6. bölüm
VELİLER VE VELÂYET
Veliler ve Velâyet:
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. “Evliyâullah” Allah-u Teâlâ’ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ’nın kulunu, kulun Mevlâ’sını dost edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk’ta fâni olup O’nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah müminlerin dostudur.” (Âl-i imran: 68)
Allah-u Teâlâ’nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah’ı hatırlar.” (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerif’e göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ’yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu alâmetleri dikkati çeker.
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)
Âyet-i kerime’si bu hususa işaret eder.
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ’ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif’in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum.” (Râmuz el-Ehâdis)
Yüzyirmidörtbin peygambere mukabil her asırda yüzyirmidörtbin veli bulunur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.” buyuruyor. (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.
“Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yunus: 63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
“Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır.” (Yunus: 64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ’nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ’nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O’nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhî’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizi: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabblerine bakarlar.” (Kıyâmet: 22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
“Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur.” (Yunus: 64)
O’nun verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Elbette ki ilâhî vaad tamamen gerçekleşecektir.
“Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 64)
Evliyâullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ’nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Velâyet; “Bâtınî” ve “Zâhirî” olmak üzere ikiye ayrılır.
Bâtınî velâyet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin velâyetidir. Zâhirî velâyet ise beşeriyetin mazhariyetine göredir. Bir kısmı umumî olup, buna “Velâyet-i amme” adı verilir. Bütün enbiyânın, evliyânın ve tevhid ehlinin velâyetidir. Hususi olana ise “Velâyet-i hassa” denir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize ve onda fâni olan kutuplara mahsustur.
Bir velâyet hangi mertebede vâki oluyorsa, o mertebeye göre isim alır. O mertebe ve makamlardan süzülen bir veli ise o nisbette Hakk’a tekarrüb eder.
HADİS-İ ŞERİF’LER
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın veli kullarını Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan eder:
“Cenab-ı Hakk’ın koruması ile belâ ve musibet, ibadete düşkün olan Mü’min-i kâmilin kalbini zikir ve fikirden men eyleyemez.” (C.Sağir)
“Mahlûkattan hiçbir şeye lânet etmemek, velilik makamında bulunan ‘Ebdal’ların alâmetidir.” (Münâvi)
“En hayırlılarınız size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve davranışları sizi ahirete teşvik edendir.” (C.Sağîr: 3995)
“Cenab-ı Allah dünyaya: ‘Bana hizmet edenlere hizmet et!’ diye ferman buyurur.” (Münâvi)
HADİS-İ KUDSÎ
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim bir veli kulumu korkutursa, bana harp için meydan okumuş gibi olur. Mümin kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz. Mümin kulum nafile ibadetlere devam eder ve nihayet ben onu severim. Kimi de seversem onun için kulak, göz ve (ona güç veren) arka olurum. Benden bir şey isterse ona verir, bana dua ederse, ona icâbet ederim. Yaptığım hiçbir işte, mümin kulumun ruhunu almak hususunda tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük etmekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.
Mümin kullarımdan bir kısmı bazı ibadetlere zevkle dalar, fakat ben onu ondan alıkorum ki kalbine kendini beğenme hali girip de onu ifsad etmesin.
Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık versem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalblerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım.” (Kenzü’l-ummâl)
EVLİYÂULLAH SEVGİSİ
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk’ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.” (En’am: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver.” (Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime’yi:
“Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver.” şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin:
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle.” (Tirmizi)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk’ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz’i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur.” buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm’ın bir peygamber olduğu halde:
“Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah’a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah’a yakın olan feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ’ya sığınmak da çok mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah’ı affedici ve merhametli bulurlardı.” (Nisâ: 64)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var?
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyurur:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2042)
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.
Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.
Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
VELİLERİN DERECELERİ
Muayyen Toplantılar:
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği veli kullarından vazifeli olanlar muayyen zamanda toplantılar yaparlar. Bu toplantıların ekserisi Mekke-i Mükerreme’de ve Ravza-i Mutahhara’da olduğu gibi; emrolunduğu çeşitli yerlerde, hatta hiç akla gelmeyecek yerlerde de yapılır.
Onlar bu toplantılara emirle iştirak ederler ve çıkacak hükmü, verilecek emri beklerler.
O hüküm Allah-u Teâlâ’dan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden de zamanın kutbuna, nâibine gelir.
Bu toplantılara Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iştirak ettiği zaman kutbun hükmü yoktur, orada Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmü vardır, o emir verir. Daha sonra nâib tebliğatı yapar ve emrin icrasına geçilir. Hükme göre hareket ederler, hiç kimse emirsiz kendi başına hareket edemez.
Onlar hizmetçidir, verilen emre bakarlar. Ve yalnız emredileni yapmaya sahib-i salâhiyettirler. Ve fakat umumi salâhiyet olmadan hususi salâhiyetin hiç hükmü yoktur. Şu kadar var ki kendilerine verilen salâhiyet dahilinde müzakere yaparlar. Kendi aralarındaki mevzularda görüşürler, konuşurlar. Ancak emir olan bir hüküm üzerinde istişare yapılmaz.
O emir Allah-u Teâlâ’nın hükmünü taşıdığı için bu hükümlere itiraz olmaz. En küçük bir müdahaleye salâhiyetleri yoktur. Veyahut değiştirilmesi için kalbinden dahi zerre bir arzu geçse nâkıstır.
Niçin? Hizmetçi olduğu için. Onlar Allah-u Teâlâ’nın ve Resul’ünün -sallallahu aleyhi ve sellem-in hizmetçileridir. Yalnız emre bakar ve emredileni yapar.
Allah-u Teâlâ nasıl murad ederse öyle tecelli eder. Değil bir kul; bir peygamber dahi ilâhî hükme karışamaz. Mülk O’nundur, dilediğine verir. Mahlûkun hükmü yoktur, dilediği şekilde tecelli eder.
Bu toplantılara katılanların durumunu size şöyle arzedelim:
Allah-u Teâlâ dilerse şahsı o mecliste bulundurur, dilerse rûhâniyetini bulundurur, hangisi emrolunmuşsa... Yani o anda kişi otururken, rûhâniyeti toplantıya iştirak eder veya kişinin bizzat kendisi iştirak ederken, rûhâniyeti bedel olarak burada bulunur. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği gibi hareket ettirir, mahlûkun hükmü yoktur.
MEVKİ VE MERTEBELER
Yüzyirmidörtbin peygambere mukabil her asırda yüzyirmidörtbin veli bulunur.
Bu veliler dört kısımdır:
1- Kendisinin veli olduğunu bilir, halk da bilir.
2- Kendisi bilir, halk bilmez.
3- Halk bilir, kendisi bilmez.
4- Kendisi de bilmez, halk da bilmez.
Niçin kendisi bilmez? Çünkü o onu kendisine yakıştırmaz da onun için. Allah-u Teâlâ onu perdelemiş ve saklamıştır.
Bu velilerin hepsi vazifeli değildir, vazifeli olanların sayısı azdır.
Bunların en hayırlısı beşyüzdür. Bu beşyüzün içinden kırk kişi süzülür. Kırk kişinin içinden yedi kişi süzülür. Yedi kişinin içinden beş kişi süzülür. Beş kişinin içinden üç kişi süzülür. Üç kişinin içinden de bir kişi süzülür.
O bir kişi ahirete intikal ettiği zaman onun yerine üçten birisi seçilir ve böylece her boşalan yere bir sonraki mertebeden takviye edilir. Ve nihayet en son olarak vefat eden bir velinin yerine de avamdan bir kimse geçirilir ve bu yüzyirmidörtbin veli her zaman için mevcuttur. Artar eksilmezler.
Bunlar vazifelerine göre; “Kutup”, “Nücebâ”, “Ebdâl”, “Evtâd”, “İmâmeyn”, “Gavs”, “Ümena”, “Nükebâ”, “Meczûb”... gibi isimler alırlar.
Onların hayatları sırdır, Allah bilir, her yerde emniyettedirler.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez.”
İsmi cismi bilinir, bilinmeyen rûhâniyeti ve nurâniyetidir.
“Seni hakiki mârifetinle lâyık bir mârifetle tanıyamadık ey Ma’ruf!”
O öyle bir Allah’tır ki, yalnız O kendi kendini bilir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.” (Ahzab: 23)
Bunlar Allah’a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü Hakk’tan bekleyenlerdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: “Ne kadar sâdık!” denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik’ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: “Bu benim sâdık kulumdur.” der, onun her işini halleder.
“Sâlihlerin işlerini O görür.” (A’raf: 196)
Âyet-i kerime’si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hârise -radiyallahu anh- Hazretlerine: “Senin imanının hakikatı nedir?” diye sorduğunda:“Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim, nefsimi dünyadan çektim.” diye cevap vermişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan sonra ona:
“Ârif oldun, bildin, devam et.” buyurdular.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Herşeyin bir madeni vardır. Takvânın madeni de âriflerin kalpleridir.” (C. Sağîr: 7320)
Âlimin veliye ihtiyacı çoktur, velinin ise âlime ihtiyacı yoktur.
Nitekim Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledûn ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı ve ayrıldı.
Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Veliyi terbiye eden de bizzat Allah-u Teâlâ’dır ve Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbidir. Herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. O’nun akıtması, O’nun bildirmesi, O’nun göstermesi ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah dilediğini yardımı ile destekler.” (Âl-i İmran: I3)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurabilir.
EVLİYÂULLAH’IN DERECELERİ Evliyâullah çeşitli isim ve meslekte tanınırlar. Bazı ulemâ bunları derecelerine göre tarif etmişlerdir:
Allah-u Teâlâ’nın mahlûkatı içinde bir kişisi vardır, kalbi İsrafil Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde üç kişisi vardır, kalpleri Mikâil Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde beş kişisi vardır, kalpleri Cebrâil Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde yedi kişisi vardır, kalpleri İbrahim Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Allah’ın mahlûkatı içinde kırk kişisi vardır, kalpleri Musa Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Allah-u Teâlâ’nın mahlûkatı içinde üçyüz kişisi vardır, kalpleri Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Nihayet Allah-u Teâlâ’nın beşyüz veli kulu vardır.
O bir öldüğü zaman üçten birini geçirir.
Üçten öldüğü zaman beşten yerine geçirir.
Beşten öldüğü zaman yediden yerine geçirir.
Yediden öldüğü zaman kırktan yerine geçirir.
Kırktan öldüğü zaman üçyüzden yerine geçirir.
Üçyüzden öldüğü zaman beşyüzden yerine geçirir.
Beşyüzden öldüğü zaman Allah-u Teâlâ dilediğini geçirir.
Her asırda yüzyirmidörtbin mevcut vardır.
Her türlü belâyı Allah-u Teâlâ onlar sebebiyle defeder.
Ebdâl dört şeyle ebdâldır; az konuşmak, az yemek, az uyumak, insanlardan ayrı kalmak.
Onlara ebdâl denmesinin sebebi, kayboldukları zaman yerlerine rûhanî bir sûret, bedel olarak bırakıldığı içindir.
Her Bir Veli Sınıfının Özelliği:
Kutub: Bütün kemâliyeti şahsında toplamış, Gavsul-âzâm bir zattır. Her devirde bir tanedir.
Nücebâ: Hakk’tan gayrısına bakmayan, yaratıkların yüklerini taşıyıp sıkıntılarını gidermeye çalışan, ibadet ve tâata düşkün, cömert, sabırlı, hayâ sahibi, her şeylerini Hakk’a vermekten zevk duyan zatlardır.
Ebdâl: Kuruntu ve hayalden uzak, itidal ve istikamet üzere olan, az uyuyup erkenden ibadet için kalkan, kemâl ve fazilet ehli zatlardır.
Evtâd: Doğu, batı, kuzey, güney olmak üzere dünyanın dört köşesinde bulunan; ilâhi emirlere sıkı sıkıya bağlı, geceleri uyumayıp ibadetle geçiren zatlardır.
İmâmeyn: Kutbun sağında ve solunda olmak üzere iki kişi olan, haramın büyüğünden ve küçüğünden son derece sakınan; zühd ve takvâ, ihlâs ve hayâ sahibi zâtlardır.
Gavs: Kutb’u âzâmdır, mübarek bir kimsedir. Duâsı reddolunmayıp kabul olunan, mühim ve esrârlı işleri halleden ulu bir kişidir.
Ümenâ: İçlerindeki hayırları açıklamayan, şerleri de saklamayan, dünyayı ve dünyalığı sevmeyen zâtlardır.
Nükebâ: Nefislerinin derinliklerindekini açığa çıkaran büyük sır sahipleri olup, o sırları açığa vurmayan zâtlardır.
Meczûb: Allah katındaki yeri, memedeki bir sabinin Allah katındaki yeri gibi olan, iradeleri üzerlerinde olmayıp tamamen Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretinde bulunan, dostluk makamına sahip zâtlardır.
Sabikûn = Öncüler:
Allah-u Teâlâ veli kullarını dünyada nur direği olarak yaratmıştır. Onlar kaybolduğu zaman kıyamet kopar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yeryüzünü döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik.” buyuruyor. (Kaf: 7)
Yüksek dağlarla yeryüzünü tuttuğu gibi, veli kulları ile de yarattıklarını tutmaktadır. Allah-u Teâlâ birçok iyilikleri onlarla vermekte, belâ ve musibetleri bunların hatırına defetmektedir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdir-ül Usül)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer. Ehl-i arza vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Onlar ise bu nimetlere hiç iltifat etmezler.
Meselâ bir gelinle güvey düşünün. Üzerlerine para, şeker gibi şeyler serpildiği halde dönüp bakmazlar. Çünkü onların maksutları onlar değil. Onları çocuk olanlar kapışır. Hakk ehli de böyledir. Üzerlerine serpilen sayısız dünya nimetlerine dönüp bakmazlar. Ne kadar serpilirse serpilsin, gönülleri onlara akmaz. Çünkü gayeleri Serpen’dir, serpilen değil. Onlara serpilen nimetlerden başkaları istifade eder.
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Veliler Allah-u Teâlâ’nın gelinleridir.” buyurmuşlardır. Gerçekten de öyledir. Çünkü o sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.
Bu durum dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
•
Bu zatlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumi meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ’nın izni ve emri ile olur.
Farz-ı muhal ki kumandan harbeder ve harbi kazanır. Halbuki onun harbi kazanmasına vesile olan seccâdededir. Harbi o kazanmıştır, onun yüzü suyu hürmetine olmuştur. Onu kimse görmez ve bilmez, kumandanı görür. Onun da hükmü yoktur, onda tecelli edende hüküm vardır.
Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretlerine İstanbul’un mânevi fâtihi denilmesi bu sebepledir. Allah-u Teâlâ onu çok sevdiği için ona vermiştir. O da başkasına vermiştir. Ona vermeseydi onda hiç hüküm yoktu. Bu böyle oluyor. Bunu böyle bilin. Bu üç nokta kavranırsa çok şeyler çözülmüş olur.
Âdetullah böyledir. Allah-u Teâlâ böyle tecelli ediyor, kâinatı da böyle idare ediyor. Bütün kâinat kukla mesabesindedir.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
Hâtem-i Veli:
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ’nın, kalplerine nuru akıtıp hakikatı bildirdiği, Zât-i akdes’ini duyurduğu ve hakikatı bildirmek için gönderdiği kullardır.
Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet’ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir.” (Müslim)
Ümmet-i Muhammed’in yetmişüç fırkaya ayrılacağını, bir fırkanın kurtulacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Yani o vazifedarlar o bir fırkadan çıkacak, başka fırkalardan çıkmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş vazifedarlardır.
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm’ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli’yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtem-i evliyâ, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye’yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil Türkiye’ye, bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyat-ı ilâhiye Allah-u Teâlâ’nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 81. Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geleceğini haber vermişti. İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine dair onlardan söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i velinin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli’nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahla bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.
Nitekim Hâtem-i veli’nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda “Hatm’ül-evliya” isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de alâmetleri ile beraber Hazret-i Mehdi’nin geleceğini bildirmiş, onun hakkında birçok Hadis-i şerif’ler beyan etmiştir.
Nitekim Naim bin Hammad’ın Ka’b’dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fî Ahbâr’il Mehdi, sh: 99. Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif’tir.)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerine de Hâtem-i veli’yi bildirmek emri ve vazifesi verilmiş.
O da nurunu ve ilhamını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin Hadis-i şerif’lerinden aldı. Allah-u Teâlâ dilediğini ona bildirdi ve gösterdi. O nur ışığı altında, Allah-u Teâlâ’nın ilhamı ile gördü, bildi ve yazdı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Mehdi hakkında birçok beyanlarda bulunduğu gibi, Hâtem-i veli hakkında da, sahtelerinin çıkmaması için, beyanlarda bulunmuş ve işaretler vermiştir.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli’nin hakimiyet kesbedeceğini, galip geleceğini ve muvaffak olacağını Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerine o zaman göstermiş. Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri böyle buyurdu ve gerçekten de dediği gibi oldu. Allah-u Teâlâ böyle murad etmiş, böyle tecelli etti, böyle oldu.(*)
MUCİZE - KERAMET - İSTİDRAC
Mucize:
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının ellerinde husule gelen hârikulâde hallerdir, “Âciz bırakmak” mânâsına gelir.
Peygamberliğin bir parçası olmamakla beraber, onun ispatı için çoğu zaman gerekli bulunmaktadır. Bir peygamberin gerçekliğini doğrulamak için Allah-u Teâlâ o işi o peygamberin eliyle ortaya çıkarır.
Mucize iki kısımdır:
1. Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerine nübüvvetlerini ispat için verdiği mucizeler.
2. İnsanların iman edebilmeleri için kendi arzuları üzerine peygamberlerden istedikleri mucizeler.
Birinci kısım mucizeye iman etmemenin cezası hemen verilmemiş, kendi arzuları ile mucize istedikleri hâlde inanmayanlar ise kısa zamanda helâk olmuşlardır.
Sâlih Aleyhisselâm’ın devesi ikinci kısım mucizedendir.
Mucizelerin Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizle olan alâkası, onların ellerinde zuhur etmesidir. Hakikatte Allah-u Teâlâ’nın ezeli ve ebedi kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Kendi iradesini Allah-u Teâlâ’nın iradesine vermiş, eritmiş seçkin kullar olan Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtından, Hakk’ın gücünü ve iradesini göstermek, iman etmeyenleri korkutmak için Allah-u Teâlâ’nın dilemesi veya o peygamberin Allah-u Teâlâ’dan talep etmesi ile mucize husule gelir. O kul naz makamında olduğu için geri dönmez. Nitekim dönmemiştir de.
Mucize onlardan başka hiç kimsede zuhur etmez. Allah-u Teâlâ peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetlerini halka ispat için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: ‘Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.’” (Saffat: 171-172)
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
•
Peygamberlerin en büyük mucizeleri, kendi devirlerinde geçerli olan büyük hadiseler cinsinden olmuş ve bu hadiselerin kuvvetini kırmıştır.
Meselâ Musa Aleyhisselâm devrinde sihir ve sihirbazlık çok ileri gitmişti, sihirin halk arasında büyük bir etkisi vardı ve bununla övünüyorlardı. Musa Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi olan âsâ yılan oldu ve sihirbazların yılan şeklinde gösterdikleri bütün ipleri yuttu, meydanda hiç bir şey kalmadı. Sonra Musa Aleyhisselâm’ın elinde tekrar âsâ haline dönünce, sihirbazlar bunun bir sihir olmadığını anladılar. Hepsi birden secdeye kapandılar. Firavun’un ölüm tehditlerine aldırmadan:
“Biz âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik.” dediler. (A’raf: 121-122)
•
İsa Aleyhisselâm zamanında tıp ilmi çok meşhurdu. Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a ölüleri diriltmek ve körlerin gözünü açmak gibi mucizeler bahşetmişti.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Körü ve alacalıyı iyileştiririm.” (Âl-i imran: 49)
Meselâ doğuştan kör olan bir kimsenin gözlerini sıvazladığında, Allah’ın izniyle görmeye başlıyordu. Elini “Alaca” hastalığına tutulmuş bir insana sürdüğü zaman, Allah’ın izni ile iyileşiyordu. Tıp o kadar ilerlediği halde o zamanın doktorları böyle bir şey yapmaktan âciz idiler. Bu iki hastalık tedavi edilemiyordu.
Gücü yetenler ona gelirler, gücü yetmeyenlere ise kendisi giderdi.
“Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim.” (Âl-i imran: 49)
Ben kendi gücümle değil, Rabbimin dilemesi ve kudretiyle bazı ölüleri diriltirim. Dilediğini dilediği şekilde yaratma kudreti O’nundur.
Seslenmek veya dokunmak suretiyle ölüleri diriltiyordu.
Durum böyle olunca bütün doktorlar bunun bir mucize olduğunu kabul etmiş oluyorlardı.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin zaman-ı saâdetlerinde fesâhat ve belâgât çok ileri gitmişti. Arap şâirleri şiirleriyle övünür ve birbirlerine karşı üstünlük taslarlardı. Üstün gelenlerin şiirleri Kâbe-i muazzama’nın duvarına asılır, bu durum kendileri ve kabileleri için iftihar vesilesi olurdu.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a Kur’an-ı kerim’i öyle bir fesâhât ve belâgât üstünlüğü ile gönderdi ki, onun karşısında bütün Arap edebiyatçıları ve şâirleri âciz kaldılar. Kâbe-i muazzama’nın duvarına asılan şiir ve kasideleri utançlarından alıp götürmeye başladılar. İçlerinde insaflı olanlar Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğuna kanaat getirdi ve İslâm’la şereflendi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Kur’an-ı kerim’den başka Mirac’a çıkması, ayın iki parçaya bölünmesi için parmağı ile işaret etmesi gibi Kur’an-ı kerim’de haber verilen mucizelerinin yanında; bazı susuzluk zamanlarında yağmur yağması için Rabbine dua etmesi, mübarek parmaklarının arasından suların fışkırması, kaybolan devenin yerini bilmesi, eline aldığı çakıl taşlarının Allah-u Teâlâ’yı tesbih ediş sesinin işitilmesi... gibi Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı tarafından nakledilen pek çok mucizeleri daha vardır.
Keramet:
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen harikulâde hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ’nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Hadis-i şerif’te:
“Mü’min-i kâmil’in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celil olan Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruluyor. (Münâvî)
Gerek mucize gerekse keramet, hakikatte Allah-u Teâlâ’nın ezelî ve ebedî kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Keramet o velinin tâbi olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfâtı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize göstermek vâcip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametleri gizlemek vâciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Sahâbe-i kiram’ın en üstünü olduğu halde, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-dan bile hiç keramet nakledilmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde onun hakkında:
“Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır.” buyurmuştur. (C.Sağir)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize: “Efendim, sizden hiç keramet husule gelmiyor.” denildiğinde:
“Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?” diye cevap veriyorlar.
Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar, akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
“Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allah’tır.”
Allah-u Teâlâ bu fakire, hayat boyunca Efendi Hazretlerinden bir defacık bile keşif ve keramet görmek arzusunda bulundurmadı. Her hareketi bizim için âşikârdı, her hareketi kerametti. Fakat hiçbir zaman görmek istemezdik, âdeta bu gibi şeylerden ikrah ederdik. Keramet itimatsızlıktan, güvensizlikten beklenir. Katiyyen istemediğimiz için de kasaları açıktı, istediklerini gösterirlerdi.
Onun için deriz ki; bizim yolumuzdaki keramet istikamettir. Allah korkusunu kalbinde taşıyan, O’nun rızâsı ve istikametinde bulunmaya çalışan kimse, keramet sahibi demektir.
Herşeyin fevkinde O’nun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O’nun rızâsının yanında hükümsüzdür.
•
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Allah yeter.
Hasan Basri -kuddise sırruh- Hazretleri postekisini denize serdiği zaman, Rabia-i Adeviye -kuddise sırruh- Hazretleri de havaya serdi. O havada, o denizde otururken şu cevabı verdi:
“Yâ Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da kuşlar yapar. Bunlar iş değil, iş rızâyı tahsil etmek.”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir hadise husule geldiği zaman: “Şeyhimin kabirdeki tasarrufu.” buyururlarmış, hiçbir şeyi kendilerine bağlamamışlar.
Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de keramet ehli olayım demeyin. Şeytanın varlık tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.
•
Evet keramet de bir lütf-i ilâhî’dir. Buna rağmen keramet ehli olmak istemenin sırrını şöyle arzedelim.
Evliyâullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah’a dönüktür. O ister ki O’nun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allah’ı istiyor, O’nunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki, kendisinden gayrı hiçbir şey istettirmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk’ın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakk’ın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lütfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş. “Çalış, kârı senin olsun.” demiş. Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse O’nun, irfansa O’nun, edepse O’nun, irşadsa yine O’nun, hülâsa her şey O’nun... “Benim” dediğin zaman emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
•
Keramet de bunun gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Bu hususta bir temsil:
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Ali Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Kâbe-i muazzama’nın ön safında bulunuyorduk, sabah namazı kılacaktık. Oturduğumuz yerde beklerken: ‘Acaba bu safta veli var mı?’ diye içimden geçti. Yanımdaki zat kulağıma eğildi ve: ‘Seninle yedidir.’ dedi. Her taraf dolu olmasına rağmen birinci safta boş bir yer vardı. Oraya hiç kimse oturmuyordu. ‘Acaba bu yerin sahibi kim ki oraya kimse oturmuyor?’ diye merak ettim. Derken bir ara baktım ki esmerce uzun boylu bir zât geliyor. Herkes ona yol açtı, o da boş yere oturdu. Anladım ki yer onunmuş.
Bu meyanda bir hacı ihtilâm olmuş. Dışarı çıkacak, fakat hem izdiham var, hem de vakit pek yakın. Bir şaşkınlık içinde iken, o zât ona gelmesini işaret etti, o da geldi. Cübbesinin kolunu açtığı zaman, baktım ki içinde gusül ihtiyacını giderecek her şey var. Adam içeriye girdi, temizlendi ve çıktı. Namazdan sonra dağıldık. O zat bir daha oraya gelmedi, kaç gün baktıysam da göremedim. Bir gün: ‘Seninle yedidir.’ diyen zâtla çarşıda karşılaştım. ’Efendim, o gün o harikulâde kerameti gösteren zât bir daha görünmedi.’ dedim. ‘Evet’ dedi, o öldü, hem de imansız olarak öldü. O gün safın başında idi, insanlara tepeden şöyle bir baktı, kalbinden geçti ki burada benden büyüğü var mı? Allah-u Teâlâ da onun bu halinden hoşlanmadı ve imanını selbetti.’ dedi.”
Allah’ımız muhafaza buyursun.
“Her şey sahibimindir.” de ve bu vartalardan kurtul. O’nun kulu olmaktan daha büyük bir meziyet bilmiyorum.
•
Velinin kerameti; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Kur’an-ı kerim’de keramete âit birçok misaller vardır.
Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i Meryem’in yanında kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunların nereden geldiğini sorunca da:
“Allah tarafından!” cevabını alırdı. (Âl-i imran: 37)
Hazret-i Meryem vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun yanında bulunan bu yiyecekler onun için bir keramettir.
•
Kehf sûre-i şerif’inde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf adı ile anılan iman kahramanı gençler yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kur’an-ı kerim’de anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit: “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm.” demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise: “Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim.” dedi.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitap’tan ilmi olan kimse ise: ‘Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.’ dedi.” (Neml: 40)
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
“Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.
Süleyman Aleyhisselâm: “Filan kişi getirdi.” demedi. “Rabbim beni deniyor.” dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı.
Çünkü O’nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur.
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından da bazı kerametler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i münevvere’de Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvend’de savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: “Yâ Sâriye! Dağa çık dağa!” diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşf’ül-Hafâ. 2, 380)
Attab bin Beşir -radiyallahu anh- ile Usayd bin Hudayr -radiyallahu anh- karanlık bir gecede Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurundan ayrılmışlar, birisinin bastonunun ucu, evlerine varıncaya kadar önlerini kandil gibi aydınlatmıştı. (Buhârî)
Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile okuduğu Besmele-i şerife’nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)
Tarikat-ı Aliye ve Keramet:
Tarikat-ı aliye’de birçok haller, ahvaller zuhur eder. İhlâslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler.” buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O’nun indirmediğini hiç kimse kendisine çekemez. O’nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni olamaz. Şu halde telaşa, teşvişe de lüzum yok.
Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır, gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahlûk olduğunu, herşeyin Hakk’ın olduğunu bilirse Hakk’a dayanır. Allah-u Teâlâ’nın tutmadığı kimseler; kendisinde bir şey olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ’nın emanet olarak ihsan buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya koyduğunda, Allah-u Teâlâ dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O’nun ve O’ndandır. “Oldu”, “Oldum” diye bir şey yoktur. Aslında yaratan Allah-u Teâlâ; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse o var. Ve O görülür.
Halk yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için kendi nefsine bağlıyor, veyahut kişide arıyor, ona bağlıyor.
Oysa yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O’nu görmüyorsun da nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Mü’minun: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi “Ben biliyorum, ben yapıyorum.” derdi.
Ama Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
İstidrac:
“Süre tanımak, mühlet vermek” mânâlarına gelen istidrac da keramet gibidir. Fâsık veya kâfir bir kimsenin kendi isteğine uygun olarak ortaya çıkan olağanüstü hallerdir.
Bir takım riyâzetlerle ruh kuvvet buluyor, nefsi tasarruf altına alıp, eşyaya hakim olabilme kuvvetini elde ediyor.
Allah-u Teâlâ istidrac gösterecek kimseye, daha fazla küfür ve günaha dalması için bu kabiliyeti verir.
Bu hâl Allah-u Teâlâ’nın o kimseye bir mekridir. O onu istemiş, Allah-u Teâlâ da onu ona vermiştir. Fakat bu gibi işlere rızâsı yoktur.
Şeytanın duâsının kabul olunarak, kıyamete kadar kötülük yapmasına fırsat verilmesi, Firavun, Nemrut ve benzeri zâlimlerin saltanatlarının bir süre kendi istedikleri tarzda yürümesi istidrac çeşidinden hadiselerdir.
Yine zâlimlerin, kafirlerin bir bölümünün dünya işlerinin iyi gitmesi de istidracla ilgilidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâka yaklaştıracağız.” (A’raf: 182)
“Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım (önce mühlet verip sonra yakalamam) çetindir.” (A’raf: 183)
Âyet-i kerime’deki “İstidrac” kelimesi; bir kul günaha devam ettikçe, Allah-u Teâlâ’nın onun sağlığını, devlet ve nimetini artırması, onun şükrünü, tevbesini, istiğfarını unutturması, böylece onu azap ve gazabına derece derece yaklaştırması ve sonunda onu ansızın yakalayıvermesi mânâlarına gelir.
Bu gibi haller kendilerinin istikâmet üzere olduklarına delâlet etmez. Hiçbir kıymet ifade etmediği gibi, din ile iman ile de ilgisi yoktur. Kendilerini batırdıkları gibi etraflarını da batırırlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kulun mâsiyetlerinde devam ve ısrar etmesine rağmen Allah’ın onu dünyadan ne arzu ederse vermekte olduğunu görürsen, bil ki bu ona Allah’tan bir istidractır.” (Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, İran fethedildikten sonra ganimet malları Medine-i münevvere’ye getirilince:
“Allah’ım! Bu hazinelerin istidrac olmasından sana sığınırım.” diye duâ etmiştir.