27 Nisan 2016

Şiî Firak Geleneğinde Sebeiyye



Şiî Firak Geleneğinde Sebeiyye 


Günümüz şiilerinde İbn. Sebe'nin Seyf b.Ömer'in Şiayı kötülemek için hayalinden çıkan uydurma  bir karakter olduğu fikri yaygındır.Oysa İbni Sebe karakteri ilk dönem Şii alimlerinin ve -şiaya daha  yakın olsa da -Şiayla bizim aramızda hakem olabilecek Mutezile alimlerinin kabul ettiği bir figürdür.Ve tam da bizim dediğimiz gibi Şia'nın kökenlerindeki Yahudi dokunuşunun cisimleşmiş hali olarak tarihin esrarengiz sayfalarında kendine yer edinmektedir..
*

Şiî olmayan makâlât yazarlarında örneklerini gördüğümüz Seyf b. Ömer tarafından Şiîleri yermek için kullanılan Sebeiyye ve İbn Se­be kurgusunun yine Şiîler tarafından bir karşı savunu malzemesi olarak ele alındığına ve kullanıldığına şahit olmaktayız.

Zeydî Mutezilî Nâşî el- Ekber: Şiî kanat açısından Se­beiyye ile ilgili ilk derli toplu bilginin, ilk defa Zeydî Mutezilî Nâşî el- Ekber (293/905) tarafından verildiğini görürüz. Yazarın aktardıkları ilk rivâyetler olmayıp Câhız’ın anlattıklarına benzemektedir.[1] Nâşî el-Ekber’in anlattıkları içerisinde en farklı olan nokta, Abdul­lah b. Sebe’yi Hz. Ali’nin elinden müslüman olmuş gibi göstermesidir. Oysa Seyfin rivayetlerine göre o Müslümanlığını Hz. Osman zamanında açıklamıştı. Buna ilaveten, Sebeiyye’nin; Ali’nin ölmediğine inandığı, Arapları yönetimi altına almadıkça ölmeyeceği, Abdullah b. Sebe’nin San’alı bir Yahudi olduğu ve Medâin’de oturduğu, Ali’nin ölüm haberini duyunca; onun Arapları asası ile gütmedikçe ölmeyeceğini biliriz, dediğini aktarır. Bunlara ilave olarak Abdullah b. Abbas’ın: Eğer böyle olduğunu bilseydik, mallarını taksim etmez, hanımlarını da evlendirmezdik, dediğini ekler.Yine ilk defa Nâşî el Ekber Ruşeyd el-Hecerî’yi Sebeiyye’den birisi olarak kabul eder ve hakkında farklı şeyler anlatır. Ona göre Ruşeyd, ölümünden sonra  kefenli iken Ali’nin yanına varmış ona selam vermiş ve arkadaşları­ na şöyle demiştir:


Şüphesiz o söyleneni anlıyor, selama karşılık veriyor, canlılar gibi 
nefes alıp veriyor, örtünün altında da terliyor. Çünkü o yeryüzünü, zulümle dol­duğu gibi adaletle ve eşitlikle dolduracak olan İmam’dır. Yazar bu rivayetlerine Sebeiyye’nin; Allah Teala’nın Ali’yi, Mesih'i ref ettiği gibi kendi katına çıkardığını iddia ettiklerine, bunu da hal­kın Ali’nin emirlerine itaat etmediklerinden dolayı yaptığına inandıklarını ekler.[2] Nâşî el Ekber’in aktardığı bu rivayetleri, Ali’nin oğlu Hasan’ın “İmamet”ine inanan bir fırkayı anlattıktan sonra veriyor oluşu, Hz. Ali dönemini değil, 49/669 yılı olan Hz. Hasan’ın ölümünden sonra­ki bir dönemi tasvir ettiği izlenimini uyandırmaktadır. 

Hatta “vasi­lik” anlayışının söz konusu fırkada yoğunlaştığını vurguladığını göz önünde bulundurursak, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin taraftarlarından da sonrasını, yani birinci asrın sonlarını kastettiğini dahi düşünebilirdik. Ancak Ali ile doğrudan ilişkilendirdiği için onun da rivayetlerinin tarihi gerçeklikle ilişkisini kurmak mümkün görün­memektedir. İlerde değineceğimiz üzere Rivayette adı geçen Ruşeyd el-Hecerî’nin, her ne kadar Ali’nin çevresinde birisi olduğu söylense de o dönemde böyle bir ismin meşhur olmadığını söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde Ruşeyd’in fikirlerinin o dönemde kitlelere mal ol­madığı bellidir. Netice itibariyle yazarın maksadının, “Gâlî” diye nitelenen kim­selerden söz ederken mezhep savunması yaptığını ve muhtemelen Zeydîlik ile gâlî Şiîliğin ilişkisinin olmadığını ispatlama gayreti için­de olduğunu söyleyebiliriz. 

Şiî Makâlat yazarlarından Nevbahtî : Nâşî el-Ekber’den sonra Sebeiyye hakkında bilgi veren Şiî Makâlat yazarlarından Nevbahtî (310/922)’yi görürüz. Her ne kadar Nevbahtî ile Kummî (301/913)’nin rivayetleri öncelik-sonralık ilişkisi açısından tartışılırlığını korusa da, biz Nevbahti’nin rivayetlerinin daha önce kaleme alındığını düşünüyoruz. Böyle düşünmemizin ge­rekçesi ise Nevbahtî’nin anlattıklarının daha muhtasar oluşudur. Bununla beraber bu tartışmaya burada girmenin sınırlarımızı aşa­cağını düşünmekteyiz. Öte yandan her iki yazarın anlattıklarının ilişkisine dönecek olursak Nevbahtî’nin anlattıkları ile Kummî’nin anlattıkları birbirine çok benzemektedir. Sadece Nevbahtî Sebeiyye'nin, Hz. Ali’nin ölüm haberini tahkik için evine gittikleri haberini aktarmamaktadır.[3] 

Kummi: Öte yandan Kummî’nin anlattıklarına dönecek olursak,[4] yazar Hz. Ali’nin ölümünden sonra Sebeiyye’nin, İmâmet’e bir farz olarak inandıklarını, Ali’nin yer yüzüne yeniden hakim olmadıkça ölmeye­ceğine inandıklarını rivayet eder. Sebeiyye’yi, Abdullah b. Sebe’nin ashabı olarak ilk defa Vakf ve Gulüv ile ilişkilendirir. Daha sonra Abdullah b. Sebe problemine yeni bir eklemede bulunarak onu Ab­dullah b. Vehb er-Râsıbî el-Hemedânî olarak tanımlar. Bu ismin ta­kipçileri olarak da Abdullah b. Hars/Hares ve İbn Esved’i[5] göste­rir.[6] Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Sahabe hakkındaki ilk “teberri” fikrini Abdullah b. Sebe ile ilişkilendirir. Bu rivayetlerden sonra Kummî’nin rivayeti bambaşka bir konuya girer ve Takiyye’den söz eder. Bu ekleme Kummî’nin metninden başka metinlerde yoktur. Anlatmakta olduğu konu ile de ilişkili değildir. Daha sonra Ali'nin onu öldürmek istemesi ve çevresindekilerin buna engel olması riva­yetiyle devam eder.313

Kummî’nin Abdullah b. Sebe ile Abdullah b. Vehb er-Râsibî’yi ayrı şahısmış gibi göstermesi meselesine dönecek olursak söz konu­su rivayeti dikkatle incelendiğimizde, bunun bir 
kararsızlığın ifade­si değil de Abdullah b. Sebe olarak bilinen bir isim hakkında verilen bilgiye katkı amacı taşıdığını söyleyebiliriz. Yani Kummî bir bakıma Abdullah b. Sebe’nin açık kimliğini vermeye çalışmaktadır. Çünkü Abdullah b. Vehb er-Râsibî’ye izafe edilen görüşlerle Abdullah b. Sebe’ye izafe edilen görüşler aynı görüşlerdir. Öte yandan Kummî’nin Sebeiyye ile ilişkilendirdiği temel görüşlerden birisi olan “takiyye”nin Hz. Ali’nin yaşadığı dönemle ile ilgili bir anlayış olduğunu söylemek de mümkün değildir.Kummî rivayetlerinin kaynağını belirtmeden, “Abdullah b. Se­be’nin Yahudî iken Müslüman olduğu, Ali’ye arkadaş olduğu, Yuşa b. Nun hakkındaki görüşlerini Ali’ye uyguladığı ve onun Hz. Peygamber’in vasîsi olduğunu iddia ettiği” rivayetleri de aktarır. Ali’nin imâmetinin farziyeti konusunda ilk defa onun konuştuğu, berâet fikrini ortaya atarak, düşmanlarının kafir olduğunu iddia ettiğinin söylendiğini, bundan dolayı da Şîa’nın muhaliflerinin, râfızîliğin as­lının Yahudilikten geldiğini söylediklerini kaydeder. İbn Sebe ve as­habının Medâin’de iken Ali’nin ölüm haberi konusunda anlatılanla­rı da tekrar eder.314 Bu haberlerin tahkiki için bir grubun Ali’nin evine gittiğini fakat evinde bulunanların Ali’nin öldüğünü söyledik­lerini, buna rağmen Sebeiyye mensuplarının, Ali’nin öldüğüne inan­madıklarım anlatır.315 Daha sonra Sebeiyye ile Harbiyye arasındaki ilişkiden söz eder.316 Sebeiyye’nin Ali’nin alemlerin ilahı olduğunu, kızgınlığından dolayı yarattıklarından gizlendiğini ve tekrar geri dö­neceğini iddia ettiklerini anlatır.317 Sebeiyye’den doğan fırkaları anlatırken Abdullah b. Hars el-Kindî’ye izafetle Harbiyye’yi[7] sayar. Son olarak eski gâlî gruplan anlatırken, Abdullah b. Sebe er-Râsibî’den söz eder. Sebeiyye’yi de “es-Sebâiyye” olarak zikreder.[8] Kendisinden sonraki kaynaklarda sıkça geçecek olan “Ali bulut­lardadır gök gürültüsü sesi şimşek ise kırbacıdır” mealindeki ifade de Kummî tarafından nakledilmiştir. Ancak bu sözü, Sebeiyye’ye de­ğil de Keysâniyye’ye izafe etmektedir. Ona göre Keysâniyye’den bir fırka; Onlar, illa buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin gelme­sini mi bekliyorlar...[9] mealindeki ayeti tevil ederek, bulutlardan ge­lecek olanın Ali olduğunu iddia etmişlerdir. O “Harbiyye ve Beyâniyye de bu görüşü savunmuştur”  [10] derken aslında Sebeiyye’yi de Keysâniyye’nin içine dahil etmiş ama açıkça belirtmemiştir.  Malâtî’nin de dikkat çektiği gibi bu tevili daha sonraları bu ayete değil de hadislere dayandırılmıştır. Çağdaş araştırmacılardan Murtaza el- Askerî bu bulut meselesinin aslında Hz. Peygamberin Hz. Ali’ye he­diye ettiği ve adına “Sehâb/bulut” denilen sarığın kinayesinden iba­ret olduğunu söyler.[11] Ancak Askerî'nin bu değerlendirmeleri kana­atimizce, yazarın Şîa’nm kökenini Hz. Ali’ye dayandırma girişimin­den öte bir anlam taşımamaktadır. Özellikle Kummî’de zenginleşen,Sebeiyye ve Abdullah b. Sebe ile ilgili rivayetlerin aslında, Hasan b. Muhammed’in İrca Risâlesi’nde de kullanıldığı gibi Muhammed b. el-Hanefiyye etrafında kümelen­miş bir kitle için (Sebeiyye Mütemenniye) kullanıldığını, bu kavra­mın artıkİmâmiyye Şîası’na mensup müellifler tarafından çirkin gösterme çabasına dönük olduğunu düşünebiliriz. Çünkü artık Şîa kavramının, Ali oğullan içinde Hüseyin oğullarına has kılınması ge­rekmekte, rakip/amca çocuklarının ise dışlanması gerekmektedir. Bundan dolayı siyasî anlamda Osman karşıtı ve Ali taraftan, dinî anlayış bakımından da mezhebî düşüncelerin sistemleşmeye başladığı erken dönemlerde, eski Yemen ve Yahudilik kültürüne sahip hermetik inanışın savunucuları olan Sebeîler’in dışlanması gerek­mektedir. İmamî Şiî müelliflerin işte bu gerekçelerleSebeiyye hakkındaki rivayetleri kullandıklarını düşünebiliriz. 
İsmâilî yazar Ebû Hatim er-Râzî: Aynı bilgiler İsmâilî yazar Ebû Hatim er-Râzî (324/925) tarafın­dan da nakledilir.[12] Ancak Kummî ve Nevbahtî’nin anlattıklarına benzer nakillerden sonra “Artık bu gün bu düşüncelere sahip kim­se bilinmemektedir” diyerek o dönemi kapatıp, “Keysâniyye, Beyâniyye, Nehdiyye, Hâşimiyye, Harsiyye, Abbâsiyye” gibi Emevîlerin son dönemi ve Abbâsîlerin ilk dönemlerinde ortaya çıkan hareketle­ri sayar ve onlar hakkında kısa bilgiler verir.[13] Söz konusu fırka isimlerini “Sebeiyye" başlığı altında zikretmesi yazarın bu kavramı daha çok bu fırkalarla ilişkilendirdiğinin bir işareti kabul edilebilir. 
Keşşi: Râzî’den sonra Sebeiyye hakkındaki rivayet nakleden İlk dönem Şiî muhaddislerden Keşşî (340/951 civarı)’yi görürüz.[14] Keşşî’nin rivayetleri içinde “Sebeiyye” adı aslında hiç geçmez. Onun anlattıkları daha çok Abdullah b. Sebe ile ilgilidir. Özellikle Hz. Ali dönemi açısından Abdullah b. Sebe ile Sebeiyye'nin ilişkisi bariz olduğun­dan, Keşşî’nin rivayetlerini de incelemenin gerekli olduğunu düşün­dük. Onun anlattıkları bir bakıma Kummî’nin anlattıklarının da özeti durumundadır. Sadece söz konusu rivayetlere isnad zincirleri eklemiştir. Ancak onun zikrettiği isnad zincirlerinin doğruluğunun şüphe uyandırdığını söylemeliyiz. Söz konusu rivayetler ise özetle şunlardır: 

1- Abdullah b. Sebe, Ali’nin Allah olduğunu kendisinin de onun peygamberi olduğunu iddia etmiştir. Onun bu iddiasına karşılık Ali onu çağırmış, tevbeye davet etmiş o da kabul etmemiş, onu üç gün hapsettikten sonra yaktırmıştır.

2- Abbdullah b. Sebe, Ali hakkında rablık iddiasında bulunmuş, Ali onu tevbeye çağırmış, kabul etmeyince de yakmıştır.326

3- Ebû Abdillah, Abdullah b. Sebe’ye, Emîru’l-Mü’minîn hakkın­da rablık iddiasında bulunduğu için lanet etmiştir.

4- Ali b. Hüseyin, Abdullah b. Sebe’ye, Ali'ye rablık izafe ettiğin­den dolayı lanet etmiştir.327
5- Ebû Abdillah, Müseyleme’nin Rasûlullah’a yalan izafe ettiği gibi, Abdullah b. Sebe’nin de Hz. Ali’ye yalan izafe ettiğinden şikayet etmiştir.328
6- Hz. Ali’nin, Basralılarla yaptığı savaştan sonra yanma, el- Zût’tan kendi dilleriyle konuşan yetmiş kişi gelmiştir. Bunlar Ali’ye selam vermiş ve onunla sohbet etmişlerdir. el-Zûtlular’ın diliyle de Ali onlara cevap vermiş ve kendisinin onların iddia etmediği gibi ol­duğunu söylemiştir. Onları tevbeye çağırmış, ama onlar kabul etme­miştir. Daha sonra Ali kuyular kazdırmış ve onları kuyulara hapsettirmiştir. Sonra kuyuların üzerini kapattırmış, ateş yaktırmış ve on­larda yanan ateşin dumanıyla ölmüşlerdir.329
Tusi : Keşşî’nin rivayetlerini derleyen Tûsî, Kummî’den bir nakille Şîa’nın aslı ile ilgili, Şîa muhaliflerinin sözlerini ekler. Yani Abdullah b. Sebe’nin Yahudi iken müslüman olduğunu, Ali’ye dost olduğunu, Yuşa b. Nun hakkında bildiklerini aşırılıkla Ali hakkında söyledik­lerini bunda dolayı da Şia’nın muhaliflerinin Teşeyyu’ ve Râfıza’nın Yahudilikten geldiğini söylediklerini aktarır.330 Keşşî’nin Abdullah b. Sebe ile ilgili rivayetlerinde, İbn Sebe’nin Hz. Ali’ye İlah demesi ya da Vasî demesi gibi çelişkileri barizdir. 
Ayrıca Hz. Ali’nin el-Zûtlular’la onların diliyle konuşması ise oldukça ilginçtir. Çünkü Hz. Ali’nin Arapça’dan başka bir dil bilmediği ma­lumdur. Bunlara ilaveten en son anlattığı olayda Hz. Ali’nin düş­manları diye anılan gâlî fikirlere sahip muhaliflerini yakarak öldür­mesi iddiası, Keşşî’nin iki yönlü bir hedefinin olduğu izlenimini uyandırmaktadır. İlk olarak, “gâli sayılan düşünce sahiplerine” kar­şı onları yakmakla cezalandıracak kadar tavizsiz bir Şiîlik sunma 
gi­rişimi, ikinci olarak Şîa’nın Hz. Ali’sine “zalimce insanları yakarak öldürmek” yerine onları dumanla zehirletip öldüren bir Hz. Ali tas­viri çizmiş olmasıdır. Keşşî’nin her ne kadar Şiî alimlerce zayıflıkla itham edildiği söylense de[15] onun bu rivayetleri kullanmasındaki amacının mensup olduğu Şîa’nın böylesine sapık bir fırka ile ilişki­sinin olmadığını vurgulamak amacını taşıdığını söyleyebiliriz. 

Şeyh Sadûk : Şeyh Sadûk (381/991) ise Risâletü’l-İtikadatil-İmâmiyye’sinde yine Sebeiyye’den söz etmeksizin Abdullah b. Sebe’nin soyundan bi­risinden söz eder. Ancak burada Seyfin anlattıkları ya da önceki dö­nem Şiî alimlerin anlattıklarından başka bir İbn Sebe takipçisi söz konusudur. Ona göre bu isim Gulât ve Mufavvıda’ya mensup[16] ve Cafer es-Sâdık dönemiyle ilişkilidir. Öte yandan Sebeiyye ile ilgili olarak aktardığı bu sözler babasının eserinde yoktur.[17] Ayrıca o kendi eserleri içinde büyük bir çelişkiye de düşer. İbn Sebe’yi bir eserinde çirkin bir gâlî olarak gösterirken diğerinde sâlih bir mümin olarak takdim eder. eHısal’inde anlattığına göre Hz. Ali, namazdan sonra dua ederken ellerin göğe kaldırılmasını tavsiye etmiş, İbn Sebe de: Ey Emîru’l-Mü’minîn, Allah her yerde değil mi?, diyerek soru sormuştur. Hz. Ali de onun bu sorusuna Kur’ân’da hem rızkın hem de azabın göklerde olduğuna dair ayetler[18] bulunduğunu delil gös­tererek cevap vermiştir.[19] Onun bu rivayeti eserine alışının anlamı muhtemelen, kaynaklarda Ali’nin yanında bu kadar çok görünen bir isme, bir de “Müslümanlık dönemi” vermek istemesi olmalıdır. Bel­ki de bu açıklama sonucunda İbn Sebe’nin yakılması ile ilgili riva­yetler, “mürted”e verilecek olan ölüm cezasıyla açıklığa kavuşmuş olacaktır. Böylelikle önceden Müslüman olduğu ve sonra dininden döndüğü için, bir mürtede verilecek her türlü ceza reva olmuş ola­caktır. Abdullah b. Sebe hakkındaki rivayetlere Şeyh Sadûk’un bu katkısı Şiî gelenekte benimsenmiş ve kaynaklarda yerini almıştır.[20]

Tûsî : Şiî geleneğin yazarlarından Tûsî (460/1067)'nin Fihrist’inde Se­beiyye ya da kurucusu olan Abdullah b. Sebe ile ilgili bir bilgiye rastlayamıyoruz.[21] Sadece Ricâl’inde; Abdullah b. Sebe küfre dönen ve Gulüv’ü ortaya çıkarandır, diye kısa bir rivayet vardır.[22]

Mâzenderânî İbn Şehr-i Âşûb (588/1192)’un Menakıb’ında, Keşşî’nin anlattığı birinci ve altıncı rivayetler kaynak gösterilmeden, Kanber şiiri de bazı küçük ilavelerle aktarılır.[23]

İbn Davud , Hılli: Aynı şekilde İbn Dâvûd (707/1307)[24] ve Hıllî (726/1325)’nin Ricâi’inde[25] Keşşî’nin rivayetlerinin benzerleri görülür. 
Muhammed b. Hasan el-Hurr el-’Âmilî: Keşşînin bu rivayetleri ayrıca Muhammed b. Hasan el-Hurr el-’Âmilî (1104/ 1692) tarafından, birinci, ikinci ve altıncı[26] rivayeti Tafsîlu’l-Vesâil’de, “Hukmu’l-Gulât ve’l-Kaderiyye” Bâbında aktarılır.[27] 
Meclisi,Biharul Envar: Aynı rivayetleri, Meclisi (1110/1698), Bihâru’h-Envâr’ında,[28]

Tabersî (1319/ 1901) de Müstedrek’inde[29] nakletmişlerdir. 

Yemenli Zeydî-Mutezilî Fakîh, Neşvân el-Hımyerî (573/1178) de, Hûri’l-’Iyn’inde Şia'nın fırkalarını sayarken, Abdullah b. Sebe ve Se­beiyye konusuna değinir. Yazar Şia’yı altı fırkaya ayırarak bunlar­dan birisi olarak Sebeiyye’yi gösterir. Bütün Şiî fırkaların ortak 
gö­rüşünün Hz. Ali’nin imâmete en layık kimse olduğunu belirtir. Se­beiyye ve Abdullah b. Sebe'nin görüşlerine değinirken, onların Ali’nin diri olup ölmediğine, yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adalet­le doldurmadıkça ölmeyeceğine Kıyamet gününden önce insanların hepsini tek bir dine döneceğine inandıklarını anlatır. Yazar, İbn Se­be Medâin’de iken kendisine Ali’nin ölüm haberinin getirilme ve İbn Abbâs’ın verdiği cevap meselesini aktarır.[30] O ayrıca Sebeiyye’nin Ali hakkındaki bulutlarla ilgili görüşlerini “Sehâbiyye" adlı bir fırka­nın görüşleri olarak değerlendirip onlara izafe etmiştir. Bu noktada kendinden önceki müelliflerin rivayetini aynen aktarmış ancak fark­lı bir isim vererek, farklı bir fırka türetmiştir. Yazara göre Sehâbiy­ye; Ali’nin ölmediğine onların ma’budu olduğuna, ancak onlara Ali şeklinde göründüğüne şimşeğin onun kılıcı, gök gürültüsünün de sesi olduğuna inanmaktadır. Daha sonra da İshak b. Süvyed’in şi­irini onlardan birisinin sözleri olarak aktırır.[31] O A’şâ el-Hemedânî’nin Muhtâr ve taraftarlarına söylediği şiirini de nakleder.[32] Öte yandan “batıl dinler ve mensubu kalmamış mezhepler” hakkında bilgi verirken[33] “İntizar” anlayışını ele alır. Sebeiyye’nin Ali’yi uzun süre beklediğini (İntizâr ettiğini), bu fırkadan da “Sehâbiyye”nin doğduğunu anlatır. Ali’yi, insanlıktan Rububiyyet’e çıkardıklarını, Keysâniyye’nin de aynı şekilde İbnu’l-Hanefiyye’yi uzun süre bekle­diklerine değinir.[34]

Kanaatimizce Sebeiyye’yi Keysâniyye’den önceki bir döneme ait sayan Neşvân el-Hımyerî’nin yapmak istediği intizar düşüncesinin açıkça bir eleştirisidir. Bunun anlamı ise İmâmiyye’nin “Gâib İmam” düşüncesini üstü kapalı bir biçimde tenkit etmektedir. Zira kendisi bir Zeydî’dir ve Zeydîlik’de imam daha çok gâib değil “zâhir” olmalı­dır. Sebeiyye’yi daha sonra Sehâbiyye’ye dönüştürmesi ise yeni bir kurgu ve isimlendirme görünümündedir.

İbn Ebi’l-Hadîd (655/1257) ise Gulât’ın çıkışı başlığı altında farklı ve yer yer öncekilerin tekrarı olan bilgiler verir. Ona göre de Abdullah b. Sebe ve ashâbı, Ali’ye Sen Allah’sın) demiş, Ali de onu ve arkadaşlarını yakmıştır.[35] İbn Ebi’l-Hadîd’in anlattığı başka bir hikayeye göre Hz. Ali, Ramazan ayında Sebeiyye’ye oruç yerken rastlamış, oruç yemelerinin sebebini sormuştur. Onlar ise ona Sen Sensin diye cevap vermişlerdir. Ali onların kendisini İlah olarak gör­düklerini anlamış ve onları kınamak için yüzlerine toprak saçmıştır. Kendisinin de Allah'ın bir kulu olduğunu söyleyip onları yeniden İs­lam’a dönmeye çağırmıştır. Onlar ise görüşlerinden dönmeyince on­ları yakmıştır. Aralarından İbn Sebe’yi ise Kûfe’de kalmaması şartıy­la bağışlamış ve Medâin’e sürmüştür [36] O anlattıklarına, Abdullah b. Sebe’nin, Ali’nin ölüm haberini kabul etmemesi rivayetiyle devam eder. Bu arada Sebeîlere yeni isimler ekler. Makâlât ashabının Ab­dullah b. Sabra el-Hemedânî ve Abdullah b. Amr b. el-Harb el-Kindî’yi Medâin’deki Sebeîler olarak saydığını aktarır.[37] Fakat bu isimler hakkında da kaynaklarda her hangi bir bilgiye ulaşabilmiş değiliz. Sadece makâlât ashâbı derken kast ettiği isimlerin Nevbahtî ve Kummî olduğunu düşünebiliriz. Çünkü Abdullah b. Harb el-Kindî’yi onlar da Sebeiyye'den kabul etmekte idiler. Bu isimlerden Abdullah b. Sabra el-Hemedânî’yi ilk defa îbn Ebi’l-Hadîd’in zikrettiğini söyleyebiliriz. Yazar aynı şekilde İbn Sebe ve ashâbının “Ali’de İlâhî cevher olduğunu” da iddia ettiklerini aktarır. İbn Sebe ve ashâbının Ali’yi ömrünün sonunda gördüklerini ve onların Yahudî ve Hıristiyan neslinden olduklarını ilave eder.[38] Fakat bu söylediklerinin de gerçeklikle ilişkisini kurmak mümkün görünmemektedir. Sadece Sebeiyye fırkasına mensup olan ve kimlikleri asla bilinmeyen sözde birkaç yeni isim kazandırmıştır. Bir de İbn Sebe hakkında naklettikerinin tarihî olaylara uyumsuzluğunu fark etmiş olmalıdır ki, onu Ali’nin ömrünün sonunda karşılaştırmıştır. 
 Hz. Ali'yle diyaloğa geçen Kafatası hikayesi

Kummî (İbn Şâzân) (600/1203 civan) tarafından nakledilen il­ginç bir rivayete değinerek klasik Şiî kaynaklardaki Abdullah b. Sebe ve onun ashabının hikayesi konusunu bitirmek istiyoruz. Kummî tarafından anlatılıp Meclisî tarafından da nakledilen “kafatası Hikayesi” olarak adlandırılan olay son derece ilginçtir. Rivayete göre Hz. Ali, Medâin’den dönerken Kisrâ’nın sarayında konaklar. Nama­zını kıldıktan sonra yanına bir müneccimi alarak sarayda gezintiye çıkar. Bu esnada geçmişte neler olup bittiğim bildiği anlamında, sa­rayda gördüğü yerleri ve orada olmuş olayları anlatır. Müneccim de onun anlattıklarının eskiden olan şeyler olduğunu söyleyip, onun sözlerini tasdik eder. Sonra Ali orada gördüğü çürümüş bir 
kafata­sını yanına alıp, su dolu bir kaba koydurup onunla orada konuşma­ya başlar. Kafatası Ali’ye kim olduğunu ve hayatta iken başından neler geçtiğini anlatır. Bütün bu olup bitenleri Ali’nin yanında bulu­nanlar da izler. Daha sonra herkes kendi memleketine döner. Ancak orada olup bitenlere anlam verme konusunda ihtilaf ederler. İman’ı sâlih olanlar bu olayı Ali’nin Allah'ın sâlih bir kulu, velisi ve Peygamberi’nin Vasisi, Abdullah b. Sebe ve ashabı da Ali'nin ölüyü di­rilten bir rab olduğu şeklinde tevil ederler. Ali ise hakkında söyleni­lenleri duymuş, kendisinin rab olduğunu iddia edenleri tevbeye ça­ğırmış fakat onlar kabul etmemiştir. Ali de onlardan bir kısmını yak­mış,bir kısmı ise hayatta kalmaya devam etmiştir.[39] Kummî'nin anlattıklannın değerine gelince bütün bunların bü­yük bir komedi olmanın yanında, kendi dönemi açısından “Ali Miti” ne katkıda bulunma amacı taşımaktan öte bir anlamı olmadığını söyleyebiliriz. Anlattıkları içinde doğru kabul edilebilecek bir nokta bulmak mümkün değildir.[40] 
“Meclisi'nin dirilttiği” ölüler : Öte yandan Meclisi ise bu ilginç riva­yeti eserinde biraz daha yumuşatmaya çalışmıştır. Ona göre yanıp kül olanlar üç gün sonra Allah tarafından yeniden diriltilmişler ve kalkıp evlerine gitmişlerdir.[41] Öyle görülmektedir ki Meclisi bu tav­rıyla, ölenlere kıyamamış ve selefinin eksiğini gidermeye çalışmıştır. 
Netice olarak Şiî gelenekteki Abdullah b. Sebe ve ona izafe edi­len Sebeiyye fırkası hakkındaki rivayetleri Şiî yazarların (Özellikle İmâmiyye Şia'sının) kendi kökenlerini temize çıkarmak için, çok kö­tü ve çirkin bir tarih yaratıp, kendilerinin o geçmişle ilgileri olmadı­ğı amacıyla kullandıklarını söyleyebiliriz. 

Kummî’nin Sebeiyye Tasviri 

Ali (r.a.) öldürüldükten sonra İmametin Allah ve Rasulü’nden gelen bir farz olduğuna inanarak ümmet üçe bölündü. Onlardan biri şöyle inanır: “Ali yeryüzüne hakim olup arabı asası ile gütmedikçe/yönetmedikçe ve yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi adaletle doldurmadıkça ölmez ve öldürülemez."Bu fırka bu ümmet içinde Nebi (s.a.v.)den (başkası hakkında) İslam’da vakıftan (tevakkuf) söz eden ilk fırkadır. Ve 'Gulüv’e düşen ilk fırkadır. Abdullah b. Sebe’nin ashabı olan Sebeiyye olarak bilinirler. ‘Bu (Abdul­lah b. Sebe) Abdullah b. Vehb er-Rasibî el-Hemedânî’dir. Ona Abdullah b. Hars/Hares ve İbn Esved yardım ettiler. Bu ikisi en iyi arkadaşlarındandı’.[44] Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Sahabe hakkında ilk “teberri” eden ve bunları eleştiren kimse idi. Ali’nin bunu emrettiğini iddia etti. Takiyye ise ne caiz ne de helaldir. Ali onu yakaladı ve bunu ona sordu, o da ikrar etti. Ali, onun öldürülmesini emretti. Her yandan insanlar şöyle bağrıştılar: Ey mü’minlerin emiri Ehl-i Beyt sevgisine, sana dostluğa (velayete) ve düşmanlarından uzaklaşmaya (Beraet) çağıran birini mi öldüreceksin? Ali de onu Medaîn’e sürdü.[45] ‘İlim ehlinden bir grup Abdullah b. Sebe’nin Yahudi iken Müslüman ol­duğunu ve Ali’yi dost (velî) edindiğini anlatır. Yahudi iken Yûşa b. Nun için şöyle derdi: O, Musa’nın vasisidir. Müslüman olunca Hz. Peygambe­rin ölümünden sonra, Ali’nin onun vasisi olduğunu söyledi. O Ali b. Ebî Tâlib’in imametinin farziyyeti hakkında ilk defa iddia eden kimsedir. Düş­manlarından beraati ortaya koymuş Muhaliflerinin kafirliğini açıklamış­tır. Buradan yola çıkarak Şîa’nın muhalifleri Rafızîliğin aslının Yahudilik­ten geldiğini söylemişlerdir. İbn Sebe ve ashabına Medâin'de iken Ali’nin ölümü haberi ulaşınca bir binitli onların yanına geldi ve halk ona soru­lar sordu. (İbn Sebe); Emîru’l-Mü'minîn’den ne haber var?, dedi .0 da; Düşmanlan ona öyle bir vuruşla vurdular ki daha büyüğü ile insan yaşar, daha hafifi ile ölür, dedi.[46] Sonra ölümünün haberi gelince, haberi getire­ne dediler ki; Ey Allah’ın düşmanı yalan söyledin, onun beynini bize şişe[47] içinde getirsen ve onun öldürüldüğüne yetmiş tane adil ve sadık şahit ge­tirsen de biz biliriz ki, o ölmez ve öldürülmez. Çünkü o Arab’ı asası ile güt­medikçe (Arapları yönetmedikçe) ve yeryüzüne hakim olmadıkça ölmez.Bir müddet sonra iddialarını ispat etmek için Ali’nin evine gittiler ve hayat­ta olduğundan emin olmak için içeri girmeye izin istediler. Orada bulunan­lardan çocukları, ehli ve arkadaşlarından bazıları: Sübhanallah Emîru'l- Mü'min'în şehid olduğunu bilmiyor musunuz? dediler. Cevap olarak; Biz onun delil ve burhanlarıyla yönettiği gibi kılıcı ve kırbacıyla Arabı yönetme­dikçe ölmeyeceğini biliyoruz. O gizli şeyleri işitir ve kapalı yerlerin altınday­ken bile bilir Karanlık gecede keskin ve ağır kılıcın parladığı gibi parlar.[48] İşte bu Sebeiyye’nin ve Abdullah b. Amr b. el-Harb el-Kindî’nin taraftarları olan Harbiyye'nin Ali hakkındaki görüşüdür.[49] Ali taraftarı olan ashabıdır­lar. Ölümünden sonra Ali’nin alemlerin ilahı olduğunu, kızgınlığından do­layı yarattıklarından gizlendiğini ve tekrar geri döneceğini iddia ettiler’.[50] ‘Eski Gâli gruplar şunlardır: Abdullah b. Sebe er-Râsibî’nin ashabı olan es-Sebâiyye, Keysâniyye ve Harbiyye...’[51] 

Keşşî’nin Abdullah b. Sebe ve Hz. Ali İlişkisini Tasvirleri 

1. Muhammed b. Kavlûye el-Kummî (369/979), Ebû Cafer kanalıyla şöy­le anlatır: Dedi ki: Abdullah b. Sebe peygamberlik iddiasında bulunuyor­du ve Emiru’l-Mü’minîn (as.) ın Allah olduğunu iddia ediyordu. Bu Emîru'l- Mü’minîn’e ulaştırıldı. O da onu çağırdı ve sordu. O ikrar etti ve; Evet sen osun. Bana senin Allah olduğun ve benim de nebi olduğum ilham olmuştu, dedi. Emîru’l-Mü’minîn ona dedi ki: Yazıklar olsun. Şeytan seninle alay etmiş, anası seni kaybedesice bundan vazgeç ve tevbe et! O tevbe etmedi, o da onu üç gün hapsetti, yine de tevbe etmedi. Onu ateşle yaktı ve dedi ki: Şeytan onu aldatmış, geliyor ve ona böyle ilham ediyordu.[52]
2. Muhammed b. Kavlûye (369/979)’den Hişam b. Sâlim kanalıyla; Ebû Abdillah (a.s.)’i ashabına Abdullah b. Sebe hakkında konuşurken duydum. O Emîru'l-Müminîn Ali b. Ebi Tâlib hakkında Rububiyyet iddia ediyordu. O bunu iddia ettiğinde Emîru’l-Mü’minîn onu tevbeye çağırdı. O tevbe etmek­ten yüz çevirdi O da onu ateşle yaktı.[53]
3. Muhammed b. Kavlûye kanalıyla Eban b. Osman’dan şunu aktarır; Ebû Abdillah (a.s.)’ı şöyle derken işittim: Allah Abdullah b. Sebe’ye lanet etsin! O Emîrul Mü’minin hakkında Rabblık iddiasında bulundu. Halbuki o Allah’a itaatkar bir kuldu. Bize yalan isnat edenlere yazıklar olsun. Birileri bizim kendimiz hakkında söylemediğimizi bize izafe ediyor. Onlardan Allah'a teberri ederiz, onlardan Allah’a teberri ederiz. 
4. Ali b. Hüseyin’den; Allah bize yalan isnad edenlere lanet etsin. Bana Abdullah b. Sebe’den söz ettiler, tüylerim diken diken oldu. Büyük bir id­diada bulunmuş. Allah ona lanet etsin. Vallahi Ali sâlih bir kuldu. Rasullulah'a kardeş idi. Allah’a ve Rasulüne itaatten başka bir ikrama ulaşma­mıştı[54]
5. Ebû Abdullah’dan; Biz Ehl-i Beyt Sıddîklarız. Bize yalan izafe eden ya­lancıdan da kurtulamayız. Bize izafe edilen bu yalandan dolayı halkın na­zarında doğruluğumuz zedelenir. Rasulullah (s.a.v.) söz ve huy bakımın­dan insanların en doğrusu idi Buna rağmen Müseyleme ona yalan izafe etti. Emîru’l-Mü’minîn (as.)’da Rasulullah (s.a.v.) den sonra Allah’ın 
gü­nahlardan temizlediği ve sözü en doğru olan kişi idi Ona yalan izafe eden, doğruluğunu yalanlamak için çalışan ve Allah’a iftira eden Abdullah b. Se­be idi[55]

6. el-Hüseyin b. Hasan b. Bendâr el-Kummî bir rivayeti Ebû Cafer (a.s.)’dan şöyle nakleder: Ali (a.s.) Basralılarla yaptığı savaşı bitirince el- Zût’tan yetmiş tane adam geldi. (Ali)’ye selam verip kendi dilleriyle konuş­tular. Ali de onlara kendi dilleriyle cevap verdi ve onlara dedi ki: Ben si­zin dediğiniz gibi değilim. Ben Allah'ın bir kuluyum. Onun bu sözünden yüz çevirdiler ve; Sen sensin, dediler. (Ali) onlara dedi kİ; Hakkımda söy­lediğinizden vaz geçmez ve Allah'a tevbe etmezseniz yemin olsun ki sizi yakarım. (Râvî) Dedi ki; tevbe etmekten ve sözlerini geri almaktan yüz çe­virdiler. (Ali de) onlar için kuyular kazılmasını emretti ve kazdılar. Sonra birbirleri arasına arklar açarak kuyuları birbirine bağladı. Sonra onları gruplara ayırarak kuyulara yerleştirdi. Sonra kuyuların üstünü kapattı. Sonra içinde kimsenin olmadığı kuyuda ateşi yaktı. Duman üzerlerine gitti ve hepsi de öldüler.[56]

Kummî’nin Kafatası Hikayesi-Dile gelen Enüşirevan'ın kafatası

Emîru’l-Mü’minîn Medâin’e döndü ve Kisrâ’nın sarayında konakladı. Ya­nında (Kisrâ'nın müneccimi) Delf b. Mücîr vardı. Namaz kılınca kalktı Delf ona dedi ki; Benimle beraber gel! Beraberlerinde Sâbâtlılardan bir grup da vardı. (Emîrül-Müminîn) bir yandan sarayı dolaşıyor bir yandan da; Burada şöyle şöyle şeyler vardı, diye anlatıyordu. Delf de; Vallahi doğ­ru, diye onaylıyordu. Ali bu minval üzere her tarafı dolaştı ve orada neler olup bittiğini tek tek anlattı. Delf de; Ya Seyyidî ya Mevlâye sanki her şe­yi yerine sen koymuş gibisin, diyordu.Sonra (Ali) çürümüş ve terk edilmiş bir kafatasını  gördü. Şunu alın!, dedi. Eyvan'a geldi ve oturdu. İçi su dolu bir tas istedi. Adamın birine; Şu ka­fatasını içine koy!, dedi. Sonra; Yemin olsun ey kafatası benim ve senin kim olduğunu söyleyeceksin!, dedi. Kafatası fasîh bir dille; Sen Emîrul- mü’minîn, Seyyidu’l-Vasîyyîn ve İmâmu'l-Müttekînsin. Ben ise senin kölen olan Kisrâ Enüşirevân'ım dedi. Emîrül-Mü’minîn; Halin nasıldır?, diye sordu. O da; Ey Emîru’l-Mü’minîn ben halkıma karşı şefkatli ve sevgi dolu adil bir melik idim. Topraklarımda zulüm olmazdı Fakat Mecûsî dinine mensuptum. Melikliğim zamanında Muhammed (s.a.v) doğdu. Onun doğ­duğu gece sarayımda 23 sütun yıkıldı Onun göklerdeki ve yerdeki fazile­ti, mertebesi, izzeti ve Ehl-i Beyti’nin şerefi hakkındaki duyduklarımın çok­luğundan dolayı ona iman etmeye niyetlendim fakat gaflette bulundum. Saltanatımla meşgul olmam bu nimet ve mertebeden mahrum olmama, imanımın olmayışı da cennetten mahrum olmama neden oldu. Lâkin bu küfrüme rağmen halkıma olan adaletim ve şefkatimden dolayı Allah Teala beni ateşten kurtardı Ben ateşteyimfakat ateş beni yakmıyor. Keşke iman etmiş olsaydım. Ey Muhammed Ehl-i Beyti’nin Seyyidi ve ey Emîru’l- Mü’minîn o zaman seninle birlikte olurdum, dedi. Orda bulunanlar ağlaş­tı ve herkes dağıldı. Sâbâtlılar da kendi halklarının yanına gittiler. Orada olanları ve kafatasının hikayesini anlattılar. Emîru’l-Mü’minîn hakkında ihtilaf ettiler. Muhlis olanlar Emîru’l-Mü’minîn'in Allah'ın kulu velisi Rasulullah’ın vasisi olduğunu, bazıları onun Nebî olduğunu, bazıları da Rab olduğunu iddia ettiler. Abdullah b. Sebe ve ashabı gibiler dediler ki: Eğer o Rab olmasaydı ölüyü nasıl diriltecekti? Emîru’l-Mü’minîn bunu duydu, sıkıldı, onları topladı ve onlara dedi ki: Ey Kavm Şeytan size galebe çal­mış. Şüphesiz ben Allah’m kuluyum Beni İmamet Velayet ve Rasulünün Vasiliğiyle nimetlendirdı. Küfrünüzden dönün. Ben Allah'ın kulu ve kulu­nun oğluyum. Muhammed (s.a.v.) benden hayırlıdır. O da Allah'ın kuludur. Biz sizin gibi beşeriz.Bir kısmı küfründen döndü, bir kısmı da küfrü üzere kaldı. Emîrul- mü’minîn onları vazgeçmeleri için sıkıştırdı, fakat dönmediler. O da onları yaktı. Onlardan bir kısmı dağıldı ve dediler ki: Şayet onda Rubûbiyyet olmasaydı yakmazdı[57]
*

[1] Krş. el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 3/81.

[2] Nâşî el-Ekber, Usûlu’n-Nihal, 22-23. Usûlü’rı-Nihal’in Mu’tezilî, Cafer b. Harb’a ali olduğu da söylenmektedir. Krş. Büyükkara, İmamet Mücadelesi, 16.

[3] Bkz., en-Nevbahtî, Ebû Muhammed Hasen b. Mûsa (310/922), Fıraku’ş-Şîa, thk., Muhammed Sâdık Âli Bahri'l-Ulûm, Necef, 1355/1936, 22-23.

[4] Bkz., Ek. 5. [5] Kummî'nin İbn Esved diye naklettiği şahıs daha sonra ibn Süveyd’e dönüşmekte­dir. Muhtemelen İbn Sevdâ olmalıdır. Sondaki elif başa geçmiş gibi görünmektedir. Bkz., el-Kummi, el-Makâlât, 23.
[6] Bu iki İsim hakkmdaki rivayet, Abdu'l-Mun'im el-Hanefî'nln tabkikli neşrinde yok­tur. bkz., Nevbahtî-el-Kummî, Firak, 32. Kanaatimizce muhakkik bu kısmı eserine, çelişkilere yol açmamak için kasten almamıştır. 
[7] İbn Hazm’a göre Harsiyye şu şekildedir: Harisiyye Râfıza’dandı. Abdullah b. Haris, her gün tarajtarlarma on yedi vakit namaz (almayı emrederdi Her namazında da on beş rekat vardı Sonra görüşlerinden tövbe etti ve Havâric’ten olan Sufriyye'nin gö­rüşlerini benimsedi. Bkz., İbn Hazm, Cemhere, 427. [8] el-Makâlât, 55-56.
[9] 2. Bakara, 210.
[10] el-Kummî, el-Makâlât, 28.
[11] Bkz., el-Askerî, Sebe, 2/341.
[12] Ebû Hâtim er-Râzî. Ahmed b. Hamdan, Kitâbu’z-Zîne jî KelimâtiTİsmâiliyyeti'l-Ara- biyye, thk., Abdullah Sellûm es-Sâmarrâî, el-Guluv ve’l-Fıraki'l-Gâliye içinde, trz. 305-306.
[13] Ebû Hâtim er-Râzî, Abdullah b. Sebe’nin Ali’nin İlah olduğuna, ölüleri dirilttiğine inandığını, Ali’nin öldükten sonra gaybete çekildiğine inandığım nakleder. er-Râ- zî’ye göre ilk defa Vakf dan söz eden fırka Sebeiyye’dir. Sebeiyye’den gulât fırkalar doğmuştur. Bunlar Keysâniyye’nin gulâtından; Beyâniyye en-Nehdiyye, Hâşimiyye, Hârisiyye, Abbâsiyye, Rizâmiyye Harûriyye ve Râvendiyye’dir; Bunların hepsi Tenâ- suh’a inanan gâlî fırkalardır. Bunların yanında el-Hürremiyye, Mazdekiyye, Sinbâ- ziyye, ed-Dekâliyye, Selmâniyye, Hattâbiyye, Bezîğiyye de bulunmaktadır. Bkz., er- Râzî, ZÂne, 305-306.
[14] Bkz., Ek 6. el-Keşşî, Muhammed b. Amr, Ricâlu Keşşî, Meşhed, 1348/1929, 106; Ebû Cafer et-Tûsî, İhtiyâru Marifeti’r-Ricâl el-Ma’rûf bi Ricali Keşşî, tashih ve ta’lik Mîr Dâmâd el-Esterâbâdî, thk., Seyyid Mehdi er-Recâî, Kum 1404/1983, 1/ 323.
[15] Krş. el-Askerî, Sebe, 2/178-179.
[16] Şeyh Sadûk şunları söyler: “Zürâre’den şöyle dediği rivayet edilir: Selam üzerine ol­sun (İmam Cafer) es-Sâdık'a “Abdullah b. Sebe'nin soyundan bir adam tefviz (hava­le etme-vekil kılma) inancını ileri sürüyor dedim." Selâm üzerine olsun, ‘Tefviz ne­dir?” diye sordu. Ben de şu cevabı verdim: “O diyor ki. Güçlü ve Ulu Allah, Muhammed'i (s.a.v.) ve Ali’yi (a.s) yarattı, sonra işi bu ikisine havale etti. Böylece bu ikisi yarattılar, rızk verdiler, dirilttiler ve öldürdüler.” Bunun üzerine o (a.s.) şöyle dedi: Allah'ın düşmanı olan o yalan söylemiştir. Onun yanına gittiğin takdirde, ona, Ra'd suresindeki şu ayeti oku; “Yoksa Allah'a, Allah’ın yarattığı gibi yaratan ortaklar bul­dular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? Deki: Her şeyi yaratan Allah’tır. O her şeye üstün gelen tek Tanrıdır." (Ra'd 13/16) Böylece adamın yanına gittim ve (İmam Cafer) es-Sâdık’ın (a.s.) dediklerini bildirdim. Sanki ona taş yutturmuştu ve o da sanki dilini yutmuştu.” Bkz., el-Kummî, “Şeyh Sadûk", Ebû Cafer Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh, Risaletü'l-İ’tikâdâti'l-İmâmiyye (Şiî İmâmiyye’nin İnanç Esasları], trc., Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1978, 119. Krş. el-Meclisî, Muhammed Bakır, Bihâm’l- Envâr, Beyrut 1404/1698, 25/343.
[17] Bkz., İbn Bâbeveyh el-Kummî, Ebû’l-Hasan Ali b. el-Hüseyin (329/940), el-İmâme ve’t-Tabassur mine’l-Hayre, thk., komisyon, Kum, 1985.
[18] 51. Zariyât, 22.
[19] Şeyh Sadûk, el-Hısâl. Kum, 1403/1982, 2/628-629.
[20] et-Tûsî, Tehzıbu'l-Ahkâmfi Şerhi Mukniati li'ş-Şeyh Müfid (1-2), Necef, 1378/1959, 2/322; el-Meclisî, Bihâr, 10/106-107, 82/318, 90/308.
[21] et-Tûsî, Ebû Cafer Muhammed b. Haşan, el-Fihrist, Beyrut, 1983, 131.
[22] et-Tûsî, Ebû Cafer Muhammed b. Haşan, Ricâlu'ş-Şeyh et-Tûsi Necef, 1381/1961.75.
[23] el-Mâzenderânî, İbn Şehr-i Âşûb, Menâkıbu Âli Ebî Tâlib, Kum, 1379/1959, 1/264.
[24] İbn Dâvûd Hıllî üç gün tevbeye çağrıldıklarını ve yetmiş kişinin yakıldığını söyler. Bkz., Rtcâlu ibn Dâvûd, Tahran, 1383/1963, 469, 540.
[25] el-Hıllî, Ebû Mansûr el-Hasan b. Yusuf b. Mutahhar el-Esedî, (726/1325), Hulâsatu'l-Akvâl fî Ma'rifeti’r-Ricâl thk., Cevâd el-Kayyûmî, 1417/1996, 2/372.
[26] Bkz., Hurr Âmilî, Muhammed b. Hasan, Vesâilu'ş-Şîa İlâ Tahsili Mesâilu'ş-Şerîa, Kum, trz. 28/335.
[27] Vesail, 28/335, 336.
[28] el-Meclisî, Bihâr’ında “Biz Sıddîklar" İfadesini muhtemelen Ebû Bekir'i çağrıştırma­sın diye değiştirerek “Biz Sâdıklar” şeklinde aktarmıştır. Ayrıca Abdullah b. Se­be'nin Sebeiyye'sinin takipçileri olarak Muhtâr, Ebû Abdullah el-Hâris eş-Şâmı, Be­yân, Muğîre b. Saîd, Beziğ es-Sırri, Ebû'l-Hattâb ve Muammer, Beşşâr el-Eşarî Hamze el-Berberî ve Sâid en-Nehdî'yi dolaylı bir şekilde zikreder. Bkz., 2/217 ve 25/263, 286-287. Krş. el-Askerî. Sebe, 2/176.
[29] et-Tabersı, Muhammed b. Takıyyuddin Nûri (1319/1901), Müstedreku'l-Vesâil 9/ 90-91.
[30] Neşvânu'l-Hımyerî, Ebû Saîd Neşvân b. Saîd (573/1178), el-Hûru’l-'Iyn, thk., Kemal Mustafa, Mısır, 1948.154-155. Bkz., Fığlalı, Bağdâdî’nin Mezhepler Arasındaki Farklarına yazdığı, “Önsöz”, xxı.
[31] Neşvânu’l-Hımyerî, Hûru’l-'Iyn, 154,155. Krş. el-Bağdâdî, el-Fark, 223-235.
[32] Neşvânu’l-Hımyerî, Hûru’l-'Iyn, 184.
[33] Neşvânu'l-Hımyerî, Hüru’l-’Iyn, 236, 251; Kevserî, Muhammed Zâhid, Hûru’l-Ayn’a yazdığı "Medhal", 9.
[34] Neşvânu’l-Hımyerî. Hûru’l-'Iyn, 251.
[35] İbn Ebi’l-Hadîd, Abdulhamid Hibetullah b. Muhammed b. el-Hüseyin (655/1257), Şerhu Nehci’l-Belâğa (1-20), thk., Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Beyrut, 1407/1987, 5/6 vd.
[36] İbn Ebi'l-Hadîd, Şerh, 5/6.
[37] İbn Ebi'l-Hadîd, Şerh, 5/6-7.
[38] İbn Ebi'l-Hadîd, Şerh, 5/52-53.
[39] Bkz., Ek 7: el-Kummî, Şâzân b. Cibril, el-Fedâil Kum, 1363/1943, 71-72. Krş. el- Meclisî, Bihâr, 4/213-215; Tabersî, Müstedrek, 18/168.
[40] Zaten onun bu rivayetleri her ne kadar klasik kaynaklar içindeki yerini korusa da, son dönem Şii araştırmacılar tarafından da eleştirilmektedir. Bkz., el-Askerî, Se­be,2/186 vd.
[41] ‘Ali’nin Ölüleri Diriltme, Hastalara Şifa Verme Düşmanlarını Belaya Uğratma ve 
Du­aların Kabulü" Babında, bkz., 4/213-215.
[42] et-Taberî, Târih, 4/505.
[43] Sırri Şuayb'dan, o Seyf den, o da Muhammed ve Talha'dan nakille şöyle dedi. Seyf, el-Fitne, 155: et-Taberî, Târih, 4/505.
[44] Tırnak içinde aldığımız bu metin Abdu'l-Mun’im el-Hanefî'nin tahkikli neşrinde yok­tur. bkz., Nevbahtî-el-Kummî, Firak, 32. Kanaatimizce muhakkik bu kısmı çelişkile­re yol açmamak için kasten almamıştır.
[45] el-Kummî, Makalât, 20.
[46] Bu garip ifade ile Ali’nin zehirli bir darbeyle öldürüldüğüne gönderme yapılıyor olabilir.
[47] “Şişe veya bir kap" olarak terceme edeceğimiz “Sırrah" ifadesini Cevâd Meşkur “Dar­be” olarak okumuştur ki uzak bir ihtimaldir. Krş. el-Kummî, Makâlât, 21 Nevbahti- el-Kummî, Firak, 33.
[48] Taşınan şeylerin altında olup biteni" bilir şeklinde tercüme edilebilecek bu metnin “el-Atel" yerine “el-Mukfel" “kilitli yerler" şeklinde okunabileceğine işaret eden M. Ce­vâd Meşkûr, kanaatimizce öncelikle “diyar" kelimesini yanlış okumuştur. Doğrusu “tahte'd-Disari’l-Mukfel" olmalı, anlamı da “kapalı örtünün altında iken bile fısıltıları işitir" şeklinde olmalıdır. Konunun bağlamına bu okuyuş daha uygun düşmektedir. Krş. el-Kummî, el-Makâlât, 21 ve dipnot; 2.
[49] Metnin aslında "Abdullah b. Ömer b. Harb el-Kindî” şeklinde geçmektedir. Ancak doğrusunun Ömer değil Amr olması gerektiği ve bir tensih hatası olduğu kanaatin­deyiz. Çünkü bu firka sürekli Abdullah b. Amr ile ilişkilendirilmektedir. Bkz., s; 26, 56. Aynca ileride değineceğimiz üzere, değişik takdimleri de söz konusudur.
[50] el-Kummî, el-Makâlât, 21.
[51] el-Makâlât. 55-56.
[52] el-Keşşî, Muhammed b. Amr, Ricâlu Keşşî, Meşhed, 1348/1929, 106; Ebû Cafer et- Tûsî, thttyâm Marifeti'r-Ricâl el-Ma'rûfbi Ricali Keşşî, Tashih ve Ta’lik Mîr Dâmâd el- Esterâbâdî, thk., Seyyid Mehdi er-Recâî, Kum 1404/1983, 1/ 323.
[53] el-Keşşî, Ricâl, 107; et-Tûsî, Ricâl, 1/323.
[54] el-Keşşî, Ricâl, 107; et-Tûsî, Ricâl, 1/324.
[55] el-Keşşî, Rical, 108; et-Tûsî, Ricâl, 1/324.
[56] el-Keşşî, Rical, 109; et-Tûsî, Ricâl, 1/325.
[57] el-Kummî, Şâzân b. Cibril, el-Fedâil, Kum, 1363/1943, 71-72.

313 el-Kummî, Makalât, 20. 314 Bkz., el-Kummî, Makâlât 21 Neubahtî-el-Kummî, Firak, 33.

315 Buradaki ifade, tahte’d-Disari’l-Mukfel, anlamı da kapalı örtünün altında iken bile 
fısıltıları işitir şeklinde olmalıdır. Krş. el-Kummî, el-Makâlât, 21 ve dipnot: 2.

316 el-Kummî, el-Makâlât, 26, 56.

317 el-Kummî, el-Makâlât, 21. 
326 el-Keşşî, Ricâl, 107; et-Tûsî, Ricâl, 1/323.

327 el-Keşşî, Ricâl, 107; et-Tûsî, Ricâl, 1/324.

328 el-Keşşî, Ricâl, 108; et-Tûsî, Ricâl, 1/324.

329 el-Keşşî, Ricâl, 109; et-Tûsî, Ricâl  1/325. 
330 el-Keşşî, Ricâl, 108; et-Tûsî, Ricâl, 1/324. 

(Tarihin Tahrifi İbni Sebe Meselesi-Sıddık Korkmaz)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...