17. Bölüm
VAHDET-İ VÜCUD
Hem O’dur, Hem O’ndandır:
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasibi, ezeli takdir ve taksimât nisbetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O’nun... Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe akıtamaz.
Allah-u Teâlâ’nın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Allah-u Teâlâ’nın tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış, ne söyletmiş ise...
Böyle olmasına rağmen bir kimse Allah-u Teâlâ’nın bu tecelliyatını kendine mâlederse, “Ben çeşmeyim” veya “Ben hoparlörüm” derse; veyahut ki hiç tecelli etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye çalışırsa, bu sırları benimserse, o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını zehirlemiş olur.
Bu gibi esrâr-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder?
Bir insan pislik yuvarlayan Cuballâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi, kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe hiçbir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i selâhiyet değildir.
Bunun da sırrı şudur: Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah’ın lütuf nurudur. O nur ışığı ile ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünya yüzünde nâdir kimselerdir.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Her şey O’dur.” İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise: “Her şey O’ndandır.” buyurmuşlar.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki zât-ı muhteremin ayrı beyanlarda bulunmaları ile İslâm’da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme günümüze kadar devam etmiştir.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
“Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O’nun varlığı ile kâimdir.”
Böylece bu ihtilafı ortadan kaldırıyoruz, elhamdülillah.
Birincisi İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretlerinin beyanı, ikincisi Muhyiddin İbn-ül Arabi -kuddise sırruh- Hazretlerinin beyanı... Binaenaleyh hem O’dur, hem O’ndandır.
Her zerrede O’nun varlığı mevcuttur. Her şey ceset, O ise ruhtur. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur: 35)
Olanlar O’nun nurundan oldu.
O’nsuz hiçbir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan ceset görülüyor. Halbuki aslında her şey ölüdür.
Mesela Âdem Aleyhisselâm’a ruh verilmeden evvel çamur halinde idi. Ruh O’nun emri, O’nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye başladı.
Âyet-i kerime’de:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sad: 72)
Yani sen Allah-u Teâlâ ile kaimsin. Her şey perdedir, aslı O; her şey maskedir, gerçek O.
İnsanoğlu ruh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O’nun varlığı ile hareket ediyor. Allah-u Teâlâ ruhu çektiği zaman hiçbir şey kalmıyor. Demek ki var olan O imiş.
O’nu bilmek ise mânevî tahsillerle mümkün olur.
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, mânevî ilimler ve mânevî tahsiller de mevcuttur.
Bu mânevî tahsil üç merhaledir:
1- İlmel-yakin, “Bilmek”tir.
2- Aynel-yakin, “Bulmak”tır.
3- Hakkâl-yakin ise “Olmak”tır.
İlmel-yakin mertebesinde olanlar “Zâhid”ler, Aynel-yakin mertebesinde olanlar “Arif”ler, Hakkâl-yakin mertebesine ulaşanlar da “Vâkıf”lardır.
Bir ilim diğerine erişemediği için hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında çok farklar vardır.
Bu mevzu “İlmel-yakîn”de ve “Aynel-yakîn”de olan kişinin işi değildir. Kör gözün işi de değildir. Ancak Allah-u Teâlâ’yı görüp kendisini görmeyenin işidir.
Göz üç türlüdür:
1- Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiçbir şey görmez.
2- Şaşı göz: Hem kendisine, hem de Yaratan’ına bakar. Yani biri iki görür.
3- Görür göz: Allah-u Teâlâ’nın nuru ile bakar. Her şeyin O’nunla kaim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud’un sırrı budur. Hakkal-yakin’e vasıl olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan O’dur, perdede başkası görülür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Resulüm! Sen atmadın, Allah attı.” buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Allah-u Teâlâ: “Ben attım!” buyuruyor.
Ancak bu hâle gelen Vahdet-i vücud’dan bahsedebilir. Bu hâle gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Bu mevzuda kimler konuşuyor?
1. Âlem-i billah olan Allah-u Teâlâ’yı bilir, ancak onlar Hakk’tan konuşur. Onların halk ile işleri olmaz, halka muhtaç değillerdir. Bu gibi kimseler hiçbir zaman; madde, makam, menfaat üzerinde durmazlar. Çünkü onlar gerçekten Hakk’ta fani olmuşlardır. Allah-u Teâlâ’nın nasıl tecelli edeceğine, ne hükmedeceğine bakarlar. Onların ilimleri vehbi’dir, Hakk’tan gelir.
2. Âlimin ilmi kesbî’dir, satırdan nasip alır. Hakk’a ulaşamadığı için halktan rağbet bekler ve daima nefsini düşünür. Her ne kadar hizmet etse de, nefisle olduğu için gayeler, maksatlar, menfaatlar üzerinde durur.
3. Yazar’a gelince, o ise cebini düşünür. Bakarsın harikulade yazılar yazmıştır, fakat daha yazmadan evvel, cebine ne gireceğinin hesabını yapar. Şayet en mühim bir mevzu dahi olsa, eğer onun cebine dokunacaksa onu ilân etmez.
Vahdet-i Vücud’a Mazhar Olanlar:
Vahdet-i vücud nedir? Buna mazhar olan kimlerdir?
Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah’tan başka hiçbir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez, göremez, konuşur. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.
Vahdet-i vücud’dan bahseden kimsenin “İsm-i Âzam”ı bilmesi lâzımdır.
İsm-i Âzam’ı mı merak edersin? Allah dediğin zaman ve O’ndan başka hiçbir mevcut olmadığını gördüğün zaman, onu söylemiş olursun.
“Lâ ilâhe illallah” da İsm-i Âzam’dır ve fakat O’ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman... Demek ki görülüyormuş. İşte o zaman gerçek mânâda Kelime-i Tevhid’i söylemiş olursun. İman-ı kâmil de budur. O’ndan başka bir şey görmediğin zaman iman kemâle erer.
Bu esrar-ı ilâhi’yi ancak marifetullah ehlinden dilediği kimseye bildirmiş, her veli kuluna dahi beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği kullarından bazısına açmıştır. Bunun içindir ki bu, pek az kişinin bilebileceği iştir.
Bildirdiklerinin dahi tecelliyatları ayrı ayrı olduğu için kişi kendi bilgisini ortaya koymuştur.
Bunlar pek az gelmiştir, fakat bunların dahi tecelliyatları ayrı ayrıdır.
Vahdet-i Vücud’un Tecellisi:
Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O’nun göstermesi ile Azâmet-i ilâhî’yi görür. Azâmet-i ilâhî’yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ’nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nûr: 35)
Ve bu hususu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizî)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime’yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime’yi bu Hadis-i şerif’le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ’nın lütuf nur ışığı lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
İşte Rabbinden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vâkıftırlar.
Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın nurunu taşıyan ve o nuru yayanlardır.
Bu nuru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’leri ile beyan ediyorlar:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyat-ı ilâhî’sine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu görüyor, O’ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhî’ye mazhar olanlar bunlardır.
O’ndan başka mevcud yok. Ötesi hep kabuktan ibarettir.
Bir ağaç var, dışı kabukla örtülmüş. Ona kabuk mu diyorlar, yoksa ağaç mı diyorlar? Tabi ki ağaç diyorlar. O kabuk da ağaçtandır. Üzerindeki âsâr olsun, üzerindeki hâreler olsun hep ağaçtandır.
Sen de bir kabuksun, kâinat da bir kabuktur. İçinde O var. Fakat insanoğlu o kabuğu görüyor da içindekini görmüyor. Yani perdeyi görüyor da tutanı görmüyor. Halbuki Âyet-i kerime’sinde“İçindeyim!” buyuruyor. Senin de içinde, kâinatın da içinde. Fakat sen görmüyorsun. Çünkü ilmin de, aklın da o noktada değil. Hiç şüphesiz ki içinde olduğunu gören de var bilen de var.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
O Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecelliyâtına mazhar olmuş. İçinde olduğunu, ona ondan yakın olduğunu gözü ile görüyor. Niçin? Allah-u Teâlâ ile baktığı için.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” (Hadid: 3)
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şey “O’ndan” olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Allah-u Teâlâ “Evvel”dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı Akdes’i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı Akdes’inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.
“Âhir”dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.
“Zâhir”dir; her görünen varlık O’nun kudretinin eseridir, O’nun varlığı ile kaimdir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ism-i şerif’i ile zâhir olmuşlardır. Canlı ve cansız bütün mevcudat O’nun varlığı ile kaimdir.
“Bâtın”dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Kün feyekûn”, “Ol!” buyuruyor, her şey oluyor. O’nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Her zerrede Fâil-i mutlak’ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakındır, fakat insan görememektedir.
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud’u hem izaha hem de Âyet-i kerime’lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Kendini gören Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet hiç değildir.
Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören Hakk’ı görür, Vahdet-i vücud’dan ancak o bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar. Bunlar da dünya yüzünde yok denecek kadar nadirdir. Her velinin işi değildir.
Sıddıkiyet makamına çıkardığı kimseyi dilerse; kendisini ifnâ ettirir, kendi varlığını husule getirir. O görür, başka hiç kimse görmez, o da Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle görür, kendisi göremez.
Amma bakıyorsunuz ki, vitrinler Vahdet-i vücud’dan bahseden kitaplarla dolu. Bütün bunlar bilinmeyerek, menfaat için yazılmış veya zanla konuşulmuştur.
Bu Âyet-i kerime’lerin bir tanesinin tecelliyâtına dahi mazhar olamamışsa, hep boşuna konuşmuştur. Hakikat ancak Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle ve duyurmasıyla mümkün olur.
•
Nasıl ki tasavvufta “Fenâfişşeyh” olmadan “Fenâfirrasul” olmuyorsa, “Fenâfirrasul” olmadan “Fenâfillâh” olmuyorsa, “Fenâfillâh” olmadan da “Vahdet-i vücud”a geçilmiyor. Fenafillâh’ta hiç olur, hiç olduğunu bilir.
Burada insan asliyeti olan âyân-ı sabitesini görür. Bu bir zerredir. Bir atomdur. Bu zerrenin ne hükmü var? Hiç.
Var olan da, var eden de Hazret-i Allah’tır. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar. Bu hiçlikten sonra Allah-u Teâlâ dilerse kendi varlığından onu kendi dilediği kadar haberdar eder.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dan başka bir mevcut olmadığını gören ve bilenin işidir.
)
Zerreyi zirveye çıkaran ve yine murad ettiğinde denize düşüren Allah.
O damla denize düştüğünde ne olur? Hiç olur. Denizden çıkmıştı, yine denize düştü.
İşte, bunu bilen gerçek mânâda hiç olur, var olan Hazret-i Allah’tır. İşte bu hâle getirdiği kimse ancak Vahdet-i vücud’dan konuşabilir, başkası sahib-i salâhiyet değildir.
Kendini gören Vahdet-i vücud’dan bahis dahi edemez. Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören; Hakk’ı görür, Vahdet-i vücud’dan ancak onlar bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar.
Mürşid-i kâmil dünya yüzünde nadir bulunur, Vahdet-i vücud’dan bahsedenler dünyaya nadir gelenlerdir. Onlar yüz senede bir gelir.