06 Nisan 2016

TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ 25. BÖLÜM

25. Bölüm
VAKIF SOHBETLERİ
ELLİSEKİZİNCİ VAKIF SOHBETİ

Bu sohbet 26 Cemaziyelâhir 1421,
24 Eylül 2000 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Mâlum-u fâzilâneleriniz olduğu üzere, bundan önceki beş sohbetimizde ikinci bin senenin içinde gelecek ümmetin faziletli olanlarını, hususiyetle ikinci bin yılının müceddidinin Hâtem-i veli olduğunu, bu zulümatı dağıtmak için kendisine has “İlmullah” verildiğini, Hâtem-i veli ve bayraklılar hakkındaki Hadis-i şerif’leri, yaptıkları cihadın önemini, kimlerle ve nasıl mücadele ettiklerini ve bu hususta Evliyâullah’tan geçmişte yaşamış olan otuza yakın Zevât-ı kiram’ın mühim ifşaatlarını ve izahlarını arzetmiştik.
Bu sohbetimizde ise; Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i enbiyâ olan Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Ashâb-ı kiram’ını ümmetlerin en kıymetlisi kıldığını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle, Asr-ı saâdet’te yaşanmış misallerle arzetmeye çalışacağız. Gelecek sohbetimizde ise bu sohbetimizin bir devamı olarak, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz.
Bu bakımdan bu sohbetimizle gelecek sohbetimiz arasında yakın bir irtibat bulunmaktadır.

Hâtem-i Enbiya Muhammed Aleyhisselâm ve Ashâb-ı Kiram:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hem peygamberler silsilesini hitâma erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
O Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürûrudur.
Cemâl nurundan en evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan size bir nur gelmiştir.” buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Âlemler onun nurundan yaratıldı. O, kâinatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf, Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman o nur ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur Nur’a kavuştu.
Âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; taştan ve ağaçtan, altın ve gümüşten veya diğer maddelerden yaptıkları heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üçyüzaltmış kadar put vardı.
Hıristiyanlık dini bozulmuş, tek Allah’a inandıklarını söyleyen hıristiyanlar; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusiler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Sosyal durum ise yürekler acısı idi. Arabistan halkı çok çeşitli kabilelere ayrılmış bulunuyordu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu.
Nesilleri tüketen kan dâvâları itiyat halinde idi. Savaşlarda, baskınlarda esir edilen insanların diri diri yakıldığı olurdu. İnsanları işkence ile öldürmekten zevk alınırdı.
Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Evliliğin sınırı yoktu, bir kişi on veya daha fazla nikâh yapabilirdi. Üvey anne ile evlenmekten çekinmezlerdi. Bunun yanında boşanma ise çok yaygındı. Fahişeliğin her çeşidi almış yürümüştü.
Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşırlar, açıkta çıplak yıkanırlar, kadın-erkek Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddi-mânevi ıstıraplar içinde idi. Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyordu. Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir peygamber olabilirdi ve geleceği dört gözle bekleniyordu.
Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata hayat getirdi.
Allah-u Teâlâ asırlardan beri imansız yaşayan ve birbirine saldırıp duran bu insanlara iman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olduktan sonra indirdiği Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Âl-i imran: 103)
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücut haline geldiler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:
“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal: 63)
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Câhili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesat deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nur’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Hakk’tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde sözlerine şöyle başlamıştır:
“Hamd olsun O Allah’a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.
Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.”

Ashâb-ı Kiram:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, o Nur’u görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Gerek Tevrat’ta ve gerekse İncil’de Resulullah Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir.” (Fetih: 29)
Onun Allah katındaki vasfı budur. O Allah-u Teâlâ’nın Resul’üdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da Allah-u Teâlâ’dır.
O’nun bu şehâdetine karşı “Muhammed Allah’ın Resul’üdür.” demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.
“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere asla sevgi beslemezler.
Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.
İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.
“Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün.” (Fetih: 29)
Namazlarını Allah için ihlâsla kılarlar. Çünkü namaz amellerin en hayırlısıdır.
“Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterler.” (Fetih: 29)
Öyle çalışırlar ki, daima Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmayı, rızâsına doğru ilerlemeyi düşünürler.
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)
Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.
“İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)
Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat’ta belirtilen hususiyetlerindendir.
Onların İncil’deki özelliklerine gelince:
“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümul bir intişara nail olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
Ashâb-ı kiram’a öfke duyan, onların kusurlarını diline dolayan bir kimse bu Âyet-i kerime’ye göre küfre düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan övgü ile söz etmiş ve onlardan râzı olmuştur. Bu ise onlara yeterlidir.
“Allah iman edip salih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfât vâdetmiştir.” (Fetih: 29)
O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, asla değişmez ve değiştirilemez.
Âyet-i kerime’de geleceğin fetihleriyle İslâm’a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm’ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler. İlâhî rahmet ve inayet bütün müminleri kuşatmaktadır.

Muhacirler ve Ensâr:
Müslümanlar Mekke’den göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi.
Onlara bu ismi Âyet-i kerime’sinde bizzat Allah-u Teâlâ vermiştir:
“İslâmda birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bâri’sine nail buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalede mahzuz bulundular.
Muhacirîn-i kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedakârlıklara katlanan zatlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’a samimi bir merbudiyet göstermişlerdir.
Ensâr-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına gelince; birçok kimselerden önce Mekke-i mükerreme’ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet’in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine numune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhacir ve Ensar’ın en önde ve ileri gelenleriyle, görürcesine kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
“Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
Allah-u Teâlâ bu mümtaz zâtların üstün vasıflarını Kur’an-ı kerim’de meth-ü senâ ediyor ve şöyle buyuruyor:
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler birbirlerinin dostlarıdırlar.” (Enfâl: 72)
Önce Muhacirler anılmıştır. Çünkü onlar İslâm’ın temelidir. Allah rızâsı için mallarını ve yurtlarını terketmişlerdir.
İkinci olarak Ensar’dan bahsedilmiştir. Bunlar ise hicret eden kardeşlerini evlerinde barındırdılar, onları mallarından istifade ettirdiler. Allah’ın dinine ve Resul’üne onlarla birlikte cihad ederek yardım ettiler. İşte Allah-u Teâlâ bunlar hakkında biri diğerinin velisi olduğu hükmünü vermiştir.
“Muhacirler”in ve “Ensar”ın dünyadaki hükmü zikredildikten sonra ahirette onlar için büyük müjdeler olduğu Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, muhacirleri barındıranlar var ya, işte gerçek müminler onlardır.
Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş bir rızık vardır.” (Enfâl: 74)
Bu ise çok büyük bir tebşir-i ilâhi’dir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicreti esnasında Medine’de iki Arap kabilesi ile üç yahudi kabilesi vardı.
Evs ve Hazreç, Yemenli iki kardeş idi. Babaları Hârise bin Sa’lebe olup “Seylül-arim” denilen sel felâketinden sonra kabileleri ile Yesrib civarına gelip yerleşmişler ve nesilleri gitgide çoğalmıştı. Müşrik olan bu iki kabile ile, Yesrib’in eski ve nüfuzlu sakinlerinden olan yahudiler arasında zaman zaman çarpışmalar olduğu gibi; bu iki kardeş kabile arasında da sık sık anlaşmazlıklar çıkar, yıllarca savaşır dururlardı. Bu savaşların en sonuncusu Buâs harbidir. Hicretten beş yıl kadar önce sona eren ve bazı aralıklarla yüzyirmi sene süren bu harpte, her iki tarafın da en asil ve şerefli insanları öldürülmüş veya yaralanmıştır. Yahudiler de bunları birbirine düşürmek için kışkırtmaktan geri durmazlardı.
İşte Ensar böyle bir halde iken, kısmeti olanlar öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekkeli müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Evs ve Hazreçli müslümanlara, yardımcılar mânâsında Ensar ismi verilmiştir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Muhacirlerden evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensar, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)
Muhacirlere verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dair bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, muhacir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir.” (Haşr: 9)
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnut olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedi kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğu beyan buyurulmaktadır.
Daha ilk günden itibaren Resulullah Aleyhisselâm’a hizmet için birbirleriyle yarışa başlayan Ensar, Akabe biatlarında verdikleri sözün eri olduklarını ispat ettiler. Onu her türlü tehlikelerden korumuş, gerek Medine’deki yahudilerle ve münafıklarla, gerekse Bedir savaşından itibaren Mekkeli müşriklere ve diğer düşmanlara karşı yapılan silâhlı mücadelede Resulullah Aleyhisselâm’ın ordusunda yer almışlardır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Muhacirler’in Medine’ye hicretlerine imkân sağlamanın bir neticesi olarak bir İslâm devletinin kurulmasına zemin hazırlamışlardır. Resulullah Aleyhisselâm bu sayede pek büyük imkânlara ulaşabilmiştir.
Aynı şekilde Ensar’ın hanımları da büyük fedakârlıklar göstermişler, İslâm’ın gelişip güçlenmesine destek olmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm onların dostluğundan son derece memnundu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Ensar hakkında:
“Onları ancak mümin olanlar sever ve onlara ancak münafık olan buğzeder.
Kim onları severse Allah da onu sever. Kim buğzederse Allah da ona buğzeder.” buyurmuşlardır. (Müslim: 75)
İslâm dinini neşretmek ve yüceltmek için her tarif ve tasvirin üstünde şehamet ve fedakârlık gösteren bu muhterem zevât-ı kiram’ı sevmek, kendilerine hürmet göstermek elbette imanın sıhhatine delâlet eder. Çünkü onları sevmek İslâm’ın meydana çıkmasına ve kuvvet bulmasına sevinmek demektir. Bununla beraber, onların bu yararlıklarından dolayı sevinmeyerek kendilerine buğzetmek şüphesiz ki nifak alâmetidir. Bu husus yalnız Ensâr hakkında değil, bütün Ashâb-ı kiram hakkında geçerlidir.
Ensar’ın feragat ve fedakârlıkları Resulullah Aleyhisselâm tarafından olduğu gibi diğer bütün müslümanlar tarafından da daima takdirle anılmış, İslâm kardeşliğinin bir tatbikatı olarak görülmüş ve numune alınmaya çalışılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm Ensar’ın kendisine hususiyet ve yakınlığını, hicretten sonra en üstün meziyetin İslâm’a yardım etmek olduğunu bir Hadis-i şerif’inde beyan buyurmuştur:
“Şayet Ensar bir vâdiye veya geçide süluk etse, ben de mutlaka Ensar’ın gittiği vâdiye ve geçide süluk ederim.
Eğer hicret(in fazileti) olmasaydı, ben Ensar’dan biri olurdum.” (Buhârî)

Muhacirler:
Dinleri imanları uğruna vatanlarını terk edenlere de Muhacir denildi. Müşriklerin zulümleri karşısında Medineli müslümanların yakınlığına sığınan bu vefâkâr insanlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicreti ile büyük ölçüde gariplikten kurtulmuşlardı.
Onlar Allah için hicret etmişlerdi. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola adamışlardı.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’lerinde övmüştür:
“Allah’ın verdiği bu ganimet malları bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’ın lütfunu ve rızâsını dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden muhacir fakirlerindir.
Onlar sâdıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 8)
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar. Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar.
Bunlar sâdıklardır, sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları “Rabbimiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir günahları yoktu.
“Onlar, başka değil, sırf: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hacc: 40)
Düşmanları onların bu imanlarını kusur saydılar, vatanlarını terke mecbur ederek diyar-ı gurbete düşürdüler.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyuruyor:
“Halbuki onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Müminlere baskı yaptılar, eziyet ettiler, neticede müminler Medine’ye hicret ettiler.
Büyük bir zulme uğrayarak Allah yolunda hicret eden bu güzide şahsiyetler Âyet-i kerime’lerde övgü ile anılmışlardır:
“Kendilerine zulüm yapıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri andolsun ki dünyada güzel bir yere yerleştiririz.” (Nahl: 41)
Allah-u Teâlâ onları Medine-i Münevvere’ye yerleştirdi ve orasını onlar için hicret yurdu kıldı.
Müslümanlar bu “Güzel yer”de İslâm’ın intişarı için elverişli zemin ve zaman bulmuş oldular. Düşmana karşı hazırlanma fırsatı elde ettiler. Güzel rızka, helâl lokmaya erişme imkânı buldular. Allah-u Teâlâ onlara evlerinden, mallarından daha hayırlısını verdi. Hiç şüphesiz ki bir şeyi Allah rızâsı için terkeden bir kimseye Allah-u Teâlâ onun yerine ondan daha hayırlısını verir. Nitekim bu şekilde gerçekleşmiştir. Onlara yeryüzünde imkân verdi, kısa zamanda bütün Arabistan yarımadasına hükümran oldular.
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onlar için ahiret yurdundaki mükâfatın dünyada onlara verdiklerinden daha büyük olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür, keşke bilseler.” (Nahl: 41)
Onlarla birlikte hicret etmeyip geri kalanlar o hicret şerefine nâil olan muhacirlere Allah-u Teâlâ’nın neler hazırladığını bilmiş olsalardı, Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar, düşmanlarının eziyetlerine daha çok sabır ve sebat ederlerdi.
Müşrikler bilmiş olsalardı, yaptıkları zulümlerden pişmanlık duyarlar, muhalefette bulunmazlar, düşmanlıklardan vazgeçerlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- muhacirlerden bir kimseye maaşını verdiği vakit:
“Allah bunda sana bereket ihsan etsin. Bu, Allah’ın sana dünya hayatında vaad ettiğidir. Ahirette senin için hazırlamış olduğu ise daha üstün ve değerlidir.” buyurur ve bu Âyet-i kerime’yi okurdu.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların vasıflarını belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Onlar sabreden ve yalnız Rablerine güvenen kimselerdir.” (Nahl: 42)
Çektikleri sıkıntılara; onlara dünyada da ahirette de güzel âkıbeti bağışlayan Allah-u Teâlâ’ya tevekkül ederek sabrettiler, O’nun vereceği ecir ve sevabı umarak katlandılar.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Hicret hakkında Kur’an-ı kerim’de erkekler zikrediliyor, biz Allah-u Teâlâ’nın hicret hususunda kadınları zikrettiğini hiç işitmedik?” diye sormuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Rableri onların duâlarına karşılık verdi: Ben içinizden erkek olsun kadın olsun, çalışanın yaptığını boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğratıldılar, savaştılar ve öldürüldüler.
Andolsun ki, onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Mükâfatların en güzeli, Allah katındadır.” (Âl-i imran: 195)
Başka hiç kimse, başka bir kimseye böyle muazzam bir mükâfat vermeye kadir değildir. Cennet-i âlâ’da Allah-u Teâlâ’nın Cemâl-i bâkemâlini müşahede gibi en ulvî mükâfatlar da vardır.
Onlar o Nur’un ef’al ve ahvâlini gördüler. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur’dan lemean etmiştir. Bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere nâil oldular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ne mutlu beni görüp iman edene!” (Ahmed bin Hanbel)
Onların imanları şuhûdidir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatleri göre göre iman ettiler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Allah-u Teâlâ benim ashâbımı nebiler ve resuller müstesnâ olmak üzere bütün insanlara ve cinlere üstün kılmıştır.” (Bezzar)
Kur’an-ı kerim’in kâtipliğini yapanlar, Hadis-i şerif’leri rivayet edenler, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk’ın son dinini yayanlar ve bize ulaştıranlar onlardır.
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Sahabemi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah’a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız.” (Buhârî)
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyab olan, o Nur’un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i canlarından da aziz bildiler. O Nur’dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Onun yolunda çoluk-çocuklarını, vatanlarını terkettiler. Değil mallarını, canlarını bile feda etmekten haz duydular. Sevdiler de sevdiler. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Bedir savaşına hazırlanırken Ashâb-ı kiram’ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi: ‘Sen ve Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizin elinden tutmuştu.
“Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin.” deyince buyurdular ki:
“Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin.” diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi.” buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)
Resulullah Aleyhisselâm’ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. “Peygamberlerle beraber olmak” mertebesidir.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm’a bir zât gelerek: “Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!” dedi. Resulullah Aleyhisselâm ona: “O gün için ne hazırladın?” diye sordu. “Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul’ünü çok seviyorum.” deyince şöyle buyurdu:
“Sen sevdiğinle berabersin.” (Tirmizî)
Hadis-i şerif’i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
“Biz Resulullah Aleyhisselâm’ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm’ı, Ebu Bekir’i ve Ömer’i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum.”
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek:
“Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)
Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- Bedir günü Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek:
“Yâ Resulellâh! İstersen sana bir gölgelik yapalım ve binek hayvanlarını da hazırlayalım, sen orada otur. Biz düşmanla savaşalım. Eğer Allah bizi düşmana galip getirirse ne âlâ! Zaten istediğimiz de budur. Yok eğer aksi olur da mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine’ye dönersin. Oradakiler de seni en az bizim kadar sevmektedirler. Eğer senin harbe katıldığını bilselerdi, harpten geri kalmazlardı. Allah seni onlarla kuvvetlendirdi. Onlar sana yardımcı olur, seninle beraber savaşırlardı.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm onun bu sözlerinden çok memnun oldu ve ona hayır duâda bulundu. Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm’a, altında oturacağı bir gölgelik yapıldı.
Bir yahudi âilenin çocuğu olan Talha bin Benâ -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına gelince, hemen ona sarıldı ve ayaklarını öpmeye başladı. Sonra da:
“Dilediğin şeyi emret, her ne dersen yapacağım.” dedi. Resulullah Aleyhisselâm çocuğun bu şekilde konuşmasına hayret etti ve:
“Git babanı öldür!” buyurdu.
Çocuk Resulullah Aleyhisselâm’ın emrini yerine getirmek üzere geri dönüp huzurdan çıktı. O zaman Resulullah Aleyhisselâm Talha -radiyallahu anh-i tekrar çağırarak:
“Sakın böyle birşey yapayım deme! Çünkü ben akrabalık bağlarını kesmek için gelmedim.” buyurdu.
Bu hadiseden sonra Talha -radiyallahu anh- hastalandı. Resulullah Aleyhisselâm soğuk ve bulutlu bir kış günü onu ziyarete gitti. Geri döneceği zaman annesine:
“Talha’nın durumunu hiç de iyi görmüyorum. Ölmesi yakındır. Öldüğünde bana haber verin de cenazesinde hazır bulunup, namazını kıldırayım ve hemen defnedin.” buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm Sâlim bin Avf oğullarının yurduna henüz varmamıştı ki Talha -radiyallahu anh- ruhunu teslim etti.
Ölmeden önce: “Ölünce beni hemen gömün ve Rabbime kavuşturun. Resulullah Aleyhisselâm’ı çağırmayın. Benim yüzümden yahudilerin ona bir kötülük yapmasından korkarım.”demişti.
Resulullah Aleyhisselâm’a ancak ertesi sabah haber verilebildi. Vefat haberini duyar duymaz gitti. Talha -radiyallahu anh-in mezarı başında durdu. Ashâb-ı kiram da saf bağladılar. Ellerini açarak:
“Allah’ım! Sen ondan hoşnut ol, o da senin rahmetine kavuşsun.” diye duâ etti. (Taberânî)
Abdullah bin Huzâfe -radiyallahu anh-i alaycı ve çirkin hareketleri var diye Resulullah Aleyhisselâm’a şikâyet ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Onunla uğraşmayın. Siz onun içini bilmezsiniz. O Allah’ı ve Resul’ünü sever.” buyurdu.
Abdullah bin Zül-Bicâdeyn -radiyallahu anh- Medine’de vefat etti. Yıkanıp kefenlendikten sonra, tabutu omuzlara alınınca Resulullah Aleyhisselâm:
“Onun nâşını güzelce taşıyın. Allah da ona hoş muâmele etsin. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu.
Mezar kazılırken de:
“Mezarını genişçe kazın ki, Allah ona bol rahmet ihsan etsin.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram’dan bazıları: “Yâ Resulellah! Ölümüne üzüldün.” dediler.
“Evet. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu. (İbn-i Mâce)
Radiyallahu anhüm ecmaîn.
Muhterem kardeşlerimiz!
Gelecek sohbetimizde, bu sohbetin bir devamı olarak, Allah-u Teâlâ’nın âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz inşaallah-u Teâlâ.

ELLİDOKUZUNCU VAKIF SOHBETİ

Bu sohbet 30 Şaban 1421,
26 Kasım 2000 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu sohbetimizde Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i enbiyâ olan Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Ashâb-ı kiram’ını ümmetlerin en kıymetlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde ilk devirlerde yaşayan müslümanlarla son devirde gelenlerin içlerindeki en faziletli olanlarını haber vermiştir.
Ezcümle;
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Hadis-i şerif’indeki gerçek, ayrı mânâlarla izah edilecek.

Hâtem-i Veli ve Ona Tâbi Olan İhvanlar:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Naim bin Hammad’ın Ka’b’dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’lerinde ikinci bin senenin içinde en faziletli olan üç şahıstan birisi hakkında şöyle buyurmuştur:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fî Ahbâr’il Mehdi, sh: 99, Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif’tir.)
İkinci bin yılın fazileti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’i ile tarif ettiği bayraklıların çıkması ile başlıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mucize Hadis-i şerif’i ile bayraklıların başına geçecek olan zâtın, Mehdi Hazretleriyle münasebeti olduğunu haber vermişler; onun çıkış alâmeti olduğu gibi, ilk iman kurtarma cihadını başlatacağını da ifşa etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’ın tazeliğini getirmek için bu ilmi bugün indirdi.
Muhyiddin-i İbn’ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûs’ül-Hikem” isimli eserinde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda şöyle buyurmaktadır:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Sh: 45)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hakk’tan alıyordu, o da Hakk’tan alıyor. Hâtemlik bitiştiği gibi devirler de bitişiyor.
Hâtem-i enbiya böyle olduğu gibi, Hâtem-i veli de böyledir. İkisi de ümmî. Doğrudan doğruya Hakk tarafından gönderildiklerine en büyük alâmet.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi “Nur saçan kandil” mânâsına gelen “Sirâc-ı münîr” yaptığı gibi, Hâtem-i veli’de de tecelli etmiş, ona da Resulullah Aleyhisselâm’a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “260. Mektub”unda:
“Kurumuş olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.” buyurmuşlardır.
Size bunun sırrını açayım:
Bütün kâinat perdeden, çadırdan ibarettir. Aslında hep O’dur. Mahlûk da bir perdedir. O, mahlûkta da tecelli ettiği zaman öyle olur, O tecelli eder. Sahnede mahlûk görülür, o nur mahlûkta olur. O tecelli edecek ki, o hâl onda zuhur etsin.
“Sirâc-ı münîr” de nur, o nur Resulullah Aleyhisselâm’da tecelli ediyor. Herkes Resulullah Aleyhisselâm’ı görüyor, nuru kimse göremiyor. Bu böyledir.
“Ben bir kabuktan ibaretim, içimde O var.” derken bu sırrı ifade etmek istiyoruz.
Farz-ı muhal ki fenerin içinde mum yanıyor. Mumu çektiğin zaman fener yanar mı? Yanmaz, fener olarak kalır. İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ nurunu koyduğu zaman “Sırâc-ı münîr = Nur saçan kandil” oluyor. O nur O’nun nurudur. Koyduğu zaman nur saçıyor, çektiği zaman kandil olarak kalıyor.
İşte Hazret-i Allah budur. Hep O’dur, yaratıklarda hiçbir şey yoktur. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır. O’ndan başka bir şey görmüyorum ki, başka bir şey tarif edeyim. O’nu gördüğüm için O’nu tarif etmeye çalışıyorum. Tarifi mümkün değildir.
Bu noktada size bir sır ifşâ edeyim:
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Onun nuru ile hidayete erenlerin ve onun istemesi ile yükselenlerin bu kazançlarını bilmeleri de gerekmez.” (260. Mektup)
Onları Allah-u Teâlâ yetiştiriyor da kimse bilmiyor. Bu yol mahviyetle kâimdir. Büyük velilere çok şey bildirilmiş, amma o çok şeylerin içinde çok büyük tehlikeler de var.
Mahviyetle yürüyende tehlike yok. Çünkü cebinde parası yok ki benim param var desin. Yok çünkü. Hiç parası yok amma, Var’ın tecelliyatı var.
Allah-u Teâlâ onları her türlü varlıktan soymuş, kendi varlığı ile yetiştiriyor da kimse farkında değil. Bu ise hâlisâne olarak sülûk edenlere, bağlılık ve sadâkat gösterenlere aittir.
Müridânı O yetiştirdiği gibi, lâtifeleri de O yürütüyor. Bu gizlinin gizlisi bir sırdır, bu sır hiç geçmemişti. Gizlinin gizlisi bir yol.
Çünkü gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır, O yürütüyor, dilediği zaman kemâle erdiriyor. Kimsenin bunu bilmesi mümkün değildir.
Bağlılık ve sadakatı olmayanlarda tecelli etmez. Çünkü oraya vermiş, ondan Râbıta alacak.
Kabuk kabuktur amma, kabuğa nüfuz ettiği zaman içindekine nüfuz eder. Kabuğa nüfuz etmeyen, içindekine nasıl nüfuz edebilir? Kabuğa itimat etmeyenin, içindekine yanaşması mümkün değildir. Çünkü O, ışığı oraya yakmış. O lambaya teveccüh edilmediği zaman karanlıkta kalır.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin diğer bir beyanları da şöyledir:
“Bu ilim ilm-i billâh’ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.” (Sh. 43)
Bunu bilen söylüyor, Allah-u Teâlâ’nın hususi kulları söylüyor.
Bu ilmi O vermiştir. Verdiği zaman olur, vermediği zaman hiçbir şey olmaz. Hâtem-i nebi’ye de O veriyor, Hâtem-i veli’ye de O veriyor. O kime ne verirse, kime ne ikram ve ihsan ederse öyle olur. Hâtemlik verme iledir, ihsan-ı ilâhî ile olur, çalışmakla kazanılması mümkün değildir.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu beyanları ile baş tarafı nihayete bitiştirmektedir.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki baş tarafa benzemektedir.” (261. Mektup)
Hâtem-i enbiya olduğu gibi, bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatm’ül-evliyâ” adlı kitabında buyurur ki:
“Nasıl ki peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e ‘Hâtem’ün-nübüvvet’ verilmişse ve o bütün peygamberler üzerine Allah-u Teâlâ’nın bir hücceti ise, velilerin sonuncusu olan bu veli de âhir zamanda öyle olacaktır.” (Sh. 436)
Yani Allah-u Teâlâ onu o hâle koyacak.
Hâtem-i evliya’ya gelince; âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Muhterem kardeşlerimiz!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hâtem-i enbiya olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi peygamberlerin en faziletlisi, ashâbını da ümmetlerin en faziletlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliya’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kılmıştır.
Şimdi size mihenk ve denk olarak Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz. Ashâb mı, ihvanı mı? Hangisinin daha efdal olduğunu siz kıyas edin, tercihini size bırakıyorum. İlminizle, aklınızla ölçün, kararını siz verin.

Birinci Hadis-i Şerif:
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî)
Şimdi bu belli olmayanı belirtmeye çalışacağız ve hakikatını ortaya koyacağız.
Evvelkilerden murad “Asr-ı saâdet”tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve “Hâtem-i velî” ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Hangisi daha hayırlıdır bilinmez.” buyuruyor. Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, Ashâb ile ihvanı bir zincirin baklaları haline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok.
Bu faziletin nereden geldiğini mütebâki Hadis-i şerif’lerde arzetmeye çalışacağız.

İkinci Hadis-i Şerif:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
“Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun. İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” dediklerinde:
“Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu.
“Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?” diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
“Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?”
“Elbette bilir yâ Resulellah!”
“Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim.” (Müslim: 249)
Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. “Abdest nuru ile tanıyacağım.” buyuruyorlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu amma Resulullah Aleyhisselâm’ı görüyorlardı. Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat o nurdan 1400 sene uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor, hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram’ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram’a bitişmiş durumları var. Demek ki; “İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?”
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli’nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nurun alâ nur olacaklar.
Buradaki inceliğe çok dikkat ederseniz hangisinin efdal olduğu belli değil. Birine “Ashâbım.” diyor, birine “İhvanım.” diyor. Ashâb mı efdal, ihvan mı efdal? Onları birbirine bu kadar bitiştiriyor ve bu bitiştirmeyi ilerletiyor. Onlar da onun ümmeti, bunlar da onun ümmeti. Şu kadar var ki, onlar onun ashâbı, bunlar ise ihvanı.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti. Faziletini siz düşünün!
Zira bu güçlük içerisinde 1400 seneden sonra Resulullah Aleyhisselâm’a kavuşuyorlar, bitişiyorlar ve aynı hayatı yaşıyorlar. Bu ise kardeşliğin tâ kendisidir.
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur’an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî’ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin’i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
İmam-ı Mâlik -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri:
“Bu ümmetin son zamanlarında ıslâhı, ancak ilk devirlerindeki ıslâh usulünün ele alınmasıyla mümkündür.” buyurmuşlardır.
Bu yol Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yoluna benzediği için, diğer tarikat yollarının hiçbir icraatına benzemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi gören müslümanların hepsi “Sahabe” olma şerefine nâil olmuşlardı. Fakat içlerinde seçkin olanlar vardı. İhvan var, ihvanın içinde seçkin ihvan var.
Bu yol aynı o yola benzediği için, yetişme şekilleri de aynıdır. Kimisi amel ile gidiyor. Kimisi cihad ile, kimisi de hem amel, hem cihad ile gidiyor. Bazısı kapalı olarak gider, bazısı açık; bazısı sülûk ile nasibini alır, bazısı cezbe ile alır.
O kuvvetli cezbe ile çekildikleri için Allah-u Teâlâ Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına verdiği gibi, müridana da bir hafiflik, bir kolaylık vermiştir.
Her yol yoldur, bu yola varıncaya kadar. Bu yol ise başa benzediği için şekli değişiyor.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir mektuplarında buyururlar ki:
“Ey kurtuluş yolunu arayan tâlip!
Bu büyüklerin yolu Ashâb-ı kiram’ın yoludur. Allah onlardan râzı olsun. Bu indirac, yani nihayetin bidayete sığdırılması dahi, o sığdırılışın eseridir ki; Hayr’ül-beşer Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sohbetinde onlara müyesser olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihayette hasıl olmuştur. Bu feyizler ve bereketler, ilk asırda (saâdet asrında) zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. Her ne kadar ortada bulunanlara nisbetle sondakilerin uzaklığı belli de olsa, fakat iş, gerçekte bunun aksinedir. Çünkü sondakiler, ilk asra ortada bulunanlardan daha yakındır. Onun boyasıyla boyanmıştır. Bunu ortadakiler ister doğrulasın, isterse doğrulamasın. Hatta bu muamelenin hakikatını sonda gelenlerin dahi pek çoğu idrak edemez.” (336. Mektup)
Tarikat-ı aliye-i münevvere’nin yolcularının gidişatları hafî ve cehrî olmak üzere ikiye ayrılır. Pîrân-ı izam Hazerâtı da bu yollar üzerinde yetişmiş ve yetiştirmişlerdir.

Üçüncü Hadis-i Şerif:
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
“Garipler kimdir?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
“Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.” (Tirmizî)
Bu kardeşlerin esası bunlardır. Bu kardeşler o gariplerdir. O kardeşlikle bu kardeşlik birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ’nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm’ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Bu kardeşler halk tarafından bozulmuş olan Sünnet-i seniye’yi ihyâ ettiler. Hiç çekinmeden hakikatı haykırdılar, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadılar. Bütün bu sapıtıcı imamların, bu dalâlet fırkalarının üzerine cesaretle gittiler.
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı bunlar açtılar, bu hakikatı bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Bu suretle de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’lerinde müjdelediği şerefle müşerref oldular.
Bu şerefle müşerref eyleyen Sahibime sonsuz şükürler olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.”(Ahmed bin Hanbel)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Görülüyor ki milyonlarca müslüman kitleler halinde küfre kaydılar. Bunlar daha önce müslümandı, amma küfre kaydılar, ebedî hayatları mahvoldu. Hele yabancı bir kimse müslüman olmak isterken, bir bölücü yakalıyor, doğmadan evvel onu öldürüyor.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti.

Dördüncü Hadis-i Şerif:
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Öyle bir ifsat ki misli görülmemiş.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirminci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyleri çiğneniyor. Küfür ve nifak âdetlerini güçlerinin yettiği kadar yaymaya çalışıyorlar. Halk haramı helâli kaldırmış, besmelesiz kesilen etleri yiyor. Şer’i nikâh ve mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür zaten verilmiyor. Dünyaya aşırı bir muhabbetle bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş.
Fuhuş alenen yapılacak bir hale gelmiş, içki su gibi içiliyor, kumarın her türlüsü oynanıyor. Faiz alıp-verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Öyle bir devirdeyiz ki; Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: “Bu doğru söylüyor.” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor.
İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde ilâhî hükümlere bağlı olarak hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk’a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzallah insan bırakıldığında, ayağı kayar ve o âfâta kapılarak, imanını da ebedî hayatını da kaybeder.
İşte zaten;
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda sünnet-i seniye’me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır.” (Beyhakî)
Hadis-i şerif’inin sırrı burada toplanıyor. Bugün Sünnet-i seniye’ye riâyet edenler yüz şehit sevabı ile müjdelenmektedirler. Böyle bir mükâfatın verilmesi, yürüyenin çok az ve yürüyebilmenin çok güç olması sebebiyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Amellerin efdali en güç olanıdır.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Hangisi efdal olduğu bilinmez.” buyurdu.
İslâm’ın ilk yıllarında İslâm garipti, nur ile nurlanıyordu. Bugün de İslâm garip hâle düştü, ihvan ile nurlanıyor. Garip hâle gelen İslâm yeniden diriliyor ve hayat buluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında:
“Allah’ın rahmeti benim vekillerimin üzerine olsun!” buyurmuşlar.
“Senin vekillerin kimlerdir yâ Resulellâh!” diye sorulduğunda ise:
“Benim sünnetimi ihyâ eden ve Allah’ın kullarına öğreten kimselerdir.” cevabını vermişlerdir. (İbn-i Abdil-berr)
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor? Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a sığınarak adalet-i ilâhî’yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nur-i ilâhî’yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
“Allah katında en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat: 13)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’dan son derece korkarlar.
Haram şöyle dursun, şüpheli şeylerden dahi kaçınırlar. Bu gibi yerlerden alış-veriş dahi yapmazlar. Hiçbir dâvete, hiçbir ziyafete iştirak etmezler.
Her yaptıklarını Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bâri’si için yaparlar. Yazan para almaz, yayan almaz. Hiçbir fertten bir kuruş istendiği asla vâki değildir. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle ferman buyurmaktadır:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Böyle bir şey aslâ duyulmamış ve görülmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de onları Ashâb-ı kiram’a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
“Onlar bugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar.”

Beşinci Hadis-i Şerif:
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hâkim)
Dikkat edilirse burada “Benim bayraklılarım.” buyuruyor ve onları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı ile birleştiriyor. Bu cihad-ı ekber’i yapanlara “Bayraklılar” ismini bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz verdiği gibi, kimsenin o cihadı yapamadığını ve yapamayacağını işaret buyuruyorlar.
Ashâb onun ashâbı, ihvan onun ihvanı. “Benim bayraklılarım” demek, onun ashâbı demek. Bilhassa “İhvanım” demesi ile, kendisine daha da yaklaştırmaktadır.
Ashâbı dinde kardeş, yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş.
Nitekim Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
“Mustafa geldi yine, cümleniz iman ediniz.” buyurarak o zamanla bu zamanı bitiştiriyor.

Altıncı Hadis-i Şerif:
“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (C. Sağir)
Bunun mânâsı;
Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak maksadıyla, benim için ve benim çizdiğim yol için, bu nuru yaymak için, karanlığı delmek için canlarını dahi feda etmeye hazırdırlar.
Bu ise Resulullah Aleyhisselâm’a olan muhabbetten ötürüdür. Onun içindir ki, bu tarif edilenler Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“-Geçimini helâl yollardan kazanan, Peygamber’in nurlu yolundan ayrılmayan ve başkalarına hiç kötülüğü dokunmayan kimse cennete gider.”
“-Yâ Resulellah! Bugün aramızda böyleleri çoktur.”
“-Şimdi olduğu gibi benden sonraki devirlerde de böyleleri olacaktır.” (Tirmizî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle beraber oturuyorduk.
Bir ara şöyle konuşuldu:
- Söyleyiniz! İman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar kimlerdir?
- Meleklerdir yâ Resulellah!
- Evet onlar öyledir ve bu haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Amma ben melekleri sormuyorum.
- Yâ Resulellah! Öyleyse en üstün insanlar Allah’ın kendilerine risâlet ve nübüvvet ihsan buyurduğu peygamberlerdir.
- Onlar da öyledir ve bu haklarıdır. Allah onlara öyle bir rütbe vermişken bu imtiyazın kendilerine verilmesini ne engelleyebilir?
- O halde yâ Resulellah, onlar peygamberlerin yanında şehid düşenlerdir.
- Şehidler de öyledir ve bu haklarıdır. Çünkü Allah kendilerine şehâdet bahşetmiştir. Ben başkalarını soruyorum.
- Öyleyse yâ Resulellah sen söyle kimlerdir?
- Henüz erkeklerin sulplerinde olan bir takım kimselerdir ki benden sonra gelecekler. Beni görmedikleri halde bana iman edecekler, beni tasdik edecekler. Kur’an okuyup içindekilerle amel edecekler. İşte iman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar bunlardır. (Ebu Ya’lâ - Heysemî)
Ebu Cum’a -radiyallahu anh- der ki:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle yemeği yiyorduk. Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh- de aramızdaydı. “Yâ Resulellah! Bizlerden daha üstün kimseler var mıdır? Çünkü biz sen hayatta iken müslüman olduk, maiyyetinde savaştık.” diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Evet vardır! Benden sonra gelip de beni görmedikleri halde bana iman edecek kimselerdir.” (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)
Ebu Ümâme -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- peşpeşe yedi defa şöyle buyurdu:
“Beni görüp de iman edenlere ne mutlu! Beni görmediği halde bana inananlara ne mutlu!” (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!” (Tâhâ: 47)
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu arzettiğimiz Hadis-i şerif’lere bakarak, Ashâb mı ihvan mı, hangisinin efdal olduğunun tercihini size bırakıyorum.
Sohbetimizin bu noktasında Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvanın fazileti hakkında, geçmişte yaşamış evliyâullah’ın beyanlarını arzetmeyi faydalı buluyoruz.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 261. Mektub’unda fazilet bakımından bu devri, ilk devirlerle birleştiriyor, birbirine benzetiyor ve şöyle buyuruyor:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
‘Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.’ (Tirmizi)
Buyurdu da “Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?” buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif’inde:
‘Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır.’ buyurdu. (Camiüs-sağîr: 4056)
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.” (261. Mektup)
Şüphesiz ki bu fazilet, Hâtem-i veli’ye tâbi olan ihvana âittir, umum ümmete şâmil değildir. Çünkü onlar çok az, hatta azın da azı olacaklar. Mücadeleyi yalnız bunlar yapacaklar, nuru da yalnız bunlar yayacaklar.
Diğer bir mektuplarında ise şöyle buyuruyorlar:
“Yukarıda anlatılan üstünlükler peygamberlere mahsustur. Onların tümüne Allah’ın salâtı ve selâmları olsun. Zira onlar, beşerin havassı olarak murad (istenilen) olmuşlardır. Bir de, tebâiyet ve veraset yolu ile, bu büyük devlete erme müjdesini alanlar vardır.
Anlatılan devletin peygamberlerin ashâbında husule gelmesi, onun sohbeti ile pek çok ve pek ziyade olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Her ne kadar az, hatta azdan da az olsa dahi, ashâbın dışında bu devletle müşerref olan vardır.” (325. Mektup)
Görülüyor ki hangisinin efdal olduğu hakikaten belli değil.
Nitekim bu hususta Bediüzzaman Said Nursî -kuddise sırruh- Hazretleri de, Emirdağ Lahikası isimli eserinin 259. sayfasında Mehdi Aleyhisselâm’dan evvel gelecek zattan ve vazifesinden bahsederken bu manevî ordu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”
Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun ki, bu lütfu bu ihsanı bahşetti.
Bediüzzaman Said-i Nursi -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” isimli eserinin “28. Mektub”unun “Yedinci Risale olan yedinci mesele” bölümünde şark tarafından zuhur edecek bir nurdan şu şekilde bahsetmektedir:
“Beşinci sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zât, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihrac etmiş ve kanaatı gelmiş ki: ‘Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak.’
Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zâtlara zemin ihzar ediyoruz.
Mâdem kendimize âit değil, elbette Sözler nâmındaki nurlara âit olan inâyât-ı ilâhiye’yi beyan etmekte medar-ı fahr ve gurur olamaz; belki medâr-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.” (28.Mektup, 7.Mesele)
Bunun mânâsı;
“Nasıl ki o ordu Hazret-i Mehdi’ye zemin hazırlıyorlarsa, biz de ona zemin hazırlıyoruz, biz bu vazife ile meşgulüz. Bu hizmetimizden dolayı da övünmeyiz, ancak Allah-u Teâlâ’ya şükrederiz.” diyor.
Muhterem kardeşlerimiz!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif buyurduğu bu bayraklıların cihadı “Cihad-ı ekber”dir.
Bir Hacc vardır, bir de Hacc-ı ekber vardır. Biri diğerinden yedi veya yediyüz derece üstün olduğu gibi, bu cihad-ı ekber de çok büyük faziletleri hâizdir.
Şöyle ki;
Savaşa giden bir kimse birkaç düşmanla karşılaşır. Fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif buyurduğu bu bayraklılar, bu mücahidler Türkiye’de olduğu gibi, ecnebî devletlerde de fitnelerle mücadele ediyorlar.
Bilindiği gibi bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” (Hacc: 78)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Ashâb-ı kiram Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:
“Azîz ve Celîl olan Allah’ın yolunda cihad etmeye muadil ne olabilir?” diye sordular.
“Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdu. Bu sözü kendisine iki veya üç defa tekrarladılar. Hepsinde: “Sizin ona gücünüz yetmez!” buyurdular.
Üçüncüde buyurdu ki:
“Allah yolunda cihad eden kimsenin misali; oruç tutan, namaz kılan, Allah’ın âyetlerine itaatkâr olan bir kişi gibidir. Ki, Allah-u Teâlâ’nın yolundaki mücahid dönünceye kadar ne oruçtan gevşer ne de namazdan.” (Müslim: 1878)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar arasında peygamberlik makamına en yakın kimse, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, insanları peygamberlerin getirdiği hükümlere yöneltirler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği hükümleri kılıçları ile korumak için cihad ederler.” (Ebu Nuaym)
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
İşte bu bayraklılar yaptıkları bu cihad-ı ekberle, hakikat ile dalâletin arasına berzah koymaktadırlar.
Bu berzah o kadar mühimdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Buyurarak bunların üzerine yemin etmiştir.
Bu Âyet-i kerime’lerin şerefine mazhar eden Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Gelecek sohbetimizde, bu bayraklıların dokuz muhalif fırka ile yaptıkları cihadın muhtevâsını, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında arzedeceğiz inşaallah-u Teâlâ.

ALTMIŞINCI VAKIF SOHBETİ

Bu sohbet 3 Zilkade 1421,
28 Ocak 2001 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu sohbetimizde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tarif buyurduğu bu bayraklıların cihadının muhtevâsını; yaptıkları cihadla içyüzlerini ortaya koydukları, halkı şerlerinden korumaya ve kurtarmaya çalıştıkları dokuz muhalif fırkanın ifsatlarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında ortaya koyacağız.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ’ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.” (Buhârî - Müslim)
Ben de sizi korkutuyorum.
Ve fakat Deccal’in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.
Nitekim bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ’yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak Allahlık dâvâsında bulundular.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime’lerinde belirtiyordu.
Meselâ:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemez oldu.
Refahçılar refah dinini, narcılar küfrü hoş görme dinini, süleymancılar faiz başta olmak üzere bütün dinî hükümleri yok etme dinini kurdular, kaplancılar da dini dünyaya âlet ederek şöhret elde etmek ve para toplamakla kendi kendilerine küfür diyarında İslâm hilâfeti kurma sevdasına düştüler ve şimdi de şeytanın maskarası oldular.
Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bu türemelerin gaye ve maksatları din-i İslâm’ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurefaya çevirmektir.
Müslümanmış gibi görünüyorlar, gayeleri ise ayrıdır. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi görünüyorlar ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribattır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bunlar başkalarına hizmet etmektedir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!” (Secde: 22)
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçı.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm’a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat bu kâfirlerin, bu münafıkların cephesi yok.
Müslüman gibi göründüklerinden ötürü bu fesadı, bu ifsadı yapabiliyorlar.
Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır, imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.
Bunun içindir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizi: 2196)
Yaptıkları dünyalık elde etmek ve bilgisizlik sebebiyledir. Azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar. Böylece ümmet-i Muhammed eriyip gidiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.” (Müslim)
Birçok fitneler zuhur edecek, ediyor da.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar ve din-i İslâm’dan çıktılar.
İşte böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi, bu kâfirlerin küfürlerini yüzlerine vurdu, maskelerini de kaldırdı.
Kendi katında dinin İslâm dini olduğunu ve onların kurdukları dinlerin muteber olmadığını Âyet-i kerime’leri ile beşeriyete duyurdu.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Âyet-i kerime’si mucibince; Allah-u Teâlâ’nın izni ve desteğiyle bunların üzerine öyle bir yüründü ki; sahte ve sapık olduklarını, küfre kaydıklarını, dalâlet batağına düştüklerini bildiren Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler yüzlerine karşı okundu, bâtıl oldukları anlatıldı. Ne küfürden dönebildiler, ne de dinlerini yürütebildiler. Maskeleri inince hepsi de ortada kaldı. Öyle olmadı mı?
Allah-u Teâlâ şimdiye kadar kimseye vermediğini fakire vermiştir. Şöyle ki; hiçbir tahsilim olmadığı halde kitaplar Âyet-i kerime, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif’lerle teyid edilip mühürlenmiştir. Beşbinaltıyüz Âyet-i kerime girmiştir.
Şimdiye kadar neşredilen eserlerin sayısı yirmiüçü buldu ve hepsi ondörtbin sayfayı geçti.
İçinde zâhirî ilimden, tarikat ilminden, marifetullah ilminden uzun uzadıya bahsedilmiş ve açıklanmıştır.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddisse sırruh- Hazretleri 317. Mektub’unda:
“Bu ilimlerin ve marifetlerin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir.” buyurur.
Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?
Her din kuran sapıtıcı imam hakkında ayrı ayrı kitaplar yazıldı, bu sapıtıcıların sapıklıkları açıklandı ve bu kitaplar önlerine konuldu. Bu kitaplar gerek Türkiye’ye, gerek bütün dünyaya yayılıyor. Bu cihatçılar bu nuru yaydıkça zulümat dağılıyor ve onların iktidarları hükümsüz kalıyor. İmansız olanlar tevbe edip imana kavuşuyor. Böylece biiznillah-i Teâlâ bu cihad dünyanın birçok yerlerinde devam ediyor.
Üzerlerine gidilirken hiçbir kimseden çekinilmedi.
Nihayet bunların maskelerini böyle indirdik, küfürlerini ortaya koyduk ve bütün dünyaya duyurduk. İslâm dininin dimdik ayakta durduğunu ilân ettik ve Resulullah Aleyhisselâm’ın siyah bayrağını da çektik.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Ne bir itirazları olabildi, ne de bir cevap verebildiler, küfürde donup kaldılar. Böylece ayakta dimdik duran İslâm dinini yıkmak şöyle dursun, zedeleyemediler bile. Ancak küfürleri yanlarına kâr kaldı. Hak gelince bâtıl yok oldu.
“De ki: Hak geldi, bâtıl gitti. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
Daha dünyada iken arkalarına lânet takıldı, artık bu lânetle cehennemi bulurlar. Onlara ancak bu lâyık ve bu müstehaktır.
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı onlara sirayet etti, bu çığırı bu akıncılar açtılar, bu hakikatı bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Öyle bir fazilet ki, Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Bu Âyet-i kerime cihatçılar için en büyük müjde olduğu gibi, bu nura karşı çıkanların da küfrünü ortaya koyan en büyük alâmettir.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir. Nitekim Mürselât sûre-i şerif’inin 1. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir, başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor. Allah-u Teâlâ’nın izniyle bu cihadı bu gönderilenler yapıyor.
Bu gönderilme durumunu size şöyle arzedelim:
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.” (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
“‘Gerçekten biz size gönderildik.’ demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Âhirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
“Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada da peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacaktır.
Allah yoluna dâvet eden imamlar hakkında ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 2. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgarlar gibi; bu mücahidler de bu kararmış olan âlemde sert çıkışları ve sert esmeleri ile zararları ve zararlıları savurup attılar. Bunların payına da bu düştü. Ümmet-i Muhammed’in başına belâ kesilen, dini dünyaya âlet eden bu kurtları uzaklaştırdılar ve halkı yolunmaktan, soyulmaktan kurtardılar. Bu büyük âfât bertaraf oldu.
Koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden, Süleymancılık dininin mensupları neler yaptılar?
Hani o Mercedes arabalarla sanayi çarşılarını, fabrikaları dolaşıp, dükkan dükkan gezip, halkı kaz yerine koyup yolan, soyan Süleymancı kâfirler?
Hani o ev ev, tarla tarla dolaşıp fındık, mısır, buğday ve buna benzer ürünleri arabalarla toplayan münafıklar, soyguncular, sahtekârlar?
Bütün bunların hepsini İslâm dinini âlet ederek, İslâm dini namına yapıyorlardı. Halkı nasıl soyuyorlardı ve yoluyorlardı? Gayeleri, dinlerini kuvvetlendirmek ve ceplerini doldurmaktı.
“Süleymancı yetiştiriyoruz.” demiyorlardı da “İnançlı talebe yetiştiriyoruz.” diyerek kandırıyorlardı. Halk da onları müslüman talebe yetiştiriyor zannediyordu.
Üstelik talebeleri salıverip ev ev, dükkan dükkan dilendirirlerdi ve bu topladıklarını da kendi aralarında taksim ederlerdi. Bu soydukları, yoldukları kazlardan elde ettikleri madde ile de altlarına Mercedes arabalar çekerlerdi. Dünyalığınızı aldıkları gibi, dininizi de imanınızı da alıyorlardı.
Çünkü bunların dinleri Süleymancılık olduğu gibi, imanları para, has huyları da gasp idi.
Oysa ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imran: 105)
Hani o halkın yardımı ile yapılan câmiler, Kur’an kursları ve hayır müesseseleri?
Hileyle derneklerin idare heyetine girip, çoğunluğu elde ederek câmileri olsun, Kur’an kurslarını olsun, hayır müesseselerini olsun gasbederlerdi. Halkın yardımı ile yapılan binaları üzerlerine geçirip tapularını alırlardı. Bu onların has huyu idi.
Bu gasplarından bir tanesini gözler önüne sereyim, siz bin tanesini düşünün.
1970’li yıllarda Bornova’lı müslümanlar bir dernek kurarak tam teşekküllü yatılı bir Kur’an kursu inşa ettiler.
Bilâhare hayırsever bir müslüman Bornova’nın merkezinde iki dönüme yakın arsasını “Kur’an kursu talebelerinin barınması için üstüne bina yapmak” üzere bağışta bulundu. Yine hayırsever vatandaşların yardımıyla bu arsanın üzerine üçer katlı iki büyük bina yapıldı. Talebeler bu binalara yerleştirilerek rahatça öğrenim görmeleri sağlandı.
Diğer taraftan süleymancılar bu binaları ele geçirmek için plânlar yaptılar. Kendilerinden olan kişileri derneğe üye kaydettirdiler. Bir de kendilerinden olan bir öğretmeni de resmi kanaldan Kur’an kursuna tayin ettirmeyi başardılar. Sinsice heyete giriyorlar. Heyette çoğunluğu elde ettiklerinde hemen orasını benimsiyorlar ve rahatça gasbediyorlar.
Bir yıl sonra yapılan dernek seçiminde çoğunluğu sağlayarak derneğin yönetimini ele geçirdiler.
Bu arada kendilerine âit Kur’an kursunu Bornova’ya naklettiler. Bir taraftan da binaların tapularını kendi adamlarının üzerine geçirmek için teşebbüse geçtiler. Tapu dairesinde bazı kişileri elde ederek, sahte belgelerle binaların ve arsanın tapularını resmen kendi adamlarının üzerine geçirdiler, binalara sahip oldular.
Bu oyunlardan haberi olmayan diğer dernek üyeleri ise Kur’an kursunun resmî bir hüviyet kazanması için Bornova Müftülüğüne devretmek istediler. Çünkü 1980’den itibaren yatılı Kur’an kurslarının yönetimi ve denetimi müftülüklerce yapılmaya başlanmıştı.
Bu defa, süleymancı olan yeni idareciler binaların kendilerine ait olduğunu, kimsenin buraya karışamayacağını ileri sürerek binaları derhal boşaltmalarını müftülüğe bildirdiler. Bunun üzerine müftülük ve diğer dernek üyeleri mahkemeye başvurarak dâvâ açtılar.
Süleymancılar kendilerini haklı çıkartmak için bazı nüfuzlu kişileri devreye koydular, mahkemede ellerindeki tapuların kendilerine âit olduğunu ispat ederek dâvâyı kazandılar. Mahkeme de binaların onlara âit olduğunu ve tahliyesinin gerektiğini müftülüğe tebliğ etti. Bunu fırsat bilen süleymancılar yağmurlu ve fırtınalı bir günde binalarda ne kadar resmi Kur’an kursu talebesi varsa eşyaları ile birlikte dışarı attılar. Hatta zâtî eşyalarını ve talebelere âit Kur’an-ı kerim’leri pencerelerden dışarı attıklarına bütün mahalle sakinleri şahittir.
Müftülük derhal polis getirip tahliyeyi durdurmak istediyse de ellerinde mahkeme kararı olduğu için, gelen polisler hiçbir icraat yapamadan geri döndüler.
Bu acıklı manzara karşısında o zamanki Bornova müftüsü ve diğer halk gayr-i ihtiyarî ağladılar. Herkesin tüyleri ürperdi. Atılan eşyaları toplayıp zavallı kurs talebelerini geçici olarak başka bir binanın bodrum katına yerleştirdiler.
Süleymancılar ise gasbettikleri o binaları yurt binası yaptılar. Hâlen o binaları kendi arzuları doğrultusunda pansiyon olarak keyfi kullanıyorlar. Bu ise halkın yaptığı Kur’an kursu idi ve burada kendilerinden olmayanları içeriye sokmuyorlar.
Hatta o binaların ön kısmı mahalleye ait cami idi, mahalle sakinleri orada talebelerle birlikte namaz kılarlardı. Minaresi şimdi bile durmaktadır. O cami olan kısmı bile zaptettiler, kimseyi almıyorlar.
Kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı halde, halkın yaptırdığı binaları gasp suretiyle üzerlerine geçirdiler.
Şu yaptıkları hareketin ahkâm-ı ilâhî’ye uyan hangi tarafı var? Bir tarafta emanete hıyanet var, bir tarafta gasp var. Asıl mühim olan İslâm kültür mevzuatını iptal ettirip, camiyi ve talebeleri boşaltmak, camiye cemaati almamak, camiden talebeleri atmak.
Bunu bir kâfir yapmaz. Fakat bunlar bunu kendi dinleri olan süleymancılığa göre yaptılar.
İşte bu zararlı kâfir ve münafıklar, biiznillah-i Teâlâ bu nur ile bu cihatçılarla sizden uzaklaştırıldı. Şimdi artık ne soyabiliyorlar, ne yolabiliyorlar, ne gasp yapabiliyorlar, ne de istilâ plânlarını kurabiliyorlar. Hepsi de hükümsüz kaldı. İşte bu zararlıları Cenâb-ı Hakk sizden böyle uzaklaştırdı, bu zararlılardan sizi kurtardı.
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikatı tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikatı duyurmak için dünyanın birçok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihatçılar nûr-i ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikatı yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
Hani o “Hakk geldi batıl gitti!” diyenler? Hani o “Refahtan başka İslâm yok!” diyenler? Hani o Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisine mâletmek isteyen, Allah’lık dâvâsında bulunan ve: “Zekâtı bize vermezsen kabul olmaz.” diyenler? Hani o “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler? “Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul olmaz, nikâhı sahih olmaz.” diyenler? Tesettürün kalkması için imza verenler? Refah dini için erkeği dişisi kapı kapı dolaşıp dilenenler ve halkı soyanlar? Hakkı ceplerine atıp bâtıl olup çıkanlar?
Bunların bütün gayeleri, kendi kurdukları dinlerine dâvet etmekti.
Ve fakat bu hakikat nuru çıkınca, bu cihatçıların meydana çıkması ile; yıldızların karanlığı delip geçtiği gibi, bu nur zulmâniyeti deldi geçti. Hak gelince bâtıl gitti, bunlar da bâtıl olup gittiler.
Bu ilâhi dâvet karşısında maskeleri düştü. Nûr-i ilâhî hâkim oldu. Ne Allah’lık dâvâsı kaldı, ne de onları ilâh edinen türemelerinde bir bağlılık kaldı. Hepsi de sükût-u hayâle uğradılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Allah-u Teâlâ bunlara daha dünyada iken gadap etti, rezil ve rüsvay oldular. Ahiretteki durumları ise Allah’a kalmış.
Bunların bu rezillikleri ve hâinlikleri yanlarına kâr kalmayacak, hepsi de rezil ve rüsvay olacak. Mülkün sahibi herkesi imtihan edecek, dilediğini dilediğine verecek.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Aralarında çıkan gruplar, birbirleriyle ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!” buyuruyor. (Zuhruf: 65)
Hakikat güneşi meydana çıkınca, ruhu ölenlerin kimisi dirildi, kimisi de ebedî âfâta gömüldü.
Erbakan, kurduğu refah dininin dallarını İslâm dini ile süslemek istediyse de her dalı kurudu ve çürüdü. Zira kendisi çürüktü, dini de çürük.
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 4. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
“De ki: Hak geldi bâtıl gitti.” (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk’a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların içyüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm’ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Müminun: 52)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için göndermiştir.
Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurur:
“Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.” (60. Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nûr-i ilâhî’yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihatçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücahidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hatem-i veli’nin cihad durumunu Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde şöyle beyan buyuruyorlar:
“Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz.” (60. Meclis)
Hem kâfirin küfrünü bildirmek, hem de kapıyı zorla açmak.
Hani o, gerek himmet geceleri adı altında, gerekse iftar ziyafetleri ile trilyonlarca para toplayıp Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı gelen sofra eşkiyaları?
Halkı yemeğe davet ederlerdi, yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi gelenleri oltaya takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek oradaki halkı utandırırlar, paralarını alırlardı. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattırırlar, bu senetleri günü gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alırlardı. Hiçbir şeyi bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Gerçek müslümanlar halkı iftara çağırırlardı, diş kirası verirlerdi. Bunlar da iftara çağırıyorlar, amma dişlerini söküyorlar. Bütün bunların hepsi dini dünyaya alet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar böyle yapıyordu.
Bu yaptıkları İslâm dininde var mı?
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru yolda olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları destekliyordunuz ve yardım ediyordunz. Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini kaç defa önünüze koymuştuk.
Hani o düzenledikleri yemekli toplantılarda halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattıranlar, bu senetleri ödeyemeyenleri icrâ ile tahsil edip halka zulmedenler?
Hani o Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmü olan tesettüre “Teferruat” diyenler?
Hani o papazlara “Hazret” diyenler? Hani o hıristiyan papazları ile, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak “Keşke her köşeye hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa!”diyenler?
Hani o necip tarikatlara dil uzatanlar?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mürselât sûre-i şerif’inin 5. ve 6. Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin ederler.
Her fırsatta, her fesatçının, imansız imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı Dabbe’tül-arz’ların, yalancı İsa’ların, yalancı Mehdi’lerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyle imanlarını kurtarmak için hakikatı bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Bütün gaye ve maksatları nur-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Ceddimiz olan Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz kıyamete kadar hakkı koruyarak hakikatı ayakta tutacak olan zümrenin, sayıları pek az olan sâlih kimselerden ibaret olacağını beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Yeryüzü kıyamete kadar Allah-u Teâlâ’nın hüccetini ayakta tutacak, Âyet’lerini iptalden koruyacak kimselerden hâli kalmaz. Onlar insanlar içinde sayıları çok az, fakat Allah katında kıymetleri çok yüksek kimselerdir.” (Kût’ul-Kulûb: c.1, sh. 134)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bunların iç durumlarını bir değil, birçok Âyet-i kerime’de gözler önüne serdiği halde, siz Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a iman etmediniz, imansız imamlara iman ettiğiniz için bu ilâhi beyanlara gözü yumuk baktınız, kulak vermediniz, arkaya attınız. Bu imansız imamlara kulak verdiğiniz için ve onlara iman ettiğiniz için imansız kaldınız. Bu hakikatları görmediniz, onlara yolundunuz, soyuldunuz.
Siz bunları müslüman zannediyordunuz. Bu Âyet-i kerime’lere inansaydınız münafık ve kâfir olduklarını bilecektiniz. Fakat siz Hazret-i Allah’a ve Resul’üne değil de, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere değil de, imansız imamlara inandığınız için bu hale düştünüz.
Amma biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere baktık, bunların kâfir olduklarını gördük. Kararımızı verdik ve yürüdük. Böylece sizleri bu kâfirlerin şerlerinden kurtarmaya çalıştık.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle cevap veremedikleri için, onlara isnad edilen küfrü ister istemez kabullenmek zorunda kaldılar.
Bu yalancı, bu münafık, deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla ve diğer fâsık zümrelerle öylesine mücadele edildi ki, küfür ve nifakları ortada kaldı. Güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler, ne din kurucuları kaldı, ne türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhi rahmete kavuştular. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten kurtuldular. Fakat onları ilâh edinenler ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Bu imansızlıkları onları hem dünyada hem de ahirette helâk etti.
Dünyadaki helâkiyeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle haber veriyor:
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar. Fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.
İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Burada bunların bir daha dine dönmeyecekleri haber veriliyor ve iman edenlere duyuruluyor. O dinde kalan küfürde kaldı, o artık o küfür batağından çıkamıyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
İnkârda ısrar ettikleri için onlardan artık iman beklenmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Dünyadaki durum budur. Biz biliyoruz, siz de bilin, bu kâfirleri tanıyın artık.
Dikkat edin, aslında hepsine daha dünyada iken lânet halkasını onlara takmış, kalplerini mühürlemiş, gözlerine perde çekmiş ve perişan etmiş.
Ahiretteki durumlarına gelince:
Allah-u Teâlâ mahşer gününde insanların ve hayvanların birbirlerinden haklarını alıp ödeştirdikten sonra hayvanlara: “Toprak olunuz!” buyuracak, o anda hepsi toprak olacaklar.
Kâfirler bu durumu görünce, onlar da hayvanlar gibi olmayı çok arzu edecekler, fakat elli derece daha aşağı düştükleri için olamayacaklar.
Allah-u Teâlâ bu durumlarını Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“O gün kâfir: ‘Ah ne olurdu, ben de toprak olaydım!’ der.” (Nebe: 40)
Hayvandan da aşağı. Çünkü hayvan Yaratan’ını biliyor, tesbihini de yapıyor.
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!” (Tâhâ: 47)

ALTMIŞBİRİNCİ VAKIF SOHBETİ

Bu sohbet 30 Zilhicce 1421,
25 Mart 2001 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Günümüzde çok büyük bir cahiliyet hüküm sürmektedir. Allah-u Teâlâ’nın gadabına mucip olan bütün günahlar işlenmekte, her türlü kötülüğün anası bu devirde mevcut bulunmaktadır.
Geçmişte helâk olan eski kavimler bollukta ve zevk sefada iken belâlara, âfatlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları azgınlıkların bugün hepsi yapılmaktadır. Dünyaya aşırı muhabbet bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm’ı yaşamak ayıp olmuş.
Haram-helâl bilinmiyor, günaha sevaba aldırış edilmiyor, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar alabildiğine çiğneniyor. İnsanlar Hakk’tan kopmuşlar, bâtıla sarıldıkça sarılıyorlar. Kumarın her türlüsü oynanıyor. Fuhuş alenen yapılır hale gelmiş, gayr-i meşru hayâsızlıklar yaygınlaşmış.
Öyle kadın var ki imanını, dinini, namusunu seve seve verir. Diğer taraftan öyle kadın da var ki, gerek namusunu gerek imanını kurtarmak için seve seve canını verir.
Bu sohbetimizde;
“Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir.” (Zâriyât: 55)
Âyet-i kerime’si mucibince, bu hususta bazı hatırlatmalarda ve öğütlerde bulunacağız.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkan öğüt alacak, bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.” (A’lâ: 10-11)
Din nasihatla kaim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
İman edenlerin unutmamasına, gaflete düşmemesine, imanlarının kemâlleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerini öğrenmesine sebep olur.
Allah için birbirini seven kimselerin Allah katındaki derecelerini arzederek mevzuya başlıyoruz.

Allah için Sevişmiş Olanların Makâm-ı Âlîleri:
İslâm dini kardeşlik dinidir. Müslümanlar ana-baba kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup ahirette de devam eder.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler kardeştirler.” buyuruyor. (Hucurat: 10)
Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla hayale gelmeyen dereceler verir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları hâlde, peygamberler ve şehidler o kimselerin Allah katındaki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı hâlde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
Andolsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nur saça-cak, bütün vücutları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.” (Ebû Dâvud)
Ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerin ahiretteki mükâfatları insan idrakinin üzerinde bir lütuftur.
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hal ve ahvallerini anarlar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Biz onların gönüllerindeki kinleri çıkarır atarız. Artık onlar kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr: 47)
Cennetliklerin kalplerinden kin ve düşmanlık, buğz ve haset gibi ahlâk-ı zemimelerin hepsi silinip yerini muhabbet alır. Birbirlerine sadakatle bağlı birer kardeş olarak sohbet ederler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır.” (Yâsin: 55-56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmeyen güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır. Bütün arzuları yerine getirilir.” (Yâsin: 57)
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Cennetliklere son derece kıymetli ve değerli, rengârenk elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde “Normal ipek” mânâsına gelen “Harir”den bahsederken, ipeğin de çeşitlerini beyan etmiştir:
“İnce dibâdan, kalın dibâdan yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar.” (Kehf: 31)
Mukarreb olanların elbisesine gelince;
Onlar Âyet-i kerime’lerle işlenmiştir. Elbiseleri giydikleri zaman o Âyet-i kerime’ler nur gibi parlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın boyasına boyanmıştır.
Onlara Âyetullah denir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an, kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Bu Rabbâniler hayatları boyunca ahkâmı yaşadılar ve yaşattılar. Ahkâm-ı ilâhi’den ayrılmadıkları için bu onlara ilâhî bir mükâfattır.
Şöyle bir temsil verelim: Kâbe-i muazzamanın örtüsü, üzerinde örtülüdür. Ve fakat onun üzerine Âyet-i kerime’lerin sırma ile yazılıp işlenmiş olması, onun değerini kat kat artırır.
Mukarrebler bu şerefli cennet-i alâ’nın en şereflilerindendir.
Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî’sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
“Çok merhametli bir Rab olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yasin: 58)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Teâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

Emânet-i İlâhî’nin Kalplere Yerleşmesi Ve Sonra Kalplerden Çekilişi:
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeyler demektir. Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (Müminun: 8)
Emanetin çok geniş mânâsı vardır. İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir. Maddî ve mânevî sıhhat ve âfiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi gerekir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikatı anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Hadis-i şerif’lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise kıyamet alâmeti olarak “Emanetin ganimet bilineceği” beyan edilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1294)

Emanetin Kalkması:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine haber vermiştir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.”(Ahzab: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslûp ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edeceği; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“-Haberiniz olsun ki, ilerde (Karanlık gece kıtaları gibi) bir takım fitneler zuhur edecektir.”
“-Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?” denildi.
“Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an’dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah’ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah’a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:
‘Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur’an dinledik. O Hakk’a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık iman ettik.’ demişlerdir. (Cin: 1-2)
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur.” (Tirmizi)

Beş Düşman:
Münafıklığı müdafaa eden kimse münafıktır. Münafıkla gizli işbirliği kuran bir kimse, o da münafıktır.
Münafıklığın iç durumu:
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz’anı da, ameli de herşeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.

1. Nefis:
Bu beş düşmanın en büyüğü olan nefis yedi başlı bir ejderdir. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir.” buyuruluyor.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Beyhakî)
Allah’tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

2. Şeytan:
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
“Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
“Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile.” (A’raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.

3. Şehvet:
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 661)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde namaz kılmayan ve şehvetlerine düşkün kimselerin türediğini ve türeyeceğini beyan buyurmuştur:
“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem: 59)

4. İnsan Şeytanı:
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Şeytan ismi Âyet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var mıdır?” dedi.
Buyurdu ki:
“Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)

5. Aşırı Dünya Muhabbeti:
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Hakk ve Hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfal: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.

Münafıkların Gizli Durumu:
Bir münafık münafıklarla olduğu zaman; “Bakınız ben de sizinleyim, sizi seviyorum.” der. Gerçekten de bu beraberlikleri öyledir. Dinini, imanını ve namusunu sergiler, çırılçıplak kalır. Münafıklar ondan kuvvet kazanır. İstifadenin her türlüsünü ondan temin eder, gerçek sırrını alır. O da namusunu, dinini ve imanını verdiği için, bunu kimsenin bilmediğini zanneder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
“İyi bilin ki onlar, içlerindekini ondan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Hud: 5)
İşte bunlar insanların en şerlileridir. Daha evvel vezir iken, şehveti yüzünden rezil olur.
Müslümanlara hemen perdenin diğer tarafından görünür. Giyinmiştir, kuşanmıştır. Örtülmüş olarak müslümanların karşısına çıkar. Münafık olan adam da İslâm kisvesine bürünür, müslümanların ön safında görünür. Nasihatler eder, faydalı imiş gibi görünür. O bu durumu ile gerçekten hem İslâm’la alay eder, zayıf düşürür, hem de müslümanların sırlarını münafıklara taşır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır.
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.” (Tevbe: 66)
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.” (Tevbe: 67)
Kendisinin bilinmemesi için İslâm’ın ön safında görünür. Hakiki müslümanları çok müşkül duruma sokar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sözleri seni üzmesin. Şüphesiz ki biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliriz.” (Yâsin: 76)
İçlerinde ne gibi düşmanlıklar, bâtıl düşünceler beslediklerini; dilleriyle neler söylediklerini, İslâm’a karşı ne gibi melânetler yapmak istediklerini bütünüyle biliriz ve onları buna göre cezalandırırız.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Halbuki insan Yaratan’a karşı çıkmak için değil, O’na kulluk etmek için yaratılmıştır. Câhil ve gafil her insanın durumu işte budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Allah-u Teâlâ dilediğine dilediği kadar kendi sırrından bildirir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” buyurmaktadır. (Bakara: 255)
Meselâ bir kadının iki yüzü vardır. Bir yüzüne bakarsınız hayran kalırsınız. “Ne kadar takvâlı, ne kadar dindar, ne kadar güzel irşad ediyor, ne kadar zarif, ne kadar güzel konuşuyor!” dersiniz.
Diğer yüzü ise Allah-u Teâlâ’nın hakikatı bildirdiği kimseleri hayrete düşürür. “Bunu da mı bu kadın yaptı?”
Şehveti için imanını, dinini, namusunu seve seve verir.
Diğer taraftan öyle kadın var ki; kendisinden hiç ummadığın halde gerek namusunu, gerek imanını kurtarmak için seve seve canını verir, imanını da kurtarır. Bu yüzden şehit olarak gider. Bu kadın da cennet halkının şereflilerindendir. Hurileri dahi hayrette bırakır. Böylece ebedî saâdet ve selâmete kavuşmuş olur.
Şehit olarak Hakk’a vâsıl olduğu için, onun güzelliği ve itibarı o kadar büyük olur ki cennet ehlini hayrette ve hayranda bırakır.
Dinimiz evlilik dışı münasebetleri haram kılmıştır. Çok çirkin bir fiil olup, şiddetle yasaklanan büyük günahlardan birisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Âyet-i kerime’de “Zina etmeyiniz!” denilmiyor da: “Zinaya yaklaşmayınız.” şeklinde emir veriliyor. Çünkü insanı tahrik ederek zinaya götüren şehvet duygusundan ve tehlikelerden emin olmak ancak zinaya yaklaşmamakla mümkün olur. Yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
Bunun içindir ki dinimiz zinayı haram kılarken ona götüren bütün hal ve hareketleri şiddetle yasaklamış, zina kapısını kapatmıştır. Bu kapalı kapıdan içeri girenler hakkında ilahi hükümler son derece ağırdır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (En’am: 151)
Buyurmuş, adam öldürme fiilini zina fiili ile anarak yasaklama getirmiştir. Çünkü zina da aslında nesli öldürme niteliğindedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer.” (Camiüs-sâğir)
Zina öyle bir hayâsızlıktır ki neticesinde nesep bozulur, nesiller soysuzlaşır, iffet ve namus kalkar, içtimai ve ahlâki bir takım fitneler husumetler başgösterir. Aile, hısım akraba bağları kopar. Birçok hastalıklar salgın halinde halkı yok eder.
Nitekim Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bir memlekette zina ve faiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir.” (Taberâni)
“Zina gibi fuhşiyâtın zuhuru, yerin sarsılmasını mûcib olur.” (Camius-sağir)
Şu hususu da hatırlatmak yerinde olur ki:
Zelzeleden çok büyük ibret alacağımız yerde çok büyük isyanlar husule geldi. Bunun için helâkımızın nasıl olacağını düşünüyorum.
Ahiretteki cezalarına gelince:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac’a çıktığında önlerine sofra kurulmuş, üzerine en güzel yemekler ve kebaplar konmuş bir kavim gördü. Onlar ise o güzel yemekleri bırakıp etrafındaki pislikleri yiyorlardı. Cebrail Aleyhisselâm bunların nikâhlı eşlerini bırakıp da harama giden zinakârlar olduğunu söyledi.
Yine Miraç gecesinde göğüslerinden ve ayaklarından baş aşağı asılmış kimseler görmüş, Cebrail Aleyhisselâm bunların da zina eden ve çocuklarını öldüren kimseler olduğunu haber vermiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz zina eden kimselerin vücudu kıyamet gününde ateş kesilir, fırın gibi alev alır parlar.” (Camius-sağir)
Münafık; velev ki İslâm dininin en büyük düşmanları olsa, münafıklar ve kâfirler de olsa, onlara sır verir. Gerek münafıkları, gerekse kâfirleri dost edindiği için, onlara yaranmak için bu işi yapar. Bu sebepledir ki münafıklar kuvvet bulur. Bunlar Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve müslümanlara en büyük zararı vericidirler.
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Bu gibi zinakârların sebebi ile âilelerde çöküntü başlar, memleketin felâketi için gadâb-ı ilâhi’ye vesile olur. Nitekim bunların bazı sırları ifşâ edilir de bilinir. Bildirildiği kadar bilirler.
Hele livata gibi bir fenalık yaygınlaşırsa artık her türlü felâket beklenebilir. Âilelerin dağılmasına ve çökmesine, memleketin zevaline sebep olur.
Dinimiz bu sapıklığı zinadan daha çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş ve şiddetle yasaklamıştır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim için için en çok korktuğum şey, Lut kavminin amelidir.” (Tirmizî: 1457 - İbn-i Mâce: 2563)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu gibi kimseleri yerin bile kabul etmeyeceğini haber vermişlerdir:
“Ümmetimden Lut kavminin fiilini işleyerek ölen kimseyi Allah, cesetlerini Lut kavminin yanına nakledip onlarla haşreder.” (Câmiüs’sağîr)
Lut Aleyhisselâm’ın kavmi de bu ahlâksızlıkları sebebiyle helâk olmuşlardı. Memleketleri altüst olmuş, başlarına taşlar yağmıştı.
Lut Aleyhisselâm, kavmini şöyle ikaz etmişti:
“Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?
Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz çok aşırı giden bir kavimsiniz.” (A’raf: 80-81)
Daha önce hiç kimsenin yapmadığı, hatırına bile getirmediği bu suçu nihayet Sedum halkı işlemişti.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, onda yer alan meseleler asıl itibariyle geçmişi anlatmakla beraber, nâzil olduğu zamana ve geleceğe de parmak basmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Lut kavminin kötü fiilini işleyenlere Allah lânet etsin.” (Ahmed bin Hanbel)
Binaenaleyh livata işleyenler murdardır. Bu kimseler denize düşse denizi kirletir. Eli ile dokunulan birşey yenmez. Domuz gibi murdar olur.
Bu durumlar daha dünyada iken muhakkak ki Allah-u Teâlâ’nın gadabına, ilâhi cezâsına vesile olduğu gibi, bu gibi kişiler bu cezâdan, bu azaptan kurtulmak için bir canı değil, bin tane canı olsa fedâ etmeye râzı olur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de; bu sapıklığı yapanlar çoğaldığı zaman Allah-u Teâlâ’nın, halkın üzerinden himayesini kaldıracağını, nerede helâk olurlarsa olsunlar mühimsemeyeceğini beyan buyurmuştur. (Taberânî)
Kadınlara arka uzvundan temas etmek de livatadır, şiddetle haramdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadına arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyamet günü) rahmet nazarı ile bakmaz.” (Tirmizî: 1165)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kadına arka uzvundan temas eden kimse melundur.” (Ebu Dâvud: 2162)
Şu kadar var ki bu böyle devam etmeyecek, gün gelecek yollar ayrılacak.
Mahkeme-i kübrâ’da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!” buyurur. (Yâsin: 59)
Münafıklar ve kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salâhiyetleri yoktur.
“O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.” (Şûrâ: 7)
Şimdi ise herkes âkıbetine doğru gidiyor.
“İşte bu size vaad edilen cehennemdir. İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!” (Yâsin: 63-64)
Ceza olarak Allah-u Teâlâ’nın onları zillet içinde hor ve hakir olarak bırakması kafidir.
Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak. Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri, beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi organları kendilerini rezil eder.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin: 65)
Nitekim Zilzâl sûre-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere yer dahi kişinin yaptıklarını bir bir haber verip şahitlik eder.
“İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzâl: 4-5)
Münafıklar iki yüzlü oldukları için Allah-u Teâlâ ile dahi alay ederler.
Allah-u Teâlâ da bu gibilerle şöyle alay eder. Onlara cehennemde çıplaklığını örtmek için katrandan elbiseler giydirir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar.” (İbrahim: 50)
Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis pis koksun.
Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.
“Bu, Allah’ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir.” (İbrahim: 51)
Ateş onları elbisenin bedeni sarışı gibi saracak, orada onlara cüsselerine göre üzerlerinde alev alev yanacak elbiseler giydirilecektir.
Bu şekilde mütemadiyen yanarlar. Bir elbise yandıkça ikinci bir elbise giydirilecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Müminler cennetlerde safalar içinde yaşarlarken, cehennem ehli pişmanlıklarına pişmanlık katmaktan hiç de geri kalmazlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yüzleri ateşte çevrildiği gün: ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler.” (Ahzab: 66)
Elden kaçırdıkları fırsatları düşündükçe hep aynı şeyleri söylerler, hep aynı temennide bulunurlar, fakat kendilerinden hiçbir mâzeret kabul edilmez, çünkü hiçbiri de geçerli değildir.
“Onlar orada: ‘Ey Rabbimiz! Bizi çıkar! Yaptıklarımızdan daha hayırlı işler yapalım.’ diye bağrışırlar.” (Fâtır: 37)
İnkârlarına karşılık iman etmeyi, isyanlarına karşılık da itaat etmeyi gönülden arzu ederler. Bunun için de kendilerine bir defacık olsun fırsat tanınmasını isterler.
Halbuki Allah-u Teâlâ çok iyi biliyor ki, onları dünyaya göndermiş olsaydı; yine yasakladığı şeyleri yaparlar ve muhakkak ki yine gerçekleri yalanlarlardı. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine çağrıldıklarında, O’nu inkâr ettiler ve şirk koştular.
Bu sebeple Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“O zaman onlara şöyle deriz: ‘Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti.’ (Fakat inanmadınız).” (Fâtır: 37)
Hakikatı görüp ondan istifade edecek kadar belirli bir ömürle insanları dünyada yaşattığı halde, onlar Hakk’tan yüz çevirdiler. Daha sonra da başlarına gelen bu felâketlere maruz kaldılar.

Allah’ımız şiddetli kıştan önce odun ve kömür almanın lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi; kabrin karanlığını görmezden önce onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp kavrayabilecek ahiret aklını da cümlemize ihsan buyursun.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...