gidiyorum.” deyince; “Yalan söylüyorsun, yemîn ederim ki, onu kıramazsın.” dedi ve âbidi yere vurdu. Daha önce şeytanı yere vuran âbid, şimdi onun elinde serçe gibi titriyordu. Şeytan; “Geri dön, yoksa başını koyun gibi keserim.” dedi. O zaman âbid; “Peki döneyim, fakat o zaman iki defâ ben seni yendim ve şimdi sen beni yendin, sebebi nedir?” dedi. Şeytan cevap olarak; “O zaman, Allah için kızmıştın. Allah, için iş yapana, bizim gücümüz yetmez. Şimdi ise, kendin için ve dünyâ için kızdın. Kendi arzularına uyan bizi yenemez.” dedi.
İbadetlerde ihlâsı elde etmenin yolu; nefsin İslâmiyete uymayan arzularını kırmak, ibâdetlerde dünyâ faydalarını düşünmemek ve kalbe âhıret sevgisini iyice yerleştirip, her işi Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâsa kavuşmayı sağlayan sebeplerden biri de, Allah adamları ve dostları ile beraber olmaktır. Onlar ile bulunmak, hep Allahü teâlâyı hatırlatır, kalbde Allah sevgisinin devamlı yerleşmesine ve artmasına sebep olur.
Devamlı ihlâs sâhiplerine, muhlâs denir. İhlâsı devamsız olup, ihlâs elde etmek için uğraşanlara muhlis denir. İhlâs, çalışıp ibâdet ederek ve niyeti düzelterek elde edilir. İslâmiyette tasavvuf bilgileri, ihlâsı elde etme yollarını göstermektedir. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesi ve ibâdetleri severek yapmak ile haramlardan uzaklaşmaktır. Tasavvuf, kalbin kötülüklerden tasfiyesi, nefsin terbiye edilmesidir. Bu da, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymakla mümkündür.
İnsanın muhlislerden olması lâzımdır. Muhlisler, Allahü teâlânın rızâsını gözeterek işlerinde niyet edip, gayret göstererek ihlâs elde edenlerdir. Tam ihlâsı elde etmek, ancak kalbi her türlü kötü huy ve düşüncelerden büsbütün temizlemek ve Allahü teâlâya kusursuz teslim olmakla mümkündür. Vilâyetin yüksek derecelerine ulaşmış olanların hâli böyledir Hadîs-i şerîflerde;
“Evliyâ (Allah'ın sevgili kulları) görülünce Allah hatırlanır.”
“Onlarla (evliya ile) beraber bulunanlar şakî (Cehennemlik) olmazlar.”
“Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvânın (Allah'tan korkmanın) kaynağı, âriflerin kalbleridir.” buyrulmuştur.
Yahyâ bin Mu’âz; “Sütün pislikten ayrılması gibi, ihlâs da ameli ayıplardan temizler.” buyurdu.
Hazret-i Ömer bin Hattâb, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye yazdığı mektubunda; “Niyeti hâlis olan kimseye; kendisi ile insanlar arasındaki işlerinde, Allahü teâlâ yeter.” demiştir.
Rüveym bin Ahmet Bağdâdî; “Amelde ihlâs demek, amel sâhibinin ameli ile dünyâ ve âhırette bir karşılık beklememesidir.” buyurdu.
Ebû Osman; “İhlâs devamlı olarak yaratanı düşünmek ve O'na bakmakla, mahlûku, yaratılanı unutmaktır” buyurdu.
Havârîler, Hazret-i Îsâ'ya; “Amellerin hâlis olanı hangisidir?” diye sorduklarında, Hazret-i Îsâ; “Hiç kimsenin övmesini sevip beklemeden, Allah için yapılan ameldir.” buyurdu.
Cüneyd-i Bağdâdî; “İhlâs; ameli, karışıklıklardan arındırmaktır.” buyurdu.
İbrâhim bin Edhem; “İhlâs, Allah ile beraber sâdık niyette bulunmaktır.” buyurdu.
3- Sâlihlerdendi: Enbiyâ sûresi 72. âyetinde meâlen; “Biz İbrâhim'e, isteği üzerine İshak'ı ve isteğinden ziyâde olarak torunu Ya’kûb'u ihsân ettik. Biz onların hepsini sâlihlerden kıldık.” buyrularak Ya’kûb aleyhisselâmın sâlihlerden olduğu bildirildi.

Sâlih olmak:

Kalbin, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaması; nefsin, kötülüklerinden temizlenmesi: bedenin, ibâdet ve tâatla meşgûl olup, günahlardan sakınmak sûretiyle süslenmesi demektir. Bu hal; kalbde, nefste ve bedende olup fesâdın zıddıdır.
Sâlih amel işlemek, mü’minin zâhirîni (bedenini) ve bâtınını (kalbini) süsleyen bir zînettir. İslâm âlimleri sâlih ameli iki kısma ayırmışlardır:
Birincisi; açık bir görünüşte olan sâlih ameldir. Dinimizin her emrettiği farzları, vâcibleri, sünnetleri, edebleri yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Allahü teâlânın mahlûklarından hiç birini incitmemek, hiç kimsenin malına ve canına dokunmamak sâlih ameldir.
İkincisi ise; bâtını ve mânevî sâlih ameldir. Zâhirî yâni dışı; kötü işlerden sakınmak ve emirleri yerli yerince yapmak sûretiyle süsledikten sonra kalbi ve nefsi, kötülüklerden, fenâ huy ve düşüncelerden arındırmak ve iyiliklerle donatmaktır. Kalbde hased, kin gibi kötülüklere yer vermemek, nefsin isteklerini terk etmek sâlih ameldir.
Sâlih amel işlemek sûretiyle, mü’minin dünyâda ve âhırette saâdete kavuşup, kurtuluşa ereceğini yüce Rabbimiz bildirmektedir. Bu dünyâda ve âhırette pişman olmamak için sâlih amel işlemelidir.
4- Bitmeyen, güzel bir sabra sâhipti. Oğulları, buğday almak için Mısır'a gittiler. Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'da kardeşleri Bünyamin'i bir bahâne ile alıkoydu. Babalarına dönüp; “Bünyamin hırsızlık yaptı. Bu sebeple Mısır'da alıkonuldu” dediler. Bunun üzerine Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğullarına verdiği cevap, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Hayır, (aranızda kararlaştırdığınız bu işi) sizi nefisleriniz aldatıp süsleyerek kolay gösterdi. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir” (Yûsuf sûresi: 83) diyerek, Allahü teâlâdan gelen musîbet ve belâlara sabr edeceğini bildirdi. Çünkü o, belâ ve musîbetlerin en şiddetlilerinin, Allahü teâlânın sevgili kullarına bilhassa peygamberlere gönderildiğini biliyordu.

Sabır:

İnsanın Allahü teâlâdan gelen belâ ve musîbetlere tahammül göstermesi, haramlardan sakınması ve nefsin kötü arzularını yapmaması demektir.
Sabır iki kısma ayrılır: Birincisi; günah işlememek için sabretmektir. Şeytan ile insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar insanı günaha sürüklemeye çalışırlar. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır.
İkincisi; dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Bu şekilde sabretmek de çok kıymetlidir. Çok kimse de, sabır denilince bu sabrı anlar.
Sabır; büyüklüğü ve fazîleti sebebiyle Kur'ân-ı kerîmde yetmişten fazla yerde zikredildi. Sabredenlerin sevâblarının hesapsız verileceği bildirildi.
Sabrın fazîleti, üstünlüğü çok büyüktür. Bundan dolayı Allahü teâlâ sabrı çok azîz eyledi. Fakat herkese sabır nîmetini vermedi. Dostları ile çok az insanlara verdi. “İhyau ulumiddîn”deki hadîs-i şerîfte buyruldu ki; Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben kullarımdan herhangi birine, bedenine, malına veya evlâdına bir musîbet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim.” ve Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma; “Ey Cebrâil gözünden, görme nûrunu aldığım kimseye vereceğim sevâbı bilir misin? Ona kendimi (cemalimi) gösteririm.” buyurdu.”
5- Hidayete erdirilmişti: Yâni peygamberlik şerefi ihsân edilmişti. En’âm sûresi 84. âyetinde meâlen; “Ona (İbrâhim'e) İshak'ı (bir peygamber olarak ihsân ettik) ve (İshak'ın oğlu ve kendisinin torunu) Ya’kûb'u da ihsân ettik. (Onun zürriyetinden de böyle güzîde peygamberler getirdik) ve hepsini de hidâyete erdirdik. (Hepsine muvaffakiyet ve hak dîne kavuşmayı nasîb ettik. Din-i ilâhiyi tebliğe, insanları hak yola dâvet etmeye me’mûr kıldık)” buyruldu.
6- Seçkin ve hayırlı kimselerdendi: Ya’kûb aleyhisselâm her bakımdan zamanında bulunan insanların en üstünü ve seçilmişiydi. Kavmi arasında çok güzel işler yapan, insanlar hakkında dâimâ iyi düşünerek onların kurtulması için çırpınan bir kimse idi. Bu sebeple Allahü teâlânın nezdindeki yeri ve derecesi de yüksekti. Bu husûs Sâd sûresi 47. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kûb aleyhimüsselâm) bizim nezdimizde elbette ki seçilmişlerden ve hayırlılardandırlar” buyrularak bildirilmektedir.
7- Rüyâ Tabirini bilirdi: Oğlu Yûsuf aleyhisselâm ona rüyâsını anlattığı zaman, Ya’kûb aleyhisselâm; “Oğulcuğum rüyânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar. Zirâ şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabbim seni böylece rüyândaki gibi seçecek, sana rüyâ tabirini öğretecek. Daha önce ataların İbrâhim ve İshak'a nîmetlerini tamamladığı gibi, sana ve Ya’kûb soyuna da tamamlayacaktır” (Yûsuf sûresi: 5) buyurmuştu. Nitekim oğlu Hazret-i Yûsuf'un rüyâsı, onun tabir ettiği gibi çıktı.

Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları:

Ya’kûb aleyhisselâmın, oniki oğlu vardı. Ya’kûb aleyhisselâmın lakabı İsrâil olduğu için, bu oğullarına ve onların soylarından gelenlere Benî İsrâil (İsrâiloğulları) denilmiştir.
Ya’kûb aleyhisselâmın, altısı ilk zevcesi ve dayısının kızı olan Leyâ'dan; dördü, câriyeleri bulunan Belhe ve Zülfâ'dan; Yûsuf ve Bünyamin de yine dayısının kızı ve ikinci hanımı olan Râhil'den doğmuşlardır.
Bunlar oniki erkek kardeş olup, sıra ile şunlardır:
1- Robîl: En büyük oğludur. Leyâ isimli ilk zevcesinden doğmuştur. Bunun soyundan gelenler, Filistin'in kuzeydoğu kısmında yerleşmişti. Remle yakınlarında kabri veya makâmı ziyâretgahtır.
2- Şem’ûn: Ya’kûb aleyhisselâmın, yaşça ikinci büyük oğludur. Kardeşleri Bünyamin, Yûsuf aleyhisselâm tarafından bir bahâne ile Mısır'da alıkonulunca, Mısır'da kalan o olduğu rivâyet edilmiştir. Şem’ûn'un neslinden gelenler de Lût gölünün batı sâhilinde yerleşmişlerdi.
3- Lâvî: Annesi Leyâ'dır. Hazret-i Mûsâ ve Hârun aleyhisselâm bunun neslinden gelmiştir. Arz-ı mukaddes sıbtlar (torunlar) arasında taksim edilince, Lâvî soyundan gelenlere ayrıca bir yer verilmeyip, diğer bölgelerin mahsullerinin onda biri veriliyordu.
4- Yehûda: Ya’kûb aleyhisselâmın sözünü dinlediği, Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan oğludur. Leyâ'dan doğmuştur. Dâvûd aleyhisselâm, Benî İsrâil hükümdârları ve Îsâ aleyhisselâm bunun soyundan idi. Bunun neslinden gelenler; Filistin'de, Kudüs'ün güneyinde ve Lût gölünün batısında olan bölgede yerleşmişlerdir.
5- Zablûn (Yalün): Ya’kûb aleyhisselâmın ilk hanımındandır. Onun soyundan gelenler Taberîye gölü ile Akdeniz arasında olan bölgede yerleşmişlerdir.
6- Îsâhar: Bu da ilk zevcesi Leyâ'dan doğmuştur
7- Dân: Belhe isimli câriyeden doğmuştur. Onun neslinden gelenler; Filistin'in kuzeyindeki bölgede yerleşmişlerdir. Filistin'in kuzeyinde bu isimde bir kasaba da vardır.
8- Neftâli: Annesi Belhe'dir. Nesli, Ürdün vâdisinin batısında ve diğer kabîlelerin yerleştiği bölgenin daha kuzeyinde yerleşmişlerdir.
9- Âşir: Ya’kûb aleyhisselâmın Zülfâ adlı câriyesinden dünyâya gelmiştir.
10- Câd: Bunun da annesi Zülfâ'dır.
11- Yûsuf: Annesinin adı Râhil'dir. Râhil, yukarda da zikredildiği gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın ikinci hanımı ve dayısının kızıdır. Hazret-i Yûsuf'un başından geçen kıssalar, Kur'ân-ı kerîm'in Yûsuf sûresinde geniş bir şekilde anlatılmıştır. Yûsuf aleyhisselâm, Ya’kûb aleyhisselâmın peygamber olarak vazifelendirilen oğludur. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin bir çoğu onun neslindendir. (Bkz. Yûsuf aleyhisselâm)
12- Bünyâmin: Ya’kûb aleyhisselâmın 12. ve en küçük oğludur. Hazret-i Yûsuf'un anadan da kardeşidir. Annesi Râhil, Bünyamin'in doğumundan kısa bir müddet sonra vefât etmiş idi.
Bünyamin'in çok evlâdı oldu. Ken’ân iline dönünce, onlara çok az bir toprak verildiği için Kudüs'e gittiler. Bâzı harplerde telef olmuşlarsa da sonra tekrar çoğalmışlardır. Kur'ân-ı kerîmde zikredilen Tâlut, Bünyamin'in neslindendir.

Ya’kûb aleyhisselâmın vasiyeti ve vefâtı:

Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'a (aleyhisselâm) kavuştuktan sonra, Mısır'da oğullarıyla birlikte on seneden fazla yaşadı. İyice ihtiyârlayıp vefâtı yaklaşınca oğullarını başına toplayıp şu vasiyette bulundu; “Ey oğullarım! Muhakkak ki Allahü teâlâ sizin için tevhîd (tek Allah'a inanma) ve adâleti emreden İslâm dînini seçti. Siz, ölüm gelmeden önce, Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdetlerinizde ihlâs ve huşû üzere olunuz. Hayatınız boyunca bu dinden uzaklaşmayınız, yoksa helâk olursunuz.”
Oğullarından bu husûsta söz almak isteyip; “Ey oğullarım! Benim ölümümden sonra neye ibâdet edeceksiniz?” diye sordu. Oğulları da; “Ey babamız! Senin ve babaların İbrâhim'in, İsmâil'in ve İshak'ın ibâdet ettiği tek olan Allah'a, şimdi olduğu gibi gelecekte de ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur.” diyerek söz verdiler.
Bu husûs Bakara sûresi 132 ve 133. âyet-i kerîmelerinde meâlen, “İbrâhim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya’kûb (aleyhisselâm) da öyle yaptı. “Ey oğullarım! Allah sizin için İslâm dînini beğenip seçti, O hâlde siz de (başka değil) ancak müslüman olarak can verin” (dedi). Yoksa (Ey yahudiler), ölüm Ya’kûb'un önüne geldiği zaman siz de orada hazır mı idiniz? (Hayır) o, oğullarına; “Benden (ölümümden) sonra neye ibâdet edeceksiniz?” dediği zaman onlar; “Senin mabûduna ve babaların İbrâhim'in, İsmâil'in, İshak'ın bir tek olan Allah'ına ibâdet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur” demişlerdi.” buyrularak haber verilmektedir.
Ya’kûb aleyhisselâmın ölüm vakti gelince, melekler de gelip hazır oldular. Ya’kûb aleyhisselâma Cennet’teki makâmlarını ve çeşit çeşit örtüleriyle örtülmüş olan kabrini gösterdiler. Bunun üzerine meleklere; “Bu kabir kimin içindir?” diye sordu. Melekler de; “Rabbinin yanında çok kıymetli olan bir kimseye aittir” dediler. Ya’kûb aleyhisselâm meleklere; “Siz kimsiniz?” diye sorunca; “Biz Rabbimizin melekleriyiz” diye cevap verdiler.
Ya’kûb aleyhisselâm kabre baktığı zaman, orada minberler üzerinde güzel ve nûr yüzlü kimseler gördü. Meleklere; “Bu minberler üzerinde bulunan nûr yüzlü kimseler kimlerdir?” diye sorunca; “Onlar Allahü teâlânın halîli olan İbrâhim aleyhisselâmın torunlarıdır” cevâbını verdiler.
Ya’kûb aleyhisselâm onların arasına girmeyi arzu ettiği zaman melekler; “Onların yanına ancak şu bardaktan içenler girebilir” dediler. Ya’kûb'a (aleyhisselâm) bir bardak su verdiler. Ya’kûb aleyhisselâm, o bardaktan içmeğe başlayınca vefât etti. Oğulları, cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîlürrahmân'da bulunan babası İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir mevcûttur. Bunlar; İbrâhim aleyhisselâma, Sâre vâlidemize, İshak aleyhisselâma ve Ya’kûb aleyhisselâma aittir.

Ya’kûb aleyhisselâmın duâsı:

Ya’kûb aleyhisselâm Mısır'a varınca bir Cumâ gecesi seher vaktinde kalkıp namaz kıldıktan sonra ellerini semâya kaldırıp cenâb-ı Hakk'a yalvardı ve oğullarının bağışlanmasını diledi. Çünkü o, Ken’ân diyârındayken oğullarının; “Bizim günahlarımızın bağışlanması için istiğfâr et.” dedikleri zaman; “Sizin için sonra istiğfâr ederim” demiş ve mazlum olan Yûsuf'un (aleyhisselâm) affetmesinden sonra istiğfâr edeceğini bildirmişti. Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüşüp, onun da kardeşlerini affettiğini görünce şu niyâzda bulundu; “Allah'ım! Yûsuf için feryâdlarımı, onun ayrılık ve hasretliğinden olan sabrımın azlığını ve oğullarımın kardeşlerine yaptıklarını mağfiret eyle.”
Ya’kûb aleyhisselâm bu duâyı ettiği sırada babalarının arkasında ayakta duran Yûsuf aleyhisselâm ve kardeşleri de “Âmin” diyerek ağlıyorlardı. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâma vahy edip; “Allah seni ve onların hepsini mağfiret eyledi.” buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâm vefât edinceye kadar her Cumâ gecesi aynı şekilde istiğfâr ve duâ etmeğe devam etti.
Ben bir Ya’kûb idim kendi hâlimde,
Mevla'nın ismi var idi dilimde,
Aldırdım Yûsuf'u Ken’ân ilinde,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Attılar kuyuya şehîd kastına,
Cebrâil yetişti Mevlâ dostuna,
İhlâs ile çıktı suyun üstüne,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Yûsuf'un gömleğin al kan ettiler,
Kurtlar yedi diye bühtân ettiler,
Yûsuf'u götürüp bilmem nettiler.
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Akar da Ya’kûb'un gözünün yaşı,
Ah çekip eritir dağ ile taşı,
Yûsuf'u kuyuya attı kardeşi,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Bezirgânlar geçip giderken yoldan,
Yûsuf'u çıkardı bulup kuyudan,
Yûsuf sonra oldu Mısır'a sultân,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Bir dertli bulsam da derdime yansam,
Yandım hasretine bağrım dağlasam,
Yûsuf'um cemâlin bir dahî görsem,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr; cild-4, sh. 80, 98, cild-8, sh. 145, cild-18, sh. 83, 230
2) Tefsîr-i Mazharî; cild-1, sh. 124, cild-5, sh. 133, 210
3) Tefsîr-i Mevâkıb; cild-1, sh. 35
4) Tefsîr-i Tibyân; sh. 232
5) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; Yûsuf sûresi
6) Tefsîr-i Taberî
7) Tefsîr-i Kurtubî
8) Feth-ul-Bârî; cild-6, sh. 296, 298
9) Târih-ül-Ümem vel-Mülûk (Taberî târihi); cild-1, sh. 169
10) Tam İlmihal Seâdeti Ebediyye; sh. 1083
11) Mu'cizât-ül-Enbiyâ; sh. 48
12) Mir'ât-ı Kâinât; sh. 94
13) İhyâu Ulûmiddîn; cild-4, sh. 126, 129
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 92, 93
15) Kısas-ül-Enbiyâ (Arais); sh. 107
16) Ravdat-üs-Safâ; sh. 355, 356
17) Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 356
18) Kâmus-ül-a’lâm; cild-3, sh. 2239, cild-4, sh. 2404, cild-5, sh. 3900, cild-6, sh. 4044
19) El-Kâmil fit-Târih; cild-1, sh. 137
20) Ahsen-ül-kasas

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...