18 Ekim 2017

BAKARA SURESİ İKİ

1- Madde noksanlığındandır. Uzun bir süre hiçbir şey yenme­mişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya mecburdur.
2- Madde fazlalığındandır. Beden çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulma­sına sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de ki­şide irade ve ta­savvurun bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan kişide:
1- Tasavvur bozulur. Yâni hakikati göremeyecek, yahut da oldu­ğundan farklı görecek şekilde birtakım şüphe ve tereddütlere ma­ruz kalır.
2- İrade bozulur. Yâni insan o zaman, doğru olandan hoşlanma­yıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale gelecektir.
Nasıl ki beden hastalığı ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalı­ğından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının kaynağı da böy­ledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalı­ğındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayı­dır ki:
"Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır."
Âyetindeki maraz kelimesi pek çok müfessirlerce bilgisiz­lik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey hak­kında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konu­daki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasû-lü:
"Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şi­fası sormaktır."
Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan Allah; yukarıdaki âyet­lerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan bahset­mişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpişti­rilmiş görsel âyetler olduğunu haber vermişti. Bu münâfıklar bu âyetlere yönelme­diklerinden, tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıda­sını alma­dık-larından dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye, Allah bilgisine, vahiy bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri has-tadır. Allah’tan gelen mutlak doğru bilgiler onların kalplerine gir­medi-ğinden kalpleri şüphe, tereddüt ve cehalet bulutları tarafından is­tila edilmiştir.
Bir de beden nasıl ki, ondan zararlı şeyleri atıp faydalı şey­leri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp de ancak onun sıhhatini boza­cak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik, şüphe ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine kavu­şacaktır. Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki, bunlar atıl­malıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma gitme­diklerinden, uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir olamıyorlar, ama mü'min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kal­dıklarından dolayı hastalıkları arttıkça artıyor.
Burada aslında Cenab-ı Hak, nifakın sebebini anlatıyor. Mü­nâ­fıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor. Nifakın sebepleri tespit ediliyor. Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini, içini ke­miren psi­kolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır. Kişi iman ya da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, ha­yatında iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun ha­yatına birtakım programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.
Ama bir adam düşünün ki ne iman adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü'min değilken mü'min gibi ameller işle­meye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey değildir. Böyle inanmadığı bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan kaynaklan­mayan kişi, kalben hasta demektir.
Maraz aslında bir şeyin aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illet­tir. Fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir. Ama bun­lar kalpleri­nin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete ulaştıra­cak bilgiden mah­rum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir. Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler. Allah’tan şüphe ederler, mü'-minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler. Hattâ kendilerin­den bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni kıyas-ı nefs ederler. Allah, peygamber, kitap, mü'minler, dağlar, taş­lar, denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatı­yor zannederler. Ama zevk-lerine, keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlar­dan şüphe etmezler. Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidi-şimin sonu nereye varacaktır? Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü'min zannederler. Mü'min yanında mü'min, kâfir yanında da kendilerini kâfir zannederler. Bütün bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü şuurları da yoktur bunların diyor Rabbimiz.
"Allah da onların hastalıklarını artırmaktadır."
Bunun bir kaç mânâsı vardır:
1- İkiyüzlülüklerinin bir müddet için başarılı sonuçlar verdi­ğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar ve emin bir şekilde yolla­rına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını artır­maktadır.
2- Ya da onların nefislerine ağır gelecek, yeni yeni âyetler gön­dererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir bunun mâ­nâsı.
3- Bir de hastalık, hastalığı doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet, zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı çağıracaktır. Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir. Bir yalan söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina edecek, arka­sından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ile­ride nihâyet be­denle bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en so­nunda sarhoş olup hanı­mını boşamaya kadar götürecektir işi. Bir video ala­caktır evine, sonra çirkin bantlara uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diye­cek, sonra da politize olmak isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye çalışacaktır. Bir hastalık daha baş-ka hastalıkları doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi münâfıkların kalpleri hastadır ve Al­lah bunların hastalıklarını artırmaktadır. Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız? Yâni nifakı ve münâfıklığı lâ­netleyen Al­lah, acaba niçin onların nifakını artırıyor? Allah’ın, onla­rın nifakını ar­tırması, aslında Cenab-ı Hakkın yeryüzünde eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır. Yâni ister iman olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gere­ken şartları ve imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi biz­zat kendi hür iradesiyle ger­çekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda kullan­mışlar, Allah da istedikleri şeyi ya­ratmıştır, diyoruz.
Zira bu adamlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan vazgeçme im­kân­larını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân dönebi­lirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
"Yalan söyleye geldikleri için onlara acıklı bir azap vardır."
Yalan saymalarından ötürü onlar için elim bir azap, elem ve­rici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan sayıyorlardı on­lar.
Yalan sayıyordu onlar. Yalan saymak. İnkâr ediyorlardı de­ğil ba­kın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş yalan saymak? Yalan say-mak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerek­tiğini bugüne kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorla­nırdım. Ama Buhârî’yi okuyordum elhamdülil­lah, Buhârî’de Allah kar­şıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Çarşı pazarda insanlar dükkan ve tezgahla­rıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: "Sa­vulun! Dağılın! Kaçın! Başınızın ça­resine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi kılıçtan geçirecek” Bu haberi tasdik eden­ler, saddaka yapanlar hemen hazırlanıp kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam ya­lan söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var, benim kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp paza­rıma konmak istiyor da ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan böyle oyala­nıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler” diyor.
Rasûlullah Efendimizin bu beyanına göre kezzebe; inkâr et­mek değildir aslında. Adam sözü anlıyor, söz olarak kabulleniyor. Ta­mam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor, kı­lıçtan geçmek, geçirilmek ne­dir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile göstermiyor. Gereğini yapmıyor. İşte yalan saymak bu­dur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk ne­dir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir sûresinin son bölü­münde anlatılı­yordu:
"Bizler din gününü yalan sayanlardandık."
(Müddessir: 46)
Deniyordu. Dünyada mü'min görünen suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü'min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaş­kınlık içinde şöyle soruyorlardı:
"Hayrola ya! niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık fi­lan mı oldu?"
(Müddessir 42 )
Siz mü'min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buyu­ru­lunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de:
"Biz din gününü yalan sayardık."
(Müddessir 46 )
Bakın din gününü inkâr ederdik değil, yalan sayardık. Me­selâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor ki, evet. Dirile­cek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem var mı? Evet. Peki Allah kâdir mi? Yapar mı bunu? Evet, evet, evet. Hepsine inanıyor adam. Ama bakı­yoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konu­lara aldırış etmeden ya­şıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yâni imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Na­maz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi gerekti­ğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslü-manlık olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocu­ğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan say­mak budur ve çok büyük bir suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah. İnancımızı sadece söz pla­nında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı hayatımızla, ey­lemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.
11:"Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapma­yın! Denildiği zaman."
Böyle yaşayanlara, bu tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde boz­gunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Yâni yaşadığınız böl­gede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de ki­şinin yaşa­dığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle denmişti:
"Muhakkak ki Firavun yeryüzünde bozgunculuk ya­pıyordu."
(Kasas: 4)
Yeryüzünün her yeri değil tabii. Sadece Mısır’da yapıyordu Fira­vun bunu. Ama âyet-i kerîmede yeryüzünde denmiştir.
Onlara: Bölgenizde bozgunculuk yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır? Selçuklu mudur? Karatay mıdır? Tür­kiye mi­dir? Afganistan, Pakistan mıdır? Herkes kendi bölgesinde veya kendi evinde, kendi dükkanında bozgunculuk yapmasın! De­nildiğinde derler ki:
"Bizler ancak ıslah edicileriz! Derler."
Hayır, biz bunları, bu yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Dü­zenlemek için yapıyoruz derler. Allah diyor ki bakın:
12:"Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!"
Ey mü'minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çev­reyi ta­nıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması ge­rekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrele­rini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:
"Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!"
Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmele­rine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozu­cudurlar.
Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu ko­nuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, dü­zensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik, fe­sat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü'minin tavrı, di­ğeri de mü­nafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın so­nu-cu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, dü­zeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenle­dikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte ka-dar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesa­dından bizi so­rumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fe­sat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu, Adem’i ve soyunu gön­derdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar düzen de­vam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı gerçekleştirdiler.
Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzen­den söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenab-ı Hak da Hz. Ademe Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bil­dirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken, denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.
İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasın­dan yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’-dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.
Evet bozmak demek; Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düze­nini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istedik­lerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.
Meselâ bir zamanlar Afganistan’a gidenler düzen için gidiyor-lardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi. Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk gör­düklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.
Ali Şeriatî’nin ifadesine göre Fransız Renault fabrikasının sa­hibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu ara­bayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak zo­runda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabri­kanın müdürü patro­nuna sorar: Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini boz­duk? Neden bu insanları da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım, pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra da on­ları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleşti­rirler.
Bu değişim, ya da toplumların düzenlerini bozma her za­man böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri bu münâ­fıkların ken-dilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silah­lar konuşmaya başlar ve toplu imhâlâr devreye girer. Meselâ bu münâfıkların değişi­mini kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz bin­lerce Brezilyalı yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkla­rın kendilerine empoze ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye yanaşmamak. Tüm dünyada düzen­leme adına düzensizliği ikâ­meye soyunan bu münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yap­tıkla­rını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzen­siz, barbardı.
1942 yılında kendini dünyanın en medeni milleti kabul eden İn­giltere, Çin'i top ateşine tuttu. Sebep neydi dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu afyonu da Çin’e Ja­ponya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.
Japon halkı ayak diretmiş, bizim törelerimizde afyon içmek yok­tur, biz bunu kullanmayacağız diyordu. İngilizlerin silahlarına he­def olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.
Ama işin acısı bu defa batılılar afyondan daha zehirleyici, ero­inden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya baş­ladı. Sadece Ce­zayir ve Tunus'ta iki milyon insan Fransızlar tara­fından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler. İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu bo­zukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.
Eğer bir ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların em­poze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu ba­rış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri de­mokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucu­durlar, bunlar halis münâ­fıktırlar.
Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo mus­luk­ları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa döke­lim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o yerleş­tirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihti­yaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygam­bere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozu­cuyuz demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdikle­ri-miz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağı­ralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bi­lir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâ­zım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba neler kalır oraya koyabileceği­miz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardi­yanların okudukların­dan öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardi­yanlar sürekli bir şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğre­nirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.
Soralım Rasulullah’a: Ya Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştire­lim! di­yelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğ­reniyor do­çent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk dü­zen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüş­türmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.
Bunun dışında, meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa ge­çirelim birini, veya adam işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer Al­lah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğu­muz ku­rallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozucu­lardanız de­mektir, Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davran­ması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yap­tın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer şöyle di­yorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bo­zukluktan bahsediliyor bu­rada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor âyet-i kerîmede. Bakın:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın."
denmiştir. Sonra da iman konusu gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin hayatında görüntülenen bozuk­luğu­dur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta gö­rüntü­süydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planı­nın kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu ta­bii.
Demek ki biz, bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a so­rup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine kadar hayatın dü­zenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Me­selâ kazanma ve har­ca-ma düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah koru­sun.
Meselâ insanın eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorul­ma-dan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve de­mişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan yapı­lıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya al­mak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalı­şanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalı­şanların yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kı­lık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.
13:"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! Denilince."
Kendilerine: “Şu mü'minlerin, şu insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!” Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü'min gibi İslâm dai­resine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görün­tülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre ina­nı­yorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni mü'minler gibi ima­nınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da iman diyor Ba­kara’da. Öyle değil mi? Hani mü'minlerin kıblesi Ku­düs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevri­lince liderlik İsrâil oğulla­rından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu haz­medemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyor­lardı da Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü'minler:
"Allah asla sizin imanlarınızı zayi edecek değil­dir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir"
(Bakara 143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz zayi oldu dedikleri na­mazdı. Hal­buki Allah "Sizin imanlarınızı zayi edecek değildir." bu­yuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bü­tündür. İşte onlara siz de Mü'minler gibi iman edin! Siz de mü'minler gibi imanlarınızı gö­rün-tüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’-minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışardan bakıldığı zaman sizin hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler ki:
"Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanaca­ğız? derler."
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu bayağı insanlar gibi mi iman ede­ceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler. Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları ayrı. Bizler edebiya­tını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan değiliz derler.
"Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler ken­dileridir. Fakat farkında değiller."
Gerçi beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapık­lar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı alçaklar. Bu se­fihler gibi mi iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanla­rın aynı şeyleri söylediklerine şahid oluyoruz. Adama di­yorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzı­nın tadı yokmuş yâni! Zevkleri yok-muş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına davet edildiklerinde onu akıl­sız­lıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini bilme­yenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağ­zının tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konu­sunda, ev tefrişi konusunda, hanımına karşı davranışları konu­sunda, sofrası, işçisine muamelesi konusunda, hademesine dav­ranışları konusunda Allah’ın istedikleri hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşı­yoruz? diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir di­yebiliyorlar alçaklar.
Meselâ bir arkadaş bilirim, bugüne kadar tanıdığım sanayi­ciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en iyi davranan, en güzel mu­amelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor; izin­lerde, düğün­lerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçile­rinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca ya­kından ilgileniyor, ev­lerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elin­den gelen her şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini ar­tırdı, parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her şeyi değişirken berikiler ne­den yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu arkadaş? Ka­zandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını bıra­kalım da çalıştırdığımız insan­ları, ya da sırtından kazandığımız in­sanları kendi hayat standartları­mıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışa­lım. Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğ­renelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozma­dır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim? Bakın onu, sefihin kim ol­du­ğunu Rabbimiz anlatıyor:
"Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur"
( Bakara: 130 )
Sefihler İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan yüz çevi­renler­dir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda görüyorlar. Mü'min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini görü­yorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere mahsus kabul edi­yorlar da kendileri gibi şan şöhret sa­hiplerinin iman etmelerini dü­şüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.
14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde der­ler ki: İnandık!"
"Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler."
Evet, müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeyle­rin biz de mü’miniyiz derler. Ama müslümanlardan uzak akıl hocala­rıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da onlara derler ki: Biz si­zinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâ­kırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl ho­calarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağla­maya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.
Amerika’daki, İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslü­manlarla karşılaştıkları zaman biz de müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün inşallah bu müs-lümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu uya­rına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basire­tine ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetle­rini insanlara ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu.Şüphesiz ki bu alçakların alçaklıkları, Allah tarafından bu ka­dar açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü'minlerin gayızları kaynar, sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hak­kın hemen bunları kahretmesini veya kendilerine: "Bu hainlerin he­men kökünü kesin! İşlerini bitirin bu alçakların!" gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini beklerler Allah’ın. Mü'minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü'minlerin hamiyet-i diniy-yelerinden ötürü bu dere­ceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heye­canları yatıştırmak, mü'minleri teskin etmek için bakın şöyle buyu­ruyor:
15:"Hakikatte Allah onlarla alay eder ve kendile­ri-ni taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakır."
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz müslümanlara şöyle buyuru­yor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza ediyorum! Ben onları maskaraya çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz az­gın­lıklarına meydan veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlaya­cağız acaba? Yâni nasıl bir istihza ediyor Allah onlarla? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman muamelesi yapılıyor. Ge­rek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı müslü-manlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır. Müslüman olmadıkları halde biz de müslüma-nız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bu­nun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben inanmadıkları İslâm ahkâmı­nın tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı içinde bırak­mak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte is­tihza-i İlâhî­den kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inan­madıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın. Ama işte mertçe se­çimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu insan­lar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.
B- Bir ikincisi de bunlar kendileri vapuru kaçırdılar ama bun­la­rın çocuklarından ciddi müslümanlar çıkmasına imkân ha­zırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına İs­lâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermi­yor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.
C: Bir de hadislerde anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı kıyamet günü gerçekleştirecek. Na­sıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehen­nemin kapılarını açıp: “Haydi ey kâ­firler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyu­rarak onlarla istihza edecek­miş. Onlar Allah’ın bu müjdesini du­yunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere kapıların önüne gel­dikleri zaman da Allah kapıları kapatıvere­cek ve bunlarla bu şe­kilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.
Ve kurtulmak üzere tam kapıların ağzına geldikle­rinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği andaki tü­kenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle istihza ediyor Rabbi-miz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı müslüman-lara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hür­riyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapı­ları kapatıp tek tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel” Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir anlıyoruz.
16:"İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almış­lar­dır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bu­lamamışlardır."
Hidâyet tam ellerine geçmişken onu bırakıp da dalâleti, sa­pık­lığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma im­kânları da kalmadı. Ticarette iki maksat vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun sermayeyi bile koruyamadı­lar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı, sermaye hidâyetti. Hidâ­yeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görü­nen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.
17:"Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ranlık bırakıver­miş."
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından ba­kıyoruz:
"İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bun­ları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz."
(Hud: 49)
Deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyedi­yoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna. Meselâ bakın Cenab-ı Hak yine soruyor:
"Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek ol­duğunu? Ama sen nerden bileceksin bunu?"
(Kaaria 1,2,3)
Diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için:
"Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir."
(Ahzâb: 72)
Buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisin­den olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim?
diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz caiz değildir. Ve işte Kur’-an’ın böyle bir anlatım mo­deli vardır diyoruz.
Cenab-ı Hakkın bu anlatım modellerinden biri de burada ol­duğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor du­rum-da bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu ha­yata indirgemesi problem olacaksa, o zaman Cenab-ı Hak örnekleme yapıyor. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz. Meselâ diyor ki Allah bakın:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur.
"(Nûr 35)
Karmaşa bir konu. Nasıl anlayacağız? Allah ve nûr. Ne demek nûr? Derken insanı bu karmaşadan kurtarmak için hemen arkasından bir misalle Allah’ın nûrunun ne demek olduğunu örnek­leyiverir Rab-imiz.
Buyurarak bu nûrun misali şöyledir diye hemen örneklemeye geçiverir. İşte aynen bunun gibi burada da Rabbimiz bize münâfıkla­rın karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlaşılmadı, belki anla­yamadınız diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor:
Diye buraya kadar anlatılan insan toplumlarının bir örneğini sunmaya başlıyor Rabbimiz. Buraya kadar hatırlayın üç grup in­san anlatılmıştı:
1- Muttaki olanlar,
2- Kâfirler,
3- Bir de,
Denen üçüncü grupta olanlar.
Peki acaba buradaki örnekleme bu anlatılan insan grupları­nın hepsi için mi? Yoksa sadece en son anlatılan grup için mi? Tabi insan Arapça kurallarından yararlanarak bu, en son an­latılan gruba aittir di­yebilecektir. Çünkü biliyoruz ki; Arapça’da za­mirler en yakına aittir kaidesi vardır.
Yâni buradaki: zamiri (Onlar) kim onlar? Kendilerinden en son söz edilenler olacaktır elbette. Buna göre anlıyoruz ki, bu­rada bu misalle anlatılacak insanlar diye en son anla­tılan in­sanlar olacaktır.
Peki neydi o? Tekrar dönelim o bölüme: Kendi kendilerine ka­lınca: "Biz müslümanlarla dalga geçiyoruz" diyenler. Ama müslü-anlarla beraber olunca da: "Ya biz de müslümanız! Biz de inanıyo­ruz! Biz de sizinle beraberiz!" diyenler.
İşte Allah bu gruba bir örnek sunacak. Tanınmaları çok zor olan ve lâkin tanınmalarında müslümanlar açısından mutlak zaru­ret olan, İslâm’ın ve müslümanların baş düşmanlarıyla ilgili bir ör­nek su­nacak. Şimdi eğer biz örnekle anlatılan konuyu anlayabilir­sek, yâni örneği anlayabilirsek, örneklendirileni de anlayabileceğiz demektir. Örnek anlaşılınca konu da anlaşılmış demektir.
Meselâ ben içinizden birine: Bana bir halı yapabilir misin? De­sem. O da: Nasıl? Ne model? Hangi model bir halı istersin? Deyince, ben de ona istediğim halının modelini çizmeye çalışsam. Eğer o be­nim çizmeye çalıştığım modeli anlayamamışsa, o zaman benim iste­diğim halıyı hiç anlayamamış demektir. Örneğin anla­şılması, konunun anlaşılması mânâsına gelecektir. Bakalım burada da bir örnek sunu­lacak inşallah, örneği anladığımız kadar da âye­tin anlattığını anlamış olacağız.
Kimi müslümanlar yukarıdaki âyetin anlattığını anladık da bu­rada anlatılanı anlayamadık filan diyorlar. Örneklenmek istenen ko­nuyu anladık da örneği anlayamadık diyorlar. Bu benim anlaya­bildi­ğim kadarıyla şundan kaynaklanıyor: Tefsirler bu bölümün anlaşılma­sının zor olduğunu, müşkül olduğunu, içinden çıkılmaz karı­şık ve karmaşa olduğunu söylüyorlar ısrarla. Okuyanlar da şartlanıyorlar ve bir şey olmalı herhalde! Diyorlar. Acaba ne anla­ya­cağız? Nasıl anla­yacağız? Diyorlar, zorlanıyorlar, bir şey de bula­mıyorlar tabii.
Bu sefer de: Galiba anlamadık! demeye başlıyorlar. Böyle de­ğil, Kur’an aslında anlaşılmamak için gelmemiştir. Bu bölümü de anla­rız, ama bizim seviyemiz kadar anlarız. Bize lâzım olacak ka­darını anlarız. Burası çok önemlidir. Bizim Kur’an’dan anlamamız gereken nokta, bizim hayatımızı düzenlemek içindir. Meselâ ben cihan impa­ratoru bir adam olsam; o zaman benim bu âyetten an­layacağım se­viye farklı olacaktır. Ben kadı olsaydım, görevime göre farklı bir şeyler anlayacaktım. Peki bizim seviyedeki insanlar için ne varmış? Bizim seviyedeki insanların hayatlarını düzenle­mek için ne var Kur’an’da?
Önce hiç âyetin başıyla ve sonuyla bağlantısı olmadan söy­lüyo­rum:
"Onların örneği şu misal gibi ki!"
Dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir an­layın dedi bize. Yâni formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir ke­nara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Al­lah. Peki neymiş bu?
"Bunların durumu şol şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam."
Olunca, hem ateş yakıyor adam, hem yakmaya çalışıyor, hem de yakma işini sürdürüyor olacaktır mânâ. Bir adam düşünün ki ara­zide ateş yakıyor. Tabii sobada değil, fırında da değil. Dü­nün ateşi gibi düşünmek zorundayız. Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor:
"Ateş çevresini aydınlatınca da:"
"Allah onların nûrunu gideriverdi."
İşte karıştırılan durum burası. Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi ya­kan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu gi­derdi deniyor. Peki kimlerin nûrudur bu giderilen nûr? Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Yâni orada birileri var. Yâni kendi sosyal hayatınızdan düşünün, tabii çevre ile bir­likte düşünün. Birisi ateş yak-mış obanın kenarında, köyün kena­rında veya bir kampın kena­rında. O ateş çevreyi aydınlatmış, biri­leri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi ay­dınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor ama; adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da:
"Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ran­lık bırakıvermiş."
Ondan sonra da:
18:"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler."
Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irti­bat­ları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel gö­rüyorlardı ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş, sağır, kör ve topal hale gelmişler. Bu bir, bir de:
19:"Ya da (bunların durumu) semadan bardaktan bo­şanırcasına inen bir yağmura tutulmuş kimselerin du­rumu gibidir ki, onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var; yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulak­larına tıkıyorlar. Ve Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmış­tır.”
Evet, onlar gökyüzünden bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura tutulmuşlardır. Şiddetli bir yağmurun altında kalmışlardır. Böyle bir ortamda bulunan insanlar düşünün.
O yağmurda, o ortamda:
"Karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var."
Karanlık üstüne karanlıklar var. Yâni yağmurun karanlığı, kalbe çöken kasvet karanlığı, gecenin karanlığı, çevrede ışıkların sönmesinin, aydınlığının bitmesinin karanlığı, böyle biteviye ka­ranlık var. Sonra yıldırım ve şimşek var. Gök gürültüsü ve şimşek var, yıldı­rımlar var. Sonra oradaki bu insanlar, bu korkunç ortamda bulunan bu in-sanlar:
Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını ku­lak­larına tıkıyorlar."
Bu ortamda ölüm korkusu nedeniyle parmaklarını kulakla­rına tıkıyorlar. Ama bilmeliler ki:
"Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."
Hiçbiri kaçacak bir delik bile bulamayacaktır. Hemen böyle bir parantez cümleyle işin Allah’a ait olduğunu anlatıveriyor. Yâni İs­lâm-da sosyal olaylar, tabii olaylar, Allah’sız anlatılamaz. Aslında ka­ranlık, yıldırım ve şimşek de Allah’ın âyetleridir. Gök gürültüsü, yağ­mur, kar hepsi Allah’ın âyetleridir. Meşhûd âyetlerdir bunlar. Müşa­hede edilen, görülen, göze hitap eden görsel âyetlerdir bunlar.
20:"Şimşek neredeyse onların gözlerini alıvere­cek; Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdi, onun ışığında yü­rüyorlar, ama her ne zaman karanlık üzerlerine çöktü, di­kilip kalıyorlar.
Yâni şimşek gözlerini kamaştıracak biçimde parlak bir ışık saçı­yordu.
"Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdiğinde."
"Onun ışığında yürüyordular."
Onun aydınlığında yol bulma imkânı elde ediyorlardı. Ama:
"Ama onlara karartı verdi mi kalıveriyordular."
Bu manzara da anlaşıldı mı? Anlaşıldı.
Şimdi neymiş? Işık var; acaba bu vahiy mi? Ateş yakan biri var; acaba bu Peygamber mi? Yoksa bu ateşi yakan adamın kendisi mi? Şu oldu; acaba melek mi? Öteki oldu; arz mı? diye burada anla­tılanları teşbih-i temsili olarak hepsini başka bir şeye benzetmeye ça­lışmak yerine, bu olayı bizim anlayacağımız âyetleri anlatan âyetler olarak anlasak belki biraz daha hoş olacak.
Meselâ baştaki örneğe dönüyorum şimdi: Bir adam var ateş ya­kıyor, çevresini aydınlatıyor, ama kendisi ateşle ilgisini kes­miş adam. Neden kesmiş?
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mü­hür­lemiş­tir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır."
(Bakara 7)
Âyetinde anlatılanlardan olmuş da onun için ilgisini kesmiş. Yâni Allah onun gözü­nün işini, kulağının işini, kalbinin işini bitirmiş, anlama özelliğini bi­tirmiş de ondan. Artık o insan hem ateş yakıyor, hem çevresinde­kileri aydınlatıyor, ama kendisi ondan mahrum kalı­yor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan, ya da nifakını ortaya koyan güzel bir örnektir.
İşte meselâ şu anda ben ateş yakıyorum ve çevremi aydın-latıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler aydınlanıyorsunuz. Gönlü­nüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor. Bir şeyler anlı-yorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenme­nize, sizin aydın­lanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tu­tuşturmaya çalışıyo­rum. Ama yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim sebebiyle veya kendim ko­nusunda negatif iste­ğim sebebiyle bu yaktığım ateşten kendim is­tifade etmek istemez­sem, bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve kalbim mühürle­nirse; ben de aynen o adam gibi olurum Allah korusun.
Ateş yakıp, yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama ken­disi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık dağıtıp kendisi karan­lıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği on binlerce ek­mekle çevresini doyuran ama; akşam evdeki çoluk ço­cuğuna koltu­ğunun altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibi­dir. Veya başkala­rına dağıttığı ekmekten kendi ağzına götürme­yen adam gibidir.
Meselâ birilerine aman namuslarınıza, iffetlerinize sahip çıkın! Derken kendi ehlinin namusuna, iffetine dikkat etmeyen kimse gibi. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde müslümanca eğitin! Dediği halde kendi çocuklarının eğitimine dik­kat etmeyen kimse gibi. Birileri onun bu beyanları ve irşatlarıyla aydınlanırken, kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını eğitmeye çalışırken kendi çocukla­rını eğitmeyen, kendi ailesinin na­mus ve iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir, diyor Rabbimiz.
Demek ki kimi insanların görüntülenen örneği buymuş. Kimi in­sanlar vardı hani vahiyle ilgisiz. Kâfirle müslüman arasında, küfürle iman arasında gelgit yapan insanın örneğiydi bu. İşte kâfir ile mü'min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir gibi davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine karşı kör ve sağır kesilirmiş.
“Artık bunlar görmezler; sağırdırlar, dilsizdirler, kör­dürler, artık dönemezler”
(Bakara 18)
Olurmuş yâni. Bakıyoruz adama hem Kur’an anlatıyor, hem sün­net yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe yetiştiriyor, ama ken­dine karşı o kadar kör ve sağır ki. Başkalarına du­yurduklarını kendine karşı uygulama noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdum duymaz ki adam. Karısına karşı o kadar kör ve sa­ğır ki, çocuklarına karşı o kadar kör ve sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki adam. Allah korusun, sanki başkalarına duyur­duğu dinle kendine uyguladığı din tamamen farklı. Bunu anladık inşallah.
İkinci örneğe geçiyorum: Her tarafta yağmur, her tarafta ka­ran­lık, kasvet ya da güneşsizlik, aysızlık söz konusu. Yâni böyle bir or­tamda bir adam vardır. Şimşek çakıp da etrafı aydınlanınca şöyle bi­raz biraz adım atma imkânı buluyor; ama ondan sonrasını da onunla görebilse, onunla bulabilse ya! Hayır ondan sonra bo­calayıp kalıyor. Nasıl yürüsün de yâni! Bir kere şimşek çaktı, onunla bir adım attı! Ve bitti o kadar.
Şöyle değil mi ama bakın; Yâni bu adam kısa bir zaman Kur’-an’la beraber oluyor, sünnetle beraber oluyor. Ayda bir defa veya haftada bir gün geliyor müslümanların sohbetlerine katılıyor, onların ağzından Kur’an sünnet dinliyor, duyduğu bu kırıntılarla biraz biraz içleri aydınlanıyor, onunla birkaç adım atıyorlar, birkaç saat idare edi­yorlar; ama daha sonra oradan ayrılınca yine eski vahiysiz hayatla­rına dönüverince de yine karanlıklar içinde kalıve­riyorlar. Yâni âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, şimşek kendisinin dı­şında olan bir hadîse. Yâni kendisi istediği zaman o şimşeği çaktı­ramıyor. Şimşeği Allah çaktırıyor.
Bunlar da kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurmuyorlar da, yâni istedikleri zaman bu şimşeği çaktıracak, kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurabilecek konuma gelmiyorlar da birilerinin bu ışığı yakma­sını bekliyorlar. Birileri bu kitabı okusun! Biz dinleyelim. Birileri anla­sın! Birileri bize anlatsın biz onu dinleyelim demeden yanalar. Birileri kitapla meşgul olsun biz işimize bakalım demeden yanalar adamlar. Çünkü bu kitaptan daha öncelikli işleri var adamların. Müslümanlıktan öncelikli işleri var. Para kazanacaklar, arabalarının modelini değiştire­cekler, evlerini, sofralarını zenginleştirecekler, millet vekili olacaklar, bakan olacaklar, dekan olacaklar adamlar. Şimdi bunlar dururken ki­tapla, sünnetle ilgilenmeye zaman ayırmaya ne gerek var. Birileri öğ­rensinler onu, birileri yaksınlar ışığı biz de onlardan istifade ederiz di­yorlar.
Yâni bu adamlar bazen bazen iman ediyorlar, gayret edi­yorlar, mü'min olmaya çalışıyorlar, anlatanların yanına giderek bi­raz bir yol buluyorlar; ama daha sonra kendilerinin kitapla diyalog­ları olmadığı için yine o karanlıklar âlemine dönüveriyorlar.
Buradaki karanlık; küfür, nifak ve şüphe karanlığıdır. Va­hiyle be­raber olunca bir an bunlar kaybolup yerini iman aydınlığı alıyor. Onun aydınlığında birkaç adım atıyorlar, birkaç gün idare ediyorlar ama daha sonra vahiyle ilgileri kesilince, kendi dünyala­rına, kendi âlemlerine döndüklerinde kalâkalırlar. Yine orada da bir şeyler yap­maktadırlar, ama boştur bunların hepsi.
Ya da burada anlatılan; bu çakan şimşekten kasıt, bu adam­la­rın dünyada söyledikleri La İlâhe illallah sözüdür denmiş. Yâni bu adamlar bu sözü söyleyerek bir ışık yakmışlar, müslüman olmuşlar; ama müslümanlığı sadece bununla bırakmışlar. Daha sonra Allah’ın kendilerinden istediği amelleri yaşayarak bu ışığı koruma altına al­mamışlar, bu imanlarını güçlendirmemişler de yaktıkları bu ışık sönü­vermiştir. Müslümanlığı sadece kelime-i şehâdetten ibaret zannettik­leri için nûrları sönüvermiştir.
Bir de bu âyet münâfıkların dünya hayatında İslâm nîmetin­den faydalanmalarını anlatır denmiş. Yâni yakılan bu ışık­tan kasıt dün­ya-da geçici olarak İslâm nîmetlerinden istifade et­meleridir. Dünyada bu adamlar müslüman göründükleri için müslüman kadınlarla evle­nirler, müslümanlara varis olurlar, ganî­metten faydalanırlar, kanlarını ve canlarını emin kılarlar. Dünyada bu kadarcık bir istifadeleri olur ama bütün bunlar sadece dünya ile sınırlıdır. Öldükleri zaman her şey bitecektir. Yâni ölünce bu ışık onlar için sönecektir artık anlamına ge­lecektir bunun mânâsı.
Veya bu âyet Hadîd sûresinde anlatıldığı gibi bu münâfıkla­rın kıyamet günü nûrlarının söndürüleceğini anlatır. Hani kıyamet günü mü'minlerle münâfıklar bir arada dururlarken Allah mü'minlere buyu­racak ki: "Ey mü'minler! Haydi sizler cennete gi­din!" Mü'minler de ön­lerini ve çevrelerini aydınlatan nûrlarıyla, ışıkları ile oradan ayrılıve­rince münâfıklar karanlıkta kalıverecek­ler. Etrafları kapkaranlık oluve­recek, üzerlerine bir kaos çökecek, kahrolacaklar, perişan olacaklar ve hemen bağıracaklar müslümanlara:
O gün münâfık erkek ve kadınlar mü’minlere şöyle seslenirler: Ey mü’minler! Birazcık bize dönün de nûru­nuzdan biz de istifade edelim."
(Hadîd 12)
Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz! Arkadaşlarımız! Hemşeh­rile­rimiz! Dönün bize, biraz da biz de bakalım. Şu nûrunuzdan biraz da biz istifade edelim. Ya da bizden tarafa dönseniz de biz de ne ya­pacağımızı bir bilsek, filan diyecekler. Dünyada da böy­leydi zaten bunların vaziyeti. Dünyada da müslümanların yanına geliyorlar onla­rın okuduğu, anlattığı âyetlerden biraz biraz kırıntı alıyorlar, bu kırıntı bilgilerle biraz yol alıyorlar, birkaç gün idare edi­yorlar ama sonra kendi dünyalarına dönüverince de karanlıkta ka­lıveriyorlardı. İşte bu­rada da aynen böyle. Dönün bizden tarafa da bi­raz nûrunuzdan isti­fade edelim diyecekler. Denilecek ki onlara:
"Dönün arkanıza ve nûrunuzu arkanızda ara­yın."
(Hadîd aynı âyetin devamı)
Yâni hayrola beyler! Ne oluyor? Hayrola bir durum mu var? Dö­nün geriye de nûrunuzu arkanızda arayın bakalım. Dünyada nûr bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Burada nûr mu aranır? Bu­rada nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bunu dün­yadan getirdik. Bu nûr Kur’andı! Bu nûr vahiydi! Vahiyden ne kadar haberdarsa kişi, onun o kadar nûru var demektir. Hayatını düzenleye­cek kadar, kendisine yol gösterecek kadar bir âyetten haberdar olan kişinin bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bile­nin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar da nûr­suzlardır. İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de belki dünyada yanan bu nûrlarının âhirette söneceği anlatılmakta­dır diyoruz. Gelelim ikinci misale:
Bu misalde de Allah yağmurdan söz eder. Yağmur Kur’an’a benzetilmiştir. Nasıl ki yağmur ölü araziyi dirilten bir rahmet kay­na-ğıysa, Kur’an da ölü kalpleri ve hasta ruhları diriltmek için gel­miş bir rahmet kaynağıdır.
Misaldeki karanlık, gök gürlemesi ve şimşek ise, bu vahiyle ilgi kurma yolunda, bu vahiyden istifade etme yolunda, yâni kulluk yo­lunda, İslâm’ı yaşama yolunda insanın önünü kesen engeller demek­tir. İslâm’ı yaşamaya çalışırken, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu tehlike ve güçlükleri temsil eder. İşte bu münâfıklar orta­lık biraz yatış­tığı zaman, işler iyi gittiği ve tehlikeler söz konusu olmadığı zaman İslâm’ı yaşamaya koyulurlar. Ama kulluklarının önünü birtakım tehli­ke-ler kestiği zaman, önlerine birtakım engel bulutları çıktığı zaman da, meselâ tayinlerinin çıkarılması gibi, so­ruşturma, kovuşturma gibi, ma-aşının kesilmesi, tayininin çıkarılması gibi. O zaman da kalaka­lır­lar. Allah’ın kendilerinden beklediği kullukları terk ediverirler. Yâni bunlar kalben tamamen kâfir değillerse de İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak boyutta uygulayan insanlardır. İş tehlike boyu­tuna ulaştığı anda kalakalırlar, bir adım dahi atamazlar.
Veya buradaki karanlık, yıldırım ve şimşek, adamların ön yar­gılarına ve beklentilerine ters düşen âyetlerdir. Adamlar ön yargılarına ters düşen emirlerle karşı karşıya geldikleri zaman şaşkınlık içinde kalâkalırlar. Meselâ cihada çağrıldıkları zaman, Allah yolunda mal ve canı fedâya çağrıldıkları zaman dona kalır­lar. Veya namaz, tamam kılalım da bu tesettür de ne olacak yâni? Derler. Bu şartlarda yâni çok zor bu iş! Bu devirde olmaz bunlar derler. İşlerine gelen konularda yü­rürler; ama işerine gelmeyen konularda kalakalırlar.
Kur’an’da yıldırım gibi bazı tehditler, bazı vaadler vardır. Yine Kur’an’da şimşek gibi parlak hüccetler, deliller vardır. İşte bu adamlar Kur’an’ı dinlerken sanki yıldırımlara, şimşeklere tutulmuş insanlar gibi bunları duymamak için, meselâ âhireti duymamak için ölüm korku­sundan elleriyle kulaklarını tıkarlar. Bir yerde on dakika kadar cehen­nemi anlattım. Oradakilerden birisi o kadar sıkıldı ki çatladı, patladı sanki: Yeter yahu be! Dedi, başka konu bilmez mi­sin sen! Gideceği yerin anlatılmasına tahammül edemedi adam.
Tevbe sûresinde bu tür insanlar için:
"Eğer korunmak için bir yer, yahut mağaralar, ya da sokulacak bir delik bulabilselerdi hemen oraya doğru yönelip koşarlardı."
(Tevbe 57)
Buyurulur.
Veya İslâm’ın izzetinden onlara bir pay, bir nasip, bir paye dü­şünce mîras gibi, ganîmet gibi, müslüman kadınlarla evlenme gibi. Buna güvenip yürürler. Ama istemedikleri, hoşlanmadıkları bir şeyle karşılaşınca da donakalırlar.
Bu âyet onların kıyamet günkü durumlarını anlatır da den­miş. Kimilerinin nûru fersahlarca mesafeyi aydınlatır. Medine’den Aden’e kadar. Kimilerininki ancak ayaklarının önünü aydınlatır. Kimilerinin ışığı hepten sönmüştür. Kimilerinin ki bazen yanar bazen söner. Bu­rada anlatılan münâfıklarınki gibi. Yâni bu adamlar as­lında karanlık içindeler de, kendi kendilerine kendi karanlık dün­yalarının ışığıyla yü­rüdüklerini zannediyorlar.
Böylece anlıyoruz ki; münâfıklar iki kısımdır. Birincisi; önceki âyette anlatılan kalben kâfir olup çıkarları sebebiyle müslüman gö-rünmeye çalışan insanlar. İkincisi; bu sonraki âyette anlatılan kalpleri tamamen kâfir olmasa da İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye sokma­yacak boyutta uygulayan ve herhangi bir tehlike anında veya hoşla­rına gitmeyen, nefislerine ağır gelen emir ve tekliflerle karşı karşıya kaldıklarında da donakalan insanlar.
Nitekim Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle anla­tır:
"Üç şey vardır ki; bunlar her kimde bulunursa o ha­lis münâfıktır. Ama kimde de bunlardan bir tanesi bulu­nursa onu terk edene kadar o kişide nifak alâmeti var de­mektir. Bunlar şunlardır: Konuştuğu zaman ya­lan söyler, vaâdettiği zaman vaadinden döner, kendisine emanet edil­diği zaman emanete ihanet eder."
21:"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, korunup, muttakilerden olası­nız.”
Ey bunu kavrayan, ey bunu anlayan insan! Ey bütün bu mo­del­leri şahsında toplayan insan cinsi! Ey insanoğlu! Rabbinize kulluk edin! Zaten Kur’an’ın geliş gâyesi buydu. Ne müttakiyi an­latmak, ne kâfiri ve ne de münafığı anlatmak değildi mesele. Me­sele, bana beni anlatmaktı. Bir müslüman olarak benim Rabbime kulluğumu anlat­maktı. Rabbime kul olmam gerektiğini anlatmaktı. Ama bu konuda önce kitabın kriter olduğunu ortaya koydu. Kulluk konusunda, iman konusunda kitabın elek olduğunu ortaya koydu. Bu kitap eleğinden geçen insanların kimilerinin bozuk düzen oldu­ğunu anlattı. Bu kriterle kimilerinin beş para etmediği açığa çıktı.
Sanki sarrafın elindeki mihenk taşından geçenlerden kimile­ri­nin bozuk ve boşluğu ortaya çıkıyordu ya, sanki kitap da böyle. Sanki kitap, insanların Allah’a giderken böyle uğramak zo­runda oldukları mihenk taşıydı. Ondan geçerken insanların kimile­rinin kulluklarının sahte olduğu açığa çıkıyor, kimilerinin de gerçek olduğu ortaya çıkı­yordu. Burada da Cenab-ı Hak önce muttakileri anlattı, sonra kâfirleri anlattı, sonra da bu ikisi arasında gel git ha­linde olanları anlattıktan sonra diyor ki:
"Ey insanlar!"
Çoğul bir kelime. Nâs; insanın çoğuludur. Hiç kimseyi ayır­ma­dan Rabbimiz burada bir davette bulunuyor. Adem ve Havva’dan meydana gelen tüm insanlığa bir davetiye. İnsan çoğul bir kelime ama beni anlatıyor. Seni anlatıyor. Öyleyse bu kitabın muhatabı sensin. Ey insan, sen Rabbine kul ol! Rabbinize kul olun! Yâni boynunuzda taşı­dığınız ipin ucunu yalnız bana verin! diyor Allah. Garip bir şey, aklımı­zın ermesi de gerekmiyor.
Acaba Allah niye hem böyle bizi kul olmaya müsait olarak boynumuzda bir iple yaratmış, hem de; “Ey kullarım! Verin o ipin ucunu bana!” demiş? Acaba böyle yapmasaydı da doğuştan kendisi alıverseydi olmaz mıydı o iplerimizin ucunu! Ya da melek gibi boy­nun-daki ipin ucunu başkalarına veremeyecek biçimde ya­ratsaydı ol­maz mıydı yâni bizi? Yoo! Öyle istememiş Rabbimiz. Murad-ı İlâhî öyle de-ğil. Allah herkesi müslüman olmaya müsait yaratmış. Herkesi boynunda bir iple getirmiş dünyaya. İnsan boy­nundaki ipin ucunu Al­lah’a vermeyip kendi elinde de tutsa yine Allah’ın kuludur. İnsan boy­nunda doğuştan getirdiği kulluk ipinin ucunu kendi elinde de tutsa veya toplumuna, çevresine, ailesine, ya da ateşe, yıldıza, veya şey­tana, putlara, idarecilere de verse, yâni bunlara da tapınsa, tarih bize gösteriyor ki; insan mutlaka ta­pınmaya hazır yaratılmıştır. Tapacaktır mecburen bir şeylere.
Evet aklımızın ermediği bir hikmeti sebebiyle bizi böyle ira­deyle yaratıyor, ondan sonra diyor ki bakın Rabbimiz: Kulum! Seni ben yarattım! Seni kulluğa müsait yarattım! Boynunda bir iple dün­yaya getirdim! Öyleyse boynundaki o ipin ucunu bana ver! E ya Rab-bi, sen bunu baştan tutuverseydin ya! Bizi bu konuda serbest bı­rak­masaydın! Boynumuzdaki ipin ucunu melek gibi, sema gibi, arz gibi, taş, toprak gibi, hayvanlar gibi doğuştan eline alıp da bizi bu ko­nuda serbest bırakmasaydın! Bizim bu irademiz ne olaydı ki ya Rabbi! Şeytan ne olaydı ki yâni! Niye yarattın şeytanı? Şeytan ve dostları ne olacaktı? Niye yarattın bunları? Niye izin verdin? diye­miyoruz. Çünkü Mevlâ o bölümü dememiş. Sadece diyor ki: “Sizi ben yarattım, boy­nu-nuzdaki ipin ucunu bana verin!”
Şöyle bir örnek veriyoruz: Ömründe hiç araba görmemiş bir adamı herhangi bir araba fabrikasının kabinine yerleştirsek; meselâ Audi fabrikasının kabinine yerleştirsek. Adama desek ki: Bak buradan çıkmak yok! Şuradan yemeğin gelecek, buradan su­yun gelecek, şu­rada işini, burada çişini yapacaksın! Adam dese ki: İyi anladık ta ben ne yapacağım burada? Desek ki kendisine: Önüne bantla bir parça gelecek ve şuraya iki vida takacaksın, bu­raya da üç somun tuttura­caksın! diye ona iki görev versek. Şimdi bir ömür boyu işi gücü bu iki vidayı ve üç somunu tutturmak olan bu adam bu yaptığı işin ne an­lama geldiğini, ne işe yaradığını bi­lebilir mi? Yaptığı bu işin ne anlama geldiğini bilebilir mi bu adam? Nereden bilecek? Bilemez değil mi? En fazla, ya dışarıdan birileri yaptığı bu iş konusunda adama kopya ve­recek, fitleyecektir. Veya adama bir audi arabasının fotoğrafını filan göstere­ceksiniz, diyeceksiniz ki, bak senin taktığın vidalar burada, işte bu işe yarıyor, bak sonunda böyle bir araba çıktı diyeceksiniz. Ya da adamı oradan çıkaracaksınız, bir audi arabasının yanına götürüp bindireceksiniz ve diyeceksiniz ki: İşte senin aşağıda taktığın vi­dalar bak burada! İşte bu işe yarıyor! Bak bu araba! diyeceksiniz. Ya da dı­şarıdan birisi ona fitleyecek. Fotoğraf gösterecek, ekran gösterecek ve: Bak diyecek işte bu arabadır! Senin yaptığın iş buna yarıyor! diye­cek. Değilse bu adam kesinlikle yaptığı bu işin neye yaradığını, ne anlama geldiğini bilemez. Çünkü adam o kabinden hiç dışarı çıkma­mıştır, hiç araba görmemiştir.
Rize’de bir dönem öğretmenlik yapan bir arkadaşım anlat­mış-tı: Çocuklar hiç araba görmemişler, fotoğraf getiriyorlar ve di­yor­larmış ki; “öğretmenim! İnsanlar buna mı biniyorlarmış? Olacak şey mi bu?” Ne yapsın yavrular? Ömürlerinde hiç araba görmemişler. Bir zamanlar çocukluğumuzda biz de görmemiştik. Bizim köye ilk kamyon geldiğinde ben merakla onun tekerlekleri arasında gecelediğimizi ha­tırlarım.
Şimdi böyle bir adama dışarıdan herhangi bir bilgi veril­mezse, anlamaz değil mi bu adam bu yaptığı işin neye yaradığını? Üç tane vida takacakmış, takmasa ne olur? On beşlik vida taka­caksın demiş­lerdi, on beşlik vida yerine yirmilik taksa ne olur? Ne zararı olduğunu bilir mi adam? Nereden bilecek değil mi? Anla­maz ki ne olduğunu. Bakın aynen bu adam gibi Allah bizi dünya denen başlangıcını ve sonunu bilmediğimiz bir kabine getirip yer­leştirmiş. Biz yaratılmadan önce, yâni henüz bu dünyada yokken, yâni önceden de önce, ay da yok iken, güneş de yok iken, arz da, sema da, zaman da, mekân da yok iken ne olup bitti bilmiyoruz.
Düşünün arz yok, sema yok, dünya yok, zaman yok, me­kân yok, hiç bir şey yok. Ya ne var? Allah var, başkası yok. Sonra dünya yaratıldı, sonra madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlar, sonra Adem yaratıldı, sonra ben yaratıldım, sonra kıyamet kopa­cak, sonra yeniden diriliş olacak, sonra hesap kitap, sonra cennet ve cehennem. Yâni en sonunda zaman bitecek, mekân da bite­cek. Çünkü dünyadaki zaman ayrı, öbür taraftaki ebediyet ayrıdır. Dünyadaki mekân ayrı, öbür ta­raftaki cennet ve cehennem me­kânları ayrıdır.
İşte biz dünyadan öncesini ve sonrasını bilmiyoruz. Cenab-ı Hak da bizi böyle önünü ve sonunu bilmediğimiz dünya denen bir ka­bine yerleştirmiş ve aynen misaldeki adam gibi şunları şun­ları yapa­caksınız, şunları şunları da yapmayacaksınız, diye bir kı­sım emir ve yasaklar bildirmiştir. Beş vakit namaz kılacaksınız, otuz ramazan tu­tacaksınız, şöyle giyineceksiniz, böyle yaşaya­caksınız, boyunlarınız­daki ipin ucunu yalnız bana vereceksiniz, yalnız beni dinleyecek, yal­nız bana kulluk edeceksiniz, gibi emir ve yasaklarda bulunmuştur.
Şimdi bizler yaptığımız bu işlerin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını, sonunda karşımıza nasıl bir şeyin çıkacağını bilebi­lir mi­yiz? Bize de Allah tarafından: Yapın! veya yapmayın de­nenlerin ak­si-ni yapsak. Meselâ dört rekat yerine beş kılsak, otuz yerine yirmi Ramazan tutsak veya hiç kılmasak, hiç tutmasak, ne zararının oldu­ğunu bilebilir miyiz? Şöyle giyinin dediği halde böyle giyinsek, mîrası­nız şöyle olsun dediği halde böyle yapsak ne zara­rının olduğunu bile­bilir miyiz?
Onun içindir ki Allah’ın bildirmediği hikmetler konusunda hik-met arayıcılığına çıkmak lüzumsuzluktur. Çünkü Allah hangi konuda ne hikmet bildirdiyse onu ancak bilebiliriz. Ama Allah bildirmemişse onu kesinlikle bilemeyiz. Meselâ orucun hikmeti ne? Allah diyor ki:
"Muttaki olmanız için!"
Demek ki; orucun hikmeti buymuş. Ama bakıyo­ruz müslüman-lar oruca ne hikmetler sıralamış. Efendim aç­sın, kendini anlayacak­sın, açları düşüneceksin, filan..
Tekrar dönüyoruz örneğe; biz dünyadan öncesini ve dünya­dan sonrasını bilmiyoruz. Sadece dışarıdan bir haberci (bir peygamber) bize bir şeyler haber veriyor, bize bir kısım bilgiler veriyor. Bakın yap­tığınız işler şu işe yarıyor! diyor. Şöyle olacak! diyor, böyle olacak! di­yor. Lâkin anlattığımız misâlimizden farklı olarak yaptığımız bu işlerin sonucunda karşımıza çıkacak cennet, ya da cehennem maketini bize gösterme imkânı yoktur o peygamberin. Ya da bizi dünyadan alıp cennete götürmesi ve işte bakın yaptı­ğınız kulluklar işte bu işe yarı­yor, sonunda karşınıza böyle bir montaj hayat çıkacak diyebilmesi de mümkün değil. Sadece gös­teremeden anlatıyor bize.
İşte kul olmanın mantığı da budur bence. Yâni Allah öyle de-mişse öyledir tamam! Başka düşüncenin anlamı yoktur. Allah boyun­larınızdaki ipin ucunu bana verin demişse tamam. Bunun dışında işte efendim şöyle ol­malıydı, böyle olmalıydı, demenin anlamı yoktur. Gör-meye, bilmeye de gerek yoktur. Demiştir ki Allah: Kullarım, boy­nunuz-daki kulluk ipinin ucu yalnız benim elimde olsun! Yâni dünya­dan öncesine, cennet ve cehennemden sonrası ve öncesine ait gaybî haberleri bilen Allah Peygamberi vasıtasıyla bize bu bilgileri verdiği için biliyoruz.
Araba örneğinde belki şekil olarak bir arabanın fotoğrafı gösteri­lebilir ona. Ama şu sosyal hayattaki arabanın fonksiyonunu bi­le-mez o adam. Biz de bilemiyoruz da ancak iman ediyoruz. Al­lah bizi kulluk için yaratmış. Kulluk yaptığım takdirde cennet vere­cek bana! Peki ne o? Onu da bilmiyoruz! Ama sadece iman edi­yoruz...
Ey insanlar! Mü'min, kâfir, münâfık hangi sınıfa dahil olursa­nız olun. Veya erkek kadın, fakir zengin, âlim cahil hangi durumda olur­sanız olun, hepiniz her ân Rabbinizin şu emriyle karşı karşıyasınız:
"Rabbinize kulluk edin! Kul olun Rabbinize!"
Sizler ey Müslümanlar! Ey Rablerine teslimiyet iddiasında bulu­nanlar! Ey bundan önceki sûrenin istediği gibi:
"Ancak sana kulluk yapacağız!"
(Fâtiha: 5)
Diyenler bu ahitlerini ifa etsinler, demeyenler de Allah’a bu ahdi vermeye çalışsınlar. Hepiniz Rabbinize kul olun! Rabbinize ibâ­det edin! Peki nedir kulluk? Nedir Rab? İbâdet genelde insan haya­tını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde bir insanın hayatının en kü­çük birimi olan, bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman dilimi içinde kişinin, Allah’ın istediği biçimde hayat sürmesinin adına ibâdet denir. Hayat sahibi olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi yaşaya­caktır. Ama bu yaşayış biçimini Allah belirleyecek, yâni yaratıcıyı memnun etmek adına yaşayacak ve bu bir gece ve gündüz ibâdet olacaktır. Yaratıcı tarafından belirlenmemiş ve ya­ratıcıyı değil de baş­kalarını memnun etme adına geçirilen zaman da boşa geçirilen za­man demektir.
Demek ki ibâdet; tüm hayatın Allah için yaşanmasının adı­dır. Kişi o zamanı kimin adına ve kimi memnun etmek için yaşa­mışsa ona ibâdet etmiş demektir. Çok uzun kaçacağı için ibâdeti böyle kısaca özetledikten sonra şimdi Rab'le ilgili de bir kaç şey söyleyelim. Yeri geldikçe inşallah bunları uzun uzun ifade etme imkânı bulacağız.
Rab; terbiye eden, efendi, mürebbi, mâlik gibi anlamlara gel­diği gibi, yaratıcılık özelliği de söz konusudur. Rab; topyekün varlıklar âleminin var edicisi ve var ettiklerinin hayat programını da tanzim edi­cisidir. Rab; kula nasıl bir hayat yaşayacağını belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlünün: “Onlar Allah’ı bı­rakıp da, din adamlarını Rab’ler edindiler” hadisi bunu anlatır.
Evet hıristiyan ve yahudiler Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl ha­ram yasalarını bir kenara bırakıp da, din adamlarının, idarecileri­nin, dini ve siyasal liderlerinin helâl haram yasalarını kabul ederek onlara kul köle oldular.
Demek ki Rab; varlıklar dünyasının, melekler, cinler ve in­san­lar âleminin yaratıcısı ve yaratma yasasının koyucusudur.
Burada Allah’ınıza kul olun! demek yerine, "Rabbinize kul olun!" denildiğine göre şöyle bir espriyi de söyleyelim inşallah: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olun ki, o sizin Rabbinizdir. Yâni kendisine nasıl bir kulluk yapacağınız konusunda fikir sahibidir. Çünkü Rab de­mek, hayata program çizen varlık demektir. Rab demek, günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek, “yap!” ve “yapma!” deme yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı bir özelliği de var Allah’ın:
"Sizi o yarattı, sizden öncekileri de."
Öyle bir Rab ki; sizi de, sizden öncekileri de yaratan O’dur. Öy­leyse herhangi bir varlığın Rab olabilmesi için yaratıcı olması ge­rekmektedir. Yaratma özelliği olmayan varlıkların rubûbiyet iddiaları, sahte bir iddiadan başka bir şey değildir. Yarattıklarının kanunlarını koyma hakkına sadece yaratıcı sahiptir. Yâni ibâdete lâ­yık olan sa­de-ce Allah’tır. O’ndan başka kimin kanunlarına itaat edilebilir ki? Ki­min programını alabiliriz ki?
Var mı başka böyle bizi yarattığı için kendisine minnet duya­ca­ğımız, kulluk yapacağımız bir yaratıcı? Yâni varlığınıza se­bep O’dur! O dilemeseydi siz kesinlikle olmayacaktınız! Sizi var eden ne anaları­nız, ne babalarınız, ne de toplumdur. Toplum toplum diyenler, “toplum güçlüdür”, “topluma karşı gelinmez”, “toplum şöyle”, “toplum böyle”, toplumdan geldik tekrar ona döne­ceğiz” diyenler sanki bilmeden Al­lah’ı tarif ediyorlar. Toplum, top­lum, kim o? Yok öyle bir şey aslında! Toplum dedikleri işte sen, ben, bizim oğlan..
Peki nedenmiş o? Niye yaratmış Allah bizi? Ya da neden O’-na kul olacakmışız?
"Tâ ki muttaki olasınız."
Belki böylece takvalı olursunuz! Böylece belki yolunuzu Al­lah’la bulursunuz! Yolunuzu Allah’a sorarak bulmanın usulünü öğre­nirsiniz, hayat programınızı Allah’ın kitabına göre yaparsınız diye ya­rattık sizi.
Dikkat ederseniz Allah’a kulluk yaptığınız takdirde kesin­likle ko­runursunuz, kesinlikle kurtulursunuz denmiyor da, belki korunursu­nuz deniliyor. Çünkü hiç bir şey İlâhî iradeyi şarta bağla­yamaz. Yâni bizim ibâdetlerimiz hiçbir zaman Allah’ı minnet al­tında bırakamaz. Çünkü hiçbir zaman O’na lâyık, O’na yakışır ibâdet yapamayacağımız gibi, aynı zamanda bizi O yarattığı için mecbu­ren O’na ibâdet etmek zorundayız. Başka bir seçeneğimiz yoktur..
Bakacağız; bu sûrede yoğun bir biçimde takva anlatılmış. Ya da yoğun bir şekilde takvaya gönderi bulacağız. Sanki sûreyi kendi kafamızdan isimlendirmemiz söz konusu ol­saydı, yâni böyle bir hak­kımız olsaydı, ben derdim ki; bu sûre takva sûresidir. Âl-i İmrân sûresi de sanki şehâdet sûresidir. Orada da yoğun bir biçimde şehâdet an­latılmış. Karşımıza ısrarla şehâdet birimleri sunulur Âl-i İmrân sûre­sinde. Allah’ın şehâdeti, Peygamberin şehâdeti, mü'minlerin şehâdeti, şehitlerin şehâdeti, şahit olanların şehâdeti gibi ısrarla şehâdet anla­tılıyor.
Burada da sanki ısrarla takva anlatılıyor. 177. âyete kadar tak-va devam ede­cek ve nihâyet orada yine takvayla alâkalı bir özet sunulacak, sonra da işte takvalı olmak budur! diye takva birimleri an­latılacak. Kısas böyledir! Oruç böyledir! Hac böyledir! Süt emzirme böyledir! Nikâh, talâk böyledir! Gibi konular, sonra infak konusu, fâiz ko­nusu, borç konusu anlatılacak, en sonunda da amenerrasûlü ile iman birimi tanıtılacak. Yâni böyle bir takva sûresiyle karşı karşıyayız.
Sizin takvalı olmanızı, yolunuzu benimle bulmanızı istemem­den dolayı sizi yarattım! Öyleyse Haydi bakalım ne yapacağınızı bana sorun! Hadi öyleyse hayat programlarınızı benden alın! Yâni kitabıma bakıp öyle yaşayın! Kitabımın dışında yol tarif edenlerin yollarına uy­mayın! Kitabıma sormadan kendi kendinize hayat programı yapma­yın! Benden başkalarını Rab kabul edip onlara kulluk etmeyin! diyor Allah.
22:"O Allah ki; yeryüzünü sizin için döşek yapmış­tır. Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır. Gökten su in­direrek onunla size rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir. O halde, bile bile Allah’a nidler bulmayın."
Sizin Rabbiniz, sizin kendisine kul olmanız, sizin hayat prog­ramlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz O Allah ki, O öyle lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin için bir döşek yapmış. Size bir yatak yapıp rahatınıza sunmuştur onu. Orada yatıp kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan çe­kiliverseydi bu döşek, nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp, nerede otururdunuz?
Demek ki bizi yaratan; ama yarattığı gibi öyle başı boş bırak­ma­yan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı için dün­yada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız. Ha­yat; ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Şimdi burada bir soru sorayım size: Eğer bu dünya in­sanların elinde olsaydı, in­sanların mülkünde olsaydı bu kadar cö­mertçe onu insanlara sunabilir miydi? Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu ge­cemizin zülüflerini aydınlatan hi­lal, şu bize her saniye ısı ve ışık gön­deren güneş, şu her ân te­neffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, eğer bir insanın, ya da insanların elinde olsaydı; onu, ondan bu ka­dar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
"Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır."
Üzerinize de sema bina etmiş. Gök inşa etmiş, ya da gökyü­zünü yapılandırmış, arzı sema ile birlikte yapılandırmıştır. Yâni başı­nızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten muhteşem bir ta­van yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu dö­şeğe ku­rulmayan var mı? İnsan olup ta bu evde oturmayan? Bu binadan isti­fade etmeyen var mı? Allah’ın sizin için yarattığı bu muazzam binanın yanında fakirlerin imrendiği, zenginlerin gurur­landığı şu köşklerin, şu villaların ne önemi olabilir de? Hepiniz aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Öyleyse kimin evinde oturduğu­nuzu, kimin döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul olmanız gerektiğini iyi anlayın! Sonra da:
“Gökten su indirerek onunla size rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir."
Yâni o semanın bir birimi olan bulutlardan su indirmiştir Al­lah. Ve o indirdiğimiz suyla sizin için bitkiler bitiriyoruz. Siz bunları bilirsi­niz, biliyorsunuz. Gözünüzün önünde her gün yaşıyorsunuz bunları. Ayrıca bunları bilmek için, bildirmek için deliller getirip fel­sefeler yap­maya gerek de yoktur. Öyleyse: Bütün bunları anladı­nız mı? Öyleyse hemen arkasından bu kadar bunları bilip bilip de:
"O halde, bile bile Allah’a ortaklar bulmayın."
Bütün bunları yaratan, bütün bu nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh olmayacağını bilip dururken, Allah’a nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını ka­zanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine sora­cağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz Al­lah’tan başka Rabler, Allah berisinde efendiler bulmaya kalkma­yın! Veya Allah’ı sadece ha­yatın bazı bölümlerine karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin! Namazınıza karışan, ama kılık kıyafetinize karışmayan, Oru­cunuza karışan, ama hukuku­nuza karışmayan, mescidinize karışan, ama kazanmanıza, harca­manıza, çocuklarınızın eğitimine, sofranıza, ev tefrişlerinize, dü­ğününüze derneğinize, okumanıza yazmanıza, meslek seçimi­nize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı bölüm­lerine karışan, Allah dışında o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler, amirler bulmayın! Diyor Rabbimiz. Ve yapılan iş de bu­dur Allah korusun bugün.
Yâni Allah’ı sabah namazının rekatları konusunda söz sa­hibi, ya da meselâ oruç konusunda yetkili, ya da dua ederken ellerin nasıl açılacağını belirleme konusunda yetkili, ama geri kalan konularda sosyal, ekonomik, siyasal, bireysel ve toplumsal konularda Allah’ı yet-kisiz kabul ederek Allah’tan başkalarını yetkili kabul edersek veya bütün bu konularda Allah’la beraber başka yetkililer kabul edersek o zaman Allah korusun şirkin ucu görün­müş olacaktır hayatımızda.
Önce şu genel kuralı bir söyleyelim: Herhalde benim anladı­ğıma göre Allah şunu anlatıyor bize: Allah semadan, arzdan, yâni bi­zim âlem dediğimiz, tabiat dediğimiz şeylerden söz ediyorsa, kendi­sini bize Âlim ve Kadir olarak tanıtıyor demektir. Yâni Allah’ın hem güçlü olduğunu, hem de bilgili olduğunu anlıyo­ruz bundan. Bir bakın semaya! Var mı yapabilecek bir benzerini? Bakın semaya! Var mı bir düzensizlik? Var mı bir uyumsuzluk? Bir eksik gedik? Peki var mı benden başka bunu yapabilecek birileri diyor Rabbimiz.
Öyleyse bilesiniz ki bunu yapabilen, bunu becerebilen Al­lah elbette sizin hayatınızı da düzenlemesini bilecektir. Elbette si­zin hu­kukunuzu da bilecektir. Elbette sizin nasıl giyinmeniz gerek­tiğini, nasıl kazanıp nerede harcamanız gerektiğini, çocuklarınızı nasıl eğitmeniz gerektiğini, hayatınızı nasıl düzenlemeniz, nasıl bir sistem içinde ya­şamanız gerektiğini de bilecektir.
Öyleyse gelin inat etmeyin! Gelin benden başka Rabler ara­mayın! Gelin hayatınızda benden başka söz sahipleri olmasın! Gelin benden başkalarının hatırına iş yapmaya kalkmayın! Gelin benden başkalarının kanunlarına uymayın! Gelin çevreyi dinleme­yin! Gelin modayı hesaba katmayın! Gelin âdetleri benim önüme geçirmeyin! Gelin benim dûnumdakileri benim makamıma koyma­yın! diyor sanki Rabbimiz..
Çünkü Rab olma özelliği, İlâh olma özelliğidir bunlar, bu an-lattıklarım. Öyle değil mi? Rab olan yaratıcı olmalı değil mi? Ka­nun koyan yaratıcı olmalı değil mi? İlâh olan yaratıcı olmalı değil mi? Sözü dinlenecek, kendisine kulluk yapılacak varlık yaratıcı olmalı değil mi? Hani şu benim dışımda Rab kabul edip de ka­nunlarına uymaya çalış­tıklarınız bugüne kadar ne yaratmış bir gösterin bakalım? Rab olan kadir olmalı değil mi? Âlim olmalı değil mi? Rab olan İlâh olmaya lâyık olan değil mi? Öyleyse Allah tek Rabtir ve tek İlâh’tır! Diyeceğiz.
Kâdir olmanın iki anlamı vardır:
1- Her şeye güç yetiren, gücü her şeye etkili olan, mutlak ga­lip, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez demektir.
2- Her şeyi kadir olan, her şeyi takdir eden, her konuda ölçü ko­yan, ölçüt vazeden demektir. İşte böyle bir Allah’a nidler, eşler, or­taklar bulmayın!
Buhârî ve Müslim, İbni Mes'ud’dan Rasûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet eder: İbni Mes'ud diyor ki: Ben sordum Rasûlullah’a: “Ey Allah’ın Re­sûlü, en büyük günah hangisidir?” Resûl-i Ekrem buyurdu ki:
"Seni Allah yarattığı halde başkalarını ona ortak kılmandır!"
Başka bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
"Sakın ha! Sizden biriniz: "Allah ve falan di­lerse"! Demeyin!”
Başka bir hadislerinde:
"Sakın ha! "Allah ve Resûlü dilerse!" Demeyin! Sa­dece Allah dilerse deyin"
Buyurur. İbni Abbas der ki: Bir adam Rasulullah’a:
"Allah ve sen dilerseniz!” demişti de Allah’ın Rasûlü ona şöyle buyurdu:
"Sen Allah’a şirk mi koşuyorsun? Yalnız Allah di­lerse! Deyin"
Buyurdu. Hadisi İbni Mâce rivâyet eder. Yine âyetin tefsi­rinde İbni Abbas der ki: "Size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan şeyleri Allah’a ortak koşmayın! Çünkü Size Allah’tan başka rızık ve şifa ve­rici yoktur."
Öyleyse kesinlikle hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmayacağız. Eğer şu köpek olmasaydı eve hırsız girerdi. Falanca olmasaydı bu işi beceremezdim. Evvel Allah sen olmasaydın işim bitikti. Evvel Allah doktor olmasaydı kurtulamayacaktım. Gibi sözlerden sakı­nalım, çünkü bunların hepsi endad kokusunu çağrıştıran sözlerdir. Şirk ko­ku-sunu çağrıştıran sözlerdir.
Anladınız değil mi? Anlıyorlar, kavrıyorlar ama yine de Al­lah’ın hayata karışması konusunda endişeleri var. Evet anladık Allah, belli ama, bu Allah’ın bize böyle emirler gönderdiği, Pey­gamberler ve ki­taplar gönderdiği ne malum? Bu Allah’ın bizim ha­yatımızı düzenlemek üzere vahiy gönderdiği ne malum? Bu Kur’an’ın gerçekten Allah ke­lâmı olduğu ne malum? Bu konuda kuşku içindeyiz! Şüpheleniyoruz diyerek reddediyorlar. Onun için Cenab-ı Hak hemen bunun ardından bu konuda, peygamber ve kitap konusunda Allah’ın insan hayatına karışması konusunda şüphede olanlara seslenir.
Zaten kâfirin kâfir olmasında tek sebep budur. Bakıyoruz ta­rihte hep böyle olagelmiş: Mülk sûresinde Rabbimiz kâfirlerin şöyle dediklerini anlatır:
"Allah hiç bir şey indirmemiştir. sizler ey peygam­ber­ler! Olsa, olsa bir şaşkınlık içindesiniz."
(Mülk:9)
Allah bize bir şey indirmemiştir! Allah hiç bir şey indirmiş de­ğil­dir! Yâni evet Allah vardır, Allah büyüktür, Allah yücedir, Al­lah’ı seve­rim, Allah güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah bizim hayatımıza karışmaz. Hâşâ şu semayı ve arzı yaratan, yıldızları, ayı, güneşi ya­ratan, dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük şu sistemleri, şu galaksileri yaratan, bu kadar âlî, bu kadar yüce olan Allah, kalkacak minnacık bir dünyanın içinde, minnacık bir Konya’nın içinde, minnacık bir evin içinde, minnacık bir varlık olan benim hayatımla ilgilenecek. Bana vahiy gönderecek. Bana bilgisini aktaracak. Beni muhatap ka­bul edip hayatıma düzen verecek. Olacak şey değildir bu.
Ya da bu kadar yüce bir Allah kalkacak da benim kılık kı­ya-fetimle, benim hukukumla, benim eğiti­mimle ilgilenecek ve bu konuda bana âyet indirecek, vahiy gönde­recek, olacak şey değildir bu! diyor­lar. Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama yerinde dursun bu Allah, bizim hayatımıza karışma­sın demeye çalışıyorlar. Kitap göndermesin, peygamber gönder­mesin, arzularını bize bildirmesin, çünkü o zaman O’nun arzularıyla bi­zim keyiflerimiz çatışacak, Onunkini dinlesek ol­mayacak, dinleme­sek olmayacak. İyisi mi O böyle bir şey yapmaz, bi­zim hayatımıza karışmaz demeye çalışıyorlar.
Meselâ öyle bir dükkan açsak ki beşerî ihtiyaçların tamamı var olsa orada. Bir insana ihtiyaç olan her şey var bilsek orada. Ama buna rağmen bir adam ihtiyaçlarını temin için yine de oraya gitmi­yorsa bunun sebepleri vardır:
1- Ya adam orada olmayan bir şeyi, yâni kendisi için ihtiyaç ol­mayan bir şeyi kendisi için ihtiyaç kabul etmiştir ve o ihtiyacını oradan karşılayamayacağını bildiği için oraya gitmemekte ve başka yerlere gitmektedir. Aslında o aradığı ihtiyaç değil; ama o, ihtiyaç zannet­mek-tedir. Meselâ iskambil kağıdı alacak adam, ama orada yoktur o. Yâni ihtiyaç değildir o. Adam onu kendine ihtiyaç zannettiği için başka yerlerde aramaktadır onu.
2- Veya dükkan hakkında yanlış bilgilendirilmiştir adam. Me­selâ ihtiyaç denince, bu dükkanda tüm ihtiyaçlar temin edilir denince adam sadece ekmek ve zeytinyağı satılıyor zannetmiştir ve aradığı şeyler konusunda: Yok ya! Bu da olur mu orada? diye­rek gitmemiştir oraya. Maalesef müslümanların büyük bir çoğun­luğu böyle gafildir. İslâm’a niye müracaat etmezler? Kur’an’a niye sormazlar? Allah’a niye sormazlar? Dükkana alış veriş için niye gelmezler? Bu iki se­bepten yâni. Yahu bu da Allah’a sorulur mu yâni? derler ve onun da Allah’a sorulacağının farkında değiller de ondan sormazlar.
Boşanırlar sormazlar, evlenirler sormazlar, dükkan açarlar sor-mazlar, meslek seçerler sormazlar, hukuk yaparlar sormazlar, düzen kurarlar sormazlar. Niye? Sanki yahu bu da Allah’a sorulur mu? Di­yorlar. Oysa en bilen Allah’tı. Mutlak bilen Allah’tı. En so­rulacak Al­lah’tı. Her şeyden haberdar olan Allah iken, insanlar ona sormuyorlar da hep başkalarına soruyorlar. Niye? Yanlış bilgilen­mişler de ondan.
Bu insanların yaptıklarını, yapacaklarını, hayatlarını, hayat prog­ramlarını Allah’a sormayışlarının bir başka sebebi de galiba şu­dur: Herhalde soracakları konuda Allah’ın ne diyeceğini, nasıl bir yol tarif buyuracağını önceden bildikleri için işlerine gelmeyeceği korku­suyla sormuyorlar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri için di­yor-lar ki: Yahu şimdi sorarsak dediğini yapsak olmayacak, yapmasak ol-mayacak. En iyisi mi Ona sormadan yapalım yapacaklarımızı ve ra­hat edelim diyorlar.
Meselâ şimdi benim akrabalarımdan, arkadaşlarımdan kimileri kimi konuları bana hiç sormazlar. İş bittikten sonra duyarım çoğunu. Niye böyle yaparlar. Eh önceden o konuda benim kendilerine ne di­yeceğimi bildikleri için sormuyorlar. Şimdi buna sorarsak bizi bu işten engellemeye çalışacak. İyisi mi bunun haberi olmadan bu işi yapalım diyorlar. Galiba bugün hayatlarını Allah’a sormadan, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün onayını almadan yaşayanlar da bunun için böyle yapıyor­lar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri için huzurları kaçmasın diye sormuyorlar.
Demek ki insanlar Allah’ın insan hayatına karışma yetki­sine karşı çıkıyorlar. Tarihte Aristo ekolüdür bu. Demokrasinin te­meli de buna dayanır. Allah dünyayı yaratmış, sonra yarattığı dünyaya dönüp şöyle bir bakmış, dünya demiş, denî demiş, değ­mez demiş ve salı­vermiş. Ne haliniz varsa kendiniz görün! Demiş.
Evet yaratıcı olarak Allah var, ama yarattıklarına karışıcı ola­rak Allah yok diye bir felsefe geliştirmiş. Yaratıcı olarak Allah var ama hayata karışıcı olarak, kitap ve peygamber gönderici ola­rak Allah yok diye demokratik bir sistem geliştirmiş. Dünyayı biz idare ederiz, hu­kuku biz yaparız, hayatı biz düzenleriz, keyfimize göre hareket ederiz, Allah hiç bir şeye karışmaz mantığı.
Zaten tüm demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratmış ve arkasından yorulup dinlenmeye çekilmiş veya onu beğenmeyerek, onunla ilgilenmeyerek onun idaresini bize bıra­kan, onun idaresiyle alâkalı ne kitap, ne peygamber, ne vahiy gön­der-meyen bir Allah.
İşte Allah bu bölümde buyurur ki: Eğer bu konuda bir şüphe­niz varsa sizin ölçünüz olarak size Allah’ın karışması, sizin hayatınıza Allah’ın karışması adına Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla size ulaştırılan bu kitaptan bir şüpheniz, bir tereddüdü­nüz varsa:
23:"Eğer Kulumuza indirdiğimiz Kur’an konu­sunda bir reyb, bir şüphe içindeyseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getiriverin! Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer sa­mimi iseniz."
O zaman:
"Hadi siz de onun benzeri bir sûre getiriverin!"
Haydi bunu yapabilmeye gücünüz yetiyorsa benzer bir sûre geti­rin o zaman! Bunu insan yapıyor diyorsunuz. Bunu Muhammed uyduruyor diyorsunuz. Bu Allah’ın sözü değildir diyor­sunuz. Allah ha­yata karışmaz diyorsunuz. Allah vahiy göndermez diyorsunuz. Allah neden âyet göndersin? Neden bizim hayatımıza karışsın! Başka işi yok mu? diyorsunuz. Olmaz böyle şey! diyor­sunuz. Haydi bakalım di­yor Allah, benzer bir sûre getirin! Pey­gamber ve ona gönderilen kitap konusunda şüphede olanlara bir yarış ilan ediyor, bir meydan okuyor. Üstelik:
"Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer sa­mimi iseniz."
Eğer ciddiyseniz, yâni iddianızı uygulamaya cesaretiniz varsa. Sâdık neydi? Sıdk; iddianın eyleme geçirilmesi demektir. Sıdk, iddia­nın ispatı, imanın uygulamaya geçirilmesi demekti. Sa­daka da bura­dan gelir. Yâni tasdik kökünden gelir. Bir adamın ce­bindeki parasının tümünün Allah’a ait olduğuna inanması bu bir iman iddiasıdır. Buna inandığını iddia eden adam Allah’a ait olan bu parasını Allah’ın iste­diği yerlerde infak etmeye, sadaka ver­meye başladı mı işte bu, o imanın, o iddianın tasdiki anlamına gelecektir. Tasdik imandan da öte bir kavramdır. Ya da imanın is­patıdır. Onun içindir ki Hz. Ebu Bekir Efendimiz mü'min olmanın da ötesinde aynı zamanda sıddîktı da. Yâni iddiasını eyleme ge­çirmiş, imanının ispatını gerçekleştirmiş bir sahabeydi.
Eğer ciddiyseniz; Allah’ın berisinde, Allah’tan başka ne ka­dar şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar yardımcınız varsa, yâni inandığı davaya canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidi­niz varsa, onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız, ne kadar edipleriniz, şa­irleriniz, bil­ginleriniz, filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size baş olacak, ayak olabilecek ne kadar yardımcınız, yardakçınız varsa, hepsini çağırın da hadi örnek bir sûre getirin bakalım.
Bu kitabı peygamber uyduruyor, diyorsunuz. Bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir şeyi diğer insanlardan, milyar­larca insanlar içinden herhalde yapabilen bir insan daha çıkacak­tır el­bette. Hadi bakalım birilerini çağırın da bunun bir benzerini getirin! Bir meydan okumaydı bu. Peki bugüne kadar buna teşeb­büs edenler ol­muş mu tarihte? Yâni Kur’an’ın bir benzerini mey­dana getirmeye te­şebbüs edenler olmuş mu? Evet tarihte pek çok. Hâlâ da yapıyorlar.
Hani Kur’an-ı Kerîm’i sadece lafızdan ibaret saymayacaktık ya. Kur’an-ı Kerîm’i sadece metinden ibaret göremeyiz. Kur’an aynı za­manda mânâdır da. Kur’an metin ve mânânın birlikteliğidir. Kur’an’ı sadece metinden ibaret saymak suçtur, yalnızca mealden ibaret kabul etmek de cinâyettir. Kur’an deyince metin ve mânâ birlikte anlaşıla­caktır. Bakın bunun böyle olduğuna bir örnek vereyim: Meselâ bir adam: Yahu:
“De ki, O Allah tekdir”
(İhlâs 1)
Şimdi bir adam; “Gul hüvallahü ehad” nedir ki? Ben bunu inkâr ediyorum! Ben buna inanmıyorum! Derse bu adam kâfir­dir. Neden? Çünkü bu adam Kur’an’ın metnini inkâr etmiştir. Kur’an’daki bir âyetin metnini reddetmiştir. Ama adam sözünü değiştirip: Yok yok! Öyle de­ğil de, ben;
Da inanıyorum da, ben Allah’ın birliğine inanmıyorum! derse bu adam yine kâfir olur. Neden? Çünkü bu defa da adam mânâyı, muhtevayı inkâr etmiştir. Yâni Kur’an’dan bir âyetin metnini inkâr eden kişi de kâfir olu, onun mânâsını, muhtevasını inkâr eden de kâfir olur. Öyleyse Kur’an hem lafız, hem de mânâdır. Kur’an hem metin hem de mânâdan ibarettir. Onu yalnız metin­den ibaret saymak ta, mealcilerin yaptığı gibi yalnız meâlden ibaret saymak ta bâtıldır.
Öyleyse hadi bir sûre getirin! denilince, sadece onun laf­zına benzer bir lafız getirin! Lafzına benzer bir lafız uydurun! Me­tnine ben­zer bir metin meydana getirin! Demek değildir sadece bu­nun mânâsı. Muhteva yönünden, mânâ yönünden de benzer geti­rin! Deniyor anla­şılacaktır. Buna tarihten örnek gösterilir: İşte efendim biri çıkmış Zâ-riyât sûresine bir örnek getirmiş, a! Ne ka­dar da ayıp olmuş? Ne kadar da gülünç duruma düşmüş. Birisi de çıkmış Kaaria sûresine ör­nek getirmiş, çok gülünç duruma düş­müş, madara olmuş, becereme­miş filan. Öyle değil ama işin aslı. Kazın ayağı başka ama.
Yâni şeytan bizi buradan bir daha vurmuş, ama ne acıdır ki, bu­nun farkına bile varamamışız. Ne acıdır ki, bunun farkında bile de­ğiliz! Sanki Kur’an sadece lafızdan ibaretmiş gibi, sanki Kur’an sa­dece bir edebiyat ürünüymüş gibi meseleyi sadece lafız ba­zında dü­şünmüşüz. Lafız bazında, metin bazında Kur’an’a benzer getirmişler, getirememişler meselesiyle bizler övünüp dururken, şeytan bizi bu konuda avutup dururken, ama Kur’an’ın muhteva­sına benzer neler yapmamışlar ki insanlar! Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hep kamufle etmişler. Maalesef müslümanlar işin bu tarafını hiç mi hiç dü­şünememişler, hiç anlayamamışlar. Birileri hep örttürmüşler bunu. İşin bu yönünü birileri hep ört bas ettir­mişler. Ama ne yazık ki müslü-manlar da Kur’an’ın benzerinin ya­pılamayacağı konusunu anla­tırken meselenin bu yönüne hiç de­ğinmemişler. Yıllar yılı sadece lafza muâdil bir şey yapamamışlar diye öğünüp durmuş müslümanlar.
Kur’an’ın lafzıyla alâkalı bir şey yapamamışlar; ama onun muh­tevasıyla ilgili neler yapmamışlar ki! Meselâ Kur’an’ın bir tarih anlayışı vardır, olsun! Biz de değiştiririz onu! demişler ve Kur’an’ınkine taban tabana zıt ve ona nazire olsun diye yepyeni bir ta­rih felsefesi geliştirmişler. Hattâ maalesef bugün müslümanlar Kur’an’ın tarih anlayışını öğrenmeden, anlamadan ona nazire ol­sun diye ortaya konulan ötekisini öğrenmeye çalışmışlar. Kur’an’ın bir sosyal düzenlemesi, bir hukuk anlayışı vardı. Birileri bunu kaldı­rıp, ilga edip onun yerine, ona nazire olsun diye sosyal bir düzen­leme, hukukî bir düzenleme ikâme etmiş ve maalesef yıllardır müslümanlar Kur’an hukukunu öğrenmeden önce onu gölgede bı­rakmak iddiasıyla birilerinin yaptığı bu hukukunun tahsilini yapı­yorlar.
Maalesef bugün müslümanlar, Kur’an’ın sosyal düzenle­me-lerinden habersiz olarak birileri tarafından ona benzer olsun diye ih­das edilen sosyal sistemleri sinelerine basmışlar, ona sahip çıkmış­lardır. İslâm’ın sosyal düzenlemelerini, ekonomik düzenlemelerini öğ­renmeden ötekilerininkini öğrenmeye çalışmışlar, İslâm’ı tanımadan onları tanımadan yana olmuşlar.
Kur’an’ın mîras hukukuna nazire olsun diye ortaya konan Roma mîras hukuku. Kur’an ekonomisine karşı ona benzer iddia­sıyla ortaya atılan kapitalist ekonomi. Kuran’ın kılık kıyafet âyetle­rine karşı uydurulmuş batı tipi kılık kıyafet anlayışı. Kur’an’ın al­fabe anlayışına nazire olsun diye ortaya atılan yazı modeli. Ve daha neler neler uy­durmuşlar. Ondan sonra da hiç kimse bu ko­nulara dikkat çekmeyince, bilenler de bu konulara dikkat çekme­yince şeytan ve şeytan dostları da bunu çok güzel kamufle etmeyi becerince, insanların dikkatleri bile çekilmemiş ve sonunda Allah yerine birileri kurallar koymuş ve insan­lar da onun kulu kölesi ol­muşlardır. Müslümanlar da Kur’an’ın lafzına benzer tüm dünya bir şey yapamamış diye avunup dursunlar. Hâlâ şu yaşamakta oldu­ğumuz şehir hayatı galiba Allah’tan başkalarının koy­duğu kuralla­rın yaşandığı bir şehir hayatıdır.
E!!! Hani Allah yapamazsınız! Yapamayacaksınız! demişti. Kı­yamete kadar kesinlikle bu kitabın benzerini getiremeyeceksi­niz! Bo­şuna yorulmayın! Demişti. E ne oldu ya? Hani yapmışlar? Filan de­meyin. Zira Allah yapamazsınız! Ebedîyen yapamayacak­sınız! Der­ken bunun gibisini yapamazsınız! Kur’an gibisini yapa­mayacaksınız! buyurmaktadır. Değilse hiç bir şey yapamazsınız! Hiç bir şey yapa­ma-yacaksınız! Hiç bir şey beceremeyeceksiniz! demek değildir tabii bunun mânâsı. Bu mantığı unutmamalıyız. Bunu diyeceğim biraz sonra inşallah.
Meselâ bakın bugün evlenme düzeni koymuşlar değil mi? Bir kadınla bir erkek beraber yaşar; tamam, işte evlenme budur. Adam birden fazla kadınla değişik zamanlarda beraber yaşadı mı olabilir. Ama iki kadınla sürekli beraber aynı anda yaşarsa bu zi­nadır kanunla­rına göre. Eh şimdi uygulanıyor işte. Neredeyse bir müslüman ikinci evliliğe adımını attı mı ona en fazla karşı gelenler öteki müslüman-lardır. E şimdi bu Kur’an’a nazire değil de nedir yâni? Ta­mam Kur’-an’a nazire olsun diye pek çok şey yapmışlar.
Ama deminki mantığa dönüyorum şimdi. Ne demiştik? Al­lah buna benzer yapamazsınız! derken hiç bir şey yapamazsınız demiyor da bunun gibisini yapamazsınız diyor demiştik. Yâni bu­nun sağladı­ğını sağlayan bir şey yapamazsınız diyor. Toplumu bu Kur’an’ın ulaş­tırdığı noktaya ulaştıran bir şey yapamazsınız diyor.
Peki Kur’an’a yapılan bu nazireler ne sağlar? Kur’an’ın top­lum için sağladığını sağlayabilir mi bunlar? Bu insanların Kur’an’a nazire olsun diye yaptıkları, Allah için söyleyin bu Kur’an’ın top­luma sağla­dıklarını sağlayabilir mi? Kesinlikle hayır! İşte görüyo­ruz bu yapılanla­rın ne sağladıklarını.
Halbuki Kur’an ki, topluma mutluluk sağlaya­caktı. Kur’an ki, huzur ve sükun sağlayacaktı. Kur’an ki, cennet vere­cekti. Kur’an ki, insanın ruh ve beden den­gesini ortaya koyacaktı. Bunların yaptıklarıy-sa kan getirdi, gözyaşı getirdi, huzursuzluk getirdi, mutsuzluk getirdi. İşte bütün bunları gerçekleştirecek nitelikte haydi bir örnek getirin! Haydi bir sistem geliştirin! diyor Allah. Değilse şakla­banlık yapın! demek değildi bunun mânâsı.
Kur’an-ı Kerîm’e şiir dediler, sihir dediler, evvelkilerin ma­sal­ları dediler, insan sözünden başkası değildir bu dediler. Dediler ama buna kendileri de inanmadılar. Çünkü eğer Kur’an şiirse o zaman on­dan bu kadar korkmanın anlamı ne? Piyasada yığınlarla şiir söyleyip duran insan vardı. Bunların hangisinin arkasına bu kadar insan düş­müştü? Yok eğer Kur’an sihirse ve onu size geti­ren Peygamber bir si­hirbazsa, eh piyasada bu kadar sihirbaz var bunlardan hangisinden bu kadar korkulmuş? Hangisine karşı bu kadar tedbir alınmış? Eğer böyle diyorsanız bunun da ispatı ko­laydır. Bunun için de öyle derin derin felsefelere girmeye gerek yoktur.
"Bunun benzeri bir sûre getirin!"
Eğer bugün getiremezseniz, yarın getirin! Öbür gün getirin! Ama bilesiniz ki, kıyamete kadar yapamayacaksınız bunu! Öy­leyse:
24: “Bunu yapamazsanız ki asla yapamayacaksı­nız. O Halde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taş­lar olan ateşten sakının!"
Yapamadınız mı? Eğer yapamadıysanız bilin ki, kesinlikle bi­lin ki, yapamayacaksınız bunu! Asla, kıyamete kadar Kur’an’a benzer yapamayacaksınız! Toplumda yasaları uygulandığı zaman onun sağ-layacaklarını sağlayacak bir benzer yapmanız mümkün değildir.
Abdullah İbni Mukaffa diye bir adam var. Arap edebiyatının da­hilerinden kabul edilir. Gerçekten bu işi bilen bir adam. Kelile ve Dimneyi Arapça’ya kazandıran bir adam. Günün birinde Kur’an’a ben-zer bir nazire yapmak çıkmış kafasından. Çevresi dürtüklemiş, şeytan dürtüklemiş, hoplatmışlar, zıplatmışlar adamı. Sen bunu bece­rirsin, bu işi ancak içimizden sen kıvırırsın demişler. Tamam! Demiş herhal-de bu işi ben kıvıracağım. Şöyle hazırlığını yapmış, enine bo­yuna bakmış, kendini toplamış ve Kur’an’ı bu gözle bir daha okumuş. Benzerini yapmak adına dikkatlice Kur’an’ı okurken Hûd sûresine ge­liyor. Hûd sûresinde Rabbimiz anlatır: Tufandan önce Allah göğe em­retti: “Ey gök su indir!” Buyurdu. Gök de bu emre imtisalen suyunu in­dirdi. Sonra yere emretti Allah; “Ey arz sen de su fışkırt!” Yer de su­yunu fışkırttı, tamam her taraf su. Helâk olacaklar helâk olmuşlar, ce­za­sını çekmesi gerekenler çekmişler cezalarını, artık iş bitmiş ve tu­fan da bitecekti. Allah birisi semaya, ötekisi de arza olmak üzere iki emir verdi.
"Ey sema artık suyunu tut! Ve ey arz sen de su­yunu yut!"
(Hûd: 40 )
Allah dedi ki göğe: “Ey gök artık suyunu tut! Ve ey yer sen de suyunu yut!” İki emir veriliyordu: Birisi göğe, ötekisi yeryüzüne. Birisi “tut!” Diğeri “yut!” Tamam hepsi bu kadar. Birisi tutmuş, ötekisi de yutmuştu suyunu ve artık yeryüzü kupkuruydu.
Kur’an’ın bu bölümüne gelince adam kara kara dü­şün­meye baş­lıyor. Sanki beynini ellerinin arasına alıyor, sıktıkça sıkı­yor, kafa­tasını eritiyor, beynini cıvık cıvık alıyor eline ve sonra di­yor ki: Eyvah! Bunu diyebilmek için semaya ve arza söz geçir­mek gücünde olmak gerekiyor. Bunu diyebilmek için, Kur’an gibi­sini meydana getirebilmek için ancak Allah olmak gerekiyor. Ben Allah olmadığıma göre ne mümkün öyleyse? Diyor ve sonunda vazge­çiyor bu delilikten.
Öyleyse Kur’an’a benzer yapmanın bu mantığını kaybetme­me­miz gerekiyor. Değilse yapılır yâni. Bir yığın herze çı­kabilir karşımıza. Böyle değil, aya laf edecek adam, güneşe söz geçirecek, arza emre­decek, semaya ferman edecek. Ama bunla­rın hiç birisinin onun fer­manından haberleri bile yoksa, bu herze­den başka bir şey değildir yâni. İşte yapanları görüyoruz yâni. Ey kamer sen orada yalnızsın, ben de burada yalnızım gibi boş söz­ler. Bu, adamın kendi kendine konuşmasından başka bir şey de­ğildir yâni.
Mümkün değil böyle bir şeyi yapamazsınız! yapamayacaksı­nız! Öyleyse:
Kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taş­lar olan ateşten sakının!"
Muttaki olun! Korunun! Allah’la korunun! Allah’ın koruması al­tına girin! Şu ateş konusunda ki tutturağı, yakıtı insan ve taşlardır onun. Dayanılması mümkün olmayan bir ateştir o. Şöyle üç aylık beş aylık çocuklarınızı yakalayın saçlarından, baş aşağı getirin, benzin dö­kerek saçlarından tutuşturup koşa koşa ateşi tutuştur­maya gidin! Ya­pabilirseniz yapın bunu. Yüreğiniz dayanırsa yapın! Korkunç bir şey gerçekten değil mi?
Öyleyse yarın onların ce­hennemin çırası olmasını istemiyorsa-nız burada Kitapla, sünnetle tanıştırın! Çocuklarınızı müslümanca eğitin! Onları cennete ha­zırlayıp, cehennem yollarına barikatlar koyun! Değilse siz bilirsiniz. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, cehennemi tutturmak için insan ve taşlar kullanılıyor.
" Kâfirlere hazırlanmıştır ama bu ateş."
İfadelerinden anlaşılıyor ki Allah insanlara bir zorbanın yap­tı­ğını yapmıyor. Hür iradeleriyle baş başa serbest bırakıyor onları. Hadi elinizden geliyorsa iddianızı ispatlayın! Diyor. Mümkün değil bunu ya­pamazsınız, Bu Kur’an gibisini ancak o diyebilir!
Eğer bunu kabulleniyorsanız, yâni böyle sözleri ancak onun gibi birinin söyleyebileceğine inanıyorsanız, o zaman o büyük kabul ettiğiniz, o ulu bildiğiniz insan “Bu kitap benden değil, Allah’tandır” di­yor. Bununla gurur duyup size çalım satmıyor! Bu konuda sizden dünyalık bir şeyler de istemiyor!
"De ki; ben ‘ben bu tebliğimden dolayı sizden yakınlı­ğıma sevgiden başka bir ücret istemem’.”
(Şûrâ: 23)
Diyor.
"Asla bunu yapamayacaksınız!"
İfadesinin, o günden bugüne kadar 1400 yıllık bir tecrü­beyle doğruluğunu gördük. Tarih boyunca bu konuda ya­rışa davet edilen kâfirler bu yarıştan vazgeçip pes etmişlerdir. Fakat buna karşılık ola­rak silah çekip, kan akıtmışlar ve bu kitabın önünü kesebilmek için her türlü masraf ve zah­metlere girmişler. Bugün de kâfirlerin aynı yola te­vessül ettiklerini görüyoruz. Kur’an’ın bir benzerini getirmek, veya ya­pamıyorlarsa ona teslim olmak dururken, bugünün kâfirleri de: Aman Kur’an duyulmasın! Aman insanlar onu öğrenmesinler! Aman bu ki­tap in­sanların gündemine girmesin! Aman insanlar bu güçle diyalog kurmasınlar! Yoksa önlerine geçemeyiz! diye her türlü tedbiri al­ma-dan yana davranıyorlar. Tüm yerli ve yabancı kâfirlerin derdi budur. Ama görüyorsunuz ki Kur’an, yine dimdik ayakta duruyor ve bunun karşı­sında Yapabile­cekleri hiç bir şey yoktur.
25:"Peygamberim, iman edip de salih ameller işle­yenlere zeminlerinden ırmaklar akan cennetleri müj­dele."
Önceki âyetler bizi sanki sele kapılıp cehenneme doğru sürük­lenip gidecek bir ortama sokmuştu. Karşımızda duran bir ateş nehri, bir ateş seli ve onun içinde yuvarlanıp giden taşlar ve insanlar. Sanki kan gölüne, ateş gölüne gidiyordu insanlar ve biz de onların bir üyesiymişiz gibi korkunç bir manzarayla karşı karşıyaydık. Mevlâmız bizi bu­nunla korkutuyor ve ürkütüyordu. Hani:
Deniyordu ya âyet-i kerîmede. Yâni bütün bunları Allah,bizi kor­kutmak için söylüyor. Bizim aklımızı başımıza almamız için kor­kun,yapmayın deniyor.
Ondan sonra da mesani olan kitabımızın özelliğini görüyo­ruz. Yâni böyle ikili bir anlatım özelliğini görüyoruz. Rabbimiz kafirleri anla­tırken hemen mü'minlere dönüyor. Ya da cehen­nemi anlatırken he­men cennete dönüyor. Bizi o boğuk, o kötü atmosferde bırakmıyor. Ardından hemen sözü mü'minlerin duru­munu anlatmaya getiriyor.
"İnanan ve inancını yaşayan insanlara müjdele ki, onlara cennet var."
İnanan ve inancını yaşayanlara, inanan ve salih ameller işle-yenlere müjdele. Onlara haber ver ki onlar için cennetler vardır. Salih amel demek; imanın gereği olan amel demektir. Buna delili­miz de Hz. Nuh’un oğlu için Allah’ın dediği şu âyettir:
"Dedi ki ey Nuh o senin ehlin değildir. Çünkü O gayri salih bir ameldir!"
(Hûd: 46)
Hz. Nuh’un boğulan oğlu için o küfrün gereği olan bir amel iş­lemiştir diyor Allah. O zaman amelleri değerlendir­mede İslâm’ın mü­hürlerini hatırlayalım:
1 : Amel-i salih.
2 : Amel-i gayri salih.
Veya birine isyan, diğerine de itaat deniyordu.
"İşittik ve itaat ettik! İşittik ve isyan ettik!"
Deniyordu. Burada da:
İle yetinilmeyip:
Eklenmesi ve hemen hemen Kur’an’ın her yerinde karşı­mıza bu kalıpla çıkması, insanın sadece inan­dım demekle kesinlikle yetin­memesi gerektiğini anlatıyor. Ankebût sûresi de bunu anlatıyordu.
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki inandık deme­le­riyle bırakılıverilecekler de imtihana çekilmeyecek­ler?"
(Ankebût: 2)
Hangi konunun imanını gündeme getirmişsek o konuda mut­laka bir denenme gelecektir karşımıza. Neye inandığımızı söylemiş-sek o konuda deneneceğiz ki, sağlam mı inanmışız yoksa değil mi? Bu ortaya çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inan­dığını mı iddia ediyor? Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yo­lunda infak ederdim mi diyor? Böyle bir iman iddiasında mı bulunu­yor? O konuda mutlaka denenme gelecektir. Allah günün birinde ona bolca bir para vere­cek, bu imkânı yaratacak ve onun sağlam mı inan­dığını, yoksa gevşek mi inandığını ortaya çıkaracaktır.
Veya bir müslüman eğer boş zamanım olsaydı ben de bu za­manı Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini öğrenmeye harcardım mı diyor? Bu konuda bir iman mı ortaya koyuyor? Allah günün birinde onun karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp inanmadığını or­taya çıkaracaktır. Veya meselâ bir kadın eğer Allah beni iyi bir or­tamda yaratsaydı ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor? Allah mutlaka onun karşısına böyle bir ortam çıkaracak ve onun bu konu­daki samimiyetini deneyecektir. Yâni hangi konunun ima­nını gün­de-me getirmişsek, hangi konuda ne tür bir iddiada bu­lunmuşsak, o konuda Allah bize denenme gönderecektir. Fırsat verip sağlam mı, yoksa bozuk mu inandığımızı ortaya koyma im­kânı yaratacaktır. De­ğilse o konuda imkân vermese kimin ciddi, kimin yalancı olduğu or­taya çıkmaz.
Ama eğer şu anda inandık dediğimiz pek çok konuda Allah bi­zim karşımıza denenme imkânı çıkarmıyorsa, o zaman şu iki şeyden birisi geçerli­dir:
a- Ya ciddi inanmadığımız için Allah o konuda bizim karşı­mıza gerçekleştirme imkânı çıkarmıyor.
b- Ya da daha önce aynı konuda bizi denedi de bizde imanımı­zın sağlam olduğunu gösteremediysek, artık yeni imkânlar çı­kar-mıyor demektir.
Bakın Kur’an’da amel edenlere, amel edenler için hazırlan­mış cennetten söz eden âyetler var:
"İşte amelleriniz karşılığında size hazırlanmış cen­net."
(Zuhruf 72)
"Yiyin, için, işlediğiniz amellere karşılık.."
(Tûr 19)
Amel işleyenlere cennet olduğunu anlatan âyetler var. Ama bu güne kadar sadece iman edenlere cennet vardır diye bir âyet gör­medim.
İşte inanan ve inancını yaşayan insanlara müjde olarak su­nu­lan bu cennet, Allah’la aldatılan bizim toplumumuzda nedense çok değiştirilmiş. "Eğer inanır ve inancımızı yaşarsak" cümle­sinden son­raki bölümü sanki herkes kendine tamamlamış. Çünkü bakın burada:
"İnanan ve inancını yaşanlara müjdele."
Denildikten sonra:
"Onlar için cennet vardır."
Denmesi gerekirken, o bölümü insanlar kendileri tamamla­mış­lar. Sen bu kadar dedin sağ ol, yeter ya Rabbi! gerisini biz ta­mam-larız! Demişler ve bundan sonrasını kendi bildikleri gibi ta­mamlamış­lar müslümanlar. Bakın geçenlerde bir yerde bir şeyler anlatıyordum, oradaki gençlerden biri: biz müslüman değiliz! Hocam! Dedi. İçini çekti ve biz de hayır yok! Biz müslüman değiliz! Dedi. Gerçek müslüman olsaydık nasıl olacaktık? Dedim. Eğer biz gerçek müslüman olsay­dık şu ayakkabıları kendimiz imal ederdik! Dedi. Yâni demek ki gerçek müslümanlığımızın karşılığında bunu bulurmuşuz. Demek ki ger­çek Müslümanlığı yaşamanın sonucu buymuş.
Veya bir başkası çok rahat şunu diyebilmektedir: Eğer bizler gerçek müslümanlar olabilseydik, bu ülkede herhalde İslâmî yayınlar yapan ciddi televizyonlarımız olacaktı. Eğer bugün bizler ciddi Müs­lümanlar olabilseydik, memleketimiz fabrikalardan geçilmeye­cekti. Demek ki gerçek müslümanlığın sonucu bunlara kavuşmakmış. Bütün bunları hep uyduruyoruz kendi ka­famızdan. Allah hiç de böyle demi­yor. Eğer inanırsanız ve salih amel işlerseniz, ne var karşılığında? Allah diyor ki:
" Cennet var onlar için."
İşte bu kadar. Halbuki Allah’ın Resûlü Akabe’de kendisiyle biat­leşen insanlara İslâm’ı anlattı da onlar dediler ki: “Ya Rasûlallah! Eğer biz bu dediklerini yaparsak, dediğin biçimde ya­parsak karşılı­ğında bize ne var? Ne elde edeceğiz bu işin so­nunda?” Allah’ın Re­sûlü onlara: “Bu işin karşılığında hurma bahçeleri var!” demedi. “Ye­men’e vali olacaksınız!” demedi. “Bizans sizin olacak!” demedi. Peki ne dedi? Dedi ki; “cennet var! İman ve salih amelin karşılığında cen­net var!” Zaten iyi bir müslümânâ cennet vaadi vardır. Hükümet vaadi yoktur, devlet vaadi yoktur, sıh­hat vaadi yoktur, bolluk ve zenginlik vaadi yoktur. Müslüman olur­sak devlet kurarız değil mesele. Çünkü devlet müslüman olmanın vazgeçilmez şartı değildir; ama cennet, müslüman olmanın vazgeçilmez şartıdır.
İman eden ve imanlarını amele dönüştürenler için, ne var on­lar için? Atlar, arabalar, fiyatlar, muratlar, marklar, dolarlar var­dır. Öyle değilmiş anlıyoruz âyetten. Hattâ geçimmiş, dirlikmiş, sıhhatmiş, afiyetmiş, ya da zafermiş, galibiyetmiş hiç birisi yok. Hattâ belki siz ger-çekten iyi bir müslüman olun çevrenizde hiç kimse kalmayabilir. Kimi Peygamberler gibi çevrenizde üç beş kişi kalabilir. Kimi Pey­gamberler gibi belinizden testereyle biçilebilirsi­niz. Kimi peygamberler gibi şehid olabilirsiniz. Taşlanabilirsiniz kimi Peygamberler gibi. Ve onlar hiç de başarısız olmadılar yâni. Onların başlarına gelen bu tür durumlar, onların başarısız oldukla­rını göstermez. Ve İmanlarının so­nucunda bu tür şeyler başlarına geldi diye hiçbir zaman onlar yolla­rından, yöntemlerinden şüphe etmediler. Eğer biz de vahye intibakımızdan şüphe et-miyorsak, o za­man başımıza ne gelirse gelsin devam edelim yolumuza. Ama şundan her zaman şüphe edelim: Acaba bu vahiy, bu Kur’an be­nim anladığımın dışında da anlaşılabilir mi? Benim bu anlayışımın dışında da anlayış­lar var mı acaba? Diye sürekli bunu araştırmak zorundayız, bu güzel­dir işte.
Neymiş mü'minlere verilen müjde? Cennet. Bir cennet ki, ya da cennetler ki, bahçeler ki, onların zeminlerinden ırmaklar ak­makta­dır. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetler. Arapça’da cennet; topra­ğın üzerinde yükselen ağaçlık bölümün adıymış. Al­tından ırmakların akması da bu cennetin zemininde ırmakların akması demekmiş. O zaman sarayın altından veya kökün altından ırmakların akması da ya-dırganmayacaktır. Yâni böyle de olabilir diyoruz. Çünkü biz dünyayı cennetleştirme cinnetinde olduğumuz için sanki bunu dünyaya taşıma çabasındayız. İşte belki bunun içindir ki odalarımızın altından ırmaklar akıyor. Ama olsun cennet­tekiler gibi değil bunlar kanalizasyon ırmak­ları.
"Orada her ne zaman bir rızıkla rızıklandırıldıkla-rında, her bir meyveden rızıklandırıldıklarında."
Yâni kendilerine tahsis edilen her bir rızık kendilerine ulaştı­rıldı­ğında şöyle derler:
"Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir derler."
Biz daha önce de bundan rızıklanmıştık. Bize daha önce de Allahu Teâlâ lütuflarda bulunuyordu. Veya daha önce de bize bunların benzerleri verilmişti. Yâni daha önce de benzer şeyler yemiştik biz dünyada. Nar; dünyada da nar yemiştik biz. Muz; dünyada da yemiş­tik bundan derler. Peki bu onlara ne sağlaya­cak? Anlayabildiğimiz ka-darıyla bu onlara şunu sağlayacaktır: Ha­yatın köklü oluşunun zev­kini tattıracaktır bu onlara. Bana öyle ge­liyor. Çünkü bakıyoruz Pey­gam-berleri tanıtırken de böyle bir kök­lülükten söz edilmiş:
"Muhammed başka değil ancak bir elçidir, ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir."
(Âl-i İmrân 144)
Âyeti de bunu anlatır. Yâni Hz. Muhammed Aleyhisselâm böy-le yeni yeni çıkmış, aslı astarı olmayan türedi bir şey değildir. Daha önce de benzerleri görülmüş, bilinmiş ve denenmemiştir. Yâni böyle denenmemiş, sonunun ne olacağı belli olmayan bir şey de­ğildir bu. Bilâkis daha önce de peygamberler geldi geçti. İşte Muhammed de onlardan biridir deniyordu ya. İşte burada da tıpkı onun gibi bir kök-lülük vurgulanıyor. Yâni Mü'minler orada: Ne olu­yor ya? Nereden gel-dik buraya? Neresi burası? Nasıl bir şey bu cennet? Diye şaşırma­ya-caklar, acemilik çekmeyecekler, bilâkis kendilerinin dünyada işle­dik-leri amellere karşılık kendilerine su­nulan bir cennet olduğunu bile­cek-ler bunun. Meselâ Mançurya’dan hiç bilmediğimiz, tatmadığımız bir meyve getirip verseler, şöyle bir duraklar insan değil mi? Ne ki bu acaba? Tadı nasıl? Tuzu nasıl filan diye bir tereddüt geçiririz değil mi? İşte cennette böyle bir acemilik olmayacaktır. Her bir meyve su­nul-dukça a! Biz bunu daha evvel de yemiştik! Bize bunu Rabbimiz daha önce de ikram etmişti! Diyecekler. Bunun bir ikinci anlamı da, yarım saat önce kendilerine hiz­met­çileri bir meyve sunmuşlardı, şimdi aynı renkte, aynı özellikte bir ikincisi sunulacak ve bakacaklar ki bu defa da çok farklı bir tat, çok farklı bir lez­zette olduğunu görünce mü'min-ler: A! Hayret daha önce de bun­dan yemiştik ama bu daha farklıymış diyeceklerdir. Yâni o meyveler her sunuluşta bir öncekinin aynı gibi ama farklı tatlarda, farklı lezzetlerde olacaktır. Şekilleri, biçimleri, renkleri birbi­rine benzer fakat tatları başka olacaktır anlıyoruz. Ya da işte az evvel dediğimiz gibi biz bunları dünyadayken de yemiştik diyecekler.
"Bunlar söylediklerinin benzerleri olarak kendile­rine sunulmuştur."
Dünyadaki yediklerinin aynısı olarak kendilerine sunulmuş­tur. Halbuki oradaki süt ayrı, oradaki muz ayrı, oradaki portakal ayrıdır. Lâkin bu ayrılığa rağmen dünyadakilerle bir benzerlik ku­rup böylece onlar dünyayı hatırlayacaklar, biz dün de buna benzer bir şeyler tat­mıştık! Diyecekler. Başka neler varmış bu cennetlikler için?
"Bir de orada onlar için tertemiz eşler vardır."
Tertemiz eşler vardır orada onlar için. Tertemiz erkeklere ter-te­miz kadınlar, tertemiz kadınlara da tertemiz kocalar vardır o cen­net-te. Ezvac kelimesi hem kadınların kocaları için temizliğini, hem de kocaların kadınları için temizliğini anlatır.Âyet-i Kerimede kadının temizliğinden söz ediliyor. Ya da eşlerin temizliğinden bahsediliyor. Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem madde olarak kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan, dolan, cinsinden, aldatma cinsinden, ahlâksızlık, geçimsizlik cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, küfrü, nifakı inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir onlara.
Bütün bu anlatılanlar kâfirlerin kulağına gittiği halde, bunları duydukları halde, hayret ki yine de âhireti inkâr etmeye sebep bulabi­liyorlar yâni. Cennette Allah’ın Mü'minler için hazırladığı bu nîmetler anlatılınca: Ne yâni! Onları biz de buluruz dünyada! Biz de elde ede­riz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ, bahçe, elma, armut, karı, kız, içki, şarap istediğimiz kadar buluruz! Alasını buluruz bu dünyada di­yorlar. Ama:
"Onlar orada ebedîyen yaşarlar."
Denilince, işte orada adamların solukları kesiliyor. İşte orada pilleri bitiyor. Çünkü bunların elde ettiği şeylerin hiç birisi sonsuz de-ğildir. Hepsi dünya ile, ömürleriyle sınırlı şeylerdir. Öldükleri anda her şey bitecektir. Yâni tüm dünyaya sahip olsalar bile ölünce bitecektir. Ama âhirette mü’minler cennette ebediyen bu nimetlere sahip ola­caklar. Ölmeyecek, solmayacak, bitip tükenmeyecek nimetler. İşte cennet bu. Bundan sonra, eğer bu cenneti hak etmek istiyorsanız. Bunu ka­zanmak istiyorsanız diye başka bir âyete geçilecek. Ne kadar gü­zel, ne kadar hoş anladınız! İşte bu cennetin sizin olması için, bunu kazanmanız için davanızın Allah’a teslimiyet olması ge­rekir kayıtsız şartsız diyor bundan sonraki âyet-i kerîme. Yâni eğer cennetten ya­naysanız, cenneti kazanmak istiyorsanız, Allah’a kafa tutmayacaksı­nız! Allah’a akıl vermeye kalkmayacaksınız! di­yor.
Peki nasıl akıl vermek? Ne tür bir kafa tutmak? Şunu anlata-caktın ya Rabbi! Bunu anlatmalıydın ya Rabbi! Şu sana yakışırdı! Ama bu dinde olmama­lıydı! Bu kitapta olmama­lıydı! denmemelidir. Çünkü bu kâfirlerin iddia­sıydı. Bakın onlar de­diler ki: Ne ya bu? Allah nelerden bahsediyor böyle? Sivri sinek­ten, kara sinekten, örümcekten bahsediyor. Böyle tanrı mı olur? Böyle mukaddes kitap mı olur? Kutsal kitapta bunlara da mı yer verilir? Diyebiliyorlardı da bakın Rabbi-miz bunun üzerine şöyle buyurdu:
26:"Şüphesiz ki Allah sivrisineği ve ondan üstününü misal vermekten utanmaz. İman edenlere gelince onlar Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler. Beri taraftaki kâfirler de: A! Ne oluyor? Allah bu­nunla ne kastediyor acaba? derler. Bu misal ile Allah pek çoklarını saptırırken çoklarını da hidâyete ulaştırır. Ama onunla fâsıklardan başkası sapmaz, sapıt­maz."
Allah münâfıklar için bu misali verince, ya da Hac sûresi 73. âyetindeki örnekten söz edince; münâfıklar; “Allah bu tür misaller ver-mekten münezzehtir” dediler. “Böyle bir şey asla Allah’a yakışmaz” dediler. Sonra da işte bu âyet gelmiştir deni­yor. Allah buyurur ki: “Al­lah sivrisinekten ya da onun üstündeki bir şeyden misal vermekten çekinmez, utanmaz.”
Bir de şunu ifade edelim; kraldan fazla kralcı kesilmenin de an­lamı yoktur. Allah burada utanmaz demişse, efendim utanmaz de­meyelim de çekinmez filan diyelim diye bir edepten söz ediyorlar. İyi ama Allah bizzat bunu kendine münâsip bul­muşsa o zaman başka bir şey demeye çalışmanın da anlamı yoktur diyoruz. Peki neymiş bu adamların dertleri? Bütün dert Al­lah sinekten söz etmiş.
Yâni bu olacak şey miymiş? Allah’a yakışır mıymış bu?
"Ey insanlar! Size bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin! Şüphe yok ki sizin, Allah’ı bırakıp da O’nun be­risinde dua ettikleriniz bir sinek bile yaratamaz­lar. Ve­lev ki hepsi bunun için toplanıp yardımlaşsalar bile. Şâyet sinek onlardan bir parça koparsa o dua ettikleri­niz onu sinekten kurtaramazlar. Talip de zayıf matlup da! (Parça koparıp kaçan sinek de zayıf kendisinden koparılan da.)"
(Hac: 73)
"Allah berisinde veliler edinenlerin hali örümcek gi­bidir ki o bir ev yapmıştır. Ama bilseler evlerin en za­yıfı (çürüğü) hiç şüphesiz örümcek yuvasıdır."
(Ankebût: 41)
Allah bu iki âyette örümcekten ve sinekten misal verince bun­lar gariplerine gidiyor insanların. Diyorlar ki olacak şey midir bu? Allah sinekten bahsediyor, örümcekten söz ediyor, yakışır mı bu Allah’ın şanına? diye yaygarayı basıyorlar. Allah da onlara şöyle cevap veri­yor: Bana akıl vermeye, bana yol göstermeye kalkmayın! Şunu şunu anlatmalıydın! Şundan, şundan bahset­meliydin! Önce şunları anlat­malıydın! Şu şu konulara hiç girme­meliydin! Diyerek bana yol göster­meyin. Benim dediğimi, ben de­dim diye kabul edin! Ben ne demiş­sem, nasıl demişsem öylece kabul edin!!
Sivrisinekten de söz eder Allah, onun üstünde bir şeyden de. Kanadından da meselâ. Onun üstünde bir şey, ondan biraz daha bü­yük olan bir şey veya ondan daha küçük olan bir şey­den de söz eder demektir bunun mânâsı.
“Ey iman edenlere gelince onlar Rablerinden gelen bir hak olduğunu bilirler"
Allah neden bahsederse etsin, ne anlatırsa anlatsın, iman edenler bilirler ki Hak Rablerindendir. Rab ne gönderdiyse, Rab­leri ne indirdiyse o haktır. İster büyük, ister küçük olsun hiç fark etmez, Al­lah’tan ne gelmişse hak odur.
"Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe eden­ler­den olma!"
(Bakara: 147)
Rabbinden gelen, gerçek hak ve hakikat odur! O halde sa­kın siz şüphelenenlerden olmayın! Diyordu Allah. Burada da ay­nen ben­zerini söylüyor. Allah dediyse tamam! Demek ki bu konu ancak böyle anlatılırmış!
Demek ki bu konu en güzel sinekle veya örümcekle anlatı­lır­mış. Allah böyle anlatmış, başkasını bilmeyiz. Efendim işte ka­dın ko­nusunda biraz şöyle düşünsek. Niye? Ben kadını Allah’tan daha iyi mi düşüneceğim yâni? Allah’ın düşündüğü yetmiyor mu? Erkek konu­sunda şöyle yapsak. Hayır Allah elbette en güzelini ortaya koyuyorsa aynen ona teslim olacağız. Ne dediyse aklımızı, mantığımızı işin içine karıştırmadan aynen kabul edeceğiz. O za­man bunun adına iman de­necektir, teslimiyet denecektir, müslümanlık denecektir. İman edenler, müslümanlar ne derlermiş ba­kın:
İman edenler derlermiş ki: Hak Allah’tan gelendir. Hak ba­ba­mın bildiği değil, hak efendimin tasdik ettiği değil, hak toplumun ön­gördüğü değil, hak insanların benimsediği değil, hak hocaların yaz­dıkları değil, hak bizim mezhebin dediği değil, hak İMF’den gelenler değil, hak AET’nin dedikleri değil, hak Avrupa’dan, Amerika’dan ge­lenler değil, hak Allah’tan gelen yâni vahye mutabık olan gerçek­tir. Mü’minler böyle inanırlar, böyle derlerken, bakın kâfirler de şöyle derlermiş:
“Beri taraftaki kâfirler de: A! Ne oluyor? Allah bu­nunla ne kastediyor acaba? derler."
Acaba ne demek istiyor ki Allah bununla? Ne yapmak, ne­reye varmak istiyor ki? Diye güya merak ediyorlar, ama asla kul­luğa ya­naşmıyorlardı. İrdeliyorlardı güya ama bu irdelemeleri kul­luğa yönelik değildi. Öğrenmek, anlamak kastıyla değildi. Çünkü Allah bunlar için:
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne aramak ve te­vi­line gitmek için Kur’an’ın müteşabih âyetlerinin pe­şine düşerler...."
(Âl-i İmrân: 7)
Diyordu. Yâni Kur’an’ın amele yönelik âyetlerini, muhkemle­rini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dı­şındaki konuları öyle karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya ça­lışıyorlar.
E ne varda burada? Ne anlayacağız da bundan? Bununla ne­reye kadar gidilebilir de yâni? Bu nereye götürebilir de bizi? Derler. Meselâ Müddessir sûresinde Cenab-ı Hak cehennemi anlatırken:
"Onun üzerinde on dokuz vardır."
(Müddessir: 30)
Buyurunca:
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler der­ler ki: Ne oluyor? Allah bununla ne anlatmaya çalışıyor ki? derler."
(Müddessir: 32)
Ne demek istiyor ki? Neyi darp etmeye çalışıyor ki Allah bu­nunla? Ya da bu darpla Allah ne yapmak istiyor ki? Bu ne ya! Allah’a yakışır mı bu? Dediler.
Bakıyoruz bugün de öyle diyor insanlar. Bugün de kalple­rinde nifak hastalığı bulunan insanları görüyoruz. Kur’an karşı­sında aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Gelin ey müslümanlar! Kur’an okuyalım! Kulluk kitabımız ne diyor bir tanı­yalım da onun istediği bi­çimde müslüman olalım! dediğimiz zaman aynı insanların bugün de Kur’an’a karşı aynı ifadeleri kullandığına şahit oluyoruz: Ne olacak ya Kur’an’ı okuyup ta? Bu Kur’an ne anlatıyor ya? Bununla nereye kadar varılabilir? Bu nereye kadar götürür insanları? Bununla hayat mı dü­zenlenir ya? Bununla şehir mi idare edilir? Bununla belediyecilik mi yapılır? Bununla para mı kazanılır? Bununla makam mı kazanılır? Bununla devlete mi gidi­lir? Yâni tamam anladık Kur’an, Kur’an da ne olacak okuyunca? Bununla devlet mi kurulur? Bununla cemaat mı ör­gütlenir? Bu­nunla iktidara mı gelinir?
Evet aynen bugünkülerin de bunları dediklerine şahit olu­yoruz. Kur’an okuyalım, Kur’an okuyalım. İyi arkadaş anladık da ne olacak okuyup da? Oku oku bununla nereye kadar gidilebilir? Ne işe yaraya­cak bu okuma? Bize başka şeyler lâzım. Bize örgüt­sel çalışmalardan söz et. Bize paradan, bize sanayileşmeden söz et! Diyenleri bugün de görüyoruz.
Ama Allah diyor ki: Biz bunu iman edenlerin imanları art­sın, küf­redenlerin ve fâsıkların da fıskını artıralım diye böylece yaptık di­yor. Peki acaba bu tür ifadelerle, bu tür âyetlerle mü'minlerin imanları nasıl artar?
1- Allah’ım sen ne büyüksün! Ne kadar yücesin sen ki, yâni on dokuzla bu işi hallediveriyorsun! Koskoca cehennem ve on dokuz melek! Koskoca cehennemi on dokuz melekle idare edi­yorsun. Sen ne büyüksün! Biz bunu bilmeyiz, bilemeyiz diyerek mü'minlerin iman­ları artıyor.
2- Veya Kur’an’da bir iman konusu daha gündeme geliyor böy­lece buna da inansınlar ve bir iman birimleri daha art­sın diye Allah böyle yaptık diyor. Meselâ şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak bugün bir beş on âyet daha öğrendik ve böylece on birim daha imanımız artmış demektir. İşte imanın artmasını böyle de anlıyoruz. Kur’an’dan ne kadar âyet öğrenmiş ve onlara iman etmişse kişi o nispette imanı da artmıştır diyoruz.
O halde Kur’an kimilerinin hidâyetini artırırken kimilerinin de da­lâletini artırmaktadır. Yâni kimileri Kur’an’la hidâyet bulurken kimi­leri de Kur’an’la, Kur’an sayesinde sapıklıklarını, sapıklık nok­talarını anlarlar.
"Bu misal ile Allah pek çoklarını saptırırken çokla­rını da hidâyete ulaştırır."
Kur’an’la kimileri sapıtırken kimileri hidâyet bulur. Pek çoğu Kur’an’la sapıtırken pek çoğu Kuran’la yol bulur. Onlar aslında bu âyet sebebiyle sapmışlar değil de, zaten sapıktı bunlar ve bu âyetle sapıklıklarını izhâr ediyorlar demektir. Yâni bunlarda küfür ve nifak zaten vardı da, âyet bunu açığa çıkarmıştır diyoruz. Yâni şimdi bunlar bu misallerde ne denilmek istendiğini anladıkları za­man iman ede­cekler mi? Kesinlikle. Bunların derdi iman değil, bunların derdi zaten imandan kaçmak da, buna delil arıyorlar yâni. Bu bize Kur’an’a iki türlü yaklaşım metodunun olduğunu anlatır:
1- Kur’an’la beraberlikte iki türlü yöntem var: Birisi, insanlar önce kendilerini Allah bana önce şunu şunu anlatmalıdır diye şartlan­dı­rırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Bunu da ikiye ayı­rabiliriz:
A- Ya kendi dünya görüşünü desteklemek için Kur’an’a baş­vu­rurlar.
B- Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalı-şır­lar. Meselâ adam demokratiktir ama müslümanlığı da elden bırak-mamak çabasındadır. Veya feministtir veya ırkçıdır, pragma­tisttir, fay-dacıdır veya hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları! İnsan sevgisi! Filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu Kur’-an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan baş­ka-sını emredecek değildir elbette diyordur ve Kur’an’a işte bu duy­guyla müracaat etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu soruya, sadece sorduğu kadarıyla Allah’ın ce­vap vermesini ister. Meselâ ya Rab babam öldü, şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız? Allah’tan sadece o bölümü ister, sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken ondan sonra bir şeyler daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır, yüzümü mü önce yıkayacağım? Yoksa elimi mi? Sadece o bölümü sorar. Şimdi sen başkasını karıştırma! Başka konulara geçme! dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı bakalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştırmıyor adam da sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. İs­lâm’da hükümet diyor adam, sadece o bölümü sorar. İslâm’da cemaat der, İslâm’da kadın der, İs­lâm’da harcama der. Ne dene­ceğini kendisi belirliyor, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını kendisi belirler.
Halbuki İslâm öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgili. Ara­banın şaftı da, defransiyeli de, tekerleri de, direksiyonu da, vi­tesi de, fireni de nasıl hepsi aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorundayız. Yâni Kur’an’ı, Kur’an bütünlü­ğünde öğ­ren-mek zorundayız. Öğreneceğimiz bölümleri ona önce­den empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur.
"Ama onunla fâsıklardan başkası sapmaz, sapıt­maz."
Fâsık; bulunduğu yerden zarar vermek için ayrılan demek­tir. Fâsık; lügatte itaatten çıkan demektir. Nitekim bunun için deli­ğinden çıkan fareye de fuveysıka denmiştir. Fâsık büyük günah­ları işleyerek Allah’a itaatten çıkan kişi demektir. Şer'i yönden fâsıkın üç derecesi vardır:
1- Birincisi günahı çirkin görmekle beraber ara sıra günah işle­mek.
2- İkincisi üzerine düşerek devamlı günah işlemek, günahı de­vamlı yapmaktır.
3- Üçüncüsü de çirkinliğini inkâr ederek günahı işlemektir. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma gelmedikçe onun adı kâfir değil müslümandır. Şu halde fâsık lafzı içinde kâ­firler bulu­nabileceği gibi imanlarını kaybetmemiş insanlar da bu­lunabilmektedir. Ama şu aşağıda sayılacak olan sıfatların tamamı bir adamda mevcut ise o zaman bu adam kâfirdir diyeceğiz. Fâsıkın şöyle bir tarifi var. Veya bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz fasıkın özelliklerini, sıfatlarını şöylece açıklıyor:
27:"O Fâsıklar ki Allah’a verdikleri sözü sağlama bağladıktan sonra bozarlar. Ve Allah’ın eklenmesini bu­yurduğu şeyi keserler. Ve de yeryüzünde bozgunculuk ya­parlar. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır."
Fâsıkın sıfatları sayılır burada. Ama bu sayılacak olanlar hepsi değil, belki bu sıfatlardan bazılarıdır. Üç vasıf, üç sıfat.
İşte bu üç vasfı taşıyan kişi fâsıkmış. İşte bunlar Kur’an’la sapı­tırlarmış. Bu özellikleri taşıyorsa bir adam o Kur’an’la sapıtır­mış. Neymiş bu üç vasıf?
1- Allah’la yaptıkları anlaşmayı bozmak. Ama anlaşma me­tin-le­rini imzaladıktan sonra bozmak, bozmaya çalışmak. Yâni Allah’la anlaşma yapıyorlar: Ya Rabbi ben senin kulunum, sen benim Rab­bimsin, sadece senin dediğini yapacağım! Senden başkasının dedik­lerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sa­dece sen program çizeceksin! Ben de bu an­laşmaya sâdık kalaca­ğı-ma ve karşılığında cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! Değilse cehennem konusunun farkındayım! Diyerek Allah’a söz veriyor adam, ondan sonra da nakzediyor. Anlaşma konusuna aykırı hareket ediyor. O zaman bu adamın Kur’an’la beraberliği ancak ona zarar verir. Öyle değil mi yâni? Böyle bir adam Kur’an okudukça ne yapar da? Hep böyle yamulacak, eğecek, bükecek, kendine tefsir etmeye çalışacak, başka ne yapacak da? Evet fâsıkın birinci sıfatı demek ki Allah’la ahdini bozmakmış. Bu ahdi şöyle de anlamaya ça­lışmışlar:
a- Emirlerine itaat, nehiylerinden kaçınma hususunda Al­lah’ın kitaplarında açıkladığı konulara ait ahitlerini bozmak de­mektir bu.
b- Bir de Rabbimizin sözünü ettiği bu ahit daha önce peygam-berleri ve kitapları aracılığıyla ehl-i kitaptan aldığı ahiddir. Rabbimiz her bir dönem gönderdiği kitapları ve peygamberleri aracılığıyla önceki toplumlardan ahid almıştı. Mûsâ Aleyhisselâm kendi döne­minde İsrail oğullarından söz almıştı. Benden sonra gelecek peygam­bere ve son elçi Muhammed Aleyhisselâma iman edip ona sahip çı­kacağınız konusunda bana söz veriyor musunuz? Buyurmuş ve dö­nemimdeki İsrail oğulları da söz vermişler, ahidde bulunmuşlardı. Yine İsa Aley-hisselâm da kendi döneminde toplumundan kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki son elçiye iman etmeleri konusunda ahid almıştı. İşte böylece Rabbimiz kitapları ve peygamberleri aracılı­ğıyla yahu-di ve hıristiyanlardan aldığı bu ahde dikkat çekiyor.
İşte ki­tapları ve peygamberleri aracılığıyla son elçiye iman etmeleri konu­sunda Allah’a ahid veren, söz veren yahudilerin verdikleri bu ahde rağmen Hz. Muhammedi Aleyhisselâm gerçek olarak tanıdıktan sonra ona iman etmeyerek bu ahdi bozmaları fâsıklıktır. Bir de Allah, yahu­dilerin kendi nefislerinden Hz. Muhammedi Aleyhisselâm insanlardan sak­lamamaları hususunda ahid almıştı da onlar bu ahitlerini bozarak fasık olmuşlardır.
c- Veya buradaki ahit; A’râf sûresinde anlatıldığı veçhile tüm neslini Hz. Adem’in sulbünden çıkardığı zaman Allah’ın aldığı ahittir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Buyurmuştu Rabbimiz de, tüm Âdem nesli: “Belâ ya Rabbi!” Demişlerdi. “Evet ya Rabbi! Sen bizim tek Rabbimizsin! Bizim hayatımıza program yapmaya yetkili tek varlık sensin! Kulu kölesi olacağımız, tüm hayatımızı kendisi için yaşayaca­ğımız, boynumuzdaki kulluk ipini eline verip seçimini seçim kabul edeceğimiz tek varlık sensin! Sadece seni dinleyecek, sadece senin için bir hayat yaşayacağımıza söz veriyoruz. Söz ya Rabbi senden başkasına kul köle olmayacağız! Söz ya Rabbi hayatımızı sadece se­nin beğenine sunacağız! Senin emirlerine riâyet edecek, yasakların­dan uzak duracağız!” diye insanlar Rablerine ahid vermişlerdir. İşte Rabbimiz kullarının bu ahdine dikkat çekiyor. İnsanlardan kimileri Rableriyle böylece anlaşma yaptıkları halde, böylece Rablerine söz verdikleri halde dünyaya geldikten sonra bu ahidlerini unutup kulluk­tan çıkanların fâsıklar olduğunu anlatıyor.
(A’râf: 172,173)
d: Ya da burada kastedilen ahid, toplumda anlaşmalara ve fert­ler arası sözleşmelere bağlı kalmayarak düzeni bozmaktır. Bu fâsıklar, bu halleriyle toplumda fertler arası güven duygusunu sars­maktadırlar. Akrabalık ve komşuluk bağlarını koparmaktadırlar.
e: Bir de anlaşma Allah sanki peygamber göndererek, insanlar öldürerek, insanlar dirilterek, kâinatı ölü diri hale getirerek, Allah sanki benden başkasına kulluk etmeyin! Diye sürekli bize baskı yapıyor ve bizden ahid alıyor. Veya Rabbimiz fıtratımızla bizden misak alıyor. Bizi İslâm fıtratı üzerine yaratarak bizden ahid alıyor. Yâni bizi İslâm’ı kabul edebilecek, Allah’a kulluğa yönelebilecek bir özellikte yaratıyor. Öyle değil mi? Doğan herkes kul olmaya müsait yaratılıyor. Herkes boynunda bir iple dünyaya geliyor. Tapınmak zorundadır bir şeylere. İşte Rabbimiz bu ahde dikkat çekiyor. Ben böyle insanların tümünü kul olmaya müsait yarattığım halde insanlardan kimileri bu fıtratlarını örterek Rabbine itaatten çıkıp fâsıklardan oluyor buyuruyor.
Öyleyse bu mânâda şunu diyelim: Allah tek taraflı anlaşma metni hazırlayandır. Anlaşma metninde değişiklik hakkı olmayan da bizleriz. Allah Rab, bizler de kullarız. Rubûbiyet yaratıcının hakkıdır, bize düşen de varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz Rabbimize tes­limiyetten başkası değildir.
2- İkinci bir özellik, fâsıkların ikinci sıfatları da şuymuş ba­kın:
"Allah’ın îsalını (yâni bitiştirilmesini) emrettiği şey­leri keserler."
Yâni Allah bağlayın diyor, ama bunlar kesiyorlarsa bu fâsık-lık­tır. Allah neyle neyin arasını birleştirin! Onların arasını ayır­ma­yın! demişse onların arasını kesmek, ayırmak fısktır, fâsıklıktır. Me­selâ sıla-i rahim. Akraba ziyaretleri, akrabay­la ilişkilerin kesilmemesi. Allah birleştirin diyor, ama o kesiyorsa, sıla-i rahim yapmıyorsa işte bu fâ-sıklıkmış. Akrabayla ilişkilerini kesen kişi fâsıkmış. Hemen hemen din konusunda söz söyleme yetkisinde olan selef âlimlerimiz bu âye­tin bunu anlattığını söylemişler. Ben de ilk olarak bunu söyledim.
Ama benim anladığım bu âyetin anlattığı bunun dışında başka şeyler de vardır. Âyet sıla-i rahmin dışında başka hususları da anlatır. Allah’ın birleştirilmesini istediği başka neler var?
Meselâ malla zekâtı birleştirin! Diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen zekât da söz konusu olmalıdır diyor. Kim ki malla zekâtın arasını ayırırsa bu fâsıklıktır. Malı olduğu halde onunla bağlantılı düşünülmesi ve icra edilmesi gereken zekatını ver­meyen kişi fâsıktır. Başka? İnsan­la sevgiyi, insanla emr-i bi’l marufu birleştirin diyor Rabbimiz. İnsanlara karşı sevgi ve merhameti gün­deme getirmemek, onlara karşı emr-i bil’maruf yapmamak, onların cehenneme gidişine göz yummak fısktır, fâsıklıktır. Yâni münkerle nehyin, marufla emrin arasını ayırmak fısktır. Bir münker görülmüşse hemen nehy edilmesini, marufun da emredilmesini istiyor Rabbimiz. Bunların birleştirilmesini, birlikte düşünülmesini istiyor. Kim ki bunların arasını ayırırsa fâsıktır. Veya baş ile örtüyü birlikte düşünün diyor. Kim ki Allah’ın birleştirilmesini, birlikte düşünülmesini istediği baş ile örtüyü birbirinden ayırırsa işte o fâsıktır.
Veya meselâ yine Rabbimiz vakitle namazı birleştirin diyor. Bu ikisi birlikte olmalıdır diyor. Vakit varsa hemen namaz da gündeme gelmelidir diyor. Kim ki Allah’ın birleştirilmesini istediği vakitle nama­zın arasını ayırır, vakte ulaştığı halde namazı kılmazsa o fâsıktır. Yine meselâ Rabbimiz selâm vermeyle almayı, davetle icâbeti, imanla ameli, emirle itaati, sa­kalla suratı, başla örtüyü, evlilikle nikâhı, ilimle ameli, birleştirin, bunları birlik düşünün buyururken onların arasını ayırmak fısktır, fâsıklıktır. Yâni Allah neyi neyle birleştirmemizi, neyi neyle beraber kılmamızı, neyin neyle aralarını açmamamızı istiyorsa onu ayırmamamız gerekiyor. O ikisini birlik düşünmemiz gerekiyor.
Meselâ müslümanla nasihati, selâmla selâm almayı, hastayla ziyareti, ziyafetle icâbeti birleştirin! Demişse Allah yâni Al­lah’ın emir ve nehiylerinin aksine hareket etmeyin! Demişse buna riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde fâsıklardan oluruz Allah ko­rusun.
Özellikle de sıla-i rahim söyleniyor. Yâni rahim karabeti, rahim yakınlığı kan bağıyla beraber olduğumuz varlıklarla ilgiyi ve alâkayı kesersek fâsık oluruz. Bu evlâdımızdır, ilâ nihâye evlâdı­mızın çocuk­larıdır. Bu babalarımız, analarımızdır. Halamız, tey­zemiz, dayımız veya amcamızdır. Veya biz ölünce bizim mîrasımız kendilerine kala­cak kimselerdir, yakınlarımızdır. Buna göre hiç de­ğilse amca, dayı, hala, teyze, nene, anne, baba, oğul, kız, torun ve kardeşler, erkek ve kız kardeşler en yakınlarımızdır. Gücümüz nispetinde bunlarla ilgiyi, alâkayı kesmeyeceğiz. Ziyaretlerine gi­decek ve onlarla hem hal ola­cağız.
Hattâ Rasûlullah Efendimiz Mısır halkı için: "Onlar bizim akrabamızdır"diyordu. Halamızdır diyordu. Öyle olunca daha daha uzak akrabalarımızla da ilgiyi kesmemeye çalışacağız. Çünkü Ra-sulullah’ın oğlu İbrahim’in annesi Mariye’den akrabala­rıydı bunlar. Ve-ya Rasulullah’ın dedelerinden Hz. İbrahim’in ço­cuklarından İsrâil oğullarının yakın akraba çevresiydi Mısır halkı.
Birkaç yıl önce Yaser Arafat da yahudiler için: “Bunlar bizim amca oğullarımızdır!” diyordu. İsmail oğullarıyla İsrâil oğulları amca çocuklarıdır çünkü. Akrabalara biraz dikkat edeceğiz. Tabii büyük bir dert var şimdi. Acaba hanımların akrabaları da akraba mıdır? Benim bile­bildiğim kadarıyla hanımın akrabaları akraba değil, çünkü mîras söz konusu değil. Ama kayınpeder ve kayınvalideden hanım ölse de, hanımla boşanılsa da ebedîyen haramlığın devamıyla sorumlu oldu­ğumuza göre, galiba özel bir yeri vardır hayatımızda. Hanım ölse de kayınvalide ile beraber oturabilecek, eline dokunabilece­ğiz, birlikte yolculuk yapabileceğiz, gibi ayrıca bir sorumluluk yük­lenmiş oluyor.
Geri kalanlara gelince at onları! demenin anlamı yoktur tabi. Hani kadının kadınlık güllerinin açması için böyle akrabalar­dan getiri­lecek sularla sulanması gerekiyorsa, başka suyu kabul etmiyorsa o toprak, o zaman öyle bir suyla onun sulanması senin geçimin için gü­zel olacaktır diyoruz. Ama dinine, ırzına, aklına, fe­rasetine, imanına engel olacak bir akraba pozisyonuysa, baban bile olsa siler geçersin! Allah öyle buyuruyor:
"O senin ehlinden değildir, zira o amel-i gayr-i sa-lihtir."
Nuh Aleyhisselâm için oğlu hakkında bile bu denilmişse ta­mam. Lâ­kin onu dost olma planında çizen bizler, diyalog planında asla çizmeyeceğiz. Bu ayrı iş tabii. Yâni gideceğiz, göreceğiz, görüşe­ceğiz. Lâkin onları dost olma planında defterden sileceğiz. Yâni on­larla istişare etmeyeceğiz, dinimizi onlara dayandırmayacağız, akıl danışmayacağız, ama gidip görüşeceğiz. Onları cennete aboneler yapma işini sürdüreceğiz.
Bu akraba ilişkisi konusunda kimilerinde biraz fazlalık, kimile­rinde de biraz azlık yanlışı var. Bu işin üzerinde biraz ciddi düşünece­ğiz inşallah.
"Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar."
3. özellik; biraz fesatçı davranıyorlarmış. Yeryüzünde if­satçı, bozguncu davranıyorlarmış. Bunlar önce geçti. Fesat ne­dir? Salah nedir? Bunu daha önceki âyetlerde anlatmaya çalış­mıştım. Al­lah’ın düzeninin dışında düzen arayıcılarıymış bunlar. Adam böyle yaptı da Kur’an okudu mu, bu Kur’an onu saptırırmış. Kur’an’la şöyle bir beraberliğe gelince: Adam inanır Kur’an’a, Ya Rabbi ben senin dediklerinin doğruluğuna baştan inanıyorum! Ama şu anda henüz muttali olamadığım doğrularım var. Ben Ba­kara’yı henüz öğreneme­dim. Âl-i İm-rân’ı bilmiyorum. Ama şimdi sanki onların görüntülenmesi gibi ben bir hayat programı yaşıyo­rum. Müslüman olarak yaşıyorum ben bu hayatımı. Lâkin sana söz veriyorum ya Rabbi! Yarın öğrene­ceğim âyetler, bugün yaşa­dığım dinimle çatışırsa, şimdiden ben o âyetlerin doğruluğunu ka­bul ediyorum! diye gayret ederse, bu kişinin Kur’an’ı ona yol göste­rir ve hidâyet kaynağı olur inşallah.
Bir hayatımız var. Mala bakışımızda, yemek anlayışımızda, giyi­nişimizde, ziyaretimizde, ticaretimizde bir hayat anlayışımız var. Aslında müslüman, hayatın tümünde İslâm’ı uygulayandır. Ama biz henüz o konularda Allah’ın dediklerini bilmiyorsak, o ko­nunun düzen­leyicisi olarak Allah’ın gönderdiği âyetleri bilmiyorsak ta yine de müs-lümanca yaşıyoruz zannediyoruz ya, Allah’a şöyle söz veriyoruz her okuyuşumuzda: Ya Rabbi bugünkü yaşadığım hayatı ben müslüman-lık olarak yaşıyorum, müslümanlık diye yaşı­yorum; ama ya­rın bu yaşadığımın tersini anlatan bir âyetle kaşı karşıya gelirsem ben şimdiden onun doğruluğunu kabul ediyorum! diye okumaya devam edersek, o zaman iyi bir müslüman oluruz. Kur’an bize hidâyet kay­nağı olur diyoruz. Tek umudumuz budur zaten. Okumayı bırakmaz da yarınımız için bu idealde, bu imanda olursak kurtuluruz. Böyle olmaya gayret edelim inşallah.
"Onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."
Eli kuruyanların, kendilerine yazık edenlerin ta kendileridir. Said Havva bu âyeti Tebbet sûresiyle anlatır. Ondan sonra buyu­rur ki Rabbimiz:

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...