11 Ağustos 2017

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ ...BEŞ


ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ 


1- ARAP, "güzel konuşma" demektir, "açıklık, belirlilik" anlamına gelir. ACEM ise, "kapalılık, belirsizlik, pelteklik" anlamındadır. ACEMİ kelimesi Türkçe'de "beceriksiz" anlamında kullanılır. Öte yandan URBE, "çöl" demektir. Buradan hareket edilirse, ARAP "çölde yaşıyan" anlamına gelir.
2- EBUBEKİR'in bu sözü sonradan "EMİR KUREYŞ'ten olur" şeklinde bir kurala dönüştürülmek istenmiş, hatta bu konuda bir HADİS olduğu bile ileri sürülmüştür. Halbuki dikkat edilirse, EBUBEKİR, "ARAPLAR kabul etmez" diyerek o dönem MÜSLÜMANLAR'ının %90'ını teşkili eden grubu kastetmiştir.
Halbuki çok kısa bir süre sonra MÜSLÜMANLAR'ın sayısı artmıştır. Her ne kadar 900 yıla yakın bir süre HALİFELİK ARAPLAR'ın ve 800 yıl da KUREYŞ soyundan ABBASİLER'in elinde bulunduysa da, esas GÜÇ 1055 yılından itibaren TÜRKLER'in elinde olmuş, 1517'den sonra da HİLAFET te TÜRKLER'e geçmiştir.
Yani, bu söze dayanarak bütün MÜSLÜMANLAR'ın liderinin muhakkak KUREYŞLİ olması diye bir şey söz konusu değildir. Kim GÜÇLÜ ise, MÜSLÜMANLAR'ın hakkını daha fazla koruyabilirse, onun HALİFE (LİDER) olması gerekir.
3- HAŞİM ile yeğeni ÜMEYYE arasındaki KÂBE emirliği konusunda çıkan sürtüşmeyi 
ARAP, AİLE VE KABİLE DEMEKTİR yazımızda teferruatıyla ele almış, ayni ailenin nasıl iki düşman gruba bölündüğünü anlatmıştık.
Bu durum dünyanın pek çok yerinde görüldüğü gibi, TÜRKLER'de de çok yaygındır. Aynı soydan gelen TÜRK boyları AİLE reislerinin adlarını almış, sonra aralarındaki bağları unutmuş, birbirine düşman hale gelmiştir.
Mesela OĞUZ TÜRKLERİ'nden bir kısmı 900'lerde MÜSLÜMAN olmuş, TÜRKMEN adını almış, ANADOLU'ya gelip yerleşen TÜRKMENLER'e de bir süre sonra YÖRÜK denmeye başlanmıştır. OĞUZLAR'ın KINIK boyu SELÇUKLULAR'ı bir başka boyu da OSMANLILAR'ı meydana getirmiştir.
Yerleşik hayat yaşıyan SELÇUKLULAR ile OSMANLILAR göçebe hayat yaşıyan TÜRKMENLER ile daima sürtüşmüşlerdir. Bu da bazı yazar ve sözde aydınlar tarafından "SELÇUKLU ve OSMANLI'nın TÜRK düşmanı" gösterilmesine sebep olmuştur. Halbuki ikisi de TÜRK, hepsi de TÜRKMEN'dir!
TÜRKMEN'i SELÇUKLU'dan, SELÇUKLU'yu OSMANLI'dan, OSMANLI'yı YÖRÜK'ten ve CUMHURİYET ÇOCUĞU TÜRK'ten FARKLI görmek, CAHİLLİK'TEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
4- ŞURA sistemine benzeyen bir uygulama da TÜRK BOYLARI'ndaki KURULTAY sistemidir. Köylere, obalara kadar AKSAKALLAR-İHTİYAR HEYETİ olarak inmiştir. KURULTAY, HAKAN'ı seçer, ondan sonra bütün OBA BAŞLARI, KOMUTANLAR ona itaat ederdi. HAKAN da bütün önemli konularda KURULTAY'a danışırdı. Eğer HAKAN yoldan çıkar, hatta biriken malını TOY (ziyafet) düzenleyip halka dağıtmazsa, çadırını yağmalatmazsa, öldürülürdü. OSMANLI dahil, bütün TÜRK DEVLETLERİ'nde öldürülen hükümdâr sayısı, diğer milletlerinkinden fazladır. TÜRK DEVLETLERİ'nin uzun ömrünün sebebi de budur. Böyle bir sistem şimdiki "demokrasi" uygulamasından daha etkili ve başarılı idi.
5- Görüldüğü gibi ZEKÂT öyle "keyfe tâbi" bir ödeme değildir. İSLAMİ bir VERGİ'dir!... SERVET'ten, BİRİKEN MAL'dan alınan bir vergidir. ve ÇOK ÖNEMLİDİR!Çünkü GELİR'i kaçırmak, saklamak mümkündür. Ama SERVET'i saklamak zordur!.. Onun için zamanımızın bütün zenginleri SERVET üzerinden VERGİ alınmasından çok korkarlar. Yani ZEKÂT vermekten kaçınırlar. Bir yandan da MÜSLÜMANLIK taslarlar!.. Partilerimizin hiç biri de SERVET'ten VERGİ almaya yanaşmaz!..

6- Maalesef böyle iddialar, ALEVİLER'i uyandırdığını, aydınlattığı sanan bazı zavallılar tarafından "EHL-İ BEYT Risalesi", "ALEVİ'nin El Kitabı" gibi adlarla ve yazarının kimi olduğu tam olarak anlaşılamıyan eski tarihli tercümelerle ortaya atılmaktadır.
Bunların arasında "ALEVİLER'in MÜSLÜMAN olmadığını" öne sürenler, Hz. ALİ'nin NAMAZ kılarken ŞEHİT edildiğini unutup, "namaz kılmanın putperestlerden geçtiğini" iddia edenler dahi vardır.
Benzer şekilde SÜNNİ yazarlar da "bir sapık mezhep" diyerek, "mum söndü" hikâyeleri ile bezeyerek ALEVİLİK üzerine olur olmaz şeyler yazmaktadırlar.
Bunların ikisinin de meselenin halline en ufak bir katkısı olmadığı gibi, konuyu daha da karışık bir duruma sokmaktadırlar. Çözüm, gerçek ilim adamlarının olay ve iddiaları bizim yapmaya çalıştığımız gibi gönül ve mantık süzgecinden geçirerek değerlendirmelerinde ve birlikte sohbetler düzenliyerek aralarındaki fikir ayrılıklarını tatlılıkla gidermelerinde yatmaktadır.
Yalnız hemen belirtelim ki, yukarda sözünü ettiğimiz kitabın asıl adı ER RİSALE-İ EHL-İ BEYTİYYE'dir. Ali Nizami adında bir kişi tarafından yazılmıştır. EBUBEKİR ve ÖMER hakkındaki ithamları dışında, son derece yararlı bilgiler taşır ve ALEVİLER'e namaz-niyaz öğretir.
7- ÖMER, KUDÜS'ü DOĞU ROMALILAR'dan almıştır. Daha doğrusu KUDÜS halkı, ÖMER'in adaletini görünce, şehrin anahtarlarını getirip ona teslim etmiştir. O dönemde orada ne bir İSRAİL halkı vardı, ne de DEVLET'i! O tarihten sonra da KUDÜS hep MÜSLÜMANLAR'ın elinde olmuş, ancak hem YAHUDİLER'in hem de HIRİSTİYANLAR'ın ziyaretine ve ibadetine kapatılmamıştır.
1055 yılından itibaren de KUDÜS, TÜRKLER'in elindedir... ta 1918'e kadar!... Önce SELÇUKLULAR, sonra MISIR KÖLEMENLERİ ve sonra da OSMANLILAR bütün MUKADDES TOPRAKLARI ellerinde tutmuşlar ve korumuşlardır. Bir ihanet sonucu elimizden çıkan KUDÜS, ARAPLAR'a da yâr olmamış, YAHUDİLER'in eline geçmiştir. MÜSLÜMANLAR'ın oradaki söz hakkı kalmamıştır. Artık HIRİSTİYANLAR'dan sonra üçüncü sınıf olarak bulunmaktadırlar.Yüce ALLAH'ın ne büyük lûtfudur ki, İSLAM'ın üç mukaddes şehri; MEKKE, MEDİNE ve KUDÜS müslümanların eline savaşsız ve kansız geçmiştir. KUDÜS'ü kana bulayanlar HAÇLI SEFERLERİ düzenliyen hıristiyanlardır.

Aslında MEKKE, MEDİNE, KERBELÂ, MEZAR-I ŞERİF ve KUDÜS 100 yıl o bölgeyi korumuş olan TÜRKLER'in elinde olması gerekir!
8- Hz. MUHAMMED bir gün seferi halde iken yanında bulunan AYŞE ile münasebette bulunmuş... AYŞE de sonra dereye gidip yıkanmış, boy abdesti almış... Döndüğünde gerdanlığının düştüğünü farketmiş ve hedvec denilen deve üstüne konup içinde oturulan kapalı hücresinden inerek geri dönmüş. Bu arada kervan onun olmadığını farketmeyerek hedveci yükleyip hareket etmiş. Ayşe koşarak gidip gerdanlığı bulmuş, geri döndüğünde kimsenin olmadığını görmüş. Bu esnada artçı bir yiğit devesiyle gelmiş. Safvan adındaki bu adam onu beraberinde alıp getirmiş. AYŞE'nin banyolu ıslak saçları, koşmaktan pembeleşmiş yanakları ve süvarinin de yakışıklı oluşu bir takım dedikodulara yol açmış... Söylentiler çoğalınca PEYGAMBERİMİZ AYŞE'yi babası EBUBEKİR'in evine göndermiş. ALİ de kendisine AYŞE'yi boşayarak dedikodulara son vermesini tavsiye etmiş.... Ancak bu arada "AYŞE'nin suçsuz olduğunu, namuslu kadınlara zina esnat edenlerin 4 şahit getirmesi gerektiğini ve iftira atanlara 80 değnek vurulmasını" emreden ve teyemmüme, yani susuz abdest almaya imkân tanıyan yetler inmiş. (Bakınız: Nur Suresi 3-25).... İşte bu olay ALİ ile AYŞE'nin arasını açmıştı.
9- SEBAİLİK: Yazımızın içinde de belirttiğimiz gibi aslen YAHUDİ olan ABDULLAH İBNİ SEBE, ancak OSMAN zamanında MÜSLÜMAN olmuş, kendi inanç ve âdetlerinden vazgeçmeden İSLAM'ı benimser görünmüş, dine FESAT katmıştır. Önceleri HİCAZ, BASRA ve KUFE'de serseri serseri dolaşmış, oralardan kovulunca MISIR'a gitmiştir. Orada OSMAN'ın idaresinden şikayet edenlerin arasına karışmıştır. Çok zeki olduğu için halkı kandırmasını ve etrafına adam toplamasını bilmiştir. Kısa zamanda gayrımemnunların lideri haline gelmiştir. ABDULLAH İBNİ SEBE daha sonra kendine has bir MEZHEP oluşturmuştur ki, bizce ilk MUHAMMED yolundan ayrılan KOL budur.
Zaten MEZHEP kelimesi HİZİP'ten gelir. Tıpkı FIRKA, PARTİ bölünme, ayrılma anlamındadır. KUR'AN'da HİZBULLAH, yani ALLAH'IN HİZBİ olarak geçer ki, insanların ikiye ayrılacağı, bir kısmının ALLAH tarafında, diğerinin de karşı tarafta olacağına işaret eder. Ne var ki, kişi ben "HİZBULLAH'tanım," demekle ALLAH'ın tarafında olmaz!
Yani HİZİP kelimesinin tek MÜSBET anlamı, "doğrudan yana olmak" şeklindedir. Diğer bölünmeler ve ayrılmalar aşırıya giderse; derine iner, kopukluk yaratırsa, zararlı olur.
İşte biz MEZHEPLER'e böyle bakıyoruz. Onlar hiç bir zaman bölünme vasıtası olmamalıdır. Oluyorsa, o MAKBUL bir MEZHEP değildir! ABDULLAH İBNİ SEBE'ninki değildi.
ABDULLAH İBNİ SEBE, OSMAN'a karşı MUHAMMED ve ALİ'yi sevenleri yanına çekebilmek için "MUHAMMED'in yeniden dünyaya geleceğini" ve "ALİ'nin MUHAMMED'in varisi olduğunu" öne sürmüştür!.. Halbuki o tarihte ALİ hayatta idi. Eğer bu konuda söyliyeceği varsa, kendi söylerdi! İBNİ SEBE gibi henüz MÜSLÜMAN olmuş birinin hemen "ALİ'nin konumu"na teşhis koyması en azından densizlikti!
İBNİ SEBE kendini göstermek için hiç bir fırsatı kaçırmadı. 656 yılında MISIR'dan MEDİNE'ye şikâyet için gelenlerin başında idi. OSMAN'ın şehadetinden sonra adamları ile ALİ'nin yanına yamandı. "ŞİA" imiş gibi göründü. Ancak zamanla tavırları Hz. ALİ'yi o kadar tedirgin etti ki, kendisini MEDAİN'e sürgün gönderdi.
Ama bu arada olanlar olmuştu... SIFFIN savaşında OSMAN'ın kaatilleri ve İBNİ SEBE'nin müritleri ALİ'yi "KUR'AN'a karşı savaşamıyacaklarını" iddia ederek yalnız bıraktılar. HALİFELİK'ten düşürülmesine sebep oldular.
ABDULLAH İBNİ SEBE'nin nerede ve ne zaman öldüğü bilinmemektedir. ALİ'yle olan beraberliğinden dolayı mezhebi "ŞİA" sayıldı. Bizce Şİİ MEZHEPLER'in ilkidir. Yani KUR'an'dan ve MUHAMMED'in yolundan saptığı için MAKBUL OLMAYAN MEZHEPLER'dendir.
İBNİ SEBE Yahudilikten vazgeçmediği için pek çok "hadis" uydurmuş, bunlarla kendine inananları kandırmıştır. İSRAİLİYAT diye bilinen İSLAM'da olmadığı halde YAHUDİLİK'ten İSLAM'a sokulmuş pek çok husus onunla başladı.
Bunların başında TAVŞAN ETİ YEMEME gelir. Bilindiği gibi, KUR'AN'da tek eti yasak hayvan DOMUZ'dur. Ancak TEVRAT'ta DOMUZ'un yanında bir de TAVŞAN vardır. İşte özellikle ALEVİLER'in TAVŞAN ETİ yememelerinin kaynağı, ne MUHAMMED'dir, ne ALİ, ne de 12 İMAM!.. Yahudi kökenli MÜNAFIK ABDULLAH İBNİ SEBE'dir!
ALEVİLER tavşan eti yemezse. ne olur?... Hiç bir şey olmaz. Kimi de kuzu etini sevmez, yemez... Burada tek önemli nokta ALLAH'ın HARAM kılmadığını haram saymaktır ki, bundan kaçınmak gerekir.
10- İSLAMİYET'te güzel bir uygulama vardır. Ölen kişi ne kadar kötü olursa olsun, imam cemaatte "merhumu nasıl bilirdiniz?" diye sordu mu, "iyi bilirdik" diye cevap verilir. En fazla susulur. Yani ölmüş kişinin arkasından kötü konuşulmaz. Özellikle HANEFİLER buna çok uyarlar.
Buna ek olarak PEYGAMBERİMİZ'in zamanında yaşamış, onu görmüş kişilere, o tarihte çocuk dahi olsa, büyük saygı duyulur. Bunun dayanağı da PEYGAMBERİMİZ'in " Ne mutlu beni görene!.. Ne mutlu beni göreni görene!" HADİS'idir. Elbette ki, bu kişilerden büyük çoğunluğu İSLAM'ı ilk kaynağından öğrenmişlerdir.
Ancak ALEVİLER ve BEKTAŞİLER, "PEYGAMBER'i eşek te gördü. Ona da mı saygı göstereceğiz?" diye itiraz eder ve bilhassa EMEVİ SOYU hakkında sert eleştirilerde bulunurlar.
Bizce bunun ikisinin ortası MAKBUL'dür. Yani durup dururken kimse hakkında konuşmamak, ancak önemli bir olayı incelerken herkesi beşer olarak alıp KİN gütmeden HATA ve SEVAB'ını dile getirmek!.. Yazımızda bunu yapmaya çalıştık.
Bu konuda şimdi SÜNNİLER ve ALEVİLER arasında bir ayırım varmış; SÜNNİLER saygı gösteriyor, ALEVİLER göstermiyormuş gibi görünse de; geçmişte böyle değildi! Mesela MUAVİYE hiç bu kurala uymadı, PEYGAMBER SÜLALESİ'ne yani EHL-İ BEYT'e, hem de CAMİLER'de söğdürdü. Bu davranışı hiç te müsamaha ile karşılanacak bir şey değildir!
Buna mukabil ALEVİLER, BEKTAŞİLER CEMLER'de ve muhtemel ŞİİLER ibadetlerinde YEZİD'e lânet okurlar. Yalnız ALEVİLER'in çoğu orada geçen YEZİD kelimesinin şeytan'ın ve bütün kötülüklerin sembolü olduğunu bilirler. Aynı şey KUR'AN'daki TEBBET Suresi için de geçerlidir. Kastedilen EBU LEHEB'in şahsından çok onda müşahhaslaşan PEYGAMBER'e ve İSLAM'a düşmanlıktır! Böyle davrananlara yağdırılan lânettir!... Doğrusunu ALLAH bilir!
Bazı ALEVİLER ve ŞİİLER, YEZİD'le yetinmez; MERVAN'a, MUAVİYE'ye, bütün EMEVİLER'e, EBUBEKİR, ÖMER, OSMAN'a, hatta bütün HALİFELER'e söğerler...
Bizce bu da aşırıya gitmek demektir. İSLAM'a yakışmaz! Kaldı ki, 12 İMAM'dan bize kalanlarda hiç böyle bir tavır yoktur. Bu, "kraldan çok kralcı" EHL-İ BEYT sevgisini gösterişe döndürenlerin tavrıdır!
Tekrar belirtelim ki, biri PEYGAMBERİMİZ'in öz amcası ABBAS'ın, diğeri de büyük büyük amca oğlu ÜMEYYE soyundan gelen halifeler arasında, çok muhterem zatlar da vardır. Bunlardan 2. MUAVİYE ve ÖMER "camilerde EHL-İ BEYT'e söğme" işine son vermişlerdir.
LEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜİKİNCİ KISIM

NOTLAR - 2

11- ARAP AİLE KAVGALARI'nın çöl hayatında ne kadar önemli olduğunu daha önce de söylemiştik. MUAVİYE-ALİ, HÜSEYİN-YEZİD olaylarında alevlenen düşmanlık, daha evvelki hadiselerin küllerinden çıkmıştı. ÜMEYYE OĞULLARI, BEDR SAVAŞI'nda HAMZA ve ALİ tarafından öldürülen yakınlarını; HAŞİM OĞULLARI da UHUD SAVAŞI'nda EBU SÜFYAN'ın karısı HİND'in yaptıklarını unutamıyorlardı. Hatırlanacağı üzere HİND, ŞEHİT düşen HAMZA'nın göğsünü yarıp ciğerini dişlemişti!.. Ancak sonradan her ikisi de müslüman olmuş ve affedilmişlerdi.
REBİA ile HUDAR kabileleri de İSLAM öncesi düşmanlıklarını bir türlü atamamışlardı... İşte HARİCİLER, bu REBİA kabilesinden çıkmıştı. SİYASİ rekabet, sonradan DİNİ bir ayrılığa dönüştü, ortaya bir MEZHEP çıktı....
REBİALILAR'ın çoğu BEDEVİ idi. İSLAM DEVLETİ şehir hayatı halinde gelişince, baştakilere karşı bir tepki uyanmıştı. BEDEVİLER cahildi. Çok eski geleneklerinden dolayı kendilerinden olmıyanları düşman görüyorlardı. Öldürmekten de çekinmezlerdi. İSLAM'la birlikte bu, kendilerinden olmıyanı "kâfir" ve "katli vacip" olarak görme haline dönüştü. KUR'AN'a çok bağlı görünüyorlardı ama, taassuplarından onu anlamak ve yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı. Eski ananç ve anlayışlarına KUR'AN'ı kılıf yapmışlardı.
REBİALILAR, önce ALİ'nin safındaydılar. Yani "ŞİA" sayılıyorlardı. Ancak sonradan "ALLAH'a değil, hakeme uydu" diye onu kâfir ilan ettiler ve ölümüne karar verdiler. Bu olayı bahane edip etrafa saldırdılar, yağma ve katliama giriştiler, kendilerine katılmayan herkesi öldürüyorlardı. Sonunda ALİ'yi de bir HARİCİ olan İBNİ MÜLCEM, ŞEHİT etti.
HARİCİLİK sonradan MEZHEP haline geldi, demiştik. Bu mezhepte ibadeti terk eden DİN'den çıkmış sayılır. Yani öldürülmesine karar verilebilir. Halen UMMAN'da ve LİBYA'da varlıklarını sürdürmekte olan HARİCİ gruplar vardır. Anlayış bakımından SÜNNİLER'e, tavır bakımından ŞİİLER'e yakındırlar. Bizim tasnifimize göre Şİİ'dirler. Yani HARİCİLİK, İSLAM'ın MAKBUL bir şekli değildir.
Burada eklemek gerekir ki, insanları en ufak bir hatadan dolayı DİN'den çıkmış sayma, maalesef ülkemizde de mevcuttur. Bunu yapanlar da, lafzen HARİCİLER'e de çatan kişilerdir. Yani kınadığı bir tavrı farkında olmadan uygulayan çok insanımız vardır.
Bir insanı, kendisi "MÜSLÜMAN'ım" dediği sürece dinden çıkmış saymak bizce doğru değildir. Bu kararı ancak ALLAH verebilir. PEYGAMBER zamanında MÜNAFIKLAR bile böyle bir muameleye tabi tutulmuyorlardı. Şu halde DİN ADAMLARI'nın camilerde, radyoda, televizyonda kendini MÜSLÜMAN, başkasını KÂFİR saymanın ne kadar yanlış olduğunu bütün insanlarımıza anlatmaları gerekir.
12- Hz. ALİ'nin 17 oğlu, ALEVİLER ve BEKTAŞİLER arasında 17 KEMERBEST diye bilinir. Bu 17 muhterem kişinin adları arasında EBUBEKİR, ÖMER ve OSMAN adlarını görmek, bazı ALEVİLER'i şaşırtacak, bazıları da "SÜNNİLER uydurmuş" diyecektir...
Çünkü ALEVİLER ve BEKTAŞİLER, ALİ'nin HALİFELİK hakkını yedi diye, bu üç zatı sevmezler ve adlarını çocuklarına koymazlar. Ne tuhaftır ki, çoğu Alevi, en meşhur ALEVİLER'in adının ÖMER olduğunu dahi bilmez!.. HORASANLI ALİ ÂŞIĞI şair ÖMER HAYYAM ve SEYYİD NESİMİ bunların başında gelir. Hz. ALİ'den sonra Hz. HÜSEYİN'in ve pek çok İMAM'ın oğlunun adı ÖMER, OSMAN veya BEKİR'dir. TÜRKİYE'ye bu adları koymama âdeti, 16. asırdan sonra girmiştir. Daha önceki BEKTAŞİLER'de ve ALEVİLER'de bu adlar vardı.
Tekrar belirtelim ki, o sayfada saydığımız adları biz uydurmadık. Gerçek öyle... Zaten ALİ'nin BİAT ettikten sonra EBUBEKİR'e, ÖMER'e ve OSMAN'a kırgınlık duyması doğru olmazdı. Duymamıştır da... Dostları olduğu için de çocuklarına onların adını vermekten kaçınmamıştır.
Ama işte bu gerçeği bilen bazı artniyetli ALEVİ ve Şİİ ileri gelenleri sırf "gelenek bozulmasın" diye veya ayırımı sürdürebilmek için ALİ'nin oğullarının adlarını değiştirerek yayınlarlar!.. Aralarında Ali Asgar, Ali Ekber gibi çift isimli olanların EBUBEKİR, ÖMER, OSMAN adlarını kullanmazlar. Hatta bazen gerçeği saklamak için yalan uydururlar!..
Halbuki bu üç isme düşmanlık 12 İMAM döneminde olmadığı gibi, ta 15. yüzyılda bile yoktu. Sanırız, ŞAH İSMAİL'in Şİİ propogandasını güçlendirmek için kullandığı silahlardan biri olarak ANADOLU'ya girmiştir.
Çözüm nedir?... Çözüm aklı başında ALEVİ aydınlarının en eski kaynaklara giderek gerçeği bulup çıkarmaları ve bu tartışmaya bir son vermeleridir.
13- ALEVİLER ve BEKTAŞİLER arasında 17 KEMERBEST (Hz. ALİ'nin değişik kadınlardan 17 oğlu) tabiri olduğu gibi, bir de 14 MASUM-U PAK ifadesi çok sık kullanılır. Yalnız çoğu ALEVİ ve BEKTAŞİ bunların ne ve kim olduğunu hiç bilmez... Biz sorduk, cevap alamadık.
17 KEMERBEST'i yazımızda adlarıyla sıralamıştık. Şimdi 14 MASUM-U PAK'ı belirtelim. Tabirden de anlaşılacağı gibi bu 14 kişi hiç bir günahı olmadığı halde, haksız yere öldürülen EHL-İ BEYT mensuplarıdır. Kimi bunların KERBELA ŞEHİTLERİ arasındaki EHL-İ BEYT mensupları olduğunu öne sürer. Bizce 14 MASUM-U PAK, ÇOCUKKEN veya NAHAK yere öldürülmüş olan İMAM ÇOCUKLARI'dır.. ve aşağıdaki muhterem ve masum kişilerdir:
MUHAMMED EKBER (ALİ'nin oğlu), ABDULLAH (HASAN'ın oğlu), ABDULLAH ve KASIM (HÜSEYİN'in oğulları), HÜSEYİN ve KASIM (ZEYNEL ABİDİN'in oğulları), ALİ EL-EFTER (BAKIR'ın oğlu), ABDULLAH ve YAHYA (CAFER'in oğulları), SALİH ve TAYYİB (MUSA'nın oğulları), CAFER (TAKİY'in oğlu) CAFER ve KÂZIM (ASKERİ'nin oğlu)
14- Burada önemli bir olay var. İlk defa 4. İMAM ZEYNEL ABİDİN Hazretleri kendinden sonra kimin İMAM olacağını bildiriyor. Daha önce ne Hz. HASAN'da, ne Hz. HÜSEYİN'de, hatta ne de ZEYNEL ABİDİN'in kendisinin İMAM oluşunda böyle bir duruma rastlıyoruz. Ama ZEYNEL ABİDİN'den başlıyarak her İMAM kendinden sonra kimin olacağını, bir şekilde belirtiyor.
15- Elbette ki, ALEVİLER ve BEKTAŞİLER'in ELİNE, BELİNE, DİLİNE (SAHİP OL) gibi pek çok düsturu Hz. ALİ'den başlamak üzere İMAMLAR'dan gelmiştir... Ancak bunların bugün kullanılan İFADE ve ŞEKİLLER'inin İMAM MUHAMMED BÂKIR'la başladığını da açık bir şekilde görüyoruz. Yani FELSEFE ta MUHAMMED-ALİ'den gelir ama uygulamaya dönük ifadeler çok daha sonraki İMAMLAR'dandır.
Bazılarının arasına tabii ki İSRAİLİYAT karışmış, bir kısmı da ORTA ASYA TÜRK ŞAMANİST âdetlerden adepte olmuştur. Bunların başında SEMAH gelir... Yoksa o devrin ARAPLAR'ın da veya 12 İMAM'da SEMAH yoktu!
16- Bazı ALEVİLER'e göre, ABBASİLER ile birlikte HİLAFET, PEYGAMBER AİLESİ'ne geçti ama; yine ALİ'nin hakkı yenmiş oldu!.. Yani bu sefer HİLAFET mücadelesinin ABBAS OĞULLARI ile EBU TALİB OĞULLARI arasında olduğuna inanıldı.
Bu iki kişi de PEYGAMBERİMİZ'in amcaları idi... Olay büyük büyük amcalar HAŞİM ve ÜMEYYE oğulları arasında kavga olmaktan çıkmış, yakın amca oğulları arasındaki kavgaya dönüşmüştü!..
Yalnız hemen belirtelim ki, bunu böyle düşünenler sadece ŞİİLER, ALEVİLER ve BEKTAŞİLER'dir maalesef... Çünkü ne İMAM CAFER-ÜS SADIK, ne de ondan sonra gelen İMAMLAR böyle bir mücadelenin içinde yer almamışlardır. Onlar Hz. HASAN'ın vasiyetine uyarak VELAYET ve İMAMET ile yetinmişler, HALİFELİK tekliflerini dahi geri çevirmişlerdir. Çünkü biliyorlardı ki, HİLAFET ile VELAYET ayrıdır, ve gerçek HİLAFET 30. yılda bitmiştir!
Ama ne oluyor?... İMAM MUHAMMED BÂKIR'dan sonra HİLAFET'in yanısıra bir de İMAMET mücadelesi görmeye başlıyoruz... Hem de ALİ OĞULLARI arasında! Yani EHL-İ BEYT'in içinde!.. İMAM MUHAMMED'in kardeşi ABDULLAH ilktir ama hemen bir nesil sonra kendini sözde "ŞİA" sayanlar böyle bir mücadeleyi kendi menfaatleri için kışkırtacaklar ve ortaya SEBAİLER, HARİCİLER'den sonra bir de İSMAİLÎLER çıkacaktır.
Tekrar ve önemle belirtelim ki, gerçek ŞİA'nın, yani EHL-İ BEYT'in gerçek dostları ve yakınlarının bu tartışmalarla da ilişkisi yoktur!.. Hele 12 İMAM'ın ve onların yolunda giden gerçek ALEVİLER'in hiç yoktur!
Bu olaylar ALİ'yi ve EHL-İ BEYT'i "sever" gözüküp menfaat peşinde koşan mel'un kişilerdir... Hepsinin hikayesini ibretle ilerde okuyacaksınız.
17- İMAM CAFER-ÜS SÂDIK Hazretleri, Hz. HASAN'ın torunlarından ABDULLAH'a, "Onlar nereden senin ŞİA'n oluyor?...Senin tanımadığın, seni tanımıyan insanlar nasıl senin ŞİA'n olabilir?" derken, aslında ŞİA'nın tarifini çok açık bir biçimde vermiştir. Zaten biz de bu ifadeden yararlanarak 12 İMAM'DAN SONRA ŞİA YOKTUR demiştik...
(Bakınız: 
12 İMAM DÖNEMİ, TANIMLAR )
Böyle bir yakınlık iddia ederek HİLAFET ve SALTANAT mücadelesine girenleri biz, ŞİA değil; Şİİ sayarız... Gelişmelerden gayet bariz olarak görülüyor ki, 12 İMAM'ın ŞİİLİK'le alakası yoktu. Bizim ALEVİLER ile BEKTAŞİLER'in çok sevdiği EBA MÜSLİM-İ HORASANİ dahi 12 İMAM'ın, yani ALİ OĞULLARI'nın değil ABBAS OĞULLARI'nın ŞİA'sı idi!...
Yani ŞİA, ALİ TARAFTARI anlamına bile gelmez. Belki ALİ ŞİA'sı diyebiliriz ama, o zaman da ALİ'NİN YAKINLARI anlamına gelir. Yani böyle bir ifade kullanıldığında ALİ'Yİ ŞAHSEN TANIYANLAR, ALİ'NİN DE ŞAHSEN TANIDIĞI KİŞİLER anlaşılır...ŞİA, asla bir MEZHEP anlamı da taşımaz!
Bu bizim uydurmamız değil; İMAM CAFER-ÜS SADIK Hazretleri'nin kendi tarifidir...
Az önce "EBA MÜSLİM, ŞİA değildi" dedik, yani 12 İMAM'ın ŞİA'sı değildi, demek istedik. Daha doğrusu İMAM CAFER Hazretleri'nin sözünü naklettik. Çünkü ikisi de birbirini tanımazdı... Ama İMAM EBU HANİFE, ŞİA'dır!... Çünkü İMAM CAFER'i, ailesini, EHL-İ BEYT'i tanırdı. Oturup sohbet etmiş, onlardan irfan almıştı!
İşte CANLAR!..Görüldüğü gibi, TARİHİ olaylara yakından bakınca; duya duya alıştığımız, ama doğruluğunu asla araştırmadığımız hususlara eğilince gerçekler tüm açıklığı ile karşımıza çıkmaktadır.
18- TÜRKİYE'de ALEVİLER arasında bir CAFERİ "Mezhebi"nden söz edilir. ALEVİLER'in en en yaygın kitabı da İMAM CAFER BUYRUĞU diye bilinen kitaptır. Aslında ikisinin de İMAM CAFER ile, İMAM CAFER'in yazdıkları ve öğrettikleri ile alakası yoktur!
CAFERİ MEZHEBİ tabirini ilk kullanan ŞAH İSMAİL'den çok sonra, ve başka bir TÜRK boyundan gelen 1600'lerde yaşamış NADİR ŞAH'tır. Kendisi İRAN'daki ŞİİLİK uygulamasının hem TÜRKLER hem de MÜSLÜMANLAR arasında büyük bir bölünmeye yol açtığını görmüş; ve bunu kaldırmak için dönemin OSMANLI PADİŞAHI ve MÜSLÜMANLAR'ın HALİFE'sine başvurmuş,- "Bizdeki uygulamaya CAFERİ MEZHEBİ deyip 5. MEZHEP olarak kabul edin, böylece sürtüşme ortadan kalksın,"
diye haber göndermiştir. Eğer OSMANLILAR kabul etseydi, pek çok sorun ta o zamandan önlenebilirdi.

BUYRUK adlı kitap ta İMAM CAFER'den en az 700 yıl sonra bir TÜRK tarafından hazırlanmıştır. Yazarı, derleyeni, yararlandığı eserler belli değildir. Sadece TÜRKİYE'deki ALEVİLER'ce bilinir ve uygulanır. İRAN ŞİİLERİ (oradaki ALEVİ AZERİ TÜRKLERİ'nin büyük kısmı da dahil olmak üzere) her ikisini de kabul etmezler.
Burada hemen belirtelim ki, ŞİİLİK pek çok kolu olan bir MEZHEP'tir. Ama ALEVİLİK, hiç bir zaman MEZHEP olmamıştır. ALEVİLİK, ALİ'NİN YOLU'dur, olsa olsa bir TARİKAT sayılabilir. BEKTAŞİLİK, MEVLEVİLİK, MELAMİLİK gibi... Ama en doğrusu, bizce ALEVİLİK bir MEŞREP'tir, bir hayat tarzıdır. Pek çok çeşidi vardır. TÜRKİYE'nin içinde bile bir grup ALEVİ'nin tarzı, bir diğerininkine uymaz. Çoğu eski TÜRK DİNİ ŞAMANİZM'den özellikler taşır. Bir kismı da yahudilikten, hıristiyanlıktan etkilenmiştir. Bazıları da bizim MAKBUL saymadığımız tarzda gelişmiştir. Hatta ALİ'ye bağlı olduğunu söylemelerine rağmen, kendilerini MÜSLÜMAN saymıyan küçük bir grup dahi vardır... ALEVİLİK'te ölçü MUHAMMED-ALİ YOLU'nda olmaktır!
19- Biz ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesinin ARAP AİLE KAVGALARI'ndan çıktığını defalarca belirttik. Şimdiye kadar anlattığımız bütün olaylar yakın amca oğulları ile uzak amca oğulları ve akrabalar arasında geçmiştir. ÜMEYYE OĞULLARI ve HAŞİM OĞULLARI gibi... İşte EMEVİ saltanatının yıkılması ile bu sefer EBU TALİB OĞULLARI ile ABBAS OĞULLARI arasında bir çekişme görülmektedir. Her ikisi de PEYGAMBERİMİZ'in amcasıdır. İkisi de Hz. MUHAMMED'i hep desteklemişler, yardımcı olmuşlardır.
Bir hususu da hatırlatmak gerekir. ABBAS, PEYGAMBERİMİZ hayatta iken MÜSLÜMAN olmuştu. Ama daha önce vefat etmiş olan EBU TALİB olmamış, son nefesinde kendisine İSLAM teklif edilince, "EBU TALİB korktu da, ölmeden önce MÜSLÜMAN oldu, derler" diye kabul etmemişti... Yine de imanını ALLAH bilir.
Ancak bizim burada vurgulamak istediğimiz, bizim ALEVİ ve BEKTAŞİ kardeşlerimiz EBU TALİB'i, PEYGAMBERİMİZ'e arka çıkması ve ALİ'nin babası olması hasebiyle çok severler, ABBAS'ı da soyu HİLAFET'i ele geçirdi, ALİ'nin hakkını yedi diye pek sevmezler. Halbuki o zatın bunda bir günahı yoktur ki!.. Kendisi yıllar önce ölüp HAK'kın rahmetine kavuşmuştur. TÜRKLER'in bu iki amcanın oğulları arasında meydana gelen olaylarla hiç bir alakaları yoktur. 12 İMAM'ın da yoktur. Yani, ne Hz. ALİ'nin ne de oğulları HASAN ve HÜSEYİN'in ABBAS ile bir sürtüşmesi olmamıştır!.. İMAM CAFER'den ve sonrakiler de zaman zaman zulme uğramışlarsa da, ABBAS SOYU'na kız vermiş, kız almışlardır. Yani ABBASİ HALİFELERİ'ne rastgele söğen bir ALEVİ veya BEKTAŞİ, ayni zamanda Hz. ALİ'nin TORUNLARI'na da söğer duruma gelir!.. Bundan mutlaka kaçınmak gerekir!
Kaldı ki, teferruatıyla anlattık, İMAM CAFER Hazretleri'nin ve ondan sonra gelen 5 İMAM'ın ABBASİLER'in HALİFE olmasına bir itirazları olmamış, hiç bir zaman mücadeleye girmemiş, ayaklanan başka ALİ OĞULLARI'na destek çıkmamışlardır. Bu yüzden artık bizim de ABBASİLER'e duygusal bir tepki ve düşmanlık beslememiz düşmanlık olmaz. Hatalarını elbet ele alır, değerlendiririz. Ama İMAMLAR'ın göstermediği düşmanlığı bizim göstermemiz, en azından o İMAMLAR'a saygısızlık olur.
20- HALİFE MEMUN'un İMAM RIZA'yı kendisinden sonra HALİFE yapmak istemesi üzerine ayaklanan ABBASİLER'in, MEHDİOĞLU İBRAHİM'i HALİFE yapmaları ortaya çok enteresan bir durum çıkarmaktadır.
Bir tarafta SÜNNİ sayılan HALİFE ve İMAM RIZA var... ona karşı da ABBAS OĞULLARI ve Şİİ inançlı İBRAHİM var... Yani İBRAHİM, ALİ YOLU'nda olduğunu iddia ediyor ama, ALİ OĞULLARI'ndan birinin HALİFE olma ihtimali karşısında ayaklanıyor!!!
Öte yandan SÜNNİ sayılan ABBASİLER, iktidar elden gitmesin diye, ALİ YANLISI olduğunu iddia eden kendilerinden birini HALİFE yapıyorlar!!!
İşte CANLAR, DİN ve MENFAAT böyle birbirine karışmıştır. Bu konunun ALİ'yle MUHAMMED'le ilgisi yoktur!.. TÜRKLER'le de yoktur. Ortada sadece AİLE ve İKTİDAR KAVGASI vardır.
21- Görüldüğü gibi HALİFE MÜTEVEKKİL, İMAM NAKİY Hazretleri'ni sofrasına çağırıyor, ve ŞARAP ikram ediyor. İMAM içmiyor!...
12 İMAM'ın hiç biri ŞARAP içmemiştir!.. Bu konuda KUR'AN'a ve Hz. MUHAMMED'in SÜNNET'ine uymuşlardır. EHL-İ BEYT'in hemen hiç biri içmemiştir. İRANLI ŞİİLER de bu konuda SÜNNİLER gibi davranır ve ALKOLLÜ İÇKİLER'i HARAM sayarlar... Onlar çok daha ileri gider ve TASAVVUF'u da kabul etmezler. Ama bunu bizim ALEVİ ve BEKTAŞİLER'imiz bilmez. İRAN'daki ŞİİLİK uygulamasını hâlâ TÜRK HÜKÜMDARI ŞAH İSMAİL'in HATAYİ mahlası ile yazdığı şiirlerdeki gibi sanırlar. Hiç te öyle değildir! 1880'lerden itibaren İran'da durum çok değişmiştir... Bunu da ilerde anlatacağız.
Öyle olmayan bir başka husus, ŞARAB, DOLU, MEY, BADE, DEM gibi tabirlerin ve SEMAH, SAZ, GÜLBANK uygulamaların 12 İMAM'dan çok sonra ALEVİLİK içinde yer aldığı, onlarla hiç bir bağlantısı olmadığıdır! Bunların büyük bir kısmı HORASAN'dan ve TÜRKLER'le birlikte gelmiş, CEM ayininde yer almaya başlamıştır. ALEVİ meşrepli şair ÖMER HAYYAM'da, HAFEZ'de vardır, SELÇUKLU döneminde başlamıştır, ama AHMED YESEVİ ve HACI BEKTAŞ'ta yoktur!... HACI BEKTAŞ da DEM almaz, DOLU içmez, SEMAH yapmazdı!
Bunları ilerde daha teferruatıyla göreceğiz. Şimdilik sadece ALEVİ ve BEKTAŞİ kardeşlerimize, 12 İMAM DÖNEMİ'nde SÜNNİ sayılanlar ile ALEVİ sayılanlar arasında İNANÇ bakımından bir fark olmadığını göstermek istedik. Eğer ŞARAP içmek insanı ALEVİ yapsaydı, MÜTEVEKKİL ALEVİ olurdu. İMAM NAKİY de içmediği için SÜNNİ!..
ŞARAP ve DOLU konusunda kendi düşüncemizi de söyliyelim: KUR'AN'da üç aşamada HARAM kılınmış olan ŞARAP, EHLİNE HELÂL, NAEHLİNE HARAM'dır!.. Yani içtiği AŞK ŞARABI olan, her türlü aybı, kusuru, farkı görmekten kurtulan kişi için HELÂL'dir. HARAM'sa, günahı bize olsun!.. Delilimiz de CENNET'teki KEVSER ŞARAB'ıdır. Yüce ALLAH, ŞARAP demiş, ŞURUP dememiş ki!.. BEKTAŞİLER bunu bildikleri için DEM alırken, AŞK OLSUN, derler...
Ama içtikçe sapıtan; ayba, günaha batan için KATRESİ HARAM'dır.
O zaman İMAMLAR, HACI BEKTAŞ niye içmezdi, diye soranlara deriz ki, onların İLAHİ AŞKI duymaları için ŞARAB'a, MEY'e, DEM'e ihtiyaçları yoktu ki!..Onlar tepeden tırnağa HAK ÂŞIĞI olmuş, O'ndan başka şey göremez olmuşlardı zaten!
22- TÜRKLER, HALİFE MUTASIM zamanından itibaren İSLAM içindeki yerlerini almaya başlamışlar ve o tarihten itibaren de İMAMLAR ile irtibata geçmişlerdir. (842) İMAM NAKİY, İMAM HASAN-ÜL ASKERİY ve İMAM MUHAMMED MEHDİ ile birlikte, aynı şehirde yaşamışlar, onlardan feyz almışlardır. Hele bu son 3 İMAM döneminde HALİFELER ile bir sürtüşme söz konusu değildir. Birbirlerinden kız alıp vermişlerdir. İMAM NAKİY'in namazını da HALİFE MUTEMED'in kıldırdığını da unutmayalım.
Yani HİLAFET'in İNANÇ açısından ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesinde bir yeri yoktur... ALİ OĞULLARI ile ÜMEYYE OĞULLARI'nın ve ABBAS OĞULLARI'nın zaman zaman karşı karşıya geldikleri olmuştur ama, bu olay ALİ OĞULLARI'nın kendi içinde de vardır. Hemen sıralamak gerekirse, İMAM MUSA-L KÂZIM'ın öz kardeşi MUHAMMED, ÖZ KARDEŞİ İSMAİL'in oğlu MUHAMMED, İSMAİL'in diğer oğlu ALİ, İMAM HASAN-ÜL ASKERİY'in kardeşi CAFER kendi adlarına İMAMLIK mücadelesine girmişlerdir.
Nasıl ki onların bu mücadelesinin ALEVİLİK-SÜNNİLİK'le alâkası yoksa, HALİFELER'in kötü davranışlarının da politikadan başka bir özelliği yoktur.
23- MEHDİ kelimesi KURTARAN, YARDIM EDEN demektir. ALLAH'ın isimlerinden olan HÂDİ'den gelir. O da DOĞRU YOLU GÖSTEREN demektir. MEHDİ, ALEVİ, BEKTAŞİ ve Şİİ inancında dünyanın son günlerinde tekrar dünyaya inip İNANANLAR'ı kurtaracak kişidir, ve bu son 12. İMAM'dır.Gerçek odur ki, kimseyi kendi gönlündeki MEHDİ'den başkası kurtaramaz!. Kurtarsaydı, 124.000 peygamber insan soyunu kurtarmaya kâfi gelirdi!

Açıkça belirtelim ki, Hz. MUHAMMED'den dünyanın sonu ve MEHDİ hakkında rivayet edilen HADİSLER hep tartışmalıdır. Çünkü aralarına İSRAİLİYAT karışmıştır. Yani İSLAM'ı istemeden kabul eden YAHUDİLER'in bilerek ve dinimizi YAHUDİLİK şekline sokmak amacıyla uydurdukları HADİSLER vardır aralarında. Çünkü YAHUDİLİK'te bir MESİH kavramı vardır. Hz. İSA aslında MESİH idi. Yani dokunmasıyla ölüyü DİRİLTEN idi. Ancak YAHUDİLER onu kabul etmediler, hatta ölümüne sebep oldular.
İSA'nın mezarından kaybolması olayı bu sefer HIRİSTİYANLIK inancına bir SAVIOR-KURTARICI kavramı getirdi. Yani dünyanın sonunda İSA MESİH tekrar inecek, kendi kırallığını kuracak ve kendine inananları kurtaracak diye inanıldı. Hem YAHUDİLİK'teki MESİH, hem de HIRİSTİYANLIK'taki KURTARICI inancı, ROMA topraklarını fetheden MÜSLÜMANLAR'a da bir şekilde geçti. FİLİSTİN, SURİYE, IRAK, ANADOLU'ya yerleşen MÜSLÜMAN ARAPLAR ve TÜRKLER bu inançlardan etkilendiler, MESİH ve KURTARICI onlar arasında SÜNNİLER'de İSA; ALEVİ, BEKTAŞİ ve ŞİİLER'de MEHDİ'ye dönüştü. İRAN'a, hatta ta HORASAN'a kadar İMAM MEHDİ'nin ölmediği, gaybe karıştığı ve kıyametten önce döneceği inancı yayıldı. MEHDİ'de tecelli eden de Hz. ALİ olacaktı. Bir ALEVİ şairimizin "ALİ'm, ne yatarsın, günlerin geldi" dediği, gibi MEHDİ ve ALİ beklenir oldu.
Bizce ALLAH her şeye KAADİR'dir. Elbette ki, istese İSA'yı da, MEHDİ'yi de sonsuza kadar yaşatır. Ama KUR'AN'da çok açık bir şekilde belirttiği ve BEKTAŞİ ileri gelenlerinin de inandığı gibi Hz. İSA ölmüş, sonra HAKK'a yükselmiştir. KUR'AN'da KIYAMET ile ilgili pek çok ayet vardır ama, ne onun, ne de MEHDİ'nin geleceğine dair en ufak bir ima dahi yoktur.
MÜSLÜMANLAR arasındaki hem Hz. İSA'nın, hem de MEHDİ'nin dönüp geleceği beklentisinin hiç bir sağlam dayanağı yoktur. Buna ihtiyaç ta yoktur. İSA'nın yerine MUHAMMED'i gönderen ALLAH; eğer gerekse dünyanın sonu geldiğinde elbette bir başkasını gönderebilir. Sonra niye MUHAMMED dururken İSA'yı göndersin??? Bunların tutarlı bir yanı yoktur. Dediğimiz gibi İSRAİLİYAT VE HIRİSTİYANİYAT'tan ibarettir.
Ama burada eklememiz gereken bir husus var: Bir KURTARICI yok mu? Çıkıp ta bize DOĞRU YOLU GÖSTERECEK yok mu? Elbette var!.. O KURTARICI ve HİDAYETE ERDİRİCİ ancak ve ancak Yüce ALLAH'tır!... Ve zaten herkesin gönlünde gizli durmaktadır. Ne zamanki kişi gerçek İMAN'a erer, TANRI'nın HİDAYET'i kendini gösterir, RUH'unu EBEDİ HAYAT'a DİRİLTİR. Gerçek MEHDİ, her insanın gönlündeki TANRI NURU'dur!.. Ne mutlu o ışığı bulabilene!..
İşte bizim MEHDİ (HİDAYETE ERDİREN) ve MESİH (DİRİLTEN) inancımız budur!
NOTLAR - 2
 24- 10 MUHARREM KERBELÂ FACİASI'nın yıldönümünde ŞİİLER toplu olarak ellerinde kılıçlar, zincirler ile sokaklarda, meydanlarda dövünürler. Son 5-10 yıldır bu âdet İSTANBUL'a yerleşmiş olan ve kendilerini CAFERİ olarak adlandıran grup tarafından da uygulanmaktadır.
Bu dövünme, bazı ALEVİ ve BEKTAŞİ kardeşlerimizin sandığı gibi HÜSEYİN'in acısından dolayı değildir!.. Yazımızda belirttiğimiz gibi, KÛFELİLER'in "HÜSEYİN'i çağırdık, ama sonra yalnız bıraktık, ŞEHİT olmasına sebep olduk" düşüncesiyle bir "pişmanlık" ifadesidir ve SÜLEYMAN BİN SARD'ın ayaklanmadan önce Hz. HÜSEYİN'in mezarında yaptığı gösteriyle, 685 yılında başlamıştır. Ondan sonra da âdet haline gelmiş, KÛFELİ olmayanlar arasında da yayılmıştır. İRAN'da pek aşırıya giderler, ölenler bile olur... Ancak TÜRKLER ile alâkası yoktur.
O daveti yapmamış, HÜSEYİN'i yarı yolda yalnız bırakmamış, hele KUFELİ olmayanın, ARAP olmayanın, hele 1300 sonra İSTANBUL'da yaşıyanın böyle bir DÖVÜNME'ye başvurması için ortada bir sebep yoktur.
Bu dövünmenin ne HÜSEYİN'e, ne de dövünene yararı vardır!.. İSLAM'da DÖVÜNME değil; TÖVBE vardır! Üstelik 12 İMAM'dan hiç biri, hatta diyebiliriz ki, EHL-İ BEYT'ten hiç biri bu döğünmelere katılmamıştır.
25- MUTEZİLE, ayrılanlar anlamındadır. 720'lerde ortaya çıkmış olan bir MEZHEP'tir. Mezhebin ileri gelen isimleri EBU-L HUZEYL, NAZZAM, CAHIZ ve CÜBBAL'dır. MUTEZİLE mezhebi 830'larda güçlendi, ancak 910'larda EŞ'ARİ ve MATURİDİ'nin tenkitlerine cevap veremez hale gelince zayıfladı. BUVEYHİLER (930-1055) zamanında tekrar güçlenir gibi olduysa da, halen YEMEN'de ZEYDİ diye bilinen grubun dışında bir etkisi yoktur. TEVHİD ve ADALET'in dahil olduğu 5 ESAS üzerine kurulmuştur. Ayrılığın temelini de "BÜYÜK GÜNAH işleyen MÜSLÜMAN'ın durumu" üzerine sürdürülen tartışma teşkil eder. HARİCİLER'e göre bu kişi KÂFİR iken, MUTEZİLE mensuplarına göre FÂSIK'tır. HANEFİLER'e göre de ZINDIK olur.
26- RÂFIZİ, reddetmek anlamına gelen kelimeden türemiştir. EBUBEKİR ile ÖMER'in HİLAFET'ini kabul etmeyen kişiye denir. Şİİ mezheplerdendir. İlk defa Hz. HÜSEYİN'in torunu ZEYD ayaklanınca ortaya çıkmıştır. ZEYD'in etrafına toplananlar ona EBUBEKİR ve ÖMER'i sormuşlar, o da: "Onlar hakkında İYİLİK ve HAYIR'dan başka bir şey bilmiyorum," diye cevap vreince onu terketmişlerdir!.. İşte bu terkedenler sonradan RÂFIZİ diye anılmaya başlamıştır.
Görüldüğü gibi ayaklanan ALİ OĞULLARI'nın bile EBUBEKİR ve ÖMER'le bir alıp veremediği yoktu!.. Ama kendini Şİİ, yani ALİ YAKINI sayanlar ise bu konuda aşırıya gidip ALİ OĞULLARI'nı bile terketmişlerdir.
ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜÜÇÜNCÜ KISIM

NOTLAR -3

27- İRAN, Hz. ÖMER zamanında ve 632-642 arasındaki üç büyük savaştan sonra tamamen fethedilmişti. Son SASANİ hükümdarı 3. YEZDİCERD HORASAN'a kaçmış, orada 651 yılında TÜRKLER öldürülmüştür.
Ancak ACEMLER, İRAN DEVLETİ'nin bu ani yıkılışını ve yeni bir dini kolay kabullenememişler, türlü girişimlerle etkilerini arttırmaya çalışmışlardır.
Bunlardan en önemlisi YEZDİCERD'in kızını Hz. HÜSEYİN'e vermeleridir. Muhtemeldir ki, Hz. HÜSEYİN de iki ırk arasındaki yakınlaşmayı kolaylaştırmak amacı ile bu evliliği yapmış, bu muhterem hatundan 4. İMAM ZEYNEL ABİDİN Hazretleri dünyaya gelmiştir.
Ancak ACEMLER'in amacı daha başka idi. Bu olayı daima istismar etmişler, İMAMLAR'a sahip çıkmışlar, İSLAM DEVLETİ'nin en önemli muhalif grubu saydıkları "ALİ SOYU'na, HÜSEYİN'e bağlılık" kisvesi altında ACEM hakimiyetini amaçlıyan bir politika benimsemişlerdir. Bu politika HUMEYNİ'ye kadar uzanır.
HUMEYNİ'nin, hikayesini daha sonra anlatacağımız HASAN SABBAH gibi KUM kentinden çıkmış olması, acaba bir tesadüf müdür?..
28- MEZHEP ve TARİKAT kavramları sık sık karıştırılır. ALEVİ-SÜNNİ meselesi bu kavramlar tam olarak anlaşılmadıkça çözülemez. Bu araştırma da zaman zaman tereddüte düşülmesine rağmen, genelde aşağıdaki anlamlarıyla kullanılmışlardır:
MEZHEP: Kökü HİZİP'tir... BÖLÜK, TARAFTAR anlamına gelir. Ancak HİZİP aynı zamanda BÖLÜNME, FARKLILAŞMA, HASIMLAŞMA demektir. FIRKA, PARTİ kelimeleri de aynı anlamlar taşır.
4 MEZHEP İMAMI'nın hiç biri kendi düşüncelerini bölünme, farklılaşma amacıyla dile getirmemiş, hatta MEZHEP kurma gibi bir faaliyette bulunmamışlardır. Onlar sadece İSLAM'ın KUR'AN ve HADİSLER'e göre en üstün UYGULAMA'sını bulmaya çalışmışlardır. Hiç bir zaman kendi görüşlerini diğerlerine baskın hale getirmek, DEĞİŞMEZ kılmak gibi bir çaba içinde de olmamışlardır. Kaldı ki, İMAM ŞAFİ kendi görüşünü bile değiştirmiş, BAĞDAT'ta kaleme aldığı. dile getirdiği fikirlerinden vazgeçmiş, "hiç kimse bunları rivayet etmesin" diye vasiyette bulunmuştur.
Hal böyle iken, sonradan gelenler, bu farklılıkları keskinleştirmek, dogmalaştırmak, hatta araya aşılmaz engeller koymak gibi anlaşılmaz bir tavır takınmışlardır. Böylece ortaya MEZHEP dediğimiz, KUR'AN âyetlerinin bazı tefsirlerini, PEYGAMBER'in HADİSLER'inden bazılarını diğerlerine tercih ederek, ve kelime anlamı ile alıp toplumun uyması gereken kesin kurallar koyan farklı sistemler çıkmıştır.
MEZHEP budur. Yani ŞERİAT'tır... Yani DİN'in dış görünüşüdür... Gölge mızrak boyu ile ölçülür, zekat dirheme göredir, vs.... Bunlar sonra metreye ve grama çevrilir. Aşırı MEZHEP taraftarı olanlara göre insan HANEFİ ise herşeyi EBU HANİFE tarzı yapmak durumundadır. ŞAFİ ise keza, sadece İMAM ŞAFİ'ye uyar...
TARİKAT: YOLLAR demektir... Doğruya ve HAK'ka oluşan sonsuz yol olduğuna, hepsinin aslında ALLAH'a çıktığına inançtan kaynaklanır. Buna göre KUR'AN ve HADİSLER'in bir ZAHİRİ (dış) bir de BATINİ (iç) mânâsı vardır. BATINİ MÂNÂ daha önemlidir. Kişi eğer ŞERİAT'a neden ulduğunu bilmeden uyuyorsa, bu o kadar makbul değildir, TAKLİT sayılır. Yani maymun gibi, sadece belirli bir hareketi tekrarlamaktan ibarettir. Halbuki TAHKİK'te olan kimse, o hareketi neden yaptığını araştırmış, hakikatini kavramıştır.
TARİKAT ehli kimseyi bir YOL'a girmeye zorlamaz. DİN'de ZOR olmadığı gibi MEZHEP'te de, TARİKAT'te de yoktur. BEKTAŞİ, MEVLEVİ, RUFAİ tarikatlarının birbirinden farklı uygulamaları bu yüzdendir. Kimi saz çalar, kime ney... kimi de vücuduna şiş batırır... Hiç biri diğerine kem gözle bakmaz. Bakıyorsa, TARİKAT EHLİ değildir.
Şu halde TARİKAT, MEZHEP'le verilmeye çalışılan ŞERİAT'ın içyüzü'nü, ÖZ'ünü, HAKİKAT'ini bulmaya yöneliktir.
Bizce başkaları tarafından kullanılan BATINİ MEZHEP, BATINI TARİKAT ifadeleri doğru değildir, galattır. MEZHEB'in BATINİ'si olmaz, TARİKAT'in de ZAHİRİ'si... MEZHEP, şekle ve kurala önem verdiği için daima ZAHİRİ olmak durumundadır. TARİKAT de ÖZ'e, derin mânâya önem vermiyorsa, yani ZAHİR'de kalıyorsa, zaten TARİKAT değildir!.. Gerçek TARİKAT daima BATİNİ'dir. Onun için bazısına BATİNİ demek yanlış olur. TARİKAT, MEZHEB'in, yani ŞERİAT'ın bir üst aşamasıdır.
Ancak şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, bugün toplumumuzda "tarikat" adı verilen MEZHEP'ten bile şekilci, kuralcı olan pek çok uyduruk topluluk vardır. Bunlar ne idiğü belirsiz sahte şeyhlerin etrafına toplanmış saf kişilerden oluşur. Hiç biri MANEVİ bir değer taşımaz. Değil iç mânâya, dış kabuğa bile temas edemeden insanları oyalar dururlar. Bir kısmı ACZİMENDİLER gibi terörist yetiştirirken, bir kısmı ALİ KALKANCI insanları soğup soğana çevirir, kadınları kızları iğfal eder... bir kısmı da mevcut şeyhlerini veya kurucularını putlaştırır. Bu tür "tarikat"ler İSLAM'a yarar değil, zarar verir.
Bizim MEZHEP ve TARİKAT anlayışımıza gelince; biz KUR'AN'ın insanı doğruya, iyiye, temize, helâle ve yüceliğe götürdüğüne inanırız. Bu yüzden elbetteki her âyet, her ifade, hatta her kelime birbirinden derin pek çok mânâ taşır. PEYGAMBERİMİZ bunları sözleri ve hayat tarzı ile açıklamaya çalışmış, ancak her seviyedeki için ayrı bir hitap tarzı kullanmıştır. Yani, ALİ'ye söylediği onun idrakine göre, VELİ'ye söylediği onun anlayışına göre, CAHİL'e gösterdiği de onun kavrayışına göredir.
İMAMLAR, MÜSLÜMANLAR'ı hata yapmaktan korumak için genelde en geniş, en müsamahalı olanı değil de, en tedbirli olan ihtimali seçmeye çalışmışlardır. Diğerini bırakmışlardır ama, dışlamamışlardır. Mesela EBU HANİFE'ye göre bir damla kan abdesti bozar. İMAM ŞAFİ'ye göre kan çizmeyi doldurmadıkça abdesti bozmaz... Çünkü PEYGAMBER, rahat zamanında birincisini, savaş zamanında ikincisini uygulamıştır. Ne EBU HANİFE, ne de ŞAFİ diğer ihtimali dışlamamışken; zamanızın işgüzarları "olur mu öyle şey?" diyerek birinde çakılıp kalmışlardır. Ötekini günah sayan bile vardır.
Biz MUHAMMED'in MEZHEBİ'ndeniz... İMAMLAR'a bir itirazımız yok. Ama o günün icabı hangisiyse, onu uygularız. Kimseyi de ötekini yaptı diye ayıplamayız. MEZHEB'i asla BÖLMEK için, AYIRMAK için kullanmayız. Sadece MÜSLÜMANLAR'ın tereddüte düşmeden nerede nasıl davranacaklarını bilmesi açısından yararlı olduğuna inanırız. MEZHEP'siz İSLAM olmayacağını öne sürenlere de katılmayız. Buna dayanarak, insanlara "Mezhepsiz!" diye hakaret edenlere acırız. Hz. MUHAMMED'in, EBUBEKİR'in, ÖMER'in, OSMAN'ın, ALİ'nin mezhebi neydi?.. Onların MEZHEB'i mi vardı?..
TARİKAT'a gelince; MEVLEVİ olup neyle kendinden geçmiş, BEKTAŞİ olup meyden içmiş, sonunda MELÂMİLİK'te karar kılmışızdır. Yani ŞEKLE önem vermeyiz. Cübbe giymez, sarık sarmazız. Gösteriş için oruç, tutmaz, herkesin içinde kasılarak namaz kılmazız. İBADET'imiz de KABAHAT'imiz de gizlidir. NAMERD zümrüt zebercet verse almayız, fakirin kuru ekmeğini bölüşürüz. Makama, ünvana, paraya, şöhrete boyun eğmeyiz; ama HAK ÂŞIĞI'nın önünde boynumuz kıldan incedir. Sahte şeyhler önümüzde uçsa aldırmayız da, mazlumun iki damla gözyaşı gönlümüzü fetheder. Dünyanın neresinde bir insan feryad etse, bizim ciğerimizi dağlar... Bizim TARİKAT'ımız işte budur.
29- M.S.437 yılında ortaya çıkan MEZDEKİLİK dini İYİ-KÖTÜ gibi zıtlıkların vurgulandığı, İKİLİK kavramının hakim olduğu bir inançtır. Ayrıca insanların eşit bir şekilde yaşamalarını, kadınlar dahil her şeyin ortak kullanılmasını öngörürdü. MEZDEKİLER bir süre sonra İRAN Hükümdarı KUBAD'ı dahi kontrollerine alacak kadar güçlenmişler, fakat daha sonra onun katliamına maruz kalmışlardır. MEZDEKİLİK yanında ZERDÜŞT inançları da İRANLILAR'a sempatik gelirdi. KARMATİLİK bunların ikisinden de etkilenmiştir.
30- Gizli biri tarikat olan KARMATİLİK ile İSMAİLİYE mezhebi bir çok rumuz ve işarete sahipti. ABDULLAH ve KARMAT şeytani zekalarını ile bu teşkilatı mükemmel bir HÜCRE sistemi üzerine kurmuşlardı. BATILILAR bilhassa KARMATİLER'den çok etkilenmişlerdir. Hatta MASONLUK ve MAFYA (ki ikisi birbirine çok benzer) HÜCRE teşkilatının onlardan alındığı söylenir. Keza komünist ve terörist kuruluşlar da aynı HÜCRE sistemine sahiptir. Zaten MAFYA da, MASONLUK da, KOMÜNİST örgütler de bu yüzden başa çıkılamaz hale gelmişlerdir.
31- Bütün bu anlattığımız olaylara rağmen, çok açık olarak ifade etmek isteriz ki; "Bütün ŞİİLER, bütün İSMAİLİLER, bütün FATIMİLER yoldan çıkmıştır, kötüdür" demek istemiyoruz!..

Elbette ki, her toplulukta saflığını koruyan, HAK yolundan ayrılmayan kişiler vardır. Bazen bunlar çoğunluğu teşkil eder.
Bizim kötü olarak nitelendirdiklerimiz baştakilerdir. Onların hilelerini, artniyetlerini dile getirmeye çalışıyoruz.
Bu kişilerin ardından gidenlerin çoğu saf, körükörüne inançlı, ALİ'ye bağlı kişilerdi. HAK'ka hizmet ettiklerini, ALİ'nin hakkını savunduklarını düşünüyorlardı.
Ama baştakiler, yani İBNİ SEBE, MEYMUN, ABDULLAH, ZİKRAVEH, KARMAT, BABEK ve benzerleri, onlar FİTNE'nin kaynağı idi.
Yine de niyetimiz İNANÇLAR'a küfretmek, bir grubu diğerine şikayet etmek değil... Sadece bugünlere yansımış bazı yanlış inanç ve davranışların köküne inmek, sebebini göstermektir amacımız...
32- AFRİKA'da, SAHRA ÇÖLÜ'nde yaşıyan ve TUAREKLER diye bilinen bir kabile vardır. Bunların erkekleri siyah peçe ile dolaşır, yemek yerken bile peçelerini açmazlar... Acaba bunlar ZİKRAVEH'ten etkilenmiş olabilirler mi?
33- ÜBEYDULLAH sadece MEHDİ değil; aynı zamanda EMİR-ÜL MÜMİNİN, yani HALİFE ilan edilmişti!.. Böylece ondan sonra gelen FATIMİ hükümdarlar da kendilerini HALİFE saydılar...Yani BAĞDAT HALİFESİ'nin yanısıra, ENDÜLÜS'e kaçıp orada hüküm süren ENDÜLÜS EMEVİLERİ HALİFESİ'nden sonra şimdi bir de FATIMİ HALİFESİ ortaya çıkmıştı. ENDÜLÜS EMEVİ hükümdarları 3. ABDULLAH'la birlikte HALİFE ünvanını kullanmaya başlamışlardı.
Böylece 912 yılından 1031 yılına kadar İSLAM DÜNYASI'nda ÜÇ ayrı HALİFE hüküm sürmüştür. Bu dönemden daha önce ve daha sonra ise İKİ HALİFE vardı...
Yani HALİFELİK peşinde koşan ALEVİ ve ŞİİLER bilmeli ki, FATIMİLER ile ALİ yanlısı olduğunu söyleyenlerin bir HALİFELİK makamı olmuştur... Ama onlar da bu postu ALİ soyundan birine vermemişlerdir!..
34- Şimdi burada bir tuhaflık yok mu?.. ÜMEYYE OĞULLARI'nın asırlardır güçlü olduğu, MUAVİYE'yi HALİFE yapacak kadar kudret kazandığı, 12 İMAM'a, yani ŞİA'ya karşı HİLAFET'in savunulduğu ŞAM'da; şimdi İSMAİLİLER, yani ŞİİLER, yani aslında EMEVİ zihniyetine karşı olduğu bilinen kişiler hakim idi.
İşte biz bunu ŞEHİRLER arası mücadeleye bağlıyoruz. Tıpkı MEDİNE'nin Hz. MUHAMMED'e ve MÜSLÜMANLAR'a kolay destek vermesinin MEKKE'nin güçlü olmasına duyulan TEPKİ'den kaynaklanması gibi... Pek çok DİN ALİMİ ve TARİHÇİ bu nokta üzerinde durmaz... Ama şurası bir gerçektir ki, MEDİNELİLER'in, yani ENSAR kabilelerinin kolay MÜSLÜMAN olmasında, İNANÇ'ın yanısıra MEKKE gibi güçlü olma arzusu da vardı... MEKKE kabilelerinin ise son ana kadar direnmelerinin sebebi ellerindeki gücün İSLAMİYET'le birlikte MEDİNE'ye kayma endişesi idi... Nitekim MEKKE'nin fethinden sonra, en çok direnen EBU SÜFYAN ailesi bile MÜSLÜMAN olmuştur.
Başa dönersek, ABBASİLER'le birlikte HİLAFET merkezinin BAĞDAT'a nakledilmesi ve bu suretle önemini kaybetmesi, ŞAM'ı MUHALEFET saflarına itmişti... SÜNNİ sayılan BAĞDAT HALİFESİ'nin karşısına yine SÜNNİ-EMEVİ yanlıları bu sefer Şİİ İSMAİLİLER'i destekliyerek çıkmışlardı.
Yani mesele ALEVİ-SÜNNİ meselesi değil; AİLE ve HEMŞEHRİLİK davasıdır!
35- BATILILAR, HASAN SABBAH'tan çok etkilenmişlerdir. Onun fedailerinin AFYON kullandıkları için HAŞHAŞİN denmesi, SUİKASTÇİ kelimesinin BATI dillerine ASSASSIN olarak geçmesine sebep olmuştur!.. SUİKAST ise ASSASSINATION'dır.
Öte yandan bugün dahi pek çok TERÖR ÖRGÜTÜ'nün SUİKAST, TERÖR ve UYUŞTURUCU ticaretini biri arada yürütmesi, PKK militanlarına "eylem" öncesi uyuşturucu verilmesi hep HASAN SABBAH'tan mirastır.
Hemen belirtelim ki, MAFYA, ÇETE, UYUŞTURUCU, KADIN TİCARETİ gibi toplumu derinden yaralıyan suçlar, bunları esas tezgahlıyanların SERVETLER'ine EL KOYMA'dan önlenemez!.. Çünkü polis zavallı piyonları yakalar, hapse atar, ama esas patronlar onları hapiste besleyerek yeni piyonlar bulmakta zorlanmazlar.
Asıl patron yakalansa da, bir işe yaramaz... Hapishaneyi küçük bir saraya çevirerek, müdüre savcıya kadar rüşvet dağıtarak beyler gibi yaşar... hatta geceleri çıkıp alemlere katılır!.. Geçenlerde bir MAFYA patronunun hapishanedeki bütün koğuşlara televizyon aldığı, 100 koyun kestirip mahkumlara ziyafet çektiği gazetelerde yazıldı, televizyonda gösterildi. (1998)
Bunları yeryüzünden silmek lâzımdır. Adlarını, vücutlarını, ve servetlerini ortadan kaldırmadan sorun bitmez!
İşte SELÇUKLULAR, HÜLAGU, AFŞİN, SELAHADDİN, HALDUN ve OSMANLILAR., hatta ATATÜRK eşkiya ile böyle mücadele ederek masum halkın huzurunu sağlamışlardır!
36- Aslında bu konuda en büyük vebal, SELÇUKLU BEYİ RIDVAN'ındır... HAŞHAŞÎLER'in SURİYE'ye yerleşmesine izin vermiştir!.. Onlar da son derece muhkem ve stratejik olan MASYAF kalesini ele geçirmişler, DEVLET'in ve MİLLET'in başına belâ olmuşlardır.
RIDVAN'ın böyle davranmasının bizce iki sebebi olabilir: Ya kendisi de gizli HAŞHAŞÎ idi... Yahut ta onlardan biri menfaat beklentisi içinde idi.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...