YÛNUS ALEYHİSSELÂM |
Musul yanındaki Nineve ahâlisine gönderilen bir peygamber. Asur devletinin başşehri ve önemli bir ticâret merkezi olan Nineve şehrinde doğdu. Babası Metâ, sâlih bir kişi idi. Metâ, hanımı ile duâ edip, Allahü teâlâdan mübârek bir erkek çocuk ihsân etmesini istediler. Cenâb-ı Hak da, onlara hazret-i Yûnus'u ihsân etti. Yûnus aleyhisselâm anne karnında dört aylık iken, babası Metâ vefât etti. Annesi, Hazret-i Yûnus'un doğumunda bir takım hârika hâller gördü. Allahü teâlânın lütfu ile, yiyecek ve içeceği yanında belirir, zahmetsizce onlardan yerdi. Yûnus aleyhisselâm, Nineve'de büyüdü. Kavmi içinde emîn, yalan söylemeyen, yardım sever bir kişi olarak meşhûr oldu. Otuz yaşına gelince, Nineve ahâlisine peygamber olduğu bildirildi. Hazret-i Ali buyurdu ki: “Yûnus aleyhisselâm, otuz yaşında peygamber oldu ve senelerce kavmini îmâna çağırdı.” Nineve ahâlisi çok kalabalık olup; putlara, heykellere taparlardı. Onların bu hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz onu (Yûnus aleyhisselâmı) yüzbin kişiye, belki daha ziyâdeye gönderdik.” (Saffat sûresi: 147) Yûnus aleyhisselâm, Nineve ahâlisini Allahü teâlâya îmâna çağırdı. Peygamberlerden olduğu da Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “Muhakkak Yûnus (bin Metâ aleyhisselâm) da peygamberlerdendir.” (Saffat sûresi: 139) “Nûh (aleyhisselâm) ve ondan sonra olan nebîlere vahy ettiğimiz gibi, sana da vahy ettik. İbrâhim ve İsmâil ve İshak ve Ya’kûb'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik. Ya’kûb'un evlatlarına Îsâ ve Eyyûb ve Yûnus ve Hârûn ve Süleymân'a (aleyhimüsselâm) dahî vahyettik ve Dâvûd'a (aleyhisselâm) Zebur'u verdik.” (Nisâ sûresi: 163).
Yûnus aleyhisselâm, senelerce kavmine Allahü teâlâya îmân dâvetini tekrarladı. Kavminin ezâ ve sıkıntılarına, alay etmelerine göğüs gerdi. İnanmayan bu kimseler, hazret-i Yûnus'a; “Bizim aramızda âlim, kâhin, san’atkar, ve büyüklerimiz var. Bunların hepsi birbirini sever ve sayarlar. Biz, babalarımızın yolunda gitmekteyiz. Dedelerimiz de aynı yol üzereydiler. Hiç kusurları yoktu. Şimdi sen tek başına ortaya çıkıp, hepsinin yanıldıklarını söylüyorsun. Ayrıca Rabbinin hak olduğunu bildirip, tanrılarımızı inkar ediyorsun. Sen, hiç kimsenin alışıp âdet edinmediği bir takım hükümlerle ayağımızı bağlamak mı istiyorsun?” dediler. Hazret-i Yûnus'a çeşitli ezâ ve cefâlarda bulundular. Yûnus aleyhisselâm merhamet ederek onları tekrar Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlâya îmâna çağırdı ve putlara ibâdeti terk etmelerini istedi. Âhırette inanmayanlara yapılacak azâblardan da haber verip, onları inzâr etti (korkuttu). Fakat Nineveliler; “Tek bir kişinin hatırı için azâb nâzil olup, herkesi yok edecekse, müsâde et bu azâb gelsin” deyip, alay ettiler.
Yûnus aleyhisselâm, kavminin küfürdeki ısrârına çok üzüldü. Bu hâl ile aralarından ayrıldı. Cenâb-ı Hak kendisine vahyedip; “Kullarımın arasından ayrılmakta acele ettin. Geri dön. Kırk gün daha onları îmâna çağır” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm, bu ilâhî emir üzerine kavmine döndü ve tekrar irşada başladı. Otuzyedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yûnus aleyhisselâm; “O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek azâbı bekleyin. Bunun alâmeti, önce benizleriniz kaçacaktır (sararacaktır).” buyurdu ve ilâhî bir emir gelmeden, üzüntü ile aralarından ayrıldı.
Yûnus aleyhisselâmın haber verdiği gün, Ninevelilerin benizleri kaçtı. Birbirlerine; “İşte Yûnus'un haber verdiği azâb alâmetleri. Onun bu güne kadar yalan söylediğini görmedik” dediler. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryâd ve figâna başladılar. “Yûnus aleyhisselâm aramızda ise korkmayın, eğer gitmiş ise azâb bizi helâk edecektir” diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ, kalplerine nedamet (pişmanlık) hissini verdi. Onlar tevbe etmek arzusu ile, yaşlı, sâlih bir zâta geldiler ve; “Başımıza geleni görüyorsun, ne yapmamızı tavsiye edersin?” dediler. O zât da; “Henüz azâbın gelmesine iki gün var. Şimdi şu yüksek tepeye (tevbe tepesine) çıkınız. Birbirlerinizle helâlleşiniz. Gasbettiğiniz hakları sâhiplerine veriniz. Sonra, Yûnus'un Rabbinin rızâsı için kurbanlar kesiniz. Büyük-küçük, zengin-fakir bundan yeyiniz. Başlarınızı açarak; “Ey Yûnus'un Rabbî! Biz tevbe ettik. Şimdi sana inandık. Yûnus'un peygamberliğini kabûl ettik. Boynumuzu bükerek, perişân bir hâlde huzûruna geldik. Peygamberimiz Yûnus'u bulamıyoruz. Bulunca, ondan emir ve yasaklarını da öğrenip tatbik edeceğiz” diye yalvarınız” şeklinde tavsiyede bulundu. Bunun üzerine bu kavim, her türlü haksızlığa son verdi. Hattâ öyle oldu ki, evlerindeki başkasına âit olan taşları söküp sâhiplerine iâde ettiler. Bu duâlar üzerine, Allahü teâlâ Rahmân ism-i şerîfi hürmetine tevbelerini kabûl etti. Azâbı, ürerlerinden kaldırdı. Duânın yapıldığı gün Cumâ olup, aşure günü idi. Sonra, memnun ve mesrûr bir şekilde şehre döndüler ve bir taraftan da Yûnus aleyhisselâmı aramaya başladılar.
Bu kavmin azâbdan kurtuluşu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Hiç bir şehir ahâlisi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin. Ancak Yûnus (aleyhisselâm) kavmi müstesnadır ki, bunlar îmân edince, kendilerinden dünyâ hayatındaki rüsvaylık (perişanlık) azâbını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp) faydalandırdık.” (Yûnus sûresi: 98) Bundan anlaşılıyor ki, kendi îmânsızlıkları yüzünden helâk olmak üzere iken, tevbe etmeleri sebebiyle üzerlerinden azâbın kaldırıldığı tek kavim, hazret-i Yûnus'un kavmidir. Yûnus sûresinin bir çok âyet-i kerîmeleri, rahmet-i ilâhiyyenin azâb-ı ilâhîden daha ziyâde tecelli ettiğini bildirmektedir. Yûnus aleyhisselâmın kavmi hakkında rahmetin tecelli etmesi sebebiyle, bu sûreye Yûnus sûresi denilmiştir.
Yûnus aleyhisselâm ayrılışından kırk gün sonra, kavminin hâllerini öğrenmek için Nineve'ye yakın bir yere geldiğinde, azâbın, rahmete tebdil olduğuna (çevrildiğine) şâhid olup, şehre girmedi ve; “Şehre girersem beni yalancılıkla itham ederler” diyerek, gadabla sahra (çöl) tarafına yöneldi. Acele ile oradan uzaklaştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir; “O balık sâhibini (Yûnus'u) zikreyle (hatırla). Ki o, kavmi onun dâvetini kabûl etmediklerine gadablanıp gitti. Yâhud kavmine azâb vâd eylemişti. Azâbın geri çevrilmesi sebebiyle vâdimden döndüm diye infial edip gitti...” (Enbiyâ sûresi: 87) Cenâb-ı Hak'tan vahiy gelmeden, kavmini bırakıp bir nehir kenarına gitti. Yûnus aleyhisselâmın bu hâli sebebiyle, Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma hitâben şöyle buyurdu: “(Ey habîbim!) Sen, Rabbinin hükmüne (kâfirlere mühlet vermesine ve senin onlara karşı nusretini geciktirmesine) sabret (ve ezâlarına tahammül eyle.) Sâhib-i Hût (Yûnus aleyhisselâm) gibi olma ki (o, kavmine gadabla aralarından izinsiz gidip balık karnında mahpus oldu), gam ve gussa ile (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzalimîn, diye) duâ etti.” (Kalem sûresi: 48)
Yûnus aleyhisselâm şehirden ayrılınca, uzun bir yol katederek Dicle nehri kenarına geldi. Orada yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Bir müddet seyrettikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalışıp çârelere baş vurdularsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra; “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden gemi yürümüyor” diye söylendiler. Geminin batacağından korkup paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabûl edip; “Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur'a atalım o meydana çıkar” diye söyleştiler. Bu sözleri söylemeleri âdetleri sebebi ile olup, öteden beri böyle bir durumla karşılaştıklarında kur'a çekerlerdi. Kur'a kime isabet ederse, onu cezâ olarak denize atarlar ve böylece afetten kurtulacaklarını zannederlerdi. Âdetleri gereği kura çektiler. Hikmet-i ilâhî, Yûnus aleyhisselâmın ism-i şerîfi çıktı. O zaman Yûnus aleyhisselâm, bunun kendi hakkında ilâhî bir imtihân olduğunu anlayıp, tevekkülle; “O âsî kul benim” buyurdu. Gemidekiler onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayıp; “Bu zât köleye benzemiyor” diyerek kurayı yenilediler. Kur'a yine hazret-i Yûnus'a isabet etti. Gemidekilerde tekrar tereddüt ve îtirâz vâki oldu. Kura yenilendi ve tekrar hazret-i Yûnus'a çıktı. Herkes bu duruma şaşırdı. Bâzıları; “Şüphesiz bu kişinin bir suçu olmalı” dediler. Yûnus aleyhisselâm yolculara, Allahü teâlâya îmân etmelerini bildirdi. O anda onu denize attılar. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “...O (Yûnus aleyhisselâm) yüklü bir gemiye bindi. Derken kura çekmiş(ler)di de mağluplardan olmuştu. (Gemiciler kura atıp, kura Yûnus'a (aleyhisselâm) gelmekle denize attılar.) (Saffat sûresi: 140, 141) O an gece idi. Yûnus aleyhisselâmı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı Hak, balığa emredip onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hâl üzere hazret-i Yûnus'u alıp denizin derinliklerinde kayboldu.
Yûnus aleyhisselâm, o karanlık zindanda iken de (gece, deniz ve balığın karnındaki karanlık) sağ, aklı başında ve şuuru yerinde idi. Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir hâlde; “Yâ Rabbî! Emir ve hüküm senindir. Fakat Nineve'ye dönmeye ve kavmimi îmânlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen, senin takdirin ne ise ona râzıyım” dedi. Sonra bâzı sesler işitti. “Bu nedir acaba?” diye söylendi. Cenâb-ı Hak ona balık karnında olduğunu vahyederek; “Ey Yûnus! Bu sesler, beni denizde zikreden canlıların sesidir” buyurdu. Yûnus aleyhisselâm her zamanki hâliyle, Rabbini tesbîh ve takdise devam etti. Onun bu zikrini işiten melekler; “Ey Rabbimiz! Issız bir yerden gelen garip sesler işitiyoruz” diye cenâb-ı Hakk'a arz ettiler. Allahü teâlâ; “Bu, kulum Yûnus'un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu denizde bir balığın karnında hapsettim” buyurdu. Melekler; “Yâ Rabbî! Şu her gün yerden göğe sâlih ameller ve duâları yükselen sâlih kulun Yûnus mu?” diyerek ona şefâatte bulundular.
Yûnus aleyhisselâm ihlâs ve tevekkülle o karanlık yerde; “Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn (Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.) (Enbiyâ sûresi: 87) duâsına devam etti. O güne kadar bütün ömrü gece-gündüz cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ile geçmişti. Balığın karnında da tesbîhini dilinden düşürmedi. Bu tesbîh ve duâsı, kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa kavuştu. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Biz (Yûnus'un aleyhisselâm duâsına), icâbet edip onu gamdan (gecenin, denizin ve balığın karnındaki karanlıktan) halâs eyledik (kurtardık). Bunun gibi biz mü’minleri halâs ederiz.” (Enbiyâ sûresi: 88)
“Eğer (Yûnus aleyhisselâm, balık karnında) tesbîh edenlerden olmasaydı (ömründe cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzih ile pek çok zikirde bulunmasaydı, o balık) karnında (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar (hayy (diri) veya meyyit (ölü) olduğu hâlde) kalırdı.” (Saffat sûresi: 143, 144)
Tefsîr âlimleri; “Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya çok yalvarmaya ve O'nun zâtını büyük bilmeye teşvik vardır” demişlerdir. Hâlisane yapılan duâ, sâlih amel sâhibini, düştüğü zaman kaldırır. Zirâ bolluk ve sevinçli zamanda Allahü teâlâya duâ eden kimsenin duâsı, darlık ve zarûret zamanında imdadına yetişir. Hadîs-i şerîfte; “Balığın karnındayken Yûnus'un (aleyhisselâm)yaptığı duâ; Lâ ilâhe illâ enle sübhâneke innî küntü minezzalimîn” idi. Müslüman bir kişi bu duâyı her ne şey için okursa, Allahü teâlâ elbette onu kabûl eder” buyruldu. Yine bir Hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûnus aleyhisselâmın üstünlüğü hakkında; “Hiç bir kula, Yûnus bin Metâ'dan (aleyhisselâm), daha hayırlıyım demek yakışmaz” buyurarak, kendileri tevâzû göstermişlerdir.
Yûnus aleyhisselâm balığın karnından Muharrem ayının onuncu günü (aşure) çıktı. Allahü teâlâ bir çok duâları aşure günü kabûl buyurdu. Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl olması, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tufândan kurtulması, Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud'un ateşinde yanmaması, İdris aleyhisselâmın diri olarak göğe çıkarılması, Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması, Eyyûb aleyhisselâmın hastalıktan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz'den geçip, Fir’avn'un boğulması; Îsâ aleyhisselâmın doğumu ve yahudilerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep aşure günü oldu. Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkışı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Emrimizle, balık onu gölgesiz bir sahile bıraktı. Halbuki o (yeni doğmuş bir çocuk gibi) hasta idi ve onun üzerine gölge olmak için bir nebât bitirdik.” (Saffat sûresi: 145-146)
Balık onu çıkarıp sahile bıraktığında; Yûnus aleyhisselâm zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda ve himâyeye muhtâç idi. Cenâb-ı Hak, ihsânıyla orada hazret-i Yûnus'u güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirecek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç (bitki) bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşaratın zararını da önlemekteydi. Rivâyete göre bu, kabak cinsinden bir bitkiydi. Onun gölgesinde sinek gibi, insanı rahatsız eden haşaratın bulunmadığı bildirilmektedir. Cenâb-ı Hak, bir rivâyette, o bitkiden hazret-i Yûnus'a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah-akşam gelip, hazret-i Yûnus'u emzirdi.
Yûnus aleyhisselâm kendine gelince, Rabbine hamd ve şükredip ibâdete başladı. Bir gün, kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görünce çok üzüldü. Cenâb-ı Hak vahy ile; “Bir ağaç kuruduğu için böyle acıyıp melûl olursun. Halbuki benim yüzbinden daha ziyâde olan kulumu yalnız bıraktın. Niçin onların helâk olacaklarını düşünüp acımazsın” buyurup, Yûnus aleyhisselâmı kavmine gönderdi ve onların tevbelerini kabûl ettiğini bildirmesini emretti. Yûnus aleyhisselâm Nineve şehri yakınında bir çobana rastlayıp, kavminden suâl eyledi. Çoban da cevap olarak; “Peygamberleri Yûnus aleyhisselâm onlara darılıp gittiğinden, kendi başlarına kaldılar. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları, başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar binbir pişmanlıkla ağlaştılar. Yûnus aleyhisselâmı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Netîcede, Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları öğretecek, Yûnus’un (aleyhisselâm) gelmesini beklerler” dedi. Yûnus aleyhisselâm; “O bekledikleri benim. Var onlara bildir!” buyurdu. Çoban, onun Yûnus aleyhisselâm olduğunu anlayınca, heyecanlandı ve; “Elimde bir delil olmadan bir şey yapamam. Bana inanmazlar ve beni öldürürler” dedi. Zirâ onların dîninde yalan söyleyen, öldürülürdü. Yûnus aleyhisselâm, oradaki bir koyun ve bir ağacı gösterip; “İşte bunlar benim için şâhidlik ederler” buyurdu. Çoban koşarak şehre geldi. Beylerine haber verdi. Çobanı sorguya çektiler. Çoban yemîn billah edip onları hazret-i Yûnus'un gösterdiği ağacın yanına getirdi. Ağaç dile gelerek, çobanın, Yûnus aleyhisselâmla görüştüğünü haber verdi. Sonra koyun dile geldi ve; “Eğer Allahü teâlânın peygamberini görmek istiyorsanız şu tarafa gidiniz” dedi. O tarafa gittiler. Yûnus aleyhisselâmı namazda buldular. Sabırsızlıkla namazını bitirmesini beklediler. Sonra hasretle kucaklayıp özürler dilediler. Beraberce şehre döndüler. Bundan sonra Yûnus aleyhisselâm, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretti. Kavmi mes’ûd ve iyilik üzere oldular. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir “Okimseler îmâna geldiler de, onları ecelleri gelinceye kadar geçindirdik.” (Saffat sûresi: 148) Yûnus aleyhisselâm, seksenüç yaşında ibâdet hâlinde iken Nineve'de vefât etti. Vefât ettiği yer hakkında başka rivâyetler de vardır.
Yûnus aleyhisselâmın mûcizeleri yedi çeşittir:
1- Balığın karnında yaşamak: Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği üzere balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra yine yaşamış olmasıdır.
2- Bulutlardan ateş çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir gün Nineve ahâlisi kendisinden buluttan ateş çıkarılmasını istediklerinde, duâ etti ve bulutlardan ateş düşüp, memleketin bir bölgesindeki ağaçları yakmaya başladı.
3- Dağdan su çıkması: Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle dağdan su çıkmıştır.
4- Kelerin şehâdeti: Yûnus aleyhisselâmın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti. Nineveliler kendisinden mûcize istediler. Eliyle dağa işâret etmesi vahyedildi. Öyle işâret edince, dağdan çıkan bir keler, dile gelerek; “Ey insanlar! Biliniz ki Yûnus hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin mağfiretine dâvet ediyor” dedi.
5- Kapı halkasının altın olması: Duâsı bereketiyle kapı halkası altın olmuştur. Yûnus aleyhisselâm Nineve Hâkimini îmâna dâvet etti. O zaman Hâkim; “Kapımda bulunan şu demir, halka, altın olursa îmân ederim” dedi. Yûnus aleyhisselâma, mübârek elini kapı halkasına koyması vahyedildi. Elini koyunca, demir halka altın hâline geldi.
6- Su üstünde odunsuz ateş yakmak: Yûnus aleyhisselâm, odun olmadığı hâlde su üzerinde ateş yakmıştır.
7- Yûnus aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm gibi güzel sesli olduğundan, tatlı sesi, vahşi ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek için, etrâfında toplanırlardı.
Yûnus aleyhisselâmın kavmi, hâlis bir kalb ile duâ ettikleri için üzerlerine gelen belâdan kurtuldular. Yûnus aleyhisselâm da duâsı sayesinde selâmete ulaştı. Duânın dînimizde de önemi büyüktür. Bu bakımdan İslâm âlimleri bu husûsu kitaplarında geniş olarak anlatmışlardır. Duânın dînimizde önemi kısaca şöyledir.
Dua:
İstemek demektir. Aç bir kimsenin, ziyâdesi ile muhtâç olduğu bir zamanda, yiyecek istemesi gibi, Allahü teâlâdan ihtiyaçları, dilekleri istemek demektir. Duâ etmek, bir ibâdettir. Nitekim Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dua etmek ibâdettir.”
İnsan, zayıf, âciz olarak yaratılmıştır. Âcizliğini, zayıflığını hatırlayarak, Hak teâlâya dönmesi, O'na yalvarıp duâ etmesi, isteklerini O'ndan istemesi kulluk vazifesidir. Allahü teâlâ, kendisinden istendiği zaman, ihsân edeceğini ve kendisine yapılan duâları kabûl edeceğini haber vermiştir. Namaza duâ denildi. Dinde duâ, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Allahü teâlâ, duâ eden müslümanı çok sever. Duâ etmeyene gadab eder. Duâ, mü’minin silâhıdır. Dinin temel direklerinden biridir. Yerleri, gökleri aydınlatan nûrdur. Duâ, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın, belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine (ve havanın oksijen gazı, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp, harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i muallakı, hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. “Bana hâlis kalb ile duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim” meâlindeki âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki, duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir. “Bana ibâdet yapmak istemeyenleri, zelîl ve hakîr yapar, Cehennem’e atarım” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Allahü teâlâ her şeyi sebep ile yaratmakta, nîmetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def etmek ve faydalı şeyleri vermek için duâ etmeyi sebep kılmıştır.
Duâların kabûl olması için, sebeplere yapışmak ve duânın şartlarını gözetmek lâzımdır. Duâ, bir temenni olmamalı, istenilen şeylere kavuşturacak sebeplere yapışmalıdır. Meselâ, önce Allahü teâlânın emirlerini, ibâdetleri yapmalı, sonra da Hak teâlânın rızâsına kavuşmak için yalvarmalı, duâ etmelidir. İbâdetler, rızânın ve muhabbetin sebeplerindendir. Sebeplere yapışmadan yapılan duâ kabûl olmaz, Buna duâ değil, faydasız temenni denir. Temenni, ümîd edilmeyen şeyi istemektir. Ümîd edilen şeyi istemeye de reca denir. Duâlarda, istenilen şeyin sebeplerine kavuşturması için de Hak teâlâya yalvarmalıdır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Çalışmadan, sebeplerine yapışmadan, duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir.”
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi duâ ettiler. Ümmetlerine de duâ etmelerini emir buyurdular. Duâ etmenin şartları şunlardır: Önce günâhlarına pişman olup, tevbe etmeli, istiğfâr okumalı, sadaka vermeli, îmânını (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak) düzeltmeli, duânın kabûl olacağına inanmalı, güvenmeli, iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salavat okumalı ve duâyı üçten fazla söylemeli, hiç olmazsa yedi kere tekrar etmelidir. Harama yaklaşmamalı, haramdan hâsıl olan şeyleri istememelidir. Kabûl olmadı diyerek, ümidi kesmemeli, kabûl oluncaya kadar uzun zaman tekrar etmelidir. En mühimi; haram yiyip içmemeli, haram şeyleri söylememelidir. Yenilenlerin helâl olmasına dikkat edildiği gibi, giyilenlerin de helâlden, temiz olmasına dikkat etmek lâzımdır. Haram yiyenin, kırk gün duâsının kabûl olmayacağı bildirilmiştir. Bunun için, duâ etmekten vazgeçmemeli; mutlaka duânın şartlarını, edeblerini gözetmelidir. Duâm kabûl olmadı, diye de üzülmemelidir. Yapılan duâlar kabûl olmasa bile, yine boşa gitmemekte, Hak teâlâ o kimseye sevâb ihsân etmektedir.
Duayı, ağız alışkanlığı olarak yapmamalıdır. Duâ ederken kalbin uyanık olması, neyi ve kimden istediğini bilmesi lâzımdır. Duâdan önce, Allahü teâlâya hamdetmeli ve Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ve selâm söylemelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) duâya başlarken; “Sübhâne Rabbiyel aliyyil a'lel Vehhâb” derdi. Bütün müslümanların sıhhat ve selâmetleri için duâ etmeli ve isteğini, dileğini söyleyerek, Allahü teâlâdan, vermesi ve ihsân etmesi için cân u gönülden yalvarmalıdır. Akla ve dîne uygun olmayan şeyleri istememelidir.
Kalbine gelen hayırlı şeyi istemeli, söylediğinin mânâsını öğrenmelidir. Her şeyden önce; af, mağfiret ve âfiyet için duâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli duâ; “Allahümme rabbenâ âtinâ fid-dünyâ haseneten ve fil-ahireti haseneten vekı-nâ azâbennâr”dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı duâ yapmamalı, meselâ; (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir. Kabûl olursa pişmanlık fayda vermez. Duânın sonunda (Âmîn) demelidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “İyi kul, sâhibinin yaptıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Allahü teâlâdan gelene râzı olmak, sevinmek lâzımdır. Allah korusun, eğer O'nun gönderdikleri beğenilmez, istenmezse. O'nun kulluğundan çıkılmış, asıl sâhibinden uzaklaşılmış olunur. O'ndan gelene üzülmemeli, sevgilinin yaptığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Hastalıktan, gelen sıkıntı ve belâdan sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever.”
Hısn-ül hasîn kitabında buyruldu ki: “Duânın kabûl olması için, peygamberleri aleyhimüsselâm ve sâlih kulları vesile etmelidir. Sahîh-i Buhârî'deki Hadîs-i şerîflerde böyle bildirildi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Hayvanı kaçan kimse; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz. Allahü teâlâ da size merhamet eylesin desin?” buyurdu. Bir Hadîs-i şerîfte; “Korkulu yerde, üç kere; Ey Allah'ın kulları! Bana yardım ediniz! demeli!” buyruldu. Bu duâ tecrübe edilmiş ve netîcesi görülmüştür. Bir Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyden zarar gören, abdest alıp iki rekat namaz kılsın. Sonra; “Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesile ederek sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! O'nu bana şefâatçi et” desin!” buyruldu.
Tezkiret-ül-Evliyâ da diyor ki: Talebesinden bir kısmı sefere çıkarken, Ebü'l-Hasen-i Harkânî'ye (rahmetullahi aleyh) gelip; “Yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir duâ öğret! önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım” dediler. “Önünüze bir belâ çıkarsa, yâ Ebel-Hasen deyiniz” buyurdu. Hocalarının bu cevâbı, çoğunun hoşuna gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıya çıktı. İçlerinden biri, yâ Ebel-Hasen dedi. Kendisi, eşyası ve hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını, haydutlar alıp götürdüler. Eşkıya gidince, ona; “Sen nasıl kurtuldun” dediler. “Yâ Ebel-Hasen! dedim. Yanıma gelmediler” dedi. Geri döndüler. “Biz yâ Allah dedik. Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu yâ Ebel-Hasen dedi kurtuldu” diyerek bunun sebebini anlamak için, hocalarına yalvardılar. Hocaları; “Siz Allahü teâlâyı, haram giren ve haram çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise Ebü'l-Hasen ile tevessül eyledi. Allahü teâlâ bunun sesini, Ebü'l-Hasen'e duyurdu. Ebü'l-Hasen de, bunun halâs olması için duâ etti. Duâsı kabûl oldu ve kurtuldu” buyurdu. Mâide sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiplerinin (ibadetlerini, duâlarını) kabûl eder”ve bir hadis-i kudsîde de; “Bir kulum bana yaklaşırsa, ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm” buyruldu. Manaları bilinmeyen şeyleri söylememelidir. Adil hükümet me’murlarının, mazlumların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin ve misâfirin, duâları kabûl olmakta gecikmez. Ayrıca, oruçlunun iftar vaktindeki duâsı, anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve hocasının ve müslümanın arkasından yapılan duâ ile, sabr eden hastanın duâsı, bir de mübârek zamanlarda ve mübârek yerlerde ve namazlardan sonra ve Peygamberimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesile ederek yapılan duâlar, çabuk kabûl olunur. Buna, huzûr ve rahat zamanlarında çok duâ edenin, dert ve belâ zamanlarındaki duâlarını da ilave etmek gerekir.
Duanın fazîleti: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Dua ibâdettir” diye buyurduktan sonra, şöyle devam etti: “Rabbiniz buyurdu ki; “Bana duâ edin, size karşılığını vereyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak, Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.” Yâni sözle yapılan ibâdet çeşitlerinden, duâdan daha üstün bir şey yoktur. Çünkü duâ eden, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunmakta, O'na yalvarmaktadır.
“Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.” Yâni kendisini Allahü teâlâya muhtâç görmeyerek, gerek söz ve gerekse lisân-ı hâl ile istemeyene Allahü teâlâ gazâb eder.
“Dua mü’minin silâhıdır.” Yâni mü’min duâsı ile kendisinden ve başkalarından belâyı defeder.
“Dua dînin direğidir.” Yâni duâ etmekle, kul kulluğunu izhar etmektedir.
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.” Yâni duâ, yerleri ve gökleri gaflet karanlığından kurtarıp, onları aydınlatıcıdır. Kul, duâ edince, Allahü teâlâ onun dileğini bu dünyâda aynı ile veya dileğinin yerine ondan daha güzelini karşılık olarak verir. Yâhud büyük bir belâyı ondan def etmek sûretiyle verir. Bu isteği ya hemen veya geciktirerek verir. Yâhud Allahü teâlâ onun duâsını âhırete saklar. Yâni onun duâsına âhırette bol karşılık verir veya onun günâhlarından bir kısmını, o duâsı sebebiyle af ve mağfiret buyurur. Hülasa; Allahü teâlâ, iyi amel yapanın ecrini aslâ zâyi etmez ve muhakkak karşısına çıkarır.
Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Ben, kulumun beni zannına göreyim.” Yâni kulum, benim onu affedeceğimi ümîd ederse, affederim. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem’e gitmesini emretti. Cehennem’in kenarına kadar gelip durunca, o kul döndü ve; Vallahi yâ Rabbî! Benim senin hakkındaki zannım gerçekten iyi idi” dedi. (Bunun üzerine) Allahü teâlâ; Onu geri çeviriniz. Muhakkak ki ben, kulumun beni zannına göreyim buyurdu.”
Yine bir hadis-i kudsîde Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Kulum (ona merhamet eylemem, yardım etmem, muvaffak kılmam için) beni anarsa, ben onunla beraberim.”
Yine Hadîs-i şerîfte; “Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında da çok duâ etsin.” buyruldu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr; cild-11, sh. 107, cild-13, sh. 63, cild-17, sh. 164, cild-26, sh. 163
2) Tefsîr-i Kurtubî; cild-6, sh. 15, cild-7, sh.31, cild-8, sh. 383, cild-15, sh. 121
3) Şeyhzade hâşiyesi; sh. 86, 98, 139, 163
4) Tefsîr-i Mazharî; cild-2, sh. 275, cild-3, sh. 265, cild-5, sh. 55, cild-8, sh. 143
5) Rûh-ul Beyân; cild-1, sh. 211
6) Feth-ül Bârî; cild-6, sh. 324
7) Râmûz-ül Ehadis; cild-3, sh. 271
8) El-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 360
9) Mektûbât-ı Masumiyye; cild-3, sh. 24
10) Ravdat-ül Ebrar; cild-1, sh. 81
11) İhyau ulûmiddîn
12) Târih-i Taberî; cild-2, sh. 42
13) Kısas-ı Enbiyâ (Arâis); sh. 406
14) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 146
15) Mu'cizat-ül enbiyâ; sh. 52
16) Mecma'üz zevaid; cild-8, sh. 203
17) Târih-ul Lüga; cild-2, sh. 255
18) Bedâi-üz Zühûr; sh. 200
19) Rehber Ansiklopedisi
20) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29, cild-3, sh. 378, 379
21) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1085