20 Kasım 2017

ALLAHÜ TEÂLÂ C.C.


ALLAHÜ TEÂLÂ C.C.
 Herşeyi yoktan vâreden, varlığı muhakkak lâzım olan hakîkî mâbud. 
Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstü yoktur.
Dînimizde, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmak îmânın ilk şartıdır. Allahü teâlâya îmân; "Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır" diye kesin inanmaktır. Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji çeşitlerini, hareketleri, kânunları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan var eden ve hepsini, her an varlıkta durduran yalnız O'dur. Âlemlerde olan her şeyi, hiç biri yok iken, bir anda yarattığı gibi, her zaman, birbirlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, her şeyi bir anda yine yok edecektir. "Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur" diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O'nundur. O'nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütûflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Asîlerin, günah işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâletine uygun olur. Fakat, müslümanları ve ibâdet edenleri Cennet’e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirleri ise, Cehennem’de sonsuz azâbda bırakacağını dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân edip, itâat etseler O'na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O'na hiçbir zarar vermez. Kul, bir şey yapmak dileyince, O da isterse, yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O'dur. O dilemezse, yaratmazsa, hiç bir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyân edemez. Küfrü, günahları, diler ise de, bunlardan râzı değildir. O'nun işine, kimse karışamaz. "Niçin böyle yaptı? Şöyle yapsaydı." demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse affeder. Küçük bir günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü'minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü'minlere ise, lütf ve cemâl ile görünecektir. Mü'minler, erkek olsun, kadın olsun Cennet’te cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler de görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!" buyruldu. Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan bilineceği gibi, âhırette de anlaşılamadan görülecektir. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılamaz. Dünyâ işlerine benzemez. Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez. Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde olmadığı gibi, cisim de değildir. Element değildir. Karışım, bileşik değildir. Sayılı değildir, ölçülmez. Hesâb edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı olmayıp, bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi-sonrası, önü-arkası, altı-üstü, sağı-solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiç bir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâya lâyık olmayan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz, bugün kullanılan mânâlarda değildir. Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere müteşâbihât denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud bunlar, kısaca veya uzun olarak, te'vil olunur. Yâni, Allahü teâlâya yakışacak mânâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, "Geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir" denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese şah damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, beraber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. O'nun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir. Yâni, İslâmiyette bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet, Allahü teâlâya "fakîh" dememiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, mâbud demektir. Meselâ, "Hindlilerin tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah, O'ndan başka tanrı yok" denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, mâbud mânâsına kullanılabilir. "Allah" adı yerine kullanılamaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. "Binbir ismi var" diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksan dokuzu bildirilmiştir. Bunlara "Esmâ-i hüsnâ" denir.

Allahü teâlânın sıfatları:

Bütün varlıkların her organının, her hücresinin yaratıcısı, yoktan var edicisi, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyde, Allahü teâlânın yüksek zâtının hakîkatini kimse bilemez. Akla hayâle gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiç biri o değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîmde, bizzat kendisinin, açıkladığı sıfatlarını, isimlerini ezberleyip, ulûhiyetini, büyüklüğünü bunlarla tasdik ve ikrâr etmelidir. Âkıl ve bâliğ olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve sübûtî sıfatlarını doğru olarak öğrenip inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmayıp büyük günahtır.

Allahü teâlânın zâtî sıfatları:

Bunların hepsi altıdır. Bu altı sıfatın hiç biri, varlıkların hiç birinde yoktur. Yalnız Allahü teâlâya mahsusturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiç bir sûrette bağlantıları da yoktur. Bunlar:
1- Vücûd: Allahü teâlâ vardır. Varlığı ezelîdir. Vâcibül-vücûddur. Yâni varlığı hep lâzımdır.
2- Kıdem: Allahü teâlânın evveli yoktur. Ezelîdir.
3- Beka: Allahü teâlânın sonu yoktur. Ebedîdir. Hiç yok olmaz. Ortağı olmak muhal olduğu gibi, zât ve sıfatları için de yokluk muhaldir.
4- Vahdâniyyet: Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde ortağı yoktur.
5- Muhâlefetün-lil Havadis: Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında hiç bir mahlûkâtın zât ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyâm bi-nefsihî: Allahü teâlâ, zâtı ile kâimdir. Durmak için biryere muhtâç değildir. Zîrâ, her ihtiyaçtan münezzehtir. Bu kâinatı yokluktan varlığa getirmeden önce, zâtı nasıl ise sonsuz olarak, hep öyledir.

Allahü teâlânın subûtî sıfatları:

Bunların hepsi sekiz tanedir. Bu sıfatlar, Allahü teâlânın varlığını göstermekte, zâtında, sıfatlarında ve işlerinde kemâl, üstünlük bulunduğunu ve hiçbir kusur, karışıklık ve değişiklik olmadığını bildirmektedir.
1- Hayat; Allahü teâlâ diridir. Hayatı, yarattıklarının hayatına benzemeyip, zâtına lâyık ve ona mahsustur. Bu hayat, ezelî ve ebedîdir.
2- İlim: Allahü teâlâ herşeyi bilir. Bilmesi, yarattığı varlıkların bilmesi gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezelî ve ebedîdir.
3- Sem': Allahü teâlâ işitir. Vâsıtasız, ortamsız işitir. Kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı da, her sıfatı gibi ezelî ve ebedîdir.
4- Basar: Allahü teâlâ görür. Aletsiz ve şartsız olarak gizli ve âşikâr olan herşeyi görür.
5- İrâde: Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey, O'nun dilemesi ile olur. İrâdesine engel olacak hiç bir kuvvet yoktur.
6- Kudret: Allahü teâlânın gücü yeticidir. Hiç bir şey O'na güç gelmez.
7- Kelâm: Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi âlet, harfler, sesler ve dil ile değildir. Kur'ân-ı kerîm, O'nun kelâmıdır.
8- Tekvin: Allahü teâlâ yaratıcıdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratır.
Allahü teâlânın sıfatları da, zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Yâni sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer nümûne, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfat-ı sübûtiyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Yâni sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfatından her biri basîttir, bir hâldedir. Hiç birinde, hiç bir değişiklik olmaz. Fakat mahlûklara te'alluk bakımından her biri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te'alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basît olmasına zarar vermez. O, bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşitli mahlûkları yarattı ve hepsini, her ân, yok olmaktan korumaktadır. Fakat O, yine birdir. O'nda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O'na muhtâçtır. O, hiç kimseye muhtâç değildir.

Allah vardır ve birdir. O'ndan başka bütün varlıklar yok idi, yine yok olacaklardır:

Tabîattaki varlıklar his organları ile tanınmaktadır. Duygu organlarına etki eden şeylere varlık denir. Varlıkların beş duygu organına yaptıkları etkilere, tesirlere özellik veya sıfat denir. Varlıklar, birbirlerinden, özellikleri ile ayırt edilmektedir. Işık, ses, su, hava, cam, birer varlık, yâni mevcûddur. Ağırlığı ve hacmi olan yâni boşlukta yer kaplayan varlıklara cevher veya maddedenir. Maddeler birbirlerinden, sıfatları, hâssaları ile ayırt edilirler. Hava, su, taş, cam, ayrı birer maddedir. Işık, ses ise, madde değildir. Çünkü ışık ve ses, yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her varlık, enerji yâni kudret taşımaktadır. Yâni, iş yapabilir. Her madde, katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunabilir. Katı maddelerin şekli vardır. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler hep cisim hâlinde bulunur.
Bütün cisimler, meselâ dağlar, denizler, her türlü bitki ve hayvanlar, bilinen yüzbeş elementten meydana gelmektedir. Canlı, cansız her cismin yapı taşı, hep bu yüzbeş elementtir. Bütün cisimler, bu yüzbeş elementten birinin veya birkaçının atomlarının bir araya gelmesinden hâsıl olmaktadır. Hava, toprak, su, ısı, ışık, elektrik ve mikroplar, bileşik cisimlerin parçalanmalarına veya cisimlerin birleşmelerine sebep oluyorlar. Sebepsiz hiç bir değişiklik olmaz. Bu değişmelerde, elementler, yâni bu varlıkların yapı taşları, cisimden cisme yer değiştiriyor veya bir cisimden ayrılarak serbest hâle geçiyorlar. Cisimlerin yok olduklarını görüyoruz. Gördüğümüze göre hüküm ederek aldanıyoruz. Çünkü; "Yok oluyor ve var oluyor" dediğimiz bu görünüş, maddelerin değişmelerinden başka bir şey değildir. Bir cismin, meselâ mezârdaki ölünün yok olması, yeni cisimlerin, meselâ suyun, gazların ve toprak maddelerinin var olmaları şeklinde oluyor. Bir değişmede, var olan yeni maddeler, duygu organlarımıza etki etmezlerse, bunların meydana geldiklerini anlayamıyoruz. Bunun için, değişikliğe uğrayan birinci maddeye "Yok oldu" diyoruz.
Yüzbeş elementten her birinin şekillerinin diğerine benzemediği ve her elementte fizik ve kimya olayı olduğu görülmektedir. Bir element, bir bileşiğin yapısına katılınca, iyon hâline geçer. Yâni, atomları elektron verir veya alır. Böylece, bu elementin çeşitli fizik ve kimya özellikleri değişir. Her elementin atomları, bir çekirdekle, elektron denilen çeşitli miktarlarda, daha küçük parçalardan yapılmıştır. Çekirdek, atomun ortasındadır. Hidrojenden başka, bütün atomların çekirdekleri, proton ve nötron denilen taneciklerden yapılmıştır. Protonlar, pozitif elektrik yüklüdür. Nötronlar, elektrik yükü taşımazlar. Elektronlar, negatif elektrik tanecikleridirler ve çekirdek etrâfında dönerler. Elektronlar, her an yörüngelerinde döndükleri gibi, yörüngelerini de değiştirmektedirler.
Atomların çekirdeklerinde de, değişmeler, parçalanmalar olduğu, radyoaktif denilen elementlerden anlaşılmaktadır. Çekirdeklerin bu parçalanmasında, bir elementin başka elemente döndüğü, maddelerin yok olarak enerji (kudret) hâline döndüğü de anlaşılmış, bu değişme Einstein (Aynştayn) tarafından hesâb bile edilmiştir. Demek ki, bileşik cisimlerde olduğu gibi, elementler de, hep değişmekte, bir hâlden başka hâle dönmektedir. Canlı cansız her madde değişmekte, yâni eskisi yok olup, yenisi var olmaktadır. Bugün, var olan her canlı, (her bitki, her hayvan) önce yoktu. Başka canlılar vardı. Bir zaman sonra da, şimdiki canlılardan hiç biri kalmayacak, başka canlılar var olacaktır. Cansız varlıkların da hepsi böyledir. Canlı cansız her varlık, meselâ bir element olan demir veya birkaç cisim karışımı olan taş, kemik, bütün maddeler, bütün zerreler hep değişmektedirler. Yâni eskileri yok olmakta ve başkaları var olmaktadır. Var olan madde ile, yok olan maddenin özellikleri birbirine benziyorsa, insan bu değişikliği anlayamıyor, maddeyi hep var sanıyor. Sinemada, hareket eden film şeridinde, objektif önüne, her an başka resimler gelip gitmekte iken seyircilerin bunu anlamayıp, aynı resmin perdede hareket ettiğini sanmaları gibidir. Kâğıd yanıp kül olunca bu değişikliği anladığımız için, "Kâğıd yok oldu, kül var oldu" diyoruz. Buz eriyince; "Buz yok oldu, su var oldu" diyoruz.
İşte bütün bu hâdiseler ve bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların hepsine âlem denir. Varlıkların bir cinsten olanlarına da birer âlem denir. Meselâ insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız madde âlemi gibi. Yâhud her bir cisim, bir âlemdir. Âlem, yâni her şey hâdisdir, yâni mahlûktur. Yâni, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Her zaman, birbirlerinden de var olmaktadırlar. Cisimlerin maddesi de, sıfatları da, hâdisdir ve hepsini Allahü teâlâ yaratmıştır.
İslâm âlimleri, maddelerin ve sıfatlarının hâdis olduğunu birkaç yoldan isbât etmektedirler. Birinci yol, maddeler ve bütün zerreleri hep değişmektedir. Değişmekte olan şey, kadîm olamaz, hâdis olması lâzımdır. Çünkü her maddenin, kendinden öncekinden meydana gelmesi işi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin, yoktan var edilmiş olmaları lâzımdır. Yoktan var edilmiş olan ilk maddeler bulunmasaydı, yâni sonraki maddenin kendinden önceki maddeden hâsıl olması işi sonsuz öncelere gitseydi, maddelerin birbirlerinden meydana gelmelerinin bir başlangıcı olmazdı ve bugün hiç bir maddenin var olmaması lâzım gelirdi. Maddelerin var olmaları ve birbirlerinden hâsıl olmaları, yoktan var edilmiş olan ilk maddelerden üremiş olduklarını göstermektedir.
Ayrıca, gökten düşen bir taşa; "Sonsuzdan geldi" denemez. Çünkü, sonsuz, başlangıcı, ucu yok demektir. Sonsuzdan gelmek, yoktan gelmek olur. Sonsuzdan geldiği düşünülen şeyin, gelmemesi lâzım olur. Gelen bir şeye; "Sonsuzdan geldi" demek, akla, fenne uymayan câhilce bir söz olur. Bunun gibi, insanların birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden gelemez. Yoktan yaratılan bir insandan başlıyarak üremeleri lâzımdır. "Yoktan var edilmiş olan ilk insan olmayıp, insanların birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden gelmektedir" denirse, hiçbir insanın varolmaması lâzım olur. Her varlık için de böyledir. Maddelerin, cisimlerin birbirlerinden hâsıl olmaları için; "Böyle gelmiş böyle gider. Yoktan var edilmiş ilk maddeler yoktur" demek, akla ve fenne uymayan, câhilce sözdür. Değişmek, sonsuz olmayı değil, yoktan yaratılmış olmayı, yâni vâcib-ül-vücûd olmağı değil, mümkin-ül-vücûd olmağı göstermektedir.
"Bu âlemi yaratanın kendisi ve sıfatları kadîmdir, ezelîdir. Yaratmak sıfatı kadîm olduğundan bu âlemin de kadîm olması lâzım gelmez mi?" denirse: cevap olarak denir ki:
Kadîm olan yaratıcının, maddeleri, zerreleri, çeşitli sebeplerle değiştirdiği, yâni yok edip, bunların yerine başkalarını yaratmakta olduğu, her zaman görülüyor. Kadîm olan yaratıcı, irâde ettiği, dilediği zaman, yâni her zaman maddeleri birbirlerinden yaratmaktadır. Âlemleri, her maddeyi, her zerreyi sebeplerle yarattığı gibi, irâde ettiği zaman, sebepsiz, vâsıtasız olarak, yoktan da yaratır.
Âlemlerin hâdis olduğuna inanan, fânî olduklarına, yâni tekrar yok olacaklarına da inanır. Yok iken, sonradan yaratılmış olan varlıkların yine yok olabilecekleri meydandadır. Bir çok varlıkların yok oldukları, yâni duygu organlarına etki etmeyecek hâle döndükleri, şimdi de görülüyor.
Müslüman olmak için, maddelerin ve cisimlerin, yâni her varlığın, yoktan var edilmiş olduklarına ve tekrar yok olacaklarına inanmak lâzımdır. Cisimlerin yok iken sonradan var olduklarını ve tekrar yok olduklarını yâni şekillerinin ve özelliklerinin kalmadığını görüyoruz. Cisimler yok olunca maddeleri kalıyor ise de, bu maddelerin de ezelî olmadıklarını, çok öncelerde, Allahü teâlâtarafından yaratılmış olduklarını ve kıyâmet gününde hepsini tekrar yok edeceğini yukarıda bildirdik. Zamânımızın fen bilgileri, buna inanmağa mâni değildir. İnanmamak, fenne iftirâ etmek ve İslâm düşmanı olmak demektir. İslâmiyet, fen bilgilerini reddetmiyor. Din bilgilerini öğrenmemeyi ve ibâdet vazifelerini yapmamayı reddediyor. Fen bilgileri de, İslâmiyeti inkâr etmemektedir.
Âlem, hâdis olunca, bunun yoktan yaratanı vardır. Çünkü hiç bir olayın kendiliğinden olması mümkün değildir. Bu yaratan vâcib-ül-vücûddur. Yâni, yok iken sonradan var olmuş değildir. Hep var olması lâzımdır. Var olması için hiç bir şeye muhtâç değildir. Hep var olması lâzım olmasa mümkin-ül-vücûd olur. Âlemler gibi hadis, yâni mahlûk olur. Mahlûk başka bir mahlûkun değişmesinden veya yoktan var edilir. Onu da yaratan lâzım olur. Böylece sonsuz yaratanlar lâzım olur. Mahlûklardaki değişmelerin sonsuz olamayacağı yukarıda bildirildiği gibi düşünülürse, yaratıcıların da sonsuz olamayacağı, yaratmanın birinci bir yaratıcıdan başlayacağı anlaşılır. Çünkü yaratıcıların birbirlerini yaratmaları sonsuz olarak gider denince, hiç bir yaratıcının bulunmaması lâzım olur. İşte, yaratılmış olmayan birinci ve ilk yaratıcı, mahlûkların tek yaratıcısıdır. O'ndan önce ve sonra, başka bir yaratıcı yoktur. Yaratıcı yaratılmaz. O, hep vardır. Bir an yok olsa, her mahlûk yok olur. Vâcib-ül-vücûd hiç bir bakımdan hiç bir şeye muhtâç değildir. Yerleri, gökleri, atomları, canlıları, düzenli, hesaplı bir şekilde yaratanın kudretinin, kuvvetinin sonsuz olması, bilici olması, dilediğini hemen yapması, bir olması, onda hiç değişiklik olmaması lâzımdır. Kuvveti sonsuz ve âlim olmasa, böyle düzenli, hesaplı bir şekilde mahlûkları yaratamaz. Bu yaratıcı birden çok olursa, bir şeyin yaratılmasında, istekleri uymayınca, istediği yapılmayanlar yaratıcı olamazlar ve yaratılan şeyler karma-karışık olur.
Yaratıcıda hiç değişiklik olmaz. Şimdi nasılsa, âlemi yaratmadan önce de öyle idi. Her şeyi yoktan yaratmış olduğu gibi, her zaman da, şimdi de, her şeyi yaratmaktadır. Çünkü değişmek, mahlûk olmayı, yoktan yaratılmış olmayı gösterir. O'nun hep var olduğunu, yok olmayacağını yukarıda bildirdik. Bunun için, O'nda hiç değişiklik olmaz. Mahlûklar ilk yaratılmalarında O'na muhtâç oldukları gibi, her an da muhtâçtırlar. Her şeyi yaratan, her değişikliği yapan yalnız O'dur. Düzenli olmaları için ve insanların yaşıyabilmeleri ve medenî olabilmeleri için, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebepleri O yarattığı gibi, sebeplerin tesir etmelerini, iş yapabilmelerini de O yaratmaktadır. İnsanlar sebeplerin maddelere tesir etmelerine vâsıta olmaktadır.
Aç olunca, bir şey yemek, hasta olunca ilâç almak, mum yakmak için kibriti çakmak, hidrojen elde etmek için çinko üzerine bir miktar asit dökmek, çimento yapmak için kireç taşı ile kili karıştırıp ısıtmak, süt elde etmek için ineği beslemek, elektrik elde etmek için hidroelektrik santralı kurmak, her çeşit fabrika yapmak, sebepleri kullanarak, yeni şeyler yaratmasına vâsıta olmaktır. İnsanın, irâdesi ve kuvveti de Allahü teâlânın yarattığı birer sebeptir. İnsanlar da Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmaktadır. Allahü teâlâ, böyle yaratmak istiyor. Görüldüğü gibi; "İnsan bir şey yarattı" demek, akla ve dîne uymayan câhilce, bir sözdür.

Allahü teâlânın varlığına inanmak:

İnsan daha çocukken etrâfında gördüğü eşyanın nereden ve nasıl meydana geldiğini araştırmağa başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyânın nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek tahsilini yaparak, her gün etrâfta görülen bütün bu eşya ve mahlûkların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sür'at ile fezâda tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yerçekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mûcizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebâtlar nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti sağlar ve nebâtların yetişmesini, bâzılarının içinde ise, kimyevî değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini te’min eder. Hâlbuki yer küresinin, kâinat içinde ufacık bir varlık olduğu bilinmektedir. Güneş etrâfında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyâmızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kâinatın kuvvet ve gücünü izâh için bir küçük misâl verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki, insanların "En büyük enerji kaynağı" saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarından ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak olursa, bu enerjinin, onbinlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu görülür.
İnsan, kendi vücûdunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile çok büyük bir kimyâ hâdisesidir. Havadan alınan oksijen, vücûtta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı çıkarılır.
Sindirim (hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mîde ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücûda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hâdise, otomatik olarak büyük bir intizam ile yapılmakta, vücûd bir fabrika gibi işlemektedir.
İnsanın vücûdunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyasal reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, mânivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme te'sisâtı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcûttur. Kalb ise hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar; "Bir insanın vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için; "Bir insan vücûdunun kıymeti, beş-on liradan ibârettir" derlerdi." Bugün, Amerika üniversitelerinde yapılan hesâblar, insanın vücûdunda durmadan meydana gelen çok sayıda kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi; "Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmağa kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar bunu yapmağa kâfi gelmez." Hâlbuki, insanda bütün bu maddî mükemmeliyyet yanında; anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, mânevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında birde rûhu mevcuddur. Beden ölür, rûh ölmez.
Hayvanlar âlemine dikkat ile bakacak olursak, yaratıcının büyük kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Bâzı canlı varlıklar o kadar küçüktür ki, bunlar ancak mikroskop altında görülebilir. Bâzılarının görülebilmesi için (meselâ virüsleri incelemek için) bir milyon defâ büyülten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç vardır.
En büyük yapay iplik fabrikalarının çeşitli modern makinalarla yaptığı ipeğin randımanı, küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipeğin randımanının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesâblara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lâmbası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe yetmez mi? O hâlde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu evrenin bir yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte, bu yaratıcıya Allah diyoruz. İslâmiyette ilk esas, Allah'ın varlığını kabûl etmektir.
Etrâfımıza iyice baktığımız zaman ve târihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah'a inanmayanlar; "Bunları tabîat yapıyor. Her şeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor" diyorlar. Bunlara deriz ki: "Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil, tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?" Bize gülerek, "Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir san'at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir" demez mi? Tabîattaki her varlık da, böyle bir san'at eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince san'atların birer sergisidir. Bugün "Fennin buluşları, başarıları" diye öğündüklerimiz, tabîattaki bu güzel san'atlardan birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmektir. İslâm'a karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz bilgini Darwin bile; "Gözün yapısındaki san'at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? "Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur" demek, câhillik, ahmaklık değil midir?
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde yarattığı varlıklara "tesâdüfen olmuştur" diyenlerin sözleri câhilcedir ve fen bilimlerine aykırıdır. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şekilde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış taşların hemen hepsini torbaya atalım ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmağa çalışalım. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimâli on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimâl yoktur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişi güzel, meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veya başka bir dilde bir mânâ ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişi güzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, mânâsı olan bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahîfe yazı veya kitap teşkil edilse, sahîfenin ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?
Cisimler yok oluyor, bunlardan başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya bilgilerine göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radyoaktif hâdiseler elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hattâ, Einstein (Aynştayn) adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün (değişmenin) matematik formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin durmadan tehavvül etmeleri (değişmeleri), birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. "Böyle gelmiş, böyle gider" denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. "Değişmelerin başlangıcı vardır" demek; "Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır" demektir. "Hiç bir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır" demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzımdı. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. "Sonsuz önce" demek; "Bir başlangıç yok" demektir. "Sonsuz öncelerde var olmak" demek "ilk, yâni başlangıç olan bir varlık yok" demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk mahlûktan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin varlığına inanmak îcâb eder.
Âlemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunması ve bu yaratıcının hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz varolması lâzım gelir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat Allahü teâlâ âdet-i ilâhîsine uygun olarak, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilâç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere tesir eden kuvvet, Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irâde de vermiştir. Sebeplere, vâsıtalara, yaratıcı demek doğru olamaz.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü O'nun varlığı lâzımdır, yâni Vâcib-ül-vücûddur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yâni şerîki, benzeri yoktur. Vâcib-ül vücud olmakta, ulûhiyete ve ibâdet olunmağa hakkı olmakta ortağı yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfi olmaması ve müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. Varlık ve ulûhiyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir. Yâni kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzum yoktur. Lüzumsuz olmak ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yâni ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Şu hâlde Allahü teâlânın şerîki, ortağı, benzeri yoktur. Yâni birdir.
Müslüman, ilk olarak Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, birliğini, doğmadığını, doğurulmadığını, dâim ve değişmez olduğunu bütün kalbi ile kabûl eder. Bu inanış, İslâm'ın ilk şartıdır.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve O'nu sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nâsîb ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pek çok sebep vardır. Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdun bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya cenâb-ı Hak tarafından insanlara takdir edilen felâketler, elemler hepsi O'ndan gelmektedir. Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, cenâb-ı Hakk'ın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği andan îtibâren başlayacaktır. Bütün bunlar, cenâb-ı Hak'tan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Cenâb-ı Hakk'ı sevmek için de, sebepler pek çoktur. Evvelâ, müslüman olarak dünyâya gelmek, yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için tek başına en büyük sebeptir. Meselâ, hıristiyan olarak dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zamânımızda müslüman olarak doğmak da kâfi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihtir. İsmi, Ahmed veya Hatice olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz'ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilmek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak gibi binlerce nîmet, hep cenâb-ı Hakk'ın lütûf ve ihsânıdır. Bu saydığımız nîmetlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, cenâb-ı Hakk'ı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Bizi yoktan var eden ve her nîmeti gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmemiz lâzım ve zarurîdir. Bu husûsta İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) bir mektubunda buyurdu ki: İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O'dur. Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyliyebilmemiz, hep O'ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen; insanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren O'dur.
Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvây etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nîmetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesden gelen nîmetleri gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi, kalın kafalılar da, zekî, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü anlatılanlar, meydanda olup, düşünmeğe bile lüzum görülmeyen bilgilerdir.
İnsanın, bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan ve kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Saygı ve şükür sandıklarımız, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleriAllahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna İslâmiyet denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye müslümandenir. Allahü teâlâya şükretmeğe, yâni Muhammed aleyhisselâma uymağa, ibâdet etmek denir. İslâmiyet iki kısımdır:
1- Kalb ile îtikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara usûl-i dîn denir.
2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara fürû-i dîn denir.
Îmân ve îtikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme ilm-i kelâm denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara akâid kitabı da denir. Amel edilecek, yâni kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, ahkâm-ı şer'iyye denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme ilm-i fıkh denir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için, yânî yüksek din ilimlerini tahsil etmemiş olanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îmân), ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara ilm-i hâl kitapları denir. Dînini bilen seven ve kayıran mübârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp; çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazifesidir.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Mazharî; cild-10, sh. 329
2) Fıkh-ül-ekber (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İstanbul 1970)
3) El-Kavl-ül-fasl (Muhyiddîn Muhammed, İstanbul 1984)
4) Kitâb-üt-tevhîd (İmâm-ı Mâtürîdî, Beyrut 1970)
5) Akâid-i Nesefî (Necmeddîn Ebû Hafs Ömer, İstanbul 1980)
6) Nuhbet-ül-leâlî (Muhammed bin Süleymân Hâlebî, İstanbul 1985)
7) El-Îmân vel-İslâm (Hâlid-i Bağdâdî, İstanbul 1985)
8) Şerh-i Mevâkıf (Seyyid Şerif Cürcânî, İstanbul 1266)
9) Âmentü Şerhi (Kâdı-zâde, İstanbul 1232)
10) Şerh-ül-mekâsıd (Sadeddîn Teftâzânî, İstanbul 1305)
11) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-2, mektup 9, cild-3, mektup, 17
12) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 349, 404, 723, 1005
13) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 5, 15, 63, 71
14) Şerh-i Akâid (Teftâzânî, İstanbul 1980)
15) El-Merâh-ül-meâlî (Âsım Efendi, İstanbul 1304)
16) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 189

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...