20 Kasım 2017

DÂVÛD ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem nebî hem sultân (hükümdar) idi. Nesebi; Dâvûd bin Eyşâ bin Uveyd bin Selmûn bin Bâ'ir bin Yahşûn bin Âminozeb bin Ram bin Hasrûn bin Bâris bin Yehûda bin Ya’kûb bin İshak bin İbrâhim'dir. Miladdan bin yıl önce Kudüs'te doğdu ve yüz yaşında orada vefât etti. Avrupalı târihçiler, hazret-i Dâvûd'un hükümdârlık târihini mîladdan önce 1015-975 olarak kaydetmişler ise de, bu kat’î değildir. Kumandanlarından Urya, muhârebede öldürülünce, zevcesini aldı ve bu hanımdan Süleymân aleyhisselâm doğdu. Sesi çok güzel ve tesirli idi. Kendisine İbranî dilinde Zebur kitabı geldi. İsmi, Kur'ân-ı kerîmde 16 yerde geçmektedir.

Tâlût, Câlût ve Tâbût:

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra İsrâiloğullarına bir çok nebîler gönderdi. Onların vazifeleri; insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Zamân uzadıkça, İsrâiloğulları,Tevrât'ın hükümlerini değiştirmeye, kendi hevâ ve heveslerine uymaya başladılar. Aralarında isyân ve fısk-u fücur çoğaldı. Azgın kimseler, nebîlerin sözlerini dinlemez oldular. Ahlâkları tamâmen bozuldu. O zaman, Mısır'la Şam arasındaki Amâlika kavminin hükümdârı Câlût'u, Allahü teâlâ, İsrâiloğulları üzerine musallat kıldı. Câlût, İsrâiloğullarına hücûm edip, bozguna uğrattı ve vatanlarından sürüp, çocuklarını esir aldı. Cemâatlerini dağıttı, İsrâiloğulları perişân oldular. Mûsâ aleyhisselâm zamanından beri, İsrâiloğullarında, elden ele geçen ve içinde mukaddes emânetlerin bulunduğu sandık da Câlût'un eline geçti. Câlût, bu sandığı alarak, hakâret olsun diye pis bir yere bıraktı. Kur'ân-ı kerîmde, bu sandığa Tâbût ismi verilmektedir. Beydâvî’nin bildirdiğine göre; Tâbût, servi ağacından yapılmış bir sandık olup, üç arşın boyunda, iki arşın eninde ve altınla kaplı idi. İçine, Tevrât ve mukaddes emânetler konur; hükümdârın muhâfazası altında bulunurdu.
Ev, mal ve yurtlarından ayrı düşen İsrâiloğulları, bütün rahatlarının kaçmasını ve huzûrsuzluklarını, Tâbût'un ellerinden çıkmasında bildiler. Başlıca emelleri, Tâbût'u ele geçirmek oldu. Böylece çâre aramaya başladılar. Kavmin eşrâfı (önde gelenleri) kendilerine; kuvvetli, kudretli ve dirayetli bir kumandan bulmak için, nebîlerinden İşmoil aleyhisselâma giderek, İsrâiloğullarını düşmandan kurtaracak bir melik (hükümdar) tayinini istediler. İşmoil aleyhisselâm da, Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundu. Cenâb-ı Hakk'ın vahyiyle, onlara, Tâlût ismindeki şahsı melik tâyin ettiğini haber verdi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: (Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Mûsâ'dan (aleyhisselâmsonra (istişare için bir araya gelen) İsrâiloğullarının ileri gelenlerine (kıssasına, haberine) vâkıf olmadın mı? Hani onlar peygamberlerine (İşmoil aleyhisselâma); Bizim için bir hükümdâr gönder (tayin et) de (onun emriyle Câlût ve Âd kavminin soyundan Amâlika kavmiyle) Allah yolunda savaşalım dediler. O (peygamber de); Korkarım ki, üzerinize kıtâl (muharebe) farz kılınırsa, muhârebe etmezsiniz dedi. Onlar (İsrâiloğulları); Niçin Allah yolunda savaşmayalım ki, biz yurtlarımızdan çıkarıldık, hem evlatlarımızdan mahrûm edildik dediler. Ne zaman ki onlara cihâd farz kılındı, içlerinden çok azı (üçyüz onüç kişi) müstesna, cihâddan (muharebeden) yüz çevirdiler. Allahü teâlâ cihâddan yüz çeviren zâlimleri bilicidir.
Nebîleri olan (İşmoil aleyhisselâmonlara; Allahü teâlâ sizin için Tâlût'u hükümdâr olarak gönderdi dedi. (İsrâiloğulları Tâlût'u hükümdârlığa münâsip görmeyip, kendilerinin daha ehil olduklarını iddia ederek) dediler ki: Biz hükümdârlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken, nasıl olur da bizim başımızda hükümdârlık onun olabilir?(Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Tefsîr âlimleri bildirdiler ki: İsrâiloğullarının, Tâlût'u hükümdârlığa münâsip görmemelerinin sebebi, onun, hükümdârlar soyundan olmaması idi. Zirâ İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler Lâvî bin Ya’kûb neslinden, hükümdârları da Yehuda bin Ya’kûb evlâdından idi. Tâlût bu iki soydan olmadığı için, hükümdâr olmasını istemediler ve ona hakâret gözüyle bakmaya başladılar. “(İşmoil aleyhisselâmdedi ki: Şüphesiz Allah sizin üzerinize onu beğenip seçmiştir. Ona ilimce, vücûdca (kuvvetçe) de sizden ziyâde bir üstünlük vermiştir. Allahü teâlâ mülkünü dilediği kimseye verir. Allahü teâlâ ihsân sâhibidir (fakire mülk ve zenginlik verir) ve âlimdir (mülke lâyık olan bilir.) (Bakara sûresi: 246, 247)
Fahreddîn-i Razî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) İsrâiloğullarının iddialarını dört şekilde reddetti:
1- Allahü teâlâ hükümdârlık makâmına Tâlût'u münâsip gördü. Seçmek, Allahü teâlâdan olup, kulların münâsip görmesine bağlı değildir.
2- Hükümdârlık makâmında iki şey lâzımdır: Birincisi; milletin işlerinin idâresi ve memleketin siyâseti için gerekli ilim. İkincisi; bedenî ve rûhî kuvvet olup, bu husûslar Tâlût'da vardır.
3- Mülk, Allahü teâlânındır. Dilediğine verir. Kimsenin îtirâza selahiyeti yoktur.
4- Allahü teâlâ, ihsânıyla fakiri zengin eder. Saltanata lâyık olan hakkıyla bilir.
Nebîleri İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarının Tâlût'un hükümdâr olmasına alâmet istemeleri üzerine; “Tâlût'un hükümdâr olmasına alâmet, size, kaybetmiş olduğunuz Tâbût'un getirilmiş olmasıdır” buyurarak, onunla kalplerinin huzûra kavuşacağını bildirdi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Nebîleri (İşmoil aleyhisselâmonlara; Hükümdârlığının açık alâmeti, size o Tâbût'u getirmesidir ki, içinde Rabbiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı, teskîn-i hatır) ve Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) metrûkâtından bir bakıyye (Tevrât levhaları ve kıymetli eşyalar) vardır. Melekler onu yüklen(ip getir)ecektir. Elbette bunda (Tâbût'un size getirilmesinde) size kat’î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin doğruluğuna kat’î bir delil) vardır, eğer îmân etmiş kimselerseniz dedi.” (Bakara sûresi: 248)
Tâbût hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Allahü teâlâ, önce onu Âdem aleyhisselâma indirdi. Ondan Şit aleyhisselâma, sonra Âdem oğullarından birbirlerine intikal ederek; İbrâhim, İsmâil, Ya’kûb'a aleyhimüsselâm, ondan İsrâiloğulları arasında el değiştirerek, Mûsâ aleyhisselâma intikal etti. Mûsâ aleyhisselâm, onun içine Tevrât-ı şerîfi ve bâzı mühim şeylerini koydu. Seferde, onu askerin önünde yürütünce, halkın kalbine kuvvet gelirdi. Vefâtlarından sonra, İsrâiloğulları, onun içine Tevrât levhalarını, Mûsâ aleyhisselâmın ve Hârûn aleyhisselâmın eşyalarını v.b. koydular. Amâlika kabîlesi, bu Tâbût'u aldıklarında hor ve hakîr tuttular.
Cenâb-ı Hak; Tâlût'un mülkünü takviye ve İsrâiloğullarının, onun hükümdârlığına kanaatleri olsun diye, mûcize olarak, Tâbût'u melekler vâsıtasıyla Tâlût'un hânesine (evine) koydurdu. (Bu husûsta başka rivâyetler de vardır.) İsrâiloğulları onu Tâlût'un evinde bulunca, onun kendilerine Allahü teâlâ tarafından hükümdâr yapıldığına inandılar. Tâbût'un gelmesinden, gönüllerine sükûnet ve rahatlık geldi. Böylece Tâlût, İsrâiloğullarının başına geçip hükümdâr oldu.
Tâlût hükümdâr olunca, memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Allah yolunda cihâd için, Kudüs'ten hareket ederek, askeriyle kral Câlût'un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması yüzünden, askerin suya ihtiyâcı pek fazla idi. Böyle olmasına rağmen, bir tâlimat verdi. Bu, itâat eden asker ile etmeyenleri ayırmak için bir imtihân idi. Tâlût; “Allahü teâlâ, sizi, bir nehirle imtihân edecektir. Kim o nehirden doyuncaya kadar su içerse, askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden içmez yahut bir avuç su içerse, zararı yoktur ve askerimdendir” buyurdu. Tâlût bu tâlimatı, kendisinin hükümdâr olacağını haber veren nebîye (İşmoil aleyhisselâma) gelen vahy-i ilâhîden almıştı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Vakta ki, Tâlût, askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle yahut ilhamla askerine) dedi ki: Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim ki ondan (kana kana) içerse, benden (teb’amdan) değildir. Kim ki, ondan içmezse, o bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesna” (onlara müsâde var). (Bakara sûresi: 249) Tâlût ve askeri nehre geldiler. (Bu nehrin, Ürdün ile Filistin arasında olduğu rivâyet edilmektedir.) Ordu, seksenbin kişi idi. Askerin çoğu, (yetmişaltıbin kişi) Tâlût'un tâlimatı haricine çıkarak, istedikleri kadar içtiler. Az bir kısmı (dörtbin kadarı) söz dinledi. Bunların da çoğu firar edince, geride çok az asker kaldı. Bunların sayısının, Eshâb-ı Bedir adedince yâni üçyüzonüç kişi olduğu rivâyet edilmektedir. Buhârî'nin, Berâ bin Âzib'den (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Tâlût'un ordusunda su içmekte veya ancak bir avuç içmekte itâat edenlerin sayısı, Eshâb-ı Bedir sayısına denk idi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü Eshâb-ı kirâmına; “Bu gün siz, Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı adedincesiniz. Onlar mü’min idiler” buyurdu. Emri dinlemeyip nehirden içenlerin; içtikçe dudakları karardı, susuzlukları arttı, kendilerini korku kapladı, hareket etmeye kuvvetleri kalmayıp, nehir kenarında halsiz kaldılar. Bir kısmı geri döndü. Emri dinleyenlerin aldıkları su, ihtiyaçlarını gördü, îmânları kuvvetlendi. Bu hâlden dolayı Allahü teâlâ onlara güç verdi. Kur'ân-ı kerîmde, bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: “Derken (ırmağa varır varmaz) içlerinden çok azı müstesna, ondan (nehirden) bol bol içtiler. Nihâyet o (Tâlût) ve maiyetindeki, inanan az sayıdaki kimseler, onu (ırmağı) geçtiler. (Beri yanda kalanlar) dediler ki: Bu gün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı (duracak) tâkâtimiz yoktur. (Âhırette) muhakkak Allahü teâlâya kavuşacaklarını bilenler (ve itâatle ırmağı geçenler) ise dediler ki: Nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa, Allah'ın izniyle (kaza ve irâdesiyle) galebe etmiştir. Allah sabır (ve sebât) edenlerle beraberdir.” (Bakara sûresi: 249)
Nihâyet iki ordu karşı karşıya geldi. Tâlût'un ordusunda, er olarak savaşa katılan onsekiz yaşında genç bir yiğit vardı. İsmi Dâvûd idi. Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre, Dâvûd aleyhisselâm, pederi Eyşâ ve onüç birâderi ile Tâlût'un askeri arasında bulunuyordu. Rivâyete göre; bunların en küçüğü Dâvûd (aleyhisselâm) olup, önceleri koyun güderdi. Mesleği gereği, sapan taşı atmada pek hünerli ve çok cesur bir yiğitti. Yaşından umulmayan bir cesâret ve çevikliğe sâhipti. Günün birinde babasına; “Sapanımla, tam bir isabet üzere attığım her taş ile hedefi vurup yere düşürüyorum”, başka bir gün; “Bir arslan yakalayıp üstüne bindim korkmadım”, başka bir gün de; “Ben dağlar arasında yol alırken tesbîh okuyorum, istisnasız bütün dağlar, taşlar da benimle birlikte tesbîh ediyor” dedi. Bunun üzerine babası; “Sana müjdeler olsun. Bu, Allahü teâlânın sana verdiği bir hayır işâretidir” buyurdu.
Bir gün, Dâvûd aleyhisselâm yolda giderken, üç taşa rast geldi. Taşlar dile gelip; “Ey Dâvûd! Bizleri yanına al, sen bizimle Câlût'u öldüreceksin” dediler. Dâvûd aleyhisselâm, onları torbasına koydu. Sonra bunların hepsi tek bir taş oldu. Hazret-i Dâvûd'un sesi çok güzeldi. “Bu gün dahi, Dâvûdî ses tabiri kullanılmaktadır.” Sesi çok güzel olduğu için, devlet reîsi Tâlût'un huzûruna çıkarıldı. Tâlût onu, kendisine nedîm yaptı. Dâvûd aleyhisselâm, gün geçtikçe şöhret kazandı. Sonra da, Tâlût'un Amâlika kavmine karşı hazırladığı orduya katıldı. Harp başlamadan önce, Tâlût fermân edip; Câlût'u öldürene kızını vereceğini ve memleketin her tarafında onun mührünü geçerli kılacağını îlân etti. Sonra yardım için Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundular. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar (Tâlût'a itâat eden mü’minler), Câlût ile askerlerine karşı (savaş) için) çıktıkları zaman, (niyaz edip) dediler ki: Ey Rabbimiz! üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır. (Düşmanlarımızın kalblerine korku vererek ve kalplerimizi kuvvetlendirerek) ayaklarımıza sebât ver. (Er meydanında kaydırma. Puta tapan) bu kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et.” (Bakara sûresi: 250) Bu âyet-i kerîmede; düşman üstüne giden askerin, Allahü teâlâya yalvarıp, kalpten yardım istemesinin lâzım olduğuna işâret edilmektedir. Harpte üç şey lâzımdır. Bunlar; görülecek zorluklara sabretmek, harp aletleriyle müdâfâa ve sebât, bir de Allahü teâlânın yardımının geleceğine inanmaktır.
Câlût, zamanın harp usûlüne göre, karşısında savaşacak bir er diledi. Herkes Câlût'un heybetinden korkuyordu. Zirâ o, iri vücutlu, harp san’atını bilen biri idi. Bu sırada, Dâvûd aleyhisselâmbelinde sapanı, sırtında torbası ve elinde asâsı ile ortaya çıktı. Onunla dövüşmek istediğini söyledi. Herkes bu hâle şaştı. Câlût, Davut aleyhisselâmı görünce; “Ey Hakîr! Niçin geldin?” diye sordu. Dâvûd aleyhisselâm; “Seninle cenk etmek için” dedi. Câlût, alay edip; “Benimle nasıl cenk edersin? Savaşmaya bir kılıcın bile yok” dedi ve güldü. Dâvûd aleyhisselâm, sapanı belinden çıkardı, elini torbaya sokup, daha önceden hazırladığı bir taşı çıkardı ve sapana koydu. Câlût gülerek; “Senin taşına karşı kalkana ne lüzum var” dedi. Dâvûd aleyhisselâm tekbir getirip, Allahü teâlânın ismiyle taşı Câlût'a attı. O esnada, yerde ve gökte olan melekler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, kuşlar da tekbir getirdiler. O sadânın heybeti düşmana ulaştı. Kuvvetli bir rüzgâr esip, Câlût'un başındaki tolgasını düşürdü. Taş Câlût'un alnına isabet edince, atından düştü ve öldü. Tâlût'un ordusu, bu hâli görünce coşarak, düşmana hücûmla onları bozup, mağlûb ettiler. Câlût'un askeri dağıldı. Böylece Allahü teâlâ, Tâlût ve ordusunun duâsını kabûl etti. Onlara sabır ve tahammül verdi. Harpte ayaklarını sabit kıldı. Kâfirlere karşı onlara yardım etti. Tevhid ehli memnun, mesrûr ve muzaffer oldu.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Derken (düşmanla karşılaşır karşılaşmaz, Allahü teâlânın izniyle) onları (düşmanlarını) bozguna uğrattılar. (Mü’minlerin arasında bulunan) Dâvûd da, Câlût'u öldürdü. Allah da ona (İşmoil'in (aleyhisselâm) ve Tâlût'un vefâtından sonra) saltanat ve hikmeti (peygamberliği) verdi. Ve daha (kuşların dilini anlamak, zırh yapıp satmak, Zebur'u vermek gibi) dilediği bâzı şeylerden öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını, diğer bir kısım ile önleyip defetmeseydi, yer (yüzü) muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemler üzerine ihsân ve rahmet sâhibidir.” (Bakara sûresi: 251)
Yâni, eğer Allahü teâlâ insanların bâzısı ile, mü’min ve itâatkar kulları ile, insanların bâzısını, kâfirleri ve asîleri defetmeseydi; zararlarını ve kötülüklerini gidermeseydi, yeryüzü ve üzerindeki ekinler, nesiller ve yeryüzünü ma’mûr eden şeyler hebâ ve zâyi (yok) olurdu. Fakat Allahü teâlâ, mü’min kulu ile kâfirin, sâlih kulu ile de facir ve fâsıkın zararını defetmektedir. Bunun için Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Elbette Allahü teâlâ sâlih müslüman ile, komşusu olan yüz evden belâyı def eyler” buyurup, bu âyet-i kerîmeyi okudular. Bu âyet-i kerîme, insanları idâre eden sâlih kimselerin fazîletine, onlarsız âlemin nizâm ve intizama kavuşamayacağına işâret etmektedir.
Tâlût zafere kavuşunca, ganîmet olarak ele geçen şeylerin hepsini yaktırdı. (Çünkü Mûsâ aleyhisselâmın dîninde, ganîmetler yakılırdı.) Sonra ordusu ile Kudüs'e döndü. İşmoil aleyhisselâma varıp, durumu olduğu gibi anlattı. (İşmoil aleyhisselâmın, ordusu içinde olduğuna dâir rivâyetler de vardır.) İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'a; “Sen de verdiğin sözü yerine getir” buyurdu. Tâlût da kızını Dâvûd aleyhisselâma verdi. Hâkimiyeti altındaki topraklarda Dâvûd aleyhisselâmın mührünü de geçerli kıldı. İnsanlar, Dâvûd aleyhisselâmın güzel ahlâk ve adâletine yönelip onu sevdiler. Tâlût'un hükümdârlık müddeti, vefâtına kadar kırk yıl sürdü.

Dâvûd aleyhisselâmın hükümdârlığı:

Tâlût'un ölümünden sonra, Dâvûd aleyhisselâm İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. İsrâiloğullarının oniki sıptının tamamı Dâvûd aleyhisselâmın hükümdârlığını kabûl ettiler. Bir müddet sonra, cenâb-ı Hak kendisine peygamberlik vazifesi de verdi. Böylece saltanat ile birlikte nübüvvet yükünü de taşıyan ilk peygamber oldu. İsrâiloğullarında peygamberlikle sultânlık ondan önce bir kimsede bulunmamıştı. Peygamber olduğu Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Daha evvel de Nûh'u ve onun neslinden Dâvûd'u, Süleymân'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u (aleyhimüsselâm) hidâyete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz, ihsân sâhiplerini işte böyle mükafatlandırırız.” (En’âm sûresi: 84)
Dâvûd aleyhisselâm, peygamber ve hükümdâr olarak, İsrâiloğullarını, Allahü teâlâyı tanımaya ve O'na kulluk yapmaya çağırdı. Ömrü boyunca insanlar arasında adâletle hükmetti. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “O'nun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet (peygamberlik, Zebur, kâmil bir ilim ve amel) ve fasl-ı hitâb (Hakk'ı bâtıldan ayırt etmek sûretiyle dâvâları halletmek ve görüşte isabet, kemâlât-ı belâgat yâni güzel hitâb) verdik.” buyruldu. (Sâd sûresi: 20)
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. (Yâhud geçen peygamberlere halef kıldık.) O hâlde insanlar arasında hak (ve adâlet) ile hükmet. (Hükmünde nefsinin) hevasına(hevesine) tâbi olma ki, bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü, Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için pek çetin bir azâb vardır.” (Sâd sûresi: 26)
Dâvûd aleyhisselâm, kendisine gelen vahiy icâbı, halk arasındaki hükmünde şâhid ve yemin ile hükmeyledi. Mülkü kuvvetlendi. Heybeti halkı öyle kapladı ki, yalnız kalınca bile dîne ve akla uymayan herhangi bir şeyi konuşmaktan korkarlardı.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâmın mülkünü (saltanatını) kuvvetlendirince, bütün halk onun emrine itâat etti. Âlimlerin bildirdiğine göre, mülkünün kuvvetlenmesi şöyle oldu: Bir gün, kendisine bir kişi geldi. Başka bir şahsın, öküzünü zorla elinden alıp gasbettiğini söyledi. Onu dava etti. Dâvûd aleyhisselâm dâvâlıyı huzûruna çağırttı. Dâvâlı; “Böyle bir işin aslı yoktur. Ben kimsenin öküzünü gasbetmedim” dedi. Dâvâcı olan kişinin de hiç bir şâhidi yoktu. Dâvûd aleyhisselâm olayı araştırdı. Hiç bir delil bulamadı. Gece olunca bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Allahü teâlâtarafından dâvâlının öldürülmesi hazret-i Dâvûd'a emredildi. Bu emir üç defâ tekrarlandı. Hazret-i Dâvûd, ertesi sabah dâvâlıyı huzûruna çağırttı. Allahü teâlânın emrini ona bildirdi. Adam şaşırdı ve karara îtirâz etti. Delilsiz ve şâhidsiz bir insanın öldürülemeyeceğini söyledi. Dâvûd aleyhisselâm ise, kararın kesin olduğunu, çünkü Allahü teâlâdan vahiy aldığını açıkladı. Zirâ peygamberlerin rüyâsı vahy idi. Kendisi için bir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayan dâvâlı, başka bir suçunu îtirâf etti ve; “Ey Allah'ın peygamberi! Daha önce şu iddia sâhibinin babasını öldürmüştüm. Ortada hiç bir şâhid de yoktu. Benim öldürülmemi Allah bunun için emretmiştir” dedi. Bu îtirâf üzerine o kişiye kısas tatbik edildi. Bu hâdise, bütün İsrâiloğulları üzerinde büyük bir tesir meydana getirdi. Bundan sonra hiç kimse şeriatın dışına çıkmağa cesâret edemedi. Çünkü onlar ıssız yerlerde bile suç işleseler, Allahü teâlânın bildirmesi ile Dâvûd aleyhisselâmın kendilerini yakalayacağı inancında idiler. Böylece, Dâvûd aleyhisselâmın hükümeti kuvvetlendi. Herkes onun emri haricinde bir şey yapamaz hâle geldi. Zamanın en kuvvetli devleti, Dâvûd aleyhisselâmın devleti oldu.
Dâvûd aleyhisselâm, bir gün ibâdet eder, bir gün kavminin hukûki mes’elelerini karara bağlar, bir gün halka vâz ü nasîhatte bulunur, bir gün de kendi şahsi işlerini yapardı. Böylece vaktini dörde ayırmıştı.
İbadet gününde, mihrabın bütün kapılarının kapatılmasını ve kimsenin yanına bırakılmamasını emrederdi. Fakat, Dâvûd aleyhisselâm ibâdetle meşgûl olduğu günlerden bir gün, iki adam gelerek ansızın Dâvûd aleyhisselâmın önünde peydâ oluverdiler. Dâvûd aleyhisselâm ürpererek onlara; “Benden ne istiyorsunuz? Yoksa sizler bu gün benim ibâdet günüm olduğunu, icra ve karar günüm olmadığını bilmiyor musunuz?” dedi. Onlar; “Tabi biliyoruz. Ancak adâletin tatili olmaz. Bizim aramızda bir sürtüşmemiz var. Senin, ikimizin arasını bulacak bir hüküm vermen için buralara geldik” dediler, Dâvûd aleyhisselâm; “Pekâla, buyrun bakalım” dedi. Onlardan birisi; “Mes’elemiz şundan ibârettir. Kardeşimin doksandokuz koyunu var. Benimse bir tane. Böyle olduğu hâlde kardeşim benden bu bir koyunu da almak istiyor” dedi.
İşi çabuk bitirmek isteyen Dâvûd aleyhisselâm; “Kardeşin senden o bir koyunu da almak istediği için sana zulmetmektedir. Allahü teâlâya îmânı olmayan insanların bir kısmı, işte böyle zulüm yapmaktadırlar. İyi insan da pek az bulunmaktadır” dedi.
Dâvûd aleyhisselâmın cevâbı üzerine, onlar güldüler ve en kısa zamanda oradan ayrıldılar. Bir müddet sonra, Dâvûd aleyhisselâm, çok kısa bir sürede karar vermiş olduğunu farketti. Halbuki öbür kişiye de bunun sebebini sorması gerekirdi. Bu tavrın kadılık (hâkimlik) kanunlarına uygun olmadığını düşündü. Çünkü, ikinci kişinin de haklı olabileceği ve Rabbinin de kendisini adâleti icra ederken imtihân etmiş olması mümkündü. Bu hâdise üzerine Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlâdan affetmesini dileyerek, kendi kendine; bundan sonra hüküm verirken acele etmeyeceğine, doğrulukla hüküm vereceğine, kararını delilleriyle ortaya koyacağına dâir söz verdi. Bu hâdiseden sonra kırk gün kırk gece ağladı. Başını secdeden kaldırmadı. Gözlerinin yaşı secde yerini ıslattı. Sonra Allahü teâlâdan hitâb gelip; “Affeyledim!” buyruldu. Dâvûd aleyhisselâmın bundan sonraki ömrü, üzüntü ve keder ile geçti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen söyle bildirilmektedir: “Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mihraba (mescide) tırmanmışlardı. O vakit Dâvûd'un (aleyhisselâm) karşısına girivermişlerdi de o, bunlardan telâşa düşmüştü. Korkma, dediler. Biz iki dâvâcıyız. Birimiz, ötekine (hakkına) tecâvüz etti. Şimdi sen, aramızda adâletle hükmet. Aşırı gitme. Bize doğru yolu göster. (İçlerinden biri); “Şu benim birâderimdir (din kardeşimdir. Yâhud şerîkimdir. Yâhud arkadaşımdır.) Onun, doksan dokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken; “Onu bana ver de bakayım” dedi ve mücâdelede beni yendi. Dâvûd (aleyhisselâmdâvâcıya dedi ki: Muhakkak o, senin dişi koyununu, kendi dişi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Muhakkak (mallarını birbirine) katıp karıştıran (ortak) ların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. Îmân edip de güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar müstesna.(Fakat) bunlar da ne kadar azdır. Dâvûd (aleyhisselâm) anladı ki, biz onu imtihân ettik, (zellesine yâni hükümde acele ettiğine agâh ettik.) Bunun üzerine o Rabbinden (zellesinin) mağfiretini isteyerek rükû ile secdeye kapandı ve (tevbe ile) Allah'a döndü.” (Sâd sûresi: 21-24)
İmâm-ı Şafiî’den (rahmetullahi aleyh) bildirildi ki: Amcam Muhammed bin Ali bana anlattı ve dedi ki: “Abbâsî halîfelerinden Ebû Ca’fer Mansûr'un sohbetinde bulunuyordum. Mecliste İbn-i Ebî Züeyb de vardı. Bu çok oruç tutan, dâimâ hakkı söyleyen, kimseden çekinmeyen bir zât idi. Halîfeye nasîhatleri arasında dedi ki: “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Huzûruna iki hasım çıkar ve bunlardan birisine gönlünün meyli olursa, sakın hak bunun olsa da hasmını yense diye gönlünden geçmesin. Ey Dâvûd! Ben, peygamberlerimi insanlara deve güden çobanlar gibi gönderdim. Çünkü onlar, Hakk'a riâyetle insanları sevk ve idâreyi bilirler. Onların vazifesi, sürülerini görüp gözetmek ve zayıf olanı su ve otlağa kavuşturmaktır.”

Eshâb-ı Sebt:

Mısır'la, Medîne-i münevvere arasında Kızıldeniz kenarında, İyle yahut Medyen yahut Taberîyye şehrinin halkı, yetmişbin kişi olup, İsrâiloğullarından idiler. Onlar, balık avlamak ve satmakla geçinirlerdi. Cenâb-ı Hak, Cumartesi günü balık avından onları men etti. Cumartesi günü, Mûsâ aleyhisselâmın dîninde ibâdetten başka her iş haram olduğundan, balık avlamaya kimse cesâret edemezdi. Onlar da Cumartesi günü avlanmamak üzere nebîleri Dâvûd aleyhisselâma söz verdiler. İsrâiloğulları, Cumartesi'ye riâyet edip balık avlamamakla emrolundukları hâlde, şeytan onlara; “Siz balığın avından nehyolunmadınız, eklinden (yemesinden) nehyolundunuz” diyerek kalplerine vesvese verdi. Böylece bir kısmı Cumartesi'nin tâzimini ihlal ve balık avlamakla ilâhî yasağa muhâlefet ettiler. Cumartesi günü, Allahü teâlânın hikmeti ile su yüzü balıkla dolar, diğer günler ise görünmezlerdi. Bu durum onlar için bir imtihân idi. Binaenaleyh, ilâhî emre uyarak imtihânı kazanmak mümkün iken, aksini yapmakla azâba koştular.
Tefsîr-i Hazin’de bildirildiği üzere; Eshâb-ı Sebt, üç fırka oldu. Birinci fırka; Allahü teâlânın emrine karşı gelip Cumartesi günü balık avlarlar, yerler, satarlar, hattâ sahilin kenarına havuzlar yaparak, Cumartesi günü balıklar içine dolunca, ağzını kaparlar, Pazar günü o balıkları toplarlardı. Yasaklandıkları bu iş üzerinde ısrâr ederler, hîlelerini örtmek isterlerdi. Bunlar daha da ileri giderek, Cumartesi'nin haramlığı kalktı derlerdi. İkinci fırka; bunların hâline sükut eder, balık avlama günâhını işlemezlerdi. Üçüncü fırka; günâhı işlemedikleri gibi, günâhı işleyenlere vâz ü nasîhat eder ve Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden men etmeye çalışırlardı. Sükût edip balık avlama günâhını işlemeyen, emr-i maruf ve nehy-i anil münkerde bulunmayanlar bunlara; “Helak olacak veyahut azâb görecek bir kavme niçin vâzeder ve kendinizi yorarsınız, emeğinize yazıktır” derlerdi. Nâsîhat etmekten geri durmayanlar da; “Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda mâzur olmak için iyiliği emreder, haram ve günâhlardan nehyederiz” diye cevap verirlerdi.
Tefsîr âlimleri bildirdi ki: Nâsîhat edip emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerde bulunanlar isyân içinde olanların herhangi bir azâba uğrayacaklarını düşünerek, âsî ve bozguncularla kendileri arasına bir duvar çektiler. Yerlerini ayırıp, başka bir kapıdan işlediler ve onlara karışmadılar. Bir gün asîlerin dışarı çıkmadığını görünce, merâkla gidip baktılar. Bir gecede Hakk'ın gadabı ile hepsinin maymun; yahut gençlerinin maymun, yaslılarının hınzır (domuz) sûretinde olduğunu gördüler. Bunlar, kâfir olup maymun sûretine çevrilen akrabâlarını tanıyamadılar. Lâkin maymunlar akrabâlarını tanıyıp, yanlarına gelerek elbiselerini kokladılar ve ağlaştılar. Mü’minlerin; “Biz size, Allahü teâlânın emrini gözetin, haram ve günâh işlerden vazgeçin demedik mi?” sözlerine de, yalnız başlarıyla cevap verip, tasdik ettiler ve üç gün sonra öldüler. Mü’minler ise helâk olmaktan kurtuldular. Arais’de; “Kâfir olup hayvan şekline çevrilen onikibin kişi şehirden çıktı. Sahrada şaşkın şaşkın dolaşıp üç gün sonra hepsi öldü. Hak teâlâ rüzgârla yağmur gönderip, leşlerini deryâya bıraktı” diye bildirilmektedir. Meâlim-üt-Tenzîl’de; Avlanmayıp, lâkin avlayanları da men ve nehy etmeyip susanlar da, birlikte şekil değiştirdiler denmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: (Habîbim!) Onlara (yahudilere) denizin yakınındaki (sahildeki) o kasabayı (onun hâlini ve ahâlisinin başına gelenleri) sor.Hani onlar Cumartesi gününün hürmetini ihlal ederek haddi aşmışlardı. Çünkü, Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyordu. Cumartesi tatili yapmayacakları gün ise gelmiyordu. İşte biz, itâatten çıkmakta olduklarından dolayı, kendilerini böylece imtihân ediyorduk. İçlerinden bir tâife (ki, bu kötü ameli işlemez ve işleyeni de men etmezdi. Bunlar o nehy edenlere); Allah'ın kendilerini (dünyâda) helâk edeceği veya (ahirette) şiddetli bir azâb ile cezâlandıracağı bir kavme ne diye nasîhat veriyorsunuz? dediği zaman, onlar da (o nasîhat edenler de); Bizim nasîhatimiz, Rabbimizin yasak ettiğini beyân etmek, üzerimize vâcib olmakla Allah indinde mâzur olmamız içindir. Umulur ki, onlar korkup günâhı terk ederler demişlerdi. Vakta ki onlar (masiyet işleyenler), nasîhati unuttular (kabul etmediler). Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebât edenleri selâmete çıkardık. Zulmedenleri ise, yapmakta oldukları fısklar yüzünden, şiddetti bir azâb ile yakaladık. Bu sûretle, onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrâr edince, kendilerine rahmetten uzak olduğunuz hâlde, hor ve zelîl maymunlar olun dedik.” (A’râf sûresi: 163-166)
(Ey İsrâiloğulları!) Muhakkak siz, (seleflerinizden) Cumartesi günü hadd-i tecâvüz edenlerin hâlini bilirsiniz. Biz onlara dedik ki; Zelîl ve hakîr maymunlar olun! (Üç gün sonra da helâk oldular.) Binaenaleyh onu, hem önündekilere (o zaman hazır olanlara), hem ardındakilere (sonradan geleceklere), ibret verici cezâ ve (müminlerden) takvâya erenlere de bir öğüt yaptık.” (Bakara sûresi: 65, 66)
“Ey kendilerine kitap verilenler (Tevrât verilen yahudiler!) Sizinle olan (Tevrât'ı) tasdik edici olmak üzere indirdiğimize (Kur'ân-ı kerîme); biz bir takım yüzleri silip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, Yâhud Eshâb-ı Sebt'e ettiğimiz lânet gibi kendilerini de lânetlemezden evvel îmân edin. Allahü teâlâ emir ve vâdini hüküm ve kazâsını infaz edicidir.” (Nisâ sûresi: 47)
“İsrâiloğullarından olup da küfredenlere (yani Eshâb-ı Sebt'e ve Eshâb-ı Mâide'ye), Dâvûd'un da, Meryem oğlu Îsâ'nın da (aleyhimesselâm) diliyle lânet olunmuştur. (Eshâb-ı Sebt maymun sûretine, Eshâb-ı Mâide de hınzır sûretine çevrildi.) İşte bu, lânet olanların isyân etmeleri ve ifrâta sapmaları sebebiyle oldu. Onlar, işledikleri herhangi fenâlıktan, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat, yapmakta devam ettikleri şey ne kötü idi.” (Mâide sûresi: 78, 79)

Beyt-ül-Makdis'in inşası ve Dâvûd'un (aleyhisselâm) vefâtı:

Dâvûd aleyhisselâmın hükümdârlığı zamanında, ortalığı kasıp kavuran bir taun (vebâ) salgını görüldü. O da halkını alıp Beyt-ül-Makdis'in bulunduğu yere geldi. Melekler buradan göğe yükselirlerdi. Dâvûd aleyhisselâm, bu hâli gördüğü için, oraya duâ etmek üzere gelmişti. Kayanın bulunduğu yere gelince, hastalığın kaldırılması için Allahü teâlâya yalvardı. Daha sonra burada, Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşasını başlattı. Mescidin inşasına, hükümdârlığının onbirinci yılında başlamıştı. Bizzat Dâvûd aleyhisselâm ve bütün âlim ve önde gelenler, şevk ve iftiharla sırtlarında taş getirip, elleriyle binâ etmeye gayret ve itinâ ederlerdi. Bina bir adam boyu olunca; “Bu işin tamamlanması oğlun Süleymân'a müyesser olur” diye ilâhî vahy geldi. Bunun üzerine, binâ için hazırladığı altın ve gümüşleri hazret-i Süleymân'a verdi. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini de vasiyet etti.
Dâvûd aleyhisselâm, gayretli idi. Her gece, kapılar kapandıktan sonra ibâdet etmeye koyulurdu. Bir yere gidince, evinin kapısını mutlaka kilitlerdi. Bir gün, âdet-i üzere çıkıp, evine gelince, kapıyı açıp içeri girdi. İçeride bir yabancı gördü. “Sen kimsin?” dedi. O; “Yeryüzü sultânlarından korkmayan ve girmek istediği yerden onu hiç bir şeyin men edemediği kimseyim” dedi. Dâvûd aleyhisselâm; “Vallahi sen ancak ölüm meleğisin” dedi. O da; “Evet” diye karşılık verdi. Dâvûd aleyhisselâm ona; “Bana ölüme hazırlanmam için ne diye haberci göndermedin?” dedi. Melek; “Sana pek çok haberci geldi. Baban, kardeşin, komşun ve tanıdıkların nerededir?” dedi. Dâvûd aleyhisselâm; “Vefât ettiler” deyince. Melek; “Bütün bunlar, benim sana gönderdiğim habercilerdi. Çünkü sen de onlar gibi ölecektin” dedi ve Dâvûd aleyhisselâmın da müsaadesini alarak rûhunu kabzetti (aldı). O vefât edince, Allahü teâlâ mülkünü, ilmini ve peygamberliğini oğlu Süleymân'a aleyhisselâm mîras bıraktı. Dâvûd aleyhisselâm, vefât ettiğinde yüz yaşında idi. Hayatında kırk sene saltanat sürmüştür.
(Bu gün elde bulunan muharref Tevrât ve İncîl'de, hazret-i Dâvûd'un maiyetinde bulunan Urya adlı bir subayın, Betsabe (Bathseba) adlı karısı ile macerası diyerek yazılı olan çirkin hikaye doğru değildir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bu yanlış ve çirkin hikayeyi anlatanlara yüzaltmış değnek vuracağını bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde hazret-i Dâvûd'un dâimâ Allah'tan çok korktuğu, kendisine ilim ve hakkı bâtıldan tefrik eden (ayıran) kuvvet verildiği bildirilmiştir. Bu hâdisenin Tevrât'a ve İncîl'e sonradan ilave edildiği ve uydurma olduğu husûsunda bütün İslâm âlimleri ittifâk (söz birliği) etmişlerdir.)

Mûcizeleri ve husûsiyetleri:

Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma büyük teveccüh gösterip, pek çok mûcize ve husûsiyetler verdi. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâm hakkında; “Kulumuz Dâvûd” buyurdu. Bu ilâhî hitâb, onun şerefinin, derecesinin üstünlüğünü göstermektedir.
2- Dâvûd aleyhisselâm, bütün işlerinde sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözetir, O'na yönelirdi.
3- Cenâb-ı Hak; dağları, taşları, kuşları onun emrine verdi. Zebur'u okumaya başladığı zaman; kuşlar, havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebur'u tekrar ederlerdi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyururdu ki: “Dâvûd aleyhisselâm tesbîh okuduğunda (Allahü teâlâyı zikrettiğinde), dağlar da onunla birlikte tesbîh eder, kuşlar toplanır, beraberce tesbîh okurlardı. Bu, mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Ey dağlar ve kuşlar! Dâvûd (aleyhisselâmtesbîh edince, siz de onu tekrar ediniz...” (Sebe’ sûsesi: 10)
“Doğrusu biz, akşam-sabah onunla tesbîh eden dağları ve kuşları, onun emrine vermiştik.” (Sâd sûresi: 18)
(Her yandan ona doğru) toplanıp gelen kuşları da emrine verdik. (Gerek o dağlardan, gerek bu kuşlardan) her biri, (itaat ederek) onunla tesbîh ederdi. (Sâd sûresi: 19)
“Dağları ve kuşları, Dâvûd (aleyhisselâmile birlikte tesbîh etmek üzere emrine vermiştik. (Bütün bunları) yapanlar bizdik.” (Enbiyâ sûresi: 79)
4- Mantık-ut Tayr'ı (kuşların dilini) bilirdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Süleymân (aleyhisselâm, babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm nübüvvet, ilim ve mülküne) vâris oldu. (ve Süleymân aleyhisselâmdedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi.” buyruldu. (Neml sûresi: 16)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “Buradaki murâd, kuşların maksatlarını, arzularını anlamasıdır.”
5- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma demiri hamur yapacak bir kudret verdi. Demire istediği şekli verebilmesinin ayrı bir özelliği vardı. Ateşe sokmadan ve dövmeden demire, mum gibi, istediği biçimi verirdi. Bu hâl ona verilen bir mûcize idi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs şöyle bildirilmektedir:
“...Biz ona demiri (bal mumu gibi) yumuşattık.” (Sebe’ sûresi: 10)
6- Demirden zırh yapıp satar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma zırh yapma san’atını öğrettiğini, Kur'ân-ı erîmde haber vermektedir: “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâm) sizin için zırh yapmak san’atını öğrettik.” (Enbiyâ sûresi: 80)
(Dâvûd aleyhisselâma bütün bedeni örtecek) uzun zırhlar yap, onları dokumada intizamı gözet diye emrettik...” (Sebe’ sûresi: 11)
Dâvûd aleyhisselâm, çoğu zaman kıyafet değiştirip şehirde dolaşır, idâreden halkın memnun olup olmadığını araştırır; konuşmalarını gizlice öğrenmeye çalışırdı. Herkes onu medh-ü senâ eder, memnuniyetlerini bildirirlerdi. Bir gün kıyafet değiştirerek çıkmış, kendisinin gidişi hakkında memleketinde hâsıl olan kanaati soracak birisini aramıştı. Karşısına insan şeklinde bir melek (Cebrâilaleyhisselâm) çıktı. Dâvûd aleyhisselâm onu tanıyamadı. Ona; “Dâvûd'un memleketindeki durumunu nasıl buluyorsun?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “O, ne iyi kişidir. Yalnız kendisinde bir haslet daha olsa” dedi. Dâvûd aleyhisselâm; “O haslet nedir?” deyince, melek (Cebrâil aleyhisselâm) ona; “İşittim ki o, Beyt-ül maldan (hazineden) geçiniyormuş. Halbuki, kişinin zor zahmet kendi kazancını yemesinden daha üstün bir şey yoktur” dedi. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm geri döndü. Cenabı Hak'tan, kendi elinin emeğiyle bir geçim ihsân etmesini niyaz etti. Allahü teâlâ da ona demircilik san’atını öğretti. Artık o, zırh yapıp, satıyor ve bununla geçiniyordu. Zırh yapma sayesinde maişeti bollaştı. Hazret-i Dâvûd fakir ve düşkünlere sadaka verir, malının üçte birini müslümanların işleri için sarfederdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Dâvûd aleyhisselâmı elinin kazancıyla geçinmesinden dolayı medhetti.
Buhârî'deki bir Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) elinin emeği ile kazanıp yerdi.”
7- Saltanatı heybetli olup, devleti, zamanının en kuvvetli devleti idi.
8- Kendisine ilim, hikmet ve fasl-ı hitâb verildi. Ahmed bin Muhammed el-Gaznevî, ilim öğrenmenin fazîleti hakkında buyuruyor ki: “Îmân bilgilerinden sonra ilimlerin en güzeli ve en üstünü, fıkıh ilmidir. Allahü teâlâ Bakara sûresi: 269. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “Hak teâlâ, dilediği kimseye hikmet ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bu âyet ve öğütleri, ancak kâmil akıl sâhipleri anlar.” Kelbî (radıyallahü anh), buradaki hikmetin, fıkıh ilmi olduğunu bildirmiştir. Neml sûresi 15. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a (aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi(kendilerine bu hasletlerin verilmediği) mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.”
Tibyan tefsîrinde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme; ilmin şerefinin, diğer bir çok nîmetlerden üstün olduğuna işârettir. Kendilerine ilim verilenler, diğer mü’minlerin çoğundan fazîletli olurlar.
Tefsîr âlimleri, hikmetten murâdın; peygamberlik, reyinde isabet, Zebur, kâmil bir ilim ve amel olduğunu söylemişlerdir. Fasl-ı hitâbdan murâdın ise, hakkı bâtıldan ayırarak dâvâları halletmek, reyde isabet ve üstün belâgatla hitâb etmek olduğunu belirtmişlerdir.
9- Dâvûd aleyhisselâma, o vakte kadar diğer peygamberlere verilenlerden ayrı ve fazla olarak fadl verilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz Dâvûd'a(aleyhisselâmtarafımızdan diğer peygamberler ve diğer insanlar üzerine bir fadl (imtiyaz) verdik” buyruldu. Âlimler, fadldan murâdın, peygamberlik, kitap (Zebur), mülk, güzel ses, demiri hamur gibi yoğurma ve diğer bir çok meziyetler olduğunu bildirdiler.
10- Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma Zebur'u verdi. Cenâb-ı Hak fazîletin, din ve ilimle olup, malla olmadığına işâret ederek meâlen; “Biz Dâvûd'a (aleyhisselâmZebur'u verdik.”(İsrâ sûresi: 55) buyurdu ve onun fazîletini bildirdi. Hazret-i Dâvûd'un sesi çok güzel olup, gönülleri cezbederdi. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'a da (aleyhisselâmZebur'u verdik.” (İsrâ sûresi: 55) “Dâvûd'a (aleyhisselâmZebur verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163) “Tevrât’dan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza(Cennet’e ancak) sâlih kullarım mîrasçı olur.” (Enbiyâ sûresi: 105)
Zebur, manzum olup İbranî dili üzere idi. Meşhûr dört kitabın biri olup, Tevrât’dan sonra indirilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ı kuvvetlendirir, açıklar. Onunla amel etmeğe çağırdığından, Tevrât'ı nesh etmedi, yâni hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. Ayrı bir şeriat kitabı değildi. Zâten Dâvûd aleyhisselâm da ayrı bir resûl olmayıp, İsrâiloğullarının peygamberlerinden biri idi. Arais’de yazıyor ki: Zebur, İbranî dili üzere inmiştir. Vaaz ve nasîhatleri ihtivâ eder. İçinde helâl ve harama dâir hükümler yoktur.
Zebur, Dâvûd aleyhisselâma Ramazân ayında nâzil oldu. Dâvûd aleyhisselâmın sesi çok güzel, pek yanık ve tatlı idi. Allahü teâlâ hiç bir kuluna böyle bir ses ihsân etmemişti. Zebur'u, Dâvûd aleyhisselâmdan dinleyenler hayran, şaşkın kalıp, pek çok kimse kendinden geçer, düşerdi. Zebur okumağa kalkınca, ardında Benî İsrâil'in âlimleri, arkalarında diğer insanlar, cinler de insanların arkalarında dururdu. Daha arkada ehlî hayvanlar, en sonra yırtıcı hayvanlar durur; kuşlar da üzerine kanat gerip, gölge eder, rüzgâr dinerdi.
Buhârî’deki Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Ebû Muse'l-Eş’arî'yi Kur'ân-ı kerîm okurken dinledi ve; “Gerçekten sana Dâvûd'un(aleyhisselâmmizmarlarından (güzel ses, ses ahengi) biri verilmiştir” buyurdu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu Hadîs-i şerîfinde, onun sesini Dâvûd aleyhisselâmın sesine benzetti.
Muhammed bin İshak'ın rivâyetine göre; cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma ihsân ettiği (güzel ve gür) ses gibi, hiç bir kimseye bahşetmemiştir. O, Zebur'u okurken, bütün vahşi hayvanlar boyunlarını eğerek etrâfında toplanırlar ve sesini dinlerlerdi. Beydâvî’de de; O Zebur'u okuduğu zaman; insanlar, cinler, vahşî hayvanlar etrâfında halka olur, dinlerlerdi şeklinde bildirilmektedir.
Dâvûd aleyhisselâmın mübârek hançeresinden, yetmişiki türlü sedâ (ses) işitilirdi. Vehb (radıyallahü anh) bildirdi ki: Zebur'u okudukta etrâfına yırtıcı ve yırtıcı olmayan hayvanlar ile kuşlar toplanırlar, aslâ birbirlerine zarar vermezlerdi. Bütün mahlûkât onun emrine verilmişti. Kuşlar, cinler, insanlar emrini dinlerlerdi. Mel’ûn iblis bu hâli kıskanıp hased etti. Şeytanlarını yanına toplayıp, onlara; “Halkın gönlünü Dâvûd'a (aleyhisselâm) bağlılıktan ayırıp, aralarına nefret sokmak için ne çâre düşünürsünüz” dedi. Şeytanlar; “Ey babamız! Bu fitneleri sen bizden daha iyi bilirsin” dediler. O zaman iblis; “Dâvûd'un (aleyhisselâm) sedâsına benzer bir ses bulmalı. Oyun ve çalgı aletlerini çalıp, onunkine benzetelim” dedi. Sonra da şeytanlar, oyun ve çalgı aletleriyle halkı saptırmaya çalıştılar.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dâvûd'a (aleyhisselâm kendisine vahy olunan Zebur'u)okumak kolaylaştırıldı. Dâvûd aleyhisselâm kendisini (ve maiyetinin) binek hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi ve atlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebur'u okurdu (hatmederdi).” Yine; “Dâvûd (aleyhisselâm) kendi elinin emeğinden yerdi” buyruldu.
11- Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, tam bir bağlılıkla ona hizmet ederlerdi.
12- Dâvûd aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de, kendisine ihsân edilen nîmetlere şükredip, ihsân sâhibinin hakkına riâyet edici olmasıdır.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlâya şöyle münâcâtta bulundu: “Yâ Rabbî! Âdem aleyhisselâma sayısız ikrâm ve nîmetlerde bulundun. O sana nasıl şükretti?” Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Âdem (aleyhisselâm) bütün bu ikrâmların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabûl ettim” buyurdu.
Rûh-ul Beyân’daki Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kıyâmet gününde, bir münâdî şöyle seslenir: “Dikkat ediniz! Muhakkak ki, Dâvûd (aleyhisselâm), abidlerin arasında en fazla şükredendir.”
Şükür: Allahü teâlâya, verdiği nîmetleri ile âsî olmamak, yâni Hakk'ın nîmetini O'nun râzı olmadığı şeylerde kullanmamaktır.
Allahü teâlânın nîmetlerini dile getirmek de şükürdür. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükretmez. Allahü teâlânın nîmetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise nîmete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azâbdır” buyurdu.
Kul, Allahü teâlânın nîmetlerini düşünür, şükrünü kendine lâzım bilip, “Elhamdülillah” derse, nîmete şükretmiş olur. Şükrün, kısaca târifi, İslâmiyetin emirlerine uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyruldu. (İbrâhim sûresi: 7)
Şükür, din ve dünyâ nîmetlerinin artmasına sebep olmaktadır. Nimet umûmî olunca, insan bunları görmez ve nîmetin kıymetini bilmez. Bir nîmetin kıymetini, nîmete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlılar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. Allahü teâlâ meâlen; “Sizlere, gizli-açık nîmetler verdim” buyuruyor. Açık ve gizli nîmetin ne olduğu hakkında ise Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Açık nîmet, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak; gizli nîmet ise güzel ahlâktır.”
Şükür; kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü îmân etmekle olur. Dilin şükrü, Allahü teâlâyı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise, namaz kılmak ile yapılmış olur. Ayrıca, kalb ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nîmeti değil nîmet sâhibini görerek şükrünü açıkça ifâde edip, “Elhamdülillah” demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları, Allahü teâlânın bir nîmeti bilmek ve ne için yaratılmışsa, o işte kullanmaktır.
Nimeti, Allahü teâlânın sevdiği ve istediği işe sarf edince, şükür yapılmış olur. Şükrün îmânla alakası bulunmaktadır. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Kıyâmet günü; Şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü teâlâya şükredenlerden başkası kalkmaz.”
Allahü teâlânın verdiği nîmetlere dâimâ şükredici olmalıdır. Şükrün esası, Allahü teâlânın; “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım.” meâlindeki İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesindeki emrine uymaktır. Bir gün Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da, Allahü teâlâya münâcât ederken; “Yâ Rabbî! insanlara el, ayak, göz, kulak ve bunlara benzer bir çok nîmetler verdin. Bu nîmetlerin şükrünü nasıl ifâ edebilirler?” deyince, karşılığında, Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: "Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nîmeti benden bilip, kendinden bilmezse, şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmezse, nîmetin şükrünü edâ etmemiş olur.”
İnsanlara lâyık olan, her zaman kendisine verilen rızkı ve başka nîmetleri, Allahü teâlâdan bilmektir. Karşılığında ise gece-gündüz şükür ve tesbîh ile hamd eylemektir.
Hadîs-i şerîfte; “Bir müslümanda üç şey bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. (Bunlar); nîmete şükretmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince, gadabını yenmek” buyruldu. Nimete şükretmek, onu İslâmiyete uygun şekilde kullanmak demektir.
Şükür, çok kıymetli yüksek bir mertebedir. Allahü teâlâ“Şükredenler azdır” buyurdu. Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Nimet, yabanî bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!”
Bir hükümdârın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu fil boynu gibi gövdesine battı. Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedavisinde âciz kaldılar. Yalnız, başka ülkeden gelen bir doktor, başını eski hâline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı, şehzade sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Bir gün şehzadeyi iyi eden doktor, onu ve babasını ziyârete gitti, iyiliği takdir etmeyen nankör hükümdâr ile şehzade, ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine revâ görülen bu muâmeleden müteessir oldu ve hükümdâr ile oğlu utanacakları yerde, doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu: “Ben onun boynunu çevirip eski hâline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.”
Zamânla, şehzadenin başı eskisi gibi çarpıldı. Bunun, o zâta yaptıkları hürmetsizlik sebebiyle olduğunu anladılar. Pâdişahın emriyle o doktoru çok aradılar bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Fakat iş işten geçmişti. Bu kıssadan ibret almalıdır.
Cenâb-ı Hakk'a şükürden yüzünü çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.
Şakik-i Belhî (rahmetullahi aleyh), Mekke'ye gitti. Orada çok kimseler etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl te’min ediyorsun? Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse cevap olarak; “Bir şey bulursam şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum” dedi. Hazret-i Şakik; “Belh şehrinin köpekleri de böyledir. Buldukları zaman sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler” buyurdu. O kimse; “Peki bu husûsta sizin yaptığınız nedir?” diye sorunca, cevâben; “Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına veririz. Geçmezse şükrederiz” buyurdu. Bunun üzerine o kimse, Şakik-i Belhî hazretlerine sarıldı ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın” dedi.
Ebû Osman (rahmetullahi aleyh); “Şükür; şükürden, aczi îtirâf etmektir” buyurdu.
İmâm-ı Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Şükür, nîmeti görmeyip, nîmet sâhibini görmektir.”
13- Dâvûd aleyhisselâm günâhtan korkan, ibâdete tahammülü çok ve kuvvet sâhibi idi. Cenâb-ı Hak onu kuvvetli vasfıyla medhetti. Dâvûd aleyhisselâm çok tevbe ve çok istiğfâr ederdi.

İbadeti ve güzel ahlâkı:

Dâvûd aleyhisselâm, her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeten, mücâhid, sâlih bir kul ve peygamberdi. Çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Yetim ve fakirlere karşı çok şefkâtli ve merhametli idi. Misâfir ve yabancılardan; “Dâvûd'un idâresi hakkında halk neler söylüyor?” diye sorup öğrenirdi. Mü’minlerin râzı olmadığı bir şey işitse, onu terkedip, istiğfâr ederdi. Onların hoşuna giden bir şey işitse, onunla amel ederdi. Dâvûd aleyhisselâmın güzel hâlini, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde övmektedir: (Habîbim!) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tevbe ederdi”buyurdu. (Sâd sûresi: 17) Âlimler; Âyet-i kerîmedeki kuvvetten murâd: Dâvûd aleyhisselâmın ibâdete olan tahammülü idi. O, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi buyurmuşlardır.
Buhârî deki Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: Bir zaman Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah ibni Amr'ın her günün gecesinde namaz kıldığını, gündüzleri de oruç tuttuğunu söylediler. Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumu kendisinden sorduklarında, îtirâf edince; “Buna gücün yetmez (takat getiremezsin). Bâzı günler oruç tut, bâzı günler iftar et. Gecenin bir kısmında uyu ve bir kısmında da namaz kıl” buyurdular ve ayda üç gün oruçlu olursa, her gün oruç tutulmuş gibi sevâb alacağını ona anlattılar. Bunun üzerine İbn-i Amr; “Yâ Resûlallah! Bundan fazlasına da gücüm yeter” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Öyle ise bir gün oruç tut, iki gün iftar et” buyurdu. Abdullah ibni Amr'ın bu defâ; “Bundan fazlasına da tâkâtim yetişir” demesi üzerine, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Öyle ise bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd'un (aleyhisselâmorucudur” buyurdular.
Abdullah ibni Amr'ın bundan fazla isteğine karşı da; “Bundan daha fazîletli oruç yoktur” buyruldu.
Buhârî’nin ikinci rivâyetinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâya en sevimli oruç, Dâvûd'un aleyhisselâm orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allahü teâlâya en sevimli namaz da Dâvûd'un aleyhisselâm namazı idi. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birisinde yine uyurdu” buyurdu. Orucun, miktarına göre üç derecesi vardır. Bunun en azı, Ramazân-ı şerîf orucu ile yetinmektir. Çünkü bu, her müslümana farzdır. Bundan sonra nafile oruçlar içerisinde en iyi oruç tutma şekli, Dâvûd aleyhisselâmın orucudur. Dâvûd aleyhisselâm, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Bu şekildeki oruç, farz ve vâcib oruçların dışında en fazîletli oruçtur. Devamlı oruç tutmaktan daha fazîletlidir. Abdullah bin Ömer, oruç için Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) sorunca; “Bir gün tut, bir gün tutma” buyurmalarının sırrı budur. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh); “Bundan daha fazîletlisini istiyorum” deyince, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Daha fazîletlisi yoktur” buyurdu. Bir gün tutup, bir gün tutmamak, insanda daha tesirli olmaktadır, devamlı tutmak ise, bu tesiri azaltmaktır.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlânın azâbını hatırladığı zaman mafsalları gevşer, tamâmen kendisini salıverir; Allahü teâlânın rahmetini hatırlayınca da eski hâline dönerdi.
Dâvûd aleyhisselâm gece ve gündüz bütün günü âilesi arasında bölüştürmüştü. Hiç bir saat yoktu ki, çoluk-çocuğundan, o sırada ibâdet eden birisi bulunmasın. Böylece onun âilesi, günün yirmidört saatini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde, Dâvûd aleyhisselâmın âilesi hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımiçinde (gereği gibi Allah'a bol bol) şükreden azdır.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahy gönderdi ve; “Ey Dâvûd! Zikrim zikr edenlerin, Cennet’im ibâdet edenlerin, kâfi olmaklığım tevekkül edenlerin, nîmetimin çoğalması şükredenlerin, rahmetim iyi işler yapanların, ünsiyetim beni ziyâdesiyle arzu edenlerindir ve ben, muhiblerime mahsusum” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana ibâdet etmek isterim. Bunun için hangi vakit daha makbûldür” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Gecenin ilk ve son vakitlerinde kalkınca. Çünkü ilk vakitte kalkan sonunda kalkamaz, sonunda kalkan ilk vakitte kalkamaz. Bunun için gece yarısında kalk, bana ibâdette bulun! Ben de bütün dileklerini kabûl edeyim” buyurdu. Bir defâsında, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem); “Gecenin hangi vakti daha makbûldür?” diye sorduklarında Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Yarı geceden sonraki vakittir” buyurdular.
Dâvûd aleyhisselâmAllahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Hiç bir gece yok ki, evlâdımdan, çoluk-çocuğumdan ayakta bulunan olmasın. Hiç bir gün yok ki, oğullarımdan oruç tutan bulunmasın. Hiç bir saat geçmez ki, Dâvûd oğullarından sana ibâdet eden bulunmasın. Mutlaka ya namaz kılar, ya oruç tutar veya seni zikreder” deyince, Allahü teâlâ; “Ey Dâvûd! Bu imkan onlara nereden verildi? Bu ancak benim lütfumdur. Yardım etmesem, kendi nefsleri ile baş başa kalsalar, bunların hiç birini yapamazlardı” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, münâcâtında dedi ki: “İlâhî! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gâfillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır, zirâ senin böyle yapman, benim için büyük bir lütûftur.”
Allahü teâlânın Dâvûd aleyhisselâmın kavminden, duâlarını kabûl ettiği abid, sâlih kimseler vardı.
Yahyâ Gassânî anlatır: Dâvûd aleyhisselâm zamanında kuraklık oldu. Halk, dua etmek için aralarından üç âlim seçti. Onlar duâ için sahraya çıktıklarında, içlerinden biri; “Yâ Rabbî! Kitabında, bize, zulmedenleri affetmemizi bildirdin. İşte nefislerine zulmeden bizler, huzûruna geldik. Senden af dileriz. Bizi affeyle” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Kitabında, köleleri âzâd etmemizi bizlere tavsiye ettin, işte kul olarak huzûruna geldik, bizleri âzâd eyle” Üçüncüsü de; “Yâ Rabbî! Sen, kitabında; Kapıya gelen sâili (bir şey isteyeni, fakiri) reddetmeyin, ondan yüz çevirmeyin buyuruyorsun. İşte biz sâil (isteyici) olarak huzûruna geldik. Senden rahmet diliyoruz, boş çevirme” diye duâ edince, Allahü teâlâ hepsinin duâlarını kabûl ederek rahmetini gönderdi.
Sa’îd-i Cerîrî (radıyallahü anh) buyuruyor ki; Dâvûd aleyhisselâm bir kaç kişi ile birlikte oturuyor ve yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Bu sırada birisi gelip, münâsip olmayan bâzı sözler söyledi. Orada bulunanlar bu şahsa kızarak haddini bildirmek istediler. Dâvûd aleyhisselâm mâni olup; “Ona kızmayınız ve bir zarar vermeyiniz. Ben namaz kılıp, istiğfâr edeyim. Sonra bakalım durum nasıl olacak. Siz onu bırakın gitsin” buyurdu. Uygunsuz sözleri söyleyen şahıs gitti. Dâvûd aleyhisselâm kalkıp abdest aldı, iki rekat namaz kıldı ve Allahü teâlâya duâ edip istiğfârda bulundu. Sonra gelip yerine oturdu ve sohbete devam etti. Biraz sonra, uygunsuz sözleri söyleyen o kimse tekrar geldi. Dâvûd aleyhisselâmın elini öptü ve ayaklarına kapanıp ağlayarak; “Ey Allah'ın peygamberi! Ben çok büyük hatâ yaptım, beni affediniz” diye yalvardı. Dâvûd aleyhisselâm da o kimsenin özrünü kabûl etti.
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd'a vahyetti ki: “Ey Dâvûd! Kullarımdan herhangi biri, yaratmış olduklarımı bir yana atıp bana sığınırsa, bu hâlinden dolayı, yedi kat semâ ve içindekiler, yedi kat yer ile içindekiler o kimseye düşman olsalar, yine onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetime ve celâlime yemîn ederim ki, bu böyledir. Yine izzetime, celâlime ve âzametime yemîn ederim ki, bir kimse beni bırakıp da, mahlûkâtımdan herhangi birine gönül bağlarsa, bütün sebep yollarını keserim. Kalbini, hırs ve içinden çıkılmaz meşgûliyetlerle doldururum. Ömrü, dünyânın ömrü kadar da olsa, bitirip tüketemeyeceği ümîdlerle doldururum.
Ey Dâvûd! O kimdir ki, bana duâ eder de duâsını kabûl etmem? Kapımın, çalana açılmadığını kim gördü? Mahlûkâtımın arzu ettiklerini ben veririm. Onların her istediği, bende mevcûttur. Bütün ümîdlerin yeri benim. Bana âşık olanların kalblerini, yeryüzünde nazargâhım kıldım. O kalbleri, bana daha da yanaşsın ve fazla iştiyak (arzu) duysunlar diye, her yandan boşalttım. Sâdece kendi sevgimi doldurdum. Dostlarıma müjdele, onlara her an nîmetlerimi saçıyorum. Bana şükrettikleri ve beni unutup başkalarına meyletmedikleri için böyle yapıyorum. Bir an bile beni unutmasınlar diye onlara hadsiz, hudutsuz bana kavuşma arzusu veriyorum. Onlara ünsiyet (yakınlık) kapılarımı açtım. Bana duâ etmeden isteklerini yerine getirdim. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, onları Firdevs Cennet’ine koyup cemâlimi göstereceğim. Ben onlardan, onlar da benden râzı oluncaya kadar iyiliklerimi yağdıracağım. Yeryüzünde olanlara haber gönder, Beni sevenlerin sevgilisiyim. Benimle olmak isteyenlerle beraberim. Bana yakın olmak isteyenlerin can yoldaşıyım. Emirlerime itâat edenlere, mûti sıfatımla tecelli ederim. Beni, başkalarına tercih edenleri seçerim.
Yâ Dâvûd! Sevdiğinden bir şey saklayan sevgili hiç görülmüş müdür? İyi kimselerin, bana muhabbeti artar. Benim de onlara her an artmaktadır. Beni arayan bulur. Başkasını arayan, beni kaybeder. Kulumun en büyük işi, benim muhabbetim olursa, onu kendi zikrimle rahatlatırım. Onu sever, aramızdaki mesâfeyi kaldırır ve perdeyi aralarım. Herkes gaflet içinde beni unutmuş iken, o ayık olur. İşte bunlar, hakîkat ehlidirler. Sevgimi, kalbi ve dili ile beni zikredene verdim. Kalbine muhabbetimi yerleştirdim. Benden râzı olursan ben de senden râzı olurum. Verdiklerime şükredersen, iki cihânda azîz ederim. Gönderdiğim belâlara sabretmeyenler, bizden bir talepte bulunmasınlar. Ben bir kulumu sevince, onun kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmak için onu pervâne gibi yaparım. Bundan sonra o kul, tâatıma cân-u gönülden koşar. Dostlarımı, kubbelerimin altında gizlerim. Onları, ancak sevdiklerime tanıtırım. Onlara müjdeler, saâdetler olsun. Beni unutanı bile unutmam, dâimâ beni zikredeni hiç unutur muyum? Ben, cimrilere bile ihsânlarımı bolca yağdırırken, nasıl olur da cömertlere cimrilik ederim. Dileği olan kullarıma müjdele! Ben merhametliyim, kullarıma acırım. Bana severek kulluk yapanı, Cennet’ime koyarım. Bana kulluk etmeyeni de hiç acımadan Cehennem’e atarım. İzzetime, celâlime yemîn ederim ki, ancak beni arzu edenler bana yakın olurlar. Beni seveni (imtihan için veya derecelerini yükseltmek için) belâlara salarım. Benden kaçmak isteyeni de yakarım. Günâhkâr olanlara benim gafur (mağfiret edici, bağışlayıcı) olduğumu bildir. Korkarak bana gelenlere azâb etmem. Beni severek geleni, ayrılık ateşine atmam. Utanarak bana yöneleni, kıyâmet günü utandırmam. Cennet’im, rahmetimden ümidini kesmeyenleredir. Yaptığı hatâyı, benim affımdan daha büyük bilenlere gadab ederim. Bir kimsenin cezâsını hemen vermek istesem, önce rahmetimden ümidini kesenleri cezâlandırırım. Fakat, acele etmek benim şânımdan değildir. Geceleri sevdiklerimin kalbine tecelli ederim. Onlar, benimle huzûr içinde kelâm ederler. Benim sevdiğim, hayra ehil olan kullara saâdetler olsun. Onların yeri ne kadar güzeldir.”
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Benim, ahlâkımla ahlâklan, ahlâkımdan birisi de mutlak sûretle sabırlı olmamdır” diye bildirdi. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere sabreden kederli bir kimsenin mükafatı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan hiç çıkarmayacağım îmân kisvesini ona giydirmemdir” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Sabredenlerin yeri Dârüssela'm Cenneti’dir. Oraya girdikleri vakit, onlara şükretmeleri ilham edilir. Şükür, sözlerin en güzelidir. Onlar şükrettikçe, nîmetlerimi arttırır ve daha ziyâdesini gösteririm” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûd! Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir. Kullarım beni sevsinler” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Bunu nasıl yapayım?” deyince, Allahü teâlâ; “Sen, beni güzel bir şekilde an. Benim nîmet ve ihsânlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik bilsinler” buyurdu.
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Ey Dâvûd! Yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork.”
“Kim diğer yaratıklara bakmaz ve bana dayanırsa; yer, gök ona hîleye kalksa da, ben ona çıkacak yol bulurum.”
“Ey Dâvûd! Beni sevdiğini iddia eden kimse, bütün gece yatar uyursa, yalan söylemiş olur. Herkes sevgilisini tenhâda arayıp bulmak istemez mi? İşte ben, gece vakti beni arayanlar için hazırım.
“İştiyakın bana olsun. Benimle ünsiyet et ve başkalarından uzaklaş.”
“Benim dostlarıma ne oluyor ki, onlar dünyâlığı düşünüyorlar? Halbuki, dünyâ düşüncesi, benim münâcâtımın zevkini giderir. Ey Dâvûd! Dostlarımdan istediğim, âhıreti isteyip dünyâlık için gadab etmemeleridir.”
“Ey Dâvûd! Bir husûsta, sen bir şeyi murâd edersin, ben de o husûsta irâde ederim. Netîce, ancak benim dediğim olur.”
Bir Hadîs-i şerîfte; “Üç şey vardır ki, bunlar kime verilmişse, Dâvûd'un eline verilen gibi ona da verilmiştir. (Bunlar;) hiddetli ve hiddetsiz zamanlarda adâlet, varlık ve yoklukta iktisat, gizli ve âşikârede Allahü teâlâdan korkmaktır” buyruldu.
“Ey Dâvûd! Eğer benden yüz çevirenler, benim onları nasıl beklediğimi, onlara nasıl acıdığımı ve onların günâhı terketmelerini nasıl istediğimi bilseler, bana olan heveslerinden hemen ölür ve benim sevgimden birbirlerinden ayrılırlardı. Ey Dâvûd! İşte benden yüz çevirenlere karşı irâdem budur. Bundan, bana yönelenlere karşı irâdemin ne olacağını sen düşün. Ey Dâvûd! Kulumun bana en çok muhtâç olduğu zaman, benden müstağni olduğu andır. Benim de kuluma en çok merhamet edeceğim zaman, kulumun bana arka çevirdiği andır. Benim katımda en yüksek mevkî de, bana yöneldiği andır.
“Ey Dâvûd! Uyanık ol, kendine dost ara. Beni sevmekte, sana uymayanlarla da arkadaşlık yapma. Çünkü bu gibiler senin düşmanındır, kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırırlar.
“Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!”
Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Dâvûd aleyhisselâmın bir çocuğu vefât etmişti. Buna çok üzüldü. Bunun üzerine; “Bu çocuk, senin nazarında ne kadar kıymetli idi?” dendi. O da; “Yer dolusunca altın kadar” deyince, kendisine; “İşte sana bunun kadar mükafat âhırette verilecektir” diye vahyedildi.
Dâvûd aleyhisselâm; “İlâhî! Senin güneşinin harâretine dayanamazken, yarın Cehennem ateşinin harâretine nasıl dayanacağım? Yâ Rabbî! Senin rahmet için olan dâvetine dayanamazken, azâb için olana nasıl tahammül edeceğim” der, göz yaşı dökerdi.
“Ey Dâvûd! Arzularını sevgim üzerine tercih eden âlime vereceğim cezânın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Ey Dâvûd! Dünyâ sevgisi kendisini kaplayan âlimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mâni olurlar; kullarımın bana gelen yollarını keserler. Ey Dâvûd! Beni arayan birini görürsen yâni bulursan, ona hizmetçi ol. Ey Dâvûd! Bir kaçağı bana iâde eden zâtı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam, ona aslâ azâb etmem.”
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Bir kimse, her şeyden ümîd kesip yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım” diye vahy gönderdi. Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti. Dinleyip karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti. Fakat ölmedi” dedi. Dâvûd aleyhisselâm şaşıp, sebebini sorunca; “İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu” dedi. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma; “Yeryüzündeki bütün halka îlân et ve de ki: “Ben, beni sevenin sevgilisi, benimle oturanın arkadaşıyım. Beni zikr ile ünsiyet edenin dostu, bana arkadaşlık edenin refikiyim. Beni tercih edeni tercih ederim. Beni gerçek olarak seveni, kendim için kabûl eder ve onu herkesten üstün tutarım. Gerçek olarak beni arayan bulur, fakat başkasını arayan beni bulamaz. Ey yeryüzünün halkı! İçine düştüğünüz şaşkınlık ve aldanmadan vazgeçin. Benim keremime, arkadaşlığıma ve benimle ünsiyete yönelin ki, ben de sizinle ünsiyet edeyim ve sür’atle sizi seveyim. Zirâ ben dostlarımın tıynetini, halîlim İbrâhim, sırdaşım Mûsâ ve hâlis dostum Muhammed'in (aleyhimüsselâm) tıynetinde yarattım. Bana iştiyak duyanların kalbini, benim nûrumdan yarattım” buyurmuştur.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Sana müştâk olanlar, kavuşmayı isteyenler kimlerdir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Onlar, her türlü keder ve bulanıklıklardan kendilerini temizlediğim ve çekinmelerini emrettiğim, gönüllerinde bana bakmaları için pencere açtığım, sâfi kimselerdir. Ben kendi yed-i kudretimle, onların kalblerini alır, göklerin üzerine yükseltirim. Sonra meleklerimi çağırırım, onlar gelir bana secde ederler. Ben meleklerime; “Sizi, bana secde etmeniz için çağırmadım, sizi, bana müştâk olanların gönüllerini göstermek ve onlarla iftihar etmek için çağırdım” derim. Onların kalbleri, güneşin yeryüzüne verdiği ziyâ gibi, göklerdeki meleklere aydınlık verir. Yâ Dâvûd! Ben, bana müştâk olanların kalblerini benim rızâmdan yarattım. Benim cemâlimin nûru ile onları nûrlandırdım. Onları benim için haberci kıldım. Onlar, nîmeti anar ve bana şükrederler. Bedenlerini ise, yeryüzünde bakacağım yer yaptım. Gönüllerinden bana gelen bir yol açtım. Her an oradan bana bakarlar ve bana olan şevk-u iştiyakları artar” buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Seni sevenleri bana göster” dedi. Allahü teâlâ; “Lübnan Dağı’na çık, orada genç, orta yaşlı ve ihtiyâr olarak ondört kişi vardır. Yanlarına gittiğin vakit selâmımı söyle ve de ki: “Rabbiniz size selâm eder ve buyurur ki: “Bir isteğiniz var mı? Zirâ siz benim dostlarım, sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben ferahlanır ve sizin ferahlanmanıza yardım ederim” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm, Lübnan Dağı’na çıkarak, onları bir pınar başında buldu. Orada, Allahü teâlânın kudreti üzerinde düşünüyorlardı. Dâvûd aleyhisselâmı görünce, uzaklaşmak istediler. Fakat Dâvûd aleyhisselâm; “Durun! Ben Allah'ın elçisiyim, size Rabbinizin haberini getirdim” deyince, hemen Dâvûd aleyhisselâma yöneldiler ve önlerine bakarak kulaklarını ona verdiler. Dâvûd aleyhisselâm; “Ben, Allahü teâlânın size bir elçisiyim. Allahü teâlânın size selâmı var. Allahü teâlâ; “Niçin benden bir şey istemiyorsunuz? Niçin bana seslenmiyorsunuz ki, ben sesinizi ve sözünüzü duymuş olayım. Siz benim sevgililerim ve velîlerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben de sevinirim ve sizin sevginize sür’atle gelirim. Her an şefkâtli bir anne gibi, size bakarım buyurdu” dedi.
Onlar bunu dinleyince gözlerinden yaşlar döküldü ve en yaşlıları; “Yâ Rabbî! Seni tesbîh eder ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Allah'ım! Biz, senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Ömrümüzde bir an seni hatırımızdan çıkarmışsak, bu husûstaki kusurumuzu bağışla” dedi. Diğeri; “Allah'ım! Seni tesbîh ve takdis ederiz. Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Bize Hüsn-i nazar etmekle ikrâmda bulun” dedi. Bir başkası da; “Allah'ım! Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Hangi cüretle sana duâ edelim? Halbuki, bizim rahmetinden başka hiç bir şeye ihtiyâcımız olmadığını sen bilirsin. Sana gelen yola bizi devam ettir ve bu sûretle nîmetini bize tamamla” dedi. Diğeri de; “Biz senin rızânı aramakta kusurluyuz, bu husûsta kendi lütfunla bize yardımcı ol yâ Rabbî!” dedi. Bir başkası da; “Yâ Rabbî! Bizi nutfeden yarattın, bize kendi lütfunla, âzametini, düşünme imkanlarını bahşettin. Senin âzametinle meşgûl olup, celâl ve kibriyalığını düşünen ve nûruna yaklaşmak isteyen kimse hiç söz söylemeğe cüret edebilir mi?” dedi. Diğeri; “Yâ Rabbî! Senin şânının âzametinden, evliyâlarına yakınlığından ve sevgililerine fazla minnetinden, dilimiz tutuldu ve sana duâ edemedik” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Seni zikretmeğe bizi hidâyet eden, seninle meşgûl olmakla bizi başkalarından alıkoyan sensin. Sana karşı şükrümüzdeki kusurumuzu bize bağışla” dedi. Diğeri de; “Yâ Rabbî! Bizim ihtiyâcımızın, yalnız senin cemâline bakmak olduğunu bilirsin” dedi. Ötekisi de; “Yâ Rabbî! Sen kendi cömertliğinden bize duâ ile emretmesen, bir kul efendisine karşı nasıl cüret edebilirdi? Karanlıkta, hidâyete ulaşacağımız nûru bize ver” dedi. Onlardan birisi de; “Yâ Rabbî! Bizim senden istediğimiz, devamlı olarak bize yönelmendir” dedi. Bir diğeri de; “Yâ Rabbî! Fazl-u kereminle bize bahşettiğin nîmetinin tamamlanmasını isteriz” dedi. Diğeri de şöyle dedi: “Yâ Rabbî! Yarattıklarının hiç birine ihtiyâcımız yok, yalnız cemâlini isteriz, bize lutfet cemâlini göster.” Diğeri de; “Allah'ım! Dünyâ ve dünyâdakilere bakmaktan gözümü, âhıretten alıkoyacak şeylerden kalbimi kör etmeni dilerim” dedi. Diğeri de; “Allah'ım! Şânının âlî ve kadrinin yüce olduğunu bilirim. Sen dostlarını seversin. Lûtfet de kalbimi senden başka herhangi bir şey ile meşgûl olmaktan alıkoy” diye duâ etti.
Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: “Onlara de ki: “Sevdiklerine icâbet ettim. Duâlarını kabûl ettim.”
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunlar bu mertebeye nasıl kavuştular?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Hüsn-i zan, dünyâlıktan çekinmek ve benim için halveti tercih edip yalnızlıkta bana münâcât etmeleri sayesinde. Zirâ bu mevkiye ancak dünyâyı (haram ve günâhlarını) terkedip, kalbini yalnız bana bağlayıp, bütün varlıklar üzerine beni tercih edenler ulaşır. İşte bu durumda, ben onlara her saat, çeşitli ihsân ve ikrâmlarda bulunurum. Hastalanırsa, şefkâtli bir anne gibi ona bakarım. Susadığı vakit sular ve zikrimin zevkini tattırırım. Ona bu ikrâmda bulunduğum vakit, dünyâ ve dünyâ ehline gözünü kör ederim de, dünyâlığı ona sevdirmem. Benden başka hiç bir şey ile meşgûl olmaz. Bir an önce bana ulaşmak ister. Ben ise, onu hemen öldürmeyi istemem. Onunla, gök ehline ve meleklerime iftihar ederim. İzzet ve celâlim hakkı için, âhırette onu Firdevs Cenneti'nde oturtur, cemâlimi göstermekle gönlünü hoş ederim de, kat kat benden râzı olur.
Yâ Dâvûd! Dostlarımla samîmi dostluk kur, dünyâ halkı ile de zaruri olarak bir arada bulun. Dininde başkalarını değil, beni taklit et. Ancak benim sevgime uygun bulduğuna sarıl! Şüpheli gördüğün şeylerden uzaklaş. Seni korumak bana aittir. Böyle yaparsan, senin delilin ve öncün olurum, İstemeden sana verir, zorluklarda sana yardım ederim. Yine ben, zâtıma kasem ettim ki, kendisine ve kendi işine bağlananları, işleri ile başbaşa bırakırım. Sen her şeyi benden bil. Ameline bağlanma, boşuna zahmet çekersin ve senden kimse istifâde edemez. Beni bilmenin, bir haddi hudûdu olduğunu sanma, zirâ onun nihâyeti yoktur. Benden ziyâdeyi ve fazlalığı istediğin vakit, onu sana veririm. Ziyâdenin de bir hudûdu olduğunu sanma. Sonra İsrâiloğullarına, benimle hiç kimse arasında bir münâsebetin olmadığını da bildir. Bunun için tamâmen bana bağlansınlar. Ben de, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayâle gelmeyen nîmetleri onlara vereyim. Beni, dâimâ iki gözünün önünde sakla ve basiret gözünle bana bak. Baş gözün ile akılları benden uzaklaşanlara bakma. Ben izzet ve celâlime yemîn ettim ki, denemek veya ilerde yapmak üzere bana kullukta bulunanlara sevâb kapılarını açmam. Öğretene tevâzû göster, öğrenmek isteyeni yorma. Eğer beni sevenler, öğrenenlerin benim nezdimdeki mevkilerini bilseydiler, onlara, üzerinde yürüyecek yer olur ve onları baştacı yaparlardı. Yâ Dâvûd! Düştüğü sarhoşluktan bir talebeyi kurtarırsan, seni mücâhidlerden yazarım. Benim indimde mücâhidler defterine geçenler ise, vahşet görmez ve kimseye muhtâç olmazlar. Ey Dâvûd! Sözümü dinle. Kullarımı, rahmetimden ümîdsizliğe düşürme, o zaman ben de senin bana olan arzunu benden keserim.”
Fudayl (rahmetullahi aleyh) anlatır: “Dâvûd aleyhisselâm, bir gün elini başına koyarak dağlara çıktı. Tevbe ve istiğfâr edip ağlamaya başladı. Kendisine, neden ağladığı sorulunca; “Bırakın da ağlama günü geçmeden, et kemikten ayrılmadan, azâb melekleri beni yakalamadan önce ağlayayım” dedi.
Hazret-i Ali'nin bildirdiği hadis-i kudsîde; “Ey Dâvûd! Dünyâ, köpeklerin üzerine toplanıp da sürükledikleri bir leşe benzer. Sen onlar gibi olup, onlarla beraber onu sürüklemeyi arzu eder misin? Ey Dâvûd! Güzel yemek, yumuşak elbise ve bâtıl şöhret, hem insanlar arasında (bu dünyâda), hem de âhırette elde edilsin, bu mümkün değildir” buyruldu.
Hazret-i Ebû Zer'in bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem“Dâvûd (aleyhisselâm) dedi ki: “Yâ Rabbî! Kulların seni ziyâret ederlerse, alacakları ne olur? Sendeki hakları nedir? Zirâ, her ziyâret edenin, ziyâret edilende hakkı vardır.” Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ey Dâvûd (aleyhisselâm)! Beni ziyâret edenlere, dünyâda âfiyet verir ve bana mülaki olduklarında (kavuştuklarında) da kendilerine mağfiret ederim” buyurdu.
İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Halk, Dâvûd'u (aleyhisselâm) hasta zannı ile ziyârete gidiyorlardı. Halbuki, kendisindeki bu hal, Allah korkusunun şiddetinden ve kendi hayâsındandı” buyruldu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekr'e (radıyallahü anh) öğrettiği duâda, Davûd aleyhisselâm ve Zebur zikredildi.
“Yâ Rabbî! Peygamberin (habîbin) Muhammed, dostun İbrâhim, sırdaşın Mûsâ, kelîme ve rûhundan olan Îsâ hürmetine; Mûsâ'ya inen Tevrât, Îsâ'ya inen İncîl, Dâvûd'a inen Zebur, Muhammed'e (aleyhimüsselâm) inen Kur'ân-ı kerîm hürmetine; bütün peygamberlerine yaptığın vahy hürmetine; mahlûkâtın üzerindeki kazâ ve takdirin, senden isteyenlere verdiğin, fakir ettiğin zenginler, zengin yaptığın fakirler, hidâyete ulaştırdıkların hürmetine; Mûsâ aleyhisselâma bildirdiğin Tevrât'ın, kulların rızıklarını böldüğün yeryüzünün, hareketten sükûna erdirdiğin dağların, ayakta tuttuğun, arş-ı âzamı taşıttığın ism-i âzamın hürmetine; Kur'ân-ı kerîmde nâzil olan samed, ahad ve tâhir isimlerin hürmetine; gündüzleri aydınlatıp geceleri karartan ismin hürmetine; âzamet-i kibriyan ve nûr-i vechin hürmetine, senin kuvvet ve kudretinle, Kur'ân-ı kerîmi okuyup anlamağı ve onu bütün vücûduma duyurmanı ve bütün hareketlerimi ona uydurmamı senden dilerim. Kuvvet ve kudret ancak sendendir. Yâ Erhamerrahîmin.”
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr
2) Tefsîr-i Kurtubî
3) Zad-ül Mesîr
4) Şeyhzâde
5) Bahr-ul Muhît
6) Rûh-ul Beyân
7) Tefsîr-i Mazharî
8) Tefsîr-i Taberî
9) İbn-i Mace; cild-4, No: 1713
10) Sahîh-i Müslim; cild-4, No: 793
11) Feth-ül Bârî; cild-4, sh. 325
12) Mucizat-ül Enbiyâ; sh. 70
13) Muhadarât-ül Ebrar; cild-1, sh. 134
14) Füsûs-ül Hikem; sh. 166
15) Kısas-ül Enbiyâ; sh. 303
16) Hasais-ül Kübrâ; sh. 183
17) Şemâîl-ür Resûl; sh. 576-582
18) Arâis-ül-mecâlis; sh. 270
19) El-Kâmil; cild-1, sh. 223-225
20) El-Meârif; sh. 21
21) Râmûz-ül ehâdis; cild-1, sh. 156-5, cild-2, sh. 331-12
22) Târih-ül-lüga; cild-3, sh. 232
23) Mürûc-üz-zeheb; cild-1, sh. 52
24) Târih-i Taberî; cild-1, sh. 242
25) Mecma'uz zevâid; cild-8, sh. 192
26) Ahsen-ül Enbâ’i; sh. 15-16
27) Et-Tebsıra; sh. 274
28) Bedâi-üz zühur; sh. 161
29) Mir’ât-ı Kainât: sh. 134, 135
30) Ravdat-üs Safa; sh. 203-206
31) İhyâu ulûmiddîn
32) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 64, 65
33) İslâm Ahlâkı; sh. 111
34) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi
35) Riyâd-ün nâsihîn; sh. 397

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...