İlâhi Hükümlerden Tiksinenler
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir, ne de iman.
Kalpler hakikati aramak, Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
“Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah’ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?” (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İyi bilin ki onlar, içlerindekini O’ndan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Hud: 5)
Nifak, kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir.” (Ankebut: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
•
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ’nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
İslâm dininden saparak nifaka düşenler ve nifak çıkaranlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere istinad ve itibar etmezler. Sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İşte böyle... Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır.” (Muhammed: 9)
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinenler İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar. Dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.
Gerçek müslümanlarla aslâ ülfet etmezler ve müslümanları alaya alırlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinden hoşnut olmadıkları için böyle yapıyorlar. Âyet-i kerime’ler karşılarında açık açık okunduğu halde ikrah ettikleri görülüyor.
“Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Çünkü amellerin kabulü için asıl ve esas olan imandır. Onlar ise bu imandan mahrum kimselerdir.
Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır.” (Rum: 29)
Onlar ahkâm-ı ilâhi’ye gözü yumuk baktılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler önlerine serildiği halde hafife aldılar, kendi zan ve tüzüklerine uydular. Madde ve menfaate taptılar, dünyayı ahirete tercih ettiler.
“Allah’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.” (Rum: 29)
Delilsiz ve ilimsiz olarak kendi bâtıl yollarına gittikleri için İslâm hududundan çıktılar. İradelerini şerre sarfettiler. Allah-u Teâlâ’nın dalâlete düşürdüğü kimseyi hiç kimse hidayete erdiremez. Onların müstehak oldukları azaptan kurtaracak yardımcıları da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde insanların yalnızca kendi dinine yönelmelerini emir buyurmaktadır:
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver.” (Rum: 30)
Allah-u Teâlâ kullarını İslâm’ı kabul edecek ve onu inkâr etmeyecekleri bir kabiliyete sahip olarak yaratmıştır. Her insan İslâm fıtratı üzere dünyaya gönderilmektedir. İnsanlar bu fıtratta sebat etmelidirler. Allah’ın dininden uzaklaşıp başka yollara yönelirlerse, fıtratlarına aykırı hareket etmiş olurlar.
“Zira Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur.” (Rum: 30)
Allah’ın yaratışının benzeri ve karşılığı yoktur. İnsanlar kaybettikleri bu kabiliyeti hiçbir şey ile yerine koyamazlar. Allah-u Teâlâ’nın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya hiç kimse sahib-i salâhiyet değildir. İnsanların bu dine muhalefet etmesi aslâ düşünülemez.
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir.” (Rum: 30)
Dimdik ayakta durmak ne demek? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O’nun şeriatıdır. Ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.
İnsan aklı kendi başına bırakılmış olsa, başka bir din seçemez. Hak dinden sapan bir insan ise insan ve cin şeytanlarının azdırmaları sonucu sapar.
“Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bu ilâhi nimetin kıymetini ve ulviyetini takdir edemezler, heva ve heveslerine uyarak bâtıl yollara saparlar.
Bunun içindir ki bunlar kendi zanlarını esas olarak tutarlar. Hakikatın o olduğunu zan ve iddiâ ederler. Hakikatı yalnız kendilerinin bildiğini, başka kimsenin bilmediğini zannederler.
Ve böylece hem kendilerini hem de başkalarını gerçekten sapıtırlar. Niçin? Hazret-i Allah’ın âyetlerini ve ahkâmını hiçe saydıkları, kendi zanlarını esas tuttukları için.
“Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namaz kılın, müşriklerden olmayın.” (Rum: 31)
Allah-u Teâlâ kullarının kendisine yönelmelerini, yalnız kendisinden korkmalarını ve kulluk yapmalarını, nefislerini ilâh edinmemelerini emir buyuruyor. Zira bu bir şirktir, yapan müşriktir. Kim ki bu emr-i ilâhi’yi dinlemezse, onun Hazret-i Allah ile ve İslâm dini ile ne ilgisi kalır?
“Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Rum: 32)
Bu Âyet-i kerime’de de Allah-u Teâlâ, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan bölücülerin müşrik olduğunu ve tuttukları yoldan memnun olduklarını beyan buyuruyor.
Kendi yanında bulunan dinden murad, yaptıkları isimdir. Kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilin.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdetten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünya saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, İÇİNİZDE onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır.)” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İslâm dinine dâvet edilen kimselerin bir kısmının kabul edip bir kısmının da kabul etmeyeceğini ve imandan mahrum olanların mesuliyetlerinin kendilerine âit olacağını beyan buyurmaktadır:
“Aralarında ona (Kur’an’a) inanan da vardır, inanmayan da vardır. Rabbin fesat çıkaranları en iyi bilendir.” (Yunus: 40)
Fesatları sebebiyle sapıklıkta kalmayı hakeden ifsatçıları en iyi bilen Allah’tır.
“İçlerinden sana kulak verip dinleyenler eksik değildir. Fakat sağırlarsa sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!” (Yunus: 42)
Sen sağırlıkları ile birlikte akılları da olmayan kimselere işittirebileceğini umuyor musun?
“İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere sen mi doğru yolu göstereceksin? Üstelik de hiç görmüyorlarsa!” (Yunus: 43)
Baş gözünün körlüğüyle kalp gözünün körlüğü bir araya gelirse, onlara hakikati duyuracağını mı sanıyorsun?
•
Kur’an-ı kerim’in nâzil olduğu Asr-ı saâdet yıllarında münafıklar gizliden gizliye nifak çıkarıyorlar, Kur’an-ı kerim üzerinde şüpheler uyandırmaya çalışıyorlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıkların Kur’an âyetlerini nasıl karşıladıklarını, ilâhî hükümleri nasıl telâkki ettiklerini haber vermekte, günümüzdeki münafıkların içyüzlerini de bu vesile ile ayan beyan ortaya koymaktadır:
“Ne zaman bir sûre indirilse, onlardan (münafıklardan) bazıları ‘Bu sûre hanginizin imanını artırdı?’ derler.” (Tevbe: 124)
Aldatılması mümkün olanları yoldan çıkarmak için, kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlar, böylece küfür ve nifaklarını etraflarına bulaştırmaya çalışıyorlardı.
Onların bu alay ve inkârlarına cevap olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Halbuki o, iman edenlerin imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.” (Tevbe: 124)
İman neşesi ile müjdelenip bunun sevincini yaşarlar, bu durum kalplerinde yakîn bir ilmin tecellisine vesile olur, bir kısım hakikatlere vâkıf olmalarını temin eder.
Nâzil olan her sûre ve âyet, müminlerin iman ve irfanını artırırken, münafıkların ise kalplerinde nifak hastalığını artırır.
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (o sûre) murdarlıklarına murdarlık katmıştır.” (Tevbe: 125)
Her sûrenin gelişiyle müminlerin iman şulesi ve neşvesi perderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık münafıkların da her inkârında küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu.
“Ve kâfir olarak ölüp gittiler.” (Tevbe: 125)
Bu haber Allah-u Teâlâ’dan gelen kesin bir hükümdür.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde münafıkların belâ ve musibetlerden ders almadıkları, intibaha gelmedikleri, küfürlerinde ısrar ettikleri beyan buyurulmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?
Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
•
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenlerin durumlarını arzetmeye devam ediyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’inde insanlara misalleri, öğütleri, açık delilleri değişik üslûplarla açıklamıştır. Ki hakikatı öğrensinler de, içinde bulundukları sapıklıktan kurtulsunlar, hidayete ersinler, cennete ve Cemâlullah’a kavuşsunlar.
“Andolsun ki biz, düşünüp anlasınlar diye bu Kur’an’da sözü tekrar tekrar açıkladık. Fakat bu, onlara daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir yarar sağlamıyor.” (İsrâ: 41)
Yine tiksiniyorlar, yine nefret ediyorlar, yine kendi zan hükümlerini bırakmıyorlar.
“Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu korkutmamız onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor.” (İsrâ: 60)
Allah-u Teâlâ’nın bütün korkutma ve uyarıları, onların dalâlet içinde daha da gömülüp gitmelerine sebep oluyor.
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, müminler için şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ: 82)
Kur’an-ı kerim’in nûru ile nûrlanan müminler Allah-u Teâlâ’nın rahmetine mazhar oldukları gibi; onun hidayetine sırtını dönen kimseler ise, o nûrdan istifade edemezler, karanlıklar içinde kalırlar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler hakkında diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar.
Onlara de ki:
‘Size bundan (bu kin ve öfkenizden) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş!’ Allah onu kâfirlere vâdetmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hacc: 72)
Onları bu Âyet-i kerime’lerden tanıyacaksınız. Bu Âyet-i kerime’ler okunup onlar bu hâli kesbettiği zaman, durumlarını açık olarak görün.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara Rahman’dan yeni bir öğüt geldiğinde mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Şuarâ: 5)
Onlar bunu; apaçık delilin ortaya konulmasına, emrin ve nehyin açık ve kesin olmasına rağmen böyle yaparlar.
“Üstelik yalanladılar. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında kendilerine gelecektir.” (Şuarâ: 6)
Yalanladıkları ve yüz çevirdikleri şeyin cezası başlarına gelecek, böylece âkibetlerine kavuşmuş olacaklar.
En Şerli İnsanlar:
Allah-u Teâlâ Münafikun sûre-i şerif’inde münafıkları ve âkıbetlerini şu şekilde beşeriyete duyurmaktadır:
“Müdikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz.’ derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor.” (Münâfikun: 1)
İşte günümüzdeki münafıklar da halkı soyabilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar. Sonra da kendi arzularına göre hareket ediyorlar.
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikun: 2)
İslâm’ın ön safında görünürler, müslümanların ağızlarındaki lokmayı dahi alırlar. Arabasını, evini elinden alırlar. Sonuçta küfre hizmet ederler.
İşte münafıklar bu kadar aşağılıktırlar.
“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikun: 2)
Amma bunlar size söyleniyordu.
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i yüzünüze karşı okunuyordu, siz bunlara aldanıyordunuz. Amma bunlarla beraber cehenneme düştüğünüz zaman çok nedamet edeceğiniz şüphesizdir.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikun: 3)
Münafıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduğunu açıkça ortaya koydu.
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 3)
O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş.” buyuruyor. (Bakara: 118)
O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
İşte Allah-u Teâlâ’nın münafıklar hakkındaki beyanları budur. Âkıbetlerini siz de görün, âlem de görsün!
Münafıklarla Dostluk Kuranlar:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde gazâb-ı ilâhi’ye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın bu din-i mübinin sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine bir inkılâp oluverip otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceklerini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
“İman edenler: ‘Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıdır?’ derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır.” (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücadele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.