Tur Dağı’ndaki İlk Tecelli
Aradan on yıl geçmiş, Musa Aleyhisselâm hizmetini tamamlamıştı. Memleketini ve yakınlarını özlemiş, gizlice onları ziyarete karar vermişti. Âilesini ve kayınpederinin kendilerine vermiş olduğu koyunları alarak Mısır’a doğru yola çıktı.
Âyet-i kerime’de:
“Musa süreyi doldurunca âilesiyle birlikte yola çıktı.” buyuruluyor. (Kasas: 29)
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine sığınarak günlerce yol aldılar. Bir gece vaktiydi, yollarını kaybetmişler, nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gecenin zifiri karanlığı üzerlerine çökmüştü. Hava da çok soğuktu, üşümeye başladılar. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu.
Gittikleri yol, kendilerini Tur Dağı’nın sağına düşen batı tarafına kadar götürmüştü. Bu sırada Musa Aleyhisselâm Tuvâ vâdisinde, yerle gök arasında yükselen bir ateş yalını gördü.
“Siz burada durun. Ben bir ateş gördüm. Oradan size bir kor getiririm veya ateşin yaninda bir yol gösteren bulurum.” diyerek yürüdü. (Tâhâ: 10) (Bakınız. Kasas: 29)
Oraya geldiğinde vâdinin sağ yanındaki bir ağaç cihetinden:
“Ey Musa! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” hitabına mazhar oldu. (Kasas: 30)
Bir Âyet-i kerime’de de:
“Ona Tur’un sağ yanından seslenmiş ve hususi bir konuşmada bulunmak için onu yaklaştırmıştık.” buyuruluyor. (Meryem: 52)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a her tarafını ateş ihata etmiş bir ağaç şeklinde ve kelâm sıfatı ile tecelli etmiştir. Ateş şeklinde görünen aslında nûr-u ilâhî idi. Ateş olarak görünmesi onun isteğine göre olmuştur. Çünkü o anda onun ateşe ihtiyacı vardı.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ben senin Rabbinim. Ayağındakileri çıkar. Zira sen mukaddes vadide, Tuvâ’dasın. Ben seni seçtim. Vahyolunanı dinle. Şüphesiz ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl. Kıyamet muhakkak gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tutuyorum. Ona inanmayan ve kendi nefis arzusuna uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.” (Tâhâ: 12-16)
İlâhi hitap devamla:
“O sağ elindeki nedir ey Musa?” buyurdu. (Tâhâ: 17)
Musa Aleyhisselâm:
“O benim âsâmdır. Ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim ve daha birçok işlerde faydalanırım.” diye cevap verdi. (Tâhâ: 18)
O anda Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ın hatırına hayaline gelmeyen bir mucizeyi gerçekleştirdi:
“Bırak onu ey Musa!” buyurdu. (Tâhâ: 19)
O da bıraktı. Bir de ne görsün! Âsâ bir anda uzun bir yılan olmuş, sürünmeye kıvranmaya başlamıştı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa âsânın yılan gibi deprenip hareketler yaptığını görünce dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.” (Kasas: 31)
Allah-u Teâlâ:
“Yâ Musa! Korkma! Çünkü benim huzurumda peygamberler korkmazlar.” (Neml: 10)
“Tut onu, korkma! Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.” buyurdu. (Tâhâ: 21)
Eline aldığında tekrar âsâ haline geldi.
“Elini koynuna sok, diğer bir mucize olarak kusursuz bembeyaz çıksın. Bununla sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstermiş olalım.” (Tâhâ: 22-23)
Musa Aleyhisselâm emri yerine getirdiğinde elinin bembeyaz olduğunu, karanlıkta parlamaya başladığını gördü. Korku ile ellerini uzattı. Allah-u Teâlâ ona cesaret vermek için:
“Elini kendine çek, korkun kalmasın.” buyurdu. (Kasas: 32)
Artık meseleyi kavrayan Musa Aleyhisselâm arka arkaya tecelli eden âsâ ve yed-i beyzâ mucizeleriyle ünsiyet peyda edince kendisine:
“Bu iki mucize, Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar fâsıklar gürûhudur.” buyuruldu. (Kasas: 32)
Musa Aleyhisselâm alacağını almış, göreceğini görmüştü.
“Firavun’a git, doğrusu o azmıştır.” (Tâhâ: 24)
Emrini alınca dedi ki:
“Rabbim! Ben onlardan bir kişi öldürmüştüm. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Beni destekleyen bir yardımcı olarak onu da benimle beraber gönder. Çünkü beni yalanlamalarından endişe duyuyorum.” (Kasas: 33-34)
Musa Aleyhisselâm Firavun’un sarayında büyüdüğü için onun ne kadar zâlim, ne kadar azgın olduğunu biliyordu. İsrâiloğullarına yaptığı işkenceleri gözleri ile görmüştü.
Allah-u Teâlâ onun bu arzusunu kabul buyurduğunu bildirdi.
“Ey Musa! İstediğin sana verilmiştir.” (Tâhâ: 36)
“Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, onlar size aslâ erişemeyecekler. Âyetlerimizle, siz de size uyanlar da üstün geleceksiniz.” (Kasas: 35)
Harun Aleyhisselâm çok fasih konuşurdu. Çok sakindi. Musa Aleyhisselâm ise çok heyecanlı, sert mizaçlı bir zâttı. Rivayete göre de dilinde biraz tutukluk vardı. Daha işin başlangıcında Rabbine tazarru ve niyazda bulundu.
Şu duâsı ne kadar arza şâyandır:
“Rabbim! Göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.” (Tâhâ: 25-28)
İsrâiloğulları vaktiyle Musa Aleyhisselâm vasıtasıyla birçok mucizeler görmüş oldukları halde yine bâtıl yollara sapmaktan geri durmamışlardır.
Mucizeler
Musa Aleyhisselâm yeri ve zamanı geldikçe onları uyarmış, Allah-u Azimüşan’ın buyruğuna dönmedikleri takdirde kendilerini büyük bir azabın beklediğini önceden haber vermişti. Fakat onlar sapıklıklarında devam ettiler. Âkıbetlerini kendi elleriyle hazırlıyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Firavun hanedanını düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklığa, mahsül kıtlığına uğrattık.
Onlara bir iyilik geldiği zaman ‘Bu bizim hakkımızdır.’ derlerdi. Bir kötülük dokununca, Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah katındandır, fakat çoğu bunu bilmezler.
Firavun hanedanı ‘Bizi sihirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana iman etmeyeceğiz.’ dediler.
Bunun üzerine biz de birbirinden ayrı mucizeler olarak başlarına sel baskını, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de kibirlerine yediremediler. Onlar öyle günahkârlar gürûhu idiler.” (A’raf: 130-133)
“Andolsun ki, Musa’ya dokuz tane apaçık mucize verdik.” (İsrâ: 101)
Musa Aleyhisselâm İsrâiloğulları’nı kendisi ile birlikte salıvermesini Firavun’dan istediği zaman, kabul etmedi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara tufan gönderdi. Aralıksız yağan yağmurlar sel felaketi haline geldi.
Üzerlerine azap çökünce:
“Ey Musa! Sana verdiği söz yüzü suyu hürmetine, bizim için Rabbine duâ et. Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, andolsun ki sana kesinlikle inanacağız ve İsrâiloğullarını seninle beraber göndereceğiz.” dediler. (A’raf: 134)
Musa Aleyhisselâm dua etti, fakat yine inanmadılar, İsrâiloğullarını da salmadılar.
Bunun üzerine o sene tarlalarında bol miktarda ekin yetişti. Önce çok sevindiler. Cenâb-ı Hakk da ekinlere çekirge musallat etti. Milyarlarca çekirge karabulut gibi gelerek ekinlerin başına üşüştü.
Ekinlerin hiç kalmayacağını anlayınca Musa Aleyhisselâm’a koştular ve Rabbine duâ edip de bu belâyı başlarından defetmesini istediler. Musa Aleyhisselâm duâ etti ve çekirgeler yok oldu. Amma onlar yine inanmadılar.
Ekinleri harman edip evlere yığdılar. “Bunları biz kazandık, bunlara bir şey olmaz.” dediler. Allah-u Teâlâ onlara haşerat musallat etti. Nerede ise o kadar ekini yiyip bitireceklerdi.
Yine geldiler, “Yâ Musa!” dediler “Rabbine bizim için dua et, bu haşeratı kaldırsın, sana iman edelim ve İsrâiloğullarını seninle beraber gönderelim.”
Musa Aleyhisselâm duâ etti, Allah-u Teâlâ onu da kaldırdı, yine inanmadılar.
Artık felâketlerin biri geliyor, biri gidiyordu.
Bir gün Musa Aleyhisselâm Firavun’un yanında otururken, etraftan kurbağa sesleri gelmeye başladı. Firavun’a “Sen ve kavmin bundan ne anlıyorsunuz?” diye sordu. O da “Mühim bir şey değil, ne olabilir ki?” dedi. Akşam olunca kurbağalar o kadar çoğaldı ki, yer-gök kurbağa olmuştu. Musa Aleyhisselâm’a daha önce söyledikleri gibi söylediler. Rabbine duâ etti, bu da kaldırıldı. Fakat söylediklerinden hiçbirisini yine tutmadılar. Cürüm ve cinayetlerden biraz olsun vazgeçmediler.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ bir belâ olarak üzerlerine kan gönderdi. Bir kuyudan, bir nehirden, bir kapdan su alıyorlardı, o su taze kana dönüşüyordu. Firavun’a dert yandılar, içecek su bulamadıklarını söylediler. Firavun “O sizi büyülemiştir.” dedi. Onlar “Nereden büyüleyecek bizi. Kaplarımıza ne kadar su koymuşsak, onları taze kan olarak bulduk.” diye cevap verdiler. Takatları kalmayıp iyice sıkışınca da Musa Aleyhisselâm’a koştular ve önce söyledikleri gibi söylediler. O da Rabbine duâ etti, Allah-u Teâlâ üzerlerinden bu musibeti kaldırdı. Amma onlar yine iman etmediler.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca; bir de bakarsın, hemen sözlerinden cayıyorlardı.” buyuruluyor. (A’raf: 135)
Sefahat içinde olduklarından ne öğüt, ne tebliğ, ne musibet, hiçbiri kendilerine tesir etmiyordu.
Firavun’un Helâkı
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrâiloğullarını göndermemekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
“Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz.” (Duhan: 23)
Bu ilâhi emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi.
“Doğurusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Biz ise tedbirli kimseleriz.” dedi ve hemen şehirlerden ordu toplayacak adamlar gönderdi. (Şuarâ: 54-56)
Muhteşem bir ordu topladı. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İzlerini takip ederek Mısır’dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Âsânı denize vur!...” (Şuarâ: 63)
O da âsâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Firavun ve ordusu, akıllara durgunluk veren bu sahne karşısında şaşırıp kaldılar. Arkalarından onlar da yürüdüler.
İsrâiloğulları karşı sahile çıkıp kurtulduklarında, onlar iki taraflı suların arasına tamamen girmiş bulunuyorlardı.
İşte o anda:
“Allah da onu dünya ve ahiret azabı ile yakalayıverdi.” (Nâziat: 25)
Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak, korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrâiloğulları’nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular. Onlardan hiç kimse kurtulamadı.
Böylece zâlimlerin korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
Kızıldeniz’i karşıya geçen İsrâiloğulları başlarında Musa Aleyhisselâm olduğu halde Kenan diyarına dogru yola çıktılar.
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm’a tâbi olmuşlar ise de, Mısır’da iken putlara ve suretlere gözleri alışıktı. Daha henüz zihinlerine Tevhid yerleşmemişti.
“Gönülden putlara tapan bir topluluğa rastladılar. ‘Ey Musa! dediler, onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!’ O da dedi ki ‘Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Onların taptıkları putlar bâtıl, bütün yaptıkları yok olmaya mahkûmdur. Allah sizi âlemlere üstün kılmış iken, ben size Allah’tan başka ilâh mi arayayım?” (A’raf: 138-140)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bütün bunlarda, Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.” (A’raf: 141)
Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarını ataları İsrâil’den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes’te iskân edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin’in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlika’lıların işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes’e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz.” demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrâiloğulları, kendilerine vâdedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
“Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz aslâ girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
“Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz aslâ oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada otururuz.” (Mâide: 24)
Musa Aleyhisselâm’ın yakınlarından iki kişi, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri halde, onlar girmemek için direndiler. Bütün ısrarlara rağmen yüz çevirdiler ve peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptılar.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamberi olduğumu biliyorsunuz!’ demişti.” (Saf: 5)
Artık nasıl olur da emirlerime muhalefet edebilirsiniz?
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
“Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum. Artık bizimle, yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır.” (Mâide: 25)
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
“Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fâsık millet için tasalanma, üzülme.” (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes’in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhi’yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü’ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-i mukaddes’i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.
Tih Sahrası
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm’a tâbi olmuşlar ise de, Mısır’da iken putlara ve suretlere gözleri alışıktı. Daha henüz zihinlerine Tevhid yerleşmemişti.
“Gönülden putlara tapan bir topluluğa rastladılar. ‘Ey Musa! dediler, onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh yap!’ O da dedi ki ‘Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. Onların taptıkları putlar bâtıl, bütün yaptıkları yok olmaya mahkûmdur. Allah sizi âlemlere üstün kılmış iken, ben size Allah’tan başka ilâh mi arayayım?” (A’raf: 138-140)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın o zamanı ki biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size işkencenin en kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bütün bunlarda, Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.” (A’raf: 141)
Allah-u Teâlâ İsrâiloğullarını ataları İsrâil’den kendilerine miras olarak kalan Arz-ı mukaddes’te iskân edeceğini vadetmişti. Fakat şimdiki Filistin’in bulunduğu bu yerler, o vakit Amâlika’lıların işgali altında idi. Onları oradan çıkarmak için savaşmakla emrolunmuşlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Ey kavmim! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. İçinizden peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size takdir ettiği Arz-ı mukaddes’e girin, ardınıza dönmeyin. Yoksa zarara uğrar, kaybedersiniz.” demişti. (Mâide: 20-21)
Ne yazık ki İsrâiloğulları, kendilerine vâdedilen yere girmekten kaçındılar ve şöyle söylediler:
“Ey Musa! Orada çok zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz aslâ girmeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” (Mâide: 22)
Akabinde şunları da söylediler:
“Ey Musa! Onlar orada oldukça, biz aslâ oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada otururuz.” (Mâide: 24)
Musa Aleyhisselâm’ın yakınlarından iki kişi, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri halde, onlar girmemek için direndiler. Bütün ısrarlara rağmen yüz çevirdiler ve peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptılar.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamberi olduğumu biliyorsunuz!’ demişti.” (Saf: 5)
Artık nasıl olur da emirlerime muhalefet edebilirsiniz?
Musa Aleyhisselâm da onlara gücenerek bedduâ etti:
“Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum. Artık bizimle, yoldan çıkmış bu milletin arasını ayır.” (Mâide: 25)
Cenâb-ı Hakk sevgili peygamberine şöyle buyurdu:
“Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış fâsık millet için tasalanma, üzülme.” (Mâide: 26)
Böylece Arz-ı mukaddes’in kapısına kadar geldikleri halde, bu emr-i ilâhi’yi yerine getirmedikleri için Tih Çölü’ne düştüler. Yuşâ peygamberin kumandası altında yeni neslin Arz-i mukaddes’i fethederek oraya girmesine kadar zillete düçar oldular.