05 Ekim 2017

Selahaddin Eyyubi: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı


Selahaddin Eyyubi Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı

Selahaddin Eyyubi: Hayatı, Kişiliği ve Din Anlayışı
SELÂHADDİN-İ EYYÛBÎ ’NİN HAYATI
Yazının Sahibi: İbrahim Halil Ulaş
Selâhaddin Eyübi (ö.589/1193) yalnız Müslümanlar nezdinde değil, düşmanları tarafındanda takdir edilen ender şahsiyetlerden biridir. Savaş meydanlarında düşmanı Frenkleri bozguna uğratan Sultan Selâhaddin‘in, Kudüs ve Suriye sahil bölgesini fethi sırasında gösterdiği âlicenaplık Avrupalı tarihçiler tarafından takdirle karşılanmıştır. Selâhaddin-i Eyyûbi’nin hem Doğu’yu hem Batı’yı etkileyen güçlü mirası, kurduğu İslam birliği ve Haçlılarla mücadele politikası kendisinden sonra gelen birçok devletlere ve yapılar üzerinde de şüphesiz etkisini yüzyıllarca devam ettirmiştir. Selâhaddin-i Eyyûbi’yi ve İslam birliği politikası daha iyi anlamak ve kavramak için onun hayatına ve yaşamına dikkatlice bir bakmamız gerekir. Selâhaddin‘in babası Necmeddin Eyyûb’a nisbet edilen Eyyûbilerin menşei ve ilk devirleri, kendi zamanlarından itibaren tarihçilerin dikkatini çekmiş, bu konuda çok tartışılmış, çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İbnü’l Esir; “Esedüddin ile kardeşi Necmeddin Eyyüp aslen er-Ravadiyye adlı şerefli bir kabileye mensuptur” der. Eyyûbilerle ilgili ilk bilgiler Azerbaycan’ın Duvin(Dovin) şehrini işaret eder. Bu konuda tarihçiler mutabıktır. Bazı tarihçilere göre: Selâhâddin aslen Hezbaniye aşiretine bağlı Kürd’lerdendir . Batılı yazarlar bu konuyu ön plana çıkarma çabası İçindedirler. Ancak tarihi gerçeklere dayanarak yapılan tesbite göre ise Eyyûbiler, Kürt, Türk ve Arap karışımıdır . Eyyübiler ailesinde, bu bahsi geçen etnik unsurların izlerini bulmak mümkündür. Irak’ın Tikrit kasabasına yerleşen ve Miladi XII. (Hicri VI.) yüzyılın başlarında Selâhaddin’in babası Eyyûb’ün veya dedesi Şazi ‘nin başkanlığında Irak’a gelen aile Selçuklu emirlerinden Behruz’un hizmetine girer. Eyyûbi ailesi Selçuklu sultanı Muhammet Tapar zamanında Irak‘a göç etmiştir. Ailenin Azerbaycan’dan güneye göç etmesinin sebebini bölgedeki Gürcü, Rus ve Abhazaların saldırısı sonucu olarak değerlendirmek gereklidir. Bu saldırılardan sonra aşiret reisi Şazi B. Mervan iki oğlu Necmeddin Eyyûb ile Esedüddin Şirkûh‘u alıp Irak’a göç etmiştir. Esedüddin ile Necmeddin Irak’a gelip Bağdat Şahnesi Mücahidüddin’in hizmetine girdiler. Mücahidüddin Necmeddin’in akıllı, ileri görüşlü ve güzel ahlaklı bir insan olduğunu gördü. Necmeddin Şirkûh’tan büyüktü, bu sebeble O’nu kendisine ait olan Tikrit kalesine tayin etti. Selçukluların Irak emiri tarafından Tikrit’e tayin edilen Eyyûb İbn Şazi burada adını çevresine duyurdu. Selâhaddin, babası Eyyûb İbn Şazi İbn Mervan el Kürdi’nin Tikrit valiliği sırasında 532 (1137–1138) yılında doğmuştur. Tikrit, Bağdat ile Musul arasında son derece müstahkem bir kale olup ilk devirlerde buğday ve zahire ambarı olarak eski Persler tarafından inşa edilmiştir. Tikrit kalesi Hicri 16 yılında Hz. Ömer devrinde İslam topraklarına katılmıştı.
525/1131 yılında Musul Atabeği İmameddin Zengî Tikrit yakınlarındaki Abbasi Halifesinin kuvvetlerine yenilince, Tikrit valisi Necmeddin Eyyûb, Zengî ’ye yardım ederek Fırat’ı geçmesini sağladı ve böylece Eyyûbiler ile Zengî arasında ileride tesirleri fazlasıyla hissedilecek olan bir dostluk başladı. Nitekim çok geçmeden, Eyyûbiler Selâhâddin’in doğduğu yıl olan (532/1137–38) Tikrit’ten Musul’a giderek Zengî ’nin hizmetine girdiler. Bir müddet sonra Necmeddin Eyyûb’ü, İmadüddin Zengî ’nin Baâlbek valisi olarak görüyoruz. Selâhaddin çocukluğunun en güzel yıllarını burada yaşamıştı. O, bu yıllarını ilim tahsil etmek, ata binmek, silah kullanmak, kılıç sallamak, cihada hazırlanmak ve yönetim usullerini öğrenmekle geçirmiştir. Sultan Selâhaddin’in babası Eyyûb ve amcası Şirkûh kısa sürede İmameddin’in büyük emirleri arasına girerek Haçlılarla yapılan savaşa katıldılar. 541/1146’da İmâdeddin ölünce iki kardeş idareye geçen Nuredin Mahmud Zengî ’nin hizmetine girdiler. Sonraki safhalar Eyyûbi hanedanı ve Selâhaddin için parlak bir istikbal ile netice verecek olaylarla doludur. Bu arada kabiliyetleri günden güne inkişaf eden Selâhaddin’de Sultan Nureddin‘in en büyük yardımcılarından ve emirlerinden oldu. 562/1167 yılında Dımaşk‘a gelen İmadeddin el-İsfehani Nureddin‘in onu yanından ayırmadığını söyler. Eyyûbiler için tarihi bir dönüm noktası olarak kabul edilen Mısır seferleri ile birlikte (559–564/1164–1169), Selâhaddin‘in tarih sahnesinde oynayacağı rolün imkânları da hazırlanmaktaydı. Mısır’da vezirlikten uzaklaştırılan Fatımî veziri Şaver Nureddin‘den yardım isteyince Nureddin Şirkûh’u askeri bir birliğin başına getirerek yanında yeğeni Selâhaddin ile birlikte Mısır’a gönderdi.
564/1169 yılında Mısır‘da idareyi ele geçiren Şirkûh, Fâtımî Halifesi Adil Lininilah tarafından vezir tayin edildikten iki ay sonra vefat etti. Bunun üzerine ordu komutanları Selâhaddin’i başkumandanlığa seçtiler. Fâtımî Halifesi’de Selâhaddin’i amcasının yerine vezir tayin etti. Daha sonra güçlü bir Sünnî devlet kuracak olan Selâhaddin bu münasebetle kısa bir sürede olsa Şîî bir devlette vezirlik görevini üstlendi. Bu durum İslam dünyasındaki mezhep kavgalarının meydana getirdiği ayrılıkları Haçlılar karşısında asgari düzeye indirdi. Sultan Selâhaddin siyasi-askeri tedbirlerle kısa sürede Fâtımî ordusu ve taraftarlarını idaren uzaklaştırarak 10 Muharrem 567/13 Eylül 1171 yılında Fâtımî hilafetini ortadan kaldırıp Abbasi halifesi adına hutbe okuttu. Böylece iki buçuk asrı aşkın bir zaman diliminde (909– 1171)hüküm süren Şîî Fâtımî devletinin yerine Sünnî bir devlet idareye hâkim oldu. Hiç şüphesiz iki buçuk asır devam eden Şîî-Fâtımî idaresine rağmen Sünnî kalabilen Mısır halkının Eyyûbileri desteklemesi bunda mühim rol oynadı. Nureddin Zengî ’nin 569/1174 yılında Dımaşk’ta ölmesi üzerine Dımaşk’taki emirleri tarafından Suriye’ye davet edilen Sultan Selâhaddin uzun uğraşlar sonucunda Suriyede’ki hâkimiyeti ele geçirdi. 12 Şevval 570/6 Mayıs 1175 Tarihinde Abbasi halifesi Mısır, Suriye ve El-Cezîre üzerinde Selâhaddin’in hâkimiyetini tanıdığına dair taklidini(senet) gönderdikten sonra Sultan bağımsızlığını ilan edip kendi adına hutbe okuttu. Selâhaddin bir taraftan Haçlılara karşı cihad ederken diğer taraftan ülkesini her açıdan mamur etmek için azami derecede gayret sarfetti. Selâhaddin vefat ettiği sırada Mısır, Hicaz, Libya, Yemen, Filistin, Şam ve El-Cezîre’de adına hutbe okunuyordu. Selâhaddin-i Eyyûbi’nin milliyeti hakkında çeşitli görüşler ileri sürülerek istismar yoluna gidildiği görülmektedir. Bunun başlıca nedeni Kudüs’ü fethetmek gibi çok önemli bir görevi yapan bu hükümdarı sahiplenmek endişesi olmalıdır. Ancak ileri sürülen görüşlerin sağlam tarihi delillere dayanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nureddin Mahmut gibi büyük bir Türk kumandanının yanında tamamen Türk geleneklerine göre yetişen ve daima İslam mücahidi olarak mücadele ve hareket eden Selâhaddin-i Eyyûbi’nin milliyetini tespit etmek gerekirse Türk olduğu kabul edilir. Selâhaddin devletinin bir Türk devleti olduğuna ise hiç şüphe yoktur. Bu devlet Zengî ler devletinin bir uzantısından başka bir şey değildir. Memlukler devleti de Eyyûbilerin uzantısıdır. Mısır’da hüküm süren Eyyûbiler, Abbasilerden sonra süregelen şekilde Türklerden oluşan bir ordu kurmuşlardır. Özellikle Eyyûbi sultanlarından Melik’üs Salih, Türklere büyük önem vermiş ve ordusunu Türk memlüklere dayandırmıştı. Selâhaddin’in ağabeyisi Turanşah, kardeşleri Tuğtegin ve Böri, Türkçe adlar taşır. Annesi, Şihâbeddîn Mahmûd b. Tüküş (Tokuş) el- Harîmî’nin kardeşidir. Kızkardeşi Rabîa Hatun, önce Sadeddîn Mes’ûd b. Üner’le, sonra Muzafferuddîn Gökböri ile evlenmiştir. Ağabeyisi Şâhinşah, Kutlukız Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten Ferruhşah doğmuştur. Kendisi de Nureddin’den dul kalan İsmetuddîn Âmine Hatun bin Uner’le evlenmiştir.
Bu üç devleti birbirinden ayıran sadece hanedanlarıydı. Teşkilatları, bayrakları ve dayandıkları maddi manevi unsurlar aynıdır, aralarında fark yoktur. Her üç devletin bayrakları sarı renkte olup üzerinde doru kartal vardır. Her üç devletin de siyasi ve askeri kadroları da aynı unsurlardan meydana geliyordu. Devlet ve ordu teşkilatı, eski Türk devletlerinde görülen devlet ve ordu teşkilatının aynıydı. Kültür unsuru bakımından ise Araplar ve Araplaşmış olanlar ön plandaydılar. Bu sebeple bürokratların ve ulemanın çoğu Araplardandı. Mısır’ın, Yemen’in, Trablusgarp’ın ele geçirilmesi bir Oğuz hareketi olarak görülür. Selâhaddin hiçbir zaman yeni bir devlet kurma iddiasında bulunmamış, Nuredin zamanında kurulan devleti parçalanmaktan ve dağılmaktan kurtarmaya çalıştığını defalarca ifade etmiştir. Selâhaddin devrindeki tarihçiler ve şairler ise onun devletini bir Türk devleti olarak görürlerdi. Bir Arap şairi olan İbn Sena el-Mülk’ün, Haleb’in zaptı dolayısıyla, Selâhaddin’e sunduğu kaside “Arap milleti Türker’in Devleti ile yüceldi. Ehl-i salib davası Eyüp oğlu tarafından perişan edildi” beyitiyle başlar . İbn Haldun’da Eyyûbiler ve Memluklar devletini tek bir Türk devleti kabul eder. Selâhaddin devrinden beri Türklerin devletinde ilmin teşvik ve himaye gördüğünü, Kahire’nin dünyanın büyük ilim merkezlerinden biri haline geldiğini söyler. Şu noktaya dikkatle değinmek gerekir ki ortaçağ bir iman ve cihad çağıydı. Din en birleştirici unsurdu. Bu devirde ki devletlerin karakterleri bir din devleti özelliği taşırdı. Bu nedenle etnik kimliği ne olursa olsun Müslüman devletler kendilerini bir İslam devleti olarak görmekteydiler. Avrupa devletleri de kendilerini bir Hıristiyan devleti olarak görüyorlardı. Ortadoğu’ya gelen Frenkler bir milletin değil Haç’ın yani Hıristiyanlığın temsilcileri olarak gelmişlerdi. Haç adına kanları ve canlarını vermişlerdir. Müslümanlarda bir millet için değil İslamiyet namına vatanlarını müdafaa ederek varlarını yoklarını bu uğurda feda etmişlerdir. Nureddin ve Selâhaddin işte bu ruhun temsilcileriydi. Hayatlarını bu uğurda harcadılar onlara göre her etnik grup İslam davasına yaptığı hizmete göre değer taşırdı. Nureddin “Oğuzlar İslam’ın kahramanlarıdır. Onların okları olmasa Frenklerin mızrakları karşısında kim durabilir?’’derken bunu ifade etmiştir. Selâhaddin devrinde daima birleştirici olmuş, ayrılıkçılara şiddetle karşı çıkmıştır. Melez bir kana sahip olmasına rağmen kendisi bir Türk sultanı ve devleti de bir Türk devletiydi. Nuredin ile Selâhaddin’in tarihi rollerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu iki hükümdar tarihte oynadıkları rol bakımından birbirini tamamlarlar. Nureddin olmasa Selâhaddin gelmezdi, Selâhaddin olmazsa Nureddin ‘in eseri kendi ölümüyle sona ererdi. Bu nedenle Sultan Selâhaddin’in Müslüman coğrafyasında, Haçlılara karşı kurduğu İslam Birliği’ni incelerken Nureddin’den bahsetmek şüphesiz ki elzemdir. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız Eyyûbi devletinin menşei ve kısmi olarak da yapısı; Türkler, Araplar, Kürtler gibi üç ana Müslüman grup, çeşitli etnik gruplara ait Hıristiyan ve Yahudilerden oluşmaktaydı.
29576817
Selâhaddin-i Eyyûbi’nin Kişiliği
Gerek doğuda, gerekse batıda hakkında en fazla kitap yazılan kişilerin başında Selâhaddin Eyyûbî (el-Melik en-Nâsır es-Sultân Selâhaddin Yûsuf b. Eyyûb, 1138–1193) gelir. III. Haçlı seferi esnasındaki mücadelesi ve gösterdiği sağlam irade, Haçlı seferleri tarihinde, onun İslam dünyasının kahramanlık sembolü haline gelmesini sağladı. Büyük bir kumandan, devlet adamı, imarcı, kültürel ve insani değerlerin koruyucusu olarak tarih kitaplarına geçmiştir. Gerektiğinde düşmanlarının dahi yardımına koşmaktan çekinmezdi. İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar ile olan
ilişkileri bunun canlı birer örneğidir. Avrupalılar gerçek bir İslam kahramanı görmüşler ve onun mertliğine, iyilikseverliğine karşı hayranlıklarını gizleyememişlerdir. Yazarların ve şairlerin eserlerinde kendisinden övgü ile bahsedilmiş, doğulu her yazar onu kendi milletine mal etmeye çalışmıştır. Namık Kemal, Evrâk-ı Perîşân adlı İslam kahramanlarından bahseden eserinin ilk bölümünü ona ayırmış, Mehmet Akif, Çanakkale şehitleri için yazdığı destanda ondan, “Şarkın en sevgili Sultanı Selâhaddin” ifadesi ile bahsederek, onun İslam dünyasının en çok sevdiği hükümdar olduğunu vurgulamıştır. Bayraklarındaki kartal armasının gösterdiği ve zamanındaki tarihçilerin ifade ettikleri gibi, devletleri bir Türk devleti idi. Bununla beraber Nureddin ve Selâhaddin, Türk sultanları olarak, mücadelelerini İslam namına yürütmüşlerdir. Selâhaddin’in iyi bir devlet adamı, cesur bir kumandan, iyi bir savaşçı, tecrübeli bir yönetici ve aynı zamanda iyi bir ilim adamı idi. Fakat olaylar ve o günün gündemi onu sadece savaş alanlarında tutmuş ve Hıttîn savaşının kumandanı olarak ismi ebediyen silinmeyecek şekilde dünya tarihinin büyük şahsiyetleri arasında mümtaz bir makama sahip olmak üzere tarihteki yerini almıştı. Zamanında yaşayan âlimler ondan düşük ve kaba bir söz duymadıklarını, iyi sözler söylediğini ağzının temiz olduğunu, asla sövmediğini, ahdine daime vefa gösterdiğini söylerler. Verdiği sözü tutan, insani duyguları kuvvetli bir kişi idi. Hata yapanları, kendisine kaba davrananları, suçluları affetmesini severdi. Harran’daki ağır hastalığı sırasında etrafındakilere karşı nazik davranışları İmameddin tarafından ehemmiyetle belirtilir. Selâhaddin’in yetiştiği dönem gençlik yıllarının oldukça kısa yaşandığı bir dönemdir. Gençler büyüklerin yetiştirildiği gibi yetiştirilmektedir. Bu geleneksel yaklaşımın İslam toplumu üzerindeki etkisi ne kadar vurgulansa azdır. Eğitimin merkezinde Kur’an’ın yer almasından dolayı İslam, mezhep ayrılıklarına rağmen büyük bir kaynaştırıcı güçtür. Genç Selâhaddin’i çağdaşlarına bağlayanın Kur’an ve “din ilimleri” eğitimi olduğu çok açıktır.

Hıttîn sonrası Renan de Chatillon’u anlaşmaları ve yeminleri sık sık bozduğu için öldürmüştür. Onu öldürdüğü sırada hükümdarların hükümdarları öldürmesi adet değildi. Nureddin ailesine karşı herhangi bir sert tutumu yoktur. Nureddin’i daima rahmetle yâd etmiştir. Kudüs ve sahil Bölgesi’nin fethi sırasında Frenklere karşı merhametli ve iyiliksever davranışları Avrupalı tarihçiler tarafından büyük bir takdirle bahsedilir. Selâhaddin, sadece Templier ve Hospitaler şövalyelerine karşı haşin davranmıştır. Bir de Richard’ın Akka‘da aman ile teslim olan Müslümanları kılıçtan geçirmesinden sonra, bir müddet düşmandan alınan esirleri öldürtmüştür. İbn Cübeyr’in kaydettiğine göre “Af konusunda hata etmek, haklı olarak cezalandırmaktan daha çok hoşuma gidiyor” derdi.90 Selâhaddin’in cesareti ondan sonraki nesiller için tam bir örnek olmuştu. Selâhaddin’in dillere destan olan cesaretini dostlardan önce düşmanlar itiraf ederler. O diğer hükümdarlar gibi ve sultanlar gibi tahtında kurulup sağa sola emir yağdırmaktan başka bir şey bilmeyen devlet adamlarından değildi. O savaş için emir verip de askeri cepheye sürerek saraylarında lüks içinde yaşayan sultanlardan da değildi. Savaş kazanılırsa şeref onlara ait, kaybedilirse suç kumandanların üzerine yıkılırdı. O savaşa askeri ile birlikte katılır, savaşta ilk saflarda yer alır ve düşmana önce O kılıç sallardı. En zor ve tehlikeli anlarda bile askerini terk ettiği görülmemiştir. Çok az askerle şehirden şehire koşar ve ülkesini Haçlılara karşı korurdu. Akka muhasarası sırasında Haçlılara gelen yardımın haddi hesabı olmamasına rağmen o asla savaş meydanından bir an bile ayrılmamış ve takviyeleri hiç de önemsemeden savaşmaya devam etmişti.
İşte bu büyük kahramanın Allah yolunda bu kadar dehşet bir azimle savaşması onun İslam’a olan bağlılığı ve ahrete olan büyük inancını göstermektedir. Selâhaddin Eyyûbî’nin danışmanlarından Usame ibn Munkız ondan bahsederken” İman ilkelerinin birleştiricisi, ehl-i salibi kahreden, adalet ve rahmet bayrağını yücelten, Emirü’l-Mü’minin sultasını ihya eden” ifadelerini kullanır. Bu maneviyatının yüksekliği, kuşkuyu yenmiş olması, dünyaya aldırış etmemesi düşmanına karşı onu başarılı kılmıştır. O hasta olduğu halde ordularının başından asla ayrılmamış ve onları savaş meydanında yalnız bırakmamıştı. İşte bu azim ona Kudüs yolunu açtı ve onu Hz. Ömer’den sonra bu mübarek beldenin ikinci fatihi mevkiine çıkardı. Salahaddin’in yanından hiç ayrılmayan Kadı İbn Şeddad der ki: ‘’Onun zihninde ve gönlünde cihaddan başka bir şey yoktu. Hep cihad ve Haçlılara karşı mücadeleden söz ederdi. Savaş aletlerinden başka hiçbir dünya malından söz etmez ve ilgi duymazdı. Bu cihad ve Kudüs aşkı onu dünyaya sırt çeviren zahit biri haline getirmişti. O çoluk çocuğunu ve asıl içinde büyüdüğü ülkesini terk edip küçük bir çadırdan başka ne eve, ne saraya ne bir köşke sahipti. Selâhaddin, devletin çok büyük malı ve mülkü karşısında yolundan asla geri kalmadı. Üç ayrı hükümdarlığın mirasına sahip olup bu mirası tek bir devlet hâkimiyetinde topladığı halde asla böyle bir zenginliğe iltifat etmedi. Selâhaddin, öldüğünde ne bir saray ne bir köşk nede bir hazine bıraktı. Hayatı boyunca ona zekât farz olmadı. Hemen hemen sarayda hiç oturmamış, savaştan savaşa koştuğu için otağından başka malı olmamıştı. İşte bundan dolayı İslam tarihinde “Sarayı olmayan tek sultan” olarak anılır. Selâhaddin kendisine başvuran bir ihtiyaç sahibini geri çevirmezdi. Kudüs’ün fethi sırasında etrafına toplanmış birçok insana dağıtacak bir parası mevcut değildi. Kendisine ganimetlerden veya başka yerlerden bir mal ve hisse gelecek olursa daha onu almadan fakirlere ve hak sahiplerine verirdi. Bindiği at dahil hibe edilmek üzere söz verilmiş olurdu. Üçüncü Haçlı seferi sırasında on iki bin ata sahip olduğu halde, cömertliğinden bir iki ay sonra binecek atı kalmamıştı. Böyle davranmasının nedeni, kendisini İslam ordusunun içinde savaşan bir asker olarak gördüğünden dolayı idi. O , asla kendisini bir Sultan olarak görmemiş, saraylarında debdebe içinde yaşayan kimselerle kendisini kıyaslamamış, amaçları ve cihad uğruna mücadele etmiştir. Devrin şartları ve savaş usulleri düşünüldüğünde Selâhaddin‘in bu inançlı kişiliği ve bol cömertliği onun ordu içindeki yerini artırıyordu. Askerin, komutanlarının sevgisini kazanmasına vesile oluyordu. Böylece ordusunun savaş ve mukavemet
gücü artıyor, şahsiyeti etrafında insanları çevresine toplayabiliyordu. Tabi ki Sultan Selâhaddin bu cömertliğinin meyvelerini topladı. Selâhaddin Mısır’a hâkim olduğu zaman aile efradına ve çevresindeki insanlara karşı çok cömert davranmıştır. Bu cömert davranışlar kendisine olan sevgiyi arttırmıştır. Hatta Mısır’da kendisine olan ilgi Mısır Halifesinin halk nezdindeki itibarını azaltmıştır. Kudüs’ün fethinde İsmailoğulları merhametli davrandılar. Onlar Sion(Kudüs)’ü zapt edince Latinlere merhamet ve iyilikle davranmıştır. Kudüs‘ü geri aldıktan sonra Eyyûbi hükümdarı Selâhaddin şehir halkına karşı inanılmaz derecede merhametli davranmıştır. İsa’nın mezarını adi mezarlığa çevrilmesine müsaade etmemiştir.

Selâhaddin’in Dini ve İlmi Yaşamı
Selahadin İslam birliğini şekillendirirken şüphesiz ki onun dini yaşamı ve itikadı bizim için önem arz etmektedir. Selâhaddin, itikatta Eş’âri, amelde Şafiî mezhebine bağlı idi. Selâhaddin devrinde Şafii fıkhı en parlak devrini yaşamıştır. Selâhaddin’in etrafında ki bürokratlar ve başkadılar bu mezhebe mensuptular bu devirde yetişen meşhur Şafii fakihleri arasında Şahrazuriler, İbn Asakirler, İbn Ebi Asrunlar, ibn Dirbaslar ve İbn Yunuslar bulunmaktadır. Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki Mısır’da Sünnîliğin galibiyetini sağlayan âlimlerin çoğu da bu mezhebe mensuptur .  Kendisinin devamlı okuduğu bir itikat kitabı vardı. Bunu elinden eksik etmediği gibi çocuklarına da ezberletirdi. Çocukları ezberden okur oda onları dinlerdi. Hayatının son üç gününü baygın geçirdiğinden namazlarını kılamamıştı . Bunun dışında ki zamanda asla namazını geçirmemiş ve vakit geldiği anda at sırtında yolda gidiyorken bile hemen iner ve namazını kılardı. Çocuklarına takva ve ibadeti aşılar, etrafında ki emir ve kumandanlarına bundan ayrılmamalarını söylerdi. Selâhaddin devrinde Mısır’da ehlisünnet müntesipleri için medreseler inşa edilmiş, bu medreselerin ihtiyaçlarını temin etmek maksadıyla da büyük vakıflar vakfedilmiştir. Esasında Fâtımî ler devrinde de büyük bir ilim ve irfan merkezi olan Mısır, Selâhaddin’in Mısır’da devletini kurmasından sonra ilmî sahada daha aktif bir hüvviyete bürünmüştür. Fâtımî ler döneminden Selâhaddin’e miras kalan en büyük servet ise Zengî n kütüphaneleri olmuştur. Fâtımî ler’in kütüphaneleri İbn Ebû Tayy’ın ifadesiyle tam bir dünya harikası idi. O dönemde İslam dünyasının hiçbir yerinde Kahire sarayındaki kadar çok kitap yoktu. Bu kütüphane, Selâhaddin-i Eyyûbi’nin idareyi ele geçirmesinden sonra satışa çıkarılmış ve haftanın iki günü yapılan satışlar tam on yıl devam etmiştir. Selâhaddin’in kazandığı şöhret sadece askerî zaferlerine bağlanmamalıdır. Her ne kadar diğer alanlardaki gelişmeler askerî zaferlerin gölgesinde kalmışsa da bu, devrin diğer alanlarda gelişme göstermediği anlamına gelmez. Sosyal ve iktisâdi hayattaki gelişmeler, imar faaliyetleri, açılan sosyal hizmet müesseseleri ve kurulan medreseler, sultanın haklı olarak “Salâhü’d-dünya ve’d-dîn” lakabıyla anılmasını sağlamıştır. Selâhaddin hayatının bütününü ya ilim tahsili ya Haçlılara karşı cihad yahut devlet işlerini organize ile geçirmişti. Sürekli cihad ile meşgul olmasına rağmen iyi bir ilmi seviyeye sahip olup Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe biliyordu. İyi bir tarih bilgisine sahipti. Zamanının güçlü âlimlerinden İslam hukuku okumuştu.
Tüm bunların yanında bu devirdeki medrese inşasına verilen önemin siyasi nedenlerini zikredenler de bulunmaktadır. Buna göre Selâhaddin dâhili otoritesini güçlendirmek ve Haçlılara karşı siyasi birliği sağlamak için medreselerin oynayacağı rolü iyi tesbit etmiştir. Kısaca, Selâhaddin Allah’ın bütün emirlerine tereddütsüz uyan, Kur’an ve Sünnete bağlı, peygamber’in metodunu izleyen, itikadı oldukça kuvvetli, ibadete düşkün her konuda Allah’a tevekkül eden muttaki bir lider, dindar bir devlet adamıydı. Selâhaddin’in mutasavvıflara hürmet göstermesi, Mısır, Şam ve Kudüs’te onlar için hânkahlar yaptırması devrin büyük sûfilerinin Selâhaddin’e yanaşmasını sağlamıştır. Böylece tasavvuf eğitiminin yapıldığı imkânlar ve mekânlar da hazırlanmıştır. Sultan, selefe uygun tarzdaki İslamî ilimleri benimsediği için felsefî ilimleri hoş karşılamamakla birlikte bu konuda müsamahakâr davranmış, hatta felsefeyle uğraşan ve birçok felsefî eser te’lif eden Abdüllatif el-Bağdâdî’yi (ö.629/1231) himâye etmiştir. Bu sırada Suhraverdî’nin (ö.587/1191) idam edilmesi bir istisna teşkil etmektedir. Bu idamın gerçekleştirilmesinde fakihlerin büyük ısrarı olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber Selâhaddin devrinde felsefî ilimlerin büyük ilerleme kaydettiği görülür. Onun ilme ve âlimlere verdiği değer neticesinde bölgeye âlimler ve bilim adamları akın etmişlerdir. Selâhaddin devri medreseleri hâdis tedrisatı bakımından son derece zengin kaynaklara sahiptir. Bu devirde Hâdis ilmi altın çağlarından birini yaşamıştır. Hâdisciler gerek halk; gerekse idareciler nezdinde büyük ilgi görmüşlerdir. Hâdis dinîn ve cemiyet nizamının temel taşlarından birisi olduğu için rağbet gören bir ilimdi. Eyyûbi Devleti’nin kurucusu Sultan Selâhaddin de ilmi sahada selefi Nureddin’in yolundan gitmiş ve bu alanda büyük muvafakiyyette sahip olmuştur. Selâhaddin’in Arap atlarının soyları kadar Arapların şecereleri, biyografileri ve tarihleri hakkında da bilgi sahibi olduğu söylenir. Daha da önemlisi, Ebu Temmam’ın Hamase’sini ezberlemesiyle takdir kazanmıştır. Selâhaddin 1187 yılında Akka ve Kudüs’ü fethedince Akka’da ki Hospitalierler sarayının bir kısmı ile Kudüs‘de ki Kamame kilisesi yanındaki Patrikhaneyi Sufilere ribat olarak vakfetmiştir. Bilindiği üzere başta Salahaddin olmak üzere Eyyûbi hükümdarlarından birçoğu, ilimle meşgul olmuş, aralarında eser te’lif eden melikler çıkmıştır. Sultan’ın tarih ve edebiyat kültürü çok genişti. İbn Şeddad , “Başkalarından duymadığımız güzel şeyleri ondan öğrenirdik” der. Selâhaddin’den başka hanedandan Takiyüddin, Ferruşah ile bunların oğulları el-Melik, el-Mansur ise birçok değerli eseri vardır. Kadı’l-Fadıl, İmameddin ve İbn Şeddad’ın ilim sahasındaki şöhretleri, ilim adamlarına verdikleri değer gün gibi aşikârdır. İlme ve âlimlere verdiği değerle temayüz eden Sultan Selâhaddin’e bu konuda hanedanına mensup melikler, emirler ve âlimler de destek vermişlerdir. Özellikle Selâhaddin devrinin önemli devlet adamlarından olan Kadiyü’l-Fazıl ve İmameddin el-Katib, Selâhaddin’in ilmi hayatla ilgili aldığı kararlarda büyük yardımlarda bulunmuşlardır.
Saladin_and_Guy
Selâhaddin-i Eyyûbi’nin Liderlik Özellikleri
Haçlılar karşısında İslam Birliğinin kurulması zorunluluğu en elzem konuların başında gelmekteydi. Haçlılar İslam coğrafyasında ki yürüttükleri siyasette Müslümanlar arasındaki küçük çıkar ve menfaat ilişkilerini kullanarak birlikte hareket etmelerine engel olmak en büyük amaçlarına ulaşmakta en çok başvurdukları bir yöntem idi. Şüphesiz kabul etmek gerekir ki, İslam dünyasında gerekli her türlü şartlar oluşsa dahi bir lider etrafında sonsuz maneviyat ve güven ile toplanabilmek en önemli meselelerden biriydi. İşte bu noktada İslam birliğini tesis eden herkesi etrafında sonsuz bir azim ve güvenle toplamayı başaran Selâhaddin-i Eyyûbi’nin kişiliğini ve farklı özelliklerini incelemek gerekmektedir. Sultan Selâhaddin‘in şahsiyetinin oluşmasında babası Eyüp ve amcası Şirkûh’un önemli tesirleri vardır. Selâhaddin’de bizzat kariyerine başlarken babası ve amcasıyla birlikte savaştığını ve “zaferlere katılarak kâfirlere karşı birlikleri kumanda ettiğini”yazmıştır. Eyüp ve Şirkûh’un da Nureddin Zengî ile olan idari ve teşkilat açısından olan ilişkilerinden daha önce bahsetmiştik. Babasından sükûnet, vakar, sağlam düşünme yeteneği ve siyasi basiret alan Sultan, amcasından da kahramanlık cesaret ve savaş taktikleri almıştır. Gençliğinin önemli bir bölümünü beraber geçirdiği Sultan Nureddin‘in tecrübelerinde Selâhaddin’in hayatında önemli etkiler bırakmıştır. Yüzyıla yakın bir zaman, Haçlı işgal ve hâkimiyetinde kalan Kudüs’ü bu zalim insanların zulmünden kurtaran Selâhaddin’in bu büyük fethi gerçekleştirmesinin en önemli sebeb ve itici gücü İslam’a olan bağlılığıdır. O, bir hükümdar ailesinden gelmemesine ve saltanatını babasından miras olarak almamasına rağmen, kendi şahsiyet ve dehasıyla kendisini etrafına kabul ettirmiş ve halkın sevgisi, askerin bağlılığı kendisini o makam ulaştırmıştı. Selâhaddin’in yakın çevresini etkilediği yüzeysel olarak gayet açıktı. Şikuh’un onu kendi oğullarının yerine yaver olarak seçmesinin muhtemelen onun yeteneklerinden kaynaklandığı, öte yandan 1165’de Nureddin’in onu Şam şıhneliği görevine atayarak ona daha fazla idari tecrübe kazandırdığını da belirtmeliyiz. Onu gerçekten yücelten, dürüstlük, sözüne güvenirlik ve düşmanına dahi gösterdiği mütevazı kişiliğinin yanında savaşlardaki cesur yüreğidir. Bu durumun örneklerini Haçlılarla mücadele ile geçirdiği ömrünün her safhasında görmek mümkündür. Bu durum düşmanlarının ağzından da dile getirilir. Şöyle ki; Richard Sultan’ın elçileri ile yaptığı bir görüşmede “Vallahi bu sultan büyük adam. Yeryüzünde ondan daha büyük kişi yok. ”diyerek onun büyüklüğünü ve hâkimiyetine olan hayranlığını dile getirmekten kendini alamıyordu.
Yine Kudüs muhasarası sırasında Frenklerin büyük patriği yanında mallarla dışarı çıktı. Selâhaddin’e patriğin mallarına el konulursa bunun Müslümanların yararına olacağı söylenince Selâhaddin: “Ben ahdi bozup hainlik etmem “ dedi ve on dinar hariç hiçbir şey almadı, hepsini yanlarındaki muhafızlarla Sur şehrine gönderdi.  Kudüs’ün alınması sırasında Selâhaddin’in gösterdiği büyük affedicilik ve merhamet kabul edilen bir gerçektir. Kudüs’ün fethinden doğan şeref ona İslam dünyasında yeterince saygı duyulması için yetercektir. Selâhaddin yufka yürekli denecek kadar merhametli bir duyguya sahipti. Güçlüye karşı zayıfı korumak onun en bilinen ve kabul gören özelliklerinden biriydi. Haftanın iki gününde, âlimlerin, fakihlerin ve kadıların hazır bulunduğu bir adalet divanı oluşturur, insanların haklarını korur, adaleti insanlar arasında yerleştirmeye çalışırdı . Kendisine bir şikâyette bulunan hiçbir Allah kulunu geri çevirmemiş, onu dinlemezlik etmemişti. 4 Şaban (9 Ekim 1187)tarihinde Müslümanlar Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kıldılar. Selâhaddin Cuma namazı kıldıktan sonra Mescid-i Aksa’nın tamir edilmesini, sağlam ve mükemmel bir suretle yapılmasını ve nakışlarına özen gösterilmesi için bütün imkânların seferber edilmesini emretti; bunun üzerine benzersiz güzellikte mermerler, Kostantiniyye yapımı, altın yaldızlı, siyah taşlar ve ihtiyaç duyulan diğer şeyleri getirdiler. Netice olarak; Selâhaddin üstün kişilik ve liderlik vasıfları ve bu hayır işleri ile halkın gönlünü kazanmış, bu durum İslam coğrafyasında halk nezdinde onu yüceltmiş ve İslam halklarının liderliğini eline almıştır. O yaptığı işlerde halkın ve ordusunun çıkarlarını sevinçlerini ön planda tutar yaptığı imar faaliyetleri ile gönül kazanırdı. Selâhaddin gibi herkesin liderliğinde mutabık kalmış karizmatik kişilik, Müslümanların onun etrafında toplanmasına neden oluyor, bunun sonuncunda da manevi ve fiili anlamda İslam birliği’nin temelleri kendiliğinden ilerlemeler kaydediyordu.
  • Bu çalışmanın tüm hakları İbrahim Halil Ulaş adlı kişiye aittir…

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...