MUHAMMED ALEYHİSSELÂM VE PEYGAMBERLER ARASINDAKİ YERİ
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini haber vermektedir:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden HAK gelmiştir.” (Yunus: 108)
Resulullah Aleyhisselâm’ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük nimetidir:
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imran: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve nehiylerini bize duyurmasaydı, dalâlet çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ’nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük nimetidir.
Sûrî ve mânevî, zâhirî ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî... üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddi ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik.”(Bakara: 151)
Onun ümmetinden olmayanlar anlatılan devlete eremezler.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ’nın zâtî tecellisine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
“Muhammed Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 40)
O hem peygamberler silsilesini hitama erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benim diğer peygamberler arasındaki durumum şuna benzer.
Adamın biri gayet güzel ve süslü bir ev yapar, yalnız duvarların birinde bir kerpiç yeri boş bırakır. Evin güzelliğini görmeye gelen herkes evi gezerler, hayran kalırlar. Sonra da “Ne güzel ev! Keşke şu kerpiç yeri boş kalmamış olsaydı!” derler. İşte ben o kerpiç yerindeyim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî)
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemâle erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dininin inkiraza ugraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem’ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tazim vardır.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir nurdur. Nuru cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
Bir güzel ki; güzellikler güzelliğini ondan almış.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ’nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
Fakat nankör olan birçok insan bunu bilemedi, bu nuru göremedi. Dalâlet çukuruna düştü ve ebedi saâdetini kaybetti.
“Resulüm! De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.” (A’raf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse “Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim.” diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhid olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde “Biz seni gönderdik” buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın vazifesi bütün insanlara İslâm’ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir. Bu emr-i ilâhi’yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediye’ye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar. Bunun bizzat şahidinin de Hazret-i Allah Zât-ı akdesi olduğunu beyan buyuruyor.
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul olmaz, cennete de giremez. Zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdir. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Âyet-i kerime’de:
“O daha öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuarâ: 196)
Yani Allah-u Teâlâ gerek Tevrat’ta gerekse İncil’de onun fazileti ve meziyetini, daha gelmeden evvel buyurmuş ve duyurmuştur.
Ehl-i kitap bu suretle onun geleceğini biliyordu. Nasibdar olanlar iman şerefiyle müşerref oldular, kibrine yediremeyenler de ebedi hüsrana uğradılar. Çünkü bu hakikat onlara bildirilmişti. Bildirildiğinden ötürü de ebedî hüsrana uğradılar.
Bütün meleklerin, peygamberlerin, ulvî ve süflî yaratılmışların malumu idi. Zamanı ile mekânı ile bilinen bir durumu vardı. Ona iman etmeyenler inat ve hasetlerinden iman etmediler.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat’ta da İncil’de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar.” (A’raf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ, Tevrat’ta da, İncil’de de, Resulullah Aleyhisselâm’ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.
Ümmî, okuma yazma bilmeyendir. Ümmîlik avam insanlar hakkında kullanıldığı zaman, umumiyetle ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken; bir ümminin okuyup yazanlardan daha bilgili olması, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması onun fıtrat yüceliğine delâlet eder.
İlmi yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları âciz bırakan bir peygamber hakkında “Ümmî”lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderildiğini ispat eden üstün bir özelliktir.
Resul-i Ekrem- sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ümmî oluşu, onun mucizeleri cümlesindendir. Çünkü o okuma ve yazma bilmiş olsaydı, öncekilerin kitaplarını mütalâa etmekle ve bu ilimlerin o araştırmaların sonucu olmakla itham edilirdi. Halbuki tahsilsiz ve mütalâasız olarak öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine alan Kur’an-ı Azimüşân’ı getirmesi, apaçık bir mucizedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur’an-ı kerim’i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler.
Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara: 121)
O heva ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.
•
Yahudiler Tevrat’ta, hıristiyanlar İncil’de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve yetim bir kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Peygamberler onun gönderileceğini ümmetlerine müjdelediler ve ona tâbi olmalarını emrettiler. Onun sıfatları peygamberlerin kitaplarında, tahrif edilmelerine rağmen hâlâ bulunmaktadır.
Meselâ Matta İncilinde İsâ Aleyhisselâm’ın şu beyanı yer almaktadır:
“O ki, benden sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır. Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile lâyık değilim.”
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a mikatte ve Tevrat’ta, âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrâiloğullarından ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik etmiştir. Tevrat’tan sonra ve Kur’an-ı kerim’den önce İncil’in geleceğini haber verip açıklamıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat’ı ve İncil’i hakkıyla okuyup anlayan kitap ehli, ona uymak sayesinde rahmete nâil olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (Bakara: 146 - En’am: 20)
Âyet-i kerime’de “Seni tanırlar” buyurulmayıp da “Onu tanırlar” buyurulmasında mühim bir incelik vardır.
Şöyle ki; Tevrat’ta “Musa’ya benzer bir peygamber” diye vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri ehl-i kitap tarafından: “O peygamber” diye anılır ve böyle tanınırdı. “O” dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak onun Muhammed Aleyhisselâm olduğunu gösterecek bir belgeye ihtiyaç vardı. Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği apaçık âyetler karşısında o zamanki ehl-i kitap âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, yahudi âlimlerinden müslüman olan Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-e sorduğu zaman şöyle demişti:
“Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüte yer yoktur. Fakat çocuklarımıza gelince, ne bileyim, belki anneleri hiyanet etmiş olabilir.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onun başını öpmüştü.
Bu Âyet-i kerime hususiyetle şunu da ispat ediyor ki, sadece bilmek iman etmek için yeterli değildir. İtaat etmek, boyun eğmek, hakikati gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lâzımdır.
Ehl-i kitap âlimleri o peygamberi kalben çok iyi tanıdıkları halde mümin olmamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden dolayı inatçı kâfirlerden olmuşlardı.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara: 146)
Bile bile onun vasıflarını gizleyenler bilginleridir. Bildikleri hakikatı avam halktan gizlerlerdi.
“Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler.” (En’am: 20)
Beklenen peygamberin Araplar arasından gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler.