22 Nisan 2016

Hz. İBRÂHİM (a.s) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


Hz. İBRÂHİM (a.s) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


İmam/Önder İbrâhim (a.s.):
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: 
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." (Bakara: 2/124) 
Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim (a.s.)’i ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor (Bakara: 2/124). Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez. 
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamazlar. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olmazlar. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”[1] Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilemez. Namaz için öne geçirilemez.”[2]
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır. 
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçen şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olmaları şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim (a.s.)’e söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm[3]olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi[4] olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi, bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.[5] Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.[6] Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur.[7]
Hz. İbrâhim’in (bir peygamberin) çocukları, onun sülâlesi, zürriyeti de olsa zâlim olduğu müddetçe hiç kimse imam olamaz. Demek ki, Hz. İbrâhim neslinden de bu tür insanlar çıkacaktır. Bu konuda Allah’ın vaadi kesindir: “Zâlimler imamlık ahdime erişemez!” Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm, itaat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları ve alâkaları tamamen koparıp atar. İtikat ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikat ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir milletin iki nesli itikat yönünden muhâlefet ederse, aradaki bağlar kesilir. Hatta itikat ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar. Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arabı ayrı şeydi, İslâm devrinin Arabı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir alâka, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa (a.s.)’nın dininden inhiraf edip sapanlar ayrıdır. Âile; babalardan, evlâtlardan ve torunlardan ibaret değildir. Bu değer, aralarında müşterek bir inanç bağı olunca doğrudur. Ümmet de muayyen bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibaret değildir. Millet; ırkları, cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun, birleşen mü’minler topluluğundan ibarettir. İşte Kerim olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından fışkıran iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibarettir.”[8] 

[1] Müslim, İmâre: 38.

[2] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/536.

[3] Lokman: 31/13.

[4] Mâide: 45.

[5] Mâide: 45.

[6] Nahl: 16/90.

[7] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri:. 46-49.

[8] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an: 1/240; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2457-2458.


İbrâhim (a.s)'in Duâları:


Kur’ân-ı Kerim, duâ etmemizi ısrarla tavsiye eder.
“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.” (Mü’min: 40/60)
“De ki: ‘Duânız (yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan: 25/77)
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilin ki, O haddi aşanları sevmez.” (A’râf: 7/55)
Kur'ân-ı Kerim, bazı vesilelerle bize nasıl duâ edeceğimizi öğreterek, duâ örnekleri verir. Peygamberlerin duâları, hem onların birer kul olmalarının ve kulluk yaptıklarının göstergesi, hem de kendilerinin örnek alınarak Allah’tan neleri ve nasıl istememiz gerektiğine dair müslümanlara örnek ve rehberliklerdir. Hz. İbrâhim, Allah’a çok şükreden, O’na itaat ve ibâdet eden, O’na teslim olan, kendisini Allah’a adamış, sâlih bir zât olduğu gibi, aynı zamanda bol bol duâ eden biriydi."İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.” (Mümtehıne: 60/4) Onun duâları da bize örnek olmalıdır. Kur’an’da İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bazı duâlar açıklanarak bize duâ örnekleri verilir. Bunları görelim:
“Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)” (Bakara: 2/124)
"Ey Rabbim! Burayı (Mekke’yi) emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.” (Bakara: 2/126)
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı: ) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." (Bakara: 2/127)
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." (Bakara: 2/128)
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." (Bakara: 2/129)
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." (İbrâhim: 14/35-36)
"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." (İbrâhim: 14/37)
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." (İbrâhim: 14/38)
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir."(İbrâhim: 14/39)
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" (İbrâhim: 14/40)
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" (İbrâhim: 14/41)
“...Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." (Şuarâ: 26/77-89)
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi.” (Sâffât: 37/100)
“...Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." (Mümtehıne: 60/4)
"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." (Mümtehıne: 60/5)
İbrâhim (a.s.)’in tefekkürüne, hayat tarzına ve sözlerine akseden imanî/tevhidî tablo, elbette duâlarında da berrak bir biçimde görülür. Duâ, ubûdiyetin/kulluğun özüdür. Duâ halinde olma, insanın acziyetini kabul ettiğinin ve Allah’tan başka ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir mercî olmadığını anladığının ifadesidir. Nasıl kulluk yapılacağını hayatlarıyla gösteren peygamberlerin duâları da Kur’an’da yer bulur. Bu duâlar, bize nebîlerin neyi nasıl ve ne için istediğini gösterir. Böylece, bize de duânın aslını, usûlünü ve edebini bildirir. İbrâhim (a.s.)’in duâları da, bu anlayışla okunmalı ve üzerinde durulmalıdır. Onun duâlarında, “millet-i İbrâhim”e dâhil olmamızın usûlünü bulmamız mümkündür.
İbrâhim (a.s.)’in hepsi de Rabbinin katında kabul görmüş duâları, değişik sûrelerde zikredilir. İbrâhim sûresinde ise, bu duâların bir kısmı ard arda gelir. Bu İbrâhimî duâların altıncısı ise, bugünün âile ve evlât belâsı çeken insanları için, nuranî bir iksir sunmaktadır. Altı kelimeden oluşan ve kısa meali “Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle” şeklinde verilen bu duâda, o mübârek nebî Rabbine şöyle yakarır: “Rabbi’c’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyetî” (İbrâhim: 14/40). Bu kısacık duâ, kısalığına karşılık, geniş ve derin mânâlar barındırır. Bu duânın her bir kelimesi bile, çok anlamlar taşır dünyalarımıza.
İbrâhim, Rabbine yönelişiyle, en başta, bize hep hatırımızda olması gereken ama neredeyse daima unuttuğumuz rubûbiyet-ubûdiyet denklemini hatırlatır. İnsan, tüm kâinatı kuşatan mutlak bir rubûbiyetin sahibi olan; zerreden galaksilere tüm mahlûkatı her an her haliyle terbiye, idare ve tasarrufu altında tutan; bütün yarattıklarının her ihtiyacını görüp onu gereği gibi karşılayan Yüce Allah’a karşı, küllî bir ubûdiyetle yükümlüdür. Öyle bir Rabbin huzurunda terbiye ve idareyi başka ellerde aramak, o kulluğun edebine aykırıdır. İbrâhim (a.s.), daha en başta, Rabbine yönelişiyle bu dersi verir. Tüm kâinatın O’nun tasarrufunda olduğunun, tüm yapılışların ardındaki “câil”in O olduğunun şuuru içinde, kendi matlûbunu ve maksûdunu doğrudan doğruya O’ndan ister.
Matlûbu ve maksûdu ise, Rabbine hep dünyanın fâni yüzüne takılıp kalan nazarlarla yalvaran; O’na yönelmeyi çoğunlukla unuttuğu gibi, hatırladığı anların çoğunda da O’ndan fenâ ve fâni şeyler talep eden bizlere ibretli bir uyarı hükmündedir. İbrâhim (a.s.)’in bu duâsında istediği şudur: Namaz kılmak! Daha doğrusu, “namazda mukîm olmak.” Çünkü, tüm kâinatı yaratan, tüm evrenin şehâdetiyle mutlak ve küllî rablığını, gören gözlere gösteren ve bizi rubûbiyete karşı ubûdiyetle/kullukla mukabele edecek bir fıtratla yaratan Rabbimize karşı kulluğumuzun en net, en berrak, en muazzam ifadesi namazdır. O yüzden, bütün nebîler namaz kılmış ve Rasûl-i Ekrem onu “iki gözünün nuru” olarak tanımlamıştır.
Rabbimiz, tüm kâinatın şâhit olduğu devamlı bir rablık sergilediğine göre, böyle devamlı terbiye ve idare karşısında kula yakışan, daimî bir ubûdiyet/kulluk sergilemektir. Kulluğun en berrak, en muazzam ifadesi olan namazı devamlı ve dosdoğru kılmaktır. Zâhiren namaz kılmıyor olduğu anları da, namaz kıldığı anların dünyasına taşıdığı ubûdiyet şuuruyla yaşamaktır. Üzerimizde her an cilvesi görünen bir rubûbiyete karşı, üzerimizde her an bir kulluk tavrı, şuuru ve edebi taşımaktır. Bunun için, İbrâhim “Rabbım, beni namaz kılanlardan eyle” demekle yetinmez. “ Namaz üzere kaaim olma”, “namazda mukîm olma”, “namazı ayakta tutma”, “namazla ayağa kalkma”, “devamlı namaz şuuru üzere olma” duâsında bulunur.
Mânidardır, duâ burada bitmez. Hemen ardından, İbrâhim (a.s.) “ve min zürriyyetî” diyerek, çoluk-çocuğu ile soyundan gelecek olanları da duâsına dâhil eder. Çünkü, yalnız kendisi için yaptığı bir duâ, yalnız kendisi yaşadığı sürece yaşanacaktır. Oysa, İbrâhim şu dünyadan göçüp gitse bile, dünya durduğu müddetçe, rubûbiyet-ubûdiyet denklemi de duracak; Rabbimizin mutlak rubûbiyetine karşı kullarının küllî bir ubûdiyetle mukabele etmesi gerekecektir. Bu noktada, İbrâhim (a.s.) mutlak ve dâimî bir rablığa karşı devamlı bir kulluğun gereğine inandığı için, yalnız kendisi için namaz duâsı etmekle kalmaz. Kendinden sonra da, zürriyetinin bu kulluğu her dâim sergilemelerini ister.
İbrâhim (a.s.)’in bu duâsı, çift yönlü bir mâhiyet taşır. İbrâhim, bir yanda öncelikle ve bizzat kendisinin namaz üzere olmasını istemektedir. Öte yanda, bununla yetinmeyip âilesi, çoluk-çocuğu, zürriyeti için de aynı şeyi istemektedir. Diğer bir açıdan bakarsak, İbrâhim yalnızca zürriyetinin namazda mukîm olup her ânını kulluk şuuruyla yaşaması duâsında bulunmamakta; bunu evvelâ ve bizzat kendisi için istemektedir. Bu çift yönlü duâ, şu dersi verir: Yalnız kendi kulluğunu düşünüp çoluk-çocuğunun kulluğuna dair bir sorumluluk hissi taşımamak da yanlıştır; yalnız çoluk-çocuğunun kulluğunu düşünüp kendisi o şuurdan uzak yaşamak da. Her iki çaba da, her iki yöneliş de yarımdır, eksiktir, boştur. İnsan, evvelâ ve bizzat kulluk şuuruyla donanmakla; ama aynı zamanda bu bilinci âilesi, evlâdı, zürriyeti ile paylaşmakla yükümlüdür. İbrâhim (a.s.)’in bu duâsı, bu zamanın âile ve evlât belâsı taşıyan biz insanlarına muazzam mesajlar taşımaktadır.[1] 
İbrâhim (a.s.)’in tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim (a.s.)’in şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." (İbrâhim: 14/35-36)
Üstad Seyyid Kutub İbrâhim (a.s.)’in, “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler... Evet bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır... Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler... Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şayet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şayet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler.[2]


[1] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları: 48-51. 

[2] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an: 9/87-90; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramlırı: 2459-2463..


İbrâhimî Duruş:


Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” (Ankebût: 29/25)
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir:
“Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” (Necm: 53/23)
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" (En’âm: 6/79-81) diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası: ) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." (Meryem: 19/46, 48)
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”(Enbiyâ: 21/68-70)
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek bir çok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” (Nûh: 71/21-22) Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (En’âm: 6/79). Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” (Mümtehıne: 60/4) 
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir:“Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”(Nahl: 16/120)
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”, “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.


O'nda Güzel Örnekler Vardır" 

"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." (Mümtehıne: 60/4, 6)
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’dan başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir.[1] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir. 
Allah, Hz. İbrâhim’i mü’minlere örnek olarak gösterdiğine göre, acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerim’den Hz. İbrâhim’in en temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: 
Nûh’un milletinden[2], seçilmiş önder, elçi, peygamber[3], yalnızca Allah’tan korkan[4], muvahhid ve tek başına bir ümmet[5], hanîf (Allah’ı bir tanıyan muvahhid ve O’na yönelen müslüman)[6], Allah’ın dostu[7], Allah’a itaat ve ibâdet eden[8], doğru yolda olan[9], kitap verilen[10], hikmet sahibi[11], delil verilen[12], ilim sahibi[13], rüşd sahibi[14], akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde, gerçeği aramada kullanan[15], mutmain olmak isteyen[16], iyi bir tartışmacı,[17]kendisini Allah’a vermiş[18], sâlihlerden[19], şükredici[20], denenmiş, imtihanlardan başarıyla çıkmış[21], duâ eden[22], düşünen ve düşünmeye dâvet eden[23], neslini düşünen[24], ahiret yurdunu düşünen[25], iyi davranan[26], kuvvetli[27], basîretli[28] İhlâslı[29], sabırlı[30] ümit dolu[31], yumuşak huylu[32], kalb-i selîm sahibi[33], ahde vefâlı[34], insanlara güzel örnek[35], müslüman, müşriklerden olmayan[36], Allah’ın düşmanlarını velî/dost edinmeyen, onlardan kopup uzaklaşan[37], Allah’ın rahmetini kazanmış[38], derecesi yüksek[39], kendisine güzellik ve mükâfat verilmiş.[40] 
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır. 
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır. 
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır. 
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır. 
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim (a.s.)’in üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır.[41] 
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." (Zuhruf: 43/26-28) 
İnsanların kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi ögeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasullerin, topluluklar önünde, ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir. (Hz. Musa’nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi.)
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan, ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrahim’in put kırışı. Putların İbrâhim’in baltasına karşı kendilerini bile savunup koruyamaması, hak gelince bâtılın nasıl yok oluverdiğini, görmek isteyenlere göstermiştir. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle suçlamışlardır.[42] Ancak bu hakkı düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyenin pratiklerine dur denilir ve insanların sâlim kafayla vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse, ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şahit olabiliriz: “Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): ‘Siz (var ya), siz, kendinizsiniz zâlim.” Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrahimî eylem, halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle (ve fıtratla, vicdanla) bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da, bundan ötesini getirmemektedir. Bu tavırla, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve amelî dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, bu İbrahimî örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek zorundadır. 
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir."İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.” (Mümtehıne: 60/4)O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır. 
İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. 
Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. 
Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir.
Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.
İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla... 

"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?

Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm 
Güneşi evime sokan kim?"[43] 

“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.”[44] 

“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.”[45] 

Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: 
"Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" (Enbiyâ: 21/67)
"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" (Sâffât: 37/109)[46]

[1] Ahzâb: 33/21; Mümtehıne: 60/4, 6.

[2] Sâffât: 37/83.

[3] Bakara: 2/124, 130; Nahl: 16/120, 121.

[4] Hicr: 15/51-59; En’âm: 6/80, 81; Zâriyât: 51/28, 29.

[5] Nahl: 16/120, 121.

[6] Âl-i İmrân: 3/67.

[7] Nisâ: 4/125; Şuarâ: 26/77-93.

[8] A’râf: 7/131; Nahl: 16/120, Enbiyâ: 21/73.

[9] En’âm: 6/84; Sâffât: 37/99, 100.

[10] Ankebût: 29/27; Necm: 53/36, 37.

[11] Şuarâ: 26/83.

[12] En’âm: 6/83, 75.

[13] Meryem: 19/43.

[14] Enbiyâ: 21/51.

[15] En’âm: 6/74-83; Hicr: 15/54, 55; Meryem: 19/42; Sâffât: 37/95, 96.

[16] Bakara: 2/259, 260; En’âm: 6/75.

[17] Sâffât: 37/83-113; Enbiyâ: 21/57-69; Bakara: 2/258.

[18] Hûd: 11/75.

[19] Nahl: 16/122; Ankebût: 29/27; Şuarâ: 26/83, 84.

[20] Nahl: 16/121.

[21] Bakara: 2/124; Sâffât: 37/103-106.

[22] Bakara: 2/127-129; İbrâhim: 14/35, 41; Mümtehine: 60/5.

[23] Şuarâ: 26/75, 76; Ankebût: 29/19.

[24] Bakara: 2/127-129; Ankebût: 29/27.

[25] Sâd: 38/46.

[26] En’âm: 6/84.

[27] Sâd: 38/45.

[28] Sâd: 38/45.

[29] Sâd: 38/45.

[30] Tevbe: 9/114.

[31] Hicr: 15/55, 56.

[32] Tevbe: 9/114; Hûd: 11/75.

[33] Sâffât: 37/84.

[34] Necm: 53/36, 37.

[35] Mümtehine: 60/4, 6.

[36] Bakara: 2/131; En’âm: 6/161; Nahl: 16/120, 123; Sâffât: 37/107-111.

[37] Tevbe: 9/114; Zuhruf: 43/26; Mümtehıne: 60/4; Meryem: 19/48, 49; Enbiyâ: 21/67.

[38] Hûd: 11/73; Yûsuf: 12/6; Meryem: 19/47.

[39] En’âm: 6/83.

[40] Nahl: 16/122; Ankebût: 29/27. 

[41] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2467-2468. 

[42] Enbiyâ: 21/64.

[43] Âsaf Hâlet Çelebi. 

[44] İbrahim Demirci.

[45] Yunus Emre.

[46] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2469-2470.


Hz. İbrahim’le İlgili Âyet-i Kerimeler:


A- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhîm İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler[1]: Bakara: 2/124-127, 130, 132-133, 135-136, 140, 258, 260; Âl-i İmrân: 3/33, 65, 67-68, 84, 95, 97; Nisâ: 4/54, 125, 163; En’âm: 6/74, 75, 83, 161; Tevbe: 9/70, 114; Hûd: 11/69, 74-76; Yûsuf: 12/6, 38; İbrâhim: 14/35; Hicr: 15/51; Nahl: 16/120, 123; Meryem: 19/41, 46, 58; Enbiyâ: 21/51, 60, 62, 69; Hacc: 22/26, 43, 78; Şuarâ: 26/69; Ankebût: 29/16, 31; Ahzâb: 33/7; Sâffât: 37/83, 104, 109; Sâd: 38/45; Şûrâ: 42/13; Zuhruf: 43/26; Zâriyât: 51/24; Necm: 53/37; Hadîd: 57/26; Mümtehıne: 60/4; A'lâ: 87/19.

B- İbrâhim (a.s.)’in Şahsiyeti, Hayatı ve Peygamberliği
1- İbrâhim (a.s.) Hayatını ve Kıssasını Anlatan Âyetler: En’âm: 6/74-84; Hûd: 11/69-76; Hicr: 15/51-60; Meryem: 19/42-50; Enbiyâ: 21/51-73; Şuarâ: 26/69-104; Ankebût: 29/16-18, 24-27; Sâffât: 37/83-113.
2- İbrâhim (a.s.)’e Peygamberlik Verilmiştir: Bakara: 2/124, 130; Nisâ: 4/163; Nahl: 16/121, 122; Enbiyâ: 21/51; Sâd: 38/45-47; Hadîd: 57/26.
3- İbrâhim (a.s.)’in Tevhidi Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: Bakara: 2/128, 131-132; Nahl: 16/120; Meryem: 19/41; Sâffât: 37/100-107.
4- İbrâhim Milleti/Dini: Bakara: 2/130, 135; Âl-i İmrân: 3/95; Nisâ: 4/125; En’âm: 6/161; Nahl: 16/120, 123.
5- İbrâhim (a.s.) Nûh (a.s.)’un Dini Üzereydi: Sâffât: 37/83-84.
6- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanlar Arasında Hükmedecek Mevkî İstemesi: Şuarâ: 26/83.
7- Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi: Ankebût: 29/26.
8- Meleklerin Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: Hûd: 11/69-70, 74-76; Hicr: 15/57-60; Ankebût: 29/31-32; Zâriyât: 51/31-34.
9- İbrâhim (a.s.)’in, Yakîn İlme Sahip Olması: En’âm: 6/75.
10- İbrâhim (a.s.)’in Neslinden Peygamberler Gönderilmiştir: Âl-i İmrân: 3/33-34; En’âm: 6/84; Enbiyâ: 21/72-73; Ankebût: 29/27; Sâffât: 37/108-113; Hadîd: 57/26.
11- İbrâhim (a.s.)’in Karı-Koca İhtiyar Olmalarına Rağmen, Melekler Tarafından İshak ve Torunu Ya’kub ile Müjdelenmesi: Hûd: 11/69-73; Hicr: 15/51-55; Meryem: 19/49-50; Enbiyâ: 21/72-73; Ankebût: 29/27; Sâffât: 37/112-113; Zâriyât: 51/24-30.
12- İbrâhim (a.s.)’e, İsmâil ve İshak’ın Verilmesi: İbrâhim: 14/39; Ankebût: 29/27.
13- İbrâhim (a.s.)’in, Peygamberimiz İçin Duâsı: Bakara: 2/129.
14- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. İsmâil’i Kurban Etmek İstemesi ve Allah’ın İmtihanı: Sâffât: 37/100-107.
15- İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi İnşâsı: Bakara: 2/127.
16- Makam-ı İbrâhim: Bakara: 2/125; Âl-i İmran: 3/97.
17- İbrâhim (a.s.)’in, Mekke Hakkındaki Duâsı: İbrâhim: 14/35.
18- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. Hâcer ve İsmâil’i Mekke’ye Götürüp Bırakması: İbrâhim: 14/37.
19- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanları Hacca Dâvetle Emrolunması: Hacc: 22/27-29.
20- İbrâhim (a.s.)’in, Kendisi, Ana-Babası ve Mü’minler İçin Duâsı: İbrâhim: 14/41; Şuarâ: 26/83-87.
21- İbrâhim (a.s.)’in, Dirilme Hakkında Merakı: Bakara: 2/260.
22- Allah’ın İbrâhim (a.s.)’i Dost Edinmesi: Nisâ: 4/125.
23- Yahûdi ve Hıristiyanların İbrâhim (a.s.) İçin Çekişmeleri: Âl-i İmrân: 3/65-67.
24- İbrahim’in Sahifeleri: Necm: 53/36-49; A’la: 87/9-19.
25- İbrâhim (a.s.)’in, Yusuf (a.s.)’un atası oluşu: 12/6, 38.

C- İbrâhim’in Dâvet Görevi ve Tevhid Mücâdelesi
1- İbrâhim (a.s.)’in Atası Âzer’e Dâveti ve Gördüğü Tepki: En’âm: 6/74; Meryem: 19/42-48; Enbiyâ: 21/52-57; Şuarâ: 26/69-82; Sâffât: 37/85-87; Zuhruf: 43/26-27; Mümtehine: 60/4.
2- İbrahim (a.s.)’in Babası İçin Mağfiret Dilemesi: Tevbe: 9/113-116; İbrahim: 14/41; Meryem: 19/47; Şuara: 26/86; Mümtehine: 60/4.
3- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: En’âm: 6/80-83; Enbiyâ: 21/52-57; Şuarâ: 26/69-82; Ankebût: 29/16-18, 24-26; Sâffât: 37/85-87, 88-99; Zuhruf: 43/26-27.
4- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Karşı Akıl Yolu İle Allah’ı Arayıp İspat Etmesi: En’âm: 6/76-79; Enbiyâ: 21/58-67; Şuarâ: 26/70-82.
5- İbrâhim (a.s.)’in Kavmiyle Münâzarası: En’âm: 6/80-83; Şuarâ: 26/70-82; Sâffât: 37/88-96.
6- İbrâhim (a.s.)’in Kavminin Putlarını Kırması ve Gördüğü Tepki: Enbiyâ: 21/52-68; Sâffât: 37/88-97.
7- İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi Putlardan Temizlemesi: Hacc: 22/26.
8- İbrâhim (a.s.)’in, Nemrut ile Münâzarası: Bakara: 2/258.
9- Nemrut’un Tanrılık/İlahlık/Rabblık İddiâsı: Bakara: 2/258.
10- İbrâhim (a.s.)’in Nemrut Tarafından Ateşe Atılması: Enbiyâ: 21/68-71; Ankebût: 29/24; Sâffât: 37/97-98.
11- Nemrut’un Ölümü/Helâkı: Enbiyâ: 21/70.

[1] İbrahim kelimesi 69 ayette geçmektedir. 2/125, 4/125, 9/114, 60/4 ayetlerinde iki, 2/258 ayetinde ise üç defa geçmektedir.

Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları


Buhârî; Tefsir 26; Enbiyâ 8; Nikâh 12, Salât 1, Tevhîd 19, 24, 37; Hac 54, Büyû' 53, Cihad 71, 74; İ'tisâm 16, 100; Hîbe 28, 36; Libâs 68; Rikak 45, 51; Deavât 31, 32. 
Müslim, İman 259, 263, 264, 270, 272, 278; Fezâil 150, 151, 154.
Tirmizî; Tefsîr 21/3

Ebû Dâvud; Talak 16

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...