SÜLEYMÂN ALEYHİSSELÂM |
Benî İsrâil'e gönderilen peygamberlerden. Kudüs yakınlarında Gazze şehrinde doğdu. Babası, Benî İsrâil'in peygamber ve sultânlarından Dâvûd aleyhisselâmdır. Ya’kûb aleyhisselâmın neslindendir. Annesi bir rivâyete göre, Dâvûd aleyhisselâmın şehîd kumandanı Urya'nın evlenmek istediği kız idi. Urya'nın şehîd olması üzerine, bu kızla, Hazret-i Dâvûd nikâhlanmış, ondan da Süleymân (aleyhisselâm) dünyâya gelmişti. Babasının vefâtı üzerine, 12 veya 13 yaşında sultân, sonra peygamber oldu. Babasının temelini attığı Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'yı yedi yılda, pek san’atkarâne bir şekilde inşâ etti. Saraylar inşâ ettirip, kaleler yaptırdı. Şehirler kurdu. Zamânın medenî dünyâsı olan Akabe körfezinden Fırat'a kadar olan bölgeye hâkim oldu. Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Yemen'deki Sebe’ sultânı olan Belkıs ile evlendi. İnsanlara, cinnîlere, yerdeki ve havadaki hayvanlara hükmeder, onlarla konuşurdu. Rüzgâr emrine verilmişti. Kudret ve ihtişam sâhibi bir peygamberdi. Kırk sene adâletle hüküm sürdü ve Kudüs'de vefât etti.
Süleymân aleyhisselâm, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi. Zekâ, anlayış ve firasette, ictihâdda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görülmüştü.
Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte, şöyle buyrulmaktadır: “Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp, götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (küçük) kadına; Kurt, senin çocuğunu götürdü dedi. Öbür kadın; Hayır, senin çocuğunu götürdü dedi. Nihâyet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd'a (aleyhisselâm) müracaat ettiler. Dâvûd (aleyhisselâm), çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Dâvûd'un (aleyhisselâm) oğlu Süleymân'a (aleyhisselâm) gittiler. Dâvûd'un (aleyhisselâm) hükmünü ona söylediler. Süleymân (aleyhisselâm) da; Bana bir bıçak getirin. Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım dedi. Bunun üzerine küçük kadın; Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır dedi. Bunun üzerine, Süleymân (aleyhisselâm) çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” Dâvûd aleyhisselâm bu hükmü işitip, oğlunun firâset ve zekâsına hayran kaldı.
Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetmesine dâir, âlimler bir takım sebepler bildirmişlerdir. Ancak, Dâvûd aleyhisselâmın, geride kalan bu çocuğu büyük kadının elinde bulması, küçük kadının onun kendi çocuğu olduğuna dâir, delil getirmekten âciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına âit olduğuna hükmetmiş olması da muhtemeldir. Bu sebep, dîni kâidelere muvafık olması bakımından güzel bir te’vildir.
Süleymân aleyhisselâmın, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmasına gelince; Süleymân aleyhisselâm, babası Dâvûd aleyhisselâmın hükmünü bozmayı kasdetmiş değildir. Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki mes’eleyi halletmiş, hakîkati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çâre ile mes’eleyi halletmişti. Süleymân aleyhisselâm, hâdise kendisine anlatılınca, kadınların ellerinde bulunan çocuğu aralarında paylaştırmak için, bıçak getirmelerini istedi. Aslında, böyle bir şeyi yapacak değildi. Maksadı, bu işin hakîkatini ortaya çıkarmaktı. Nitekim bu yolla, maksadı da hâsıl oldu. Çünkü; “bıçak getirin bu çocuğu aralarında paylaştırayım” deyince, küçük kadın feryâd etmişti. Çocuğunun hayatta kalmasını tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Ancak, Süleymân aleyhisselâm, küçük kadının bu sözüne îtibâr etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkâti ile feryâd edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına âit olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine âit olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telâşa karşılık, büyük kadında böyle bir telâşın görülmemesi; sonra Süleymân aleyhisselâmın çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetmesine karşılık, îtirâzının olmaması, Süleymân aleyhisselâm için, çocuğun küçük kadına âit olduğuna dâir bir delil idi.
İbn-ül-Cevzî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm ikisi de ictihâdları ile hükmettiler. Şâyet, Dâvûd aleyhisselâm nass ile hükmetseydi, Süleymân aleyhisselâmın bu hükme muhâlefet etmesi câiz olmazdı.
Bu kıssa; fetanet ve anlayışın, Allahü teâlânın mevhibesi, ihsânı olduğuna, yaşın büyüklüğü ve küçüklüğü ile alakası olmadığına delâlet etmektedir. Burada hak, iki tarafta değil, bir taraftadır. Vahiyle mes’elenin hükmünü öğrenmeleri mümkün olmakla beraber, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâd ile hükmetmeleri de câizdir. Çünkü, ictihâdla hükmetmekte ecirleri artmaktadır. Müctehid isabet ederse, iki sevâb, hatâ ederse,bir sevâb kazanır. Sonra peygamberler (aleyhimüsselâm) hatâdan masumdurlar, korunurlar. Masum oldukları için de, bâtıl ve hatâ üzerinde olmazlar. Zelle sâdır olursa da vahiyle ikaz edilirler.
Süleymân aleyhisselâmın böyle isabetli karar ve hükümlerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmde haber verildi. Meâlen şöyle buyruldu: “Dâvûd'u ve Süleymân'ı (aleyhimesselâm) da hatırla! Hani onlar ekin (veya bağ mes’elesi) hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit geceleyin bir kavmin davarı ekin tarlasına girip ifsâd etmişti (zarar vermişti). Biz onların hükümlerinibilici idik. Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik. Bununla beraber (Dâvûd ve Süleymân'ın) her birine bir hüküm ve bir ilim vermiştik.” (Enbiyâ sûresi: 78, 79)
Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden âlimler, hâdiseyi şöyle anlatmışlardır: “Bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sâhibi, Dâvûd aleyhisselâma gelip, koyun sâhibinden dâvâcı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Dâvûd aleyhisselâm, koyunların tarla sâhibine verilmesine hükmetti. Süleymân aleyhisselâm daha onbir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince; “Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır” dedi. Babası sorunca, utandı. Zorlayınca; “Koyunları ekin sâhibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sâhibine verin, ekin ekip önceki hâle getirsin. Sonra da her biri kendinde olan önceki sâhibine teslim etsin” dedi. Dâvûd aleyhisselâm,oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Bu âyet-i kerîme ile murâd, Allahü teâlânın, Dâvûd ve Süleymân'a aleyhimesselâm olan nîmetlerinin zikredilmesidir. Allahü teâlâ önce, her ikisine müşterek olarak, sonraki âyet-i kerîmelerde de, ayrı ayrı verdiği nîmetleri bildirdi. Allahü teâlânın her ikisine müşterek olarak ihsân ettiği nîmet; hüküm vermeleri ve bunda ehil olmalarıdır. Allahü teâlâ, her ikisini de ilim ve anlayışla zînetlendirmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Biz, her birine bir hüküm ve bir ilim verdik” buyrulmuştur. Bu âyet-i kerîmede, ilmin, en üstün kemâl ve fazîlet olduğu zikredilmiş; onlara verilen nîmetler arasında öncelikle bildirilmiştir.
Hasen (rahmetullahi aleyh); “Biz, her birine (Dâvûd ve Süleymân aleyhimesselâma) bir hüküm ve bir ilim verdik” meâlindeki âyet-i kerîme olmasaydı, hüküm verenlerin helâk olduklarını görürdük buyurmuştur. Ancak Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmı, hükmünde sevâba (doğruya) isabet etmesi; Dâvûd aleyhisselâmı da ictihâdı sebebiyle medh buyurdu. “Biz, o mes’elenin hükmünü Süleymân'a (aleyhisselâm) bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın verdiği hükümde isabet ettiğine delildir.
Tefsîr-i Mazharî’de bu husûsta şöyle buyrulmaktadır: “Amr bin Âs (radıyallahü anh), Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duyduğunu bildirmektedir: “Hâkim (hüküm veren) hükmettiği zaman, ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir (sevab) vardır. Hata ederse, bir ecir vardır.” Bu Hadîs-i şerîf, Müctehidin, doğrunun yanında hatâ da edebileceğini göstermektedir. Müctehidin, ictihâdında hatâ etmesi ve bir ecir (sevab) kazanması, onun, hükmünde isabet ettiğini göstermez. Çünkü hatâ ve doğru, birbirinin zıddıdır. Bu sebeple, Hadîs-i şerîften murâd; “Müctehid, hatâsı üzerine sevâb kazanır” demek değildir. Bilakis, hakkı, doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı yâni bütün gücüyle gayret sarfetmesi sebebiyle sevâba kavuşmasıdır. Çünkü müctehidin doğruyu bulmak husûsundaki ictihâdı, büyük gayreti, ibâdettir. İctihâdında hatâ ederse, gayretinden dolayı affa uğrar. Bundan dolayı, Dâvûd aleyhisselâm zemm olunmadı. Müctehid ictihâdında isabet ederse, ona iki ecir vardır. Bunlar ictihâd ve doğruya isabet etmek sevâbıdır.
Müctehid âlimler de, kitapta (Kur'ân-ı kerîmde) ve sünnette (Hadîs-i şerîflerde) hükmünü bulamadıkları hâdiselerde ictihâd etmişlerdir. Hükmünde hatâ edenin ecir ve sevâb kazanması, hüküm veren kimsenin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini, kıyası ve daha önce verilen hükümleri bilmesi ve ictihâd edebilme şartlarını taşıması ile olur. İctihâda ehil olmayanın ictihâd yapmaya kalkışması, kendisini ictihâda zorlamaktır. Böyle bir kimse verdiği hükümdeki hatâsı bir tarafa; doğru isabet etse bile mâzur görülemez. Çünkü ehil olmayan kimselerin, Müctehide tâbi olması gerekir.
Âlimler, Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) ictihâdları ile mi yoksa vahye bağlı olarak mı hüküm verdikleri husûsunda ihtilaf etmişlerdir. Bâzıları, onların ictihâdları ile hükmettiklerini, ictihâd sevâbına kavuşmak için, peygamberlerin ictihâdlarının da câiz olduğunu bildirmişlerdir. Bâzı âlimler, ikisinin de vahye bağlı olarak hükmettiklerini, ancak Süleymân aleyhisselâmın hükmünün, Dâvûd aleyhisselâmınkini nesh ettiğini söylemişlerdir. Böyle diyen âlimler; kendilerine vahiy geldiği için, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ictihâdla hükmetmelerinin câiz olmadığını ve bu şekilde hükmetmeye ihtiyaçlarının kalmadığını bildirmişlerdir. Tefsîr-i Mazharî’deki açıklamalar, Dâvûd ve Süleymân'ın aleyhimesselâm bu hükümleri ictihâdlarına göre verdiklerini göstermektedir.
Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserde; “Biz o mes’elenin hükmünü Süleymân'a bildirdik” meâlindeki âyet-i kerîme ile, şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: “Müctehidlerin bâzıları, diğerlerinden üstündür. Büyüklükte ve fazîlette; ilme, hükümleri derin ve ince mânâları anlamaya îtibâr edilir, yaşa değil!” Dâvûd aleyhisselâmın yaşı büyük olmasına rağmen, oğlu Süleymân aleyhisselâm, hükmünde isabet etti.
Dâvûd aleyhisselâmın, bir rivâyete göre ondokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleymân aleyhisselâmın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Tâlût'un kızından dünyâya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Dâvûd aleyhisselâma, akıl ve firasette, hüküm ve adâlette bir çok üstünlüklerine şâhid olduğu, oniki yaşındaki oğlu Süleymân aleyhisselâmı yerine halîfe bırakması emredildi. Dâvûd aleyhisselâm, yine ilâhî emirle, âlimlerin huzûrunda onu imtihân etti. Rivâyete göre, sorduğu suâllere zorlama ve tereddütten uzak bir şekilde cevap aldı. Sorulan suâlleri doğru olarak cevaplandıran Süleymân aleyhisselâma âlimler de soru sormak istediler: “Doğruluğu diğer cüzlerinin doğruluğuna, bozukluğu da diğerlerinin bozukluğuna sebep olan şey nedir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm; “Kalb'dir. Onun doğruluğu diğer uzuvların doğruluğuna, bozukluğu da diğer âzanın bozukluğuna sebeptir” dedi. Cevabın doğruluğunu hepsi tasdik ettiler. Bir rivâyete göre, bu imtihâna da kanaat etmeyen İsrâiloğulları, Süleymân aleyhisselâmın hilâfetine karşı çıktılar. “Süleymân daha çocuk sayılır, bizim aramızda ondan üstün ve daha uygun kimseler var” dediler. Bunun üzerine Dâvûd aleyhisselâm, İsrâiloğullarının reîslerinden birer asâ istedi. Herkesin asâsına ismini yazıp, Süleymân aleyhisselâmın asâsı ile beraber bir odaya kilitledi. Sonra; “Kimin asâsı sabaha kadar yapraklanırsa hilâfet onundur” buyurdu. Sabahleyin, hep birlikte, odayı açtılar ve Süleymân aleyhisselâmın asâsının yapraklandığını, diğerlerinin eskisi gibi durduğunu gördüler. Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlâya hamdetti. Kendisi önde, Süleymân aleyhisselâm peşinde olarak; “İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halîfemdir” diye İsrâiloğulları arasında dolaştı. Hepsi Süleymân aleyhisselâmın hilâfetini kabûl ettiler.
Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Süleymân'ın kendi yerine halîfesi olduğunu îlân edince, ona bâzı nasîhatlerde bulundu; “Ey oğlum! Şaka yapmaktan sakın. Çünkü onun faydası azdır. Şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın. Çünkü kızmak, sâhibini (kızanı) hafifletip, basitleştirir. Takvâya sarıl. Yâni Allahü teâlâdan kork. Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın. O'na tâattan ayrılma. Çünkü, takvâ ve tâat, Allahü teâlânın izni ile, insanın her şeye gâlip gelmesine vesile olur. Hiç bir sebep yokken, âilen hakkında insanlara karşı kıskançlıkta bulunma. Bu davranışın, insanlara su-i zan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme. İşte bu, hakîkî zenginliğin ta kendisidir. Allahü teâlânın kullarına verdiği çeşitli nîmetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir. Özür dilemeyi icâbettirecek iş ve sözlerden sakın. Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır. İyilik yapmaktan ayrılma, imkanın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış. Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl. Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma, böyle kimselerle beraber olma. Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır. Bulunduğun yerden ayrıl. Allahü teâlânın rahmetinden ümîdli ol. Çünkü, Allahü teâlânın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.”
Dâvûd aleyhisselâm, çok geçmeden vefât etti. Süleymân aleyhisselâm da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine vâris oldu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Süleymân aleyhisselâmı meâlen şöyle övdü: “Biz Dâvûd'a Süleymân'ı (aleyhimesselâm) verdik. O (Süleymân aleyhisselâm), ne güzel kuldur. Hakikaten o, (bütün vakitlerinde zikr, tesbîh ve tevbe ile) Allahü teâlâya (taatine) dönen bir kuldur.” (Sâd sûresi: 30)
Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd ve Süleymân aleyhisselâma; zât ve sıfatlarını, emir ve yasaklarını, dünyâ ve âhıret ahvâlini, kuşların ve hayvanların konuşmalarını, dağların tesbîhini bildirdi. O ikisine (aleyhimesselâm), pek çok nîmetler verdi. Onlarda bütün bunlara karşılık, Allahü teâlâya hamdettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Biz, Dâvûd ve Süleymân'a(aleyhimesselâm hüküm ve kazâya dair) ilim verdik. Onlar da; Allahü teâlâya hamdolsun ki, (nübüvvet, kitap ve sair ilimler ve hikmetle) bizi, (kendilerine bu hasletler verilmeyen)mü’minlerin çoğu üzerine üstün kıldı dediler.” (Neml sûresi: 15)
Bu âyet-i kerîme, ilmin şerefi, üstünlük sebebi ve âlimlerin âlim olmayanlardan üstün olduğunu göstermektedir. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Alimin, (âlim olmayan) âbide üstünlüğü; ayın, ondördüncü gecesinde (dolunay hâlinde), diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” “Alimler, peygamberlerin varisleridir.” “Peygamberler, dinâr ve dirhem mîras bırakmazlar. Onlar ancak ilmi mîras bırakırlar. İlmi alan bol bir nasîb almış olur.” Son Hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mace rivâyet etmiştir. Yine Tirmizî'nin, Ebû Umâme el-Bahili'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Alimin, abide üstünlüğü; benim, sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir.”
Yine Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, âlimleri, kendilerine ihsân ettiği ilim nîmetine şükretmeye, tevâzû sâhibi olmaya dâvet etmektedir. Ayrıca, Allahü teâlâ, onları ilim sayesinde çok kimseye üstün kılmış ve kullarının, âlimlerin üstünlüğüne inanmasını istemiştir. Nitekim Allahü teâlâ, Yûsuf sûresinin 76. âyet-i kerîmesinde meâlen; “... Her âlimin üstünde, bir âlim (ilim sâhibi) vardır. (Allahü teâlânın ilmi sonsuzdur. O, her ilim sâhibinin üstündedir)” buyrulmaktadır. Ömer (radıyallahü anh) da, tevâzûsundan; “Herkes Ömer'den daha âlimdir” buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmdan biri, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip; “En fazîletli amel hangisidir?” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâyı bilmek ve dinde fakîh olmak” buyurdu. Tekrar aynı soruyu sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mübârek sözünü tekrarladı. O zât yine; “Yâ Resûlallah! Ben, en fazîletli amelin ne olduğunu soruyorum. Siz bana ilimden haber veriyorsunuz?” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “İlim ile yapılan az bir amel, sana fayda verir. İlimsiz yapılan çok amel, sana fayda vermez” buyurdu. İlmi olmadan ibâdet yapan kimse, değirmeni çeviren merkep gibidir. Devamlı döner, fakat, mesâfe kat edemez.
Evliyânın büyüklerinden, Feth-i Mûsulî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Yiyecek, içecekle beslenip, ilaçla tedavi edilmeyen hastanın ölmesi gibi, kalb de; ilim, hikmet ve tefekkürden nasîbini alamayınca ölür. Maddî gıdalarla haddi aşarak doymak, bâtınî, mânevî gıdaların alınmasına mânidir. Yine ucb (kendini beğenmek) ve kibir de kalbin nûrlanıp, safâ bulmasına engel olur.
İşte insan, görünüşünü, İslâmın emir ve yasaklarına uymakla, batınını yâni içini İslâm ahlâkı ile süslerse, peygamberlere (aleyhimüsselâm) ve evliyâya verilen ilimlerden istifâde etmeye elverişli hâle gelir.
Dâvûd aleyhisselâmın vefâtından sonra, oğlu Süleymân aleyhisselâm, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona vâris oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile âlimleri dâvet etti. Onlara; Allahü teâlânın kendisine büyük nîmetler verdiğini, kuşların ve hayvanların dillerini öğretip, konuşmalarını anlamayı nasîb ettiğini, ayrıca, kendisine peygamberlik ve mülk (saltanat) verildiğini anlattı. Bütün bunların, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği büyük nîmetler olduğunu söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Süleymân (aleyhisselâm babası) Dâvûd'a (aleyhisselâm, peygamberliğine ve ilmine) mîrascı oldu.” (Neml sûresi: 16) Begavî; Süleymân aleyhisselâma, babası Dâvûd aleyhisselâma verilenlerden başka, cinlerin de onun emrine verildiğini bildirmiştir. Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) her ikisi de, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği nîmetlere çok şükrederlerdi.
Âyet-i kerîmenin devamında, Süleymân aleyhisselâmın meâlen şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “... Dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların konuşması (dili) öğretildi.” Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmeti açıkça anmak ve insanları kendisine verilen bu mûcize ile nübüvvetini tasdike çağırmak için, böyle söyledi. Övünmek ve tekebbür için söylemedi. Ruzbehân Bakli (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Tasavvufta temkîn derecesinde olan bir zâtın; mü’minlerin îmânının kuvvetlenmesi, inkarcılara karşı da hüccet (delil) olması için, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği nîmetleri halka bildirmesi câizdir. Süleymân aleyhisselâm da bu sebeple, Allahü teâlânın kendisine lutfettiği bu nîmeti izhar etti. Nitekim Kur'ân-ı kerîm de, Duha sûresi 11. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinin nîmetini anlat” buyrulmaktadır."
Süleymân aleyhisselâmın, “Bize” şeklinde büyüklük ifâde eder bir tarzda konuşması, tekebbür için değildir. Çünkü, siyâset icâbı sultânların âdeti böyledir.
Konuşma, mânâların anlaşılmasına yarayan ses ve harflerle olur. Manaları anlamak, kelime ve cümlelerle olduğu için, konuşmanın sâdece insanlara mahsus olduğu zannedilmektedir. Halbuki, Süleymân aleyhisselâm, insanların konuşmalarından, onların kasdettikleri mânâları anladığı gibi, kuşların seslerinden de, murâd ettikleri mânâları anlıyordu. Onun için, kuşların seslerine “konuşma” buyurdu.
Begavî (rahmetullahi aleyh) Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Tavus kuşu, Süleymân aleyhisselâmın huzûrunda ötmüştü. Süleymân aleyhisselâm, orada bulunanlara; “Bunun ne dediğini, ne konuştuğunu biliyor musunuz?” buyurdu. Onlar; “Hayır bilmiyoruz” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Süleymân aleyhisselâm; “Cezalandırdığın gibi cezâlandırılırsın” dediğini bildirdi. Aynı şekilde hüdhüdün ötmesini; “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”, göçeğen kuşunun ötmesini; “Allahü teâlâdan af ve mağfiret olunmanızı isteyiniz, ey günâhkârlar!”, kaya kuşunun sesini; “Her canlı ölecektir. Her yeni eskiyip, çürüyecektir”, kırlangıcın ötüşünü; “Hayırdan ne yaparsanız sonra onu bulursunuz”, güvercinin sesini; “Gökleri ve yeri dolduran Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim”, kumrunun ötüşünü; “Sübhâne Rabbiy-el-e'la”, karganın ötmesini; “Allahü teâlâdan başka her şey helâk olacaktır”, kustat kuşunun ötmesini; “Susan, başına belâ ve musîbet gelmesinden kurtulur”, papağânın ötüşünü; “Düşüncesi dünyâ olan kimseye yazıklar olsun”, kurbağanın; “Sübhâne Rabbiy-el-Kuddûs”, doğan kuşunun; “Sübhâne Rabbî ve bihamdihî” dediğini açıkladı. Bu rivâyet, yukarıdaki kuşların konuşmalarının yalnız bu sözlere ve mânâlara mahsus olmadığını göstermektedir. Neml sûresinde, karınca ve hüdhüdün konuşmalarının bildirilmesi, onların içlerine doğan her mânâyı çıkardıkları sesle de olsa anlattıklarını ifâde etmektedir.
Rûh-ul-Beyân tefsîrinde Arais-ül-Beyân kitabından naklen şöyle denilmektedir; “Kuşların, diğer vahşi hayvanların sesleri ve kâinattaki hareketlerin hepsi, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve ârifînden olan evliyâsına hitâbıdır. Evliyâ, bu ses ve hareketleri makâmları ve derecelerine göre anlar. Çünkü, peygamberler (aleyhimüsselâm) kuşların ve diğer hayvanların dillerini aynısıyla bilirler. Evliyâ-i kirâm ise, onların dillerini aynen bilemez. Sâdece, onların seslerinden kendi hâllerine âit olan husûsları, Allahü teâlânın kalblerine ilham etmesi ile bilirler.”
Ebû Osman Mağribi şöyle buyurur: “Bütün hâllerinde Allahü teâlâya karşı doğruluk ve ihlâs üzere olan kimse, bu husûsiyetleri sebebiyle her şeyi anlar. Davul çalınması, âdete göre göç vaktinin geldiğini haber verdiği gibi, Allahü teâlâ da, sevdiği ve seçtiği velî kullarına; muhtelif sesleri ve tabîattaki varlıkların değişik hâllerini, onların ne mânâya geldiğini anlamayı lütûf ve ihsân eylemiştir.
Süleymân aleyhisselâma çok şey verilmiştir. Nitekim âyet'i kerîmede, Süleymân aleyhisselâmın meâlen; “Bize (peygamberlere ve meliklere, dünyâ ve âhıret işlerine dâir veya peygamberlik, saltanat ve kuşların dilinin öğretilmesi gibi) her şey verildi. İşte bu (Allahü teâlânın bize verdiği nîmetler) şüphesiz açık bir üstünlüktür.” (Neml sûresi: 16) Yâni bu, bizim müstehak oluşumuz, hak etmemiz sebebiyle ve amellerimize karşılık olarak değil, aksine, Allahü teâlânın lütûf ve ihsânıyladır. Tefsîr-i Vasît’de şöyle bildirilmiştir; “Süleymân aleyhisselâmın böyle söylemesi, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükür ifâdesidir. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ben, Âdemoğullarının efendisiyim. Övünmüyorum.” (yani bu sözü şükür için söylüyorum, övünmek için değil) buyurmuştur. Bu, Allahü teâlânın nîmetini anmak içindir.
Süleymân aleyhisselâmın imtihân edilmesi:
Kur'ân-ı kerîmde Sâd sûresi 34. âyet-i kerîmede meâlen; “Muhakkak ki, biz Süleymân'ı (aleyhisselâm) imtihân ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. (Nice günlerden) sonra o, yine (imtihanda Rabbine) döndü. (veya zellesine pişman olup tevbe etti)” buyrulmuştur.
Bu âyet-i kerîmede beyân buyrulan Süleymân aleyhisselâmın imtihânının ne olduğu hakkında bir çok rivâyet vardır. Bu rivâyetlerden bâzısı, dîne ve Süleymân aleyhisselâmın şânına uygun değildir. Fahreddîn-i Razî hazretleri, böyle uygunsuz rivâyetleri delilleri ile reddettikten sonra, Süleymân aleyhisselâmın imtihânının ne olduğu husûsunda şöyle buyurdu:
1- Süleymân aleyhisselâm, bir gecede, zevcelerinin hepsini ziyâret edeceğini, onlardan her birinin süvâri birer oğlan dünyâya getirip, Allah yolunda muhârebe edeceklerini söyledi. Fakat, inşâallah demedi. Süleymân aleyhisselâm, zevcelerini dolaştı. İçlerinden yalnız biri hâmile kalıp, sakat bir çocuk dünyâya getirdi. Bunu götürüp, babasının tahtına bırakıverdiler. Buhârî ve Müslim’deki Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buraya kadar anlattıktan sonra, şöyle buyurdu: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şâyet Süleymân (aleyhisselâm) inşâallah deseydi, (zevcelerinin hepsi çocuk dünyâya getirir) hepsi de süvâriler olarak Allah yolunda mücâhid olurlardı.”
Kâdı Iyad; Süleymân aleyhisselâmın, bu kıssada; (İnşâallah) dememesinin birkaç cevâbı vardır. Bunların içinde en doğrusu, sahih Hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi; “İnşâallah” demeyi unutmuş olmasıdır. Bu unutma, Allahü teâlânın irâdesinin bu yönde olmasındandır. Böylece Allahü teâlânın irâde ettiği şey tahakkuk etmiş oldu demiştir.
Buna göre, Süleymân aleyhisselâmın imtihân edilmesi, Süleymân aleyhisselâmın; “Zevcelerimi dolaşacağım” dediğinde; “İnşâallah” demeyi terk etmesidir.
Cesedin kürsîsine bırakılması, sakat çocuğun Süleymân aleyhisselâmın kürsîsine bırakılmasıdır.
Peygamberler (aleyhimüsselâm) için evlâyı terk etmek zelledir. Yoksa, zelle günâh işlemek değildir. İşte Süleymân aleyhisselâm, evlâ olan, “İnşâallah” demeyi terk etmesiyle meydana gelen zelle için, Allahü teâlâya tevbe etti. Nitekim Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem); Rûh, Eshâb-ı Kehf ve Zülkarneyn aleyhisselâmdan sorulunca; “Yarın gelin, haber vereyim” buyurmuşlar, “İnşâallah” demeyi unutmuşlardı. Bu sebeple bir kaç gün Resûlullah'a vahiy gelmedi. Sonra şu meâldeki âyet-i kerîme nâzil oldu: “Hiç bir şey hakkında; Ben bunu muhakkak yarın yaparım deme. Ancak sözünü Allahü teâlânın dilemesine bağlayarak (inşâallah Allahü teâlâ dilerse yapacağım) de. (İnşâallah demeyi) unuttuğun zaman, (İnşâallah diyerek tevbe ve tesbîh ile) Allahü teâlâyı hatırla ve şöyle de: Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra erdirir.” (Kehf sûresi: 23-24)
İnsan, “İnşâallah” demeyi unuttuğu zaman bunun tevbesi; “İnşâallah (Allahü teâlâ dilerse)” demekle beraber; “Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir hayra erdirir”demesidir. Nitekim mîrac gecesinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); daha yakın bir hayra, kimsenin ulaşamadığı şeylere kavuşturulmuştur.
2- Süleymân aleyhisselâm şiddetli bir hastalıkla imtihân edilmiştir. “Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik” meâlindeki âyet-i kerîmeden murâd, onun bir hastalık sebebiyle adeta cansız bir cesed hâline gelmesidir. Araplar, zayıf kimse için; “Et tahtası üzerine konmuş, et parçası ve rûhsuz cisim” derler. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında, daha sonra Süleymân aleyhisselâmın sıhhatine kavuştuğu bildirilmektedir.
3- Süleymân aleyhisselâmın imtihânı hakkında şu da muhtemeldir: Allahü teâlâ onu; ya bir korku musallat etmek yahut bir taraftan kendisine bir belâ geleceği endişesi vermek sûretiyle imtihân buyurdu. İşte bu korku sebebiyle, tahtı (kürsîsi) üzerine atılmış pek zayıf bir cesed gibi olmuştu. Bilahare Allahü teâlâ, bu korkuyu ondan giderdi. Eski sıhhat ve kuvvetine kavuşturdu.
Âyet-i kerîmenin devamında Süleymân aleyhisselâmın meâlen; “Ey Rabbim! Beni (af ve) mağfiret eyle” (Sâd sûresi: 35) dediği bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâmdan zelle meydana geldiğini söyleyen âlimler, bu âyet-i kerîmeyi delil göstermektedirler. Çünkü, Süleymân aleyhisselâmdan herhangi bir zelle meydana gelmese idi; Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret buyurmasını istemezdi. Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) buna şöyle cevap vermiştir: İnsan, en iyi ve evla olan terk etmekten hâli kalamaz. Mutlaka, en iyi ve evla olanı terk etme durumuna düşebilir. Bu sebeple, meselâ Süleymân aleyhisselâm gibi bir peygamber, Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemeye muhtâç olur. Çünkü Hadîs-i şerîfte; “Ebrarın ibâdetleri, iyilikleri, mukarreblere günâhtır, kusurdur” buyrulmuştur. Zâten peygamberler aleyhimüsselâm dâimâ Allahü teâlâya karşı ihtiyaç ve teslimiyet içerisindedirler. Nitekim Resûlullah efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem); “Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istiğfâr ediyorum” buyurmuştur.
Tefsîr-i Mazharî’de Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) bu husûsta şöyle buyurmuştur; “Allahü teâlâ, dünyâ ve âhıret derecesini daha da yükseltmek için, Eyyûb aleyhisselâma belâ ve musîbet verdiği gibi, Süleymân aleyhisselâma da verdi. Süleymân aleyhisselâmdan, herhangi bir zelle meydana gelmemişti. Şâyet böyle bir zelle meydana gelse idi, çok pişmanlık gösterir ve pek çok istiğfâr ederdi. Allahü teâlâ da, Dâvûd aleyhisselâmın kıssasında olduğu gibi; “Onu mağfiret ettik” buyururdu. Halbuki, Süleymân aleyhisselâm için böyle bir şey buyrulmamıştır. Süleymânaleyhisselâm, sâdece tevbe etmiş ve mağfiret talebinde bulunmuştur.
Süleymân aleyhisselâma verilen nîmetler:
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan kendisini af ve mağfiret etmesini taleb etti. Daha sonra âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle dedi: “Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle! Şüphesiz, herkesin murâdını veren sensin.” (Sâd sûresi: 35) Bu âyet-i kerîme, dine, âhırete âit bir işi, dünyâya âit işe takdim etmek, yâni öncelik vermek lâzım geldiğini göstermektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, önce af ve mağfiretini isteyip istiğfâr etti. Ondan sonra, mülk ve saltanat istedi. Âyet-i kerîme, Allahü teâlâdan af ve mağfiret istemenin, istiğfâr etmenin, dünyâda hayır kapılarının açılmasına sebep olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm önce Rabbinden mağfiret diledi. Sonra da bu vesile ile Allahü teâlâdan mülk ve saltanat istedi. Daha önce Nûh aleyhisselâm da böyle yapmıştı. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle bildirildi: “(Nûh aleyhisselâm, münâcâtında Allahü teâlâya yalvararak kavminin hâlini şöyle anlattı: “(Yâ Rabbî! Ben onlara) dedim ki: Küfürden tevbe edip, Rabbinizden mağfiretinizi isteyiniz. Zirâ O, şirk ve isyândan tevbe edeni çok mağfiret edicidir. (Siz O'na istiğfâr edin ki, Allahü teâlâ da size) ihtiyâcınız kadar yağmur yağdırsın, çok mal ve evlad ile size imdâd etsin, size meyveli bostanlar (bağlar, bahçeler) versin ve o bostanlarda nehirler akıtsın.” (Nûh sûresi: 10-12)
Yine Allahü teâlâ, Peygamber efendimize de meâlen şöyle buyurdu; “(Ey Muhammed aleyhisselâm!) Ehl-i beytine (ve ümmetine) namazı emret. Sen (ve ümmetin), namazı kılmaya sabredin. (Namaza sebât ile devam eyleyin.) Biz, (kendinin ve Ehl-i beytinin) rızkını vermeni (temin etmeni) senden istemiyoruz. Sana (ve onlara) rızkı biz veririz. (Sen kalbinle âhıret işine ehemmiyet ver.) Güzel akıbet (Cennet) müttekiler içindir.” (Tâhâ sûresi: 132)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) Süleymân aleyhisselâmın; “(Ey Rabbim!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle” buyurmasının sebebi hakkında, tefsîr âlimlerinin şöyle söylediklerini bildirmektedir:
1- Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, peygamber olduğunun doğruluğunu gösteren bir mûcize olması için, ondan başka kimsenin muktedir olamayacağı şeylerin kendisine verilmesini istedi. Nitekim, âyet-i kerîmenin devamında, rüzgârın, Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiği, onun emriyle akıp gittiği bildirilmiştir. Bu ise, onun peygamber olduğunu gösteren bir mûcize ve Allahü teâlânın ona verdiği büyük bir kudret ve saltanattır. Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde de şöyle buyrulmuştur: Süleymân aleyhisselâm, mülk ve saltanatı; fânî, geçici olan dünyâ saltanatı ile övünmek için istemedi. O, bunu, mülk ve saltanatları ile övünen zâlim diktatörlerin iş başında olduğu bir zamanda yaşadığı için istemişti. Her peygambere, içinde yaşadığı asırda en meşhûr olan şeyle ilgili bir mûcize verilirdi. Meselâ, Mûsâ aleyhisselâm zamanında, sihir çok yaygındı. Mûsâ aleyhisselâm, elindeki asâyı yere bırakınca, büyük bir yılan olup, sihirbazların getirdikleri şeylerin hepsini yuttu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında fesâhat (düzgün bir şekilde, mükemmel olarak söz söylemek) çok yaygın idi. Buna rağmen müşrikler, Allahü teâlâdan indirilen Kur'ân-ı kerîmin, en kısa sûresinin bile benzerini söylemekten âciz kaldılar. Süleymân aleyhisselâmın mülk ve saltanat istemesi de, insanlar yanında peygamberliğine delil olması içindi. Yoksa, mülk ve saltanata düşkünlüğünden, zamanındaki meliklerle yarış etmek düşüncesinden değildi.
2- Dünyâ lezzetlerinden faydalanmak önce, âhıret nîmet ve saâdeti ise sonradır. Bu yüzden, bâzı kimseler âhıretin saâdet ve nîmetine kavuşmak için, Allahü teâlânın men ettiği geçici dünyâ lezzetlerinden sakınmanın zor olduğunu söylemişlerdir. İşte Süleymân aleyhisselâm; “(Yâ Rabbî!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân et. (Bununla beraber, ben dünyânın lezzet ve zevklerinden son derece sakınıcı olayım)” diye duâ etti. Böylece, Süleymân aleyhisselâm insanlara, çok dünyâlığa sâhip olmanın, Allahü teâlâya kulluk vazifesini yerine getirmeye mâni olmadığını ve bunun mümkün olduğunu göstermek istemişti.
Süleymân aleyhisselâmın istiğfâr ve duâsı üzerine, Allahü teâlâ onun dileğini yerine getirdi. Rüzgârı emrine verdi. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Bunun üzerine biz rüzgârı onun emrine verdik ki, rüzgâr onun emri ile istediği yere yumuşacık (hoş bir şekilde) akıp giderdi. (Bir kısmı hayret verici, eşi görülmemiş saraylar, kaleler yapan) binâ ustası, (bir kısmı da, denizden inci mercan çıkaran) dalgıç olan şeytanları da emrine verdik. (İnat ve taşkınlıkta ileri olan) diğerleri de, (insanlara zarar vermemeleri için) birbirlerine zincirlerle bağlanarak zaptolunmuştu” buyruldu. (Sâd sûresi: 36-36) Aslında, Süleymân aleyhisselâmın emrine verilen rüzgâr, şiddetli esen bir rüzgârdı. Fakat, Süleymân aleyhisselâmın emri ile, yumuşak ve hoş bir şekle dönerek eserdi. Bu rüzgârın; bâzan yumuşak, bâzan da şiddetli estiği de bildirilmiştir. Bu sebeple, yukarıdaki âyet-i kerîme ile; “Süleymân'a (aleyhisselâm) şiddetli esen rüzgârı itâatkar kıldık” meâlindeki Enbiyâ sûresi: 81. âyet-i kerîmesi arasında zıtlık yoktur.
İslâm âlimlerinden Ruzbehân Baklî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın cemâline olan sevgisinden dolayı, her an, doğudan batıya kadar Allahü teâlânın yarattıklarını temâşâ etmek isterdi. Allahü teâlâ da rüzgârı ona itâatkar kıldı. Rüzgâr, onun isteğine uygun olarak eserdi. İşte bu, Süleymân aleyhisselâma, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek ve dünyâ lezzetlerine îtibâr etmemekteki sabrının mükafatı idi.”
Allahü teâlâ, rüzgârın ve cinlerin Süleymân aleyhisselâmın emrine verildiğini bildirdikten sonra, meâlen şöyle buyurdu: “(Ey Süleymân!) Bu (mülk ve saltanatın, sana) bizim atâmız(ihsanımız) dır. Ondan dilediğine hesapsız olarak ver. Dilediğinden men et. (Bizim ihsânımız çoktur. Hiç kimse onu hesap edemez. Buna gücü yetmez.) Şüphesiz ona (Süleymân'a (aleyhisselâm) dünyâda verilen bu büyük mülk ve saltanatla beraber âhırette de) indimizde bir yakınlık ve dönüp geleceği bir güzel yer (Cennet) vardır.” (Sâd sûresi: 39, 40)
Rûh-ul-Beyân’daki Hadîs-i şerîfte, Süleymân aleyhisselâmın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyruldu: “Süleymân bin Dâvûd'a (aleyhimesselâm) verilen, mülkü görmediniz mi? Bu onun huşûunu arttırdı, Allahü teâlâya karşı huşûundan göğe bakmazdı.”
Yine Rûh-ul-Beyân’da; “İnsan kemâle erince, vâsıtasız olarak ilâhî feyzlere kavuşur. Allahü teâlâ, göktekileri ona itâat ettirir. Meselâ; meleklere, Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretmiştir. Yerdekileri de, o kimseye itâat ettirir. Nitekim cinleri, insanları, vahşî hayvanları ve kuşları, Süleymân aleyhisselâma itâat ettirmiştir” buyrulmuştur.
Emrine verilen rüzgârla, Süleymân aleyhisselâm, sabah bir aylık, akşam da bir aylık yol giderdi. Nitekim Sebe’ sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gündüz esdiğinde bir aylık mesâfeye gidip, akşam bir aylık mesâfeden gelen rüzgârı Süleymân'ın (aleyhisselâm) emri altına verdik...” buyrulmuştur.
Süleymân aleyhisselâm, sabahleyin ordusu ile beraber Şam'dan çıkar, İran'ın İstahar (Persepolis) şehrinde kaylule yapardı. (Öğleye doğru bir miktar uyurdu.) Sonra gün ortasında, İstahar'dan yola çıkar ve akşama Kabil'e varırdı. Hem, Şam-İstahar (Persepolis); hem de İstahar-Kâbil arası, atlı için bir aylık yoldu.
Bâzı âlimler, Süleymân aleyhisselâmın Mısır'dan Kabil'e kadar olan ülkelere sâhip olduğunu bildirmişler; bâzıları da, bütün dünyâya hâkim olduğunu beyân etmişlerdir. Nitekim Mücâhid'in (rahmetullahi aleyh), İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri yâni Mehdî de mâlik olacaktır” buyurmuştur. Süleymân aleyhisselâma verilen mülkü beyân eden yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Onun (Süleymân) için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izni ile, iş gören cinleri de onun emri altına verdik ve bunların içinde (Süleymân aleyhisselâma itâat etmelerine dair) emrimizden çıkan olursa, ona alevli ateşin azâbını tattırırız” buyruldu. (Sebe’ sûresi: 12)
Tefsîr âlimleri; “Allahü teâlâ, bakır ocağından, Süleymân aleyhisselâm için, üç gün üç gece su gibi bakır akıttı” demişlerdir. Bâzı âlimler, âyet-i kerîmede bildirilen azâbın âhıret azâbı olduğunu; bâzıları da, dünyâda ateş ile yakılmaları olduğunu bildirmiştir. Zâhir olan mânâ da budur. Begavî (rahmetullahi aleyh); “Allahü teâlâ, cinler için bir melek vazifelendirdi. Onun elinde ateşten bir çubuk vardı. Süleymân aleyhisselâmın emrinden çıkan cine, bu çubukla vurur ve yakardı buyurdu.
İnsanoğlunun, cinden sakınması lâzımdır. Çünkü, cinle beraber olmak, irtibat hâlinde bulunmak insana zarar getirir. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “...Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim! Onların huzûrumda bulunmalarından sana sığınırım” buyrulmuştur. (Mü’minun sûresi: 97, 98) Ancak âyet-i kerîmede meâlen; “Rabbinin izni ile...” buyrulması, Süleymân aleyhisselâmın, onların zararından muhâfaza buyrulduğuna, onlarla olmanın kendisine zarar vermediğine işârettir.
Süleymân aleyhisselâm, cinnîlere; mescidler, saraylar, meskenler ve büyük çanaklar gibi şeyler yaptırdı. Nitekim Sebe’ sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O cinler; Süleymân(aleyhisselâm) için mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan,sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı”buyrulmuştur.
Beyt-ül-Makdis'in inşası:
İmâm-ı Begavî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; cinnîlerin, Süleymân aleyhisselâm için yaptıkları şeylerden biri de Beyt-ül-Makdis'dir. Beyt-ül-Makdis'in inşasına önce Dâvûd aleyhisselâm başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleymân isminde bir oğul vereceğim, o tamamlayacak” diye vahyetti. Dâvûd aleyhisselâm, oğlu Süleymân aleyhisselâmı kendi yerine halef seçip, vefât etti. Bir müddet sonra, Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi yaptı. Onlardan her bir cemâati bir işle vazifelendirdi. Sonra usta ve mühendislere, oniki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabîle yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölük bölük yaptı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yâkut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirdi. Ustalar, getirilen taşları yonttular. Mücevher, inci ve yâkutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzeli olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beyt-ül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksâ” adıyla anıldı.
Beyt-ül-Makdis'in inşası bitince, Süleymân aleyhisselâm, İsrâiloğullarının âlimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlattı. “Bu mescid Allah'ındır. Çünkü, O'nun emri ile yapılmıştır. O'nda bulunan her şey Allah'ındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü teâlâya hâinlik etmiştir” dedi. İsrâiloğullarına ziyâfet verdi. Allahü teâlâ için kurbanlar kesti. Mescid-i Aksâ'nın inşasının bittiği günü bayram yaptı.
Hazin tefsîrinde bildirildiğine göre; Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh), Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivâyet etti: “Süleymân bin Dâvûd (aleyhimesselâm) Beyt-ül-Makdis'in inşâsını bitirince, Allahü teâlâdan, hükmüne muvafık hüküm ile hükmetmeyi nasîb etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini istedi. Bu da ona verildi. Beyt-ül-Makdis'in inşasını bitirince, bu (mescide) sırf namaz kılmak için gelen kimsenin buradan, anasından doğduğu günkü gibi günâhlarından temizlenmiş olarak çıkmasını diledi.” Bu Hadîs-i şerîfi Nesâî bildirdi. Tefsîr-i Mazharî ve Begavî’de bildirilen Hadîs-i şerîfte ise; “Süleymân (aleyhisselâm), Beyt-ül-Makdis'in inşâsını bitirince, Allahü teâlâdan üç şey istedi. Allahü teâlâ, bu dileklerinin ikisini ona verdi... Umarım ki, üçüncüsünü de ona vermiştir.” (Üçüncüsü için;) “Bu Beyt'e (Beyt-ül-Makdis'e) bir kimse gelip iki rekat namaz kılarsa, buradan, anasından doğduğu günkü gibi çıkmasını istedi. Ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ, bu dileğini de ona vermiştir.” buyrulduğu bildirilmiştir.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine de, bu mescidde (Beyt-ül-Makdis'de) kılınan namaz çok sevâb olmuştur. Nitekim Râmûz-ül-Ehadis’de Ebüdderdâ'dan (radıyallahü anh) bildirilen Hadîs-i şerîfte, şöyle buyrulmaktadır: “Mescid-i Haram'da kılınan namaz, yüzbin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksâ'da kılınan namaz beşyüz namaza muadildir.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî'den rivâyet edilen ve bütün hâdis kitaplarında bulunan bir Hadîs-i şerîfte ise; “Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim bu mescidim” buyrulmuştur. Bu Hadîs-i şerîf, Resûlullah efendimizin kabr-i seâdetlerini ziyâret için, Medîne-i münevvereye gitmenin çok sevâb olduğunu da göstermektedir. Bu ziyâreti yapmayanlar, bildirilen sevâbdan mahrûm kalırlar. Bu üç mescidden başkasını ziyâret için uzak yola çıkmak, Allahü teâlânın rızâsı için olursa câizdir.
Süleymân aleyhisselâm, Mescid-i Aksâ'ya (Beyt-ül-Makdis'e), Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahid sandığını koydu. Mûsâ aleyhisselâm; ümmetinin âlimlerinden, Tevrât'ın, Ahid sandığına (Tâbût-i Sekîne'ye) konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum, Beyt-ül-Makdis'in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar (rivayete göre 453 sene) devam etti. Buhtunnasar, Kudüs'ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Bâbil'e götürdü. Daha sonra Keyhusrev, Mescid-i Aksâ'yı tâmir etti ise de, 70 senesinde Romalılar yaktı. Kamus-ül-a'lam da diyor ki: Bu tahrip ile Kudüs'ün müsevîlere âit mâmûriyeti son buldu. Daha sonra 123 yılında Bizanslılar, Mescid-i Aksâ'yı tâmir edip, Kudüs'e İlyâismini verdiler. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mîrac gecesinde Mescid-i Aksâ'da namaz kılmıştır. Hicretin 16. senesinde Ömer (radıyallahü anh) zamanında, Kudüs, müslümanların eline geçince, binânın arsası yeni bir İslâm mâbedi yapmak için kullanıldı. Altıncı Emevî halîfesi olan Velîd (miladî 666-715) buraya, yine Mescid-i Aksâ denilen câmiyi bu günkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.
Mescid-i Aksâ, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki mescidler arasında, Mekke'ye en uzak olan idi. Bunun için, Mescid-i Aksâ (en uzak mescid) ismiyle meşhûr oldu. Aksa, lügatte (en uzak) mânâsındadır. Halbuki Filistin, Arabistan'a komşu bir yerdir. Başka memleketlerden daha yakın olduğu için, Kur'ân-ı kerîmde (en yakın yer) buyruldu. Bunun için, en yakın yerde, en uzak mescidden bahsedilmiştir. Müslümanlar, hicretten onaltı ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamberimizin mîrâcı, burada vukû buldu. O, bir gece, Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya götürüldü. Beden ve rûhu bir arada, uyanık iken, Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldı. Bu hâl Kur'ân-ı kerîm ve meşhûr Hadîs-i şerîflerle haber verilmiştir.
Suriye seferinde, fetihten sonra Şam'a gelen Hazret-i Ömer, Kudüs'e de uğrayıp, Mescid-i Aksâ'yı ziyâret etti. Hacda, Kâbe'yi tavâf ederken söylenilen telbiye “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk...” diyerek, gece vakti mescide girdi, namaz kıldı ve İsrâiloğulları ile ilgili âyet-i kerîmeleri okudu. Sabah namazı vakti girince, ezân okutarak cemâat ile namaz kıldırdı. Daha sonra, Kudüs halkı ile beraber, yüzyıllardan beri kendi hâline terkedilen Mescid-i Aksâ'da, biriken ve etrâfını kirleten çöpleri, pislikleri temizledi. Yahudilere, mescide emniyetle girmek hakkını tanıdı. Hıristiyanlara da, yahudileri aralarına sokmamalarını tavsiye etti. Kudüs'teki kiliselere dokunulmaması için emir verip, hıristiyanlarla anlaşma yaptı. Fakat papazların, halka karşı kendilerinde var olduğunu ileri sürdükleri imtiyazlı mevkilerini, zenginlik ve debdebe içindeki hoyratça geçen müsrif hayatlarını kabûl etmediğini ve bundan hiç hoşlanmadığını belirtti.
Kudüs ahâlisine bir de emânnâme verdi. Emânnâmede buyurdu ki:
“İşbu mektup, müslümanların emîri Abdullah Ömer'in İlya (Kudüs) ahâlisine verdiği emân mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır. Şöyle ki;
Müslümanlar onların kiliselerine girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini söküp götürmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiç bir müslümandan en ufak bir zarar görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine emân verilecektir. Şâyet burada kalmak isterlerse, tamâmen te’minat altında olacaklar. Yalnız, İlya ahâlisi kadar cizye vereceklerdir. Eğer İlya halkından bâzıları, Rum halkı ile birlikte âile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, haçları, malları üzerine emân verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.
Allahü azîmüşşanın ve Allah'ın Resûlü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem hazretlerinin emirleri ve bütün İslâm halîfelerinin ve umum müslümanların verdiği sözler işbu mektupta yazılı olduğu gibidir.
İmzalar: Abdullah Ömer bin Hattâb
Şâhidler: Hâlid bin Velîd, Amr ibni Âs, Abdurrahmân bin Avf, Muâviye bin Ebî Süfyân”
Emevîler ve Abbâsîler zamanında zelzele ve harpler sebebiyle zaman zaman yıkılıp, tâmir edilen Mescid-i Aksâ'nın o zamandaki şekli, bu günkü durumuna çok yakın idi. Kıble karşısında, kuzeyde onbeş kapı vardı ve ortadaki altın kaplı kapı, tunçtan yapılmıştı. Yanlarda, yedi ve onbir kapı daha vardı. Son cemâat yerinde revâkları bulunan Mescid, 280 tane mermer sütuna dayanan revâkların taşıdığı bir dam ile örtülü idi. Orta kısımda bir kubbe bulunuyordu. Damın üstü, kısmen mozaik ile süslü, kısmen levhalar ile kaplıydı. 1009'da, Kudüs'ü alan haçlılar, şehri yakıp yıktılar ve Kudüslü müslümanların birçoğunu, kadınlar ve küçük çocuklara varıncaya kadar, kılıçtan geçirdiler. Bu arada, Mescid-i Aksâ'yı yağma ettiler ve daha sonra, tepelerine haçlar ve içlerine heykeller ile hıristiyan âyin yerleri koyarak, kiliseye çevirdiler. Sultân Selahaddîn-i Eyyûbî, 1184'de Kudüs'ü geri aldı. Haçlar ve heykeller kaldırılarak, eski hâline getirildi. Mescid-i Aksâ'ya yeni bir mihrab (şimdiki) yapıldı. Daha sonraları, mihrabın iki yanına pencereler açılıp, bir minber, kuzey cihetine son cemâat revâkları ve bir tahta minare ilave edildi. Bundan başka, daha bir çok defâ imar gören Mescid-i Aksâ'nın, en son bakımı Osmanlılar tarafından yapıldı. Ne yazık ki, Birinci Dünyâ Savaşı'nda Türkler Kudüs'ü kaybedince, Kudüs'de bulunan mescidler bakımsız kaldı. Yahudilerin 1967 yılındaki Arap-İsrâil harbini kazanması üzerine, Kudüs işgal edildi. Mescid-i Aksâ, suikast netîcesinde kısmen yandı. Bu gün kendi hâline terk edilmiş olup, tâmire muhtâçtır.
Peygamberimiz zamanında, Mescid-i Aksâ'nın yeryüzünde var olduğunu ve mîrac gecesinde kendisinin oraya götürüldüğünü Hadîs-i şerîfler bildirmektedir. “Kureyş bana (mîracda) seyahat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa Mescid-i Aksâ'ya dâir öyle şeyler sormuştu ki, ben İsrâ (mîrac) gecesi onlarla ilgilenip tespit etmemiştim. Bu sebeple, o kadar müşkil bir vaziyete düştüm ki, hiç bir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine Allahü teâlâ, benimle Beyt-i Makdis arasında perde olan mesâfeyi kaldırdı. Şimdi ben, Beyt-i Makdis'i görüyordum. Ne sorarlarsa, muhakkak ona bakarak cevap vermiştim.”
“Kureyş; Mescid-i Aksâ'nın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Halbuki ben, Kudüs mescidinin kapılarını saymamıştım. Fakat, karşımda mescid tecellî edince, ona bakmaya ve kapıları birer birer saymaya başladım.”
Sebe’ sûresi 13. âyet-i kerîmesinde; cinlerin, Süleymân aleyhisselâmın istemesi ile yaptıkları şeylerden birinin de, şekiller olduğu bildirilmektedir. Rivâyete göre bu şekiller, bakır, tunç, cam gibi şeylerden yapılmıştı. Bunları Fahreddîn-i Razî hazretleri; Nakışlar olarak tefsîr etmektedir.
Cinnîler, Süleymân aleyhisselâma büyük havuzlar gibi çanaklar da yaparlardı. Rivâyete göre, bu çanaklardan her biri bin kişilik idi. Bin kişi o çanaktan yemek yerdi. Süleymân aleyhisselâmın mutfağında, her gün yüzlerce koyun ve sığır kesilirdi. Binleri aşan ekmekçi ve ahçısı vardı. Bütün bunlar, Süleymân aleyhisselâmın kavminin pek kalabalık olduğunu göstermektedir.
Şir'at-ül-İslâm kitabında buyruluyor ki: “Küçük kaplarda bereket yoktur. Altın ve gümüş kapta yemek, içmek haramdır. Kalaylanmamış bakır ve sarı kaplardan yemek mekruhtur. Aynı kaptan yemek yenilmesini Allahü teâlâ sever. Sevâbı çoktur. Böyle yiyenlerin kalblerinde birbirlerine karşı muhabbet ve yakınlık meydana gelir. Câbir'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâ, üzerine çok el uzanan yemeği sever” buyurdu. Mesâbih kitabında bildirildiğine göre; Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân; “Yâ Resûlallah! Yiyoruz, fakat doymuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Herhâlde, ayrı ayrı yiyorsunuz” buyurdu. Onlar da; “Evet öyle yiyoruz” dediler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yemeği beraber yiyiniz. Besmele çekiniz. O zaman yemeğiniz, bereketli olur” buyurdu.
Yemek yerken, yemeğe yaklaşılmalıdır. Yemeğin önüne getirilmesi için emir verilmez. Böyle yapmak yemeğe hakâret, onu küçümsemek, kendisini ise büyük görmek mânâsını taşır. Bunların ikisi de haramdır. Mütevazi bir şekilde yemeğe oturulur. Bir ele de olsa, yemek yerken dayanmamalıdır. Sırtı da bir şeye dayamamalıdır. Sünnet olan, yemeğe doğru hafifçe eğilip, sol ayak üzerine oturarak, sağ dizin dikilmesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), böyle otururdu. Dizleri üzerine oturduğu da olurdu. “Ben Allahü teâlânın kuluyum. Kul gibi otururum” buyururdu.
Âyet-i kerîmede cinlerin, Süleymân aleyhisselâm için yaptıkları bildirilen şeylerden biri de yerinden kaldırılamayan kazanlardır. Bunlar, ocak taşları üzerinde sabit bulunuyordu. Pek büyük oldukları için, ocaklarından, indirilemez ve yerlerinden hareket ettirilemezlerdi. Onlara merdivenlerle çıkılırdı. Bu kazanların Yemen'de bulunduğu rivâyet edilir.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Ey Dâvûd (aleyhisselâm) âilesi! Allahü teâlânın (size verdiği sayısız) nîmetlerine şükr için çalışın!” buyrulmaktadır (Sebe’ sûresi: 13)
Dâvûd aleyhisselâm gece ve gündüz saatlerini âilesi için taksim etmişti. Günün her saatinde, Dâvûd aleyhisselâmın âilesinden namaz kılan bir kimse mutlaka bulunurdu. Onun evinde her an Allahü teâlâya ibâdet edilirdi.
Bu âyet-i kerîmenin devamında ise meâlen: “Kullarımdan (hakkıyla kalb, dil ve âzâları ile) şükreden azdır” buyruldu. Hakkıyla şükredebilmek, kalbin fenâsından ve devamlı huzûr hâline kavuşmasından sonra olur. Bununla beraber, yine de şükür tam olarak yapılamaz. Ancak Allahü teâlânın şükür yapmaya muvaffak kılması da ayrı bir nîmetidir. Bu da şükrü icâbettirir. Böyle her şükür, tevfik-i ilâhî ile olunca, kulun şükretmesi son bulmayıp devam eder. İşte bunun için; “Şükrecidi kul, şükür vazifesini yerine getirmekten kendisini âciz gören kimsedir” denilmiştir.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh); Allahü teâlânın nîmetlerine en güzel şükür şekli; verilen nîmetleri günâh işlerde değil de, O'na tâatta kullanmaktır. Bu ise, Allahü teâlânın yardımı ile olur ve yine O'nun ihsânıdır buyurmuştur.
Âyet-i kerîmede meâlen; “Cinler, Süleymân (aleyhisselâm) için mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabitkazanlardan ne isterse yaparlardı” buyrulduktan sonra, meâlen; “Ey Dâvûd âilesi! Allahü teâlânın nîmetlerine şükür için çalışın...” buyrulmasını, Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) şöyle izâh etmiştir: “Size verilen bu nîmetler, bir anlık ve geçicidir. Kendisini bunlara kaptırıp, onlara dalması insana yakışmaz. İnsana yaraşan, sâlih ameli çok yapmasıdır. Sâlih amel yapmakla, Allahü teâlâya şükredilmiş olunur. Bu sebeple âyet-i kerîme, geçici olan dünyâ nîmetlerine iltifât edilmemesine, onlarla fazla meşgûl olunmamasına işâret buyurmaktadır.”
“Kullarımdan (hakkıyla) şükreden azdır” meâlindeki âyet-i kerîme, Allahü teâlânın kulları arasında, verilen nîmetlere şükredenlerin bulunduğunu göstermektedir.
Beşerin gücü nisbetinde şükür, vâkidir, mümkündür. Fakat bunu yapan azdır. Allahü teâlânın nîmetlerine lâyık bir şükür, beşer kudretinin haricindedir. Kul bununla mükellef değildir. Çünkü, Bakara sûresi: 286. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez” buyrulmaktadır. Tam şükredici kul, Allahü teâlânın râzı olduğu ve; “Ey kulum! Yaptığın az şükrünü kabûl ettim. Seni, bütün nîmetlerime şükredici bir kul olarak yazdım. Bu kabûlüm, sana, benim büyük bir nîmetimdir. Fakat şükrünü kabûl ettiğimden dolayı, seni ayrıca şükretmekle mükellef tutmuyorum” dediği kuldur.
Süleymân aleyhisselâm ve karınca:
Süleymân aleyhisselâmın; insanlar, cinler ve kuşlardan meydana gelen bir ordusu vardı. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “Süleymân (aleyhisselâm) için; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Onlar, bir intizam üzere sevk olunuyorlardı. (Hem sevk edilirler, hem de dağılmadan tertipli gitmeleri te’min edilirdi) buyrulmuştur. (Neml sûresi: 17)
Rivâyete göre, Süleymân aleyhisselâmın cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygısı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çıkar, rüzgâr onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar bir aylık yol kat ederdi. Ayrıca rüzgâr, duymak istediği sesleri de Süleymân aleyhisselâma getirirdi.
Süleymân aleyhisselâmın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanlarına alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine bir gün emir verilip, Süleymân aleyhisselâm ve ordusu İran'daki İstahar şehrinden (Persepolis'den) Yemen tarafına hareket etti. Yolculuk esnâsında Medîne-i münevverenin bulunduğu yerden geçerken, Süleymân aleyhisselâm; “İşte burası, âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın hicret edeceği beldedir. O zaman O'na îmân eden ve tâbi olanlara ne mutlu” dedi. Sonra yollarına devam ettiler. Mekke-i mükerremeye vardılar. Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki putları gördüler. Süleymân aleyhisselâmın oradan ayrılması üzerine Kâbe-i muazzama ağlamaya başladı. Allahü teâlâ da Kâbe-i muazzamaya; “Seni ağlatan nedir?” buyurunca; “Yâ Rabbî! Etrâfımda sana değil de bu putlara tapılıyor” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ağlama! Senin etrâfını secdeye varan âlimlerle dolduracak ve bulunduğun yerde Kur'ân-ı kerîmi indireceğim. Bulunduğun yere, habîbim Muhammed aleyhisselâmı peygamber olarak göndereceğim. Seni, (haccı) farz kılarak bana ibâdet eden kimselerle ma’mûr edeceğim. Bu sebeple sana, yuvasına uçarak gelen kuşlar gibi gelirler. İnsanlar devenin yavrusuna, güvercinin yumurtalarına olan hasreti gibi sana hasret duyarlar. Seni putlardan ve şeytandan temizlerim” buyurdu.
Süleymân aleyhisselâmın ordusu daha sonra Tâif'de Sedir vâdisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vâdisine ulaştı. (Neml vâdisinin Şam'da olduğu da rivâyet edilir.) Süleymân aleyhisselâmın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reîsi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip; “Ey karıncalar! Süleymân aleyhisselâm ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin. Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler” deyince, karıncalar reîslerinin sözüne uyarak, yuvalarına girdiler. Bu hâdise. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Nihâyet karıncaların vâdisine geldikleri zaman, (reisleri olan) dişi bir karınca; Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleymân (aleyhisselâm) ve ordusu bilmeyerek sizi çiğneyip kırmasın? dedi.” (Neml sûresi: 18)
Karınca, Süleymân aleyhisselâma itâat etmekle me’murdu. Elbette itâat ettiği zâtı, onun fazîlet ve adâletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Meselâ, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bölerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür.
Tefsîr âlimleri şöyle buyurdular: “Karınca, Süleymân aleyhisselâmın peygamber olduğunu, onun zulüm yapmayacağını biliyordu. Bu sebeple; “Bilmeyerek sizi çiğneyip kırmasın” dedi. Yâni karınca, Süleymân aleyhisselâm ve emrindekilerin, bir karıncayı bile çiğnemeyecekleri husûsundaki fazîlet ve adâletlerini gâyet iyi biliyordu. Ancak, bilmeyerek ortaya çıkacak bir kazâdan sakınmaları için, yuvalarına girmeleri, ortada dolaşmamalarını söyledi. Bu âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâm ve yanındakilerin, bilerek eziyet etmekten, zulümden berî (uzak) olduklarını bildirmektedir.
Ayrıca bu âyet-i kerîmede bâzı tenbihler vardır: 1- Yolun içinde bulunan kimsenin; yoldan geçenlerin, kendisine herhangi bir zarar vermesinden sakınması lâzımdır. 2- Süleymân aleyhisselâmmasumdur. O, hayvanları kasden öldürmez. Lâkin, yanlışlıkla olabilir. Bu âyet-i kerîme, peygamberlerin günâh işlemekten masum olduklarına inanmanın vâcib olduğunu bildirmektedir. 3- Karıncaların reîsi, diğer karıncaların; Süleymân aleyhisselâmın mülk ve saltanatının şâşâsını görüp, Allahü teâlâyı zikirden geri kalmamalarını; bir de onların Allahü teâlânın nîmetlerine nankörlük etmelerine sebep olmaktan korktuğu için, yuvalarına girmelerini emrettiğini söyleyen âlimler de vardır. Bu kavli nakleden Fahreddîn-i Razî hazretleri, bu mânânın, zenginlerle düşüp kalkmanın mahzurlu olduğuna işâret ettiğini bildirmiştir.
İnsana ve yemeklere zarar veren karıncaları, eziyet etmeden ve suya atmadan öldürmek câizdir. İçinde karınca bulunan odunu, yere vurup silkeledikten sonra yakmak câizdir. Fare, bit, pire, akrep ve çekirgeyi her zaman öldürmek câizdir. Biti diri olarak yere atmak ve her canlıyı yakmak mekruhtur. Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak, zehirlemek câizdir. Dövmek câiz değildir. Dövmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez. Öldürülmesi vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı zaman yakarak öldürmek câiz olur.
Süleymân aleyhisselâm, dişi karıncanın, âyet-i kerîmede beyân buyrulan sözünü, uzaktan duydu. Bir rivâyete göre, rüzgâr kendisine karıncanın sözünü ulaştırdı. Süleymân aleyhisselâmtebessüm etti. Nitekim, âyet-i kerîmede meâlen; “Onun (dişi karıncanın) bu sözünden (dolayı), gülercesine tebessüm etti” buyrulmuştur. (Neml sûresi: 19) Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gülmesi tebessümdür. Nitekim, Buhârî-i şerîfte Hazret-i Âişe'nin; “Ben, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek ağzını açarak güldüğünü görmedim. O ancak tebessüm ederdi (gülümserdi)” buyurduğu bildirilmektedir.
Süleymân aleyhisselâmın, gülercesine tebessüm etmesinin iki sebebi vardı: 1) Karıncanın, gerek kendisinin ve gerekse ordusunun merhametli oldukları ve takvâları husûsundaki sözü hoşuna gitmişti. 2) Allahü teâlânın başkalarına nasîb etmediği, karıncanın sözünü anlamak nîmetini, kendisine ihsân ettiği için sevinçli idi. Bu sebeple, bâzı âlimler şöyle buyurmuşlardır: Süleymân aleyhisselâmın bu tebessümünün zâhirî sebebi, karıncanın sözüne taaccüp etmesinden idi. Bâtınî sebebi ise; Allahü teâlânın, karıncanın sözünü anlamayı, kendisine ihsân etmesinden ve onun sözünün, gerek kendisinin ve gerekse ordusunun mahlûklara şefkât ve merhamet ettiklerini göstermesinden ve buna sevinmesinden dolayı idi.
Bunun üzerine, Süleymân aleyhisselâm, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Kendisi de, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükür vazifesini yerine getirmek ve bu husûsta Allahü teâlâdan yardım istemek için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey Rabbim! Bana ve ana ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi ve (geri kalan ömrüm içinde) senin râzı olacağın iyi işler yapmamı bana ilhâm et (muvaffak kıl). Rahmetinle beni de (Cennet’te) sâlih kullarının arasına koy. (İsmimi onların ismi arasında bulundur. Beni onlar arasında haşret) dedi.” (Neml sûresi: 19)
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan, önce âhıret sevâbına kavuşmaya vesile olacak şeyi, sonra da âhıret sevâbını istedi. Âhıret sevâbına vesile olacak iki şey vardır. Bunlar; daha önce verilen nîmete şükretmek, bir de Allahü teâlânın râzı olacağı işleri yapmaktır. Süleymân aleyhisselâm, verilen nîmetin şükrünü yerine getirebilmek için, Allahü teâlâdan yardım talebini meâlen; “Bana ve ana ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi...” demek sûretiyle ifâde etmiştir. Babalara yapılan lütûf ve ihsân, oğullara lütûf ve ihsândır. Şerefli bir babanın oğlu olmak, o oğula Allahü teâlânın nîmetidir. Bunun içindir ki, Süleymân aleyhisselâm, ebeveynine verilen nîmetlerin şükrü ile de meşgûl olmuştur. Süleymân aleyhisselâm, babası Dâvûd'a aleyhisselâm verilen peygamberlik ve ilme vâris olmuş, saltanata da kavuşmuştu. Ayrıca annesi de sâliha ve afîfe bir hanım idi.
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlâdan râzı olduğu amellerle meşgûl olmayı nasîb etmesini; (Kalan ömrümde) senin râzı olacağın iyi ameller yapmamı bana ilham et...” demek sûretiyle ifâde etmiş; “Rahmetinle beni de (Cennet’te) sâlih kullarının arasına koy” demek sûretiyle de, âhıret sevâbını istemiştir. Süleymân aleyhisselâm; “Rahmetinle” demiştir. Çünkü, kul, iyi amelleri ile değil, ancak Allahü teâlânın rahmeti, lütûf ve ihsânı ile Cennet’e girer. Sâlih ameller ise, sâdece Allahü teâlânın merhametine lütûf ve ihsânına kavuşmaya vesiledir.
Mektûbât-ı Masumiyye’de buyruluyor ki: Kulun işlemiş olduğu hayırlı amellerin hepsi, Allahü teâlânın, ona vermiş olduğu vücûdun şükrünün karşılığı olamaz. Diğer bir nîmeti de Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmiştir: “Kimse, Allahü teâlânın rahmeti olmadan Cennet’e giremez.” Eshâb-ı kirâm; “Siz de mi yâ Resûlallah?” diye sordular. Resûlullah efendimiz; “Evet. Ben de!” buyurdular. Bunun gibi Kur'ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde, kulun amelinin karşılığı olarak, dünyâda ve âhırette verileceği bildirilen sevâblar da ihsân-ı ilâhîdir. Çünkü kul, bu amelleri, Allahü teâlânın ihsânı ile yapabilmektedir.
Süleymân aleyhisselâm, şükredici ve sâlih olmakta sebâtkâr ve devamlı olması için Allahü teâlâya yalvardı. Kendisini, Cennet’te, sâlihler arasında bulundurmasını isteyerek, duâsını bitirdi. Nitekim, daha önce peygamber olan babaları da böyle duâ etmişlerdi. Süleymân aleyhisselâmın böyle duâ etmesi, onun masum olmasına, son nefeste îmânla gitme korkusundan emîn olmasına mâni değildir. Yâni o, hem günâhlardan masum, hem de son nefeste îmânla gideceğinden emîndir. Ancak böyle duâ etmesi, müslümanlara böyle yapmalarını öğretmek içindir.
Hadîs-i şerîfte; “Nimet, vahşî hayvan gibidir. Onu şükürle bağlayınız” buyruldu. Çünkü nîmete şükredildiği zaman, yerinde sabit kalır, durur. Nimete nankörlük yapılınca, kaçar. Hazret-i Ali de; “Size, nîmetin uçlarından ulaştığı zaman, az şükretmek sûretiyle, onları uzaklara kaçırmayınız” buyurmuştur. Yâni kendisinde bulunan nîmetlere şükretmeyen, uzakta olan nîmetlerden mahrûm kalır.
Sâlih kullar, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi ve îmân, amel ve ibâdette onlara tâbi olanlardır. Sâlihlik, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmek, âsî olmamak, günâhlara yönelmemekle mümkündür. Bu ise, bütün peygamberlerin ve evliyânın istediği yüksek bir derecedir. Allahü teâlânın bir kimseyi sâlihlerden yapması; o kimseyi sâlih yaratması, veya onda bulunan bozukluğu gidermesi ile olur.
Süleymân aleyhisselâm ve atlar:
Allahü teâlâ, Sâd sûresi 31. âyet-i kerîmesinde; Süleymân aleyhisselâmın ne güzel bir kul olduğunu, bütün vakitlerinde Allahü teâlâya, tevbe ve tesbîh ile yönelen bir zât olduğunu bildirmektedir. Müfessirler, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyorlar ki: Bütün hâllerinde Allahü teâlâya tevbe ve rücûu çok olan kimse; “Ne iyi kuldur” diye vasıflanır. Çünkü, insanın kemâli, hakkı ve hayrı tanımasındandır. Marifetlerin başı, Allahü teâlâyı tanımaktır. Tâatların başı ise, her hayrın Allahü teâlâdan olduğunu îtirâf etmektir. Böyle kimsenin, tevbesi ve Allahü teâlâya dönmesi çok olur ve; “Ne iyi kuldur” vasfına mazhar olur.
Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Hani ona öğleden sonra, bir ayağını tırnağı üstüne dikip, üç ayağının üzerinde duran koşu atları gösterilmişti de; Muhakkak ki ben hayr(at) sevgisine (sadece) Rabbimi zikretmek için düştüm demişti. Nihâyet (bu atlar) perdenin arkasına gizlenmişlerdi (gözden kaybolmuşlardı. Dedi ki:) Onları (atları) bana döndürün.Hemen ayaklarını, boyunlarını okşamaya, taramaya başladı.” buyrulmuştur. (Sâd sûresi: 31-33) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmaktadır: Muhârebe için at yetiştirmek, bizim dînimizde olduğu gibi Süleymân aleyhisselâmın dîninde de sevâb idi. Süleymân aleyhisselâm, at yetiştirmeye ehemmiyet verirdi. Bir gazâ için hazırlık yapıyordu. Bir yere oturup, atların hazırlanmasını, koşturularak idman yaptırılmasını emretti ve; “Ben bunları dünyâ nîmetlerinden haz almak için değil; Allahü teâlânın emri için, O'nun dînini takviye etmek, kuvvetlendirmek arzumun çokluğundan seviyorum” buyurdu. İşte; “Muhakkak ki ben, hayr (at) sevgisine (sadece) Rabbimi zikretmek için düştüm.” meâlindeki âyet-i kerîmeden murâd budur. Sonra Süleymân aleyhisselâm, atların yine koşturulmalarını emredince, dört nala gözden kayboldular. Süvârilere, atların kendisine getirilmesini emretti. Atlar getirilince, ayaklarını ve boyunlarını sığadı. Süleymân aleyhisselâm atların ayaklarını ve boyunlarını sığamakla;
1- Düşmanı defetmekteki yardımları ve hizmetleri pek büyük olduğu için, onların kıymet ve şerefini ifâde etti.
2- Mülkü muhâfaza etmekte pek çok faydası görülen atlara, gerekli alâkayı göstermiş oldu.
3- Süleymân aleyhisselâm, atların ahvâlini, hastalıklarını ve onlarda bulunanları gâyet iyi biliyordu. Bu sebeple, onların durumlarını gözden geçirmek, bacaklarını ve boyunlarını sığamak sûretiyle, onlarda herhangi bir hastalık hâlinin olup olmadığını öğrenmek istedi.
Âyet-i kerîmede, Süleymân aleyhisselâmın atlarının vasıfları da bildirilmektedir. Onlar, üç ayağını basar, diğer ayağının tırnağını dikerek hareketsiz dururlardı. Bu duruş şekli, tam ve hareketsiz bir duruş olup daha çok hâlis arap atlarında görülür. Ayrıca, bu atlar, çok süratli koşardı. Arkalarından yetişilmez, fakat kimin peşinden koşturulurlarsa derhal yakalarlardı.
Âyet-i kerîmede ata; “hayr” buyrulmuştur. Nitekim Buhârî ve Müslim’de Cerir radıyallahü anhdan şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), gazâ atının alnına dökülen perçemini mübârek parmağı ile büktü ve; “Gaza atının perçeminin örgülerinde, kıyâmet gününe kadar, hayır bağlıdır. O hayır, âhırette sevâb, dünyâda ganîmettir”buyurdu.
Başka bir Hadîs-i şerîfte; “At üç nevî insana nispetle üç kısma ayrılır: “Ecr, setr ve vizr (günah). Sâhibi için ecr olan at, cihâd ve gazâ için beslenen attır. Sâhibi için setr olan at, Allahü teâlânın verdiği servetin şükrünü izhar etmek için ve övünmekten kaçınarak beslenen attır. Sâhibi için günâh olan at ise, övünmek için beslenen attır” buyrulmuştur.
Buhârî’de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur: “At, bâzı kimseler için sevâbdır. (yani kişinin sevâb kazanmasına vesile olur.) Bâzı kimseler için bir perdedir. (Onunla ihtiyaçlarını te’min eder.) Bâzı kimseler için de, vebâldir (günahtır). At, kendisi için hayır olan kimseye gelince, o atını Allah yolunda (cihad için)bağlamıştır (bakıp beslemiştir). Bol otlu geniş bir sahada veya çayırlıkta ayağının ipi uzatılırsa, at burada her ne yerse, at sâhibi için iyilik, sevâb olur. Eğer ipini kırıp şahlanarak bir veya iki mil mesâfeye koşsa, yerde tırnaklarının bıraktığı izleri ve onun gübreleri de sâhibi için hasene (sevab) olur. Bu sırada bir nehre uğrayıp, onun suyundan içerse, sâhibi sulamak istememiş olsa bite, atın içtiği bu su da sâhibi için hasene olur. İşte, cihâd için bağlanan at, sâhibi için büyük bir sevâbdır. Bir kimse de atını, halktan müstağni olmak, iffetini muhâfaza etmek (geçimini onunla kazanmak) için bağlar (besler) ve hayvanlarının üzerindeki Allah hakkı olan zekâtını ve onların sırtına tâkâtlerinden, güçlerinden fazla yük yüklememeği unutmazsa, bu at da o kimse için (fakirliğe karşı) bir hail, (yani bir) perdedir. Bir kimse de atını öğünmek, riyâ ve müslümanlara husûmet için bağlarsa, bu at onun için büyük bir vebâl olur.”
Gazâ için at bağlayıp, beslemenin fazîletine dâir, bir çok âyet-i kerîme vardır. Enfâl sûresi 60. âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Âyet-i kerîmede, meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine uğramamak, onları da saâdet-i ebedîyyeye kavuşturmak için, insan gücünün yettiği kadar, durmadan çalışınız. En mükemmel harp vâsıtalarını yapınız.(Cihâd için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayınız. Bununla (bu hazırlanma ile), Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı (Mekke kâfirlerini) ve bunlardan başka sizin bilmeyip, Allahü teâlânın bildiği diğer düşmanlarınızı (hıristiyan, yahudi ve mecûsî) da korkutursunuz. Allahü teâlâ yolunda ne sarfederseniz, (ecri) eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız.”
Tefsîr âlimlerinin bildirdiğine göre, bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, kâfirleri müslüman olmakla şereflendirmeyi veya cizye kabûl ederek İslâmiyetin himâyesi altına girenlerin; çalışmalarına, ibâdetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, nâmuslarını korumayı emrediyor. Bu sûretle, bütün dünyânın kardeş olup birleşmesini, îmân etmesini, sevişmesini istiyor. İslâmiyeti anladığı hâlde inâd edip inanmayanları da içine alan, umûmi bir adâlet ve saâdet kurmağı, bütün insanlara, hayvanlara, dirilere, ölülere yâni her şeye, bir rahatlık kazandırmayı emrediyor. Rivâyete göre, İbn-i Sîrîn'e bir kimse gelerek, bir tanıdığının (rüyasında) kendisine, malının üçte birini kal’alar için sarfedilmesini vasiyet ettiğini söyledi. İbn-i Sîrîn (rahmetullahi aleyh); onun malının üçte biri ile gazâ için at alıp beslenmesini söyledi. Bunun üzerine o şahıs; “Fakat onun vasiyeti, kal’alar için sarfedilmesidir” deyince, İbn-i Sîrîn, şöyle buyurdu: “Onun kal’alar ile murâdı, gazâ atlarıdır. Hattâ bir şâir de; Adî ve bayağı kimselerden korunabilmem için kal'am tuğla ve kerpiçten duvarlar değil, atlardır” demiştir.”
Ayet-i kerîme, okla, silâhla, ata binme tâlimi ile ve ok eğitimi yapmakla, muhârebeye hazırlanmanın farz-ı kifaye olduğunu göstermektedir.
Müslümanların, düşmanda bulunan silâhları öğrenmesi ve yapması, farzdır. O hâlde, bugün atom bombasını yapmaya ve bunun için lüzumlu matematik, fizik, kimya bilgilerini öğrenmeğe çalışmak farzdır. Önümüzde bulunan atom harbine hazırlanmazsak, dînimizi, milletimizi koruyamayız. Harb için, atom tesislerini hazırlamak, bunlardan sulh zamanında, insanların refâhı için istifâde etmek, dîni vazifemiz ve ibâdetimizdir. Hükümetin, milletin harbe hazırlanması, ibâdettir. Hazırlanmaması, büyük günâhtır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlim, Çin'de de olsa alınız!” buyurdu. Yâni ilim, dünyânın en uzak yerinde bulunsa ve kâfirlerde de olsa, gidin alın buyurdu. Çünkü Çin, o zaman, en kâfir ve çok uzak bir yer idi. O hâlde, cihâd için gerekli bilgileri, en uzak kâfirlerden de arayıp, bulup, öğrenmek, yapmak hazırlıklı olmak beş vakit namazdan sonra, en birinci vazife, en büyük ibâdettir. İbn-i Abidîn, üçüncü cilt, cihâd bahsinde buyuruyor ki: “Düşman hücûm ettiği veya hücûm korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.” Atom harbi muhakkak olduğundan, buna hazırlanmak, farz-ı ayn hâline gelmiştir.
Hadîka’da el afetlerinde buyuruyor ki: “Nefsin hoşuna giden faydasız şeylere lehv ve la'b denir ki, boş yere vakit geçirmektir. Yalnız zevcesi ile oynamak ve harb oyunları helâl olup, başkaları haramdır. Harbe hazırlanmak için; at yarışları, atış, güreş, ok tâlimleri, lüzumlu teknik tecrübeleri yapmak câizdir. Hattâ lâzımdır ve çok sevâbdır.”
Âyet-i kerîmede, muhârebe için böyle bir hazırlığın yapılmasının sebebi, bu hazırlanma ile Allah'ın düşmanı olan Mekke kâfirlerini korkutmak olduğu bildirilmiştir. Çünkü kâfirler, müslümanların muhârebeye hazırlıklı olduklarını, muhârebe için lâzım gelen bütün harb silâhlarını ve vâsıtalarını hazırladıklarını bildikleri zaman, müslümanlardan çekinip korkarlar. Bu sebeple; müslümanlara tecâvüz edemezler; fazla korkmalarından cizye vermeyi kabûl ederler; müslüman olmalarına sebep olur; müslümanların düşmanlarına, çekindikleri için yardımda bulunamazlar. Bir de dışardan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı vatan, emniyet içinde olduğundan, millet rahat ve huzûra kavuşur ve bu yoldaki çalışmalar günden güne ilerler. Hayat seviyesi yükselir. İlimde ilerlemeler olur. Ayrıca her türlü harp vâsıtalarına sâhip olunca, bu durum müslümanların, düşmanlarını açıkça korkuttuğu gibi, düşmanlıklarını gizleyenleri yâni münâfıkları da korkutur. Onlar korkunca; müslümanlar hakkındaki arzu ve isteklerinden vazgeçerler, gizli küfürlerinden bıkıp, müslüman olabilirler. Ayrıca müslümanların arasını açmak için bekledikleri fırsat, müslümanların kuvvetli olmasıyla gecikir. Bozgunculuk yapmaya cüret edemezler. İstemeseler bile, hizmet yapmak için yarışırlar.
Süleymân aleyhisselâm ve hüdhüd kuşu:
Rivayete göre. Süleymân aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'in (Mescid-i Aksâ'nın) inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikâmet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine; “Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak husûsunda, O'nun yanında herkes birdir. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek husûsunda, kınayanın kınamasına aslâ kıymet vermez” dedi. Yanında bulunanlar ona; “O hangi din üzeredir?” dediler. Süleymân aleyhisselâm da; “O hanif dîni yâni İslâm dîni üzeredir. O'na yetişip de îmân edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; O'nun, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar” buyurdu. Süleymân aleyhisselâm, kurbanlar kesip ibâdetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti. Birkaç saatte San'a'ya vardı. Gördüğü güzel bir arâziye inerek namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleymân aleyhisselâm iniş ile meşgûl iken, hüdhüd, daha yükseklere çıkıp, etrâfı seyretmeye, meşgûliyetinin bitmesine yakın yanında olmaya karar verdi. Hüdhüd etrâfa bakınırken, Belkıs'ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona; “Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” dedi. Hüdhüd ona; “Pâdişahımız, Süleymân bin Dâvûd'la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, şeytanların, kuşların ve diğer vahşî hayvanların sultânıdır” dedi. “Senin pâdişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyârının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim” dedi.
İbn-i Abbâs'ın bildirdiğine göre, hüdhüd nerede su olduğunu bilir ve Süleymân aleyhisselâma su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar, cinler gelir, orayı kazıp, su çıkarırlardı.
İbn-i Abbâs'a; “Hüdhüd (Çavuş kuşu), böyle bir haslete sâhip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı görmez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Halbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir” denildi. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh); “Kaza ve kaderin vakti gelince göz görmez olur, akıl baştan gider” cevâbını verdi.
Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, Yemenli hüdhüde; “Namaz vaktinde Süleymân aleyhisselâmın suya ihtiyâcı olup beni aramasından korkuyorum” dedi. Yemenli hüdhüd; “Fakat, Belkıs'ın memleketini Süleymân aleyhisselâma haber verirsen, o bundan memnun kalır” dedi. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü, onunla beraber Belkıs'ın mülkünü görmek için gitti. Süleymân aleyhisselâmın ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyâcı üzerine, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını araştırdı. Onlar da bilemediklerini söylediler. Süleymân aleyhisselâm, adı geçen hüdhüdü sordu. Çünkü o hüdhüdlerin reîsi idi. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremedi. Sonra kuşları tanıyan, akbaba (veya kerkenez kuşunu) çağırdı. Ona, hüdhüdün nerede olduğunu sordu. O da bilmediğini söyledi. Süleymân aleyhisselâm, hüdhüdün orada bulunmadığını anladı. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Süleymân aleyhisselâm hüdhüdü görmek için) kuşları araştırdı. (Onu kuşlar arasında göremeyince;) Bana ne oluyor ki; (kuşların arasında) hüdhüdü görmüyorum?(Acabâ ne oldu?) Yoksa gayıplardan mı oldu? dedi. (Neml sûresi: 20)
Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye isimli eserden naklen şöyle bildirilmektedir: Bu âyet-i kerîme; sultânlara, memleketleri husûsunda uyanık ve dikkatli olmalarına, halkın işlerini iyi yürütmelerine, teb’asından en büyük mertebede olanların durumlarını araştırdığı gibi, en küçüklerinin de hâllerini sorup öğrenmesine, büyük-küçük hepsinin varlığından ve yokluğundan haberdâr olması icâb ettiğine işâret etmektedir. Nitekim Süleymân aleyhisselâm, kuşların en küçüklerinden olan hüdhüdün durumunu araştırmış, onun izinsiz azıcık ortadan kaybolması kendisine gizli kalmamıştır.
Süleymân aleyhisselâm, tebaasına son derece şefkâtli idi. Bu sebeple kusuru kendi şahsına nispet ederek; “Bana ne oluyor ki, hüdhüdü görmüyorum” dedi. Bununla tebaasının faydasını gözetmek ve onları terbiye etmek istedi. Bunun için; “Hüdhüde ne oluyor ki, onu (kuşlar arasında) görmedim?” demedi.
Hüdhüdün orada bulunmadığı kesin olarak ortaya çıkınca, Süleymân aleyhisselâm gadablandı ve tehdit ederek meâlen; “(Tüyünü yolup, güneşin harâretinde bırakmak, yahut çiftinden ayırmak, yahut yanında ona zıt bir kuş bulundurmak, yahut karıncalı bir yere koyup onu karıncalara yedirmek, yahut onu akranlarına hizmetçi yapmak veya huzûrumdan kovmak sûretiyle) ona şiddetli bir azâb yapacağım” buyurdu. (Neml sûresi: 21)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyrulmaktadır: Hüdhüde yapılan bu tehdit, onu terbiye etmek için azâb ile yapılmış bir korkutmadır. Hüdhüd, mükellef bir varlık değildir. Mükellef olmayanların terbiyesi dört ayaklı hayvanların terbiyesi gibidir.
Yine Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, Tevîlat-ı Necmiyye’den naklen şöyle bildirildi: Âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâm zamanında kuşların ve Süleymân aleyhisselâma itâatle emrolunmuş olan insanların ve cinlerin kendi hâllerine münâsip bir teklifle mükellef olduklarını, Süleymân aleyhisselâmın bir mûcizesi olarak emir ve nehyleri kabûlde kuşların da insanlar gibi olduğunu göstermektedir.
Ayet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Süleymân aleyhisselâm sözlerine meâlen şunları da ilave etti: “Yâhud onu mutlaka (boğazından) keseceğim. Yâhud bana (kayıp olmasına mâzeret olacak) açık ve kat’î bir delil getirir.” (Neml sûresi: 21)
Süleymân aleyhisselâm hüdhüd hakkında bu tehdidi yaptıktan sonra, kuşların efendisi olan Ukâb isimli kuşu çağırdı. Hüdhüdü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gâyet iyi görüyordu. Etrâfa bakınırken, hüdhüdün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Derken (hüdhüd) çok eğlenmeyip döndü” buyruldu. (Neml sûresi: 22)
Hüdhüdün ortadan kaybolması her ne kadar şiddetli azâba uğratmasına sebep ise de, kaçmasını telâfîye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saâdet alâmetlerindendir. Süleymân aleyhisselâmın hüdhüdü aramakla vazifelendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Yaklaşınca o kuş hüdhüde; “Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâm sana pek şiddetli azâb edeceğine, yahut seni boğazlatacağına yemîn etti” dedi. Bunu duyan hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma doğru uçtu. Süleymân aleyhisselâmın bulunduğu yere varınca, onu akbabalar ve diğer kuşlar karşıladı. Ona; “Yazık sana! Bugün nerede idin?” diyerek, Allahü teâlânın peygamberi Süleymân aleyhisselâmdan bahsedip, onun hakkında yaptığı tehdidi tekrarladılar. Bunun üzerine hüdhüd; “Süleymân aleyhisselâmın istisna tuttuğu bir sözü olmadı mı?” diye, sordu. Onlar da; “Evet istisnası oldu. “Yâhud bana(mazeretini beyân eden) açık, kat’î bir delil getirir” buyurdu” dediler. Hüdhüd; “Öyleyse, kurtuldum” dedi. Ukâb, hüdhüdü, Süleymân aleyhisselâmın huzûruna çıkardı. Süleymân aleyhisselâm, kürsîsinde oturuyordu. Ukâb; “Hüdhüdü getirdim, yâ Nebiyyallah” dedi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâma yaklaşıp, tevâzû ve hürmetini arzetti. Süleymân aleyhisselâm, Ona; “Nerede idin? Sana şiddetli azâb edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine hüdhüd, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey Allah'ın Nebîsi!) Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum. (Senin ve ordunun varmadığı yere vardım.) Sebe’ şehrinden sana çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim dedi. (Neml sûresi: 42)
Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâmın bilmediği bir şeyi bilmesi, onun peygamberliğinin şânına bir şey getirmez. Çünkü Hüdhüdün bildiği şey, nübüvvetle (peygamberlikle) alakalı değildi. Bu bilgi, sırf his uzvuna bağlı olup, onu bilmekte ve görmekte, akıl sâhibi olanlar, ile akıl sâhibi olmayanların müşterek oldukları bir bilgidir.
Sonra bu âyet-i kerîme, peygamberlerin de gaybı bilmediklerini, ancak, mûcize olarak, Allahü teâlâ kendilerine bildirdiği takdirde, haberdâr olabildiklerini göstermektedir.
Yine Hüdhüdün, Süleymân aleyhisselâma; “Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum” demesi, edebe uygun değil ise de, peşinden faydalı bir şey bildirmesi, önceki sözünün yükünü hafifletti. Büyükler, böyle edebe uygun olmayan hareket ve sözlere faydalı bir husûs ile beraber söyleyince, sabır ve tahammül gösterirler. Nitekim hüdhüd, bu sözünün hemen peşinden, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Sebe’ (şehrin) den sana kat’î bir haber ile geldim” dedi. Tefsîr âlimlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede; doğruluğunda aslâ şüphe olmayan haberleri sultâna, âmire bildirmenin lâzım olduğuna işâret vardır.
Sebe’ şehri ve Belkıs'ın nesebi:
Sebe, Yemen'de, San'a şehrine üç günlük mesâfede, Mağrib bölgesinde kurulmuş bir şehir olup, Himyerîlerin merkezi idi. Mağrib bölgesi çok ma’mûr bir bölgeydi. Mağrib seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyâcı karşılanmış, hem de selden korunmuştu. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Kadınlar, başlarında tabla, iplik eğirerek ağaçların altında dolaşırlar, dönüşlerinde, tablalarının, olgunlaşarak düşen çeşitli meyvelerle dolmuş olduğunu görürlerdi. Meyve toplama zahmeti olmazdı.
Sebe’ beldesinde eziyet verici canlılar, yırtıcı hayvan, sivrisinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan yoktu. Hattâ bir şahıs, üzerinde kurt varken onların beldesine uğrasa, oranın havasından kurtlar ölürdü. Hastalar da sıhhate kavuşurdu. Ancak Sebe’ halkı, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği bu kadar nîmete şükretmeyip nankörlük ettiler. Onların bu nankörlükleri, helâklerine sebep oldu.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) hâllerini bildirerek, nîmetlerine şükredenlerin durumlarını beyân buyurduktan sonra, Sebe’ halkının ahvâlini meâlen şöyle bildirmiştir:
“Gerçekten, Sebe’ kavmi için sâkin oldukları yerlerde, (kudretimizin kemâline, bize şükredilmesinin vâcib olduğuna) bir alâmet vardır. (Bu alâmet, onların vâdilerinin) sağından ve solundan iki bölük bağları ve bahçeleridir (ki, her bölük birbirine bitişik idi. Yâhud onlardan her birinin evinin sağında ve solunda bir bağı vardı. Peygamberleri aleyhisselâm onlara dedi ki):Rabbinizin size verdiği rızıklardan (bağlarınızın meyvelerinden) yiyip O'na şükredin. (O'na tâatta bulunun. Çünkü Sebe’ beldesi) hoş (geniş, verimli havası, suyu güzel) bir beldedir. (Onu size Allahü teâlâ ihsân etmiştir.) O, (kendisine şükredenlerin) günâhlarını, af ve mağfiret eden bir Rabdır.” (Sebe’ sûresi: 15) İslâm âlimlerinin büyüklerinden Molla Câmî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmede geçen; “Hoş bir beldedir” meâlindeki; “Beldetün tayyibetün” lâfz-ı celîlini, ebced hesâbıyla İstanbul'un fethine târih düşürmüştür.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, kendi tarafından Sebelilere ihsân edilen nîmetleri açıkladıktan sonra, onların durumlarını da meâlen şöyle beyân buyurdu. “Fakat onlar (bu kadar nîmetin şükründen) yüz çevirdiler.” (Sebe’ sûresi: 16)
Rivâyete göre; Allahü teâlâ, onlara bir çok peygamber gönderdi. Sebe’ halkını Allahü teâlânın dînine dâvet ettiler. Onlara, Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azâba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe’ halkı, onları yalanladılar Üstelik; “Allahü teâlânın bize nîmet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nîmetleri bize vermesin!” diye nankörlük ettiler.
Sebe’ halkının sâkin oldukları yerler, kendileri için Allahü teâlânın kudretine delâlet eden bir işâret ve delil idi. Fakat bunu düşünmediler ve Allahü teâlânın kendilerine ve verdiği bu kadar nîmete yüz çevirmekle, zâlim olduklarını gösterdiler. Nitekim Secde sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Kendisine Rabbinin âyetleri ile nasîhat edildikten sonra, ondan yüz çeviren (tefekkür etmeyen) kimseden daha zâlim kimdir? Biz, mücrimlerden (müşriklerden azâb ile) intikâm alırız.”
Allahü teâlâ, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onlardan intikâm aldı. Arim selinin, önüne geçilmeyen sel, yahut Arim denilen seddin seli, yahut Arim vâdisinin seli olduğu bildirilmiştir.
Rivayete göre; Sebe’ halkı, vâdilerinin suyu için aralarında kavga ederlerdi. Sebe’ hükümdârlarından biri, vadideki iki dağın arasını kayalar ve zift ile kapattırarak, bir bend inşâ ettirdi. Bende üç tane kapı, önüne büyük bir havuz yaptırdı. Havuzda, dağılan ark adedine göre, çıkış yerleri koydurdu. Suya ihtiyaç olduğunda, buraları açar, bağ ve bahçelerini sularlardı. İhtiyaçlarını giderince, kapatırlardı. Yağmur yağınca, vâdinin suları seddin arkasında toplanır ve hiç su sızmazdı. Burası bir senede su ile dolar ve Sebe’ halkının su mes’elesi hâlledilmiş olurdu. Sebe’ halkı bir müddet bu hâl üzere kaldılar. Sonra, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gittiler. Verilen bu nîmetlerin şükrünü yapmadılar. Kulluk vazifelerini yerine getirmeleri gerekirken, tam aksini yaptılar. Kendilerini doğru yola dâvet eden peygamberlere inanmadılar. Allahü teâlâ da onlara, köstebeği musallat etti. Köstebek, seddi, altından deldi. Sebelilerin herkese öğünüp gururlandıkları bağ ve bahçeleri, verimli arâzileri, köşkleri sular altında kalıp harâb oldu. Bugün Mârib seddi denilen bu sed, yeniden inşâ edilerek Mârib Barajı adıyla hizmete açılmıştır.
Allahü teâlâ, bu hâdisenin devamını meâlen şöyle bildirdi: “(Beldelerinin veya her evin sağında ve solunda bulunan ve pek ma’mûr ve latîf olan) iki bahçenin yerine, acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedirden (Arabistan kirâzından) olmak üzere (harab) iki bahçe verdik.” (Sebe’ sûresi: 16) Sedir, Arabistan'ın makbûl ve meşhûr bir ağacıdır. Allahü teâlâ onlara sedir ağacından da az bir şey vermişti. Fakat bundan faydalanılmazdı. Sonra, Allahü teâlâ, onların niçin cezâya uğratıldıklarını meâlen şöyle beyân buyurdu: “İşte biz onları, nîmete nankörlükleri (yahut, peygamberlerini aleyhimüsselâm yalanlamaları) sebebiyle böyle cezâlandırdık. Biz, ancak nîmete nankörlük edenleri (veya peygamberlerini tekzip edenleri) cezâlandırırız.” (Sebe’ sûresi: 17)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîme ile şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: Şükreden mü’min, îmân, takvâ, sıdk, tevekkül, ihlâs ve güzel ahlâk gibi, bâtınî ve zâhirî nîmetlerin elinden çıkmaması için, şükür ipiyle onları kendisine bağlar. Bu nîmetlere şükretmeyen kimse de şükretmemekle nankörlük eder ve onları elinden çıkarır. Sonunda nîmetlerin yerinde; fakirlik, küfür, nifak, îmânda şüphe ile bâzı kötü vasıf ve huyları bulur.
Küfür ehli olan îmânsızlar, kalb ve rûhlarına küfür tohumlarını ektikleri için, onlarda iyilikten ve güzellikten bir şey bulunmaz. Bulunanlar ise yalnız nefisle ilgilidir. Onlar ancak ektiklerini biçerler. Kazdıkları kuyuya düşerler. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hayır bulan, (her hayır ve rahmetin kaynağı olan) Allahü teâlâya hamdetsin. Bundan başkasını bulan(hiç kimseyi kınayıp ayıplamasın) sâdece kendi nefsini kınayıp, ayıplasın” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede; Sebe’ memleketinin güzelliklerini, halkının, peygamberlerini (aleyhimüsselâm) yalanlamalarını, verilen nîmetlere nankörlüklerini bildirdikten sonra, bu ülkenin hariçteki ahvâlini, çevresini ve buranın birçok köyler vâsıtasıyla ma’mûr olduğunu meâlen şöyle beyân buyurdu:
“Onlar(ın beldeleri olan Yemen memleketleri) ile (nehirler, ağaçlar ve çeşitli nîmetlerle) bereket verdiğimiz beldeler (Şam) arasında, (birbirine yakın oldukları için birinden diğeri görülebilen) bitişik kasabalar yaptık. Oralarda onların seyir (ve sefer) etmelerini takdir ettik. (Biz onlara lisân-ı hâl veya kâl ile dedik ki;) Gecelerde ve gündüzlerde, (istediğiniz vakit) oralarda (açlık, susuzluk, düşman, yırtıcı hayvanlardan ve hırsızlardan) emîn olduğunuz hâlde, (korkusuzca) dolaşın.” (Sebe’ sûresi: 18) Âyet-i kerîmedeki Şam memleketlerinden murâd; Filistin, Erîha ve Ürdün beldeleridir.
Rivayete göre, Yemen kasabalarından sabahleyin yola çıkan bir kimse, öğleyin başka bir kasabada kaylûle yapardı. Öğle vakti buradan ayrılan bir kimse, geceyi başka bir kasabada geçirirdi. Böylece Şam'a kadar, yanında su ve azık taşımaya ihtiyaç duymadan giderdi. Çünkü yolda bu ihtiyaçlarını te’min edebilecekleri sulu ve ağaçlıklı kasabalar mevcûttu. Rivâyete göre bu kasabaların sayısı, dörtbin yediyüzü buluyordu.
Ama Sebe’ halkı, kendilerine ihsân edilen nîmetlere nankörlük ettiler. Şükre yanaşmadılar. Aksine, sâhip oldukları nîmetler, onları azdırdı. Refâh ve bolluk içinde yaşamaktan, âfiyet içerisinde bulunmaktan bıktılar. Rahatlık kendilerini rahatsız etti. Refâha ve âfiyete sabredemediler. Rızık kazanmak için, meşakkat ve sıkıntı çekmeyi ister oldular. Nitekim İsrâiloğulları da çölde rızıklandırıldıkları helva ve bıldırcın etinden bıktıklarını, bunların yerine topraktan biten; bakla, mercimek, sarmısak gibi yiyecekler istediklerini söylemişlerdi. İsrâiloğulları gibi Sebe’ halkı da, Allahü teâlâdan, bahçeleri arasındaki mesâfeyi açmasını, Şam beldeleri arasında çöller yapmasını istediler. Maksatları, bineklerine binmek, yanlarına azık almak, bunlardan faydalanarak ticâret yapıp para kazanmak, böylece insanlara karşı övünüp, gururlanmak imkanı bulmaktı. Rahat ve huzûru, sıkıntı ve meşakkate değişmeyi istemeleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar ise(buna karşı); Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır (Sebe’ ile Şam arasında çöller, sahralar yap) dediler. (Onlar bu nîmetlerle şımarmaları ve taşkınlıkları sebebiyle) nefislerine zulmettiler.” (Sebe’ sûresi: 19)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), onların bu isteklerinin İsrâiloğullarının, helva ve bıldırcın eti yerine soğan ve sarmısak gibi yiyecekler istemeleri gibi, kavuştukları nîmetlerin çokluğundan şımarıp, kibir ve gurura kapılmalarından ileri geldiğini zikretmiştir. Bir de; bozuk îtikâdlarını, ellerindeki nîmetlere çok güvenmelerini, bunların bir gün ellerinden çıkacağına aslâ, imkan ve ihtimâl vermemelerini hesâba katmak lâzımdır.
Onların; sefer sırasında yollardaki konakların arasının uzak olmasını, ma’mûr olan beldelerinin haraplığını söz ile değil de nîmete nankörlük eden bir tavır ve hareketle yâni hâl diliyle istemeleri de mümkündür.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının bu taleplerini kabûl buyurduğunu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirdi: “... İşte biz de onları darmadağınık ettik. Şüphesiz ki, bunda çok sabır (ve) çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır.” (Sebe’ sûresi: 19)
Sebe’ halkının; şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassân kabîlesi Şam'a, Ezd kabîlesi Amman'a, Huzâa kabîlesi Tihâme'ye, Evs ve Hazrec kabîleleri Yesrib'e (Medîne-i münevvereye) geldi. Huzeyme kabîlesi ise, Irak'a gitti. Sebe’ halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darb-ı mesel olarak söylene gelmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Şüphesiz ki bunda (Sebe’ halkının kıssasında; günâhları, nefislerinin arzu ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabır (bütün hâllerde ve vakitlerde Allahü teâlânın lutfettiği nîmetlere) çok şükreden herkes için, elbette ibretler vardır” buyrulmaktadır. (Sebe’ sûresi: 19)
Tefsîr-i Mazharî müellifi Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmuştur: “Mü’min, dâimâ sabırlı ve şükredicidir. Çünkü, dünyâ; belâ ve musîbet yeridir. Hattâ, kula verilen nîmetler de onun uğradığı belâ ve musîbetlerdendir. Çünkü, bu nîmetlerin verilmesiyle; onlara şükür mü; yoksa günâh işlerde kullanmak sûretiyle, nankörlük mü edecek diye kul imtihân edilmekte ve denenmektedir. İşte bu imtihân kul için bir musîbettir. Çünkü imtihânda muvaffak olamazsa, yâni nîmetlere şükretmeyi başaramazsa, sonu felaket ve hüsrân olacaktır.
İşte bundan dolayı, kulun ölümü de imtihân, hayatı da imtihândır. Nitekim Allahü teâla, Mülk sûresi 2. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurmaktadır “O (Allahü teâlâ, ezelde sizden meydana geleceğini bildiği şeyleri, hayatınızdan ölümünüze kadar, sizi mükellef kılıp, imtihân olunan muâmelesi yapmak sûretiyle, tecrübe ve imtihân sahası olan dünyâda) hanginizi amelce daha güzel (amelinde daha ihlâslı, sünnet-i seniyyeye daha çok uyan ve hanginizin haramlardan daha çok sakınan, tâatlara daha çok koşan) olduğunu, size de bildirmek için (dünyâda)ölümü, (ahirette) hayatı (veya ölümü de hayatı da dünyâda) yarattı.”
İşte mü’min dâimâ günâhlardan sakınmaya, musîbetlere ve tâatların meşakkatine sabırlıdır. Her belâ ve musîbet, günâhlara kefârettir. Bu sebeple belâ ve musîbetler, sabrı icâbettirdiği gibi, şükrü de gerektirir. Sonra sabra muvaffak kılması da Allahü teâlânın nîmeti olup, ayrıca buna da şükür lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh); “Mahbûbun (sevgilinin) elem vermesi, seven için, nîmetinden daha lezzetlidir. Onun için, sevgiliden (Allahü teâlâdan) gelen ve seven için bir lezzet olan belâ ve musîbetler, şükre daha lâyıktır” buyurmuş ve Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerine yazdığı bir mektubunda bu durumu şöyle izâh etmiştir: “...Kıymetli efendim. Sıkıntıların gelmeleri, görünüşte çok acı ise de bunların nîmet oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar, bununla imtihân yolunu açık tutmuşlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O'ndan başkasına gönül vermektir. Saâdet sâhipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden (Allahü teâlâdan) geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabî mısra tercümesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!
Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevâblarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme!.” (2. cilt, 29. mektup)
Bir diğer mektuplarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ, size lâyık olmayan şeylerden selâmet versin! Dostlara dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi, bunların günâhlarının affolması için keffârettirler. Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve âfiyet dilemelidir. Duânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle duâ etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi isteyen sevenleriniz de, sizin için duâ etmekte iseler de, dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. İlaç almak ve perhiz yapmak, hastaya lâzımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı olmaktır. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur...) (2. cilt, 75. mektup)
İmâm-ı Beyhekî'nin Şu'ab-ül-îmân kitabında bildirilen Hadîs-i şerîfte; “Îmân iki parçadır. Bir parçası sabırda, diğer parçası şükürdedir” buyrulmuştur. Senâullah-i Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) de, bu Hadîs-i şerîfi yazdıktan sonra; “Mü’minin îmânı tam olup, dâimâ bu iki kısmı kendisinde bulundurur. Bu parçalardan biri ile iktifa etmez” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının ibretli hâlini beyân ettikten sonra meâlen; “Muhakkak iblis, onların (bazı insanların veya Sebe’ halkından nîmete nankörlük edenlerin) aleyhindeki (onların nîmete nankörlük etmeleri ve kendisine tâbi olacaklarına dair) zannını tahakkuk ettirmişti de, mü’minlerden ibâret bir cemâatten (veya Allahü teâlâya itâat eden, âsî olmayan mü’minlerden bir kısmından) başkası (Allahü teâlâya âsî olmakta) iblise tâbi oldular” buyurdu. (Sebe’ sûresi: 20)
İblis, kendisini Âdem aleyhisselâmdan üstün görüp, Âdem'e (aleyhisselâm) secde emrine itâat etmeyip, kâfir olmuş, Allahü teâlânın rahmetinden ve kereminden kovulmuştu. Şeytanın talebi üzerine, Allahü teâlânın katında malûm olan vakte kadar, (bazı âlimlere göre birinci sûrun üfürülüşüne kadar) mühlet verildi. İblisin âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Öyle ise, izzet ve kudretine yemîn ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak içlerinden muhlas olan kulların müstesna...” (Sâd sûresi: 82, 83)
A’râf sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerinde, şeytanın şu sözü de bildirilmektedir: “(Yâ Rabbî!) Öyle ise beni rahmetinden kovmana yemîn ederim ki, onları (Âdemoğullarını) saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna (dîn-i İslâm yoluna) oturup, vesvese ile onları saptıracağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından sokulacağım (saptıracağım). Sen (Âdemoğullarının) çoğunu (verdiğin nîmetlere) şükredici bulmayacaksın” dedi.”
İbn-i Kuteybe; “Şeytan bu sözleri söylediğinde, bunların tahakkuk edeceğini kat’î olarak bildiğinden değil, zan ile söylemişti. Fakat (insanlar veya Sebe’ halkı) ona tâbi olup, itâat edince, bu zannı tahakkuk etti” demiştir.
Şeytan, onların doğru yoldan saptırılması ve igvâsına bir sebeptir, bir vâsıtadır. Yoksa hidâyet ve dalâleti yaratan Allahü teâlâdır.
Ancak, Allahü teâlânın, şeytanı insanlara musallat kılması, ezelî ilmi ile mü’min ve kâfir olduklarını bildiği kimseleri, bu âlemde, mü’min ve kâfir olarak ortaya çıkarmak içindir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Halbuki onun (iblisin) bunlar (insanlar) üzerinde (önceden) hiç bir tasallutu (vesvese vermeye kudreti) yoktu. Ancak biz, âhırete îmân eden kimse ile, onda şüphe edeni ayırt etmek için buna meydan vermiştik. Senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir” (koruyucudur). (Sebe’ sûresi: 21)
Büyüklerden birisi, Allahü teâlânın muhâfazasına nâil olabilmenin sebeplerinden bâzılarını; “İbâdet ve tâata gayret ve devam etmek, günâhları terketmek, misvâk kullanmak, az uyumak, gece namazı kılmak ve yüzünden Kur'ân-ı kerîm okumak olarak bildirmiştir.
Zünnun-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün, içimde bir sıkıntı meydana geldi. Bu sıkıntıyı gidermek için, Nil nehrinin kenarına gittim. Orada, sür’atle gitmekte olan bir akrep gördüm. Onun peşinden gittim. Nehrin kenarında duran bir kurbağanın sırtına binip, nehrin öte yakasına geçti. Ben de bir kayığa binip, karşıya geçtim. Onu tâkib ediyordum. Karşıya varınca, kurbağanın sırtından indi ve uyuyan bir gence doğru sür’atle yürüdü. Bu sırada bir yılan, aynı gence doğru yaklaşıyordu. Akrep, yılandan tarafa yöneldi. Yılanla akrep karşı karşıya geldiler, hücûm ederek birbirlerini soktular. İkisi de öldü. Orada uyuyan genç de Allahü teâlânın muhâfazasıyla onlardan kurtuldu.”
İbrâhim Havvâs da (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: “Mekke-i mükerremeye giderken, geceyi geçirmek için harâbelik bir yere girdim. Orada, büyük yırtıcı hayvanlar vardı. Onlardan korktum. Bu sırada, gizliden bir ses; “Korkma, sâkin ol! Etrâfında yetmişbin melek seni muhâfaza ediyor” diyordu.” Bu, Allahü teâlânın evliyâsına olan lütfu idi.
Bu hâdiseler, Allahü teâlânın koruduğu kullara zarar gelmeyeceğini en iyi şekilde belirtmektir.
İşte Süleymân aleyhisselâm devrinde, Sebe’ ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultân vardı. Belkıs, Himyerî meliklerinin neslinden geliyordu. Bir rivâyete göre, annesi cinnîlerdendi. Süleymân aleyhisselâmın Belkıs'tan, onun da Süleymân aleyhisselâmdan haberi yoktu. Rivâyete göre; hüdhüd, Belkıs'ın haberini getirdiğinde, Süleymân aleyhisselâm, Yemen'de San'a şehrinde idi. Belkıs ise Mârib Sebe’ şehrinde bulunuyordu. Aralarında üç günlük bir mesâfe vardı. Ancak, Allahü teâlâ bir hikmetinden dolayı, Süleymân aleyhisselâma Belkıs'ın orada olduğunu bildirmemişti. Nitekim, aralarındaki mesâfe pek uzak olmamasına rağmen, Ya’kûb aleyhisselâma da Yûsuf aleyhisselâmın bulunduğu yeri gizlemişti.
Hüdhüd, getirdiği haberi, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle açıkladı: “Muhakkak ki, ben (orada) bir kadını (Belkıs'ı) onlara hükümdârlık eder buldum. Ona (hükümdarlara lâyık olan mallar, ordular ve daha başka) her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var.” (Neml sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede, hüdhüdün anlatmasına meâlen şöyle devam ettiği bildirildi: “Ben, onu ve kavmini, Allahü teâlâyı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini(güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini) süslemiş, onları, hak yoldan alıkoymuş. (Bu sebeple) onlar hidâyet ve tevhid yolunu bulamıyorlar.” (Neml sûresi: 24)
Hüdhüdün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve memleketin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasına devam ederek, meâlen; “(Şeytan), göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran, (kalblerinde) ne gizliyorlar, (dilleriyle ve âzâları ile) ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya secde etmesinler diye, (onları doğru yoldan alıkoyuyor.) Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir (yani, ibâdete ve secde olunmaya lâyık olan Allahü teâlâdan başkası değildir) dedi.” (Neml sûresi: 25, 26)
Hüdhüdün sözlerinden; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran...” dan; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir”sözünün de dâhil olduğu kısım onun; “Senin bilmediğin şeye vâkıf oldum..” sözüne dâhil değildir. Çünkü bütün bu bilgileri hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmdan öğrenmişti. Rûh-ul-Beyânda bildirilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Size hüdhüdü öldürmeyi yasaklıyorum. Çünkü Süleymân aleyhisselâmın, suyun yakınlığını ve uzaklığını bilen delîli idi. O yeryüzünde (yalnız) Allahü teâlâya ibâdet, kulluk edilmesini istedi. Çünkü; Sana Sebe’ (şehrinden) çok doğru (ve mühim) bir haber ile geldim...” dedi.”
Hadis âlimlerinden Ebû Kılabe'nin annesi, Ebû Kılabe'ye hâmile iken, rüyâda, bir hüdhüd dünyâya getirdiğini gördü. Bu rüyâsını, tabire ehil kimselerden sordu. Ona; “Eğer rüyân doğru ise, namaza çok bağlı bir çocuğun olacak” dediler. Nihâyet Ebû Kılabe doğdu. Büyüdüğünde, her gün 400 rekat namaz kılardı. Ezberinden 60 bin Hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hicrî 276 senesinde vefât etti.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Âyet-i kerîme; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran...” kavl-i şerîfi ile, Allahü teâlânın kudret sıfatına, her şeye gücü yettiğine; “Ne gizliyorlar ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya...” kavl-i şerîfi ile de Allahü teâlânın ilim sıfatına, her gizliyi bildiğine delâlet etmektedir.
Bu âyet-i kerîme, güneşe tapanlara cevap vermektedir. Şöyle ki; İlâhın gizlileri çıkarmaya kâdir olması, gizli olanları bilmesi lâzımdır. Halbuki güneş böyle değildir. Hattâ onun ne bir fayda te’minine, ne bir zarar gidermeye gücü yetmez. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, amcası ve üvey babası olan Âzer'e; “İşitmez, görmez, sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?...” buyurmuştur. (Meryem sûresi: 42) O hâlde güneş ilâh değildir. Güneş ilâh olmayınca, ona secde etmek de câiz değildir. Allahü teâlâ ise, her şeye kâdir olduğu gibi, her gizliyi de bilicidir. Secde olunmaya lâyık olan, ancak O'dur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, ilâhlık davasında bulunan Nemrud'a; “...Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür...” buyurmuştu. (Bakara sûresi: 258)
Hüdhüdün bütün konuşmaları, Süleymân aleyhisselâmı sözüne inandırmak, Belkıs'la gazâ edip onu itâati altına almaya teşvik içindi.
Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü teâlâyı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleymân aleyhisselâm, gadablandı ve bunu araştırmak istedi; “Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” dedi.” (Neml sûresi: 27)
Bu âyet-i kerîme, devlet başkanının, teb’asının mûteber mâzeretini kabûl edip, bu mâzeretleri sebebi ile onlardan cezâyı kaldırması lâzım geldiğine delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, özür beyân eden hüdhüdü cezâlandırmadı. Hüdhüdün doğru konuşması, özrü oldu ve cihâdı icâbettiren bir haber getirmişti. Süleymân aleyhisselâm ise Allah yolunda cihâd yapmayı severdi. Hüdhüdün verdiği haber, dîni bir mes’ele olduğundan, doğruluğunu araştırmak istedi. Hüdhüdün, tek başına; “Çok doğru ve kesin bir haber getirdim” demesini, ihtiyatla karşıladı ve Belkıs'ın memleketine cihâda çıkmak için, bu haberi kâfi görmedi. Yâni haber-i vâhid ile amel etmedi.
Bu âyet-i kerîme, haber-i vâhidin, ilim (kat’î bilgi) ifâde etmediğine delâlet etmektedir. Hadis ilminde haber-i vâhid; Şöhret ve tevatür derecesine ulaşmamış olan, bir, iki veya daha fazla kimse tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîftir.
Bunun için, haber-i vâhidi, ihtiyatla karşılamak lâzımdır. İşte Süleymân aleyhisselâm, onun bu haberini kat’î olarak kabûl etmedi. Fakat, büsbütün de ilgisiz kalıp reddetmedi ve doğruluk derecesini araştırmak istedi.
Üstelik hüdhüd, izinsiz gittiği için suçlu durumdaydı ve bu hâli hiç de iyi değildi. Hal böyle olunca, getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak gerekirdi. Süleymân aleyhisselâmın bu hâli; “Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman kimseler olursunuz” meâlindeki, Hucurât sûresi 6. âyet-i kerîmesinin hükmüne de uygundu.
Hüdhüdün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleymân aleyhisselâm, o anda veya daha sonra Belkıs'a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü teâlânın adı yazılı mührüyle mühürleyip hüdhüde verdi.
Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirince; ins ve cin, kuşlar da dâhil her çeşit hayvan ona itâat ederdi. Mührün üzerinde, Allahü teâlânın ismiyle birlikte âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ismi de vardı. Nitekim Râmûz’da nakledilen ve Câbir radıyallahü anhın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Süleymânaleyhisselâmın mühründeki nakşın; “La İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” olduğu bildirilmiştir.
Süleymân aleyhisselâm, mektubu hüdhüde verdikten sonra; “Bu mektubu (Belkıs ve kavmine) götür. Onu onlara (görebilecekleri bir yere) bırak. Sonra (onlara yakın) bir yere çekilerek, (gizlenip) ne şekilde cevap verecekler bak” dedi. (Neml sûresi: 29) Aslında Süleymân aleyhisselâm, mektubu emrindeki cinnîlerle de gönderebilirdi. Fakat hüdhüd, Belkıs'ın memleketini biliyordu. Bu sebeple, onunla gönderdi.
Belkıs, kavminin işlerinin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her Cumâ günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış, dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs halkı görür, halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricâsı olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzûruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs'ın yüzüne aslâ bakmazdı. Sonra tâzim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarını hüküm ve gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer, bir sonraki Cumâ gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmın mektubu ile gittiği zaman, kapıları kapanmış, etrâfta muhâfız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiç bir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs'ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu hâlde gören hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra, Belkıs'ın uyanıp mektubu okumasını bekledi ve görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği hâlde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı.
Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu hâlde, yanına kadar bu mektubun kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merâkla odasından çıkıp, sarayın etrâfına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsini yerlerinde gördü. Onlara; “Kapıyı açıp benim odama giren kimse gördünüz mü?” diye sordu. Muhafızlar; “Kapılar hiç bir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz” diye cevap verdiler. Hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitâb edip, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O (mektup), Süleymân'dandır. (O mektubun muhtevası); Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz (yani bana icâbetten kaçınmayınız. Çünkü bana uymayı terk etmek; tekebbür, büyüklenmek, kendini yüksek ve üstün görmektendir). Bana, müslümanlar (emrime itâat ediciler) olarak geliniz”dir dedi.” (Neml sûresi: 29-31)
Süleymân aleyhisselâmın mektubu niçin şerefliydi?
1- İçinde yazılı olanlar güzel olduğu için.
2- Şerefli bir melikten (Süleymân aleyhisselâmdan) geldiği için.
3- Mektup mühürlü olduğu için. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Mektubun şerefi, mühürlü olmasıdır” buyurmuştur. Kendileri de hükümdârlara mektup göndermişlerdi. Bu sebeple kendileri için gümüşten bir mühür yaptırdılar. Üstünde; Muhammedün resûlullah (Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür) yazılı idi.
4- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, besmele ile başladığı için şerefliydi. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Besmele ile başlanmayan her söz, (bereket ve hayırdan) kesilmiştir” buyurmuştur.
5- Belkıs'ın hidâyete kavuşup müslüman olmasına vesîle olduğu için.
6- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, peygamberlerin aleyhimüsselâm Allahü teâlâya dâvetteki âdet ve usûllerine göre yazılmıştı. Mektupta, yumuşak ve nezaketli ifâdeler yer alıyordu. Allahü teâlâya kulluk edilmesini nasîhat ediyordu. Ona lânet etmiyor, dil uzatıp, incitici ve gücendirici sözlere yer vermiyordu. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 125. âyet-i kerîmede, Resûlullahsallallahü aleyhi ve selleme meâlen; “(Ey Muhammed! İnsanları,) hikmetle (hakkı beyân eden şüpheleri gideren delil ile), güzel mev'ize ile (teşvik ve kendilerine nasîhat ettiğini, kendilerinin faydasını istediğini bildikleri hâlde sen onları korkutarak) Rabbinin yoluna (İslâm'a) dâvet et. Onlarla en güzel mücâdele şekli (olan rıfk ve yumuşaklık) ile mücâdele et” buyurdu. Yine Allahü teâlâ, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm); “Fir’avn'a yumuşak söyleyin. (Yumuşaklıkla muâmele edin. Sert davranmayın)” buyurdu. (Tâhâ sûresi: 43)
7- Mektup, Belkıs'ın hidâyetine sebep olduğu için, âyet-i kerîmede “Şerefli bir mektup” buyrulmuştur. Bâzı âlimler; Belkıs, Süleymân aleyhisselâmın mektubuna hürmette bulunduğu ve kıymet verdiği için, hidâyet ve îmânla şereflendi buyurmuşlardır. Nitekim Fir’avn'un sihirbazları; “Yâ Mûsâ! Asânı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” (Tâhâ sûresi: 65) dediler. Böylece Mûsâ aleyhisselâma öncelik vererek edebi gözetmişler ve îmânla şereflenmişlerdir. Buna karşılık İran kisrası, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek mektuplarını yırttığı, edepsizlik yaptığı için, Allahü teâlâ da onun mülk ve saltanatını, paramparça etti. Onun küfürdeki inâdına böyle büyük bir cezâ verdi.
Âyet-i kerîmenin; “O (mektup) Süleymân'dandır” meâlindeki kısmı, Belkıs'ın kendi sözüdür. Bununla, mektubun kimden geldiğini bildirmiştir. Mektup; “Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın adı ile” meâlindeki Besmele ile başlamakta, kibirlenmeden, müslümanlar (emrine itâat ediciler) olarak kendisine gelmelerini istemektedir. Görüldüğü gibi, Süleymân aleyhisselâmmektubunu fazla uzatmamış, maksadını ifâde etmekle iktifa etmiştir. Zâten peygamberler (aleyhimüsselâm) mektuplarını uzatmazlar, maksadı ifâde ile yetinirlerdi. Süleymân aleyhisselâmın mektubu da, maksadın tamamını içine alıyordu. Kullara ilk önce lâzım olan; temiz ve sağlam bir îtikâd, sonra ameldir. Mektupta Besmele-i şerîfeye yer verip başlaması ile, Allahü teâlânın her şeyin yaratıcısı olduğu, O'nun her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, hayat, irâde, hikmet ve merhamet sâhibi olduğu da bildirilmiş olmakta, böylece; îtikâdın amelden önce olduğu da beyân edilmektedir. Besmele ile, îtikâdî mes’eleler kısaca ve toptan bildirilmiş olmaktadır. Çünkü, Rahmân ve Rahîm olmak, subûtî sıfatların hepsini içine almaktadır. Böylece Süleymân aleyhisselâm, mektubunun başına yazdığı Besmele ile; ibâdetin ancak Allahü teâlâya yapılacağını, O'ndan başkasının ibâdete lâyık ve müstehak olmadığını anlatmış oldu.
Süleymân aleyhisselâm, hak olan îtikâdı beyân ettikten sonra; “Bana karşı tekebbürde bulunmayınız” buyurmak sûretiyle onları, nefslerine, arzu ve isteklerine uymaktan, büyüklenmekten ve kendilerim üstün görmekten men etti. Çünkü kibirlenerek kendilerini üstün görmeleri, bu hak dâveti kabûl etmelerine mâni olurdu. Nitekim, Mekke müşriklerinin ileri gelenleri, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderilen Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi) değil de, Abdullah'ın yetimi diye baktıkları için; “Böyle bir yetimin peşinden mi gideceğiz” diyerek büyüklenip, îmân etmemişlerdi.
Süleymân aleyhisselâm mektubun sonunda; “Bana, müslümanlar (müminler veya emrime itâat ediciler) olarak gelin” buyurarak, bütün fazîletlerin esaslarını kendinde toplayan İslâm'ı ve itâati emretti.
Kısaca söylemek gerekirse, Süleymân aleyhisselâmın bu mektubu, din ve dünyâ için lâzım olan faydaları ihtivâ etmektedir.
Belkıs, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu husûsta kendisine yardımcı olmalarını istemek için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey eşrâf! (Bu) işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz. Siz hazır olup, sizinle müzâkere etmeden hiç bir işte kat'i bir hüküm vermedim. (Böyle mühim bir husûsta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim) dedi.” (Neml sûresi: 32) Belkıs'ın adamları (bir rivâyette ordu kumandanları), kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra, âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi meâlen; “Biz güç ve kuvvet sâhibi çetin savaş erbabıyız. (şecaat sâhibiyiz. Bununla beraber) emir sana aittir. (Biz sana itâat edicileriz. Muhârebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tâbiyiz.) Bak sen ne emredeceksin dediler.” (Neml sûresi: 33)
Tefsîr-i Medarik'de buyruluyor ki: Belkıs'ın ordu kumandanları, böyle demekle şunu kasd ettiler: Biz harb adamıyız. Rey ve tedbire ehliyetimiz yoktur. Sen ne emredersen, itâat etmek boynumuzun borcudur.
İstişare etmek:
Dinimizde de mühim sünnetlerdendir. “İstişare eden pişman olmaz.” buyrulmuştur. Bilhassa mühim işlerde, akıllı ve dînini bilen kimselere danışmak lâzımdır. Zirâ, danışarak iş yapan zarar etmez, helâk olmaz ve doğru yoldan ayrılmaz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir işi için; akıl, takvâ, hikmet ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. Veya bu sıfatta olanlardan biriyle, on defâ meşveret ederdi. Hazret-i Ömer de, istişâresiz iş yapmazdı. Zamân zaman, görüşmesi câiz olan kadınlarla da istişâre ederdi. Meşveret eden, iki rekat namaz kılıp, sonra Allahü teâlâdan hayırlı olan ister. Başladığı işte rahat olur, acele etmez. Hilm ve vakâr ile davranıp, acelecilikten kaçınır. Orta yolu tutar, taşkınlık ve aşırılık yapmaz. İki işle karşılaşırsa, hafif ve kolayını seçer. Çünkü o, tehlike, zarar ve fitneden daha uzaktır. Her sözünde, işinde ve düşüncesinde, Allahü teâlâdan hayır, âfiyet ve din salâhı ister. Her işin şerrinden, Allahü teâlâya sığınır. Besmele okur. Çünkü onda, her iyiliğe yardım vardır. E'ûzü çeker. Çünkü bunda da, her belâyı ve fitneyi izâle vardır.
Meşveret (istişare) edilecek kimsenin, emîn bir kimse olması lâzımdır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Meşveret edilen kimse emîndir” buyruldu. Yâni, onun doğruyu söyleyeceğine ve sorulanı başkalarından gizleyeceğine emniyet olunur, güvenilir. Onun, doğru söylemesi vâcibdir. İnsan, malını, emniyet ettiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyleyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır. Âl-i İmrân sûresi 159. âyetinde meâlen; “Yapacağın işi, önce meşveret et” buyruldu. Meşveret, yâni danışmak, insanı pişman olmaktan ve zarardan koruyan bir kale gibidir. Meşveret olunacak kimsenin, insanların hâlini, zamanın ve memleketin şartlarını bilmesi lâzımdır. Buna siyâset bilgisi denir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören bir kimse olması, hattâ sıhhati yerinde olması lâzımdır. Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. Hata ile söylemesi günâh olmaz. Yukarıdaki şartları taşımayan biri ile meşveret edilirse, her iki tarafa da günâh olur. Din ve dünyâ işlerinde bilmeyerek fetva verene, melekler lânet eder. Bir kimse zararlı olduğunu bilerek bir emir verse, hıyânet etmiş olur.
Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatâlı olduğunu bildirmek için meâlen; “Şüphesiz hükümdârlar bir memlekete (zorla) girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelîl (ve esir) ederler dedi.” (Neml sûresi: 34) Belkıs, böyle söylemekle onları; Süleymân aleyhisselâmın ordusu ile üzerlerine gelerek; zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. “Onlar da (Süleymân aleyhisselâm ve orduları da) böyle yapacaktır” dedi. (Neml sûresi: 34) Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmeden; akıllı kimsenin sulh yoluyla düşmanlarını def edebileceği durumlarda, muhârebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbûr kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icâb ettiğini anlamışlardır.
Belkıs, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi sözüne devam ederek meâlen; “Ben, onlara (Süleymân aleyhisselâm ve kavmine, elçilerimle) bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım” dedi. Bu, Belkıs'ın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleymân aleyhisselâm dünyâ pâdişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu râzı eder, bizden vaz geçer. Ona göre muâmele ederim. Eğer peygamber ise, dînine tâbi olmaktan başka hiç bir şeyle râzı olmaz. Mutlaka onun dînine tâbi olmamız icâb eder” diye düşündü ve Süleymân aleyhisselâm için pek kıymetli hediyeler hazırlayıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleymân aleyhisselâmın huzûruna çıktılar.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın hediyelerini kabûl etmedi. Bu durum âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “(Süleymân aleyhisselâm) dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? (Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyâcım yoktur.) Allahü teâlânın bana verdiği (nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk), sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, (dünyâ hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen) hediyeye sevinirsiniz. (Yâhud, başkasına hediye verdiğinizde, bununla emsâlinize böbürlenirsiniz. Ben ise dünyâlıkla sevinmem. Dünyâya benim ihtiyâcım yok. Çünkü Allahü teâlâ bana hiç kimseye vermediği dünyâlığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi.)” (Neml sûresi: 36)
Aslında hediye vermek sevâbdır. Sevgi meydana getirir. Düşmanlığı giderir. İmâm-ı Mâlik'in (rahmetullahi aleyh), Atâ bin Abdullah el-Horasanî'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte; “Müsafeha ediniz. Bununla düşmanlık ve kinler gider. Hediyeleşiniz. Birbirinizi seversiniz. Husûmet ve kin gider” buyruldu. Muâviye bin Hakem (radıyallahü anh) buyurdu ki: Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum; “Hediyeleşiniz. Çünkü hediyeleşmek sevgiyi kat kat yapar. Göğüsteki fesâd ve kötülükleri giderir” buyurdu. Hediye vermekle, sünnet-i seniyyeye uyulduğu gibi, hediye veren ile alan arasında da yakınlık meydana gelir. Kalbden, fesâd ve sıkıntı veren düşünceleri giderir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hediye kabûl buyurdukları gibi, hediyeye karşılık hediye de verirlerdi. Fakat sadaka kabûl etmezlerdi. Süleymân aleyhisselâm ve diğer peygamberler (aleyhimüsselâm) da böyle idiler. Ancak Belkıs, hediyesini; kabûl ve red etmesine göre, onun dünyâ pâdişahı veya peygamber olduğunu anlamak için veriyordu. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, mektubunda Belkıs'a; “Bana karşı tekebbür etmeyin, büyüklük göstermeyin. Bana müslümanlar olarak gelin” buyurmuştu. Bu talebden ne bir fidye kabûlü ve ne de bir hediye almak sûretiyle aslâ vaz geçilemezdi. Dinde buna aslâ müsâde yoktur. Bu hediye, Belkıs'ın, isteğini kabûl ettirmek için vermek istediği bir rüşvet, hakkı bâtıla karşı satmaktır.
Tevîlat-ı Necmiyye adlı tefsîr kitabında şöyle buyrulmaktadır: “Bu âyet-i kerîmede, şu husûsa da işâret buyrulmaktadır: Hediye cazibelidir. Kalbleri hediye sâhibine meylettirir. Fakat din ehli olanlar, dîni bir husûs ile pek çok dünyevî menfaatler karşı karşıya gelince, din tarafını tercih ederler. Pek çok olan dünyevî menfaatlerini; pek az ve ehemmiyetsiz görürler. Çünkü, dünyevî faydalar geçicidir. Dine âit az bir şeyi de pek çok ve mühim görürler. Çünkü, din işleri devamlıdır. Nitekim Süleymân aleyhisselâm da böyle yaptı. Belkıs'ın gönderdiği pek çok dünyâlığa hiç ehemmiyet, vermedi. “Allahü teâlânın bana verdiği nîmetler, bununla beraber peygamberlik, dînî kemâlât ve uhrevî dereceler, sizin getirdiğiniz dünyâlıklardan, kıymetli hediyelerden daha hayırlıdır. Sizin gibi ehl-i dünyâ olanlar, ebedî olan âhıret saâdetinden habersizdir. Nefslerinizin de aşağılığı ve bayağılığı sebebiyle, geçici dünyâlık hediyelerinizle sevinirsiniz” buyurdu ve hediyelerini kabûl etmedi.
Belkıs'ın elçileri, Süleymân aleyhisselâmın sâhip olduğu nîmetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'a elçi olarak gönderdiği hüdhüd vâsıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Süleymân aleyhisselâm da elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muhârebeye hazır olduğunu îmâ etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiç bir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Belkıs'ın elçileri Allahü teâlânın Süleymân aleyhisselâma ihsân ettiği nîmeti görünce, getirdikleri hediyelerin pek az bir şey olduğunu gördüler. Getirdikleri hediyeler kendilerinde emânet olmasa idi, ellerinde hiç tutmayacaklardı. Hem sonra, bunları, hediye olarak değil, Süleymân aleyhisselâm peygamber mi, yoksa melik mi diye denemek için getirmişlerdi. Bu sebeple, hediye ismi altında getirdikleri ile Süleymân aleyhisselâma karşı iftihar ve kibirlenecek durumları da yoktu.
Bütün bunlardan sonra Süleymân aleyhisselâm, elçilerin reîsine, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle) dön onlara (Belkıs ve kavmine. Eğer müslüman oldukları hâlde bana gelmezlerse) muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır, onları oradan (Sebe’den) hor ve hakîr olarak çıkarırım” dedi. (Neml sûresi: 37)
Süleymân aleyhisselâm böyle buyurmakla, din ehlinin dünyâ metaına (malına) aldanmayacaklarını, onların maksatlarının İslâm olduğu, bu sebeple müslümanlar, mü’minler olarak gelmelerini istediğini bildirdi.
Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs'ın yanına döndüler. Süleymân aleyhisselâm ile alâkalı haberleri olduğu gibi anlattılar. Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleymân aleyhisselâmın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhâfazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip oraya bekçiler tâyin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleymân aleyhisselâma gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleymân aleyhisselâma haber verdiler.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs'ın, Yemen'de muhâfaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleymân aleyhisselâmın, bunu, Allahü teâlânın kudretine, kendinin peygamberliğine delâlet eden bir mûcize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtının getirilmesine karar verince; “Ey ileri gelenler! Onlar (Belkıs ve kavmi) müslüman olarak bana gelmeden önce, onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir? dedi” (Neml sûresi: 38) O sırada Süleymân aleyhisselâm Kudüs'de bulunuyordu. Belkıs'ın tahtı ise Yemen'de Sebe’ şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu.
Süleymân aleyhisselâmın; “Onlar, müslüman olarak bana gelmeden önce” buyurması, Allahü teâlânın ona; Belkıs'ın müslüman olacağını vahiyle bildirmesi sebebiyledir. Ayrıca müslüman olduktan sonra Belkıs'ın tahtı, ancak Belkıs'ın rızâsı ile alınabilirdi. Yoksa onu almak helâl olmazdı.
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), Süleymân aleyhisselâmın, Belkıs'ın tahtını getirtmesine dâir, tefsîr âlimlerinden şunları da bildirmiştir.
1- Süleymân aleyhisselâm, tahtı, Allahü teâlânın kudretine, kendinin de peygamberliğine delâlet eden bir mûcize olarak getirtti. Yâni bu tahtı, ancak her şeye kâdir olan Allahü teâlâtarafından gönderilen bir peygamberin getirtebileceğini anlatmak istedi.
2- Belkıs gelmeden önce, onun mülk ve saltanatının ne derece büyük ve kuvvetli olduğunu bilmek istedi.
Rûh'ul-Beyân’da Tevîlat-ı Necmiyye’den şöyle nakledilmektedir: “Bu âyet-i kerîme şu husûsa işâret etmektedir: Süleymân aleyhisselâm, ümmeti arasında kerâmet ehli kimselerin bulunduğunu biliyordu. İşte bunu açıklamak için, o velî kulun kerâmetini izhar etmesini istedi. Allahü teâlânın velî kullarında kerâmet görülmesi haktır. Hiç bir mü’min, evliyânın kerâmetini inkar etmez. Kerâmeti ancak, bid’at ve dalâlet ehli olanlar inkar eder. Evliyânın kerâmetini inkar etmenin kötülüğünün en aşağısı, kerâmeti inkar edenin, kerâmet derecesine kavuşmaktan mahrûm olmasıdır. Nitekim bid’at ve dalâlet ehlinden (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında olmayan kimselerden) kerâmet meydana gelmez. Onlar bu dereceden mahrûmdurlar.”
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten âciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun murâdı, ümmetinden kerâmet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyânın kerâmeti, o peygamberin aleyhisselâm mûcizesidir.
Şeyh Dâvûd-ı Kayserî; “Harikulade hâdiseler, kutup olan zâtlardan, onların halîfelerinden hattâ onların yardımcılarından da meydana gelir” buyurmaktadır.
Süleymân aleyhisselâm; “Belkıs'ın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; (Cinden bir) ifrît; “Sen makâmından kalkmadan, ben onu, sana getiririm. (Süleymân aleyhisselâm günün yarısına kadar makâmında otururdu.) Ben, ona (Belkıs'ın tahtını getirmeye) karşı kuvvetliyim, (gücüm yeter. Onda bulunan cevherler için de) emînim. (Ondan hiç bir şey almadan ve hiç bir şeyi değiştirmeden, olduğu gibi getiririm) dedi.” (Neml sûresi: 39)
İfrîtin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleymân aleyhisselâm; “Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum” buyurunca, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Nezdinde kitap (semâvî kitaplar) dan bir ilim olan (bir zât); Ben gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm dedi.” (Neml sûresi: 40) Âyet-i kerîmede; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” buyrulması, bu sözü söyleyeni medh içindir. Rivâyete göre bu sözü söyleyen, Süleymân aleyhisselâmın baş veziri ve teyzesinin oğlu olan Âsaf bin Berhıyâ'dır. Âsaf bin Berhıyâ, Süleymân aleyhisselâmdan önce nâzil olan semâvî kitaplara vâkıftı. İsm-i âzamı da bilirdi. İsm-i âzamla duâ ettiği için de, duâsı kabûl olurdu. Bir rivâyete göre Âsaf'ın okuduğu; “Yâ ze'l-celali vel-ikrâm” yahut; “Yâ hayyu Yâ kayyûm” idi. Zührî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre ise; “Yâ ilâhenâ ve ilâhe külli şey'in ilâhen vahiden lâ ilâhe illâ ente i'tinî bi-arşihâ” idi. İsm-i âzamla duâ edip, kendisinden bir şey isteyeni, Allahü teâlâ arzusuna kavuşturur. Âsaf, Süleymân aleyhisselâmın yardımcısı olup, evliyâullahtan idi. Onun emirlerini yerine getirirdi. Çok kerâmetleri görülürdü. Süleymân aleyhisselâma, Belkıs'ın tahtını çok kısa bir zamanda getirebileceğini söyleyenin, bir başkası olduğu da rivâyet edilir.
Süleymân aleyhisselâm, Âsaf'ın bu sözü üzerine; “Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir” buyurdu. Âsaf kalkıp abdest aldı. İsm-i âzamla Allahü teâlâya duâ edip secde etti. Belkıs'ın tahtı bulunduğu yerden bir anda Süleymân aleyhisselâmın kürsîsinin yanına geldi. Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki, (Süleymân aleyhisselâm) onu (tahtı) yanında durur bir hâlde gördü.” (Neml sûresi: 40)
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın Yemen'deki tahtını Kudüs'te yanında görünce, Allahü teâlânın hâlis kullarının âdeti üzere nîmete şükür için âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Bu (Belkıs'ın tahtını o kadar uzak mesâfeden bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir. (Rabbimin) bu (lütfu, hiç bir kuvvet ve tesirim olmadığını ve şükrünü edadan âciz olduğumu görüp, bunu sırf Rabbimin lütûf ve ihsânı olarak bilmem ve bu nîmetin hakkını yerine getirmem sûretiyle) şükür mü edeceğim yoksa (kendimi bu nîmete lâyık görüp, nîmetin hakkını edâ etmekte kusurlu olmak sûretiyle) nankörlük mü edeceğimi imtihân içindir dedi.” (Neml sûresi: 40)
Âyet-i kerîmede şu husûsa işâret buyrulmaktadır: Cin latîf bir cisim ve Süleymân aleyhisselâm makâmından kalkmadan, Belkıs'ın tahtını getirebilecek kuvvette olmakla beraber; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” insanda Rabbânî bir kuvvet vardır. Bu kuvveti, o kitapla amel etmesi sebebiyle kazanmıştır. İşte insan olan Âsaf bin Berhıyâ, bu Rabbânî kuvvet sebebiyle, cinnin yapabileceği bir işi, ondan daha iyi bir şekilde ve istenilen zaman içinde yapabilmiştir.
İşte ümmetinden olan velînin (Âsaf bin Berhıyâ'nın) bu kerâmeti, kendisi için mûcize olduğundan, Süleymân aleyhisselâm; “Bu (bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir...” dedi.
Süleymân aleyhisselâmın veziri Âsaf'ın, Belkıs'ın tahtını Yemen'den Kudüs'e getirmesi bir kerâmetti.
Allahü teâlânın sevgili, velî kullarında meydana gelen harikulade, âdet dışı hâllere kerâmet denir. Yâni îtikâdı düzgün ve her işinde İslâmiyetin emirlerine uyan kimselere Allahü teâlânın âdeti dışında, yâni fizik, kimya ve biyoloji kanunları dışında ikrâm ettiği, ihsân ettiği şeylere kerâmet denir. Lügatte kerâmet; kerem, lütûf, ihsân, hârika, yaradılışın ve imkanların üstünde olup, insanda hayranlık uyandıran şey mânâlarındadır.
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmakladır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, önce sebeplere yapışmamız lâzımdır. Meselâ buğday elde etmek için; tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara iyilik, ikrâm olmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.
Kur'ân-ı kerîmde, birçok velîlerin kerâmetleri bildirilmektedir. Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelince, hazret-i Meryem'de görülen kerâmetler bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'in odasına geldiği zaman, yanında yiyecek olduğunu görür; “Bunu nereden aldın?” derdi. Çünkü, onun yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. O da; “Allahü teâlâyarattı” cevâbını verirdi, Eshâb-ı Kehfin kerâmetleri de, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Allahü teâlâ peygamberlerine mûcize ihsân ettiği gibi, velî kullarına da kerâmetler bahşetmektedir. Evliyâ, Allahü teâlânın sâlih temiz, kullarıdır. Evliyânın kerâmetleri haktır, doğrudur. Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîflerden delil getirerek, kerâmetin var olduğunu bildirdiler. Onun için, kerâmete inanmayan kimse Ehl-i sünnetten ayrılmış olur.
Evliyâdan zuhûr eden kerâmetler iki kısımdır. Birincisi; Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine âit olan bilgilerdir. Buna keşf de denir. Bunlar akıl ile, düşünmek ile elde edilemez. Allahü teâlâ seçtiği kimselere ihsân eder. İkincisi; madde âleminde meydana gelen harikulade (olağan üstü) şeylerdir. Bu kerâmeti de seçtiği kullarına verir. Fakat, birincisi ikinciden daha kıymetlidir. Çünkü madde âleminde meydana gelen harikulade hâller, kâfirlerden veya fâsıklardan da zuhûr etmektedir. Halbuki câhiller, ikincisini kıymetli sanırlar. Kerâmet deyince, yalnız bunu anlarlar. İnsanların çoğu dünyâyı düşündükleri için, böyle haber verenleri evliyâ sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bir velî kerâmet sâhibi olduğunu söylemez, kerâmet göstermeyi dilemez.
Kerâmet, velîden hayatta ve öldükten sonra da hâsıl olur. Peygamberler ölünce, peygamberlikten ayrılmadıkları gibi; velîlerde ölünce, evliyâlık derecesinden düşmezler. İnsan ölürken, rûhunun ölmediğini, âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler açıkça bildiriyor. Rûhun şuur sâhibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, velîlerin rûhları, hayatlarında olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya mânevî olarak yakındırlar. Evliyânın, dünyâda ve öldükten sonra da kerâmeti vardır. Kerâmet sâhibi olan rûhlardır. Rûh ise, insanın ölmesi ile yok olmaz. Kerâmeti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey O'nun kudreti ile olmaktadır. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep olur.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri Mişkât tercümesinde buyuruyor ki: Peygamberler ve evliyâ öldükten sonra, bunlardan yardım istemeğe, evliyânın büyükleri ve fıkıh âlimlerinin çoğu câizdir dedi. Keşf ve kemâl sâhipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere üveysî dediler.
İmâm-ı Şafiî buyuruyor ki: “İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın kabri, duâmın kabûl olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecrübe ettim.”
İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “Diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye; öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır.”
Evliyânın büyüklerinden biri diyor ki: “Diri iken tasarruf yapdıkları gibi, öldükten sonrada tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Maruf-i Kerhî ile Abdülkadir-i Geylânî hazretleridir.”
Mağrib âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Zerrûk diyor ki: “Ebü'l Abbâs-ı Hadramî hazretleri; “Diri olan velî mi yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder?” diye sordu. “Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan daha çok yardım eder diyorum” dedim. “Doğru söylüyorsun. Çünkü diri iken, insanlar arasındadır, öldükten sonra ise, Hakk'ın huzûrundadır” buyurdu.
Evliyâdan kerâmet görülür. Ancak velî olmak için, bir insandan hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi şart değildir. Halbuki, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mûcize göstermesi lâzımdır. Bununla beraber, evliyânın hemen hepsinde kerâmet görülmüştür. Kerâmet göstermeyen velî pek azdır.
Bir velîde çok kerâmet görülmesi, onun, az kerâmeti görülen velîlerden daha üstün olduğunu göstermez. Hiç kerâmeti görülmeyen velî, hârikalar gösteren evliyâdan daha yüksek olabilir.
Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya olan yakınlıklarına bağlıdır. Daha yakın olan bir velî, pek az kerâmet sâhibi olabilir. Allahü teâlâdan daha uzak olan bir velî, daha çok kerâmet, hârika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyâsında o kadar çok kerâmetleri olanlar görülmüştür ki, Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) hiç birinde, bunun yüzde biri bile meydana gelmemiştir. Halbuki, evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir sahâbînin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlayabilmek için kerâmetlerine, hârikalarına bakmak, câhillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve velîlerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayâllerine uyanlar kavuşamaz. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), uymak kâbiliyeti sebebi ile, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehil'de bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alâmet ve mûcizeler gördüğü hâlde, peygamberliğe inanmak saâdeti ile şereflenemedi. En’âm sûresi 25. âyetinde böyle talihsizler için meâlen buyruluyor ki: “Senin peygamber olduğunu belirten açık alâmetlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zaman, terbiyesizlik yapar, mübârek kalbini incitirler ve bu Kur'ân, eskiden kalma hikayeler, masallardır.” derler.”
Zamân bakımından Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) daha yakın olan evliyâda, bütün ömürlerinde üç-beş kerâmetten fazlası görülmediği bildirilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin on kerâmeti bile işitilmemiştir. Hak teâlâ, kelîmi olan Mûsâ aleyhisselâma dokuz mûcize verdiğini bildirmektedir. Bunlar düşmanlara karşı olan hârikalardır. Yoksa, peygamberlerden ve evliyâdan, her zaman hârikalar meydana gelmektedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, hârikaları güneş gibi apaçıktır.
Bir kimsenin velî olduğunu anlamak için, onun gösterdiği hârika ve kerâmetlere bakmamalı, Allahü teâlânın emirlerine uyup yasaklarından sakınmasına ve sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine bağlı olmasına bakmalıdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi'nin, Risâle-i Münire adlı eserinde yer alan bir Hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu, fakat İslâmiyete uymayan bir şey yaptığını görseniz, kerâmet sâhibiyim dese bile onu; büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz” buyurmuşlardır.
Buhârî'nin, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) haber verdiği hadis-i kudsîde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ; Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu.”
Nefehat-ül-Üns’de yazıldığı gibi; bir gün Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi aleyhim); “Yâ Resûlallah! Bize, geçmiş ümmetlerin acayip hâllerinden bir şey söyle” dediler. Buyurdular ki: “Sizden evvel üç kişi bir yere gittiler. Akşam olduğu zaman, bir mağaraya sığındılar (girdiler). Orada akşamladılar. Geceleyin, bir zaman sonra, dağdan bir taş parçası koparak o mağaranın kapısını kapattı. İçerdekiler bu işe hayret ettiler ve dediler ki: “Bizi bu belâdan, riyâsız olarak yaptığımız amellerin Allahü teâlâ tarafından kabûl olunmasından başka hiç bir şey kurtaramaz.” Biri şöyle dedi: “Benim bir annem ve babam vardı. Mal bakımından onlara verecek hiç bir şeyim yoktu. Sâdece bir keçim vardı ki, onun sütünü sağar, onlara verirdim. Her gün arkamda (sırtımla) odun götürürdüm. Bundan kazandığım parayı kendi yiyeceğime sarfederdim. Bir gece vakitsiz geldim. O keçiyi sağdım. Yemeklerini süt ile karıştırıp hazırladım. Halbuki annem ile babam uyumuşlardı. Yemek tasını elimde tutarak ayakta öylece durdum ve kat’îyyen hiç bir şey yemedim. Onlar uyanıncaya kadar bekledim. Sabah olup, onlar uyanıp yemeklerini yedikten sonra, ben yerime gidip oturdum. Yâ Rabbî! Eğer ben bu işimde doğru isem, yardımını yetiştir.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu:) Mağaranın kapısındaki taş parçası,bu söz üzerine, azıcık hareket etti ve bir yarık göründü. Onlardan biri de söyle dedi: “Amcamın, yüzü çok güzel olan bir kızı vardı. Gönlüm dâimâ onunla meşgûldü. Her zaman onu isterdim. Ama o kabûl etmezdi. Benimle yalnız kalmaya râzı olsun diye, türlü hîleler ile ona yüz dinârdan fazla altın gönderdim. Böylece kız yanıma geldi. Fakat içimde Hak teâlâya karşı bir korku belirdi. Ben de elimi o kızdan çektim. Yâ Rabbî! Eğer ben bu yaptığımda doğru isem, bize buradan bir kurtuluş ihsân et.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla;) O taş hareket ederek, yarık biraz daha genişledi. Fakat yine de o yarıktan dışarı çıkmak mümkün değildi. Mağaradakilerden üçüncü şahıs da şöyle dedi: “Benim de işçilerim vardı. İşim bittiği zaman onlardan hepsi ücretlerini aldılar. Onlardan sâdece bir tanesi kayboldu ve gelip ücretini almadı. O ücret ile bir koyun aldım. Aradan bir, iki, on derken tam-kırk yıl geçti. O adam hâlâ görünmedi. Ben o koyunlardan olanların hepsini zaptediyordum. Bir zaman sonra o adam geldi ve; “Ben bir zamanlar senin işini yaptım, hatırlıyor musun? İşte şimdi o ücrete ihtiyâcım var” dedi. Ben de; “Yürü, şu koyun sürüsü hep senin hakkındır” dedim. Bu defâ adam; “Benimle alay mı ediyorsun?” dedi. Ben; “Ne münâsebet. Alay etmiyorum, sâdece doğruyu söylüyorum” dedim. Bütün koyunları ona verdim, alıp gitti. Yâ Rabbî! Eğer bu işte doğru isem bizi buradan kurtar.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle bitirdiler;) “O taş böylece mağaranın önünden çekilip aşağıya düştü, onlar da dışarıya çıktılar.”
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, Bistâm şehrinde talebelerini alarak; bir velîyi görmeğe gitti. Zühdü, takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından uzaklaştı. “Bu adam Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı lâzım olan edeblerden birini gözetmedi. Velî olmak için lâzım olan edebleri de gözetemez” dedi. Kıbleye karşı edepsizlik, kötü bir şeydir. Ehl-i sünnet âlimleri, yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmağa mekruh dedi. Allahü teâlâ, Kâbe'yi tavâf etmeyi ve tavâfda temiz olmayı emreyledi.
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Dualarının kabûl olduğunu söyleyen bir kimse, İslâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz.”
Yine Bayezid-i Bistâmî buyurdu ki: “Bir kimse velî olduğunu söylese, hattâ havada otursa da; ibâdetleri yapmasına, haramlardan sakınmasına ve İslâmiyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız.”
Bir velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lâzım değildir. Allahü teâlâ, bir velînin şekillerini, bir anda, çeşitli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde, şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Halbuki kendisi bilmez. Bilenleri olursa da yabancılara belli etmez. Çünkü, kerâmete kıymet vermez.
Kerâmetin en üstünü, tâat ve ibâdete devamda muvaffak olmak, haramlardan, ve Allahü teâlânın emirlerine muhâlefet etmekten sakınmaktır. Dinimizin emirlerine uyup yasaklarından sakındıktan sonra, her türlü ahlâkî düşüklük ve kötülüklerden kaçınarak üstün ahlâk vasıflarını kuşanmak, mutlaka vaktinde edâ edilmesi gereken ibâdetleri yerine getirmek, insanlar hakkında içinden aldatıcılık ve kin gibi kötü düşünceleri topyekün çıkarıp atmak, derin bir nefs murâkabesiyle kalbi bütün kötü düşüncelerden ve zemmedilmiş vasıflardan temizlemek, kendi nefsinde ve topyekün eşyada ilâhî hukûk ve kul haklarına riâyet edip, kalbinde ilâhî lütûf eserlerini kollamak, giriş ve çıkışında her türlü tavır ve hareketinde edeb ve huzûr ölçülerine uyup inceliklerini gözetmektir.
Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin ve diğer evliyânın binlerce kerâmeti görülmüş, asırlardır nesilden nesile, anlatılarak gelmiştir.
Yûsuf Nebhanî'nin (rahmetullahi aleyh) Câmi-ul-kerâmât kitabında ellidört sahâbinin kerâmetleri, vesikaları ile birlikte Arabî yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Câmi-ul-kerâmâtın doksanüçüncü ve Kısas-ı enbiyâ kitabının beşyüz seksendokuzuncu sahifelerinde diyor ki: Hicretin yirmiüçüncü senesinde, Sâriye adındaki bir İslâm kumandanı, Nehavend'de bir ovada İranlılarla savaşa tutuşmuştu. Kâfirler müslümanları sarmak üzere idi. O zaman, hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede, minber üzerinde hutbe okuyordu. Allahü teâlâ, ona, o anda ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında; “Ey Sâriye! Dağa, dağa!” dedi. Halîfenin sesini, Sâriye işitti. Dağa arka verdiler. Ovaya hücûm ederek, düşmanı bozguna uğrattılar. Bu kerâmet, İrşad-üt-Tâlibin ve Şevâhid-ün-nübüvve kitaplarında da uzun anlatılmaktadır. Beyhekî, İbn-i Ömer'den (rahmetullahi aleyh) haber vermiştir.
İmâm-ı Ali Rıza (rahmetullahi aleyh), bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmâm hazretleri, yanında oturana; “Bu kuş ne diyor, anlıyor musun?” dedi. “Hayır, Allah ve Resûlü ve Resûlünün torunu bilir” dedi. “Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar” diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür” buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu.
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzâd etmiş olduğu kölelerinden Sefine (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sahile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir arslan çıktı. “Ey Arslan! Ben Resûlullah'ın sahâbîsiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Vedâ ettiğini anladım.”
Eyyûb-i Sahtiyanî (rahmetullahi aleyh), bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. “Derdin mi var?” dedi. “Susuzluktan ölmek üzereyim” diye cevap verdi. “Kimseye söylemezsen sana su bulayım” dedi. “Söylemem” diye söz verdi. Ayağını yere vurunca, su belirdi. İçtiler. Eyyûb (rahmetullahi aleyh) ölünceye kadar, arkadaşı bunu kimseye söylemedi.
Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân etmektedir.
Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
Îmân etmeyenlerden, fâsıklardan ve günâhı çok olan kimselerden zuhûr eden harikulade (olağan üstü) hâllere istidrac denir. Bu onların derece derece kıymetten düşmeleri demektir. Bâzı kâfir ve fâsıkların nefslerinin parlaklığı zamanında, bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri de istidracdır. Onlar, kendilerindeki bu hâllerle öğünürler ve bu hâllerine kıymet verirler. Halbuki onlarda meydana gelen bu hâller, Allahü teâlâ tarafından düşmanlarına kendi istekleri üzerine; sapıklık ve azgınlıklarını arttırmak, rahmetinden uzaklaşıp, azâbına yaklaşmalarını sağlamak için verilmektedir. Onların, derece derece düşmeleri ve hâllerinin daha acıklı olması için, böyle yüksek mevkilere ulaşmalarına imkân verilmiştir. Nitekim şeytanın da bâzı dilekleri kabûl edilmiştir. İnsanlardan bâzıları, çeşitli sıkıntı ve eziyetlere katlanarak, açlıkla nefslerini parlatarak bâzı hârikalara kavuşabilirler. Tâlim ve terbiye ile bu hâllerini geliştirebilirler. Ancak bu hâller, o kimselerin saâdetini değil, felaketini hazırlar. Onların sevinci, ölümü yaklaşan karıncanın kanatlandığı için sevinmesine benzer. Halbuki kanat, karınca için ölüm habercisidir.
Bâzı kâfir ve fâsıklarda görülen, safâ ve parlaklık alâmetleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da yolu şaşırtmaktan, zarar ve ziyândan başka bir şeye yaramaz.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektübâtının 2. cilt 92. mektubunda; “Vilayetin yâni evliyâlığın hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi; evliyânın da hârikalar göstermesi şart değildir. Çünkü vilayet yâni velî olmak, kurb-i ilâhî yâni Allahü teâlâya yakın olmak demektir. Bir kimseye, bu kurb ihsân edilip de dünyâdaki bilinmeyen şeyler haber verilmeyebilir. Bir başkasına; hem bu verilir, hem de gaybler bildirilir. Üçüncü kimseye ise kurbdan bir şey verilmeyip, gaybler bildirilir. Bu kimse, istidrac sâhibidir. Nefsi cilalandığı için, bilinmeyen şeyler kendisine keşf edilmekte, böylece dalâlet uçurumuna düşürülmektedir. “Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Şeytan onları aldatmış, yoldan çıkarmıştır. Allahü teâlâyı o kadar unutturmuş ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler. Şeytanın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki, şeytanın gürûhu olan bunlar, bitmez tükenmez nîmetleri elden kaçırdı. Sonsuz azâblara yakalandı” meâlindeki mücâdele sûresi 18. âyet-i kerîmesi böyle kimselerin hâlini bildirmektedir.
Kâfir, fâsık ve günâhkâr kimseler, kendilerinde, bâzı olağanüstü hâlleri görerek kibirlenip, azgınlık ve taşkınlıklarını fazlalaştırırlar. Azgınlıkları arttıkça, hak edecekleri azâb da artar. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen hâller ve hârikalar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî Hirevî buyurdu ki: “Riyâzet ve açlık çekenlerin firâsetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve her çeşit insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için böyle değildir.
Harikalar göstermek ve gaybî bilgilerden haber vermek; Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmanın ve Peygamber efendimizin sünnetine sarılmanın yanında kıymetsizdir. Özellikle îmânsızlardan, münâfıklardan ve Ehl-i sünnet îtikâdı üzerine olmayan kimselerden ve günâhkâr kimselerden zuhûr eden hârikaların hiç kıymeti yoktur. Bu hâller, daha çok o kimselerin felaketine sebep olmaktadır.
Süleymân aleyhisselâmın Belkıs'la görüşmesi:
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın aklını tecrübe etmek istedi. Bunun için bir köşk yaptırdı. Köşkün billurdan olan avlusunun altına su akıttı. İçine balık ve kurbağa gibi suda yaşayan canlıları attı. Avluya giren, suya girdiğini zannederdi. Belkıs'ın tahtının değiştirilmesini, yükseltilip alçaltılmasını emretti. “Tahtın altını üste, üstünü arkaya, arkasını öne getirerek şeklini değiştirin, kendi tahtı olduğunu anlayacak mı bakalım?” buyurdu. Belkıs gelince; “Bu senin tahtın mıdır?” denildi. Belkıs, tahtına baktı, benzetti. Hattâ kalbinden; “Birbiri içinde ve yedi kat daire şeklinde muhkem ve etrâfında nöbetçi ve muhâfızlar bulunan tahtım, buraya nasıl gelir” diyerek gördüğüne inanmayıp, tahtta değişmeler de olduğundan, bilmek ve bilmemek arasında; “Sanki odur” dedi.
Bu hâdise Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “(Süleymân aleyhisselâm;) Onun tahtını, bilinmez şekle getirin. Bakalım (gördüğünde) tanımaya muvaffak olacak mı, yoksa muvaffak olamayacaklardan mı bulunacak?" dedi. (Belkıs) gelince, ona; Senin tahtın böyle miydi?” denildi. (O;) Sanki bu odur dedi.” (Neml sûresi: 41, 42)
Rivâyete göre Belkıs, söyleyeceği sözü tartar, rastgele konuşmazdı. “Senin tahtın böyle miydi?” suâline, yalan söylemek korkusu ile; “Evet, bu odur” demedi. Onları yalanlamak endişesiyle de; “Hayır” demedi. Sâdece; “Sanki bu odur” demekle iktifa etti. Süleymân aleyhisselâm, onun bu hâlinden aklının kemâlini anladı. Bir rivâyete göre, tahtı olduğunu anlayan Belkıs, sorunun soruluş şekline uygun olarak teşbihli bir cevap vermişti. Çünkü suâl teşbihli (benzetmeli) sorulmuştu.
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, daha sonra Belkıs meâlen; “Bundan (tahtın getirilmesinden) evvel de bize (hüdhüdün mektup bırakması, hediye ve elçiler mes’elesi ile Allahü teâlânın kudretine, Süleymân aleyhisselâmın peygamberliğine dair) ilim verilmişti. Biz ona, teslim olanlardan idik” dedi. (Neml sûresi: 42) Tefsîr âlimleri, bu sözün Süleymân aleyhisselâma âit olduğunu da bildirmişlerdir.
Sonraki âyet-i kerîmede; “Onun Allahü teâlâyı bırakıp tapmakta olduğu şey (güneşe tapması), onu, (tevhid îtikâdından, Allahü teâlâya ibâdetten) men etmişti. (Yâhud Süleymân aleyhisselâm, onu, Allahü teâlâyı bırakıp tapmakta olduğu şeyden, güneşe tapmaktan men etti.) Şüphesiz o, kâfirler gürûhundan idi” buyruldu. (Neml sûresi: 43)
Belkıs, küfr içinde yüzen bir cemiyet içerisinde yetişmişti. Onlardan güneşe tapmayı öğrenmişti. Bu yüzden Süleymân aleyhisselâmın himâyesine kavuşuncaya kadar müslüman olmak şerefine erememişti.
Âyet-i kerîmede şu husûsa işâret edilmektedir: İnsanın meşgûl olduğu şey, meşgûliyetinin zıddı olan şeyden onu uzaklaştırır. Belkıs güneşe tapıyordu. Onun güneşe tapması, Allahü teâlâya ibâdet etmesine mâni oldu. Öyleyse, Allahü teâlâya kulluk etmeli, O'nun sevgisinden başka şeylere dalmamalıdır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi kalbi kaplayıp işgal eder de buna karşılık, akıl ve din gibi bir yardımcı bulunmazsa, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi, o kimseyi kör ve sağır eder. Nitekim Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır eder”buyrulmuştur.
Rivayete göre, Süleymân aleyhisselâm Belkıs'ı, avlusunu billurdan yaptırdığı köşkte kabûl etti. Belkıs gelince, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ona (Belkıs'a); Köşke (köşkün avlusuna) gir denildi. (O), onu görünce, derin bir su sandı. (Suya girmek için) iki ayağını (sıvayıp) açtı. Süleymân (aleyhisselâm), onun ayaklarının insan ayağı olduğunu gördü. Gözünü ondan çevirip; (Ey Belkıs! Ayağını ört, o, su değildir.” O, billurdan yapılmış şeffaf bir avludur dedi. (Belkıs gördüklerine hayran oldu. Süleymân aleyhisselâmın mülkünün Allahü teâlâdan olduğunu, O'ndan başka ibâdete lâyık bir mâbud bulunmadığını, Süleymân aleyhisselâmın Allahü teâlânın peygamberi olduğunu anladı.) Dedi ki: “Ey Rabbim! (Güneşe ibâdet etmekle) nefsime zulmetmişim. (Şimdi) Süleymân'ın (aleyhisselâm) maiyetinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum (müslüman oldum) dedi.” (Neml sûresi: 44)
Rivâyete göre, Süleymân aleyhisselâm Belkıs'la evlendi. Belkıs'dan Dâvûd isminde bir oğlu olup, babasının hayatında vefât etti. Belkıs'ı ordusunun başında geri Yemen'e gönderdi. Ayda bir kere rüzgâra biner, Belkıs'ın yanına giderdi. Bir rivâyete göre de onu Suriye'deki bir şehre yerleştirdi. Süleymân aleyhisselâmın vefâtından kısa bir müddet sonra Belkıs da vefât etti.
Süleymân aleyhisselâmın vefâtı:
Sebe’ sûresi 14. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Sonra, biz ona ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asâsını yemekte olan ağaç kurdundan başkası onun vefâtını onlara (ailesine veya cinlere) göstermedi...”
Rivâyete göre Süleymân aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis'e girip, bir yıl, iki yıl, bir veya iki ay yahut daha az ve daha çok ibâdetle meşgûl olurdu. Yiyecek ve içeceğini yanında getirirdi. Yine vefâtına yakın oraya girdi. Her sabah geldiğinde, mihrabında bir fidanın bittiğini görürdü. Süleymân aleyhisselâm ona, ismini ve faydasını suâl ederdi. Eğer dikilecek bir fidan ise, onu çıkartıp başka bir yere diktirir, ismini, faydasını, zararını ve tıbda ne işe yaradığını da üzerine yazdırırdı. Yine bir sabah Beyt-ül-Makdis'e geldiğinde, bir fidanın bittiğini gördü. Ona ismini sordu. İsminin Harnup (keçi boynuzu) olduğunu söyledi. “Sen niçin bittin?” diye sorunca; “Senin mescidini harâb etmek için” dedi. Süleymân aleyhisselâm, onun cevâbı üzerinde düşündü. Kendi kendine; “Ben hayatta iken Allahü teâlâ bu mescidi harâb etmez. Bu benim vefâtımın yaklaştığına alâmettir” dedi. Oradan o Harnup fidanını çıkartıp, başka bir yere diktirdi.
Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Benim vefâtımı cinlerden gizle. Böylece insanlar, cinlerin gaybı bilmediklerini anlasınlar” dedi. Çünkü cinler; “Biz gaybdan bâzı şeyleri, meselâ yarın olacak şeyi biliriz” derler, insanları aldatırlardı.
Sonra, Süleymân aleyhisselâm mihraba girdi. Âdeti üzere asâsına dayanarak namaz kılmaya başladı. Nihâyet bir gün asâsına dayanmış bir vaziyette, namazda iken ayakta rûhu kabzolundu. Beyt-ül-Makdis'in ön ve arka yüzlerinde delikler vardı. Cinler, bu delikten bakarlar, Süleymân aleyhisselâmı asâsına dayanmış ibâdet ediyor görüp, hayatta olduğunu sanıp, o hayatta iken olduğu gibi, en ağır ve zor işleri yapmaya devam ederlerdi. Uzun zaman insanların arasına çıkmamasını da garip görmezlerdi. Çünkü daha önce de, ibâdetle meşgûl olduğu için insanlar arasına pek çıkmazdı. İşte cinler, Süleymân aleyhisselâmın vefâtından uzun bir müddet sonra da, eski minvâl üzere ağır işlerde çalışmalarını sürdürdüler. Nihâyet, bir ağaç kurdunun asâyı yemesi üzerine, Süleymân aleyhisselâm yere düştü. Böylece, insanların ve cinlerin onun vefâtından haberleri oldu.
Âyet-i kerîmenin devamında, bu husûs meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “Bu sûretle yere kapanıp yıkıldığı zaman, cinler kat’î olarak bildiler ki; şâyet gaybı bilselerdi (Süleymânaleyhisselâm vefât ettiği hâlde, hayatta sanıp, ona itâat ederek) horlayıcı bir azâb içinde kalmazlardı (meşakkatli işleri yaparak, sıkıntı ve zahmete düşmezler, yorulmazlardı.)” (Sebe’ sûresi: 14) Allahü teâlâ böyle yapmakla, onlara, gaybı bilemeyeceklerini bildirmeyi murâd eyledi. Çünkü cinler, câhillikleri sebebiyle, gaybdan bâzı şeyleri bilebileceklerini söylüyorlardı.
Süleymân aleyhisselâmın vefâtının uzun müddet sonra anlaşılması, cinlerin durumlarını meydana çıkarmış; bu sebeple tefsîr âlimleri âyet-i kerîmeye; “Onlar (insanlar), cinlerin gaybı bilmediğini anladılar” şeklinde mânâ vermişlerdir.
Ayrıca bu âlimler, horlayıcı azâb içinde kalanların yalnız kâfir cinler olduğunu, müslüman cinlerin bir peygamberin emrinde sıkıntı ve eziyet çekmeyeceklerini bildirmişler, âyet-i kerîmenin bu husûsa delâlet ettiğini söylemişlerdir.
Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmın âzametini (büyüklüğünü), rüzgârı onun emrine verdiğini beyândan sonra, onun da ölümden kurtulamadığını, onun hakkında da ölümle hüküm olunduğunu beyân buyurdu. Bununla, insanlara; “Herkes mutlaka ölecektir, ölümden kurtulsa, Süleymân aleyhisselâm kurtulurdu” telkininde bulunulmuştur.
Rûh-ul-Beyân’da bu âyet-i kerîmede şu husûslara işâret olduğu da bildirilmiştir: Süleymân aleyhisselâm, vefât ettiği hâlde, asâsına dayanmış olmasıyla mülkünü devam ettiriyordu. Çünkü, cinler onu asâsına dayanmış olarak gördüklerinden, hayatta sanıyor ve çalışmalarına devam ediyorlardı. Nihâyet Allahü teâlâ, dayandığı asâyı yiyerek bertaraf etmesi için zayıf bir hayvanı gönderdi. Asayı kemirerek, kırılmasına ve Süleymân aleyhisselâmın yere düşmesine sebep oldu.
Abdülkadir-i Geylânî hazretleri Gunyet-üt-Tâlibin adlı eserinde, Süleymân aleyhisselâm ile Belkıs'ın kıssasının anlatılmasındaki hikmeti şöyle izâh etmiştir: Süleymân aleyhisselâmla Belkıs kıssasında akıllıların hâlleri anlatılmakta, akıllılar için ibret alınacak çok şeyler bulunmaktadır. Aynı zamanda, geçmişteki iyi insanların hâlleri haber veriliyor. Allahü teâlânın geçmiş ve şimdiki ümmetler hakkında kudret ve kuvvetini, kendine itâat edenler için ihsân ettiği nîmetleri, kötülük ve günâh işleyenleri, kendine itâat edenlerin emrine vermesini, velî ve sevgili kullarını malik, diğerlerini onlara esir etmesini bildiriyor, insanlara anlatıyor: “Ey akıl sahihleri ibret alınız?” meâlindeki Haşr sûresi 2. âyet-i kerîmesi ile insanların bunlardan ibret alması bildiriliyor.
Süleymân aleyhisselâm, Rabbine tâat ve teslim üzere bulunduğundan, Belkıs'ı emrine verdi. Süleymân aleyhisselâmı ona malik eyledi. Süleymân aleyhisselâmın galib ve hâkim olması, yalnız tâatinden ve Rabbine olan bağlılığından dolayıdır. Belkıs'ın yenilmesi ve onun emrine girmesi ise, küfür ve günâhı sebebiyledir.
Ey insan! “İslâm, âlî, yüksek olup, onun üzerine başkası üstün olmaz” buyrulduğunu bilmelisin. Nisa, 141. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, kâfirlere, mü’minler üzerine yol vermez” buyruldu. Sen îmân ettiğin zaman; dünyâda düşmanlardan, âhırette Cehennem ateşinden emîn olursun. O zaman ateş sana hizmet eder. Senden lütûf ifâdesi ile, sırât ve ateşi çabuk geçmeni ricâ eder. “Zirâ senin nûrun, benim ateşimi söndürüyor” der. Yâni senin Allahü teâlânın nûru ile mükerrem olduğunu, sende vakâr nişânı bulunduğunu, sana birçok nîmetlerin verileceğini söyler.
Ama Cehennem; kâfir ve asîlere çok fazla kızıp, harbin kazanıldığı zaman şiddetli ve kahhâr bir kimsenin düşmanından intikâmını aldığı gibi, âsî ve kâfirden intikâm alır.
Bunun için, dünyâ ve âhırette şeref ve saâdet istiyorsan, Allahü teâlâya tâata ve günâhtan kaçmaya sabırlı ol. İzzet ve saâdeti ancak bunda bulursun. Çünkü bütün izzetler, Allahü teâlâya mahsustur. Nitekim Allahü teâlâ Fâtır sûresi 10. ve Münâfikun sûresi 8. âyetlerinde meâlen; “Bir kimse izzet isterse, bilsin ki, bütün izzet Allahü teâlâya mahsûstur” ve; “İzzet; Allahü teâlânın, Resûlünün ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bilmiyorlar” buyurdu.
Ey îmân etmiş gibi görünen kimse! Ey ihlâslı olduğundan bahseden kişi! Senin bu hâlin felaketine sebep olacaktır. Bozuk îtikâdın seni; Allahü teâlâyı, Resûlünü ve seçilmiş mü’minleri sevmekten alıkoymuştur. Eğer sen, îmânın gereği ile amel edip, ihlâsın şartlarını kabûllensen, dünyâda insan, cin ve şeytan gibi her eziyet veren şeyden ve âhırette Cehennem ateşinden elbette kurtulurdun. Yardım ve izzet senin, aşağılık ve küçüklük düşmanın için olurdu. Nitekim Allahü teâlâ, Muhammed sûresi 7. âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz” ve yine Muhammed sûresi, 35. âyetinde meâlen; “Kâfirlere zayıf olduğunuzu göstermeyin. Onlardan önce barış istemeyin. Siz muhakkak gâlipsiniz. Allahü teâlânın yardımı sizinledir” buyuruyor. Hareketsizlik, gevşeklik ve gaflet senin kalbine yığılmış, zulmet kalbini kaplamıştır. Bütün gizli ve saklı şeylerin açığa vurulduğu o gün, öyle bir gündür ki, hakkında El-Hâkka sûresi 18. âyetinde meâlen; “Hesap için Allahü teâlânın huzûruna çıkacağınız ve amellerinizden hiç bir şeyin Allahü teâlâdan gizli olmayacağı âşikârdır” ve; “O gün insanlar, amellerinin karşılığını görmek için, dağınık ve güruh güruh hesap yerine dönerler. Zerre kadar iyilik yapan onu görür, zerre kadar kötülük yapan da onu görür” buyruldu. (Zilzal sûresi: 6-8)
O gün senin amelin bu kadar ince ve dikkatle tartılır. Bir zerre ile ağır ve bir zerre ile hafif gelir. Senin hâlinin sonu ne olur? Allahü teâlâ, o gün için Meryem sûresi 85. âyetinde meâlen; “Biz takvâ sâhiplerini binekler üzerinde Rahmân'ın huzûrunda (Cennet-i âlada) toplarız, mücrimleri de susuz olarak Cehennem’e sevk ederiz” buyuruyor. O zaman senin hâlin nasıl olur ki, perdeler açılır, gizli şeyler açığa çıkarılır, mü’min kâfirden, sıddîk münâfıktan, îmânlı müşrikten, dost düşmandan, doğru yalancıdan ayrılır. Yâsîn sûresinde geçen ve; “Ey mücrimler, kâfirler! Bu gün mü’minlerden ayrılınız!” meâlindeki 59. âyet-i kerîmenin sırrı açığa çıkar. Ey zavallı ve kudretsiz insan, hâlini düşün, kendine gel! O günün korku ve dehşetinden sakın! Bu iki fırkanın hangisinde bulunacağını şimdiden düşün! Eğer Allahü teâlâ için amel ettiysen, iyi işlerinde yakîn ve ihlâs üzere bulunduysan, Allahü teâlânın, amelini reddetmeyeceği ve kabûle şayan göreceği bir hâlde saf ve hâlis yaptıysan, kıyâmet gününde binekler üzerinde Cennet’e giren takvâ sâhiplerindensin. Bu durumda kerâmet ve ihsân senin içindir.
Yok, anlatılan şekilde değilsen, bil ki, bu iki fırkadan ikincisindesin. Cehennem’de Fir’avn ile bulunanlarla beraber olup helâktesin. Hâmân ve Kârûn'un yanındasın. Allahü teâlâ Kehf sûresinin son âyetinde, meâlen; “Rabbine kavuşmak isteyen sâlih ameller işlesin. Rabbine ibâdette, kimseyi ortak etmesin” buyuruyor.
Demek ki, o korkunç ve dehşetli kıyâmet gününde seni, sâlih amellerinden başka kurtuluşa kavuşturacak bir şey yoktur. Bunu düşünüp sâlih amel yapman şarttır.
Cinlerin Süleymân aleyhisselâm hakkındaki iddia ve iftirâları:
Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “(Yahudiler, Tevrât'ı bırakıp) şeytanların (azgın ve isyânkar cinlerin) Süleymân'ın (aleyhisselâm) mülkü aleyhine uydurdukları şeylere (yalanlara, yaptıkları sihirlere) tâbi oldular. (Halbuki) o, Süleymân (aleyhisselâm sihir yapmak sûretiyle) aslâ kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) öğretiyorlardı...” buyruldu. (Bakara sûresi: 102)
Tefsîr âlimlerinin ekserisi, âyet-i kerîmedeki şeytanlardan murâdın, cinlerden olan şeytanlar olduğunu bildirmişlerdir. Şeytanlar, Îsâ aleyhisselâm zamanından önce semâya çıkarlardı. Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasından sonra, beşinci, altıncı ve yedinci semâya çıkmaktan men olundular. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrîfinden sonra ise semânın bütün katlarına çıkmaları yasaklandı. Süleymân aleyhisselâm zamanında, semâya çıkarlar, meleklerin konuşmalarından bâzı şeyler çalarlardı. Duyduklarına, kendilerinden de pek çok yalan katarlar, kâhinlere söylerlerdi. Kâhinler de onları kitaplarda toplarlar, bu kitapları okurlar, içindekileri insanlara öğretirlerdi. İsrâiloğulları arasında, cinlerin gaybı bildikleri yayılmıştı. Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmı peygamber olarak gönderip, cinleri de onun emrine verdi. Süleymân aleyhisselâm, sihir kitaplarını toplattı. Bir sandığa doldurtup kürsîsinin altına koydurdu. Cinlerin gaybı bilmediklerini îlân edip; “Kim, cinler gaybı bilir derse, başını vururum” dedi.
Nihâyet Süleymân aleyhisselâm vefât etti. Bir müddet sonra, onun peygamberliğini kabûl eden ve sihir kitaplarını gömdüğünü bilen âlimler de vefât ettiler. Sonra şeytan ortaya çıktı. İsrâiloğullarından bâzılarına, insan sûretinde göründü; “Size bir hazînenin yerini göstereyim mi?” deyince, onlar; “Evet göster” dediler. Bunun üzerine; “Süleymân aleyhisselâmın kürsîsinin altını kazın” dedi. Onlarla beraber gidip, kazacakları yeri gösterdi. Ancak, kendisi oraya yaklaşmadı. Oradan uzak bir yerde durdu. Onlar, şeytana; “Yaklaşsana” dediler. Fakat şeytan; “Hayır, ben burada duracağım. Şâyet dediğim yerde o hazîneyi bulamazsanız, beni öldürün” dedi. Hiç bir şeytan, Süleymân aleyhisselâmın kürsîsine yaklaşamazdı. Yaklaşan yanardı. İsrâiloğulları, şeytanın gösterdiği yeri kazdılar. Oradan, Süleymân aleyhisselâmın önceden toplayıp gömdüğü sihir kitaplarını çıkardılar. Bu sırada, şeytan onlara; “Süleymân aleyhisselâm, cinleri, insanları, şeytanları ve kuşları işte bu kitaplardaki sihirleri yapmak sûretiyle zaptedip emrinde çalıştırabiliyordu” dedi. Sihri, Süleymân aleyhisselâmın ilmi diye nakletti. Ona iftirâda bulunarak ortadan kayboldu. İsrâiloğulları arasında, Süleymân aleyhisselâmın sihir yaptığı yayıldı. İsrâiloğulları sihir kitaplarına değer vererek içindekilerle amel ettiler. “Bunlar Süleymân aleyhisselâmın ilmidir. O, bu sayede pek çok mülk ve saltanata sâhip oldu. Bu ilmi sebebiyle insanlar, cinler ve rüzgâr onun emrine girdi” dediler. Süleymân aleyhisselâmın peygamberliğini inkar ettiler. Böylece İsrâiloğulları, sihri öğrenmeye ehemmiyet verdiler. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kitaplarını bıraktılar. Bütün bunları, makâm ve mevkîi, dünyânın nîmet ve lezzetlerini ele geçirmek için yaptılar. Dünyâyı âhırete tercih ettiler. Hattâ, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanına kadar sihirle meşgûl oldular. İşte Allahü teâlâ, İsrâiloğullarını zemmetmek, sihrin Süleymân aleyhisselâmın ilminden olduğu, onun için söylenen sihir yaptığı iddialarını reddetmek, Süleymân aleyhisselâmın, onların iddia ettikleri şeylerden berî olduğunu açıklamak için bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu.
Allahü teâlâ, Resûlullah efendimizin lisânı ile Süleymân aleyhisselâmı, yahudilerin bu iddialarından tenzih etmek ve onların sözlerini yalanlamak için, meâlen; “O, Süleymân(aleyhisselâm sihir yapmak sûretiyle) aslâ kâfir olmadı” buyurdu. Peygamber olan bir zât, küfürden mâsun ve masumdur (korunmuştur). Sonra Allahü teâlâ, Süleymân aleyhisselâmı tenzih ettiği şeyin ondan başkasında bulunduğunu beyân edip, meâlen; “Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) öğretiyorlardı” buyurdu.
Tefsîr-i Mazharî müellifi Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Allahü teâlâ, sihri küfür olarak bildirdi. “O, Süleymân (aleyhisselâm sihir yapmak sûretiyle) aslâ kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) öğretiyorlardı” meâlindeki âyet-i kerîme ve bu mevzudaki diğer bâzı âyet-i kerîmeler, sihir ile alakalı sözlerin ve işlerin hepsinin veya ekseriyetinin küfrü icâb ettiren, îmânın şartlarına zıt şeyler olduğunu göstermektedir. Böyle olduğu açıkça bellidir. Çünkü şeytan, insandan, ancak küfür sözleri söylemesi ve küfür işleri yapması ile râzı ve memnun olur. Bu sebeple, şeytana yaklaşabilmek ve onu emir altına alabilmek, ancak kâfirliği icâbettiren şeyler vâsıtasıyla mümkündür. Bütün inananlar küfürden Allahü teâlâya sığınmışlardır.
İnsan, bir takım sözleri ve işleri öğrenerek bunlar vâsıtası ile şeytana yaklaşır. Şeytan o kimsenin emrine girer ve istediği husûsta yardım eder. Bu sözler ve işler nefslere ve bedenlere tesir eder, insanları hasta eder. Ölümüne, delirmesine sebep olur. Denilir ki; sihirle maddeler değişikliğe uğrar. Hattâ, insan merkep sûretine, merkep köpek sûretine girer. Ancak bu tesirleri, Allahü teâlânın yaratması iledir.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın, îmânı gittikten sonra sihri tesir eder.” Sanki sihir yapınca îmânı gider.
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh); “Sihir yaparken küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır” buyurdu. Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik ortaya çıkarır. Yâni cesede ve rûha tesir eder. Bilhassa kadın ve çocuklarda tesiri daha çok görülür. Sihrin tesiri kat’î değildir. İlacın tesiri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse tesirini yaratır, istemezse hiç tesir ettirmez. Şu hâlde; “Bir sahir (büyücü), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak tesir eder” diyen ve inanan kâfir olur. “Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, tesir edebilir” demelidir. Süleymân aleyhisselâm vefât edince, Kudüs'de; bir rivâyete göre, Kudüs yakınlarında Taberîye gölü civarında defnedildi. Neslinden bir çok pâdişahlar ve peygamberlerin geldiği ve vefâtından sonra Benî İsrâil tahtına oğlu Rehoboam'ın geçtiği rivâyet edilmektedir.
Süleymân aleyhisselâmın dîni:
Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar, inanılacak şeylerde hiç bir değişiklik olmadı. Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), aynı îmânı söylediler. Ancak, amelde bâzı değişiklikler oldu. Süleymân aleyhisselâm zamanında da, Dâvûd aleyhisselâm zamanındaki gibi, Mûsâ aleyhisselâmın şeriatına göre amel edildi.
Süleymân aleyhisselâmın hükmü, her tarafta geçmiş ve dîni de her yerde yayılmıştır. Zamânında herkes îmân etmiş, yeryüzünde pek az îmânsız kimse kalmıştı.
Oniki kabîleden meydana gelen Benî İsrâil, Süleymân aleyhisselâmın vefâtından sonra ikiye ayrıldı. On kabîle İsrâil, diğer ikisi de Yehûda devletini kurdular. Azgınlaşarak hak yoldan ayrılıp, taşkınlık ettiler. Tevrât'ı ve Zebur'u değiştirip, Mûsâ aleyhisselâmdan beri gelen hak dîni bozdular. Kendilerine gönderilen bir çok peygamberi öldürdüler. Gadab-ı ilâhîye uğradılar. İsrâil devleti M.Ö. 721'de Asurîler; sonra da, Yehûda devleti M.Ö. 586'da Bâbilliler tarafından yıkıldı. Bâbil hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü yakıp yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü, kalanlarını da Bâbil'e sürdü.
Buhtunnasar, fütuhatını daha da ileriye götürdü. Her tarafı işgal etti. Dünyâyı hâkimiyeti altına alan iki îmânsız kraldan biri oldu. Başkenti olan Bâbil'i görülmemiş bir şekilde imar etti. Doğuda ve batıda kendisine karşı çıkacak hükümdâr kalmadı. Bu durum, onun gurur ve kibrine sebep oldu. Tanrılık iddia etmeye kalkıştı. İnsanları zulmü altında inletti. Sonra aklını kaybedip, kendisini öküz zanneder oldu. Bu hâlde, yedi sene ormanlarda gezdi. Bu zaman zarfında, devleti hanımı idâre etti. Ölümünden bir sene önce aklı tekrar iâde edildi. Bir sene daha hüküm sürdükten sonra öldü.
Buhtunnasar'ın Kudüs'ü yağmalaması esnâsında, gökten inen Tevrât ve Zebur yakılıp yok edildi. Asıl Tevrât kırk cüz idi. Tevrât'ın, zamanla bir çok yerleri unutuldu, değiştirildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları netîcesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risaleler ortaya çıktı. Miladdan takriben dörtyüz sene evvel yaşamış olan Azrâ, bunları topladı ve şimdiki Ahd-i atîk’deki Tevrât'ı yazdı. İran hükümdârı Şireveyh, Bâbillileri yenince, Benî İsrâil'in tekrar Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Benî İsrâil, M.Ö. 520'den sonra Mescid-i Aksâ'yı yeniden tâmir ettiler. Önce Perslerin, sonra da Makedonyalıların idâresi altında yaşadılar. M.Ö. 63 senesinde, Kudüs, Romalı kumandan Pompey tarafından zabtedildi. Pompey, yahudileri dağıttı. Şehri ve Mescid-i Aksâ'yı yakıp, yıktı. Böylece, Roma devleti hâkimiyetine girdiler. M.Ö. 24'te Romalıların Benî İsrâil soyundan gelen Filistin valisi Herod, mabedi tekrar yaptırdı.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma inen Tevrât'a ve Dâvûd aleyhisselâma inen Zebur'a bir çok yabancı parçalar, hurafeler eklemişlerdi.
Romalıların idâresi altında iken, İsrâiloğullarını ve diğer insanları ıslâh için Îsâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsrâiloğulları, Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğini tanımak istemediler. Çünkü onlar, Tevrât’da yazıldığı gibi bir peygamber geleceğini biliyorlar ve bekliyorlardı. Fakat bu peygamberin gâyet kudretli, cesur, tuttuğunu koparan bir insan olacağını, onları Romalıların elinden kurtaracağını umuyorlardı. Çok yumuşak olan Îsâ aleyhisselâmı beğenmediler. “Yalancı peygamber” dediler. Annesi Hazret-i Meryem'e de iftirâ ettiler. Onu; “Îsâ, İsrâil kralı olmak istiyor. Ahâliyi Romalılar aleyhinde kışkırtıyor” diyerek, Romalıların yahudi asıllı Filistin valisine şikayet ettiler. Vali Herod, Îsâ aleyhisselâmı yakalatıp makâmına getirtti ve onun yalancı peygamber olduğunu iddia ederek, haça gerilmesine karar verdi. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına; müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına, haça gerilen kimsenin, onun bulunduğu yeri bir kaç kuruş karşılığı Romalılara ihbar eden ve havârîsi olan Yehûda (Judas) olduğuna inanır. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “Bu, bir de, inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) öldürdük demelerinden ötürüdür. Yoksa, onu öldürmediler ve haça germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husûstaki bilgileri, ancak zan etmekten ibârettir. Onu asmadılar. Onu öldürmediler. Allah onu kendi katına yükseltti. Allah her şeye kâdirdir, hakîmdir.” (Nisâ sûresi: 156-158)
İsrâiloğulları daha sonra, Roma hâkimiyetine isyân ettiler. Fakat mîladın 70. senesinde Romalı komutan Titus, Kudüs'ü tamâmen yakıp yıkarak şehri viraneye çevirdi. Beyt-i Mukaddes de yandı. Kâmus-ül-a'lam’da diyor ki: Bu tahrip ile Kudüs'ün mûsevîlere âit mâmûriyeti, son buldu. Bundan sonra, Bizans imparatorları Mescid-i Aksâ'yı tâmir edip, Kudüs'e “İlya” ismini verdiler. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrac gecesinde Mescid-i Aksâ'da namaz kılmıştır.
Titus'un, katliam ve zulmünden sonra, İsrâiloğulları bölük bölük Filistin'i terkettiler. Böylece Kudüs ve çevresinden kovuldular. Benî İsrâilli esirler, Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır'a sevk edildiler ve dünyânın her yerine yayıldılar.
Nitekim A’râf sûresi 168. âyet-i kerîmesinde, Allahü teâlâ meâlen; “Onları (İsrâiloğullarını) yeryüzünde çok fırkalara ayırdık” buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden âlimler; “İsrâiloğullarından her fırkayı, yeryüzünün her yerinde, her şehrinde bulundurup, dünyâda onlarsız bir şehir bırakmadık. Tâ ki onlar, dağınık olmakla kuvvet ve şevket bulmasınlar. Böylece zillet ve perişânlıkları çoğalsın” şeklinde açıklamışlardır.
Bugün dünyâda yahudi olarak kalmış 15 milyon kadar insan vardır. İçlerinde hakîkî Tevrât'a tâbi olan hiç yoktur. İnançları da birbirini tutmamaktadır.
Hud aleyhisselâm, Âd kavmine; Sâlih aleyhisselâm, Semûd kavmine gönderildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm da Benî İsrâil'e gönderilmiştir. Hârûn, Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ (aleyhimüsselâm) da, yine Benî İsrâil'e gönderilmiştir. Fakat, bunların ayrı dîni olmayıp, Benî İsrâil'i, Mûsâ aleyhisselâmın dînine dâvet etmişlerdi. Dâvûd aleyhisselâma Zebur kitabı indi ise de, Zebur'da ahkâm, emir, ibâdet yoktu. Vaaz ve nasîhatlerden ibâretti. Hattâ, onu kuvvetlendirdi. Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. Ama, Îsâ aleyhisselâmgelince, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti. Yâni Tevrât'ın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, Benî İsrâil'in çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, muharref olan Tevrât'a uymak için inâd etti. Böylece yahudilik ile nasârâlık (yani Îsevîlik) birbirinden ayrılmış oldu. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlere (Nâsârâ) denildi. Bugün, (Hıristiyan) deniliyor. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip de, küfürde, dalâlette kalanlara (Yahudi) denildi. Yahudiler, hâlâ Mûsâ aleyhisselâmın dînine uyup; “Tevrât ve Zebur okuyoruz” diyorlar. Hıristiyanlar da; “Îsâ aleyhisselâmın dînine uyup, İncîl okuyoruz” diyorlar. Halbuki, iki cihânın seyyidi, insanların ve cinnin peygamberi Muhammed aleyhisselâtü vesselâm efendimiz, bütün âlemlere peygamber olarak gönderildi. Onun dîni olan İslâmiyet, bütün dinleri nesh etti. Bu dînin hükmü kıyâmete kadar süreceğinden, dünyânın hiç bir yerinde O'nun dîninden başka bir dinde bulunmak câiz olmadı. O'ndan sonra, hiç peygamber gelmeyecektir.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma indirilen Tevrât'ı yok ettikten sonra, Tanah ve Talmûd adını verdikleri iki kitabı, kendilerine iki ayrı emir kaynağı kabûl ettiler. Tanah'ın yazılı, Talmûd'un da sözlü emirlere yer verdiği iddiasında bulundular. (Bkz. Mûsâ aleyhisselâm)
Süleymân aleyhisselâmın husûsiyetleri
Her peygamber gibi Süleymân aleyhisselâm da adâletle hükmeder, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmetlere şükreder, mal ve mevkiye gururlanmaz, tevâzû gösterir, Allahü teâlânın dînini yaymak için cihâd ederdi.
Süleymân aleyhisselâm mal ve mülk sâhibi bir hükümdâr idi. İnşâ ettirdiği ticâret gemileri ile Kızıldeniz ve Umman denizinde ticâret yaptırdı. Zenginliği, günden güne arttı. Sarayını yeni ve güzel eşyalarla süsledi. Dünyâda, gelmiş geçmiş hiç bir hükümdârın kavuşamadığı kudret ve ihtişama, mal ve mülke sâhip oldu, Bütün dünyâya hükmederdi. İnsanlar, kuşlar, hayvanlar, cinler ve rüzgâr emrine verildi. Hepsi ona itâat ederdi. Fakat o, bütün bu ihtişam ve kudretine, sâhip olduğu mal ve mülküne rağmen, kul olduğunu hiç bir zaman unutmazdı. Rabbine ibâdetten hiç geri durmadı. Fakir ve miskinlerle oturup kalkardı. Tevâzuyu aslâ terk etmedi. Zâten o, kavuştuğu her şeyi Rabbine itâatte kullanmak için istemiş, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle.” diye duâ etmiş, Allahü teâlâ da, onun dilediğini vermişti. Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, onun bu isteği, mal ve şöhret sevdası için değil, Allahü teâlânın dînini yaymak, insanlara peygamberliğini kabûl ettirebilmek için idi. Yâni ona verilen ve başka hiç bir kimseye verilmeyen hükümdârlık, bir mûcize idi. Zâten, dünyâ malına hırslı ve tamâhkâr olmak, şöhret sevdası için mal ve mevki istemek, sıradan bir müslüman için uygun değilken, niçin bir peygamberin (aleyhisselâm) arzusu olsun. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu husûsta şöyle buyurmuştur:
“İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan; mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur.”
“İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinden parmakla gösterilmesi yetişir.” Yâni, insanın din veya dünyâ işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine ve dünyâsına çok zarar verir.
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden kaynaklanır: Birinci sebep, nefsin arzularına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister.
İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müsteâb olan meselâ, sadaka vermek, hayrat, hasenât yapmak için yahut mubah olan işleri yapmak için, meselâ iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, rahat ve mes’ûd yaşamak veya mazlumları zâlimlerden kurtarmak için yahut ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak ve İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmaz, vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, böyle bir kimsenin mevki sâhibi olması câizdir, hattâ müsteâbdır. Çünkü câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, iyi insanların nasıl olacağını bildirirken, bunların, müslümanlara imâm olmak istediklerini de bildirmektedir. Süleymân aleyhisselâm; (Yâ Rabbî!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!” diyerek, melik ve emîr olmak istemiştir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmeyen haberler, bizim dînimizde de mûteberdir. Hadîs-i şerîfte; “Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim” buyruldu. Bir Hadîs-i şerîfte; “Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nafile ibâdet yapmaktan daha iyidir” buyruldu. Riyâ ve hakkı bâtıl ile karıştırarak mevki sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyet ile olsa da böyledir. Çünkü haramları ve mekruhları iyi niyet ile de yapmak câiz olmaz. Hattâ, bâzı haramların iyi niyet ile yapılması daha büyük günâh olur. Niyetin iyi olması, tâat ve ibâdetlerde faydalıdır. Mubah hattâ farz olan bir amel, niyete göre günâh olabilir. Günâh işleyenin; “Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar” sözü, yanlış, hattâ zararlıdır.
Mevkî sâhibi olmağı istemenin sebeplerinden üçüncüsü, nefsini eğlendirmektir. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkiden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa; nefsi, lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz. Fakat, takvânın ve himmetin az olduğunu gösterir.
Mevkî sâhibi olmanın bu üçüncü sebebi, haram değil ise de, iyi olmadığı için, ilacını bilmek ve yapmak lâzımdır. Önce mevkîin geçici olduğunu, zararlarını ve tehlikelerini düşünmelidir. Şöhretten ve hürmet toplayarak kibirli olmaktan kurtulmak için, İslâmiyette mubah ve câiz olan, halkın rağbet etmediği işleri yapmalıdır. Mevkî ve mal İslâmiyete uygun şekilde kullanıldığı müddetçe faydalıdır. Onlardan, insanların hakları verilmeli, Allahü teâlâya karşı olan şükür de ihmâl edilmemelidir. Yoksa hepsi âhırette sıkıntı kaynağı olacaktır. Ebû Zer'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edildi: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamanın gölgesinde iken, huzûrlarına vardım. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Onlar zarardadırlar.” Bunun üzerine ben; “Onlar kimdir yâ Resûlallah?” diye sordum; “Onlar malları çok olup, şöyle şöyle diyenlerdir. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir kimsenin zekâtını vermediği deve, sığır ve davarlar; kıyâmet günü, dünyâda olduklarından daha büyük ve daha semiz olarak gelecekler, ona boynuzlarıyla vuracaklar, ayaklarıyla ona basacaklar, bu şekilde biri gidip diğeri gelecek, bu durum, insanlar arasında hüküm verilinceye kadar böyle devam edecek” buyurdular.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlâ her çobandan, gözetmesini istediği şeyi muhâfaza mı etti, yoksa zâyi mi etti diye soracaktır. Hattâ, kişiden, çoluk-çocuğunu da soracaktır” buyurduğunu rivâyet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Süleymân'a aleyhisselâm verilen (o kadar geniş) mülk, onda, huşûdan başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı gözünü semâya bile kaldırmıyordu.” Malları yüzünden hesâba çekileceklere, çeşitli bahaneler bulmaya çalıştıkları o günde, Süleymânaleyhisselâm örnek gösterilecektir. O, hükümdârlığının ve dünyâ nîmetlerine kavuşmuş olmanın içinde, Allahü teâlâdan bir an gâfil olmamıştır.
Mal sâhibi mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi.
Mal da yalan mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Seyr etdi hevâ üzre derler taht-ı Süleymân,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
Tutalım kim serbeser sultân-ı âlemsin bugün,
Ey Figânı menzilin âhır turâb üstündedir.
Süleymân aleyhisselâm tevâzû sâhibi idi:
Süleymân aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından her türlü imkan ihsân edilmişti. Her türlü zenginliğin içerisindeydi. Böyle olmasına rağmen aşırı tevâzûu vardı. Sabah kalkınca, maldan, mülkten ve zenginlerden yüz çevirerek, fakirlerin yanına gider ve; “Miksin miskinlerin arasına yakışır” derdi.
Her peygamber gibi, Resûlullah efendimiz de tevâzû sâhibi idi. Tevâzu sâhiplerini çok överdi. Nitekim Hadîs-i şerîflerde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Tevâzu edip de, Allahü teâlânın şerefini arttırmadığı kimse yoktur”, “Herkesin başının üzerinde tasma tutan iki melek vardır. Tevâzu yapınca, tasmayı havaya doğru kaldırır ve; “Yâ Rabbî! Onu yükselt” derler. Kibirlenirse, tasmayı aşağı indirir ve; “Yâ Rabbî! Onu alçalt derler”, “Âcizlikten değil, bile bile tevâzû yapana, topladığı malı ve parayı günâha harcamayana, düşkünlere acıyana, akıllılar ve âlimlerle oturanlara saâdetler olsun, müjdeler olsun” buyurmuştur.
Ebû Müslim-i Medenî (rahmetullahi aleyh) Eshâb-ı kirâmdan olan dedesinden şu Hadîs-i şerîfi rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Allahü teâlâ için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kibirleneni de alçaltır. Bir zavallıya yardım edeni, kimseye muhtâç etmez. Fakirlere bir şey vermeyeni, Allahü teâlâ fakir eder. Allahü teâlâyı çok ananı ve zikredeni, Allahü teâlâ sever” buyurdu.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Mütevazı olup, insanlara gururlanmayan, kalbi korkulu olan, zamanını beni zikretmekle geçiren, benim için kendini bütün arzularından ve şehvetlerinden koruyanın namazını kabûl ederim” buyurdu.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kerem, takvâda, şeref tevâzûda, zenginlik hakkı iyi tanımaktadır” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâda tevâzû sâhiplerine saâdetler olsun ki, kıyâmet günü onlar, minber sâhibi olurlar. Dünyâda insanları barıştıranlara saâdetler olsun ki, onların karşılığı Allahü teâlâyı görmektir” buyurdu.
Âişe (radıyallahü anhâ); “Siz, ibâdetlerin en fazîletlisini bilmiyorsunuz. O, tevâzûdur” buyurdu.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu, kimden olursa olsun, hakkı (doğruyu) kabûl etmektir. İsterse hepsi çocuk ve en câhil kimseler olsun” derdi.
Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Göndereceğim nîmeti, tevâzû ile karşılarsan, o nîmetimi tamam ederim” buyurdu. İbn-i Semmâk, Hârûn Reşid'e; “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ kime mal, cemâl ve haşmet verirse; malda insanlara yardım, haşmette tevâzû etsin ve cemâlde zahid olsun. Allahü teâlâ, böyle olanların isminin hâlisler defterine yazılacağını bildiriyor” dedi. Hârûn kâğıt kalem isteyip bu sözleri yazdı. Büyükler tevâzû hakkında pek çok söz söylemişlerdir. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu; evden çıkınca, gördüğün herkesi kendinden üstün bilmektir” buyurdu. Şiblî'nin (rahmetullahi aleyh) huzûruna bir kimse geldi ve; “Ben insanım, sen nesin?” dedi. “Ben de (be) harfinin altındaki noktayım” diye cevap verdi. Yâni benden küçük hiç bir şey yok dedi.
Büyüklerden biri hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) rüyâda gördü ve nasîhat istedi. “Âhırette sevâba kavuşmak için, zenginlerin, fakirler yanında mütevazı olmasından daha büyük hangi iyi amel vardır? Allahü teâlânın ihsânına güvenip, fakirlerin zenginler yanında kibirli olmasından güzel hangi iyi iş vardır?” buyurdu. Yahyâ ibni Hâlid; “Kerem sâhibi zahid olursa, mütevazı olur; insaniyetsiz ve sefih olan zahid olursa, kibirlenmeye başlar” buyurdu. Bayezid-i Bistâmî; “İnsan, insanlar içinde kendini herkesten aşağı görmeyince, kibirlidir” buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî; “Tasavvuf ehli arasında tevâzû, kibir sayılır. Yâni tevâzû ile kendini aşağı görüyor. Kendini aşağı görmeye ihtiyaç hisseden, kendine bir yer, bir değer vermiş olur ve kendini ondan aşağı görmek ister” buyurdu. Atâ-i Sülemî, ne zaman fırtına olsa, şimşek çaksa kalkardı. İnsanlara sıkıntı veren bir şey görse; “Bunlar bizim fenâ ahlâkımızdandır, zararı insanlara oluyor” derdi. Bâzıları, Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh) yanına gelip, kendisini övdüler: “Benim başlangıcım menî, sonum ise, işe yaramayan bir leştir. Sonra benim amelimi tartarlar. İyi amelim ağır gelirse, büyüklüğüm o olur. Böyle olmazsa benden zavallısı yoktur” dedi.
Bir çok kimse, tevâzû sâhibiyim sanır, kibirli olduğunun farkında değildir. Kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını istemek kibirdir. Kendisine hürmet edildiğini anlayarak, onlara nasîhat vermek isteyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzu etmesi kibir olmaz, Kendi oturup, başkalarının ayakta durmalarını istemek de tekebbürdür. Hazret-i Ali (radıyallahü anh); “Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakta durduran kimseye baksın!” buyurdu. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân), Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) her şeyden çok severlerdi. Geldiği zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla beraber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân (rahmetullahi aleyh), ikindi namazını kıldıktan sonra, câminin minaresine dayanarak oturmuştu. Yanına, zamanın meşhûr âlimlerinden bir kaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) de vardı. Hepsi, ayakta olarak hâdis ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını verdi. Hiç birine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret edemedi. Konuşmaları akşam namazına kadar devam etti.
Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Yolda önünde ve sağında yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fakat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi “Meyl-i tabii” yâni tabîat icâbı olur. Yâhud şeytanın vesvesesinden olur. Elinde olmadığı için, her ikisi de, günâh değildir. Çünkü irâdesi dışındadır.
Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yahut kendisi hayvan üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibir alâmetidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Medîne'nin Baki’ kabristanına gidiyordu. Bir kaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak, öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi sorulunca; “Ayak sesini işittim. Kalbime kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım” buyurdu. Kendisine kibir geldiğinden değil, Eshâbına ders vermek için böyle davranmıştır. Ebü’d-Derda (radıyallahü teâlâ anh); “Kibirli kimsenin, arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkça, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar” buyurdu.
Üzerinde hakkı bulunanları yâni tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek ise tevâzû alâmetidir.
Tevâzu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıda olacaktır. İdam odasına sokulmuş olup, îdâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye, tekebbür yakışır mı?
İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesâba çekecek, sonsuz azâbı yapacak olan; sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ; “Tekebbür edenleri sevmem, tevâzû edenleri severim” buyuruyor. Âciz, elinden hiç bir şey gelmeyen zavallı bir mahlûk olan insana, bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç kibirlenebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzû üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Daranî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum.” İnsan, kendini herkesten hattâ iblisten, Fir’avn'dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü, bu ikisi kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gazâb etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah yapmadı. Bununla beraber, bu yaşa gelinceye kadar çok günâh işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri, yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum diyerek, tevâzûda bulunmasının lüzumunu kendi kendine anlatmalıdır.
Süleymân aleyhisselâm da bütün peygamberler gibi son derece adil idi:
Devrindeki insanlar ve sonra gelenler, onun adâletine hayran oldular. Bütün dünyâda adâlet timsali olarak kabûl edildi. Nitekim Hazret-i Ömer'in adâleti de böyle meşhûr olmuştur. Adaletin ne olduğu, İslâm âlimlerinin kitaplarında uzun yazılıdır. Adalet; huyları ve hareketleri, dîne ve akla uygun olmaktır. Görünüşü içi gibi olmak, herkesin yanında yalnız iken olduğu gibi bulunmaktır. İki yüzlü olmak, adâlet değil münâfıklıktır.
İslâm âlimleri, adâletin iyi huyların en şereflisi olduğunu bildirmişler; “Adil kimse insanların en iyisidir” buyurmuşlardır. İyiliklerin en şereflisi de adâlettir. Adalet, itidalde yâni ortada olmak demektir. “Ortadan ayrılanda adâlet vardır” demek, yanlış olur.
Bir malı, bir nîmeti bölerken; muâmelâtta, alış-verişte ve ukûbâtta yâni cezâ vermekte adâlet lâzımdır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde adâlet ve ihsânı emretmekte ve Nahl sûresi 90. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı ve akrabâya vermeği emrediyor...” buyurmaktadır.
Adalet, her şeyi yerli yerine koymak demek olup zulmün zıddıdır. Her hakkın başı, Allah hakkı olduğundan, O'na ortak koşmamak, tevhide îmân etmek esastır. İhsân, farzları yerine getirmek, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmek, bir şeyi güzel ve iyi yapmak mânâlarına gelir.
Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyurdular: Emîr-ül-mü’minîn Ali (keremallahü vecheh); “Mazlumların hakkını vermek adâlettir. Mahrum olanların murâdını vermek ise ihsândır.” Müfessirlerin şahı Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ); “Adalet, tevhiddir. İhsân, günâhkârları affetmektir”. Muhammed bin Ka'b-i Kurzî; “Adalet; duâ, ihsân cömertliktir. Gece duâ ve istek eli ile aldığını, gündüz cömertlik eli ile vermektir” buyurmuşlardır.
Süfyân bin Uyeyne de; “Adalet, dışını ve içini aynı bulundurmak; ihsân, içini dışından daha iyi yapmaktır” buyurdu.
Adalet üç kısma ayrılmaktadır:
1- Allahü teâlâya kulluk etmek. 2- İnsanların haklarına riâyet etmek, âmirlere, kanunlara karşı gelmemek, âlimlere hürmet, emânetlere vefâ, alışveriş haklarını edâ ve vâdleri yerine getirmek. 3- Geçmişlerin haklarını edâ etmek. Bu da, onların borçlarını ödemek vasiyetlerini yerine getirmek, vâkıflarını muhâfaza etmek ve bıraktıkları hayrat ve hasenâtı devam ettirmekle olur.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Sultânın bir saatlik adâleti, teb’anın altmış senelik ibâdetinden iyidir” başka bir rivâyette ise; “Yetmiş senelik ibâdetten iyidir” buyurdu. Âlimlerden biri, bu Hadîs-i şerîfi tevil edip, buyurdu ki: “Alimler; altmış sene, çarşı pazarda bulunanlara emr-i maruf yapıp, Cumâ namazı vaktinde, dükkanlarınızın kapılarını örtün, câmiye gidin dese, yine de bir çokları buna aldırış etmez. Ama sultân, Cumâ namazı vaktinde hiç kimse dükkanını açmayacaktır, herkes Cumâ'ya gidecektir emrini verse, bütün şehirde dükkanını açacak tek bir kişi çıkmaz.” Sultânın bir saatlik adâletinin teb’anın altmış yıllık ibâdetinden iyi olduğu buradan anlaşılmaktadır.
Sultânın, devlet reîsinin ve adamlarının teb’asına adâlet üzere davranıp şefkâtli olmaları, âhıret azâblarını göz önüne getirmeleri, hüküm verirken ehline ve teb’asına eşit ve adil olmaları lâzımdır. Ahrette kurtulanlar ancak bu şekilde davrananlardır.
Sahîh-i Müslim’de, Abdullah bin Ömer'in (radıyallahü anhümâ) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “'Muhakkak ki adâletle hareket edenler, nûrdan minberler üzerinde bulunurlar” buyurdu.
Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) halîfe idi. Bir gün, öğle namazından sonra yaslanmış, istirâhat ediyordu. Oğlu, kapıdan içeri girdi ve; “Ey Emîr-el mü’minin! Kıyâmette sana, şu zamanda yaslanıp dinlenecek yerde adâlet yapsaydın denirse, ne cevap verirsin?” deyince; “Doğru söylersin” deyip istirâhatını terketti. Bu zamanda zulümden çirkin hiç bir şey yoktur. Nitekim Sahîh-i Müslimde Ebû Zer Gıfârî (radıyallahü anh) rivâyeti ile Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilen hadis-i kudsîde; “Ey benim kullarım! Ben ki, Allah'ım, zulmü kendime haram eyledim (yani benim zâtım zulmetmekten paktır.) Sizin aranızdaki zulmü de haram eyledim. O hâlde, sakın birbirinize zulmetmeyiniz” buyruldu. Buhârî ve Müslim Sahîhlerinde, Abdullah ibni Ömer'in (radıyallahü anhümâ) Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Zulüm, kıyâmette zulmet, karanlık olacaktır” buyruldu. Bir başka Hadîs-i şerîfte; “İki günâh vardır ki, insan daha ölmeden, (yani dünyâda iken) zararlarını çeker: Biri Allahü teâlânın kullarına zulmetmek, diğeri ana ve babaya itâat etmeyip, isyân etmektir” buyruldu.
Sahîhayn'da Ebû Mûsâ'nın (radıyallahü anh) bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ zâlime mühlet verir. Ama onu tutunca da, öyle bir tutar ki, Hakk'ın tutmasından ne kendisi ne de bir başkası onu kurtarabilir” buyruldu. Sonra Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “İşte Rabbin, zulümkar memleketleri çarptığı zaman, böyle yakalayıp çarpar. Doğrusu O'nun cezâlandırması çok acıklı, pek elem vericidir” meâlindeki, Hud sûresinin 102. âyet-i kerîmesini okudu. Bir Hadîs-i şerîfte de; “On kişi üzerine hükümet eden kimseyi, Arasat'a bağlı olarak getirirler. Adalet etmişse kurtulur, zulmetmişse tutulur” buyruldu. Başka bir rivâyette de; “İki kimseyi idâre eden” buyrulmuştur. O hâlde, Allahü teâlânın kullarına zulmeden, hakîkatte kendine zulmetmiş olur. Çünkü zulmün karşılığı insanın kendine döner. Kendisinde görülmezse evlâdına mîras kalır.
Nîk ü bed insan, bulur elbet cihânda ettiğin.
Kendi bulmazsa cezâ, mîras olur evlâdına.
Adalet nümuneleri:
Bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne'nin dışına kondu. Kervan halkı yorgunluktan hemen uyudular. Halîfe Ömer (radıyallahü anh), şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahmân bin Avf'ın evine gelip; “Bu gece bir kervan gelmiş. Hiç biri müslüman değil. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Buradan gelip geçen yabancı ve yolcuların, bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler, içlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın, halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişân eden, binlerce şehir almış, adâleti ile meşhûr yüce halîfenin bu merhamet ve şefkâtini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi, seve seve müslüman oldu.
Rum Kayseri Herakliyüs'ün büyük ordularını perişân eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, zafer kazandığı her şehirde, tellâl çıkarıp ahâliye, halîfe Ömer'in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da; “Ey Rumlar! Allah'ın yardımı ile ve halîfemiz Ömer'in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemiz ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir” diye şehrin ahâlisine duyurdu. Cizye miktarının, fakirlerden kırk, orta hallilerden seksen, zenginlerden yüzaltmış gram gümüş veya bu kıymette mal yahut tahıl olduğunu; kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmayacağını îlân etti. Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmal emîni Habîb bin Müslim'e teslim ettiler. Herakliyüs'ün, bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya'ya hücûma hazırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerin Yermük'teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde me’murlar bağırtıp; “Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi korumağa söz vermiş, karşılığında da cizye almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyüs ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Bu sebeple, verdiğim sözü yerine getiremeyeceğim. Bunun için hepiniz Beytülmal'e gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır” dedi. Boşaltılan Suriye şehirlerinin hepsinde alınan cizyeler iâde edildi. Hıristiyanlar, müslümanların bu adâlet ve şefkâtini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu, seve seve müslüman oldu. Kendi arzuları ile, Rum ordularına karşı İslâm askerine câsusluk yaptılar. Ebû Ubeyde, böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini, günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde, müslüman Rum câsusların çok yardımı görüldü. İslâm devletlerinin meydana gelmesi, yayılması; aslâ, saldırmakla, öldürmekle olmadı. Osmanlılarda da durum hep böyleydi. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti ve İslâm dîninde çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkarlık kudreti idi.
Süveyd bin Gafele anlatır: Hazret-i Ömer Şam'a geldiğinde, yanına ehl-i kitaptan bir adam, bir yahudi geldi ve; “Ey mü’minlerin emîri! Bir müslüman beni bu hâle getirdi” dedi. Dövülmüş, yaralanmış ve başı yarılmış bir hâldeydi. Hazret-i Ömer, bu hâdiseye çok üzüldü. Suheyb'e (radıyallahü anh) “Git, bu işi yapanı bul ve getir” dedi. Suheyb, bu adamı dövüp, başını yaralayanın Avf bin Mâlik el-Eşcel olduğunu öğrenip ona; “Ömer (radıyallahü anh) bu hâdiseye çok üzüldü. Mu’âz bin Cebel'i (radıyallahü anh) yanına al, öyle git, senin namına o konuşsun. Çünkü, senin hâdiseyi tam anlatamamandan korkuyorum” dedi. Hazret-i Ömer, namazı kıldırdıktan sonra; “Suheyb nerede? Adamı getirdi mi?” dedi. Suheyb “Evet!” diye cevap verdi. Avf bin Mâlik, Hazret-i Mu’âz'ı getirmiş ve hâdiseyi de ona anlatmıştı. Mu’âz (radıyallahü anh) “Ey mü’minlerin emîri! İstediğin adam Avf bin Mâlik'tir. Onu dinlemeden, herhangi bir şey yapma!” dedi. Hazret-i Ömer, Avf’dan mes’eleyi anlatmasını istedi. Avf; “Ey mü’minlerin emîri! Bu adamı, merkebinin üzerinde, işine giden müslüman bir kadının peşinde gördüm. Hayvanın kadını düşürmesi için, eşeğe durmadan dürtüyordu. Onu düşüremeyince itti. Kadın düşer düşmez de üstüne saldırdı. Bu işin sebebi budur” dedi. Hazret-i Ömer; “O hâlde, o kadını getir. Bu sözlerini doğrulasın” dedi. Avf, o kadının evine gitti. Bu kadının babası ve kocası; “Biz, yakınımızın ayıbının ortaya çıkmasını istemeyiz” dediler. Kadın ise; “Vallahi ben onunla gideceğim” dedi. Kadının babası ve kocası ise; “O hâlde biz gidip durumu anlatacağız” dediler. Hazret-i Ömer'e gelip, Avf'ın anlattıklarının aynısını anlattılar. Hazret-i Ömer de, yahudinin cezâlandırılmasını emredip; “Bu, sizinle yaptığımız anlaşmanın icâbıdır” buyurdu. Sonra da; “Ey insanlar! Muhammed aleyhisselâm ile yaptığınız anlaşmayı bozmayın. Allah'tan korkun. Kim bu anlaşmaya uymazsa, onun dokunulmazlığı kaldırılır” buyurdu.
Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anh), anlatır: Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) her sene Hayber'e gelir, Hayber mahsulünün kıymetini hesap ederek onların verecekleri vergileri tespit edip tahsil ederdi. Hayber'in yahudi ahâlisi Abdullah bin Revâha'ya, mallarına fazla vergi kesmemesi için, rüşvet teklif ettiler. Bunu gören Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh), “Ey Allah'ın düşmanları! Bana haram mı yedireceksiniz? Vallahi ben, en çok sevdiğim insanın (Resûlullah'ın) yanından geldim. Maymunlar ve domuzlar, bana sizden daha sevimlidir. Size olan kinim ve Resûlullah'a olan sevgim, beni size adâletsizlik etmeye sevketmeyecektir” dedi. Bu sözler üzerine onlar; “Böylelerinin yüzü suyu hürmetine, gökler ve yer ayakta duruyor” dediler.
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmetleri, O'nun yolunda kullanır, vakitlerini; Rabbine ibâdet etmek, insanlara doğru yolu gösterip hak dîni anlatmak ve Allah yolunda cihâd etmekle geçirirdi.
Cihâd, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker demektir. Birincisi, kâfirlere İslâmiyeti tanıtmak, onları küfr felaketinden kurtarmak demektir. İkincisi, müslümanlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mâni olmaktır. Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır. Birincisi, bedenle olur. Beden ile yâni her türlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak, İslâmiyetten haberleri olmayan, başkalarından görmekle veya zâlimlerin, sömürücülerin baskı, işkence ve aldatmaları ile küfre sürüklenen zavallılara İslâmiyeti bildirmeğe engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile dövüşerek, böyle diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilir. Bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zavallı milletler esâretten ve kölelikten kurtarılır. Bunlara İslâmiyet öğretilerek, seve seve müslüman olmaları teklif olunur. Kabûl etmezlerse, İslâm dîninin adil, hürriyetçi ve eşitlik emreden hükümlerine göre, müslümanlarla aynı haklara malik olarak ve kendi dinlerinin icaplarını yerine getirip ve ibâdetlerini serbestçe yaparak yaşamalarına izin verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Yâni devletin ordusu ve savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiç bir müslümanın kâfirlere saldırması, eşkıyalık yapması câiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren müslümanı, İslâm dîni en ağır cezâya çarptırmaktadır. İslâm dîninde cihâd; memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara İslâmiyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) ve daha sonra kurulan hakîkî müslüman olan İslâm devletleri, hep böyle cihâd ettiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara İslâmiyetin ulaştırılmasına, tanıtılmasına mâni olan, İslâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve müslüman ismini taşıyan bid’at sâhibi bölücülerle harb yaparak, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak, hürriyete kavuşturdular. Onlara, İslâmiyeti doğru bir şekilde öğretip, isteyerek müslüman olmalarına ve ebedî saâdete kavuşmalarına sebep oldular.
İslâm cihâdının ikinci şekli, her türlü neşir vâsıtası ile İslâmiyeti insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı, İslâm devletinin yardımı ve kontrolü ile İslâm âlimleri yapar. İslâm düşmanı olan kâfirler, her türlü neşir organları ile İslâmiyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslümanları aldatarak, İslâm dînini yok etmeğe çalışıyorlar. Bir de bâzı sapık kimseler, Kur'ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk mânâlar çıkararak, İslâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bu sapıkların taşkınlık yapanları kâfir oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile yâni kitaplar, mecmualar ve çeşitli neşir vâsıtaları ile bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan “Ehl-i sünnet” veya “Sünnî” denilen hakîkî müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkıyorlar; diğer taraftan da, İslâmiyeti bütün dünyâya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, böyle propagandalar karşısında, ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, müslüman olmaktan vazgeçiyorlar, yahut yanlış, bozuk bir yola girerek müslüman olduklarını sanıyorlar.
Bu durumda müslümanları ve bütün insanlığı kâfir olmaktan ve bid’at fırkalarının yanlış, bozuk neşriyatına aldanarak, sapık müslüman olmaktan kurtarmak için, hakîkî İslâm âlimlerinin, Ehl-i sünnet bilgilerini, kitaplarla her türlü basın vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları, duyurmaları lâzımdır. İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî müslümanlığı yâni Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) yolunu, neşir vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır.
Cihâdın üçüncü kısmı, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günâh olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara duâ etmekle olur. Gaza askeri, duâ askerinin yardımına muhtâçtır. İhlâs ile yapılan duâlar mutlaka kabûl olur.
Dinimizde de çok kıymetli bir ibâdet olan cihâdı Muhammed Masum-i Fârûkî (rahmetullahi aleyh) Mektûbât'ının üçüncü cildi altmış dördüncü mektubunda en güzel şekilde anlatmıştır. Babür-Gürgan devletinin en güçlü sultânlarından olan Âlemgîr Şâh'a yazılan bu mektup şöyledir:
“Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile bu mektubu yazmaya başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği, sevdiği kullarına selâmlar, iyilikler olsun... Bu fakir huzûrunuza arzederim ki, hâliniz hoş, vakitleriniz güzel olsun. Bu büyük iş ve bu ehemmiyetli kâr, güzel huzûrunuzda, gayret ile yapılmaktadır. Hakikatte hayr ve bereket olan, senelerce süren bu iyi niyetli sıkıntılı sefer, derecenizin yükselmesine sebep olmuştur.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Cennet’te yüz derece vardır. Allahü teâlâ onları, Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. İki derece arasında, gökle yer arası kadar mesâfe vardır.” Bu Hadîs-i şerîf, Buhârî’de vardır. “Allah yolunda (düşman karşısında) bir müddet durmak, Kadir gecesini, Mekke-i mtikerremedeki Kâbe'de, Hacer-i Esved'in yanında sabaha kadar ibâdetle geçirmekten hayırlıdır.” Bu Hadîs-i şerîfi Beyhekî rivâyet ediyor. İbn-i Hibbân Sahîh’inde diyor ki: “Alimler; Bir müddet, kısa bir zaman Allah yolunda bulunmak (düşmanın karşısında durmak), içerisinde böyle bir zaman bulunmayan milyonlarca ayı ibâdet ile geçirmekten hayırlıdır buyurdular.”
Enes (radıyallahü anh) Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet etti: “Allah için bir kimse bir gece İslâm sınırlarını bekler, müslümanları muhâfaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur.” Bu Hadîs-i şerîfi Taberânî sağlam delil ile bildiriyor. Âlimlerimiz; “Bu Hadîs-i şerîf, kendi vilayetlerinde korkudan emîn olarak yaşayan insanların amellerinin sevâbını, Allahü teâlâ onları himâye eden vâlilerin, âmirlerin defterine de yazdığını haber veriyor” buyurmuşlardır. Bundan daha büyük fazîlet olur mu?
Ne yazık ki, bu maksattan uzak, böyle lezzetli nîmetlerden zâhiren mahrûmum. Bâzı mâni ve engeller sebebiyle, Allah yolunda çarpışmaktan uzak kalmaktayım. Keşke onlarla, Allah yolunda cihâd edenlerle bulunsaydım. Bu, büyük bir kurtuluşa vesîledir. Fakat kalbden, beni sizinle beraber biliniz. Fakirlerin yapacağı iş olan duâ ve teveccüh ile, size yardımcı olduğumu kabûl ediniz. İnsanlardan uzaklaşarak ibâdetle meşgûl olanlar, senelerce riyâzet çekseler ve kırk gün açlığa katlansalar, bu büyük işin yanına yaklaşamazlar. Hele o cihâd esnâsında edâ edilen ibâdet ve tâatlar, uzlette yapılanlardan kat kat üstündür. Orada yapılan zikir ve tesbîhlerin sevâbları da böyledir. Oradaki namazın derecesi de üstünlük îtibâriyle bambaşkadır. Orada yapılan iyilik ve ikrâmların derecesi yüksek, o harb meydanında hasta olanların hâli çok değişiktir. Nitekim, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allah yolunda yapılan cihâdda, Allahü teâlâyı çok zikredenlere müjdeler olsun. Çünkü, onun her bir kelimesine, yetmişbin sevâb verilir. Her sevâb da on misli yazılır” buyuruyor. Bu Hadîs-i şerîfi Taberânî bildirmektedir.
Bir Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Muhârebe meydanındaki namaz, beşyüz namaz gibi olup, orada verilen altın ve gümüş, başka yerde verilenden yediyüz defâ fazîletlidir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allah yolunda cihâd eden veya bir gaziye yardım eden, yahut âzâd olmak için mükâtip köleye yardım eden, kıyâmet günü, hiç bir yerde gölge bulamadığı zaman arşın gölgesinde bulunur.” Bu Hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî bildirmişlerdir. Yine bir hadîs-i şerîfte; “Allah yolunda durmak, kılıç çekilmese de, süngü kullanılmasa da, ok atılmasa da, içinde bir an Allahü teâlâya isyân edilmeyen altmış senelik ibâdetten daha fazîletlidir” buyruluyor. Bu Hadîs-i şerîfi İbn-i Neccâr bildirmiştir. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse Allah yolunda bir gün, veya bir günden az yahut daha da az hastalık çekse, mağfiret olunur. Yüzbin âzâd edilmiş köle sevâbına kavuşur. Her kölenin kıymeti milyonlar değerindedir.” Bu Hadîs-i şerîfi İbn-i Rehâviyye bildiriyor.
Hadis-i kudsîde; “Nefsine düşman ol. Zirâ o, bana düşmandır” buyruldu. Kalb, îmânı tasdik ve dil de ikrâr eder iken, insanın nefs-i emmâresi, kendi küfür ve inkârında ısrâr eder. Ahkâm-ı semâviyyeye inanmaz, Allahü teâlânın emirlerine uymak istemez. Hattâ hiç kimseye itâat etmek, uymak istemez, Başkan olmak ve hep hükmetmek ister. Aslından; “Sizin Rabbiniz benim” nidâsı duyulur. Bunun için nefse düşmanlık, makbûl ve beğenilir yol oldu. Parlak dînimizin dâhilinde, ona muhâlefet ve onunla cihâd etmek, onu yenmeğe uğraşmak, onun emrine girmemek “Cihâd-ı ekber” oldu. Vatana saldıran din düşmanları ile cihâd her zaman olmaz ve rast gelmez. Ama insanın kendi içinde olan düşmanı ile cihâd dâimîdir. Acıması ve esirgemesi pek fazla olan Allahü teâlâ, re’fet ve rahmetinin çokluğundan, îmânın hâsıl olmasını ve ebedî azâbdan kurtulmanın kalbin tasdikine bağlı olduğunu buyurdu. Nefsin de tasdikini teklif etmedi.
Umarım kabûl ede göz yaşımı,
O ki inci yapar, su damlasını.
Süleymân aleyhisselâmın mûcizeleri:
Rivayete göre, Süleymân aleyhisselâmın bir çok mûcizesi vardı. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Sebe’ sûresi 12. âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar onun emri altında idi. Şöyle anlatılır: Azrâil aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Adam, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrâil aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emretmesini, rüzgârın kendisini garp memleketlerinden birine götürüp, Azrâil aleyhisselâmdan kurtarmasını istedi. Azrâil, aleyhisselâm tekrar gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrâil aleyhisselâm; “Bir saat sonra garbdaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emir olunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup garba gidince, onu orada görüp canını aldım” dedi. Görülüyor ki, ezeldeki takdirin hâsıl olması için, adam Azrâil aleyhisselâmdan korktu. Süleymân aleyhisselâm onun isteğini yerine getirdi. Ezeldeki takdir, sebepler zinciri ile yerine getirildi.
2- Süleymân aleyhisselâm denizi geçmek isteyince, su çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, bütün cinnîler emrinde idi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, nakışlar, çanaklar, sabit kazanlar, tencereler yaparlardı.
4- Karıncalara varıncaya kadar her havyanın sesini işitir, dillerini anlardı.
5- Cinnîler vâsıtası ile denizlerdeki incileri, cevherleri, yerde bulunan defîneleri bilirdi.
6- Neml vâdisinde, maiyeti ile beraber bir dağ üzerine konup kaldığı esnada, o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir miktar su alıp, serpti. Derhal dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
7- Süleymân âleyhisselâm bir yere gittiği vakit, beraberinde duvarlar da giderdi.
Molla Miskîn (rahmetullahi aleyh) Mearic-ün-nübüvve kitabında, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) husûsiyetlerini anlatırken buyurdu ki:
“Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Süleymân âleyhisselâm üzerine fazîleti şunlardır: 1- Süleymân aleyhisselâma rüzgâr hizmet etti. Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, büyük melekler hizmet ettiler. 2- Süleymân âleyhisselâm bir günde bir iki aylık yol giderdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), bir anda yerden arşa gitti. 3- Süleymân aleyhisselâma kuşlar gölge ederdi, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bulut gölge verirdi. 4- Süleymân aleyhisselâmın mührünün altında, bütün dünyâ hizmet için toplandıysa; Habîbullah'ın livâ-i hamdi altında, kıyâmet günü; bütün enbiyâ, evliyâ, şühedâ, sulehâ toplanacaktır. 5- Süleymân aleyhisselâma, bütün dünyâ mülkü verildi ise; bu Habîb'in âciz bir ümmetine, Cennet’te bu dünyânın on misli büyüklüğünde mülk verildi. 6- Süleymân aleyhisselâma, kürsî verildi; Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Ayet-el-Kürsî verildi. Şeytanlar ondan kaçarlar. Ayet-el-Kürsî, Cennet hazînelerindendir.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Mazharî
2) Tefsîr-i Kurtubî
3) Tefsîr-i Kebîr
4) Tefsîr-i Beydâvî
5) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân
6) Tefsîr-i Hâzin
7) Tefsîr-i Taberî
8) Hâşiye-i Şeyh-zâde ala tefsîr-i Kâdı Beydâvî
9) Hâşiyet-üş-Şihâb alâ Tefsîr-i Kâdı Beydâvî
10) Hâşiyet-üs-Sâvi alel-Celâleyn
11) Hâşiyet-ül-Cemel alel-Celâleyn
12) Garâib-ül-Kur'ân
13) Dürr-ül-mensûr
14) Tefsîr-i Tıbyan
15) Tefsîr-i Mevâkıb
16) Tefsîr-i Hüseynî
17) Gunyet-üt-talibîn (Mısır 1956); cild-1, sh. 103
18) Feth-ül-Bârî; cild-6, sh. 329
19) Sahîh-i Müslim; İstisna bâbı, hâdis No: 22
20) Bahr-ul-muhit
21) El-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 229
22) El-Meârif
23) Et-Tebsıra; sh. 287
24) Hasâis-ül kübrâ; sh. 183
25) Künh-ül-ahbar; cild-2, sh. 74
26) Kısas-ül-enbiya (Arâis); sh. 292
27) Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 140, cild-4, kısım-8 sh. 12, kısım-7 sh. 171
28) Meâric-ün-nübüvve (Molla Miskîn)
29) Mu'cizat-ül-enbiyâ
30) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 252, cild-2, sh. 119, 177, cild-5, sh. 83, 286, cild-12, sh. 236, cild-14, sh. 225
31) Rehber Ansiklopedisi; Süleymân aleyhisselâm maddesi, cild-15, sh. 367
32) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 98, 379
33) İslâm Ahlâkı; sh. 67, 104
34) Tam ilmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 61, 359, 705, 1043, 1068
35) Ravdat-üs-safâ; sh. 318