18 Ekim 2017

BAKARA SURESİ BİR

BAKARA SÛRESİ 
 Mushaf’taki sıralamaya göre ikinci, nüzûl sırasına göre 87, uzun sûreler bö­lümünün de ilk sûresidir. Âyetlerinin sa­yısı 286 olup Medine’de nâzil olmuştur.


“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”

Hamd âlemlerin Rabbi olan Al­lah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Ra-sûlüne, âline ve as­habına olsun. Rab-bimiz bizden kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hak­kıyla bilensin.

Rasulullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra ilk inmeye başlayan sûre Bakara sûresidir. Bununla beraber en son tamamlanan sûre de yine Bakara sûresidir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi Medine’de inmeye başlayan Ba­kara sûresi Mekke’de gelen Fâtiha sûresinin hemen arkasına yerleştiril­miştir. Fâtiha sûresi:
"Ya Rabbi bizi doğru yola, sırat-ı müstakime ulaş­tır!"
Diye bitiyordu. Bakara sûresi de:
"Bu bir kitaptır ve hidâyettir"
Diyerek söze başlıyor. Bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı olan bir ifadeyle başladığı için sûre buraya yerleştirilmiştir diyoruz Al-lahu âlem.
Sûreyle alâkalı meleğin Rasulullah’a şöyle dediği rivâyet edilir:
"Ey Muhammed müjdeler olsun! Sana iki nûr ve­rildi ki onlar senden önce hiçbir peygambere verilme­miş­tir. Bunlardan biri Fâtihat’ül kitap diğeri de Bakara sûre­sinin son âyetleridir.
(Müslim: Misafirîn, Nesâî: İftitah 25)
Bundan ötürüdür ki bu sûrenin bir başka adı da "Âyet’el Kürsî" sûresidir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmin sûreleri genellikle ya belli bir kıssanın, ya özel bir ismin, ya da sûrede kendisine dikkat çekilmek istenen özel bir konunun adıdır. Meselâ Âl-i İmrân sûresi, Nisâ sûresi, Kehf sûresi, İsrâ sûresi gibi sûreler başlıklarının sembolize ettiği ko­nuları kapsamaktadır.
Bakara sûresinin adı da sûrenin 67,73 âyetlerinde geçen Hz. Mûsâ ile kavmi arasında cereyan eden bir diyaloga yer veren Bakara kıssasından alınmıştır. Fakat bu isim sûrenin konusunu, muhtevasını bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir.
Ve bu isim, Bakara ismi nasıl ki Ali, Veli gibi isimler başka dil­lere tercüme edilemediği gibi inek veya buzağı şeklinde de ter­cüme edilemez. Belki de İsrâil oğullarının bu inek hadîsesi sadece bu sû­rede anlatılmış olduğundan sûreye bu isim verilmiştir, diyo­ruz.
Sûrenin “Senâm ve Zehra” diye iki adı daha vardır. Al­lah’ın Rasûlü:
"Her şeyin bir senâmı (zirvesi) vardır. Kur’an’ın zir­vesi de Bakaradır”
Buyurur. Yine başka bir hadislerinde de:
"İki zehrayı çok çok okuyun! Bunlardan biri Ba­kara, diğeri de Âl-i İmrân’dır."
Buyurur.
Demek ki eğer Kur’an’ı canlı bir cisme benzetirsek Fâtiha sû­resi bunun başını, Bakara sûresi gövdesini, diğer sûreler de öteki uzuvlarını teşkil edecektir.
Sûrenin muhtevasına, şöyle genel olarak bir göz atacak olur­sak: Sûrenin ilk girişi Kur’an’ı bir kulluk ve hidâyet kitabı olarak ilan eder. Sanki Fâtiha sûresindeki bizim:
"Ya Rabbi, ne olur bize sırat-ı müstakimini göster! Bizi hidâyet yoluna iletiver ya Rabbi!"
(Fâtiha 6)
Şeklindeki duamızın, talebimizin cevabı olarak Rabbimiz, kar­şımıza kitabını serip: “Kullarım! Gerçekten hidâyet, gerçekten doğru yol istiyorsanız, işte kitabım! İşte hidâyet! Haydi buyurun onunla be­raber olun!” Buyurarak kitabını hidâyet ve kulluk kitabı olarak ilan eder. Ve ardından da hemen imanın temellerini ortaya koyar. Allah’a, peygambere, peygamberliğe, âhirete, öldükten sonra tekrar dirilmeye olan inancı belirler.
Ve bu inançla alâkalı olarak, insanları kabul etme ve red­detme hususunda üç gruba ayırır: Müminler, kâfirler ve münâfık­lar. Sonra Hz. Adem’in yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak tayin edilmesi, Hz. Adem’in cennetteki hayatı, şeytanın saptırmalarına kapılması, buna bağlı olarak cennetten çıkarılması, sonra tevbe edip Allah’a iltica et­mesi, tevbesinin kabul ediliş olayı anlatılarak Adem soyunun hidâ­yette olabilme ve kalabilme yolları gösterilmiş­tir.
Daha sonra hidâyete dâvet, özellikle İsrâil oğullarına yönelti­lir. Ve uzunca İsrâil oğulları kıssası söz konusu edilir.
Kur’an, Mekke’de genellikle İslâm’ı bilmeyen cahil Kureyş müşriklerine hitap ediyordu. Fakat Medine’de Allah’ın birliği, peygam­berlik, âhiret, melekler gibi inançlara âşina olan yahudilerle de ilgi­lenmeye başladı. Bunlar Allah’ın Peygamberi Hz. Mûsâ’ya ve ona in­dirilen vahye inandıklarını söylüyorlardı. Ve ilke olarak onların yolu da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın öğrettiği yolun, İs­lâm’ın aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri yollarını kaybetmişler, kitaplarını tahrif edip, dini birtakım âdetler manzumesi haline getir­mişler, sapmışlar, sapıt­mışlar ama, hayatlarından da memnun gö­rünen insanlardı. Nitekim yıllar yılı kendilerini düzeltmek için gelen elçilerin hiç birisini kabule yanaşmamışlar ve üstelik onların baş düşmanı kesilmişlerdi. Bir de “Müslüman” adını bırakıp kendilerine “yahudi” adını takmışlar ve dini İsrâil oğullarının tekeline almışlardı.
İşte bakıyoruz ki; sûrenin üçte birine yakın bir bölümünün, İs­râil oğullarına hitap ettiğini görüyoruz. Sûrede onların ahlâken bozul­maları, dinden sapmaları ve sapıklık noktaları vurgulanır. Ya­hudilerin Rasûl-i Ekrem’e ve onun getirdiği hidâyete tabi olmaları­nın kendileri hakkında çok hayırlı olacağını anlatmak üzere, tarihte yaşanmış pek çok hadîseye değinilmiş, yahudilerin Kuran’ı kabul edenlerin ilki ol­maları istenmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e indiri­len kitabın Hz. Mû-sâ’ya indirilenin aynısı olduğu ısrarla beyan edilmiştir.
Yine Mekke’de genellikle İslâm’ın ana ilkelerini tebliğ et­mek ve müminleri iman ve ahlâk yönünden eğitmeyi hedefleyen Kur’an’ın, Medine’de tüm Arabistan’dan toplanıp İslâm devletini kuran insanların kurdukları bu devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukukî problemlerine de değinmeye başladığını görüyo­ruz.
Bir de Medine’de, bu yeni dönemde, Mekke’de pek rastlanıl­ma­yan yeni bir insan tipi ortaya çıktı. Münâfikûn grubu zuhur etti. Mü­nâfık, Medine toplumunda görülür. Mekke’de münâfık yoktur. İslâm’ın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir, böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zaru­reti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâm’ın ve müslümanların güçlü ol­duğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybet­memek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.
Evet, Medine’de münâfıklar vardı. Bunlar:
a- Ya İslâm’ı içerden yıkmak için İslâm’a girmiş görünen kişi­lerdi.
b- Ya da çevreleri müslümanlar tarafından sarıldığı için ve dün­yevî menfaatlerini kaybetmeme endişesiyle müslüman görü­nen insanlardı. Bunlar aslında düşmanlarla da münâsebetlerini sürdürü­yorlardı. Gerek Medine’de için için İslâm’a ve Müslümanlara düşman­lık besleyen yahudilerle, gerek Mekke müşrikleriyle, gerekse dış dün­yada başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog halinde idiler.
c- Bazıları da İslâm’ın gerçekliğine tam kani olamamış, tam tat­min olamamış, ama kabileleriyle birlikte mecburen müslüman ol­muş kimselerdi. İşte Bakara’nın nazil olduğu dönemde her tür­den münâfıklar da türemeye başlamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Hak bu sûre­nin içinde münâfıkların özelliklerine dikkat çekmekte ve onlarla ilgili tâlimatlar beyan etmektedir.
Daha sonra yahudiler ataları olarak çok değer verdikleri ve Peygamber olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim’e verilen hidâyetin aynı­sını getiren ve onun torunu ve izleyicisi olan Hz. Muhammed Aley-hisselâm’a tabi olmaları konusunda tekrar tekrar uyarılır. Hz. İbra­him ve onun Kâbe’yi inşa edişi ve İslâm toplumunun kıblesi olarak Kâbe ve İbrahim ilişkisi anlatılır.
Daha sonra tüm bu uyarılara rağmen hakkı kabule yanaşma­yan İsrâil oğullarından liderliğin alınıp müslümanlara verildiğini beyan edercesine kıblenin, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrildiği ilan edilir. Daha sonra li­derliği üzerine alan bu ümmetin, bu ağır sorumluluğu kaldırabil­mesi için onlara pratik çözümler sunulur. İslâm ümmetini ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi emirler farz kılınıyor.
Müminler Ulü’l emre itaat etme, âdil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalarına sâdık kalma, mallarını Allah yolunda har­cama ko­nularında teşvik ediliyor. Diğer taraftan ümmeti bozulup dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, fâiz gibi pisliklerin de ya­saklandığını görü­yoruz.
Daha sonra sûrenin başında olduğu gibi son bölümlerinde de imanın temel ilkeleri bir daha tekrarlanıyor ve en son müslümanların İslâm’ı tebliğde çektikleri güçlükler sebebiyle, o sıralarda çok muhtaç oldukları bir dua ile sûre tamamlanıyor.
Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışacağız.
³v³7!
1: “Elif lâm mim”
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar. Huruf-ı mukatta kesik kesik oku­nan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı Kerîmde altı sûre­nin ba­şında gelen ve o sûrelere ait birer âyettirler.
Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve müteşabih âyetler vardır. Muh­kem âyetler en genel tarifiyle, okuyucu tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen ve bizden imanla birlikte amel isteyen âyet­lerdir.
Meselâ; namazı kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem âyetler­dir ve bizden hem iman, hem de amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Müteşabih âyetler ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, du­yularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ve muhkemlerle çerçeve-sini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel istemez, sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin şey­tan vahiy, arş, kürsî, semavat, yedullah gibi konu­ları anlatan âyetler, elif lam mim, Yâsîn, Tâhâ gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını tam olarak bilemeyiz, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece ina­nırız, bu âyetler bizden amel istemez.
Peki, madem ki bu âyetlerin mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Demenin de anlamı yoktur. Çünkü biz, kimi âyetle­rin künhünü, aslını biliriz, kimilerinin de sadece rolünü ve fonksiyo­nunu biliriz.
Meselâ, arabada akü diye bir aygıt vardır. Bunun ne oldu­ğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkesin bilmesi gerek­mez. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü biliriz sadece. Biliriz ki, akü arabada elektrik donanımını sağlayan bir aygıttır. İşte aynen bu­nun gibi biz, bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek de bunların rolünü ve fonksi­yonlarını biliriz.
Meselâ; cennetin ne olduğunu, nasıl olduğunu, enini, bo­yunu, genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki neye yarar bu? Yâni rolü ne­dir bu âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder, anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötü­lüklerden ko­ruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni cenneti an­latan âyetlerin rolü, bize hedef göstermektir. Bakın, eğer benim is­tediğim şekilde yaşar­sanız size bunu vereceğim, diye Rabbimiz bize hedef gösteriyor. Me­selâ cennette ırmaklardan bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal ırmak­ları, şarap ırmakları, su ırmakları. Bunların nice­liğini bilmeyiz.
Peki, ne anlatır bunlar bize? Gelin ey Mü'minler, dünyanın bo­zuk sütlerine, bozulacak ziynetlerine meyletmeyin de bunlara meyle­din, diye bize hedef gösteriyor. Veya cennetteki hûriler. Bil­mem ki ben bunların ne olduğunu, nasıl olduğunu. Ama bakın dünyanın pespa­yelerine meyletmeyin, harama meyletmeyin ki, bunları elde edesiniz, diye hedeftir bu âyetler.
İşte, Kur’an-ı Kerîmde sûre başlarında gördüğümüz bu âyet­ler de müteşabih âyetlerdir. Aynen bunların da Allah’tan gel­diğine inanı­rız ve biliriz ki, bunlar âyettir. Peki bu tür âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef gösteri­yor? Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş, bu konuda her­hangi bir açıklama gö­remiyoruz. Kur’an’ın başka herhangi bir ye­rinde de bu konuda açıkla­yıcı bir bilgi bilmiyoruz. Bu konuda şun­ları söyleyelim inşallah : Selef bu konuda şunları söylemiştir:
1- Sûrelerin başında gelen bu âyetler, Kur’an’a dikkat çekme-dir, demişler. Rabbimiz, o güne kadar insanların, Kur’an’ın mu­hatap-larının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak, onların dikkatle­rini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah buyuru­yor ki, sanki bu âyetleriyle: “Kullarım! Dinleyin, şu anda Allah konu­şuyor! Şu anda ben konuşuyorum! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içi­nizden bi­risi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sö­züm olarak dinleyin!” diyor sanki Rabbimiz.
Gelin şu anda Allah konu­şuyor! İnsan sözüne benzemez bu! Âlim sözü, fazıl sözü, fi­lozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içi­nizden bi­rinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinle­yip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de öyle­sine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konu­şuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin! di­yor sanki, daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye, böyle bir dikkat çekmedir, denmiş.
2- İkinci olarak şunu diyelim. Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Meselâ bakın A’râf sûresinin başında:
“Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Ey Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”
(A’râf 1-2)
“Elif Lâm Mîm Sâd” mukatta âyetinden hemen sonra “Kitabun ünzile ileyke” buyrularak kitaba dikkat çekilmektedir. Yine Tâhâ sûresinin başında:
Tâ Hâ. Ey Muhammed! Kur’an'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik.”
(Tâhâ 1-4) Yine meselâ Yâsîn sûresinin başında:
“Ya, Sin. Ey Muhammed! Kur’an'ı Hakîm’e andol­sun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberler-densin.”
(Yâsîn 1-4)
Yâsîn huruf-ı mukatta âyetinden sonra yine Kur’-an’a dikkat çe­kilmektedir. Yunus sûresinde de:
“Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli Kitabın âyet-leridir.”
(Yunus 1)
Burada da mukatta âyetinden sonra Kur’an’a dikkat çekilmek-tedir.
Bu ve benzeri bölümlerde olduğu gibi bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz, Kuran’a dik­kat çekiyor. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetler Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor demektir. Bu­yurur ki Rabbimiz: “Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Yâ Sîn, Hâ Mîm. Ey insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyor­sunuz. Okuyorsunuz, yazıyorsunuz. Bu harfler elle­rinde olan sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi gü­cünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana geti­rin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun bakalım!” diye, tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor denilmiş.
3- Bir üçüncüsü de bu harflerle Kur’an’ın Allah’tan geldiği be­yan ediliyor, denmiş. Yâni bu kitap herhangi bir insan sözü de­ğil, in­san kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır, mesa­jını ulaş­tırma adına Rabbimiz, sûrelerin başında böyle bir hitabı uy­gun bul­muştur deniyor Allahu âlem. Ama en güzeli mânâsını bil­mesek de bunlar, aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir, diyoruz ve öylece iman ediyoruz.
Mânâlarını Peygamber Efendimizin bile bilmediği, bu ko­nuda bize herhangi bir bilgi ulaştırmadığı bu âyetlerle ilgili olarak iki bâtıl id­dia var. Bunları da şöyle kısaca söyleyeyim ki, ilerde bun­larla karşıla­şınca bocalamayasınız inşallah. Bu huruf-ı mukatta âyetleriyle alâkalı iki sapık yorum var. Bunlardan birisi münâfıkça bir yorum, ötekisi de kâfirce bir düşüncedir.
Önce münâfıkların yorumunu söyleyelim: Diyorlar ki efen­dim bu âyetler Peygamberin Aleyhisselâm dahi bilmediği ancak her yüz yılda bir gelen Müceddid-i A’zam denen büyük zatların bilebildiği âyetlerdir. Bunların mânâlarını ancak bu büyük zatlar bilebilir de­mişler ve kendilerince bu âyetlere anlamlar vermeye çalışmışlar. Efendim işte elif bizim Rabbimizi, lâm bizim peygamberimizi, mim de bizim efendimizi veya bizim kitabımızı anlatır veya bizim cema­atimizi anlatır de-meye çalışmışlardır.
Yâni Peygamberin bile bilmediği, bilemediği bilgiyi bilebile­cek, Peygamberi bu konuda sollayacak kimselerin varlığını iddia ederek, kendi heva ve heveslerine göre Allah’ın âyetlerine mânâlar yükle­me-ye çalışan bu insanları da, bunların bu saçma sapan yorumlarını da red­dediyoruz.
İkincisi kâfirlerin yorumudur. Müsteşrikler de bu konuda şu yo­rumda bulunmuşlardır. Efendim sûre başlarındaki bu harflerin varlık sebebi şudur: Kur’an-ı Kerîm Sahabe döneminde toplanıp kitap haline getirilirken Zeyd bin Sabit başkanlığında bir hafızlar heyeti teşekkül ettirilmiş ve tüm sahabeye ilan edilmişti. Herkes yanında Rasulullah zamanında yazdığı, ezberlediği Kur’an nüshâ­lârını, sûre nüshâlârını getirsin diye. Sahâbe-i Kirâm yanlarındaki sûre nüshâlârını getiri­yor-du. Heyet bu sûreyi kim getirmişse o sû­renin başına onu getiren sahabenin ismini yazalım da bunu kimin getirdiği belli olsun diye sûre başlarına sahabenin ismini yazmış­lar. Meselâ Tâhâ sûresini ilk önce Talha bin Ubeydullah getirmiş ve onun isminin baş harfini yazmışlar. "Ta" diye. Daha sonra aynı sûreyi Ebu Hureyre getirmiş ve onun da isminin baş harfini yaz­mışlar. "Ha" diye, sonra da bunu silmeyi unut­muşlar ve o sûrenin başında "Taha" kalıvermiş diyorlar.
Yâni Kur’an’da insan sözü de vardır, demeye getiriyor alçaklar. Kur’an sa­dece Allah sözünü değil, insan sözlerini de ihtiva etmektedir. Ona sa­habenin sözleri de karışmıştır diyerek müslümanların zihinlerini idlâl etmeye, insanların Kur’an’dan şüpheye düşmelerini sağlamaya çalı­şan kâfirlerin bu kâfirce ve haince yaklaşımlarını da reddediyoruz.
Öyleyse Elif Lâm Mîm. Dinleyin! Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin ve ge­reğini ye­rine getirin! diyoruz.
2: “İşte bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır."
İşte o harfler, o sesler ve o seslere verdiğimiz güzel bir dü-zenle sana indirdiğimiz kitaptır bu. İşte kitap budur. İşte kitap diye buna denir. İşte kitap dediğin budur. Yâni her yönüyle tam ve mü­kem-mel kitap, kıyamete kadar tüm insanlığa yol gösterecek özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur, demektir bunun mânâsı. Kitap deyince sadece bu Kur’an anlaşılacaktır. Diğerlerine kitap denmeyecektir. Bu­nun içindir ki, bugüne kadar kitap deyince sadece Kur’an anlaşılmış­tır. Ehadis-i Nebeviyye'ye bile kitap denmez, sünnet denir.
Bu isim, Kur’an’ın hem ba'zına hem de mecmuuna ıtlak olu­nur. Yâni bu kitabın bir tek sûresine, bir tek âyetine de kitap denir, tü-müne de kitap denir. Bir de kitap deyince metin ve mânâ birlikte kastedilir. Kur’an iki şeyden ibarettir: Bir metin, bir de mânâ. Kur’an’ı yalnız metinden ibaret saymak, mânâyı örtmeye çalışmak ne kadar bü­yük bir suçsa; onu sadece meâlden ibaret zannedip, metni diska­li­fiye de o kadar suçtur. Kimilerinin yaptığı gibi şu anda ben metni oku­yup ve sadakallahü’lazim desem bu işin yarısını yapmış olu­rum, bir diğer yarısı da mânânın, muhtevanın ortaya konmasıdır.
Şüphesiz bu, Allah’tan gelen bir kitaptır ve Allah’tan gelişi ko-nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bir de bu kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap, her türlü şekten, şüpheden ârî ve her töhmetten müberradır. Bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun kadar sı­rat-ı müstakimi, doğru yolu gösteren başka bir kitap yok­tur. Yâni bu kitabın inişinde, vahiy oluşunda herhangi bir şüphe olmadığı gibi, teb­liğinde de herhangi bir töhmet yoktur. Münzili hak, muhbiri sâdık ve gâyesi mahza hayır olan, insanlığı saâdet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu kitapta şüpheye imkân vere­cek bir cehalet, bir gaflet veya bir sû-i niyet düşünmek mümkün değildir.
Böyle bir kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalp­leri kilitlenmiş olan muannit kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış, basîretleri sönmüş olanlar şüphe edebilirler.
Kitabın kendisine indirilişi karşısında Rasûl-i Ekremin: "Ya Rab! Reyb içinde, şüphe ve tereddüt içinde yüzen şu insanlar ya­rın benim karşıma çıkıp: Ey Muhammed! Bu kitabın Allah tarafın­dan gel­diği ne malum? Belki de bu senin sözündür, senin uydur­mandır! Ken­din söylüyor, kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunu Allah’a is­nat ve iftira ediyorsun! derlerse ben ne yaparım?” demeden önce Ce-nab-ı Hak hiçbir şeye meydan bırakmayacak biçimde bu konuda teminat veriyor. Onda herhangi bir reyb, herhangi bir şüphe yoktur. Allah’tan gelişi konusunda da, içindeki âyetler, yasalar, haberler ko­nu-sunda da zerre kadar bir şüphe yoktur.
Bu, aynı zamanda onu insanlara duyuran Muhammedü’l Emi­nin de, yâni mübelliğin de “lâ raybe fîh” olduğunun, nübüvvetinde, risaletinde zerre kadar bir şekkin, bir şüphenin olmayışının da tescili­dir.
"Kendisinde şüphe olmayan bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Muttakilere doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir bu. O bir hidâyet kitabıdır, kulluk kitabıdır. Bu kitabın asıl görevi ve fonksiyonu budur. İnsanlığı doğru yola, sırat-ı müstakime iletmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm sadece bilimsel keşiflere değinen, kimya ve fizik gibi, biyoloji ve botanik gibi bilimleri derleyen bilim­sel bir kitap değildir. Kur’an-ı Kerîm, bir hidâyet ve kulluk kitabıdır. Fâtiha’daki bizim tale­bimizin cevabı olarak, Allah karşımıza işte bu kitabını çıkarıyor. “Kul­larım! Benden hidâyet istiyordunuz ya! Benden dosdoğru yolu gös­termemi talep ediyordunuz ya! İşte istediğiniz hidâyet! İşte sorduğu­nuz dosdoğru yol!” Buyuruyor.
“Bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Buyuruyor. “Kullarım siz gerçekten hidâyet mi istiyorsunuz? Gerçekten doğru yolu bulmak mı istiyorsunuz? İşte size hidâyet! Haydi, buyurun hidâyet kaynağı kitabıma! Onunla beraber olun! Onunla yol bulun! Yolunuzu ona sorun! Onun rehberliğinde bir hayat yaşayın ki hidâyeti bulasınız!” diye hidâyet rehberi kitabını bizim önümüze se­riveriyor. Ama bakın, bu kitap Arab’a hidâ­yettir, Acem'e hidâyettir, Türk'e, Kürde hidâyettir denmiyor da:
Deniyor. Bütün nevi beşere, bütün insanlığa hidâyettir. Bütün insanlığı hidâyete ulaştırmak için gelmiştir bu kitap. Fakat bu hidâ­yetten istifade edebilmenin bir şartı var; o da muttaki olmaktır. Kur’-an’dan istifade edebilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Peki, nedir takva? Kimdir muttaki? Bunu Allah söyle­yecek, ama burada bir kaç söz söyleyelim.
Takva, Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Al­lah-la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’la bulmak, Allah’a sorarak, Al-lah’a danışarak yol bulmak demektir. Allah’ın kitabı rehberliğinde yü-rümek, kitap kaynaklı bir hayat yaşamak demektir takva. Takva, Pey-gamber mode­liyle hareket etmektir. Bakıyoruz, Kur’an-ı Kerîm’de tak-vayı böyle anlatan pek çok âyet görüyoruz.
"Muhakkak ki ben sizin için gönderilmiş emin bir elçiyim, öy­leyse muttaki olun ve bana tabi olun."
(Şuarâ 107, 108)
Tüm peygamberlerin aynı şeyi söylediklerine şahit oluyo­ruz. Madem ki ben sizin için güvenli, emin bir elçiyim, o halde bana gü­venmeniz lâzım. Bana güvenin ve hemen akabinde "Fe" takvalı dav­ranın! Muttaki olun! Ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat ederek, beni izleyerek takvalı olun! Gelin ben size tak­vayı, itaati öğ­reteyim. Takvanın modelini benden öğrenin.
Evet, takva peygamberden öğrenilecektir. Takvanın belirlenme­sinde pratik örnek peygamberlerdir. Bu konuda farklı takva modelle­ri geliştirebilmek için kimileri ısrarla peygamberleri diskalifiye etme çabası içine giriyorlar.
Meselâ; âlimin biri dağdan böyle yuvarlana yuvarlana inip ge-liyormuş. Hz. Mûsâ, bu adamı görmüş ve kendisine sormuş. “Hayrola be çoban kardeş, ne yapıyorsun, böyle yatıp yuvarlanıyor­sun? Nedir bu yaptığın?” diye sorar. Allame çoban der ki: “Ey Mûsâ, namazımı ben böyle kılarım. Rabbime ben böyle dua ederim işte.” Hz. Mûsâ; “Olur mu be adam? Böyle namaz mı kılınır?” der. Sorar çoban: “Ya nasıl kılacaktım?” Hz. Mûsâ anlatır ona: “İşte şöyle elini kaldırıp tekbir alacaksın, ellerini şöyle bağlayacaksın, şunları oku­yacaksın, belini şöyle bükeceksin, yüzün şöyle olacak” diyerek uzunca izahlarda bu­lunur. Tabi zor­lanır ona bunu anlatabilmek için. “Tamam mı? Anladın mı?” der, “An­ladım der” adam. Hz. Mûsâ yürümüş, bir noktayı kaçıran adam Hz. Mûsâ’nın arkasından bağırmış onu sorabilmek için, Hz. Mû-sâ dönüp arkasına bir bakmış ki; adam denizin üzerinde yürüyüp geli­yor. Demiş ki, Hz. Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ! Namaz dedin de şurayı unuttum! Bana onu bir daha anlatabilir misin?” Onu bu vaziyette gö­ren Hz. Mûsâ: “Git bildiğin gibi kıl sen namazını!” Demiş ve ona bunu öğretmekten vazgeçmiş, filan.
Ee niye öğretmeyecekti de Allah’ın peygamberi? Öğretme­ye-cekti de işi neydi orada peygamberin? Nedir böyle bir durumda pey­gamberin fonksiyonu? Bunlar toplumsal âyetler. Bunlar şeytanların vahiyleri. İslâm’ı, dini, takvayı peygamber ve Kur’an dışı kaynaklardan öğrenme ve belirleme, yâni keyiflerince bir din belirleme gayretlerinin ürünü, sapıklıklardan başka bir şey değildir bunlar. Hani:
"Muhakkak ki şeytanlar da dostlarına vahyeder..."
(En’âm 121)
Deniyordu ya âyet-i kerîmede. İşte bunlar o tür vahiylerden­dir. Bir rivâyeti daha var bunun. Hz. Mûsâ bu adama namaz kılmasını öğ­retmeye kalkışınca Rabbimiz hemen Cebrâil’i gönderir ve: “Ey Mûsâ, niye karıştın o kuluma? Ben razıydım onun namaz kı­lışından!” diyerek Mûsâ’yı azarladığı anlatılır.
Peki ne çıkar bütün bu şeytan rivâyetlerinden? Ne yatar bunla­rın altında? Bunların altında takva belirleme hakkının, din belirleme hakkının Allah’tan ve peygamberlerden alınıp başkalarına da veril­mesi yatar bunların altında. Din belirlemek sadece Allah’ın ve O’nun peygamberlerinin hakkı iken, “Tut, beş bin tevhid çekecek­sin, bunu on bine çıkarmazsan yazıklar olsun sana!” diyerek birileri din belirle­meye kalkışıyorsa hâşâ ve kella o zaman buna din uy­durmak dene­cektir. Öyle değil, takva; yolunu kitapla bulmak de­mektir. Takva, kita­bın dediği ve peygamberin örneklediğidir. Bunun dışında din de yok­tur, takva da.
Yaptıklarını Allah yap dedi diye yapan, konuştuk­la­rını Allah konuş dedi diye konuşan kişi muttakidir."
Buradaki mânâsıyla söyleyelim; kitaba teslim olan, kitapla uya­rılan, kitabın uyarısıyla hareket eden, tüm yaptıklarını; “kitap dedi” diye yapan, tüm yapmadıklarını da yine kitaptan aldığı delillerle yap­mayan kişi muttakidir. Yâni kitabın hidâyetini temel alan kişi; muttaki­dir. Çünkü, âyet son derece açık ve net ortaya koyuyor ki muttakilerin yol göstericisi; bu kitaptır. Muttakiler, bu kitapla yol bulan, bu kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan kimselerdir. Onlar, amellerini bu ki­taba dayandırmaya çalışan insanlardır:
"Muttakilerin kılavuzu, mihmandârı, yol gösterici­sidir bu kitaptır".
Gerçi başka bir yerde, Kur’an kendini bize anlatırken:
"Bu kitap insanların tamamı için hidâyettir."
(En’âm 91)
buyurur. Evet, aslında Kur’an, herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes, bu kitabın hidâyetini kabul et­mede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Ki­mileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmaya­caktır. Bakı­yoruz “Hâdî” kelimesi, “Hüden” kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mâ­nâ-da kullanılmıştır.
Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hü-dendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi, birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni, gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz, bizzat in­san-ların kalplerine imanı sokmakla değil, bu imanı insanlara ta­nıtmakla mükelleftirler. Öyleyse, kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Peygamberin hüden oluşu da böyledir. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâ­yet edebilir. Çünkü "Hüden linnâs" dır Kur’an. Ama "Hüden lil müttakîn" dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yâni herkes bununla yol bulmak iste­mez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvalı­lara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için, hattâ yine Kur’an’ın ifade­siyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını ar­tıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır."
(İsrâ 82)
O müttakıler ki:
3:"Onlar gayba inanırlar."
Onlar gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman eder­ler onlar. gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden ve duyulardan gizli olan, görülüp bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla algılanama­yan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, ce­hennem, melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadı­lıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba imandır. Veya gıyaben imandır.
Gayb, bilginin konusu değil imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi üstündür. Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer gaybı bilme, gayptan haber­dar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda hepimizin buna sa’yi gerekecekti.
“Onlar gayba iman ederler."
Değil de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle demiyor Allah. Yâni bi­zim, şu anda gaybı bil­mek türünde bir kulluğumuz veya bu tür bir so­rumluluğumuz yok­tur. O muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye çalı­şırlar denmiyor da:
deniyor. İman bilginin konusu değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın de­nir. Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle, gaypdan haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi? Filan zat kalpten geçenleri biliyormuş. Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı bilmeleriyle methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur. Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gay-bı bilen kişi değil, ona iman eden kişi muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne gariptir ki bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin farkında bile değildir adamlar.
Gaybın bir kaç çeşidi vardır:
1- Hiçbir delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilme­dikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
"Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!"
(En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın mahiyetini açıklamadığı, sadece varlı­ğını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler vardır.
"Kıyametin saatini bilmek ancak Allah’a mah­sus­tur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Al­lah’tır, Allah her şeyden haberdardır."
( Lokman: 34 )
Bunlar hiç kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:
"De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip deği­lim. Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğal­tır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı."
(A’râf: 188)
Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat ön­cesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın Ra-sûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek ya­nakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hak­kında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Al­lah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; "Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?" buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bili­rim."
Buna göre insanların kalplerinden geçirdikleri düşünce ve niyet­ler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî bilgilerdir. Hiçbir kimse­nin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:
a- Yalnız Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,
b- Kendisine vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz önce de söylediğim gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan önce bildi­ğim için, ondan daha üstü­nüm demektir. Sonra ne olacak benim kal­bimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rab-bim örtüvermiş onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi sorumlu tutmamaktadır.
2- İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı ol­duğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gay-ba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.
ifadesindeki "lâm" ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar, bunlar delili olan gayb-lardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgi-lerdir.
Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz, önceden Yakup oğullarının Mısır’a gi­diş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılı­şını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Al­lah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İs­râil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha­berlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin"
(Yusuf: 102)
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahyedi­len haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bil­gilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.
Allah’ın Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûl-i Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kim­seye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygam­berler müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasın­dan gözcü­ler koyar”
(Cin: 25,26,27)
Bakın, bu âyet-i kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbi-miz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatı­yor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek va-sıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber ve­riyor.
Diyor ki âyet-i kerîme; Unutmayın ki, bu gaybını peygamber-lerine bildirirken, yâni bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamber­lerine gönderirken, o meleğin etrafını da böyle çepe­çevre gözetleyi­cilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni cinlerin, şeytanların, hainlerin, zâlimle­rin yolda o meleğin önünü kesip, elindeki Allah vahyini alıp, hafıza­sından onu söküp, onun yerine başka sözleri ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy diye peygambere götür!” demeleri asla müm­kün değildir. Bunu hiç kimse yapamaz.
“Biz peygamberlere vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve ar­kasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız” diyor Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında haber verme ge­reği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
“Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek iste­diği, bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin önün­den ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını il­miyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
(Cin: 26,27,28)
“Peygamberlerin, Rablerinden aldıkları risaletleri tamamıyla in­sanlara tebliğ ettiklerini bilinsinler diye bunu anlatıyoruz” diyor Rab-bimiz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu anladık:
Birincisi; Peygamber bu konuda herhangi bir şüpheye düş­me-sin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir tered­dütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan gel­diğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; bir de peygamberlere ve onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü'minler de, acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, ge­rekse ona vahiy getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını say­mışız diyor Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların bir kıs­mını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime kelime, harf harf say­mışız, bilmişiz diyor.
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki; Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki, pey­gam-berimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bil­dir­diği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.
"Onlar gayba inanırlar."
Bilmekle iman, ayrı ayrı şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil ima­nın konusudur. İman; kalbin, lisanın ve fiilin tasdikidir. Yâni bir hük­mün icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle iman aynı şey olsaydı, o zaman tüm ehl-i kitap mü'min olurdu.
“Kendilerine kitap verilenler, hakkı avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler."
(Bakara: 146)
Eğer sadece dil ile ikrar iman olsaydı, o zaman tüm münâ-fıklar da mü'min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle inandıklarını söyle­yerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Buradaki iman icmalî bir imandır, daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu da tafsilî imandır. Yâni, Rabbimiz burada; mü'minler kitapta kendilerine bildirilen tüm gaybî bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar mü'minlerin kitaba imanlarından söz eden âyet de toptan inan­dıkları bu kitabın âyetlerini birim birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler buyuracaktır.
Evet, mü'min gayba inanan kişidir. Allah’a, meleklerine, ki­tap-larına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine, ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman, gayba iman demektir. Bu iman, mü'minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü'min öleceğine, sonra tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine ina­nan ve bu dünyadaki hayat programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmama­nın neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.
Gayba inanan kişinin hayat programı farklı, inanmayan kişi­ninki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın mânâsı burada ortaya çıka­caktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm dünya problemlerini değişti­recektir. Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik, siyasal, ah­lâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları, kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam gibi tüm dünya programlarını değişti­recektir. Bütün bu konularda gayba inanan kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine benim ihtiya­cım yok­tur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine taban ta­bana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır karşımıza.
Evet o mü'minler gayba inanırlar, hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:
"Namazı ikâme ederler."
Kur’an’dan istifade edebilmenin üçüncü şartı da kişinin on­dan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır olmasıdır. Na­maz, Kur’-an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu için iman­daki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni namazlarını kılarlar ifa­desi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli ikâme kelimesi kulla­nılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir. Onun içindir ki:
"Namaz dinin direğidir"
buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse namazla dinimizin dire­ğini dik­memiz emrediliyor bu âyet-i kerîmede. Yâni öyle bir namaz kılaca­ğız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı dü­zenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Al­lah’ın istediği bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik etmediği halde, yetimi itip, ka­kıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet etmeyip sözünü yerine ge­tirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve iffetine sahip çık­ma-dığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı halde, haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etme­diği halde sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz de­ğildir. Yâni namaz dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor bizden.
Bir de namaz, ancak cemaatle ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni namazın sosyal hayatı düzenleme fonk-si­yonu vardır. Toplumda namaz ayağa kaldırıldığı zaman dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede oturan insan­ların her biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum olarak ikâme edilmesi gereken bir ibâdettir.
1- Ta'dil-i erkânına göre huşû ve huzû ile doğru dürüst na­maz kılarlar onlar.
2- Namaz için mesai sarf ederler. Namaz ortamı hazırlarlar. Na­mazın önündeki engelleri kaldırmak, mü'minlerle namaz ara­sına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş verirler.
3- Namazla ilgili emr-i bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yapar­lar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini verir-ler. Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4- Namazı ayağa kaldırırlar, namaz ortamı hazırlarlar. Na­mazı hayat programının odak noktası haline getirirler. Hayat prog­ramının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da namaza yer bı­rakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5- Namazla Allah’tan mesaj alarak namaz sonrası hayatı bu me­sajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne okudu­ğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil, Al­lah’-tan vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6- Namazlarını; namaz öncesi hayatlarının Allah’a tekmilini verme makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sun-mak ve namaz sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma makamı bilirler.
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda har­carlar onlar."
Muttaki olmanın ve bunun tabii sonucu olarak Kur’an’dan isti­fade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Allah’ın ken­disine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler, harcamada bulu­nurlar. Allah onlara ne tahsis bu­yurmuşsa ondan infak ederler. Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sa­hip olduklarından infak ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden diyor.
Demek ki bu mallar, mülkler, servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değil­dir. Biz kazanmadık bunları, Allah verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin sahibi O’dur. Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka yerde:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamı­yor­sunuz! Göklerin ve yerin mîrası zaten Al­lah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak mıdır?"
(Hadîd: 10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu kasalarınızdaki­ler, şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz ki hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl erdirici bir ifade değil mi? Yâni sizler tuttu­nuz, öptünüz, sarıldınız, vermediniz. Peki sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye vermiyorsunuz? Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
Biraz ilerideki âyette de şöyle buyurulur:
"Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi ha­lef kıldığı mallardan Allah yolunda harcayın!"
(Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması; birinin arkasından bir başkasının ge­lip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki para, dün bir baş­kasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün bir baş­kası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra Emevi’nin, sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin babası­nın, sonra ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmaya­sın ki; sende de kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bil-meyen, kendilerini mülke sahip zanneden insanlar zırnık bile ve­re-mezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri. Ama mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir, bunlar Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına veriyorum! di­yebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna iman eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn sûresinde anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin dendiği zaman kâfirler mü'minlere derler ki, dile­diği za­man Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyura­cağız? Siz ancak açık bir şaşkınlık içindesiniz!
(Yâsîn: 47)
Allah bizden infak istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Al­lah’ın do­yurmaya güç yetirdiği halde doyurmadıklarını biz mi doyu­racağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını doyurmaktan âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir, biz zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni Al­lah’ın öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestikle­rimiz mi yenecek? demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen hay­vanlar yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle di­yor-lardı. Bu ne biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim öldür­dük-lerimiz yeniyor. Kâfir mantığı, bu­rada da öyle. Sanki kendi öldür­dükle-rini kendileri öldürdü de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki onların öldürdükleri, kestikleri de Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öl­dürdüğü de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin! Sanki Allah’ınkilerle kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler kendilerinin de Allah’ın ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki onların elle­rindekiler de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ındır. Tüm mallar-mülkler Allah’ındır. İşte bunu anlayamayanlar, kendilerini mülkün sahibi bi­lenler zırnık bile veremezler.
Allah korusun da bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyet­lerden habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir hayat programı tarif eder­ken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak ayarla­mamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye ederce­sine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin he­sabı içine düşmektedirler.
Gerçekten hangi vahiy biriminin, hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat felsefesini empoze et­tiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün, he­men hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak üzere geceli gün­düzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyü­mek, daha büyük eko­nomik güce erişmenin hesabı içinde çırpın­maktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman zen­gin olmalı­dır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme iste­ğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir ha­yata ulaşmak için­dir. Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağı­mıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek Allah’a akıl ver­meye, Allah’a yol göster­meye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu mü­nâsip gördük, iyi bir müslü-manlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! demeye çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir ye­rinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bü­tün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk top­lamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim kita­bımı, onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya bakın! Zira zen­ginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi Allah. Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir ye­rinde böyle bir âyet görme­dim. Yok ki böyle bir emir. O zaman Müs­lümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün değildir.
İşin bir başka garip yönü de bugün müslümanlar, “Allah için ka­zanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getir­mek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini değiştir­mek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zengin­leştirmek için harcıyorlar.
Ey müslümanlar! Şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarma­yın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle bilgilenmeye, Pey­gamberinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmaya­cak bir bi­çimde, güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak ka­zandığınız mallar, topladığınız mülkler, bilelim ki; bizi Allah yolun­dan uzaklaştır­madan başka bir şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başı­mıza almak zorundayız. Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülâlemize yetecek kadar çoktur. Rızık peşinde değil köşe dönme peşindeyiz. Başımızı döndüren bu uğraş içinde Al­lah’ın kitabını tanımaya, Resûlünün sünnetiyle beraber olmaya zama­nımız da kalmıyor.
Gelin öyleyse buna bir sınır getirip, biraz da Allah’ın âyet­leri ne diyor? Bakara neden söz ediyor? Allah’ın kitabı bizden na­sıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor? Bi­raz da bunları öğ­renecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman imkânımız olsun. Ne­redeyse ekonomik insan olup çıktık Al­lah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka, ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşün­meyen ekonomik insan olup çıktık. Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için yaratmadı.
Evet, infaka dayalı bir hayat mü'minin hedefi olacak. Efen­dim ben Kur’an’ı bilmiyorum; binaenaleyh gayba inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam! diyemeyeceğimiz gibi, benim fazla malım yok, ben infak edemem de diyemeyiz.
Zira infakta belli bir ölçü yoktur. Şu kadar olacaktı, bu ka­dar ol­mayacaktı diye bir ölçü yoktur infakta. Hattâ bakın Rasulullah Efen­dimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki:
“İnfak edecek hiçbir şeyi olmayıp da malını Allah yolunda infak eden kişiye imrenip: "Benim de olsaydı; ben de onun yaptığını yapardım!" diyen kişi sevapta di­ğerine müsavidir."
Bir müslümanın malı var ve onu kendisine veren Allah hatırına ihtiyaç içinde kıvranan kardeşlerine infak ediyor. Bir başka müslüman da elinde, avucunda verebilecek bir şeyi olmadığı için üzülüyor ve şöyle diyor: “Eğer Rabbim, o kardeşime verdiği gibi bana da vermiş olsaydı, elbette ben de aynen o kardeşimin yaptığı gibi bol bol infak ederdim” İşte bu iki kişi sevapta birbirine eşittir, diyor Allah’ın Rasûlü.
Kimi müfessirler âyetin tefsiriyle alâkalı olarak diyorlar ki:
"Verdiğimiz ilimden onlar da başkalarına öğretir­ler, infak ederler"
Şeklinde anlamaya çalışmışlardır. Öyleyse infak etmek için sa­dece mal mülk sahibi olmak gerekmeyecektir. Birine bir âyet anlatma­nız infaktır. Yâni şu anda ben infak ediyorum demektir. Birinin hayva­nına yükünü kaldırmasına yardım etmeniz, birine yol gösterivermeniz, emr-i bil’maruf yapmanız, gördüğünüz bir kötülüğü men etmeniz bu anlamda infaktır. Hasta ziyaretine gitmeniz infaktır. Bir müslüman kardeşinizin yüzüne gülüvermeniz infaktır.
“Verdiğimiz rızıklardan infak ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak edeceğiz. İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıh­hat mı verdi? Basîret, zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları infak edeceğiz. Me­selâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar, para kazan­maya verdiği­miz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulun­mak zo­runda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âl-i İmrân’a vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para ka­zanmanın peşinde kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte. Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü im­kânı Allah yolunda seferber etmektir infak. Tüm hayatı Allah için ya­şamaktır.
Ama, genel mânâsıyla bizzat malın verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra Allah’ın bize verdiklerinden mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak, imkân olarak, zaman olarak infak e-delim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten yaptınız. Çünkü sa­ha-be namaz kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi. Veya iman e-diyorlardı da Al­lah, bir daha iman edin! dedi. Bu emirler karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman ediyorken bu iman emri de nereden çıktı? filan demediler. Bugünden öncenizi bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın size ver­diklerin­den mutlaka infak edin!
İnfakta ölçü, ileride Bakara sûresinin bir başka âyetinde ge-lecek:
"Derler ki neyi harcayalım? Neyi infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını."
(Bakara 219)
Şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; malı imtihan olarak bize ve­ren Allah, onun iktisap ve sarf yollarını da bize göstermiştir. Nereden kazanacağız ve nerelerde harcayacağız? Bunu da göster­miştir Allah. Bunu bizim keyfimize bırakmamıştır yâni. Öyleyse kendi kendimize ihtiyaç kapıları açmamalıyız. İhtiyacın tespitinde Rasulullah ve saha­benin yaşantısını dikkate almak zorundayız. Bu konuda Rasulullah çok hoş bir örnek verir:
"Yarım hurmayla da olsa kendini cehennemden ko­rumaya çalış "
Yarım hurma, ne kadar da az değil mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara. Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne kadar zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, ço­ğalsın da öyle verelim, zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sa­kın, çünkü çoğaldıkça zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek gö­remiyoruz ama, iki tane olup da birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok görüyoruz.
Bir de her zaman söylediğimiz gibi İs­lâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira infak eden bin liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık sevap kazanır diye bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir çuval hur­ması var, bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması olan adam yüz hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp onun yarısını bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üs­tündür bunların? Yarım hurma veren değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı, bunlardan yüz tanesini infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama berikisinin bir tek hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı varken, kendisine ancak yetebile­cekken yarısını veren bu ikinci kişi ötekisinden daha üstündür.
Evet, unutmayalım ki infakta azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası olup da onun beş yüz binini infak eden bir müslüma-nın ulaştığı sevaba ulaşabilmesi için, bir trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi gerekmektedir. Bakın buna delilim şu hadistir:
Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi. Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
Öyleyse evinize götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın! Giydiğinizden başkalarının da giymesini, yediği­nizden başkalarının da yemesini sağlayın! Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun! Yâni yaşama stan­dardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin yaşam standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken, ken­dinizinkini de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak olanlara, yollarını kitapla bul­mak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor Rabbi-miz:
4:”Onlar sana indirilen kitaba da senden önce indi­rilenlere de inanırlar."
Evet, o muttaki mü’minler Allah’ın Peygambere indirdiklerine inanırlar. Bir de önceki­lere indirilenlere inanırlar. Allah Peygamberi­mize ne indirmiş? Kur’an’ı indirmiş. Ondan öncekilere ne indirilmiş? -Biraz sonra söyleyeceğim inşallah- öteki kitaplar indirilmiş.
Dikkat ederseniz burada Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki kitaplara ima­nımız ayrı olacaktır. Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi, onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerekti­ğine inandım demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir. Ön­ceki kitaplara imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir. Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı kesinlikle vahiysiz bı­rakmamış oldu­ğuna imandır.
Bu imanla biz şunu ortaya koyuyoruz ki; ilk insan ve ilk pey-gamber Hz. Adem Aleyhisselâm ile son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm arasındaki tüm peygamberlere Allah vahiy göndermiştir. Allah, yeryüzü insanlığını vahiysiz bırakmamıştır. Tarihin her devrinde o günkü insanların ihtiyacı kadar bilgiyi Allah mutlaka peygamberleri vasıtasıyla toplumlarına ulaştırmıştır. İşte önceki kitaplara iman de­mek, buna iman demektir. Yâni kitaplara iman demek vahye iman de-mektir. Bir başka deyişle Allah’ın insan hayatına karıştı­ğına iman demektir. Biz inanıyoruz ki, Rabbimiz bütün peygam­berlere vahiy in­dir-miş, peygamberlerini ve toplumlarını kendi bilgi­siyle bilgilendirmiş, kitaplar göndermiştir. Kullarını vahiysiz, programsız, yolsuz, yordam­sız bırakmamıştır.
Burada indirilenlerin ayrı ayrı zikredildiğine bakılırsa, Kur’an’a ve diğer kitaplara ayrı ayrı iki iman modeli çıkacaktır karşı­mıza. Yâni müslümanın Kur’an’a imanı ile diğer kitaplara imanı farklı olacaktır.
Meselâ şöyle bir iman caizdir: Allah Hz. Mûsâ'ya Tevrat diye bir kitap göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman modelidir.
Veya Allah Hz. İsa’ya İncil diye bir kitap göndermiştir, gönderil-diği şekliyle içindekiler haktır ama bilmiyorum, haberim yoktur, çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır de­mek de doğru bir iman modelidir. Bir Mü'minin imanıdır bu, Allah’ın kabul ettiği bir iman-dır, doğru bir imandır.
Ama şöyle bir iman doğru bir iman değildir: Allah Muhamme-d’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir kitap göndermiştir, içinde­kiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü bozulmamış şek­liyle bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer yanlıştır bu iman. Böyle bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın şimdi müslü-manların imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir iman mı? Allah ko­rusun da Kur’an’a iman ederlerken Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi değil mi? Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri, ta­nımadıkları, hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir ki­taba iman ediyorlar. Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanı­yorlar ki, bu iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.
Eğer bugün müslümanlar Tevrat’a veya İncil’e inanır gibi Kur’-an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a inananlar gibi, İncil’e inananlar gibi: “De­mişlerdi, diyorlardı, galiba öyle diyorlardı önderlerimiz” şeklinde Ha­hamlar ve Papazlar aracılığıyla kitaplarıyla diyalog kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen bir diyalog kurmuşlarsa bu baş­tan bâtıl olacaktır elbette.
Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.
“Şüphesiz ki Allah gıyl u gali haram kılmıştır."
Gıyle; “denildi,” gale de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle demiş, filan da böyle demiş şek­linde dedi ve denildilere dini havale etmek haramdır, caiz de­ğildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştür­düm demek gere­kir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, pey­gamberin sünne­tinde buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem de amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlü­nün sünnetine dayandırmak zorundayız. İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil, kitap ve sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan devşirme bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve sünnettir.
İşte Kur’an’ın istediği iman budur bizden. Yâni Kur’an’a iman bu­dur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde anlayarak tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür bir emirde bulun­muşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Pey­gamberimin yaptığı gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği biçimde Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olun­duğumuzdan dolayı amele dönüştürme çabası içine gireceğiz in­şallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte o zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın izniyle.
Evet demek ki muttaki olanlar Allah’ın Resûlüne indirilen Kur’-an’a inanırlar bir, bir de önceki peygamberlere indirilen kitap­lara ina­nırlar. Ayrıca önceki peygamberlere farklı olarak bir de sahifeler in­dirmiştir Rabbimiz. Vahyin farklı bir biçimde insanlara sunulması da böylece gerçekleştirilmiştir.
Yâni gayba inanmayıp kendilerini biyolojik bir hayvan zan­ne­den zavallıların iddia ettikleri gibi insanlık tarihi öyle karanlık değil, vahiyle başlayan bir tarihtir. Önce Adem’e Aleyhisselâm, sonra onun çocuklarından İdris’e Aleyhisselâm ve onun oğlu Şit’e Aleyhisselâm ve İbrahim’e Aleyhisselâm sahifeler verildi. Bir de Mûsâ’ya Aleyhis-selâm Tevrat verilmeden önce sahifeler verildi. Böylece bizler Pey-gamberlere sahifeler ve­rilerek kendilerine vahiy ulaştırıldığına da ina-nıyoruz. İnsanlık tari­hinin birinci çağı diyebileceğimiz sahifeler dö­ne-minin sona erme­siyle ikinci çağı diye bilinen kitaplar dönemi başlı­yor. Hz. Mûsâ’ya Aleyhisselâm Tevrat, Dâvûd’a Aleyhisselâm Zebur, İsa’-ya Aleyhisselâm İncil ve Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an indi­ril-miştir. Biz, bu kitapların hepsine iman ediyoruz.
Burada dikkatimi çeken bir hususu arzedeyim inşallah: Ba­kara sûresinin üçüncü âyetinde Rabbimiz:
Buyurarak mü'minlerin gayba inandıklarını, gayb haberle­rini ih­tiva eden Allah’ın kitaplarına inandıklarını söylemişti. Peki acaba bu­rada bir daha bundan söz etmesini nasıl anlayacağız? Orada kısaca söylemiştim. O birinci âyet kitap konusunda icmalî imanı anlatır, yâni toptan bir imanı anlatır, bu ikinci âyet ise tafsilî imanı anlatır.
Yâni kişi müslüman olduğu dönem ben bu kitaba inanıyo­rum dedi. Ben bu kitabın içinde ne var ne yok hepsine inanıyorum dedi ve böylece icmalî bir imanla müslüman oldu. Zaten buna inanmayan ki­şiye müslüman denmez. Sonra da bu ikinci âyetin anlattığına göre icmalen inandığı bu kitabın içindekileri tek tek ta­nıyarak tafsîlî bir imanla buna iman ediyor. İşte bu ikisinin ayrı ayrı gelişini böyle anla­maya çalışıyoruz. Allah bizden böyle kitabın içindekileri tek tek tanıya­rak tafsîlî bir iman da istiyor yâni.
Bu konuyu Kur’an’da başka bir âyet-i kerîmede daha açık görü­yoruz: Kasas sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"Onlara Kur’an okunduğu zaman: "Ona iman et­tik! Çünkü o Rabbimizden gelmiş haktır. Esasen biz daha önce de müslüman idik derler."
(Kasas: 53)
Gerçi bu âyet daha önce kendi kitaplarına inanırken son kitap Kur’an gelince ona da inandıklarını söyleyen ehl-i kitabı anla­tır, ama bu mânâda bizler de ehl-i kitabız. Bizler de kitap ehliyiz. Meselâ sora­lım bir müslümânâ: “Sen kitap ehli misin? Kitaplı mısın?” diye: “Evet” der müslüman. Kitapsız filan desen kesinlikle kabul etmez bunu. Ama dönüp bu sefer de; “Peki kardeş ne var ki­tabında? Tanıyor musun kitabını? Bakara neden bahseder? Âl-i İmrân ne anlatır? Nisâ ne ister? En’âm nereye götürür?” diye sorsanız, hattâ hıristiyanınki kadar kita­bından da habersiz gariban. Bakın âyet-i kerîmede:

"Daha önce"

Yâni bu kitabı elime almadan önce, bu kitabımla tanışma­dan önce, Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden önce de:

"Biz buna inanıyorduk"

Yâni, daha önce de onlar buna inanıyordular. Ben tekfirci grup­tan değilim. O yüzden de bu insanları kâfir kabul etmiyorum. Yâni bu insanlar gariban müslümanlar. Ve de müslümanlıklarının İslâm’la da ilgisi yok. Pek çokları öyledir. As­lında nice uyduruk, kitabî olmayan şeyler var dinlerinde. Ama ne yapsın saf ve samimi kendisine resmi ideolojinin veya dinden ha­bersiz dindarların din diye yutturdukları şeylere inanmış, kanmış adam. Ama mâzeretsiz değil, suçsuz da değil. Lâkin adamı kâfir yapma­nın da anlamı yoktur yâni.
Pekiyi ne zaman kâfir diyelim ona? Yatmayalım, uyumayalım, gerçek dini ulaştıralım ona, dinini başkalarından değil de kitap ve sünnetten, Allah ve Resûlünden öğrenmesi gerektiğini anlatalım ona. Anlatmakla da kalmayalım bunu nasıl becereceğini de, buna nasıl ulaşabileceğini de öğretelim ona. Sonra da bu adam buna rağmen: Yok arkadaş, benim böyle şeylerle ilgim alâ­kam yoktur derse, o za­man da kâfir olacaksa olsun, ne yapalım. Ben demem bunu ona. Zira benim öyle bir derdim yok. Çünkü eğer Allah, bana böyle bir nüfus sayımcılığı görevi verseydi, o za­man düşünürdüm bunu. Benim şöyle bir derdim var: Bunlar benim müşterilerimdir. Ben bunu bilirim öteki­sini bilmiyorum şimdi.
Ama şurası bir gerçek ki; Türkiye’de böyle yeni bir müslüman tip oluştu. Başı kapalı, ama baldırı açık. Meselâ namaza karı­şan; ama hukuka karışmayan bir Allah inancı. Ya da kıyafete ka­rışmayan; ama oruca karışan bir Allah inancı. Abdestte söz sahibi; ama mîrasta söz sahibi olmayan bir Allah inancı. Resmî ideolojinin insanlara sunduğu din programı böyle bir inancı empoze ediyor.
O zaman şöyle diyelim: Din dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse, yâni Allah’ın kitabına dayanan bir dinse; o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin ilave yapması ya da çıkar­mada bulunması, o dini bozmayacaktır. O, gerçek dine mutabakatı kadar bu yeni dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günahkâr bir dindir. Yâni bu yeni türetilen dinlerin bu gerçek dinle mukayesesini ölçtüğümüz zaman eğer kişiyi dinden çıkara­cak bozuklukları varsa tamam onu dinsiz sayıyoruz, ama kişiyi günahkâr seviyede tutabile­cek kadar bozukluklar varsa o zaman onlar gariban müslümanlardır diyoruz. Onlar da benim müşterile­rimdir diyorum. Âyete bir daha dö­nüyorum. Ne diyorlardı?
Kendilerine Kur’an okununca, Kur’an duyurulunca:
Diyorlar ki, inandık, biz buna daha önceden de inanıyorduk. Biz buna önceden de teslimdik. O Rabbimizden bir haktır, hakikattir diyor­lar.
Biz buna daha önceden de teslimdik. Önceden de biz bu­nun müslümanıydık derler.
Az evvel dediğim gibi iki mânâsı var tabii bunun.
1- Ya adam önceden Tevrat’a, İncil’e inanıyorken Muham-med’in Aleyhisselâm geleceğine, Kur’an’ın geleceğine de inanıyordu. Yâni o zaman da müslümandı bu adam. Muhammed’e müslüman de­ğil ama. Ya neye? Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a inanıyordu. Öyleyse şöyle diyebiliriz: "Biz zaten Allah’ın hayata karışmasına inanıyorduk" diyorlar. Zaten kitaba imanın mânâsı da budur. Kitaba iman demek, Allah’ın insan hayatına karış­masına iman demektir. Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye iman demektir. Kitaba iman demek; kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir. İşte bakın diyorlar ki; biz, bize Al­lah’ın kitap gön­dermesine ve bu kitapla hayatımızı düzenlediğine ina­nıyorduk, şimdi de aynı Allah’tan gönderilen bu son kitaba da inanıyo­ruz de­mektedirler.
2- Ya da bunun mânâsını biz kendimiz açısından anla­ma­ya çalı­şır­sak, o zaman şöyle diyeceğiz: Biz zaten Allah’ın kitabına icma-len, toptan inanmıştık, inanıyorduk, ama kendi hayatımızı ya­şar­ken hayatımızın Allah’ın âyetleriyle çatışması halinde, Al­lah’ın dedik­lerinin doğruluğunu baştan zaten kabul ediyorduk demek olacaktır mânâ. Biraz bozuk mu oldu cümle? Bir daha söyleyeyim düzgünce inşallah. Yâni biz Allah’ın kitap göndererek hayatımıza karıştığına inanıyorduk. Ve yine şuna da inanıyorduk ki, kitaptan habersiz yaşa­dığımız hayatla kitabın gösterdiği hayat çatıştığı zaman, kitabın de­dikleri kesin doğru, öteki yaptıklarımız da kesin yanlıştır. Biz baştan buna iman ediyorduk.
Meselâ şu anda yaşadığımız bir hayatımız var. Yaşanan bu hayatın adına din denir. Ve biz din diye, müslümanlık budur diye, bu hayatı yaşarken bu arada Allah’ın kitabını, bizim din kitabımızı, hayat kitabımızı da öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı öğrenme­ye devam ederken de peşinen şunu kabul ediyoruz, şunu diyoruz: Eğer kitabı­mızdan yarın öğreneceğimiz bir âyet bizim bugünkü di­nimize, yâni bugünkü yaşadığımız hayatımıza ters gelecek olursa biz, bugünden o âyetin dediğinin doğruluğunu kabul ediyoruz. Yeni öğrendiğimiz bir din eğer dünkü dinimizle çatışırsa biz, bugünden yeni dinin doğrulu­ğunu kabul ediyoruz diyoruz.
Meselâ şu anda Bakara öğreniyoruz. Bundan sonra inşal­lah Âl-i İmrân okuyacağız. Ama farz edin ki, Âl-i İmrân bizim haya­tımızın filan bölümünün düzenlemesini şöyle anlatacaktır da, ama biz henüz Âl-i İmrân’ı bilmediğimiz için hayatımızın o bölümünü kendimize göre atadan, babadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam ediyoruz. Lâkin Âl-i İmrân’ı öğrenince, eğer bu sûre bugünkü yaptıklarımızın yanlış olduğunu söylerse, biz, bugünden sûrenin dediklerinin doğru, yaptıklarımızın ise yanlış olduğunu kabul ediyoruz diyoruz. Meselâ namazlarımızı bazen böyle öğrendikçe düzelttik değil mi? Önce­den öyle öğrenmiştik, meğer yanılışmışız dediğimiz çok olmuştur değil mi? İşte bu âyet bana böyle bir iman modeli anlattı.
Yâni ben, Kur’an’da ne var ne yok, baştan inanıyordum, ic-malen inanıyordum, ama şimdi toptan inandığım kitabımın âyetle­rini tek tek, birim birim tanıdıkça zaten inandığım âyetlere bu defa tafsîlen inanıyo­rum.
Bir de kitaba ve kitaplara imanın, bizim hayatımıza yansıma­sını şöylece özetleyerek bir daha ifade edelim inşallah:
1- Kitaba iman; evvela bize şunu hatırlatacaktır, ya da ki­taba iman sayesinde biz şunu kazanmış olacağız: İnsanlık tarihi­nin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır. Pey­gambersiz, va-hiysiz ve kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir başka deyişle insanlık sürekli Cenab-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz, in­sanların bu vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, de-ğil mi olduklarını hiç hesaba kat­madan, her dönem insan toplulukla-rına mutlaka peygamber gön­dermiştir. Ve onlara, bu pey­gamberleri vasıtasıyla kitabını, mesajını, vah­yini, muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.
Ama bu insanlar, kendilerine gönderilen bu peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu ayrı problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böy­le-ce gerçekleşmiştir.
Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle bir lü­tufta bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap göndermemiş ve de ne yapın yapın beni bulun! Beni bilin! Ve beni ra-zı edecek kulluklar yapın! buyurmuş olsaydı, ne yapardık? Ne ederdik? sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.
2- Kitaplara imanın bize yansıyan ikinci bir yönü de şudur:
Kitaplara iman sayesinde şunu da anlıyoruz ki; bizler yeryü-zünün son peygamberiyle birlikte, onun zuhuruyla ortaya çıkmış yeni, türedi bir ümmet değiliz. Müslümanlar olarak, son ümmet olarak bizler insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk başlangıcından itibaren tarih sah­nesinde boy göste­rmiş, kıyamete kadar da varlığı devam edecek olan şerefli bir toplumuz. Kıyamete kadar hiçbir güç ve kuvvetin ortadan kaldırmaya muktedir olamayacağı bir millet, bir ümmet olarak varlığı­mız devam edecektir.
İşte biz, kitaplara iman sayesinde böyle köklü bir millet olma şuurunu elde ediyoruz. Ama yanı başımızda İblisle başlayan ve onun yolunu takip eden bir kâfir grubu da olacaktır. İblis yolu­nun yolcusu olan bu kâfir grup bu ümmetin bozulmaya başladığı andan itibaren ta­rih sahnesinde boy göstermiş bir gruptur. İlk dönem bili­yoruz ki in­sanlar hep müslümandı. Hz Nuh Aleyhisselâm dönemine kadar yer­yüzünde tevhid egemendi. Küfür ve şirkten eser yoktu. Ama yeryü­zünde sapma başladığı andan iti­baren yeryüzünde küfür ve şirk açığa çıktı. İşte sapmayla birlikte ortaya çıkan bu kâfir grup müslümanlarla at başı olarak kı­yamete kadar devam edecektir.
Öyleyse ilk peygamber, ilk insandır. Ya da ilk insan, ilk pey­gam­berdir. Bu böyle olunca bizler sonradan ortaya çıkmış bir dinin müntesipleri değiliz. Aksine tarih sahnesinde insanlığın boy gös­terdiği ilk günden itibaren var olan köklü bir dinin, köklü bir siste­min münte­sipleriyiz biz.
Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki; dinimizin varlığı kıyamete ka­dar devam edecek, ondan sonra mahşerde de yine bu dinin yasaları geçerli olacak, yâni orada da insanlık bu kitapla, bu dinle yargıla­na­cak, hesapta da, mîzanda da bu din, bu kitap söz sahibi olacak ve ni­hâyet cennete de cehenneme de gidişte kıstas yine bu dinin yasaları olacaktır.
İşte kitaplara iman, bize bu yüceliği sağlamaktadır. Aslında Hz. Adem’e indirilen vahiyle son peygambere indirilen vahiy aynı­dır. Ama önceki kitapların pratikte uygulanırlılığı şu anda elimizde orijinal nüshâlârı olmadığı için mümkün değildir diyoruz. Başka bir deyişle zaten onların uygulanmasını elimizdeki son kitap bize bil­dirdiği için onlara ihtiyacımız da yoktur diyeceğiz. Onların içinde Allah’tan gelişi şekliyle var olan tüm evrensel doğruları bu Kur’an beraberinde getir­diği için onlara ihtiyacımız kalmamıştır diyoruz.
Bir de o muttakiler, o Kur’an’la yol bulmaya hak kazanan­lar:
"Âhirete de yakînen inanırlar."
Âhiret konusunda yakîn sahibidir onlar. Gözleriyle görü­yor­muş­çasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin so­lumasının bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başla­yan yeni bir hayatın adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme iman istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeye­ceği biçimde her gün gözlerinin önünde cereyan edip durmaktadır. İn­sanlar isterlerse onu inkâr etsinler. İsterlerse yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına insinler, bağırıp çağırıp isyan et­sinler, netice değişmeyecektir. Sonunda herkes ölecektir. Üstelik attı­ğımız her bir adım bizi ölüme doğru götürmektedir. Analarımızdan doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız. Yâni bugün kâfir de, müslüman da ölümü kabullenmektedir.
Yalnız bu konuda kâfirle müslümanın ayrıştığı nokta, ölüm­den sonraki hayattır. Mü'min inanıyor ki ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece dünya hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu şekilde ina­nan bir kâfirin ha­yatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl er­dirmek mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sa­dece dünya hayatıdır, madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu olma­yacaksın, o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda küreğe tabi olmadan ha­yatını dilediğin gibi yaşasana!
Öyle değil mi? Sana göre nasıl olsa bir dirilme olmayacak, he­saba çekilme olmayacak. Zavallı mantığı da işlemiyor kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın Mülk sûresinde anlatıldı­ğına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle diyecekler:
"Eyvah! Eğer işitsek ve akıllarımızı kullansaydık; bizler cehennem ashabından olmayacaktık."
(Mülk: 10)
Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duyu nî­met­le­rini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzü­nün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları kâfirler.
" Onlar yakînen âhirete iman ederler."
Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de öte kesin bilgi demek­tir. Kur’an-ı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır. Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir diyoruz.
Bakın Ankebût sûresi kişinin Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi kendisine bildiği bilgiden her zaman üstün ol­du­ğunu haber veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi ken­dine öğ­rendiği, duyularıyla ulaştığı, tecrübeleriyle bildiği, ya da vahiy dışında başka kaynaklardan öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi, ötekisine de yakîn bilgi diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin doğrudur.
Meselâ, şu anda ben yüzde yüz inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve duyularımla algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekli­ğine yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü ben ken-di varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın varlığını Allah’la öğrendim, Al­lah sayesinde öğrendim.
Veya meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyor­sam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlı­ğını Allah’la öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir.
Meselâ bal şerbeti ishale iyi gelir mi dedi Allah? Sen de tec­rübe ettin, denedin, ama sana iyi gelmedi mi? Yâni bal içtikçe, Allah’-ın dediğini uyguladıkça karnının ağrısı hep arttı mı? Ağrını artırdı mı bu? Yine de Allah doğru söylüyor, yine de Allah’ın de­diği senin için iyi çı­kacaktır, devam et! Sahabeden karnı ağrıyan birine öyle de­mişti Rasulullah. “Eğer bal şerbeti içersen karnının ağrısına iyi gelir” bu­yur-muştu. O sahâbe bizzat Rasûlullah’ın tavsiyesini uygulamış, tec­rübe etmiş ve gelip Allah’ın Rasûlüne şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben sizin tavsiye ettiğiniz gibi bal şerbeti içtim, ama karnımın ağrısı iyileşmeyip arttı” Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz ona şöyle bu-yurdu: “Sen Allah’ın dediğini yap! Vallahi Allah doğru söylüyor, se­nin karnın yalan söylüyor” Evet Allah’ın dediği mutlak doğrudur, tec­rü-belerimiz aksini söylese de.
Veya Hz. Ali Efendimizin bir sözü gerçekten bu konuya çok gü­zel bir örnek teşkil eder. Hani Rasûlullah Efendimiz: “Ey Ali, Me­dine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın, benim Mekke’nin fethine dair gizlediğim bir sırrımı ifşa edecek bir mektup taşımaktadır. Git, fi­lan vadide onu yakala ve yanındaki mektubu bana getir” buyurmuştu. O vadide kadını yakalayan Ali Efendimiz: “Ey kadın, sende bir mektup var, onu bana ver!” demiş, kadın da yeminler ederek kendisinde böyle bir mektubun olmadığını söylemişti. Hz Ali Efendimiz kadının üzerini aramış ve gerçekten bir mektup bulamayınca, kılıcını çekip: “Ya mektup, ya canın!” deyince, mektubu saç örgüsünün içine iyice giz­lemiş olan kadın, hayretler içinde ona şöyle sormuştu: “Ey Ali aradın, taradın bende mektubun olmadığını gördün. Peki ne bildin böyle bir mektubun bende olduğunu? Bu kadar kesin nasıl konuştun?” Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz buyurur ki; “Vallahi benim tecrübelerim ya­lan söyler, ama peygamberim doğru söyler. Tecrübelerim sende mek-tup yok diyor, ama peygamberim var dedi. Ben peygamberimin dedik-lerine tecrübelerimden daha kesin inanırım”
Biraz zor mu anlaşıldı? Bir daha düzgünce demeye çalışayım inşallah. Kişinin Allah’la bildiği bilgi, yâni vahiyle, Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi tecrü­beleriyle bildiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse, ötekisine yakîn bilgi denir. Me­selâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım. Yüzde yüz inanıyo­rum ki ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum ki ben varım. Kendi varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde milyar inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi duyularımla anladım, ama Allah’ın varlığını Al­lah’la, Allah bilgisiyle, Allah kitabıyla, yâni vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu dünya vardır. Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor, duyularımla hissediyo­rum. Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını Al­lah’la öğrendim.
İşte kişinin kendi kendine öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği bilgi yüzde yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi denir. Ve işte o mutta­kiler âhi-retin varlığına yakînen inanırlar, gözle gördüklerinden daha kesin iman ederler buyuruluyor.
Ama burada bilimi, deneyi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi insan hayatından dışlamaya çalışan pozi­tif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle bir şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:
Meselâ laboratuarda yaptığımız ve kesin doğruluğuna inan-dığı­mız deneylere aykırı bir âyet, bir hadis karşımıza çıkarsa ne yapacağız diyorlar. Laboratuarın deneyini mi kabul edeceğiz, yoksa onun aksini söyleyen o âyetin, o hadisin dediğini mi kabul edeceğiz? Ben diyorum ki; bu konuda kesinlikle âyet ve hadisten şüphe etmeye­ceğiz. Kesinlikle âyet ve hadisin dediğini mutlak doğru kabul edece­ğiz. Allah bilgisini mutlak doğru kabul edecek ve onun aksini söyleyen laboratuarın dene­yini reddedeceğiz. Böylece müslüman oluşumuz, Allah ve Rasûlüne teslim oluşumuz açığa çıkacak. Müslümanlık budur işte.
Bunu yaparken de şöyle diyeceğiz: Ne biliyoruz? Belki de o de­neyi yapanların deney yapım mo­delleri bozuktur diyeceğiz. Belki de yanlış yaptılar. Belki de kasıtlı yaptılar. Belki de ortam değişiktir. O ortamla bu ortam farklı olduğu için deneyler farklı sonuçlar vermiştir. Belki de o deneyi yapan alçakların anlayışları ve niyetleri değişiktir. Belki de bu hadisi reddetmek için kasıtla bu sonuca var­mışlardır diye­ceğiz. Eğer hadis yine de sahih bir hadisse onun doğruluğuna inana­cağız. Benim imanım budur bu konuda. Bun­dan başkasını da kabule elvermiyor imanım. Kişi eğer Peygamber bile olsa kesinlikle kendi bil­gisiyle Allah’ın bilgisini denk tutamaz. Bu iki bilgi farklı olacaktır onun için. İşte o muttaki müminler:
Sanki âhireti yüzde yüzden de öte kesin bilirler ve iman eder­ler. Yâni insan kendi kendisini bilir ya, âhireti kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu anlama gelecektir. İn­san kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti insana Allah bildirmiştir.
Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, Allah’la karşı kar­şıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken, severken, küserken, yatar­ken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır. Ben bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda ya­rın benim karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı gerçekleştirebilmek için sürekli va­hiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek zorundayız. Bundan başka ça­remiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu kaynaktan öğ­renme imkânımız vardır. Bu ko­nularda bilgilenebileceğimiz başka bir kaynak da yoktur.
İşte böyle yapanlar, böyle inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle yapan­lara yol gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:
5:"İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır."
Onlar Allah’la yol bulan, yollarını Allah’ın buldurduğu insan­lar­dır. Veya kendileri, kendi kendilerine, kendi başlarına yol bul­muşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur. Halbuki kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep Allah’a izâfe edilir İs­lâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın kendilerine gös­terdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalış­mışlar, kitaba baş vurmuşlar, Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlar­dır. Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.
"Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir de”
Felâha ermenin ne demek olduğunu ileride Kur’an değişik yer­lerde anlatacak. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin sonunda:
"Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düş­manlarınızı geçin! (Allah yolunda cihad için hazır) ra­bıtalı olun! Bir de Allah’la yol bulun ki; felâh bulası­nız."
(Âl-i İmrân: 200)
Evet, diyor ki Rabbimiz: "Ey iman edeler!" Peki neye iman edenler? Fâtiha’dan buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da başlayan ve Âl-i İmrân’ın sonuna kadar anlatılanlara iman edenler!
"Sabredin! Sabırda yarışın!"
Yâni bu imanınızı gündemde tutma yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma konusunda sa­bırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konu­sunda direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının en­gellemelerine karşı sabır yarışına girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları ge­çin! Hidâyeti dalâletin önüne geçirin!
"Rabıtalı bulunun!"
Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıta­nızı kesmeyin! Sürekli kitap ve peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep vahiyle be­lirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh bulursu­nuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış olur­sunuz.
"Umulur ki o zaman felâha eresiniz."
Demek ki bundan sonra anlatılanlar hep bizim felâhımız için­miş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız böyle olsun. Fâizden kaçar­sanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi böyle yaparsa­nız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar, işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya felâ­hımızdır, kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz de­mektir.
Özetleyelim şimdi bu bölümü: Vahiy insanlar için "Hüden" dir. Vahiy insanlar için yol göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması ke­sinlikle mümkün değildir. İşte bu hidâyet rehberi olan kitabın karşı­sında, Kur’an’ın karşısında insanlar ikiye ayrılır.
1- Takvalılar (Muttakiler). Yâni kitapla yol bulanlar, yâni yol­la­rını Allah’a sorarak bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabına ve peygam­berin sünnetine sorarak yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar. Yâni pozitif ve negatif tüm ey­lemlerini vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte bunlar kitabın kendileri için yol gösterici olduğu muttakilerdir.
2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen Kur’an karşısında ikinci grup insan tavrı ise:
6:"Kitap kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış (fark etmez) müsavi olanlardır."
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha ulaşmamış, Kur’an diye bir ki­tap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davra­nanlar, ilgisiz ve kayıtsız yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.
Bu konuya münâsip kitabımızdan bir örnek verelim: Şuarâ sûre­sinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu elçilerinin kendile­rine sunduğu mesaj karşısında şöyle söylüyorlardı:
"Onlar dediler ki sen öğüt versen de vaaz edenler­den olmasan da bizce müsavidir."
(Şuarâ: 136)
Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et, ister vaaz etme! İster anlat, is­ter anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız” diyor­lardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu müsavi ka-bul edi­yorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Ki­tabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.
Buna göre kitap karşısında insanların ikinci bir grubunun var-lı­ğını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden önce burada bir yanlı­şımızı söyleyelim: Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan mü'min, muttaki, muvahhid, sa­bırlı, müca-hid, cihad edici, namaz kılıcı insanlar sanki biziz. Ga­ranti biziz. Bun-lardan söz ederken Kur’an garanti bizi anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların, istenmeyen özelliklerin de hep baş-kalarına ait olduğunu düşünmüşüz.
Halbuki yıllar yılı şunu da öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar: Cennetlik olmayı kim garanti görürse din-den çıkar. Kimse kendisinin kesin cennetlik olduğunu iddia ede­mez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden bildin onun sen olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu? De­memiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da anlatılan her güzel sıfatın sahibinin ken­dimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep başka­ları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep başkala­rının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu anlatı-lanlar ben miyim ki? Bu sı­fatlar bende mi ki acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki? Demek zorundaydık. Bunu da bi­liyorduk.
Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de Aşere-i Mübeşşere’den ol­duğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben miyim?” diyor ve uykula­rını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği mü­nâfıkların içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu. El­bette bir insan olarak, bir mü'min olarak öyle düşüne­cekti ve zorlana­caktı, zorlayacaktı kendini.
Şimdi bu mânâda kendimize bir bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı varmış:
1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı kar­şısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol bulanlar, yollarını Kur’-an’la bulanlar.
2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı duydukları zaman, Kur’an karşı­sında ikinci grup insan da:
"Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere) gelince uyar­san da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman etmezler."
Bu ikinci grup insan, Kur’an ha var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar. Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma, onun reh­berliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu duyma­yan, Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan in­sanlar.
Şimdi kendimize bir bakalım: Eğer Kur’an bizi uyarınca, yâni biz Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kuran’ın mesajı bize ula­şınca, ya kendimiz bizzat okuyarak, ya da şu anda benim yaptığım gibi bir baş­kası okuyarak Kur’an’ın inzarı, uyarısı bize ulaştığı zaman, eğer Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyar­mamış, böyle bir sûre Kur’an’da ha var-mış, ha yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, iman boyutunda denk ise, amel boyutunda denkse, o zaman Allah korusun biz de ikinci grubun içindeyiz de­mektir. Yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş, ha gelmemiş, Kur’an diye bir kitap Konya’da ha var, ha yok, Kur’an diye bir kitap bizim evde ha mevcut, ha değil fark etmez yaşıyorsak o za­man Allah korusun burada anlatılan biziz demektir. Bu hayatı Allah’ın kitabını tanıyarak yaşamakla, tanımadan yaşamak bizim için fark et­mez diyor ve kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olmuşsak kesin­likle bilelim ki burada anlatılan biziz. Veya bu kitabı tanıdıktan sonra, bu kitabın uyarılarına muttali olduktan sonra sanki bu kitabı hiç duy­mamış, tanımamış insanlar gibi bir hayat yaşamaya devam ediyorsak, kesinlikle bilelim ki burada anlatılan biziz demektir.
Eğer iman boyutunda denk değil de amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi imdadımıza yetişiyor ve di­yor ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la aldatır bazen! Allah sanki sizi müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü Allah bu­yurur ki:
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki sadece iman et­tik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeye­cek-ler?"
(Ankebût: 2)
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! de­yiverecekler, inandık deyiverecekler de salını­verecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi zanne­diyorlar? diyordu.
Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de imtihan edince, de­neyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı yokmuş gibi davranı­yorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o âyetinden ha­beri yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan olacaktır, Allah korusun.
Peki o zaman, küfrü ikiye mi ayırdık?
1- Hani şu Ebu Cehil gibi cehennemi boylayacak olan kâfi­rin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz ki adam bazen müslüman gibi söz ediyor, mü'min gibi söz söylüyor. Ben de inanmışım, ben de müslü-manım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve şeytana bakıyo­ruz. Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu veya âhi-rete iman ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözle­rini görü­yoruz şeytanın. Ama sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Al­lah asla iman demiyor.
Öyleyse Kur’an bizden sadece söz istemiyor. Sadece söz pla­nında bir iman istemiyor. Kur’an bizden inandım denilen konu­nun amelini istiyor. Allah’ın bizden istediği iman inandığımız konu­nun bi­zim hayatımızda görüntülenmesine imandır. Meselâ ben namaza ina­nıyorum! diyor adam. Peki ne demektir bu? Bu cüm­leyi şöyle ayrıştı­ralım: Ben namaza inanıyorum demek; şu iki maksatlardan birisiyle söylenmiştir:
1- Ben müslümanların namaz kılmaları gerektiğine inanıyo­rum! Ben mutlaka namazın kılınmasından yanayım! Namaz kılınmalı efendim! Namaz dinin direğidir efendim! Namazsız dinin ayakta dur­ması mümkün değildir! Müslümanlar mutlaka kılmalı­dırlar namazı! Ben namazın mutlaka kılınmasından yanayım! E hadi ne duruyorsun? Niye kılmıyorsun? denince de, eh birileri kılsın canım! Boş kalmasın! Birileri yapsın! Benden söylemesi, başkala­rından da yapması diyor. Söyleyici başka, yaşayıcı başkadır diyor. Böyle bir iman.
2- İkincisi: Ben namaza inanıyorum. Ben namazın benim ha-ya­tımda görüntülenme­sine inanıyorum! Ben inandığım namazın kendi hayatımda pratize edilmesi gerektiğine inanıyorum! İşte iki tür iman modeli. Hangisi imandır bunların? Hangisi İslâm’ın imanıdır? Ya da hangisi Allah’ın bizden istediği imandır? İkincisi değil mi? Birinci­sine iman demiyor Allah. Sadece sözden, sadece iddiadan ibaret olan, amele dönüşmeyen bir iman Allah’ın istediği bir iman değildir.
Meselâ diyor ki adam: Ben Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine inanıyorum! Peki kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş kalmasın. Böyle bir iman, iman değildir.
Ben müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben müs-lümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın anlatıl­ma-sı gerektiğine inanıyorum. Peki kim yapacak bunları? Birileri yap­sın efendim! Bizden söylemesi, biz bunun edebiyatına görevli­yiz, bi­rileri de yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir imandır.
Dönelim, hicri ikinci asra kadar yaşayan mü'minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul ettiler, aynen iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında bırakma­dılar, hemen bu imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire değişiverdi. Peki ya şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem öğreniyorlar, hem iman ediyorlar, hem iman­ları artıyor da neden bu toplum değiş­miyor? Galiba inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği için.
Biraz sivri bir iş, güç bir durum çıktı karşımıza. Ama ne ya­pa­yım öyle olmasa da bu insanlar hepten müslümanlar işte. Her­kes müslüman bu toplumda. Herkes kendini böyle iyi müslüman kabul ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne kazandıracağız biz bu insanlara?
Yâni bu toplum şu anda çok iyiyse, arzu edilen noktadaysa, Kur’an’ın getirdiği hayat bu toplumda bir şeyler değiştirme­yecekse bu insanlara ne diyeceğiz yâni? Adam inandım diyor. Ben de müslüma-nım diyor tamam, bir şey kalmıyor geriye. Eğer Kur’an bu top­lumda bir şeyler değiştirmeyecekse o zaman bu toplumda Kur’an’ın fonksi-yonu ne oldu? demek zorunda kalacağız. Kur’an’ın tarihteki fonksiyo-nu neydi, şimdi ne hale geldi? Eğer böyle dü­şünmeye ve sor­gulama-ya devam edecek olursak, cesaretim yok söylemeye, ama bir kere o yanlışı yaptım daha önce, inşallah bir daha yapmamaya niyet­liyim Allah yardımcımız olsun.
Bir keresinde şirki ve küfrü anlatmıştım birine. Adam bocaladı, sendeledi, evine gitmiş. Arkadaşı namaz kılmak istemiş ve haydi na­maza diyerek onu da namaza davet edince: Yok! Demiş ben namaz kılmıyorum! Niye kılmıyorsun? Kılmıyorum çünkü biz müşrikmişiz! di­yor. Halbuki ben ona bunu anlatmadan yana değildim! Böyle bir niye­tim de yoktu Allah bilir. Sadece ona şunu anlatmak istemiştim: Biz şu anda bir müslümanlık yaşıyorduk ama meğer ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat değilmiş. Öyleyse Allah için biraz daha gayret emek zorundayız ı anlatmak istemiştim. Ama adam bunu çok farklı anlamış.
Meselâ bakın, Kur’an’da “dikkat edin! Bu iş sizi cehenneme gö­türüyor! Bu işin sonu cehennem! Soluğu cehennemde alacak­sınız! Aklınızı başınıza alın!” diyen âyetler vardır. Ama bu âyetler: Tamam işiniz bitti! Piliniz bitti! Ümidiniz bitti! Canınıza okudum! demiyor yâni. Peki ne diyor? Ey kullarım, gelin yanlışlarınızı anla­yın! Eksiklerinizi anlayın! Haddinizi bilip hatalarınızdan dönün! di­yor. Yapmayın bir daha böyle! demek için geliyor ya. Öyleyse ben de diyorum ki, ey Müslümanlar kitap karşısındaki tavrımızı bir daha gözden geçirelim! Kitap karşısındaki tavrımızı bir daha sağlamaya alalım! Bu konuda kendi kendilerimizi bir daha yargılayalım, bir daha sorgulayalım! Acaba Rabbimizin bu dediği bizde var mı, yok mu? diye bir silkinelim, bir kendimize gelelim, bir gayret edelim içindir bu.
Veya en azından bizde, bizi rahatlatacak bir ümit ışığı da var mı? Tabi onu da söyleyeceğiz. Bazen bu yanlışa düşerken, bunun kabul edilmemesi gereken bir ortam olduğuna dair bir sa'yimiz var mı? Bir üzüntümüz var mı? İşte biz, en azından bunda müslümanız demektir. Bakın, bu halimizle kâfiriz demedim yâni, diyemem de za­ten. Ama Allah korusun Kur’an uyarsa da uyar­masa da bizim için fark etmiyorsa, dünyamızda Kuran ha var ha yoksa, meselâ Kur’an oku­maya başlamadan, Kur’an’la eğitim or­tamına girmeden önceki bizle Kur’an okumaya, Kur’an eğitimine başlayan biz pek fazla fark etmi­yorsa, yâni okuduklarımızla haya­tımız değişmiyorsa, o zaman denktir gibi görünüyor ve korkuyo­rum bundan. Okuyoruz ama okuduklarımız bizi uyarmıyor demek­tir. Okuduğumuz Kur’an bizi ha uyarmış ha uyarmamış fark etmez demektir Allah korusun.
Ama bütün bu olumsuz tabloya rağmen şöyle bir iman kıvıl-cımı, şöyle bir amel hareketi var bizde. Şöyle minnacık ta olsa bir de­vinim var bizde. Peki nedir o? O şudur bakın: Kur’an okuyu­şumuzun, Kur’an’la beraberliğimizin bizde oluşturması gereken o hareketliliği, o değişikliği, o uyarılmışlılığı fark ettiğimiz anda üzülü­yoruz. Pişmanlık duyuyoruz, silkiniyoruz ve hemen biraz biraz gayrete geliyoruz. Bir çabalamanın içine giriyoruz. Bu durum bi­raz biraz bizi serinletirken, biraz sevinmeye başlarken, ama o za­man da karşı sayfadaki âyet karşımıza çıkıyor ve şu soru aklıma ge­liyor: Yoksa şimşek çakınca onun aydınlığında biraz yürüyoruz da sonra zifiri karanlıkta kalıve­renler gibi mi oluyoruz? Yâni münâfık­lar gibi mi oluyoruz? diye ürk­meye başlıyorum.
İşte bunlar, bu düşünceler, bu kendi kendimizi yargılama ce-sareti bizi ürkütecek, korkutacak, ya da daha bir gayrete getire­cektir. Ya bu halimle cenneti kaybedersem! Ya Allah’ı memnun edemez-sem! Ya cehennemi boylarsam! Derdine düşürecektir bizi ve daha dikkatli olma hassasiyeti kazandıracaktır..
Kalplerini düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve mü­na­kaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan in­sanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne an­latıyor Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip onunla pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar bunlardır.
Sanki gözlerini yeryüzündeki milyonlarca Allah’ın meşhût âyetle­rine kapamış, kulaklarının şu elimdeki metluv âyetleri duyma­sına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme ve mü­nâ-kaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada anlatı­lanlar.
Bir bakıma bu ve benzeri âyetler, toplum karşısında Peygam­be­rin konumunu belirleyen âyetlerdir.
1- Birincisi; Kur’an’a karşı, Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir ta­vır takınan insanlar karşısında Peygamber üzülmemeli, ümit­lerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla uyaran, kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da olabilecektir.
2- İkincisi; Peygamber bu tür çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin uyarı­sında bulunan âyetlerdir bu âyetler. Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu uya­rılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsa­viymiş. Madem ki bu insanlar iman etmeyeceklermiş. Ma­dem ki uyar-ma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız. Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıve­relim bu işi di­yeme-yiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısın­dan böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:
“Peygamberim, senin için müsavidir” denmemiş. Peygambe­rim, sen onları uyarsan da uyarmasan da senin için fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir! denseydi o zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda serbest olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda ser­best olacaktık. Yâni gerek Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler dilediklerimizi uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçece-bilecektir. Bu iş bizim arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor da:
“Onlar için müsâvidir” denmiş. Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark etmez denmemiş de, onlar için fark et­mez denmiş. O halde sen uyaracaksın Peygamberim! Sen onları uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik veçhesidir. Ama bu işin bir de uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen uyarsan da, uyarmasan da fark etme­yecek insanlar da olabilecektir.
Öyleyse biz uyaracağız insanları, uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veç­hesi. Bir de bu uyarı işinin uyarılanlara yönelik veçhesi vardır ki kimi­leri bu uyarıya müspet cevap vermeyecektir. Ama bu bizim problemi­miz değildir. Biz her hal ü kârda insanları uyarmak, insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır takınacak, kim vurdum­duymaz davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu bilmi­yoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak, uyarıyı ka­bul edecek, ama bun­lar bunlar etmeyecek, diye elimizde bir liste yoktur. Onun için bunu kendimize problem edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.
Peki niçin iman etmezmiş bunlar? Niçin uyarıya karşı nötr dav­ranırmış bunlar? Uyarının varlığıyla yokluğu niçin müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş sebebini Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:
7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mü­hür­le­miştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır."
Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.
Allah onların kalplerini mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özellikle­rini de alıverir. Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
" Gözleri üzerinde de perde vardır."
" Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor."
Yâni kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyar­lar ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır, ama sanki bir şey du­yup an­lamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.
"Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Göz­leri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmez­ler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvan­lardan daha da şaşkındırlar."
(A'raf: 179)
Gaybî konulara tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü'minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la ilgilenme­miş-lerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlar­dır. Ka­ranlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamış­lardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlaya­cağız? Allah’ın Rasûlü:
"Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sa­rar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir."
Buyurur. İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günah­lar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır."
(Mutaffifin: 14)
İşte böyle kalp günahlarla, işledikleri nanelerle örtülünce, Al­lah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurul­muşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkar­maya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman gire­bilir. Peki acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız. Yâni eğer bu kâfirlerin kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir ol­muş­larsa, o zaman suçu ne bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir yâni burada? gibi bir soru hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûre­sinde Rabbimiz bakın şöyle buyurur:
" Ben kullarıma zulmedici değilim”
(Gâf: 29)
Yine A'râf sûresinde bir başka âyet-i kerîmesinde de şöyle bu­yurmaktadır Rabbimiz:
"De ki Allah kötülükleri emretmez "
(A'râf: 28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl telif edeceğiz? Âyetlerden ve ha­dislerden anladığıma göre Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kal­bin kilitle­yici, mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapa­tılmasını Allah’a arzederler, Allah da kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu.
Yâni kul bizzat kendi özgür iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a şöyle der: Ya Rabbi, ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi kullanmak iste­miyorum. Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne de senin âyetlerini duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kal­bimdeki kilidin kapanmasını istiyorum, diyerek kapattırır onu. Kalplerin kilidinin açıcısı ve kapatıcısı olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Al­lah da onun bu tercihini onaylayarak kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir Ömer gelir, kırk yıllık bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya Rabbi! Ben ne kötü bir tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu kalbimin açılmasını istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu yeni tercihini onay­layan Rabbimiz de onun için kalbini açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki bu açma ve kapatma işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır de-miştir Rabbimiz.
Yâni insan kâfirken kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir kalbini ve müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet olabilir. Bu du­rumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne yapı­lır? Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür za­ten. Ama yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman oyuncak oynar gibi aç kapat, aç ka­pat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu, kâfir oldu, müslüman oldu, artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbi-mizin şu âyeti gündeme gelecektir:
"Onlar ki iman ettiler. Sonra küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfi­ret edecek değildir."
(Nisâ: 137)
Yâni adam önce inandı, sonra inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tek­rar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra kapattırdı. Sonra tek­rar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu dinle alay, Al­lah’la alay anla­mına geliyor ki, Allah sonunda onun tevbesini kabul etmi­yor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün temel felsefesi neymiş? Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız kalmakmış. Yâni Al­lah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla ilgi kur-madan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı de­mekti. Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karış­masının habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazı­sının değişmez kitâbesiydi kitap. İşte bu kitap karşısında, bu kita­bın uyarısı karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama. Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha düzgün bir şekilde söyleyelim inşal­lah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandır­saydınız olmaz mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine Ra-sûlullah buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tut-saydı dinden çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çık-maz!” Yâni bir peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutu­yor demektir buyurmuştur.
Böyle olunca biz birilerine din anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara kâfir damgası vurmayalım. Bizim an­layı­şımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi ben dinimi Kur’an’a dayan­dırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı Kur’an’dan almam! Ben Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine giri­yorsa, yâni dinin aslını ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin kâfirdir. Ama benim bu âyetten anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu reddediyorsa, ona da hemen kâfir damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı, Kur’an’ı değil de, benim ondan anladığımı reddet­miştir.
Demek ki Kur’an karşısında insanları ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü'minler. Sürekli kitapla beraber olup hayatlarını onunla düzen-leyen muttakiler. Yâni yaptıklarını ve yapmadıklarını kitaptan delillen-direrek kitap rehberliğinde yürüyenler. Eylemlerini, düşüncele­rini, ba-kışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler. Ben bunu kitabın şu âyetine göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre terk ettim diyebilenler. Vahyi tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını yaşayan-lar.
Olanlar. Kitabın uyarısının varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış fark etmez yaşa-yanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Bundan habersiz yaşa-yanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:
8:"İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Al­lah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama muhataplarım! Beni dinle­yen­ler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki, şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız, birine takvalı damgası vura­caksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir damgası vuracak­sınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt edemezsi­niz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan baş­kaları bilemez"
(Âl-i İmrân: 7)
Yâni Kur’an’ın topluma indirgenmesini gerçek olarak her­kes bi­lemez. Ama Allah kesin bilir.
"İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık."
(Âl-i İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak istediğini anlayabiliriz belki, ama o âye­tin anlattığı ile toplumsal problemlerin çözümünü birleştirmek her­kes için mümkün olmayabilir. Âyetin anlattıklarını toplumsal problem­lerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Efendilerimiz ba­zen ya­nılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söy­lerse ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efen­dimiz Âl-i İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka bir şey değil­dir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiş­tir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üze­rinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi dö­neceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki Al­lah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âl-i İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya âyetin o hadîseye intibakını öğ­renen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu âyeti yeni duymuş gi­biyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli na­mazlarında da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda ku­ramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle hareket ediyorlardı. Ba­kın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki."
E kim bunlar? Münâfıklar mı? Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimi­leri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a karşı ilgisiz kalanla­rın tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlat­tığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlar­dır. Ne onlardandır ne bunlardandır..."
(Nisâ: 143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir sarkaç gibi imanla küfür ara­sında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı ta­ba­kasında olacaklardır."
(Nisâ: 145)
Ulemâ demişler ki bunlar münâfıklardır. Aslında münâfık de­meye de biraz cesaret ister yâni. Çünkü bazen kâfirdir bunlar. Bakıyo­ruz sûrenin 17. âyetinde:
Diye örneklenerek anlatılan bu insanlar için âyetin deva­mında:
Denivermiş. Yâni bu insanların kâfirlikleri beyan ediliver­miş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi? Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sa­yılacak işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendile­rine iş edinmiş, dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve edepli davranmış. Bunlara kâ­fir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz var-maz, cesa­retimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: "Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!” de­miştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir özelliğin var oluvermesi, şirk özel­liği veya nifak özelliğinin var oluvermesi onun müşrik veya münâ­fık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk olduğunu, mü­nâ-fıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimse­mişse, varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu ka­bullenmişse, işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır el­bette.
Bu özellikler, demek ki bizim çok titiz ve dikkatli davranacağı­mız, böyle kılı kırk yararcasına üzerimizde bulundurmamaya çalışaca­ğımız, gayret edeceğimiz, karşımızdakinde varlığını sezince de kulak kabartıp: “Aman ha! Ne olur ne olmaz! Bu adam yolunu ki­taba sora­rak bulmuyormuş! Hayatını kitaba danışarak yaşamıyor­muş! Öyleyse ben de bu adama danışmamalıyım! Evimi, mutfağımı, ticaret haya­tımı, okumamı, yazmamı bu adama sormamalıyım! Bununla bu ko­nuları istişare etmemeliyim! Beni de saptırabilir! Ben de şirke düşebili­rim!” diye, böyle bir teyakkuz halinde, böyle bir hassasiyet içinde ola­lım diyoruz.
Peki neymiş bunlar? Neymiş bu özellikler? Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da uzunca münâ­fıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların duru­munu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatla­rını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur: Küfür meselesi de, iman me­se­lesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konu­sunda her iki ta­rafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler. Hareketle­rinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak ko­laydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan münâfıklar çifte standart uygula-dıkla­rından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki Allahu âlem Rab-bimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz ede-cek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize tanı-tacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesi­nin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu se­beplerden dolayı birkaç âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlat­maya başlayacak. Bakın der­ler ki bunlar:
"Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben bilemem ki inanıp inanma­dı-ğını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelime-i şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?” şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Ra-sûlü, o aslında müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için ke­lime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın mı?"
Öyleyse inandım! Dediği halde, şu aşağıda sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üze­rinde taşı­yan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:
9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalı­şır­lar."
İnandım sözlerinin altında bu aldatmaca yatmaktadır. De­mek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız. Ya da inandım di­yen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkes­ten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafaza­nallah eğer ben, benden önce karşımdakini anla­maya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya çalışırsam, Al­lah korusun da o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama sonra ken­disi karanlıklar içinde kalan insan gibi olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek is-temiyorsam, önce ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyo­rum: Allah’a inanıyorum diyorum. Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam! Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışır­lar."
Allah’ı ve mü'minleri aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’-minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah korusun da ya bizim duru-mumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçen­ler-sensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapa­yım ba-bam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi, kılaca­ğım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüne­ceğim de okul bit­medi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerekti­ğini anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin ver­miyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır ba­sıyor! Modaya karşı gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsa­ade etmiyor! diyerek Allah’la dalga ge­çenlerdensek.
Ya da kitap ve sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan müslüman olamayaca­ğımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah bekler yahu! Allah kusura bak­maz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.
Onlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Allah ve mü'min-lerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak kullan­dıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları al­datmak isterler. Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten iba­ret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm mü­nâfıkların da müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyle­yip duruyorlar!"
(Âl-i İmrân: 167)
Buyurur âyet-i kerîme.
Bakın bu tip insanlara diyor ki Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da far­kında değillerdir."
Allah buyurur ki: Sizler ey inanmadıkları halde iman iddia­sında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla ancak kendinizi kandı­rabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla öldürür­sünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona can cen­nette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde iman gösterisinde buluna­rak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler. Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en bü­yük bir şeref, hem de onlardan korkma­maları konusunda en büyük bir destektir. Aynı zamanda münâfık­lar için de en büyük bir tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla başkalarını değil, ancak kendi ken­dilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-Bu zavallılar, tavırlarıyla gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar. Dünyada inanmış gö­ründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İs­lâm’ın hükümleri uygula­nır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar." (Nisâ: 145)
2- Bunlar niyetlerini gizlemeye çalışırken Allah’ın kalpler­den ge­çen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla kendi kendilerini aldat­maktadırlar.
3- Bir de Allah’ın onlarla ilgili âyetler göndererek durumla­rını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının perde arka­sında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar ama:
"Şuurları da yoktur bu konuda."
Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını artırmıştır."
Demek ki bunların kalbi hastaymış. Kalplerinde hastalık var­mış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca, Allah onların hasta­lıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl anlayacağız? Kalbi hasta olmak ne demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu sefer üç çeşit kalp sunuyor Al­lah bize:
1- Birincisi kâfirin kalbi: Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı ke­sil-di!"
(Bakara: 74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkı­rır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır."
(Bakara: 74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır. Âyet-i kerîmede anlatıl­dığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen, rüz­gar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkı­rırken, kimileri yerin­den kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmakta­dır. Allah’ın âyetleri taşla­rın içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip onlarla türlü şekiller alırken, kâfi­rin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın yağmur, kar, güneş, rüzgar, ok­sijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz ede-memektedir. Âyetler bunların kalplerinde tesir icra edememekte­dir. İşte kâfirin kalbi böyledir. Taşlardan bile kas­katıdır.
2- Bir kalp türü daha vardır ki, o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın iki tür âyeti vardır. Bi­risi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel dediğimiz şu elim­deki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, in­sanlar, bit­kiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşa­hede edilen göze yönelik âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mut­main olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer."
(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyet-i kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve te­reddütlerden kurtulup do­yuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rable­rine tevekkül ederler."
(Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı kar­şıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığ­maz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin bize an­lattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimiz­deki şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşması­nın ikinci yolu da Ba­kara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini gör-mek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” bu-yurunca: “İnanı­yorum ya Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun için" (Bakara 260)
İstiyorum bunu!” Demişti. İşte kalplerin itminana kavuşma­sının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede edilen, görülen âyetle­rini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.
3- Bir de bu ikisinin arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Bi­liyoruz ki, kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende gö­rülür. Çünkü ruhun morardığını kimse gör­me-miştir. Eğer biz se­bepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını an­laya-bilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız ola­caktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksi­yo­nunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da be­den hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve ha­zım bozuk­luğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki şeyden kaynaklanır:

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...