BAKARA SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre ikinci, nüzûl sırasına göre 87, uzun sûreler bölümünün de ilk sûresidir. Âyetlerinin sayısı 286 olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Ra-sûlüne, âline ve ashabına olsun. Rab-bimiz bizden kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hakkıyla bilensin.
Rasulullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra ilk inmeye başlayan sûre Bakara sûresidir. Bununla beraber en son tamamlanan sûre de yine Bakara sûresidir.
Az önce ifade ettiğimiz gibi Medine’de inmeye başlayan Bakara sûresi Mekke’de gelen Fâtiha sûresinin hemen arkasına yerleştirilmiştir. Fâtiha sûresi:
"Ya Rabbi bizi doğru yola, sırat-ı müstakime ulaştır!"
Diye bitiyordu. Bakara sûresi de:
"Bu bir kitaptır ve hidâyettir"
Diyerek söze başlıyor. Bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı olan bir ifadeyle başladığı için sûre buraya yerleştirilmiştir diyoruz Al-lahu âlem.
Sûreyle alâkalı meleğin Rasulullah’a şöyle dediği rivâyet edilir:
"Ey Muhammed müjdeler olsun! Sana iki nûr verildi ki onlar senden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlardan biri Fâtihat’ül kitap diğeri de Bakara sûresinin son âyetleridir.
(Müslim: Misa firîn, Nesâî: İftitah 25)
Bundan ötürüdür ki bu sûrenin bir başka adı da "Âyet’el Kürsî" sûresidir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîmin sûreleri genellikle ya belli bir kıssanın, ya özel bir ismin, ya da sûrede kendisine dikkat çekilmek istenen özel bir konunun adıdır. Meselâ Âl-i İmrân sûresi, Nisâ sûresi, Kehf sûresi, İsrâ sûresi gibi sûreler başlıklarının sembolize ettiği konuları kapsamaktadır.
Bakara sûresinin adı da sûrenin 67,73 âyetlerinde geçen Hz. Mûsâ ile kavmi arasında cereyan eden bir diyaloga yer veren Bakara kıssasından alınmıştır. Fakat bu isim sûrenin konusunu, muhtevasını bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir.
Ve bu isim, Bakara ismi nasıl ki Ali, Veli gibi isimler başka dillere tercüme edilemediği gibi inek veya buzağı şeklinde de tercüme edilemez. Belki de İsrâil oğullarının bu inek hadîsesi sadece bu sûrede anlatılmış olduğundan sûreye bu isim verilmiştir, diyoruz.
Sûrenin “Senâm ve Zehra” diye iki adı daha vardır. Allah’ın Rasûlü:
"Her şeyin bir senâmı (zirvesi) vardır. Kur’an’ın zirvesi de Bakaradır”
Buyurur. Yine başka bir hadislerinde de:
"İki zehrayı çok çok okuyun! Bunlardan biri Bakara, diğeri de Âl-i İmrân’dır."
Buyurur.
Demek ki eğer Kur’an’ı canlı bir cisme benzetirsek Fâtiha sûresi bunun başını, Bakara sûresi gövdesini, diğer sûreler de öteki uzuvlarını teşkil edecektir.
Sûrenin muhtevasına, şöyle genel olarak bir göz atacak olursak: Sûrenin ilk girişi Kur’an’ı bir kulluk ve hidâyet kitabı olarak ilan eder. Sanki Fâtiha sûresindeki bizim:
"Ya Rabbi, ne olur bize sırat-ı müstakimini göster! Bizi hidâyet yoluna iletiver ya Rabbi!"
(Fâtiha 6)
Şeklindeki duamızın, talebimizin cevabı olarak Rabbimiz, karşımıza kitabını serip: “Kullarım! Gerçekten hidâyet, gerçekten doğru yol istiyorsanız, işte kitabım! İşte hidâyet! Haydi buyurun onunla beraber olun!” Buyurarak kitabını hidâyet ve kulluk kitabı olarak ilan eder. Ve ardından da hemen imanın temellerini ortaya koyar. Allah’a, peygambere, peygamberliğe, âhirete, öldükten sonra tekrar dirilmeye olan inancı belirler.
Ve bu inançla alâkalı olarak, insanları kabul etme ve reddetme hususunda üç gruba ayırır: Müminler, kâfirler ve münâfıklar. Sonra Hz. Adem’in yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak tayin edilmesi, Hz. Adem’in cennetteki hayatı, şeytanın saptırmalarına kapılması, buna bağlı olarak cennetten çıkarılması, sonra tevbe edip Allah’a iltica etmesi, tevbesinin kabul ediliş olayı anlatılarak Adem soyunun hidâyette olabilme ve kalabilme yolları gösterilmiştir.
Daha sonra hidâyete dâvet, özellikle İsrâil oğullarına yöneltilir. Ve uzunca İsrâil oğulları kıssası söz konusu edilir.
Kur’an, Mekke’de genellikle İslâm’ı bilmeyen cahil Kureyş müşriklerine hitap ediyordu. Fakat Medine’de Allah’ın birliği, peygamberlik, âhiret, melekler gibi inançlara âşina olan yahudilerle de ilgilenmeye başladı. Bunlar Allah’ın Peygamberi Hz. Mûsâ’ya ve ona indirilen vahye inandıklarını söylüyorlardı. Ve ilke olarak onların yolu da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın öğrettiği yolun, İslâm’ın aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri yollarını kaybetmişler, kitaplarını tahrif edip, dini birtakım âdetler manzumesi haline getirmişler, sapmışlar, sapıtmışlar ama, hayatlarından da memnun görünen insanlardı. Nitekim yıllar yılı kendilerini düzeltmek için gelen elçilerin hiç birisini kabule yanaşmamışlar ve üstelik onların baş düşmanı kesilmişlerdi. Bir de “Müslüman” adını bırakıp kendilerine “yahudi” adını takmışlar ve dini İsrâil oğullarının tekeline almışlardı.
İşte bakıyoruz ki; sûrenin üçte birine yakın bir bölümünün, İsrâil oğullarına hitap ettiğini görüyoruz. Sûrede onların ahlâken bozulmaları, dinden sapmaları ve sapıklık noktaları vurgulanır. Yahudilerin Rasûl-i Ekrem’e ve onun getirdiği hidâyete tabi olmalarının kendileri hakkında çok hayırlı olacağını anlatmak üzere, tarihte yaşanmış pek çok hadîseye değinilmiş, yahudilerin Kuran’ı kabul edenlerin ilki olmaları istenmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e indirilen kitabın Hz. Mû-sâ’ya indirilenin aynısı olduğu ısrarla beyan edilmiştir.
Yine Mekke’de genellikle İslâm’ın ana ilkelerini tebliğ etmek ve müminleri iman ve ahlâk yönünden eğitmeyi hedefleyen Kur’an’ın, Medine’de tüm Arabistan’dan toplanıp İslâm devletini kuran insanların kurdukları bu devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukukî problemlerine de değinmeye başladığını görüyoruz.
Bir de Medine’de, bu yeni dönemde, Mekke’de pek rastlanılmayan yeni bir insan tipi ortaya çıktı. Münâfikûn grubu zuhur etti. Münâfık, Medine toplumunda görülür. Mekke’de münâfık yoktur. İslâm’ın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir, böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zarureti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâm’ın ve müslümanların güçlü olduğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybetmemek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.
Evet, Medine’de münâfıklar vardı. Bunlar:
a- Ya İslâm’ı içerden yıkmak için İslâm’a girmiş görünen kişilerdi.
b- Ya da çevreleri müslümanlar tarafından sarıldığı için ve dünyevî menfaatlerini kaybetmeme endişesiyle müslüman görünen insanlardı. Bunlar aslında düşmanlarla da münâsebetlerini sürdürüyorlardı. Gerek Medine’de için için İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık besleyen yahudilerle, gerek Mekke müşrikleriyle, gerekse dış dünyada başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog halinde idiler.
c- Bazıları da İslâm’ın gerçekliğine tam kani olamamış, tam tatmin olamamış, ama kabileleriyle birlikte mecburen müslüman olmuş kimselerdi. İşte Bakara’nın nazil olduğu dönemde her türden münâfıklar da türemeye başlamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Hak bu sûrenin içinde münâfıkların özelliklerine dikkat çekmekte ve onlarla ilgili tâlimatlar beyan etmektedir.
Daha sonra yahudiler ataları olarak çok değer verdikleri ve Peygamber olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim’e verilen hidâyetin aynısını getiren ve onun torunu ve izleyicisi olan Hz. Muhammed Aley-hisselâm’a tabi olmaları konusunda tekrar tekrar uyarılır. Hz. İbrahim ve onun Kâbe’yi inşa edişi ve İslâm toplumunun kıblesi olarak Kâbe ve İbrahim ilişkisi anlatılır.
Daha sonra tüm bu uyarılara rağmen hakkı kabule yanaşmayan İsrâil oğullarından liderliğin alınıp müslümanlara verildiğini beyan edercesine kıblenin, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrildiği ilan edilir. Daha sonra liderliği üzerine alan bu ümmetin, bu ağır sorumluluğu kaldırabilmesi için onlara pratik çözümler sunulur. İslâm ümmetini ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi emirler farz kılınıyor.
Müminler Ulü’l emre itaat etme, âdil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalarına sâdık kalma, mallarını Allah yolunda harcama konularında teşvik ediliyor. Diğer taraftan ümmeti bozulup dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, fâiz gibi pisliklerin de yasaklandığını görüyoruz.
Daha sonra sûrenin başında olduğu gibi son bölümlerinde de imanın temel ilkeleri bir daha tekrarlanıyor ve en son müslümanların İslâm’ı tebliğde çektikleri güçlükler sebebiyle, o sıralarda çok muhtaç oldukları bir dua ile sûre tamamlanıyor.
Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışacağız.
³v³7!
1: “Elif lâm mim”
Sûre huruf-ı mukatta ile başlar. Huruf-ı mukatta kesik kesik okunan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı Kerîmde altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer âyettirler.
Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle, okuyucu tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen ve bizden imanla birlikte amel isteyen âyetlerdir.
Meselâ; namazı kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem âyetlerdir ve bizden hem iman, hem de amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Müteşabih âyetler ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, duyularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ve muhkemlerle çerçeve-sini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel istemez, sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin şeytan vahiy, arş, kürsî, semavat, yedullah gibi konuları anlatan âyetler, elif lam mim, Yâsîn, Tâhâ gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını tam olarak bilemeyiz, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece inanırız, bu âyetler bizden amel istemez.
Peki, madem ki bu âyetlerin mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Demenin de anlamı yoktur. Çünkü biz, kimi âyetlerin künhünü, aslını biliriz, kimilerinin de sadece rolünü ve fonksiyonunu biliriz.
Meselâ, arabada akü diye bir aygıt vardır. Bunun ne olduğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkesin bilmesi gerekmez. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü biliriz sadece. Biliriz ki, akü arabada elektrik donanımını sağlayan bir aygıttır. İşte aynen bunun gibi biz, bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek de bunların rolünü ve fonksiyonlarını biliriz.
Meselâ; cennetin ne olduğunu, nasıl olduğunu, enini, boyunu, genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki neye yarar bu? Yâni rolü nedir bu âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder, anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötülüklerden koruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni cenneti anlatan âyetlerin rolü, bize hedef göstermektir. Bakın, eğer benim istediğim şekilde yaşarsanız size bunu vereceğim, diye Rabbimiz bize hedef gösteriyor. Meselâ cennette ırmaklardan bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal ırmakları, şarap ırmakları, su ırmakları. Bunların niceliğini bilmeyiz.
Peki, ne anlatır bunlar bize? Gelin ey Mü'minler, dünyanın bozuk sütlerine, bozulacak ziynetlerine meyletmeyin de bunlara meyledin, diye bize hedef gösteriyor. Veya cennetteki hûriler. Bilmem ki ben bunların ne olduğunu, nasıl olduğunu. Ama bakın dünyanın pespayelerine meyletmeyin, harama meyletmeyin ki, bunları elde edesiniz, diye hedeftir bu âyetler.
İşte, Kur’an-ı Kerîmde sûre başlarında gördüğümüz bu âyetler de müteşabih âyetlerdir. Aynen bunların da Allah’tan geldiğine inanırız ve biliriz ki, bunlar âyettir. Peki bu tür âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef gösteriyor? Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş, bu konuda herhangi bir açıklama göremiyoruz. Kur’an’ın başka herhangi bir yerinde de bu konuda açıklayıcı bir bilgi bilmiyoruz. Bu konuda şunları söyleyelim inşallah : Selef bu konuda şunları söylemiştir:
1- Sûrelerin başında gelen bu âyetler, Kur’an’a dikkat çekme-dir, demişler. Rabbimiz, o güne kadar insanların, Kur’an’ın muhatap-larının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak, onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah buyuruyor ki, sanki bu âyetleriyle: “Kullarım! Dinleyin, şu anda Allah konuşuyor! Şu anda ben konuşuyorum! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sözüm olarak dinleyin!” diyor sanki Rabbimiz.
Gelin şu anda Allah konuşuyor! İnsan sözüne benzemez bu! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin! diyor sanki, daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye, böyle bir dikkat çekmedir, denmiş.
2- İkinci olarak şunu diyelim. Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Meselâ bakın A’râf sûresinin başında:
“Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Ey Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”
(A’râf 1-2)
“Elif Lâm Mîm Sâd” mukatta âyetinden hemen sonra “Kitabun ünzile ileyke” buyrularak kitaba dikkat çekilmektedir. Yine Tâhâ sûresinin başında:
“Tâ Hâ. Ey Muhammed! Kur’an'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik.”
(Tâhâ 1-4) Yine meselâ Yâsîn sûresinin başında:
“Ya, Sin. Ey Muhammed! Kur’an'ı Hakîm’e andolsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberler-densin.”
(Yâsîn 1-4)
Yâsîn huruf-ı mukatta âyetinden sonra yine Kur’-an’a dikkat çekilmektedir. Yunus sûresinde de:
“Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli Kitabın âyet-leridir.”
(Yunus 1)
Burada da mukatta âyetinden sonra Kur’an’a dikkat çekilmek-tedir.
Bu ve benzeri bölümlerde olduğu gibi bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz, Kuran’a dikkat çekiyor. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetler Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor demektir. Buyurur ki Rabbimiz: “Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Yâ Sîn, Hâ Mîm. Ey insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyorsunuz. Okuyorsunuz, yazıyorsunuz. Bu harfler ellerinde olan sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi gücünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana getirin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun bakalım!” diye, tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor denilmiş.
3- Bir üçüncüsü de bu harflerle Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor, denmiş. Yâni bu kitap herhangi bir insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır, mesajını ulaştırma adına Rabbimiz, sûrelerin başında böyle bir hitabı uygun bulmuştur deniyor Allahu âlem. Ama en güzeli mânâsını bilmesek de bunlar, aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir, diyoruz ve öylece iman ediyoruz.
Mânâlarını Peygamber Efendimizin bile bilmediği, bu konuda bize herhangi bir bilgi ulaştırmadığı bu âyetlerle ilgili olarak iki bâtıl iddia var. Bunları da şöyle kısaca söyleyeyim ki, ilerde bunlarla karşılaşınca bocalamayasınız inşallah. Bu huruf-ı mukatta âyetleriyle alâkalı iki sapık yorum var. Bunlardan birisi münâfıkça bir yorum, ötekisi de kâfirce bir düşüncedir.
Önce münâfıkların yorumunu söyleyelim: Diyorlar ki efendim bu âyetler Peygamberin Aleyhisselâm dahi bilmediği ancak her yüz yılda bir gelen Müceddid-i A’zam denen büyük zatların bilebildiği âyetlerdir. Bunların mânâlarını ancak bu büyük zatlar bilebilir demişler ve kendilerince bu âyetlere anlamlar vermeye çalışmışlar. Efendim işte elif bizim Rabbimizi, lâm bizim peygamberimizi, mim de bizim efendimizi veya bizim kitabımızı anlatır veya bizim cemaatimizi anlatır de-meye çalışmışlardır.
Yâni Peygamberin bile bilmediği, bilemediği bilgiyi bilebilecek, Peygamberi bu konuda sollayacak kimselerin varlığını iddia ederek, kendi heva ve heveslerine göre Allah’ın âyetlerine mânâlar yükleme-ye çalışan bu insanları da, bunların bu saçma sapan yorumlarını da reddediyoruz.
İkincisi kâfirlerin yorumudur. Müsteşrikler de bu konuda şu yorumda bulunmuşlardır. Efendim sûre başlarındaki bu harflerin varlık sebebi şudur: Kur’an-ı Kerîm Sahabe döneminde toplanıp kitap haline getirilirken Zeyd bin Sabit başkanlığında bir hafızlar heyeti teşekkül ettirilmiş ve tüm sahabeye ilan edilmişti. Herkes yanında Rasulullah zamanında yazdığı, ezberlediği Kur’an nüshâlârını, sûre nüshâlârını getirsin diye. Sahâbe-i Kirâm yanlarındaki sûre nüshâlârını getiriyor-du. Heyet bu sûreyi kim getirmişse o sûrenin başına onu getiren sahabenin ismini yazalım da bunu kimin getirdiği belli olsun diye sûre başlarına sahabenin ismini yazmışlar. Meselâ Tâhâ sûresini ilk önce Talha bin Ubeydullah getirmiş ve onun isminin baş harfini yazmışlar. "Ta" diye. Daha sonra aynı sûreyi Ebu Hureyre getirmiş ve onun da isminin baş harfini yazmışlar. "Ha" diye, sonra da bunu silmeyi unutmuşlar ve o sûrenin başında "Taha" kalıvermiş diyorlar.
Yâni Kur’an’da insan sözü de vardır, demeye getiriyor alçaklar. Kur’an sadece Allah sözünü değil, insan sözlerini de ihtiva etmektedir. Ona sahabenin sözleri de karışmıştır diyerek müslümanların zihinlerini idlâl etmeye, insanların Kur’an’dan şüpheye düşmelerini sağlamaya çalışan kâfirlerin bu kâfirce ve haince yaklaşımlarını da reddediyoruz.
Öyleyse Elif Lâm Mîm. Dinleyin! Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin! diyoruz.
2: “İşte bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır."
İşte o harfler, o sesler ve o seslere verdiğimiz güzel bir dü-zenle sana indirdiğimiz kitaptır bu. İşte kitap budur. İşte kitap diye buna denir. İşte kitap dediğin budur. Yâni her yönüyle tam ve mükem-mel kitap, kıyamete kadar tüm insanlığa yol gösterecek özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur, demektir bunun mânâsı. Kitap deyince sadece bu Kur’an anlaşılacaktır. Diğerlerine kitap denmeyecektir. Bunun içindir ki, bugüne kadar kitap deyince sadece Kur’an anlaşılmıştır. Ehadis-i Nebeviyye'ye bile kitap denmez, sünnet denir.
Bu isim, Kur’an’ın hem ba'zına hem de mecmuuna ıtlak olunur. Yâni bu kitabın bir tek sûresine, bir tek âyetine de kitap denir, tü-müne de kitap denir. Bir de kitap deyince metin ve mânâ birlikte kastedilir. Kur’an iki şeyden ibarettir: Bir metin, bir de mânâ. Kur’an’ı yalnız metinden ibaret saymak, mânâyı örtmeye çalışmak ne kadar büyük bir suçsa; onu sadece meâlden ibaret zannedip, metni diskalifiye de o kadar suçtur. Kimilerinin yaptığı gibi şu anda ben metni okuyup ve sadakallahü’lazim desem bu işin yarısını yapmış olurum, bir diğer yarısı da mânânın, muhtevanın ortaya konmasıdır.
Şüphesiz bu, Allah’tan gelen bir kitaptır ve Allah’tan gelişi ko-nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bir de bu kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap, her türlü şekten, şüpheden ârî ve her töhmetten müberradır. Bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun kadar sırat-ı müstakimi, doğru yolu gösteren başka bir kitap yoktur. Yâni bu kitabın inişinde, vahiy oluşunda herhangi bir şüphe olmadığı gibi, tebliğinde de herhangi bir töhmet yoktur. Münzili hak, muhbiri sâdık ve gâyesi mahza hayır olan, insanlığı saâdet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu kitapta şüpheye imkân verecek bir cehalet, bir gaflet veya bir sû-i niyet düşünmek mümkün değildir.
Böyle bir kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalpleri kilitlenmiş olan muannit kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış, basîretleri sönmüş olanlar şüphe edebilirler.
Kitabın kendisine indirilişi karşısında Rasûl-i Ekremin: "Ya Rab! Reyb içinde, şüphe ve tereddüt içinde yüzen şu insanlar yarın benim karşıma çıkıp: Ey Muhammed! Bu kitabın Allah tarafından geldiği ne malum? Belki de bu senin sözündür, senin uydurmandır! Kendin söylüyor, kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunu Allah’a isnat ve iftira ediyorsun! derlerse ben ne yaparım?” demeden önce Ce-nab-ı Hak hiçbir şeye meydan bırakmayacak biçimde bu konuda teminat veriyor. Onda herhangi bir reyb, herhangi bir şüphe yoktur. Allah’tan gelişi konusunda da, içindeki âyetler, yasalar, haberler konu-sunda da zerre kadar bir şüphe yoktur.
Bu, aynı zamanda onu insanlara duyuran Muhammedü’l Eminin de, yâni mübelliğin de “lâ raybe fîh” olduğunun, nübüvvetinde, risa letinde zerre kadar bir şekkin, bir şüphenin olmayışının da tescilidir.
"Kendisinde şüphe olmayan bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Muttakilere doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir bu. O bir hidâyet kitabıdır, kulluk kitabıdır. Bu kitabın asıl görevi ve fonksiyonu budur. İnsanlığı doğru yola, sırat-ı müstakime iletmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm sadece bilimsel keşiflere değinen, kimya ve fizik gibi, biyoloji ve botanik gibi bilimleri derleyen bilimsel bir kitap değildir. Kur’an-ı Kerîm, bir hidâyet ve kulluk kitabıdır. Fâtiha’daki bizim talebimizin cevabı olarak, Allah karşımıza işte bu kitabını çıkarıyor. “Kullarım! Benden hidâyet istiyordunuz ya! Benden dosdoğru yolu göstermemi talep ediyordunuz ya! İşte istediğiniz hidâyet! İşte sorduğunuz dosdoğru yol!” Buyuruyor.
“Bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır."
Buyuruyor. “Kullarım siz gerçekten hidâyet mi istiyorsunuz? Gerçekten doğru yolu bulmak mı istiyorsunuz? İşte size hidâyet! Haydi, buyurun hidâyet kaynağı kitabıma! Onunla beraber olun! Onunla yol bulun! Yolunuzu ona sorun! Onun rehberliğinde bir hayat yaşayın ki hidâyeti bulasınız!” diye hidâyet rehberi kitabını bizim önümüze seriveriyor. Ama bakın, bu kitap Arab’a hidâyettir, Acem'e hidâyettir, Türk'e, Kürde hidâyettir denmiyor da:
Deniyor. Bütün nevi beşere, bütün insanlığa hidâyettir. Bütün insanlığı hidâyete ulaştırmak için gelmiştir bu kitap. Fakat bu hidâyetten istifade edebilmenin bir şartı var; o da muttaki olmaktır. Kur’-an’dan istifade edebilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Peki, nedir takva? Kimdir muttaki? Bunu Allah söyleyecek, ama burada bir kaç söz söyleyelim.
Takva, Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Allah-la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’la bulmak, Allah’a sorarak, Al-lah’a danışarak yol bulmak demektir. Allah’ın kitabı rehberliğinde yü-rümek, kitap kaynaklı bir hayat yaşamak demektir takva. Takva, Pey-gamber modeliyle hareket etmektir. Bakıyoruz, Kur’an-ı Kerîm’de tak-vayı böyle anlatan pek çok âyet görüyoruz.
"Muhakkak ki ben sizin için gönderilmiş emin bir elçiyim, öyleyse muttaki olun ve bana tabi olun."
(Şuarâ 107, 108)
Tüm peygamberlerin aynı şeyi söylediklerine şahit oluyoruz. Madem ki ben sizin için güvenli, emin bir elçiyim, o halde bana güvenmeniz lâzım. Bana güvenin ve hemen akabinde "Fe" takvalı davranın! Muttaki olun! Ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat ederek, beni izleyerek takvalı olun! Gelin ben size takvayı, itaati öğreteyim. Takvanın modelini benden öğrenin.
Evet, takva peygamberden öğrenilecektir. Takvanın belirlenmesinde pratik örnek peygamberlerdir. Bu konuda farklı takva modelleri geliştirebilmek için kimileri ısrarla peygamberleri diskalifiye etme çabası içine giriyorlar.
Meselâ; âlimin biri dağdan böyle yuvarlana yuvarlana inip ge-liyormuş. Hz. Mûsâ, bu adamı görmüş ve kendisine sormuş. “Hayrola be çoban kardeş, ne yapıyorsun, böyle yatıp yuvarlanıyorsun? Nedir bu yaptığın?” diye sorar. Allame çoban der ki: “Ey Mûsâ, namazımı ben böyle kılarım. Rabbime ben böyle dua ederim işte.” Hz. Mûsâ; “Olur mu be adam? Böyle namaz mı kılınır?” der. Sorar çoban: “Ya nasıl kılacaktım?” Hz. Mûsâ anlatır ona: “İşte şöyle elini kaldırıp tekbir alacaksın, ellerini şöyle bağlayacaksın, şunları okuyacaksın, belini şöyle bükeceksin, yüzün şöyle olacak” diyerek uzunca izahlarda bulunur. Tabi zorlanır ona bunu anlatabilmek için. “Tamam mı? Anladın mı?” der, “Anladım der” adam. Hz. Mûsâ yürümüş, bir noktayı kaçıran adam Hz. Mûsâ’nın arkasından bağırmış onu sorabilmek için, Hz. Mû-sâ dönüp arkasına bir bakmış ki; adam denizin üzerinde yürüyüp geliyor. Demiş ki, Hz. Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ! Namaz dedin de şurayı unuttum! Bana onu bir daha anlatabilir misin?” Onu bu vaziyette gören Hz. Mûsâ: “Git bildiğin gibi kıl sen namazını!” Demiş ve ona bunu öğretmekten vazgeçmiş, filan.
Ee niye öğretmeyecekti de Allah’ın peygamberi? Öğretmeye-cekti de işi neydi orada peygamberin? Nedir böyle bir durumda peygamberin fonksiyonu? Bunlar toplumsal âyetler. Bunlar şeytanların vahiyleri. İslâm’ı, dini, takvayı peygamber ve Kur’an dışı kaynaklardan öğrenme ve belirleme, yâni keyiflerince bir din belirleme gayretlerinin ürünü, sapıklıklardan başka bir şey değildir bunlar. Hani:
"Muhakkak ki şeytanlar da dostlarına vahyeder..."
(En’âm 121)
Deniyordu ya âyet-i kerîmede. İşte bunlar o tür vahiylerdendir. Bir rivâyeti daha var bunun. Hz. Mûsâ bu adama namaz kılmasını öğretmeye kalkışınca Rabbimiz hemen Cebrâil’i gönderir ve: “Ey Mûsâ, niye karıştın o kuluma? Ben razıydım onun namaz kılışından!” diyerek Mûsâ’yı azarladığı anlatılır.
Peki ne çıkar bütün bu şeytan rivâyetlerinden? Ne yatar bunların altında? Bunların altında takva belirleme hakkının, din belirleme hakkının Allah’tan ve peygamberlerden alınıp başkalarına da verilmesi yatar bunların altında. Din belirlemek sadece Allah’ın ve O’nun peygamberlerinin hakkı iken, “Tut, beş bin tevhid çekeceksin, bunu on bine çıkarmazsan yazıklar olsun sana!” diyerek birileri din belirlemeye kalkışıyorsa hâşâ ve kella o zaman buna din uydurmak denecektir. Öyle değil, takva; yolunu kitapla bulmak demektir. Takva, kitabın dediği ve peygamberin örneklediğidir. Bunun dışında din de yoktur, takva da.
Yaptıklarını Allah yap dedi diye yapan, konuştuklarını Allah konuş dedi diye konuşan kişi muttakidir."
Buradaki mânâsıyla söyleyelim; kitaba teslim olan, kitapla uyarılan, kitabın uyarısıyla hareket eden, tüm yaptıklarını; “kitap dedi” diye yapan, tüm yapmadıklarını da yine kitaptan aldığı delillerle yapmayan kişi muttakidir. Yâni kitabın hidâyetini temel alan kişi; muttakidir. Çünkü, âyet son derece açık ve net ortaya koyuyor ki muttakilerin yol göstericisi; bu kitaptır. Muttakiler, bu kitapla yol bulan, bu kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan kimselerdir. Onlar, amellerini bu kitaba dayandırmaya çalışan insanlardır:
"Muttakilerin kılavuzu, mihmandârı, yol göstericisidir bu kitaptır".
Gerçi başka bir yerde, Kur’an kendini bize anlatırken:
"Bu kitap insanların tamamı için hidâyettir."
(En’âm 91)
buyurur. Evet, aslında Kur’an, herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes, bu kitabın hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz “Hâdî” kelimesi, “Hüden” kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mânâ-da kullanılmıştır.
Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hü-dendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi, birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni, gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz, bizzat insan-ların kalplerine imanı sokmakla değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftirler. Öyleyse, kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Peygamberin hüden oluşu da böyledir. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü "Hüden linnâs" dır Kur’an. Ama "Hüden lil müttakîn" dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yâni herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvalılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için, hattâ yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını artıracaktır.
"Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır."
(İsrâ 82)
O müttakıler ki:
3:"Onlar gayba inanırlar."
Onlar gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman ederler onlar. gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden ve duyulardan gizli olan, görülüp bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, cehennem, melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadılıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba imandır. Veya gıyaben imandır.
Gayb, bilginin konusu değil imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi üstündür. Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer gaybı bilme, gayptan haberdar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda hepimizin buna sa’yi gerekecekti.
“Onlar gayba iman ederler."
Değil de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle demiyor Allah. Yâni bizim, şu anda gaybı bilmek türünde bir kulluğumuz veya bu tür bir sorumluluğumuz yoktur. O muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye çalışırlar denmiyor da:
deniyor. İman bilginin konusu değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın denir. Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle, gaypdan haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi? Filan zat kalpten geçenleri biliyormuş. Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı bilmeleriyle methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur. Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gay-bı bilen kişi değil, ona iman eden kişi muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne gariptir ki bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin farkında bile değildir adamlar.
Gaybın bir kaç çeşidi vardır:
1- Hiçbir delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
"Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!"
(En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın mahiyetini açıklamadığı, sadece varlığını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler vardır.
"Kıyametin saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Allah’tır, Allah her şeyden haberdardır."
( Lokman: 34 )
Bunlar hiç kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:
"De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğaltır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı."
(A’râf: 188)
Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın Ra-sûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hakkında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; "Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?" buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilirim."
Buna göre insanların kalplerinden geçirdikleri düşünce ve niyetler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî bilgilerdir. Hiçbir kimsenin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:
a- Yalnız Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,
b- Kendisine vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz önce de söylediğim gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan önce bildiğim için, ondan daha üstünüm demektir. Sonra ne olacak benim kalbimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rab-bim örtüvermiş onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi sorumlu tutmamaktadır.
2- İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü'minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gay-ba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.
ifadesindeki "lâm" ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar, bunlar delili olan gayb-lardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgi-lerdir.
Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz, önceden Yakup oğullarının Mısır’a gidiş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
"Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin"
(Yusuf: 102)
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahyedilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.
Allah’ın Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûl-i Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kimseye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygamberler müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasından gözcüler koyar”
(Cin: 25,26,27)
Bakın, bu âyet-i kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbi-miz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek va-sıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber veriyor.
Diyor ki âyet-i kerîme; Unutmayın ki, bu gaybını peygamber-lerine bildirirken, yâni bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamberlerine gönderirken, o meleğin etrafını da böyle çepeçevre gözetleyicilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni cinlerin, şeytanların, hainlerin, zâlimlerin yolda o meleğin önünü kesip, elindeki Allah vahyini alıp, hafızasından onu söküp, onun yerine başka sözleri ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy diye peygambere götür!” demeleri asla mümkün değildir. Bunu hiç kimse yapamaz.
“Biz peygamberlere vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız” diyor Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında haber verme gereği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
“Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği, bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.
(Cin: 26,27,28)
“Peygamberlerin, Rablerinden aldıkları risa letleri tamamıyla insanlara tebliğ ettiklerini bilinsinler diye bunu anlatıyoruz” diyor Rab-bimiz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu anladık:
Birincisi; Peygamber bu konuda herhangi bir şüpheye düşme-sin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; bir de peygamberlere ve onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü'minler de, acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını saymışız diyor Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime kelime, harf harf saymışız, bilmişiz diyor.
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki; Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki, peygam-berimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.
"Onlar gayba inanırlar."
Bilmekle iman, ayrı ayrı şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil imanın konusudur. İman; kalbin, lisa nın ve fiilin tasdikidir. Yâni bir hükmün icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle iman aynı şey olsaydı, o zaman tüm ehl-i kitap mü'min olurdu.
“Kendilerine kitap verilenler, hakkı avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler."
(Bakara: 146)
Eğer sadece dil ile ikrar iman olsaydı, o zaman tüm münâ-fıklar da mü'min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle inandıklarını söyleyerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Buradaki iman icmalî bir imandır, daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu da tafsilî imandır. Yâni, Rabbimiz burada; mü'minler kitapta kendilerine bildirilen tüm gaybî bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar mü'minlerin kitaba imanlarından söz eden âyet de toptan inandıkları bu kitabın âyetlerini birim birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler buyuracaktır.
Evet, mü'min gayba inanan kişidir. Allah’a, meleklerine, kitap-larına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine, ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman, gayba iman demektir. Bu iman, mü'minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü'min öleceğine, sonra tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine inanan ve bu dünyadaki hayat programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmamanın neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.
Gayba inanan kişinin hayat programı farklı, inanmayan kişininki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın mânâsı burada ortaya çıkacaktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm dünya problemlerini değiştirecektir. Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik, siyasal, ahlâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları, kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam gibi tüm dünya programlarını değiştirecektir. Bütün bu konularda gayba inanan kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine benim ihtiyacım yoktur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine taban tabana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır karşımıza.
Evet o mü'minler gayba inanırlar, hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:
"Namazı ikâme ederler."
Kur’an’dan istifade edebilmenin üçüncü şartı da kişinin ondan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır olmasıdır. Namaz, Kur’-an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu için imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni namazlarını kılarlar ifadesi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir. Onun içindir ki:
"Namaz dinin direğidir"
buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor bu âyet-i kerîmede. Yâni öyle bir namaz kılacağız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik etmediği halde, yetimi itip, kakıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet etmeyip sözünü yerine getirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve iffetine sahip çıkma-dığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı halde, haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etmediği halde sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz değildir. Yâni namaz dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor bizden.
Bir de namaz, ancak cemaatle ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni namazın sosyal hayatı düzenleme fonk-siyonu vardır. Toplumda namaz ayağa kaldırıldığı zaman dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede oturan insanların her biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum olarak ikâme edilmesi gereken bir ibâdettir.
1- Ta'dil-i erkânına göre huşû ve huzû ile doğru dürüst namaz kılarlar onlar.
2- Namaz için mesai sarf ederler. Namaz ortamı hazırlarlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmak, mü'minlerle namaz arasına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş verirler.
3- Namazla ilgili emr-i bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini verir-ler. Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4- Namazı ayağa kaldırırlar, namaz ortamı hazırlarlar. Namazı hayat programının odak noktası haline getirirler. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da namaza yer bırakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5- Namazla Allah’tan mesaj alarak namaz sonrası hayatı bu mesajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne okuduğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil, Allah’-tan vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6- Namazlarını; namaz öncesi hayatlarının Allah’a tekmilini verme makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sun-mak ve namaz sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma makamı bilirler.
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar."
Muttaki olmanın ve bunun tabii sonucu olarak Kur’an’dan istifade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Allah’ın kendisine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler, harcamada bulunurlar. Allah onlara ne tahsis buyurmuşsa ondan infak ederler. Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sahip olduklarından infak ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden diyor.
Demek ki bu mallar, mülkler, servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değildir. Biz kazanmadık bunları, Allah verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin sahibi O’dur. Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka yerde:
"Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamıyorsunuz! Göklerin ve yerin mîrası zaten Allah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak mıdır?"
(Hadîd: 10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu kasalarınızdakiler, şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz ki hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl erdirici bir ifade değil mi? Yâni sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız, vermediniz. Peki sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye vermiyorsunuz? Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
Biraz ilerideki âyette de şöyle buyurulur:
"Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi halef kıldığı mallardan Allah yolunda harcayın!"
(Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması; birinin arkasından bir başkasının gelip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki para, dün bir başkasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün bir başkası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra Emevi’nin, sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin babasının, sonra ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmayasın ki; sende de kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bil-meyen, kendilerini mülke sahip zanneden insanlar zırnık bile vere-mezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri. Ama mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir, bunlar Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına veriyorum! diyebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna iman eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn sûresinde anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin dendiği zaman kâfirler mü'minlere derler ki, dilediği zaman Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak açık bir şaşkınlık içindesiniz!
(Yâsîn: 47)
Allah bizden infak istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği halde doyurmadıklarını biz mi doyuracağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını doyurmaktan âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir, biz zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni Allah’ın öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz mi yenecek? demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen hayvanlar yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle diyor-lardı. Bu ne biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim öldürdük-lerimiz yeniyor. Kâfir mantığı, burada da öyle. Sanki kendi öldürdükle-rini kendileri öldürdü de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki onların öldürdükleri, kestikleri de Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin! Sanki Allah’ınkilerle kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler kendilerinin de Allah’ın ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki onların ellerindekiler de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ındır. Tüm mallar-mülkler Allah’ındır. İşte bunu anlayamayanlar, kendilerini mülkün sahibi bilenler zırnık bile veremezler.
Allah korusun da bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak ayarlamamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye edercesine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler.
Gerçekten hangi vahiy biriminin, hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün, hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münâsip gördük, iyi bir müslü-manlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! demeye çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim kitabımı, onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya bakın! Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi Allah. Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Yok ki böyle bir emir. O zaman Müslümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün değildir.
İşin bir başka garip yönü de bugün müslümanlar, “Allah için kazanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zenginleştirmek için harcıyorlar.
Ey müslümanlar! Şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle bilgilenmeye, Peygamberinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak bir biçimde, güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak kazandığınız mallar, topladığınız mülkler, bilelim ki; bizi Allah yolundan uzaklaştırmadan başka bir şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başımıza almak zorundayız. Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülâlemize yetecek kadar çoktur. Rızık peşinde değil köşe dönme peşindeyiz. Başımızı döndüren bu uğraş içinde Allah’ın kitabını tanımaya, Resûlünün sünnetiyle beraber olmaya zamanımız da kalmıyor.
Gelin öyleyse buna bir sınır getirip, biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Bakara neden söz ediyor? Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka, ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşünmeyen ekonomik insan olup çıktık. Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için yaratmadı.
Evet, infaka dayalı bir hayat mü'minin hedefi olacak. Efendim ben Kur’an’ı bilmiyorum; binaenaleyh gayba inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam! diyemeyeceğimiz gibi, benim fazla malım yok, ben infak edemem de diyemeyiz.
Zira infakta belli bir ölçü yoktur. Şu kadar olacaktı, bu kadar olmayacaktı diye bir ölçü yoktur infakta. Hattâ bakın Rasulullah Efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki:
“İnfak edecek hiçbir şeyi olmayıp da malını Allah yolunda infak eden kişiye imrenip: "Benim de olsaydı; ben de onun yaptığını yapardım!" diyen kişi sevapta diğerine müsavidir."
Bir müslümanın malı var ve onu kendisine veren Allah hatırına ihtiyaç içinde kıvranan kardeşlerine infak ediyor. Bir başka müslüman da elinde, avucunda verebilecek bir şeyi olmadığı için üzülüyor ve şöyle diyor: “Eğer Rabbim, o kardeşime verdiği gibi bana da vermiş olsaydı, elbette ben de aynen o kardeşimin yaptığı gibi bol bol infak ederdim” İşte bu iki kişi sevapta birbirine eşittir, diyor Allah’ın Rasûlü.
Kimi müfessirler âyetin tefsiriyle alâkalı olarak diyorlar ki:
"Verdiğimiz ilimden onlar da başkalarına öğretirler, infak ederler"
Şeklinde anlamaya çalışmışlardır. Öyleyse infak etmek için sadece mal mülk sahibi olmak gerekmeyecektir. Birine bir âyet anlatmanız infaktır. Yâni şu anda ben infak ediyorum demektir. Birinin hayvanına yükünü kaldırmasına yardım etmeniz, birine yol gösterivermeniz, emr-i bil’maruf yapmanız, gördüğünüz bir kötülüğü men etmeniz bu anlamda infaktır. Hasta ziyaretine gitmeniz infaktır. Bir müslüman kardeşinizin yüzüne gülüvermeniz infaktır.
“Verdiğimiz rızıklardan infak ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak edeceğiz. İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Basîret, zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları infak edeceğiz. Meselâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar, para kazanmaya verdiğimiz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulunmak zorunda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âl-i İmrân’a vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte. Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir infak. Tüm hayatı Allah için yaşamaktır.
Ama, genel mânâsıyla bizzat malın verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra Allah’ın bize verdiklerinden mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak, imkân olarak, zaman olarak infak e-delim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten yaptınız. Çünkü saha-be namaz kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi. Veya iman e-diyorlardı da Allah, bir daha iman edin! dedi. Bu emirler karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman ediyorken bu iman emri de nereden çıktı? filan demediler. Bugünden öncenizi bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın size verdiklerinden mutlaka infak edin!
İnfakta ölçü, ileride Bakara sûresinin bir başka âyetinde ge-lecek:
"Derler ki neyi harcayalım? Neyi infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını."
(Bakara 219)
Şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; malı imtihan olarak bize veren Allah, onun iktisa p ve sarf yollarını da bize göstermiştir. Nereden kazanacağız ve nerelerde harcayacağız? Bunu da göstermiştir Allah. Bunu bizim keyfimize bırakmamıştır yâni. Öyleyse kendi kendimize ihtiyaç kapıları açmamalıyız. İhtiyacın tespitinde Rasulullah ve sahabenin yaşantısını dikkate almak zorundayız. Bu konuda Rasulullah çok hoş bir örnek verir:
"Yarım hurmayla da olsa kendini cehennemden korumaya çalış "
Yarım hurma, ne kadar da az değil mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara. Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne kadar zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, çoğalsın da öyle verelim, zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sakın, çünkü çoğaldıkça zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek göremiyoruz ama, iki tane olup da birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok görüyoruz.
Bir de her zaman söylediğimiz gibi İslâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira infak eden bin liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık sevap kazanır diye bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir çuval hurması var, bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması olan adam yüz hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp onun yarısını bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üstündür bunların? Yarım hurma veren değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı, bunlardan yüz tanesini infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama berikisinin bir tek hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı varken, kendisine ancak yetebilecekken yarısını veren bu ikinci kişi ötekisinden daha üstündür.
Evet, unutmayalım ki infakta azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası olup da onun beş yüz binini infak eden bir müslüma-nın ulaştığı sevaba ulaşabilmesi için, bir trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi gerekmektedir. Bakın buna delilim şu hadistir:
Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi. Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
Öyleyse evinize götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın! Giydiğinizden başkalarının da giymesini, yediğinizden başkalarının da yemesini sağlayın! Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun! Yâni yaşama standardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin yaşam standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken, kendinizinkini de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak olanlara, yollarını kitapla bulmak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor Rabbi-miz:
4:”Onlar sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de inanırlar."
Evet, o muttaki mü’minler Allah’ın Peygambere indirdiklerine inanırlar. Bir de öncekilere indirilenlere inanırlar. Allah Peygamberimize ne indirmiş? Kur’an’ı indirmiş. Ondan öncekilere ne indirilmiş? -Biraz sonra söyleyeceğim inşallah- öteki kitaplar indirilmiş.
Dikkat ederseniz burada Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki kitaplara imanımız ayrı olacaktır. Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi, onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerektiğine inandım demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir. Önceki kitaplara imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir. Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı kesinlikle vahiysiz bırakmamış olduğuna imandır.
Bu imanla biz şunu ortaya koyuyoruz ki; ilk insan ve ilk pey-gamber Hz. Adem Aleyhisselâm ile son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm arasındaki tüm peygamberlere Allah vahiy göndermiştir. Allah, yeryüzü insanlığını vahiysiz bırakmamıştır. Tarihin her devrinde o günkü insanların ihtiyacı kadar bilgiyi Allah mutlaka peygamberleri vasıtasıyla toplumlarına ulaştırmıştır. İşte önceki kitaplara iman demek, buna iman demektir. Yâni kitaplara iman demek vahye iman de-mektir. Bir başka deyişle Allah’ın insan hayatına karıştığına iman demektir. Biz inanıyoruz ki, Rabbimiz bütün peygamberlere vahiy indir-miş, peygamberlerini ve toplumlarını kendi bilgisiyle bilgilendirmiş, kitaplar göndermiştir. Kullarını vahiysiz, programsız, yolsuz, yordamsız bırakmamıştır.
Burada indirilenlerin ayrı ayrı zikredildiğine bakılırsa, Kur’an’a ve diğer kitaplara ayrı ayrı iki iman modeli çıkacaktır karşımıza. Yâni müslümanın Kur’an’a imanı ile diğer kitaplara imanı farklı olacaktır.
Meselâ şöyle bir iman caizdir: Allah Hz. Mûsâ'ya Tevrat diye bir kitap göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman modelidir.
Veya Allah Hz. İsa’ya İncil diye bir kitap göndermiştir, gönderil-diği şekliyle içindekiler haktır ama bilmiyorum, haberim yoktur, çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır demek de doğru bir iman modelidir. Bir Mü'minin imanıdır bu, Allah’ın kabul ettiği bir iman-dır, doğru bir imandır.
Ama şöyle bir iman doğru bir iman değildir: Allah Muhamme-d’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir kitap göndermiştir, içindekiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer yanlıştır bu iman. Böyle bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın şimdi müslü-manların imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir iman mı? Allah korusun da Kur’an’a iman ederlerken Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi değil mi? Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri, tanımadıkları, hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir kitaba iman ediyorlar. Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanıyorlar ki, bu iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.
Eğer bugün müslümanlar Tevrat’a veya İncil’e inanır gibi Kur’-an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a inananlar gibi, İncil’e inananlar gibi: “Demişlerdi, diyorlardı, galiba öyle diyorlardı önderlerimiz” şeklinde Hahamlar ve Papazlar aracılığıyla kitaplarıyla diyalog kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen bir diyalog kurmuşlarsa bu baştan bâtıl olacaktır elbette.
Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.
“Şüphesiz ki Allah gıyl u gali haram kılmıştır."
Gıyle; “denildi,” gale de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle demiş, filan da böyle demiş şeklinde dedi ve denildilere dini havale etmek haramdır, caiz değildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştürdüm demek gerekir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, peygamberin sünnetinde buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem de amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dayandırmak zorundayız. İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil, kitap ve sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan devşirme bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve sünnettir.
İşte Kur’an’ın istediği iman budur bizden. Yâni Kur’an’a iman budur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde anlayarak tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür bir emirde bulunmuşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Peygamberimin yaptığı gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği biçimde Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olunduğumuzdan dolayı amele dönüştürme çabası içine gireceğiz inşallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte o zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın izniyle.
Evet demek ki muttaki olanlar Allah’ın Resûlüne indirilen Kur’-an’a inanırlar bir, bir de önceki peygamberlere indirilen kitaplara inanırlar. Ayrıca önceki peygamberlere farklı olarak bir de sahifeler indirmiştir Rabbimiz. Vahyin farklı bir biçimde insanlara sunulması da böylece gerçekleştirilmiştir.
Yâni gayba inanmayıp kendilerini biyolojik bir hayvan zanneden zavallıların iddia ettikleri gibi insanlık tarihi öyle karanlık değil, vahiyle başlayan bir tarihtir. Önce Adem’e Aleyhisselâm, sonra onun çocuklarından İdris’e Aleyhisselâm ve onun oğlu Şit’e Aleyhisselâm ve İbrahim’e Aleyhisselâm sahifeler verildi. Bir de Mûsâ’ya Aleyhis-selâm Tevrat verilmeden önce sahifeler verildi. Böylece bizler Pey-gamberlere sahifeler verilerek kendilerine vahiy ulaştırıldığına da ina-nıyoruz. İnsanlık tarihinin birinci çağı diyebileceğimiz sahifeler döne-minin sona ermesiyle ikinci çağı diye bilinen kitaplar dönemi başlıyor. Hz. Mûsâ’ya Aleyhisselâm Tevrat, Dâvûd’a Aleyhisselâm Zebur, İsa’-ya Aleyhisselâm İncil ve Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an indiril-miştir. Biz, bu kitapların hepsine iman ediyoruz.
Burada dikkatimi çeken bir hususu arzedeyim inşallah: Bakara sûresinin üçüncü âyetinde Rabbimiz:
Buyurarak mü'minlerin gayba inandıklarını, gayb haberlerini ihtiva eden Allah’ın kitaplarına inandıklarını söylemişti. Peki acaba burada bir daha bundan söz etmesini nasıl anlayacağız? Orada kısaca söylemiştim. O birinci âyet kitap konusunda icmalî imanı anlatır, yâni toptan bir imanı anlatır, bu ikinci âyet ise tafsilî imanı anlatır.
Yâni kişi müslüman olduğu dönem ben bu kitaba inanıyorum dedi. Ben bu kitabın içinde ne var ne yok hepsine inanıyorum dedi ve böylece icmalî bir imanla müslüman oldu. Zaten buna inanmayan kişiye müslüman denmez. Sonra da bu ikinci âyetin anlattığına göre icmalen inandığı bu kitabın içindekileri tek tek tanıyarak tafsîlî bir imanla buna iman ediyor. İşte bu ikisinin ayrı ayrı gelişini böyle anlamaya çalışıyoruz. Allah bizden böyle kitabın içindekileri tek tek tanıyarak tafsîlî bir iman da istiyor yâni.
Bu konuyu Kur’an’da başka bir âyet-i kerîmede daha açık görüyoruz: Kasas sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"Onlara Kur’an okunduğu zaman: "Ona iman ettik! Çünkü o Rabbimizden gelmiş haktır. Esasen biz daha önce de müslüman idik derler."
(Kasas: 53)
Gerçi bu âyet daha önce kendi kitaplarına inanırken son kitap Kur’an gelince ona da inandıklarını söyleyen ehl-i kitabı anlatır, ama bu mânâda bizler de ehl-i kitabız. Bizler de kitap ehliyiz. Meselâ soralım bir müslümânâ: “Sen kitap ehli misin? Kitaplı mısın?” diye: “Evet” der müslüman. Kitapsız filan desen kesinlikle kabul etmez bunu. Ama dönüp bu sefer de; “Peki kardeş ne var kitabında? Tanıyor musun kitabını? Bakara neden bahseder? Âl-i İmrân ne anlatır? Nisâ ne ister? En’âm nereye götürür?” diye sorsanız, hattâ hıristiyanınki kadar kitabından da habersiz gariban. Bakın âyet-i kerîmede:
"Daha önce"
Yâni bu kitabı elime almadan önce, bu kitabımla tanışmadan önce, Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden önce de:
"Biz buna inanıyorduk"
Yâni, daha önce de onlar buna inanıyordular. Ben tekfirci gruptan değilim. O yüzden de bu insanları kâfir kabul etmiyorum. Yâni bu insanlar gariban müslümanlar. Ve de müslümanlıklarının İslâm’la da ilgisi yok. Pek çokları öyledir. Aslında nice uyduruk, kitabî olmayan şeyler var dinlerinde. Ama ne yapsın saf ve samimi kendisine resmi ideolojinin veya dinden habersiz dindarların din diye yutturdukları şeylere inanmış, kanmış adam. Ama mâzeretsiz değil, suçsuz da değil. Lâkin adamı kâfir yapmanın da anlamı yoktur yâni.
Pekiyi ne zaman kâfir diyelim ona? Yatmayalım, uyumayalım, gerçek dini ulaştıralım ona, dinini başkalarından değil de kitap ve sünnetten, Allah ve Resûlünden öğrenmesi gerektiğini anlatalım ona. Anlatmakla da kalmayalım bunu nasıl becereceğini de, buna nasıl ulaşabileceğini de öğretelim ona. Sonra da bu adam buna rağmen: Yok arkadaş, benim böyle şeylerle ilgim alâkam yoktur derse, o zaman da kâfir olacaksa olsun, ne yapalım. Ben demem bunu ona. Zira benim öyle bir derdim yok. Çünkü eğer Allah, bana böyle bir nüfus sayımcılığı görevi verseydi, o zaman düşünürdüm bunu. Benim şöyle bir derdim var: Bunlar benim müşterilerimdir. Ben bunu bilirim ötekisini bilmiyorum şimdi.
Ama şurası bir gerçek ki; Türkiye’de böyle yeni bir müslüman tip oluştu. Başı kapalı, ama baldırı açık. Meselâ namaza karışan; ama hukuka karışmayan bir Allah inancı. Ya da kıyafete karışmayan; ama oruca karışan bir Allah inancı. Abdestte söz sahibi; ama mîrasta söz sahibi olmayan bir Allah inancı. Resmî ideolojinin insanlara sunduğu din programı böyle bir inancı empoze ediyor.
O zaman şöyle diyelim: Din dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse, yâni Allah’ın kitabına dayanan bir dinse; o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin ilave yapması ya da çıkarmada bulunması, o dini bozmayacaktır. O, gerçek dine mutabakatı kadar bu yeni dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günahkâr bir dindir. Yâni bu yeni türetilen dinlerin bu gerçek dinle mukayesesini ölçtüğümüz zaman eğer kişiyi dinden çıkaracak bozuklukları varsa tamam onu dinsiz sayıyoruz, ama kişiyi günahkâr seviyede tutabilecek kadar bozukluklar varsa o zaman onlar gariban müslümanlardır diyoruz. Onlar da benim müşterilerimdir diyorum. Âyete bir daha dönüyorum. Ne diyorlardı?
Kendilerine Kur’an okununca, Kur’an duyurulunca:
Diyorlar ki, inandık, biz buna daha önceden de inanıyorduk. Biz buna önceden de teslimdik. O Rabbimizden bir haktır, hakikattir diyorlar.
Biz buna daha önceden de teslimdik. Önceden de biz bunun müslümanıydık derler.
Az evvel dediğim gibi iki mânâsı var tabii bunun.
1- Ya adam önceden Tevrat’a, İncil’e inanıyorken Muham-med’in Aleyhisselâm geleceğine, Kur’an’ın geleceğine de inanıyordu. Yâni o zaman da müslümandı bu adam. Muhammed’e müslüman değil ama. Ya neye? Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a inanıyordu. Öyleyse şöyle diyebiliriz: "Biz zaten Allah’ın hayata karışmasına inanıyorduk" diyorlar. Zaten kitaba imanın mânâsı da budur. Kitaba iman demek, Allah’ın insan hayatına karışmasına iman demektir. Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye iman demektir. Kitaba iman demek; kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir. İşte bakın diyorlar ki; biz, bize Allah’ın kitap göndermesine ve bu kitapla hayatımızı düzenlediğine inanıyorduk, şimdi de aynı Allah’tan gönderilen bu son kitaba da inanıyoruz demektedirler.
2- Ya da bunun mânâsını biz kendimiz açısından anlamaya çalışırsak, o zaman şöyle diyeceğiz: Biz zaten Allah’ın kitabına icma-len, toptan inanmıştık, inanıyorduk, ama kendi hayatımızı yaşarken hayatımızın Allah’ın âyetleriyle çatışması halinde, Allah’ın dediklerinin doğruluğunu baştan zaten kabul ediyorduk demek olacaktır mânâ. Biraz bozuk mu oldu cümle? Bir daha söyleyeyim düzgünce inşallah. Yâni biz Allah’ın kitap göndererek hayatımıza karıştığına inanıyorduk. Ve yine şuna da inanıyorduk ki, kitaptan habersiz yaşadığımız hayatla kitabın gösterdiği hayat çatıştığı zaman, kitabın dedikleri kesin doğru, öteki yaptıklarımız da kesin yanlıştır. Biz baştan buna iman ediyorduk.
Meselâ şu anda yaşadığımız bir hayatımız var. Yaşanan bu hayatın adına din denir. Ve biz din diye, müslümanlık budur diye, bu hayatı yaşarken bu arada Allah’ın kitabını, bizim din kitabımızı, hayat kitabımızı da öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı öğrenmeye devam ederken de peşinen şunu kabul ediyoruz, şunu diyoruz: Eğer kitabımızdan yarın öğreneceğimiz bir âyet bizim bugünkü dinimize, yâni bugünkü yaşadığımız hayatımıza ters gelecek olursa biz, bugünden o âyetin dediğinin doğruluğunu kabul ediyoruz. Yeni öğrendiğimiz bir din eğer dünkü dinimizle çatışırsa biz, bugünden yeni dinin doğruluğunu kabul ediyoruz diyoruz.
Meselâ şu anda Bakara öğreniyoruz. Bundan sonra inşallah Âl-i İmrân okuyacağız. Ama farz edin ki, Âl-i İmrân bizim hayatımızın filan bölümünün düzenlemesini şöyle anlatacaktır da, ama biz henüz Âl-i İmrân’ı bilmediğimiz için hayatımızın o bölümünü kendimize göre atadan, babadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam ediyoruz. Lâkin Âl-i İmrân’ı öğrenince, eğer bu sûre bugünkü yaptıklarımızın yanlış olduğunu söylerse, biz, bugünden sûrenin dediklerinin doğru, yaptıklarımızın ise yanlış olduğunu kabul ediyoruz diyoruz. Meselâ namazlarımızı bazen böyle öğrendikçe düzelttik değil mi? Önceden öyle öğrenmiştik, meğer yanılışmışız dediğimiz çok olmuştur değil mi? İşte bu âyet bana böyle bir iman modeli anlattı.
Yâni ben, Kur’an’da ne var ne yok, baştan inanıyordum, ic-malen inanıyordum, ama şimdi toptan inandığım kitabımın âyetlerini tek tek, birim birim tanıdıkça zaten inandığım âyetlere bu defa tafsîlen inanıyorum.
Bir de kitaba ve kitaplara imanın, bizim hayatımıza yansımasını şöylece özetleyerek bir daha ifade edelim inşallah:
1- Kitaba iman; evvela bize şunu hatırlatacaktır, ya da kitaba iman sayesinde biz şunu kazanmış olacağız: İnsanlık tarihinin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır. Peygambersiz, va-hiysiz ve kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir başka deyişle insanlık sürekli Cenab-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz, insanların bu vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, de-ğil mi olduklarını hiç hesaba katmadan, her dönem insan toplulukla-rına mutlaka peygamber göndermiştir. Ve onlara, bu peygamberleri vasıtasıyla kitabını, mesajını, vahyini, muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.
Ama bu insanlar, kendilerine gönderilen bu peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu ayrı problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böyle-ce gerçekleşmiştir.
Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle bir lütufta bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap göndermemiş ve de ne yapın yapın beni bulun! Beni bilin! Ve beni ra-zı edecek kulluklar yapın! buyurmuş olsaydı, ne yapardık? Ne ederdik? sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.
2- Kitaplara imanın bize yansıyan ikinci bir yönü de şudur:
Kitaplara iman sayesinde şunu da anlıyoruz ki; bizler yeryü-zünün son peygamberiyle birlikte, onun zuhuruyla ortaya çıkmış yeni, türedi bir ümmet değiliz. Müslümanlar olarak, son ümmet olarak bizler insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk başlangıcından itibaren tarih sahnesinde boy göstermiş, kıyamete kadar da varlığı devam edecek olan şerefli bir toplumuz. Kıyamete kadar hiçbir güç ve kuvvetin ortadan kaldırmaya muktedir olamayacağı bir millet, bir ümmet olarak varlığımız devam edecektir.
İşte biz, kitaplara iman sayesinde böyle köklü bir millet olma şuurunu elde ediyoruz. Ama yanı başımızda İblisle başlayan ve onun yolunu takip eden bir kâfir grubu da olacaktır. İblis yolunun yolcusu olan bu kâfir grup bu ümmetin bozulmaya başladığı andan itibaren tarih sahnesinde boy göstermiş bir gruptur. İlk dönem biliyoruz ki insanlar hep müslümandı. Hz Nuh Aleyhisselâm dönemine kadar yeryüzünde tevhid egemendi. Küfür ve şirkten eser yoktu. Ama yeryüzünde sapma başladığı andan itibaren yeryüzünde küfür ve şirk açığa çıktı. İşte sapmayla birlikte ortaya çıkan bu kâfir grup müslümanlarla at başı olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Öyleyse ilk peygamber, ilk insandır. Ya da ilk insan, ilk peygamberdir. Bu böyle olunca bizler sonradan ortaya çıkmış bir dinin müntesipleri değiliz. Aksine tarih sahnesinde insanlığın boy gösterdiği ilk günden itibaren var olan köklü bir dinin, köklü bir sistemin müntesipleriyiz biz.
Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki; dinimizin varlığı kıyamete kadar devam edecek, ondan sonra mahşerde de yine bu dinin yasaları geçerli olacak, yâni orada da insanlık bu kitapla, bu dinle yargılanacak, hesapta da, mîzanda da bu din, bu kitap söz sahibi olacak ve nihâyet cennete de cehenneme de gidişte kıstas yine bu dinin yasaları olacaktır.
İşte kitaplara iman, bize bu yüceliği sağlamaktadır. Aslında Hz. Adem’e indirilen vahiyle son peygambere indirilen vahiy aynıdır. Ama önceki kitapların pratikte uygulanırlılığı şu anda elimizde orijinal nüshâlârı olmadığı için mümkün değildir diyoruz. Başka bir deyişle zaten onların uygulanmasını elimizdeki son kitap bize bildirdiği için onlara ihtiyacımız da yoktur diyeceğiz. Onların içinde Allah’tan gelişi şekliyle var olan tüm evrensel doğruları bu Kur’an beraberinde getirdiği için onlara ihtiyacımız kalmamıştır diyoruz.
Bir de o muttakiler, o Kur’an’la yol bulmaya hak kazananlar:
"Âhirete de yakînen inanırlar."
Âhiret konusunda yakîn sahibidir onlar. Gözleriyle görüyormuşçasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin solumasının bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başlayan yeni bir hayatın adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme iman istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeyeceği biçimde her gün gözlerinin önünde cereyan edip durmaktadır. İnsanlar isterlerse onu inkâr etsinler. İsterlerse yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına insinler, bağırıp çağırıp isyan etsinler, netice değişmeyecektir. Sonunda herkes ölecektir. Üstelik attığımız her bir adım bizi ölüme doğru götürmektedir. Analarımızdan doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız. Yâni bugün kâfir de, müslüman da ölümü kabullenmektedir.
Yalnız bu konuda kâfirle müslümanın ayrıştığı nokta, ölümden sonraki hayattır. Mü'min inanıyor ki ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece dünya hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu şekilde inanan bir kâfirin hayatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl erdirmek mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sadece dünya hayatıdır, madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu olmayacaksın, o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda küreğe tabi olmadan hayatını dilediğin gibi yaşasana!
Öyle değil mi? Sana göre nasıl olsa bir dirilme olmayacak, hesaba çekilme olmayacak. Zavallı mantığı da işlemiyor kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın Mülk sûresinde anlatıldığına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle diyecekler:
"Eyvah! Eğer işitsek ve akıllarımızı kullansaydık; bizler cehennem ashabından olmayacaktık."
(Mülk: 10)
Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duyu nîmetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzünün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları kâfirler.
" Onlar yakînen âhirete iman ederler."
Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de öte kesin bilgi demektir. Kur’an-ı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır. Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir diyoruz.
Bakın Ankebût sûresi kişinin Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi kendisine bildiği bilgiden her zaman üstün olduğunu haber veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi kendine öğrendiği, duyularıyla ulaştığı, tecrübeleriyle bildiği, ya da vahiy dışında başka kaynaklardan öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi, ötekisine de yakîn bilgi diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin doğrudur.
Meselâ, şu anda ben yüzde yüz inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve duyularımla algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekliğine yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü ben ken-di varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın varlığını Allah’la öğrendim, Allah sayesinde öğrendim.
Veya meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyorsam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir.
Meselâ bal şerbeti ishale iyi gelir mi dedi Allah? Sen de tecrübe ettin, denedin, ama sana iyi gelmedi mi? Yâni bal içtikçe, Allah’-ın dediğini uyguladıkça karnının ağrısı hep arttı mı? Ağrını artırdı mı bu? Yine de Allah doğru söylüyor, yine de Allah’ın dediği senin için iyi çıkacaktır, devam et! Sahabeden karnı ağrıyan birine öyle demişti Rasulullah. “Eğer bal şerbeti içersen karnının ağrısına iyi gelir” buyur-muştu. O sahâbe bizzat Rasûlullah’ın tavsiyesini uygulamış, tecrübe etmiş ve gelip Allah’ın Rasûlüne şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben sizin tavsiye ettiğiniz gibi bal şerbeti içtim, ama karnımın ağrısı iyileşmeyip arttı” Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz ona şöyle bu-yurdu: “Sen Allah’ın dediğini yap! Vallahi Allah doğru söylüyor, senin karnın yalan söylüyor” Evet Allah’ın dediği mutlak doğrudur, tecrü-belerimiz aksini söylese de.
Veya Hz. Ali Efendimizin bir sözü gerçekten bu konuya çok güzel bir örnek teşkil eder. Hani Rasûlullah Efendimiz: “Ey Ali, Medine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın, benim Mekke’nin fethine dair gizlediğim bir sırrımı ifşa edecek bir mektup taşımaktadır. Git, filan vadide onu yakala ve yanındaki mektubu bana getir” buyurmuştu. O vadide kadını yakalayan Ali Efendimiz: “Ey kadın, sende bir mektup var, onu bana ver!” demiş, kadın da yeminler ederek kendisinde böyle bir mektubun olmadığını söylemişti. Hz Ali Efendimiz kadının üzerini aramış ve gerçekten bir mektup bulamayınca, kılıcını çekip: “Ya mektup, ya canın!” deyince, mektubu saç örgüsünün içine iyice gizlemiş olan kadın, hayretler içinde ona şöyle sormuştu: “Ey Ali aradın, taradın bende mektubun olmadığını gördün. Peki ne bildin böyle bir mektubun bende olduğunu? Bu kadar kesin nasıl konuştun?” Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz buyurur ki; “Vallahi benim tecrübelerim yalan söyler, ama peygamberim doğru söyler. Tecrübelerim sende mek-tup yok diyor, ama peygamberim var dedi. Ben peygamberimin dedik-lerine tecrübelerimden daha kesin inanırım”
Biraz zor mu anlaşıldı? Bir daha düzgünce demeye çalışayım inşallah. Kişinin Allah’la bildiği bilgi, yâni vahiyle, Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi tecrübeleriyle bildiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse, ötekisine yakîn bilgi denir. Meselâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım. Yüzde yüz inanıyorum ki ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum ki ben varım. Kendi varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde milyar inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi duyularımla anladım, ama Allah’ın varlığını Allah’la, Allah bilgisiyle, Allah kitabıyla, yâni vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu dünya vardır. Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor, duyularımla hissediyorum. Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını Allah’la öğrendim.
İşte kişinin kendi kendine öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği bilgi yüzde yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi denir. Ve işte o muttakiler âhi-retin varlığına yakînen inanırlar, gözle gördüklerinden daha kesin iman ederler buyuruluyor.
Ama burada bilimi, deneyi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi insan hayatından dışlamaya çalışan pozitif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle bir şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:
Meselâ laboratuarda yaptığımız ve kesin doğruluğuna inan-dığımız deneylere aykırı bir âyet, bir hadis karşımıza çıkarsa ne yapacağız diyorlar. Laboratuarın deneyini mi kabul edeceğiz, yoksa onun aksini söyleyen o âyetin, o hadisin dediğini mi kabul edeceğiz? Ben diyorum ki; bu konuda kesinlikle âyet ve hadisten şüphe etmeyeceğiz. Kesinlikle âyet ve hadisin dediğini mutlak doğru kabul edeceğiz. Allah bilgisini mutlak doğru kabul edecek ve onun aksini söyleyen laboratuarın deneyini reddedeceğiz. Böylece müslüman oluşumuz, Allah ve Rasûlüne teslim oluşumuz açığa çıkacak. Müslümanlık budur işte.
Bunu yaparken de şöyle diyeceğiz: Ne biliyoruz? Belki de o deneyi yapanların deney yapım modelleri bozuktur diyeceğiz. Belki de yanlış yaptılar. Belki de kasıtlı yaptılar. Belki de ortam değişiktir. O ortamla bu ortam farklı olduğu için deneyler farklı sonuçlar vermiştir. Belki de o deneyi yapan alçakların anlayışları ve niyetleri değişiktir. Belki de bu hadisi reddetmek için kasıtla bu sonuca varmışlardır diyeceğiz. Eğer hadis yine de sahih bir hadisse onun doğruluğuna inanacağız. Benim imanım budur bu konuda. Bundan başkasını da kabule elvermiyor imanım. Kişi eğer Peygamber bile olsa kesinlikle kendi bilgisiyle Allah’ın bilgisini denk tutamaz. Bu iki bilgi farklı olacaktır onun için. İşte o muttaki müminler:
Sanki âhireti yüzde yüzden de öte kesin bilirler ve iman ederler. Yâni insan kendi kendisini bilir ya, âhireti kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu anlama gelecektir. İnsan kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti insana Allah bildirmiştir.
Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, Allah’la karşı karşıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken, severken, küserken, yatarken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır. Ben bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda yarın benim karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı gerçekleştirebilmek için sürekli vahiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek zorundayız. Bundan başka çaremiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu kaynaktan öğrenme imkânımız vardır. Bu konularda bilgilenebileceğimiz başka bir kaynak da yoktur.
İşte böyle yapanlar, böyle inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle yapanlara yol gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:
5:"İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır."
Onlar Allah’la yol bulan, yollarını Allah’ın buldurduğu insanlardır. Veya kendileri, kendi kendilerine, kendi başlarına yol bulmuşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur. Halbuki kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep Allah’a izâfe edilir İslâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın kendilerine gösterdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalışmışlar, kitaba baş vurmuşlar, Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlardır. Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.
"Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir de”
Felâha ermenin ne demek olduğunu ileride Kur’an değişik yerlerde anlatacak. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin sonunda:
"Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! (Allah yolunda cihad için hazır) rabıtalı olun! Bir de Allah’la yol bulun ki; felâh bulasınız."
(Âl-i İmrân: 200)
Evet, diyor ki Rabbimiz: "Ey iman edeler!" Peki neye iman edenler? Fâtiha’dan buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da başlayan ve Âl-i İmrân’ın sonuna kadar anlatılanlara iman edenler!
"Sabredin! Sabırda yarışın!"
Yâni bu imanınızı gündemde tutma yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma konusunda sabırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konusunda direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının engellemelerine karşı sabır yarışına girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları geçin! Hidâyeti dalâletin önüne geçirin!
"Rabıtalı bulunun!"
Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıtanızı kesmeyin! Sürekli kitap ve peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep vahiyle belirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh bulursunuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış olursunuz.
"Umulur ki o zaman felâha eresiniz."
Demek ki bundan sonra anlatılanlar hep bizim felâhımız içinmiş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız böyle olsun. Fâizden kaçarsanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi böyle yaparsanız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar, işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya felâhımızdır, kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz demektir.
Özetleyelim şimdi bu bölümü: Vahiy insanlar için "Hüden" dir. Vahiy insanlar için yol göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması kesinlikle mümkün değildir. İşte bu hidâyet rehberi olan kitabın karşısında, Kur’an’ın karşısında insanlar ikiye ayrılır.
1- Takvalılar (Muttakiler). Yâni kitapla yol bulanlar, yâni yollarını Allah’a sorarak bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine sorarak yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar. Yâni pozitif ve negatif tüm eylemlerini vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte bunlar kitabın kendileri için yol gösterici olduğu muttakilerdir.
2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen Kur’an karşısında ikinci grup insan tavrı ise:
6:"Kitap kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış (fark etmez) müsavi olanlardır."
Kitap kendilerine ha ulaşmış ha ulaşmamış, Kur’an diye bir kitap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davrananlar, ilgisiz ve kayıtsız yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.
Bu konuya münâsip kitabımızdan bir örnek verelim: Şuarâ sûresinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu elçilerinin kendilerine sunduğu mesaj karşısında şöyle söylüyorlardı:
"Onlar dediler ki sen öğüt versen de vaaz edenlerden olmasan da bizce müsavidir."
(Şuarâ: 136)
Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et, ister vaaz etme! İster anlat, ister anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız” diyorlardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu müsavi ka-bul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.
Buna göre kitap karşısında insanların ikinci bir grubunun var-lığını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden önce burada bir yanlışımızı söyleyelim: Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan mü'min, muttaki, muvahhid, sabırlı, müca-hid, cihad edici, namaz kılıcı insanlar sanki biziz. Garanti biziz. Bun-lardan söz ederken Kur’an garanti bizi anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların, istenmeyen özelliklerin de hep baş-kalarına ait olduğunu düşünmüşüz.
Halbuki yıllar yılı şunu da öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar: Cennetlik olmayı kim garanti görürse din-den çıkar. Kimse kendisinin kesin cennetlik olduğunu iddia edemez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden bildin onun sen olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu? Dememiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da anlatılan her güzel sıfatın sahibinin kendimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep başkaları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep başkalarının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu anlatı-lanlar ben miyim ki? Bu sıfatlar bende mi ki acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki? Demek zorundaydık. Bunu da biliyorduk.
Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de Aşere-i Mübeşşere’den olduğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben miyim?” diyor ve uykularını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği münâfıkların içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu. Elbette bir insan olarak, bir mü'min olarak öyle düşünecekti ve zorlanacaktı, zorlayacaktı kendini.
Şimdi bu mânâda kendimize bir bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı varmış:
1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı karşısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol bulanlar, yollarını Kur’-an’la bulanlar.
2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı duydukları zaman, Kur’an karşısında ikinci grup insan da:
"Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere) gelince uyarsan da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman etmezler."
Bu ikinci grup insan, Kur’an ha var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar. Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma, onun rehberliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu duymayan, Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan insanlar.
Şimdi kendimize bir bakalım: Eğer Kur’an bizi uyarınca, yâni biz Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kuran’ın mesajı bize ulaşınca, ya kendimiz bizzat okuyarak, ya da şu anda benim yaptığım gibi bir başkası okuyarak Kur’an’ın inzarı, uyarısı bize ulaştığı zaman, eğer Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyarmamış, böyle bir sûre Kur’an’da ha var-mış, ha yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, iman boyutunda denk ise, amel boyutunda denkse, o zaman Allah korusun biz de ikinci grubun içindeyiz demektir. Yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş, ha gelmemiş, Kur’an diye bir kitap Konya’da ha var, ha yok, Kur’an diye bir kitap bizim evde ha mevcut, ha değil fark etmez yaşıyorsak o zaman Allah korusun burada anlatılan biziz demektir. Bu hayatı Allah’ın kitabını tanıyarak yaşamakla, tanımadan yaşamak bizim için fark etmez diyor ve kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olmuşsak kesinlikle bilelim ki burada anlatılan biziz. Veya bu kitabı tanıdıktan sonra, bu kitabın uyarılarına muttali olduktan sonra sanki bu kitabı hiç duymamış, tanımamış insanlar gibi bir hayat yaşamaya devam ediyorsak, kesinlikle bilelim ki burada anlatılan biziz demektir.
Eğer iman boyutunda denk değil de amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi imdadımıza yetişiyor ve diyor ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la aldatır bazen! Allah sanki sizi müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü Allah buyurur ki:
"İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecek-ler?"
(Ankebût: 2)
Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! deyiverecekler, inandık deyiverecekler de salınıverecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi zannediyorlar? diyordu.
Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o âyetinden haberi yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan olacaktır, Allah korusun.
Peki o zaman, küfrü ikiye mi ayırdık?
1- Hani şu Ebu Cehil gibi cehennemi boylayacak olan kâfirin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz ki adam bazen müslüman gibi söz ediyor, mü'min gibi söz söylüyor. Ben de inanmışım, ben de müslü-manım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve şeytana bakıyoruz. Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu veya âhi-rete iman ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözlerini görüyoruz şeytanın. Ama sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Allah asla iman demiyor.
Öyleyse Kur’an bizden sadece söz istemiyor. Sadece söz planında bir iman istemiyor. Kur’an bizden inandım denilen konunun amelini istiyor. Allah’ın bizden istediği iman inandığımız konunun bizim hayatımızda görüntülenmesine imandır. Meselâ ben namaza inanıyorum! diyor adam. Peki ne demektir bu? Bu cümleyi şöyle ayrıştıralım: Ben namaza inanıyorum demek; şu iki maksatlardan birisiyle söylenmiştir:
1- Ben müslümanların namaz kılmaları gerektiğine inanıyorum! Ben mutlaka namazın kılınmasından yanayım! Namaz kılınmalı efendim! Namaz dinin direğidir efendim! Namazsız dinin ayakta durması mümkün değildir! Müslümanlar mutlaka kılmalıdırlar namazı! Ben namazın mutlaka kılınmasından yanayım! E hadi ne duruyorsun? Niye kılmıyorsun? denince de, eh birileri kılsın canım! Boş kalmasın! Birileri yapsın! Benden söylemesi, başkalarından da yapması diyor. Söyleyici başka, yaşayıcı başkadır diyor. Böyle bir iman.
2- İkincisi: Ben namaza inanıyorum. Ben namazın benim ha-yatımda görüntülenmesine inanıyorum! Ben inandığım namazın kendi hayatımda pratize edilmesi gerektiğine inanıyorum! İşte iki tür iman modeli. Hangisi imandır bunların? Hangisi İslâm’ın imanıdır? Ya da hangisi Allah’ın bizden istediği imandır? İkincisi değil mi? Birincisine iman demiyor Allah. Sadece sözden, sadece iddiadan ibaret olan, amele dönüşmeyen bir iman Allah’ın istediği bir iman değildir.
Meselâ diyor ki adam: Ben Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine inanıyorum! Peki kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş kalmasın. Böyle bir iman, iman değildir.
Ben müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben müs-lümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın anlatılma-sı gerektiğine inanıyorum. Peki kim yapacak bunları? Birileri yapsın efendim! Bizden söylemesi, biz bunun edebiyatına görevliyiz, birileri de yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir imandır.
Dönelim, hicri ikinci asra kadar yaşayan mü'minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul ettiler, aynen iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında bırakmadılar, hemen bu imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire değişiverdi. Peki ya şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem öğreniyorlar, hem iman ediyorlar, hem imanları artıyor da neden bu toplum değişmiyor? Galiba inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği için.
Biraz sivri bir iş, güç bir durum çıktı karşımıza. Ama ne yapayım öyle olmasa da bu insanlar hepten müslümanlar işte. Herkes müslüman bu toplumda. Herkes kendini böyle iyi müslüman kabul ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne kazandıracağız biz bu insanlara?
Yâni bu toplum şu anda çok iyiyse, arzu edilen noktadaysa, Kur’an’ın getirdiği hayat bu toplumda bir şeyler değiştirmeyecekse bu insanlara ne diyeceğiz yâni? Adam inandım diyor. Ben de müslüma-nım diyor tamam, bir şey kalmıyor geriye. Eğer Kur’an bu toplumda bir şeyler değiştirmeyecekse o zaman bu toplumda Kur’an’ın fonksi-yonu ne oldu? demek zorunda kalacağız. Kur’an’ın tarihteki fonksiyo-nu neydi, şimdi ne hale geldi? Eğer böyle düşünmeye ve sorgulama-ya devam edecek olursak, cesaretim yok söylemeye, ama bir kere o yanlışı yaptım daha önce, inşallah bir daha yapmamaya niyetliyim Allah yardımcımız olsun.
Bir keresinde şirki ve küfrü anlatmıştım birine. Adam bocaladı, sendeledi, evine gitmiş. Arkadaşı namaz kılmak istemiş ve haydi namaza diyerek onu da namaza davet edince: Yok! Demiş ben namaz kılmıyorum! Niye kılmıyorsun? Kılmıyorum çünkü biz müşrikmişiz! diyor. Halbuki ben ona bunu anlatmadan yana değildim! Böyle bir niyetim de yoktu Allah bilir. Sadece ona şunu anlatmak istemiştim: Biz şu anda bir müslümanlık yaşıyorduk ama meğer ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat değilmiş. Öyleyse Allah için biraz daha gayret emek zorundayız ı anlatmak istemiştim. Ama adam bunu çok farklı anlamış.
Meselâ bakın, Kur’an’da “dikkat edin! Bu iş sizi cehenneme götürüyor! Bu işin sonu cehennem! Soluğu cehennemde alacaksınız! Aklınızı başınıza alın!” diyen âyetler vardır. Ama bu âyetler: Tamam işiniz bitti! Piliniz bitti! Ümidiniz bitti! Canınıza okudum! demiyor yâni. Peki ne diyor? Ey kullarım, gelin yanlışlarınızı anlayın! Eksiklerinizi anlayın! Haddinizi bilip hatalarınızdan dönün! diyor. Yapmayın bir daha böyle! demek için geliyor ya. Öyleyse ben de diyorum ki, ey Müslümanlar kitap karşısındaki tavrımızı bir daha gözden geçirelim! Kitap karşısındaki tavrımızı bir daha sağlamaya alalım! Bu konuda kendi kendilerimizi bir daha yargılayalım, bir daha sorgulayalım! Acaba Rabbimizin bu dediği bizde var mı, yok mu? diye bir silkinelim, bir kendimize gelelim, bir gayret edelim içindir bu.
Veya en azından bizde, bizi rahatlatacak bir ümit ışığı da var mı? Tabi onu da söyleyeceğiz. Bazen bu yanlışa düşerken, bunun kabul edilmemesi gereken bir ortam olduğuna dair bir sa'yimiz var mı? Bir üzüntümüz var mı? İşte biz, en azından bunda müslümanız demektir. Bakın, bu halimizle kâfiriz demedim yâni, diyemem de zaten. Ama Allah korusun Kur’an uyarsa da uyarmasa da bizim için fark etmiyorsa, dünyamızda Kuran ha var ha yoksa, meselâ Kur’an okumaya başlamadan, Kur’an’la eğitim ortamına girmeden önceki bizle Kur’an okumaya, Kur’an eğitimine başlayan biz pek fazla fark etmiyorsa, yâni okuduklarımızla hayatımız değişmiyorsa, o zaman denktir gibi görünüyor ve korkuyorum bundan. Okuyoruz ama okuduklarımız bizi uyarmıyor demektir. Okuduğumuz Kur’an bizi ha uyarmış ha uyarmamış fark etmez demektir Allah korusun.
Ama bütün bu olumsuz tabloya rağmen şöyle bir iman kıvıl-cımı, şöyle bir amel hareketi var bizde. Şöyle minnacık ta olsa bir devinim var bizde. Peki nedir o? O şudur bakın: Kur’an okuyuşumuzun, Kur’an’la beraberliğimizin bizde oluşturması gereken o hareketliliği, o değişikliği, o uyarılmışlılığı fark ettiğimiz anda üzülüyoruz. Pişmanlık duyuyoruz, silkiniyoruz ve hemen biraz biraz gayrete geliyoruz. Bir çabalamanın içine giriyoruz. Bu durum biraz biraz bizi serinletirken, biraz sevinmeye başlarken, ama o zaman da karşı sayfadaki âyet karşımıza çıkıyor ve şu soru aklıma geliyor: Yoksa şimşek çakınca onun aydınlığında biraz yürüyoruz da sonra zifiri karanlıkta kalıverenler gibi mi oluyoruz? Yâni münâfıklar gibi mi oluyoruz? diye ürkmeye başlıyorum.
İşte bunlar, bu düşünceler, bu kendi kendimizi yargılama ce-sareti bizi ürkütecek, korkutacak, ya da daha bir gayrete getirecektir. Ya bu halimle cenneti kaybedersem! Ya Allah’ı memnun edemez-sem! Ya cehennemi boylarsam! Derdine düşürecektir bizi ve daha dikkatli olma hassasiyeti kazandıracaktır..
Kalplerini düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve münakaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan insanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne anlatıyor Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip onunla pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar bunlardır.
Sanki gözlerini yeryüzündeki milyonlarca Allah’ın meşhût âyetlerine kapamış, kulaklarının şu elimdeki metluv âyetleri duymasına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme ve münâ-kaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada anlatılanlar.
Bir bakıma bu ve benzeri âyetler, toplum karşısında Peygamberin konumunu belirleyen âyetlerdir.
1- Birincisi; Kur’an’a karşı, Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir tavır takınan insanlar karşısında Peygamber üzülmemeli, ümitlerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla uyaran, kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da olabilecektir.
2- İkincisi; Peygamber bu tür çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin uyarısında bulunan âyetlerdir bu âyetler. Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu uyarılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsaviymiş. Madem ki bu insanlar iman etmeyeceklermiş. Madem ki uyar-ma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız. Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıverelim bu işi diyeme-yiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısından böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:
“Peygamberim, senin için müsavidir” denmemiş. Peygamberim, sen onları uyarsan da uyarmasan da senin için fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir! denseydi o zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda serbest olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda serbest olacaktık. Yâni gerek Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler dilediklerimizi uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçece-bilecektir. Bu iş bizim arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor da:
“Onlar için müsâvidir” denmiş. Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark etmez denmemiş de, onlar için fark etmez denmiş. O halde sen uyaracaksın Peygamberim! Sen onları uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik veçhesidir. Ama bu işin bir de uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen uyarsan da, uyarmasan da fark etmeyecek insanlar da olabilecektir.
Öyleyse biz uyaracağız insanları, uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veçhesi. Bir de bu uyarı işinin uyarılanlara yönelik veçhesi vardır ki kimileri bu uyarıya müspet cevap vermeyecektir. Ama bu bizim problemimiz değildir. Biz her hal ü kârda insanları uyarmak, insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır takınacak, kim vurdumduymaz davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu bilmiyoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak, uyarıyı kabul edecek, ama bunlar bunlar etmeyecek, diye elimizde bir liste yoktur. Onun için bunu kendimize problem edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.
Peki niçin iman etmezmiş bunlar? Niçin uyarıya karşı nötr davranırmış bunlar? Uyarının varlığıyla yokluğu niçin müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş sebebini Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:
7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır."
Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.
Allah onların kalplerini mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özelliklerini de alıverir. Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
" Gözleri üzerinde de perde vardır."
" Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor."
Yâni kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyarlar ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır, ama sanki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.
"Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan daha da şaşkındırlar."
(A'raf: 179)
Gaybî konulara tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü'minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la ilgilenmemiş-lerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamışlardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın Rasûlü:
"Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir."
Buyurur. İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
"Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır."
(Mutaffifin: 14)
İşte böyle kalp günahlarla, işledikleri nanelerle örtülünce, Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurulmuşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman girebilir. Peki acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız. Yâni eğer bu kâfirlerin kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir yâni burada? gibi bir soru hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûresinde Rabbimiz bakın şöyle buyurur:
" Ben kullarıma zulmedici değilim”
(Gâf: 29)
Yine A'râf sûresinde bir başka âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurmaktadır Rabbimiz:
"De ki Allah kötülükleri emretmez "
(A'râf: 28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl telif edeceğiz? Âyetlerden ve hadislerden anladığıma göre Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici, mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu.
Yâni kul bizzat kendi özgür iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a şöyle der: Ya Rabbi, ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi kullanmak istemiyorum. Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne de senin âyetlerini duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kalbimdeki kilidin kapanmasını istiyorum, diyerek kapattırır onu. Kalplerin kilidinin açıcısı ve kapatıcısı olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Allah da onun bu tercihini onaylayarak kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir Ömer gelir, kırk yıllık bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya Rabbi! Ben ne kötü bir tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu kalbimin açılmasını istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu yeni tercihini onaylayan Rabbimiz de onun için kalbini açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki bu açma ve kapatma işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır de-miştir Rabbimiz.
Yâni insan kâfirken kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir kalbini ve müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet olabilir. Bu durumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne yapılır? Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür zaten. Ama yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman oyuncak oynar gibi aç kapat, aç kapat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu, kâfir oldu, müslüman oldu, artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbi-mizin şu âyeti gündeme gelecektir:
"Onlar ki iman ettiler. Sonra küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfiret edecek değildir."
(Nisâ: 137)
Yâni adam önce inandı, sonra inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra kapattırdı. Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu dinle alay, Allah’la alay anlamına geliyor ki, Allah sonunda onun tevbesini kabul etmiyor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün temel felsefesi neymiş? Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız kalmakmış. Yâni Allah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla ilgi kur-madan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı demekti. Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karışmasının habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazısının değişmez kitâbesiydi kitap. İşte bu kitap karşısında, bu kitabın uyarısı karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama. Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha düzgün bir şekilde söyleyelim inşallah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandırsaydınız olmaz mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine Ra-sûlullah buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tut-saydı dinden çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çık-maz!” Yâni bir peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutuyor demektir buyurmuştur.
Böyle olunca biz birilerine din anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara kâfir damgası vurmayalım. Bizim anlayışımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi ben dinimi Kur’an’a dayandırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı Kur’an’dan almam! Ben Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine giriyorsa, yâni dinin aslını ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin kâfirdir. Ama benim bu âyetten anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu reddediyorsa, ona da hemen kâfir damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı, Kur’an’ı değil de, benim ondan anladığımı reddetmiştir.
Demek ki Kur’an karşısında insanları ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü'minler. Sürekli kitapla beraber olup hayatlarını onunla düzen-leyen muttakiler. Yâni yaptıklarını ve yapmadıklarını kitaptan delillen-direrek kitap rehberliğinde yürüyenler. Eylemlerini, düşüncelerini, ba-kışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler. Ben bunu kitabın şu âyetine göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre terk ettim diyebilenler. Vahyi tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını yaşayan-lar.
Olanlar. Kitabın uyarısının varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış fark etmez yaşa-yanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Bundan habersiz yaşa-yanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:
8:"İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama muhataplarım! Beni dinleyenler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki, şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız, birine takvalı damgası vuracaksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir damgası vuracaksınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt edemezsiniz. Veya:
"Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan başkaları bilemez"
(Âl-i İmrân: 7)
Yâni Kur’an’ın topluma indirgenmesini gerçek olarak herkes bilemez. Ama Allah kesin bilir.
"İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık."
(Âl-i İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak istediğini anlayabiliriz belki, ama o âyetin anlattığı ile toplumsal problemlerin çözümünü birleştirmek herkes için mümkün olmayabilir. Âyetin anlattıklarını toplumsal problemlerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Efendilerimiz bazen yanılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca "Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söylerse ona şöyle şöyle yapacağım!" diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efendimiz Âl-i İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
"Muhammed peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi döneceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki Allah’a hiçbir zarar verecek değildir.”
(Âl-i İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya âyetin o hadîseye intibakını öğrenen Hz. Ömer Efendimiz; "Hayret sanki bu âyeti yeni duymuş gibiyim"! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli namazlarında da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda kuramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle hareket ediyorlardı. Bakın âyet diyor ki:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki."
E kim bunlar? Münâfıklar mı? Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimileri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var. Birisi Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı. İkincisi de Kur’an’a karşı ilgisiz kalanların tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli tavırlardır. Ama işte bu âyetin anlattığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
"Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlardır. Ne onlardandır ne bunlardandır..."
(Nisâ: 143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir sarkaç gibi imanla küfür arasında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasında olacaklardır."
(Nisâ: 145)
Ulemâ demişler ki bunlar münâfıklardır. Aslında münâfık demeye de biraz cesaret ister yâni. Çünkü bazen kâfirdir bunlar. Bakıyoruz sûrenin 17. âyetinde:
Diye örneklenerek anlatılan bu insanlar için âyetin devamında:
Denivermiş. Yâni bu insanların kâfirlikleri beyan edilivermiş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi? Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sayılacak işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef ulemânın pek cesareti olmamış. Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendilerine iş edinmiş, dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve edepli davranmış. Bunlara kâfir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın gereği yoktur. Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir demediğine biz de kâfir demeyelim. Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz var-maz, cesaretimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: "Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!” demiştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir özelliğin var oluvermesi, şirk özelliği veya nifak özelliğinin var oluvermesi onun müşrik veya münâfık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk olduğunu, münâ-fıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimsemişse, varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu kabullenmişse, işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır elbette.
Bu özellikler, demek ki bizim çok titiz ve dikkatli davranacağımız, böyle kılı kırk yararcasına üzerimizde bulundurmamaya çalışacağımız, gayret edeceğimiz, karşımızdakinde varlığını sezince de kulak kabartıp: “Aman ha! Ne olur ne olmaz! Bu adam yolunu kitaba sorarak bulmuyormuş! Hayatını kitaba danışarak yaşamıyormuş! Öyleyse ben de bu adama danışmamalıyım! Evimi, mutfağımı, ticaret hayatımı, okumamı, yazmamı bu adama sormamalıyım! Bununla bu konuları istişare etmemeliyim! Beni de saptırabilir! Ben de şirke düşebilirim!” diye, böyle bir teyakkuz halinde, böyle bir hassasiyet içinde olalım diyoruz.
Peki neymiş bunlar? Neymiş bu özellikler? Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da uzunca münâfıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların durumunu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur: Küfür meselesi de, iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net bir çizgi ifade ederler. Yâni bu iki kesim de; mü'min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler. Hareketlerinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak kolaydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan münâfıklar çifte standart uygula-dıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki Allahu âlem Rab-bimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz ede-cek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize tanı-tacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesinin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu sebeplerden dolayı birkaç âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlatmaya başlayacak. Bakın derler ki bunlar:
"Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır."
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben bilemem ki inanıp inanmadı-ğını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelime-i şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?” şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Ra-sûlü, o aslında müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için kelime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın mı?"
Öyleyse inandım! Dediği halde, şu aşağıda sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üzerinde taşıyan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü'minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:
9: "Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar."
İnandım sözlerinin altında bu aldatmaca yatmaktadır. Demek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız. Ya da inandım diyen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkesten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafazanallah eğer ben, benden önce karşımdakini anlamaya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya çalışırsam, Allah korusun da o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama sonra kendisi karanlıklar içinde kalan insan gibi olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek is-temiyorsam, önce ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyorum: Allah’a inanıyorum diyorum. Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam! Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar."
Allah’ı ve mü'minleri aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü'minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’-minleri aldatma yolunda değiliz. Ama Allah korusun da ya bizim duru-mumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçenler-sensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapayım ba-bam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi, kılacağım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüneceğim de okul bitmedi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerektiğini anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin vermiyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır basıyor! Modaya karşı gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsaade etmiyor! diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek.
Ya da kitap ve sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan müslüman olamayacağımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah bekler yahu! Allah kusura bakmaz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.
Onlar Allah’ı ve mü'minleri aldatmak isterler. Allah ve mü'min-lerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak kullandıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları aldatmak isterler. Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten ibaret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm münâfıkların da müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyip duruyorlar!"
(Âl-i İmrân: 167)
Buyurur âyet-i kerîme.
Bakın bu tip insanlara diyor ki Allah :
"Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir."
Allah buyurur ki: Sizler ey inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla ancak kendinizi kandırabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları kandıramazsınız! Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü'minin, ancak malını alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü'minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla öldürürsünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona can cennette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak Allah’ı ve mü'minleri kandırdıklarını zannederler. Ama bakın, Allah kendini mü'minlerin safında kılıyor. Mü'minlere karşı tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü'minler için hem en büyük bir şeref, hem de onlardan korkmamaları konusunda en büyük bir destektir. Aynı zamanda münâfıklar için de en büyük bir tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla başkalarını değil, ancak kendi kendilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-Bu zavallılar, tavırlarıyla gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar. Dünyada inanmış göründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İslâm’ın hükümleri uygulanır. Ama Âhirette:
"Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar." (Nisâ: 145)
2- Bunlar niyetlerini gizlemeye çalışırken Allah’ın kalplerden geçen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
3- Bir de Allah’ın onlarla ilgili âyetler göndererek durumlarını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının perde arkasında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar ama:
"Şuurları da yoktur bu konuda."
Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:"Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını artırmıştır."
Demek ki bunların kalbi hastaymış. Kalplerinde hastalık varmış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca, Allah onların hastalıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl anlayacağız? Kalbi hasta olmak ne demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu sefer üç çeşit kalp sunuyor Allah bize:
1- Birincisi kâfirin kalbi: Sûrede daha ilerde gelecek:
"Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı kesil-di!"
(Bakara: 74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
"Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır."
(Bakara: 74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır. Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen, rüzgar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkırırken, kimileri yerinden kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Yâni taşlar Allah’ın âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmaktadır. Allah’ın âyetleri taşların içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip onlarla türlü şekiller alırken, kâfirin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın yağmur, kar, güneş, rüzgar, oksijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz ede-memektedir. Âyetler bunların kalplerinde tesir icra edememektedir. İşte kâfirin kalbi böyledir. Taşlardan bile kaskatıdır.
2- Bir kalp türü daha vardır ki, o da mü'minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın iki tür âyeti vardır. Birisi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel dediğimiz şu elimdeki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, insanlar, bitkiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşahede edilen göze yönelik âyetlerdir. Mü'minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen kalptir.
"Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer."
(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyet-i kerîmede anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rablerine tevekkül ederler."
(Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu da mü'minin kalbidir. Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da Bakara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini gör-mek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” bu-yurunca: “İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
"Kalbim tatmin olsun için" (Bakara 260)
İstiyorum bunu!” Demişti. İşte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede edilen, görülen âyetlerini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.
3- Bir de bu ikisinin arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir.Bu kalbin hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki, kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını kimse görme-miştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını anlaya-bilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki şeyden kaynaklanır: